Unpopüler Yazar Olmak!
Bir arkadaşım, “Taraf‘la didişeceğine travesti cinayetlerini yazsana” dedi. Bir başka arkadaşım, bundan birkaç gün sonra, “niye başına dipçik vurulan Kürt çocuklarını, tutuklanan çocukları yazmıyorsun” diye serzenişte bulundu. Her ikisine de, “ben unpopüler bir yazarım” diye cevap verdim ama yeterince açıklayıcı olmadığımı da hissettim. İçimde ukte kalmıştı. Bu konuyu biraz daha açmalıydım.
Travesti cinayetlerine, söylemeye bile gerek yok ki, karşıyım. Ama bu konuda bir şey yazamam, çünkü bu konuyu işleyen birçok yazardan farklı söyleyebileceğim bir sözüm yok. Bilinen şeyleri tekrar etmekten hoşlanmam.
Çocukların başına dipçik vurulmasına elbette karşıyım. Ama bu konuyu da işleyen çok oldu. Onlardan fazla ya da farklı yazacağım bir şey yok. Özel olarak söyleyecek bir şeyim yoksa susmayı ve dinlemeyi tercih ederim.
Çocuk tutuklamalarıyla ilgili bir guruba dahilim. Bu grubun yaptığı etkinlikleri gelen maillerden anı anı izliyorum. Grup, bu konuda yazılan yazıları da iletiyor. O kadar çok yazıldı ki bu konu. Ellerine sağlık, birçok yazar karşı çıktı bu insafsız devlet baskısına. Onlara katılıyordum ama ekleyecek bir lafım yoktu. En sevmediğim şeydir, hemfikir olduğum konularda lafı uzatmak. Söylenen söylenmiştir zaten. Malumu bir de sen ilan etme derim kendi kendime.
Ne zaman yazma gereksinimi duyarım? Eğer o konuda fazlaca kalem oynatılmamışsa ya da daha önemlisi, o konuda cereyan ters yönden esiyorsa. Unpopüler yazar, rüzgârın tersine yazan yazardır… Bir zamanlar, 1980’lerde, Akıntıya Karşı diye kısa süreli bir yayın çıkmıştı. Çok tutmuştum bu adı. Unpopüler yazar, akıntıya karşı yüzer ve yazar.
Bugün neden, yukarda belirttiğim konularda değil de, örneğin Taraf gazetesi hakkında yazmayı tercih ediyorum? Bir bakıma Taraf da akıntıya karşı yüzen bir gazete değil mi? Bence değil. Taraf, kendine öyle bir görüntü vermeye çalışsa da, aslında tam anlamıyla akıntının gazetesi, Ahmet Altan da akıntının yazarı. Ahmet Altan’la birlikte, kafasına dipçik vurulan çocuklar için ağlaşmak yerine, Ahmet Altan’ın “terörist”likle damgaladığı ve elinde hiçbir delil olmadığı halde, sokaktan geçen bir genci neredeyse bilerek vurmuş gibi gösterdiği, Bostancı’da öldürülen genç devrimciyi savunmayı tercih ederim. Çünkü, bir çocuğun başına polisin ya da jandarmanın dipçik indirmesine, Ahmet Atlan da dahil, büyük çoğunluk karşı. Bu konuda hiçbir ihtilaf yok aramızda. Ne var ki, Bostancı’da öldürülen gençle ilgili büyük bir kafa karışıklığının olduğu, bizzat Ahmet Altan’ın yazısından belli. Hayır, Ahmet Altan’ın kafası karışık demek istemiyorum. Onun kafası son derece net. O, popüler bir yazar olarak, kafa karıştırma görevini yerine getiriyor. Yüzlerce polis tarafından kuşatılarak alçakça öldürülen devrimci bir genci bir katil gibi tanıtmak, siyahı beyaz, beyazı siyah göstermek değildir de nedir ki? İşte böyle durumlar, unpopüler yazarı göreve, klavyenin başına oturmaya çağırır.
Taraf gazetesinin akıntıya karşı gitmediğini, akıntının gazetesi olduğunu söyledim. Evet, o kanıdayım. Bakmayın siz, bu gazetenin orduya horozlanırmış gibi yapmasına. Onun esas sorunu, orduyu, zaten girdiği yolda ilerlemeye teşvik etmektir. Taraf gazetesi de biliyor Türk ordusunun modern bir ordu olduğunu ve kapitalist-emperyalist sistemin genel yönelimlerine asla karşı durmayacağını. En azından, Türk ordusuyla ilgili “anti-emperyalist” hayaller kuran ulusalcılardan daha iyi biliyor bunu. Onlar biliyor, ordunun parlamentarist diktatörlüğün arkasında olduğunu. Bu kadar kabadayıca horozlanma cesaretini zaten buradan alıyorlar. Ve Ahmet Altan yazarımız, orduyu, parlamenter sisteme karşı çıkmak yerine, “dış düşmana” karşı konuşlanmaya, böyle bir göreve talip olmaya çağırırken baklayı ağzından kaçırmış oluyor. İşte unpopüler yazarın yapmayacağı bir hokkabazlıktır bu. Unpopüler yazar çok iyi bilir ordu için gerçekte “dış düşman” diye bir şey olmadığını, olamayacağını ve çok iyi bilir, “dış düşmana” karşı çağrı yapmanın has milliyetçi retoriğin bir parçası olduğunu. Akıntının yazarları, her zaman el altında bulundurulan “dış düşman” demagojisine sarılmakta hiçbir sakınca görmezler.
Velhasıl zordur işi unpopüler yazarın. Onun hayatı akıntıya karşı yüzmekle, rüzgâra karşı yürümekle geçer. Bu öyle bir kaderdir ki, günün birinde belki kendi arkadaşlarının, dost bildiklerinin, ömrü boyunca omuz omuza mücadele ettiklerinin elinde can vereceğini bilmek bile onu akıntıya karşı yüzmekten alıkoyamaz. Çok iyi bilir, bu sonu gelmez akıntı karşıtı, rüzgâr karşıtı ilerlemenin, ne ikballe, ne de servetle sonuçlanacağını. Yolunun üstünde onu bekleyenin yalnızlık, iteklenmişlik, tecrit edilmişlik, kovulmuşluk, hatta belki hapislik ve ölüm olduğunu. Bunu bile bile gövdesiyle dayanır rüzgâra…
Gün Zileli
1 Mayıs 2009
Akıntıyı oluşturan köşe yazarlarından, hiç bir yere varmayan, ortalama zekanın da altında ama çok yüksekmişçesine kesilen ahkamlarından hoşlanmıyorum. Neyse ki, sen vrsın, yazıların var… Sendeki hakikat, sistemlerden onları yazarak aldığın intikam, -ki bu olabilecek en yapıcı intikam şeklidir- her biri okudukça bana başka bir şeyi öğretiyor. Senin yalnızlığın kaçınılmaz my Don Quiote…. O foseptik köşecilerden olmaman sana inanma sebebimiz. Yazıların gibi cesur ve adil yaşaman, hepsi işte. Senin unpopularliğin
Bu Taraf gazetesini de geçen sene yazdığın yazıda bu denli doğru görmen, insana ‘keşke Taraf okuyanlar bu yazıyı okusa’ dedirtiyor. Ne dersin hocam, Taraf’a gönderelim mi yazını? Belki bindikleri dalı keserler hahahahaah
(Gerçi bu türden ‘karşıt seslere de yer vermek’ kibirliliği abd’den beri çok moda. Sorasım geliyor böylelerine, ‘sen bana ‘yer vermesen’ ben yer kaplamayacak mıydım yani?)
Konuyu dağıttım ama yazını çok çok beğendim.
Yel değirmenleri sana vız gelir hocam, ellerinden öperim.