Tarihi Bir Anoloji ya da III. Dünya Savaşı Başlarken…
Tarihi anolojiler hem tehlikeli hem de öğreticidir. Tehlikeli yanına karşı uyanık olmak şartıyla anolojinin öğretici yanlarından yararlanılabilir.
Nazizm nasıl ortaya çıktı?
Bunun için I. Dünya Savaşı’na gitmek gerekir. Almanya bu savaştan yenik çıktı ve galip batılı devletler tarafından baskı altına alındı. Versay anlaşması bir köleleştirme anlaşmasıydı. Almanların “ulusal onuru” çiğnendi, Alman ordusu vesayet altına alındı. Naziler, öncelikle Versay anlaşmasının köleleştirici etkilerine karşı “ulusal onuru” savunmak adına ortaya çıktılar ve yükselişe geçtiler.
Batılı devletler büyüyen bu canavara karşı önce kayıtsız kaldı. Daha sonra onu “komünizm tehlikesine” karşı kullanabileceklerini düşündüler ve okşamaya başladılar. Naziler iktidara geldikten sonra tehlikenin farkına vardılar ama bu sefer onu bir yandan yatıştırmaya, bir yandan da kendi üzerinden savuşturup Sovyetler Birliği’nin üzerine saldırtmaya çalıştılar.
Ayrıca Almanya’nın içindeki gelişmeler de Nazilerin büyük bir kitle tabanı oluşturmasına hizmet etti. Almanya’nın ekonomisi savaştan sonra tam bir yıkım içindeydi ve enflasyon insanları bunaltıyordu. İşsizlik had safhadaydı. Naziler, taraftarlarını, ezilen küçük burjuva tabakalardan ve işsiz yığınlarından devşirdiler. Bir yandan ulusal aşağılanmışlık duygusu, bir yandan istikrarsızlık ve ekonomik bunalım, ezilen, işsizlik içinde bunalan kitleleri hızla Nazilerin safına sürükledi. Körüklenen milliyetçilik Nazilerin şahsında acımasız bir ırkçılığa ve sosyal devrim düşmanlığına dönüştü. Sonunda, batılı kapitalist devletler, gerek devletsel baskı politikalarıyla, gerek kapitalizmin amansız sömürü mekanizmalarıyla, gerek toplumsal devrime karşı Nazileri kullanma yönelimleriyle, gerekse ırkçı ve savaşçı saldırganlığı yatıştırma çabalarıyla Nazizmin bir devlet haline gelip öncelikle batıya saldırmasının önündeki bütün engelleri kaldırmış oldular. II. Dünya Savaşı böyle başladı.
Gelelim IŞİD’e. IŞİD nasıl ortaya çıkıp, büyüdü, serpildi ve bugünkü, tüm dünyayı tehdit eden noktaya geldi?
Bunun için, on bir yıl önceki, Irak’ın ABD tarafından işgaline gitmek gerekiyor öncelikle. ABD, Irak’ı işgal ederek Irak’ın dokusunu paramparça etti, iç dinamiklerini dağıttı. Bütün Iraklıları, ama özellikle burada önemli bir nüfus oluşturan Sünni Arapları baskı altına aldı. Kukla bir Irak devleti ve ordusu kurarak Iraklıların “ulusal onurunu” çiğnedi ve bu ülkenin kendi kaderini kendi öz güçleriyle örgütlemesini engelledi. Saddam’ın Baas yönetiminin komutanları Sünni Arapların saflarında yeni bir askeri örgütlenmenin nüvelerini oluşturdular. Aynı, Almanların Versay anlaşmasına karşı büyük bir hınç besleyip Alman militarizmine destek vermeleri gibi.
2010’lardaki yeni bir ayaklanma dalgası geldiğinde Batılı devletler müdahaleleriyle, Irak ve Ortadoğu’da açılmış yarayı iyice kangrenleştirdiler. Baskı ve müdahaleler, aşağılandıklarını hisseden Sünni Arap kitlelerinde son derece bağnaz, bir anlamda dinsel-ırkçı bir gücün taraftar bulmasına yol açtı. IŞİD adlı dinsel bağnazlık örgütü bu koşullarda gelişti. Bu koşullarda bile batılı kapitalist devletler, IŞİD’le bir süre işbirliği yapmaya devam ettiler. Bu, bağnaz vurucu gücü, aynı bir zamanlar Sovyetler Birliği’ne yaptıkları gibi, yıkmaya çalıştıkları Suriye türü devletlere karşı kullanabileceklerini düşündüler. Canavarı, o sırada baş düşman olarak gördükleri güçlerin üzerine saldırtmaya çalıştılar. Onu hem kendi üzerine gelmemesi için okşadılar, hem de başka yöne sevk ettiler. Aynı Nazilere yaptıkları gibi.
Bu kadar da değil benzerlik. Batılı kapitalist ülkeler, hem Ortadoğu’daki yeni-sömürgeci yağma politikalarıyla buralardaki halkların iyice sefalete gömülmesine yol açtılar hem de kendi içlerindeki, eski sömürgelerinden gelen ve hiçbir zaman toplumla kaynaştıramadıkları Müslüman nüfusu alabildiğine sömürmeye ve toplumsal olarak dışlayıp gettolaştırmaya devam ettiler. Bu gettolarda yaşayan ve zaten İslamiyet gibi, batıyla kan uyuşmazlığı içinde olan bir ideolojiyle yetişmiş gençler önlerinde hiçbir gelecek göremediklerinden kendilerine ölümü ve cenneti vadeden IŞİD’in tabanını ve vurucu gücünü oluşturmaya başladı. Aynı, kapitalizm tarafından ezilen küçük burjuvazinin ve işsiz yığınlarının Nazizmin tabanını ve vurucu gücünü oluşturması gibi.
Dahası, batılı kapitalist ülkelerin Suudi Arabistan, Türkiye gibi bölgesel hegemonyacı güçleri, bölgesel hesapları dolayısıyla IŞİD canavarını herkesin gözü önünde silah, cephane ve mali bakımdan besleyip destekledi. Bununla da kalmadı, örneğin Türkiye, IŞİD’i toplumsal devrim güçlerine karşı bir vurucu güç olarak kullandı. Barışçı gösterilere karşı Suruç ve Ankara’da yapılan IŞİD görünümlü canlı bomba saldırılarının ardında Türkiye’nin istihbarat örgütünün olduğunu anlamamak için çok saf olmak gerekiyordu. İspanya İç Savaşı’nda da Franko, toplumsal devrim güçlerine karşı Alman ve İtalyan faşist birliklerini kullanmıştı.
Sonunda sıra, Batı’nın, onu önce kullanmaya, sonra yatıştırmaya çalıştığı ama artık tehlikeyi görüp ölümcül bir korkuya kapıldığı IŞİD’in batılı kapitalist merkezlerde doğrudan halkın canını alan saldırılara girişmesine geldi. Fransız Başkanı Hollande’ın dediği gibi, bu gerçekten de bir savaş ilanıdır. Aynı, Nazilerin Polonya’yı istila ettikten sonra hemen ardından batılı ülkeleri işgale girişmesi gibi bir savaş ilanı.
Anoloji burada sona eriyor.
Bir bakıma III. Dünya Savaşı’nın başladığını söyleyebiliriz.
Gün Zileli
16 Kasım 2015
www.gunzileli.com
gunzilieli@hotmail.com
batı’lı devletler, tamam, emperyalist, memperyalist ama ışid’i desteklemediler. amonların bölgedeki politikaları ışid’i doğurdu ve güçlendirdi.
Detaylarda cok tartisilir bir yazi..
Ilkönce Sadam hüseyin=adolf hitler.
Halkini ezen cevresiylede savasan sapikin biridir!
Birinci düya savasi tamam 2.sini dogurmustur..
Ama hakli oldugunu ispatlamaz..
Batililarin önce rusyaya karsi destekledigini ancak Ahmet hocanin düsüncesi olur.. Nazilerin propagandasi 2 cepheye karsi oldugu acikti. H.Ford gibi özel kapitalistler anti-semitizm temelinde hitleri desteklesede..Bati pasif kalmisti demek daha yerindedir..
Sonucta ABD almanya girmisti.Gene isgal etmisti..Kurtarici olmustu.. Japonyaya girdi gene kurtarici rol oynadi..Kime karsi? Fasizme karsi..
Irak-Afganistan savasi ise farklidir..Birinci Irak savasinda-kuveyt sorununda ABD gene kurtarici rol oynamistir.Suudu+arab parasiylada olsa..
2. girisim ise basindan macera doluydu.. O eylemi tekbasina yapmamaliydi.Anti-ABD ligin güclü oldugu +Din.gavurluk meselesi..
ABD hicbir zaman Irakta Dincilerle saddama karsi bir birlik yaptigini duymadim..Olsa olsa Kürtlerle! ki buda olumluydu zaten.. Bu Alcak Dinci takimlar Saddamin altinda Suspus olmuslardi..Sonradan,belki saddamcilar tarafindanda hortlatimis olabilir..Sonuc olarak basindan beri bir ic savas baslamisti..
ABD nin hatasi nasil almanlari,japonlari düzeltiysem bunlari haydi haydi düzeltirm hayaliydi.. Karsilarinda ortacag,Dinci cahaletlele ugrasmanin ne zor olacagini hesap edememislerdi..
Son olarak ABD hemen Isgalden sonra IrakinYeniden insa planinin bütcesini biliyormusunuz?
Bu savasin ABD ye kaca patladigini biliyormusunuz?
III dünya savasini bu terör örgütleri ancak kendileriyle Dünya arasinda cikaracaktir! Buda yasaniyor zaten..
IŞİD terörizmi Nazilerin at koşturduğu bölünmüş dünyadaki kadar manevra kabiliyetine, yeteneğe ve donanıma sahip değil. Bir toprak parçası üzerinde çok fazla iktidarda kalamazlar. Bu kadar geri ve ezilmesi kolay bir anlayışa kimse tahammül göstermez. Katar, Suud ve Türkiye’de bir yere kadar… Dünyadaki islamcı terörizm kolay kolay bitecek gibi değil o ayrı. Bence 3. savaş analiziniz uygun olmamış. Ortada gerçekten isterseler emperyalizmin rahatlıkla ezebileceği, kendi yarattığı böcekleri var. Her şeye rağmen dünyadaki egemen islami eğilimde bu anlayışı olumlayacak kadar sapıtmadı. Yani iç planda bir denge unsuru da var. Sizin yazdığınız gibi Batı varoşlarının itilip kakılmış, kimlik arayışındaki gençleri insan kaynağı olmaya devam edecek. Bu gençler, büyük ihtimalle koşa koşa gittikleri Batı’da, hiç mi hayırlı bir şey öğrenemediler… Bu da yobazlığın bir kültürel aktarım oluşuyla ilgili galiba.
Rusya faktörünü unutmayın. İki blok arasındaki dünya rekabeti hızla savaşa giriyor.
Bu “analojide” temel sorun Almanya ve IŞİD’in eşitlenme güçlüğü. Bir savaş makinesi yaratan Almanya’ya karşılık IŞİD, elinde sapan bulunan çocuklar gibi.
*
ABD Çİn ve Rusya anlaşırlarsa sorun yok; IŞİD tepelenir; Irak ve Suriye restore edilir. Bölgede denetim sağlanır.
Aralarında anlaşamazlarsa.. İşte o zaman yangının nereye kadar yayılacağı kestirilemez. Pakistan, Bangladeş. 300-400 milyon Müslüman. Hindistan’daki Sih-Müslüman gerginlikleri..
1 ve 2. dünya savaşının mekânı Avrupa’ydı. 3. sünün de bu bölge olacağı öngörülebilir ama yine de bu öncelikle “vekalet savaşları” olarak sürebilir.
Dünya ekonomisinin Batı halklarının dahil olacağı bir savaşı gereksindirecek koşulları da henüz yok sanırım.
Karanlık bir ideolojinin kitle tabanı bulmasını açıklıyor ama sınıfsal açıklamayı, yani Almanya’nın geç emperyalizmini, Avrupa’yı “yaşam sahası” olarak görmesini gözardı ediyor. IŞİD olayında sünni Arap emperyalizmi yok çünkü. IŞİD’in kitle tabanı bulmasına dönecek olursak, buradaki tez doğruysa IŞİD’in günahı, İslam’dan çok tarihsel konjonktüre ait olur. Belki de gerçekten böyledir.
dogru bir analiz gün bey ben almanyda yasatim icin buradaki
tarihi biliyorum ve sizin tespitinz dogru.
evet bir ücüncü dünya savasi yasiyoruz bununla kalmayip
bence bir dini savas sürüyor ve islam ici mezhepcel bir savas,
türkiye burada bir oppurtunist rol aliyor hava nereden esiyorsa
oraya kayior.yeni osmancik hayalini birakmayarak kendine göre güc gösteri yapmaya ugrasiliyor ama bu cok ama cok
zayif bir dengeye bagli cünkü destek yok ve arap dünyasi böyle bir olusuma kesinkle izin ve para vermez.onlar kendi amaclarina ulasana kadar türkiye kulanacak cogu yapilan ihaleler araplar aliyor.yani türkiyenin kendi toplum anlayisina varan kadar bu para kayna devam edecek,iran,rusya ve cin
sii müslümanlari destekliyor suudiler ve katar sunni dünyaya
para gönderiyor ve abd aynen böyle olmasini istiyor gidip de tank silahlara bir ülkeye artik isgal etmek istemiyor.yani yesinler birbirini….papa da ücüncü dünya savasindan bahsediyor,türkiye gelince bence bir kötü trajetik komedi yasaniyor……insanlar ne zannediyor osmanli geri geleceni mi umutlaniyor…..dünya toplumumdan bu kadar uzak olunamaz…..akpciler ve bazi mhpli kendini böyle inandiriyor erdogan herkesi kandirmis…..sinirlenmi yoksa gülümü diye bilmiyorum.bana bir yabanci komsu aynen bunlari söyledi:sizleri kesinkle yok etecekler…..bu bir ücüncü dünya savasdir yani modern savas,islam ici catisma daha büyücek
buna alternativ biz özgürlükcü demokrat sosyalist insanlar variz ama ortak düsmana hareket edersek.
bu konuda sana kesinlikle katılıyorum,bu aynı zamanda tüm dünya ölceğinde bundan böyle yoksulların başkaldırı metodlarınında bir göstergesidir,acımasız dünyanın kurullarına aynı metodlarla karşı koyanların öyküsünü ve tarihini görmye ve yaşamaya başladık bile BUMERANG
güz zileli’nin dediğinin tam tersi çıktı. ışid meselesinde bloklar daha da yakınlaştı. esed bile kıymete bindi batı blokunda. dolayısıyla şu üçüncü dünya savaşı geyiklerini geçiniz. dünya savaşları çağı zaten bir önceki yüzyılda sona ermişti, marksizmler, anarşizmler de öyle.
romantik olduğumuz için gerçekleri kabullenmemiz zor oluyor. toplumun, dünyanın bize ihtiyacı olduğunu sanıyoruz ama yok.
Sn Zileli bu çözümlemeniz çok yetersiz ve yüzeysel.
Yeterince okumadığınız ve uluslararası etkenleri incelemediğiniz anlaşılıyor.
Ancak bu yazının bağlamında nasıl Stalin-e dokundurmadınız şaşırmamak elde değil.
Ahlaksızlığın Geri Tepmesi mi?
Mustafa Özcan
Paris ile Antalya arasında mesafe kısaldı. Esasında Belek’te terör meselesi de ele alınacaktı lakin Paris patlamaları bu meseleyi öne çekti ve zirvenin birinci maddesi haline getirdi. Bütün zihinler bu meseleye kilitlendi. Lakin meselenin kökenine inmek gerekir? Bu meselenin temelinde memnuniyetsizlik yatıyor. Bunun nedeni bölgeyi vuran ve kasıp kavuran akut ve müzmin meselelerdir. Çözümsüz konular ve dosyalardır. Batılı ülkeler de bu çözümsüz meseleleri çözecekleri yerde sonuçlarıyla ilgilenerek daha da derinleştirmektedirler. Kriz çözümüyle değil, idaresiyle ilgileniyorlar. Temeli çözülmeyen meselelerin önü alınamaz. Rüzgar eken fırtına biçer misalinde askıda kalan meseleler havayı ağırlaştırmakta ve kurşuni hale getirmektedir. Paris patlamalarının yaşandığı günün arifesinde John Kerry bırakın Filistin meselesinde sadr-a şifa bir şey söylemeyi Siyonizmin örnek alınması gereken rehber bir ideoloji olduğunu söylemiştir. Bu adamda ya akıl yok ya da vicdan! İkisinden birisi kıt ve de eksik! Dünyayı da bunlar yönlendiriyor. Filistin devletinin ikamesinin imkansız olmadığını ifade etti. Bu ifade aslında, ‘Filistin devleti imkansız’ demektir. İmkan dahilinde olduğunu söyleyerek umut bağını koparmak istemedi. Halbuki, destekledikleri Netanyahu her gün bu umudun kırıntılarını biraz daha yok ediyor. Batılı güçlere göre meselenin temelinde Hamas veya IŞİD gibi örgütler yatıyor. İran için ise tekfirciler yani Sünniler! Batılılar dünya için birinci tehdidin veya terörün yayılmasında birinci amilin İsrail, Suriye çerçevesinde ise birinci amilin Esat’ın varlığı olduğunu görmek istemiyorlar. Bunu söylemek, işlerine gelmiyor, çıkarlarına hitap etmiyor! Mugalata suretiyle gerçekleri tersyüz ediyorlar. Türevi aslın yerine koyuyorlar.
Meselenin temelinde ahlaksızlık veya siyasi fırsatçılık yatıyor. Ateizm zemininden bu ahlaksızlığı görenlerden birisi İttihat ve Terakki’nin Genel Sekreteri Ahmet Rıza Bey olmuştur. Batı’nın Şark Politikalarının Ahlaken İflası kitabıyla bu ahlaksızlık girdabına işaret etmektedir. Demek ki, Batı zerre miktarı değişmemiştir. Ama Arap Baharı Ortadoğu’daki zorba rejimlerin siyasi olarak iflasına işaret ederken Batı merkezli dünya düzeninin de ahlaken iflasını belgelemiştir. Batı sistemi bir kez daha ahlaken çökmüştür. Yahut çökük olduğu bir kez daha hatırlanmıştır. Batı Suriye ve Mısır’da değerler açısından ve ahlak açısından iflasını perçinlemiştir.
Travmatik toplumlar travma üretirler. Şam’ı kendi haline, Esat’ın katliamına terk ederek travma ve bataklık ürettiler. Şimdi bu bataklıktan sadece IŞİD’i sorumlu tutuyorlar. IŞİD ile kendilerini kamufle ediyorlar, perdeliyorlar. Esat’ı da ayakta bırakan ve IŞİD’i de üreten bizzat ya kendileri ya da politikalarıdır. Dolayasıyla Paris’in aktif failleri IŞİD ise pasif failleri Batılı ülkelerdir. Dünya sistemidir. Adalet gözetmeyerek, meseleleri sürüncemede bırakarak terörün devr-i alem yapmasını sağladılar. Terör travmanın ve sığlığın bir sonucu mu derin bir hastalık mı yoksa ahlaksızlığın dışa vurumu ve eyleme dönüşmesi midir? Belki hepsi birden.
Suudi Arabistan’ın tanınmış yazarlarından Halit Dehil, El Hayat gazetesinde yer alan ‘Terör ve Siyasi Başarısızlık’ başlıklı makalesinde terör eylemlerinin ahlaksızlık olduğunu teslim etmekle birlikte bunun teröre karşı ilmi bir cevap olmadığını yazmıştır. Aslında bunun doğru ifadesi şu olmalıdır: Mesele ahlaksızlığın geri tepmesidir. Sözgelimi, İsrail ve Suriye rejimine karşı mücadele eden örgütleri ahlaksız olarak göreceksek; bu rejimler veya yapılar ahlak abidesi mi sayılacaktır? Mefhumu muhalifi bunu iktiza eder. Halbuki, IŞİD’in eylemleri ahlaksızlık ise (ki, öyledir) onu doğuran amiller de ahlaksızlığın temelidir. IŞİD’in eylemleri siyasi ahlaksızlığın geri tepmesidir. Sebepleri tedavi etmek yerine türevi olan bu eylemleri bastırarak aslında kökenleri yani ahlaksızlıklarını yaşatmak istiyorlar. Mevcut dünya sistemi baştan sona ahlaksızlık abidesidir. İsrail ve Suriye rejimi ve onlara sahip çıkanlar terörün efendileridirler.
İslam dünyası organize olmadığından, gerçek sahipleri ve meşru temsilcileri bulunmadığından meydanı boş bulan örgütler serpiliyor, cirit atıyor. Kendilerine göre boşluğu doldurmak istiyorlar. IŞİD gibi bu örgütlerin kimi de, kirli yapılardır ve ahlaktan bibehredirler. Karşı tarafı meşrulaştırıcı yani hülleci tedhiş örgütleridir. Bunun için de bombaları Tahran veya Tel Aviv’i teğet geçerek orada burada patlıyor. Cezayirli Muhammed Said’in ifade ettiği gibi aslında dünya topyekün ahlaksızlık girdabında debeleniyor. İslam adına yola çıkan örgütler veya yapılar da böyledir. Bundan dolayı behemehal yeniden bir fıtrat aşısına ihtiyaç duyulmaktadır. Temel mesele ahlakın kaybolmasıdır. İslam adına ortaya çıkan örgütler ahlaktan kopuk oldukları gibi dünya sistemi de ahlaksızlığı siyasi bir meslek haline getirmiştir. Ahmet Rıza gibi dinsizler bile Batı’nın ahlaksızlığını haykırıyor. 100 yıl sonra Batı cephesinde değişen bir şey yok.
Terör kısa devre ve onun ötesinde devr-i alem yapıyor. Ama nedense İsrail ve Tahran’a hiç uğramıyor? Kardeş kardeş idare edip geçiniyorlar. Zira aynı hamurdan yaratılmışlar!
http://www.gazetevahdet.com/ahlaksizligin-geri-tepmesi-mi-4137yy.htm
Yani Tahran ve Telaviv’de bomba patlatsa IŞİD sevinecek yazarımız. Ahlak dediği bu işte!
Böyle demek istememiş yazar, o da terör olur. Burada, güya bu zorba rejimlerle savaşıyor görüntüsü veren bu örgütlerin gerçekte böyle olmadığını anlatmış.
Irak’ı ABD’nin işgal etmesi ile, burayı müslüman ülkesi yapan halife Ömer ordularının işgal etmesi arasında bir fark var mı peki? Herkes bulunduğu yere başka yerden geldiği için işgalci değil mi bu açıdan?
Yanlış anlaşılmasın, hiçbir işgal ve savaşı mazur göstermiyorum. İnsan isterdi ki bunların hiçbiri olmasın. Fakat bunlar olmasaydı, bütün halklar yurdunda kalıp başka ülkelere yayılmasaydı kabileden uygarlığa geçebilir miydik? Hala bedeviler, yörükler, Galyalılar veya Kızılderililer gibi kabile yaşamı süren insanlar olmaz mıydık? (Uygarlık, ilerleme, ilkel eşitlikçi toplum gibi tartışmalardan bağımsız olarak soruyorum)
IŞİD köprüsü
Seyfi Cengiz
Lozan görüşmelerinin başlangıcında Kemalistlerin Musul ve Kerkük’ü talep ettiği (hem bu yerleşmelerin petrol serveti, hem de “Kürt sorunuyla bağlantılı güvenlik endişeleri” nedeniyle), ancak Lord Curzon’un İnönü’ye, mealen, “Siz Yunanlıları yendiniz, İngilizleri değil”, diyerek bu talepleri kesin bir dille geri çevirdiği belgelidir. 1926 yılına gelindiğinde Musul&Kerkük davası kapanmış gibi görünürse de, aslında sadece ertelenmiştir.
Bu tarihsel arka planı ve AKP iktidarının Osmanlıcı restorasyon projesini akılda tutarak IŞİD’in işgal ettiği coğrafyaya bir göz atarsanız, Türkiye’nin Musul&Kerkük davası ile IŞİD varlığı arasında bir bağlantı olup olmadığını sormadan edemezsiniz.
İŞİD, Türkiye ile petrol ve doğalgaz rezervleri arasında bir köprü gibi duruyor.
İçerde azınlıkları, demokratik ve sol muhalefeti tedip ve tenkil etmek için, dışarda enerji alanında Rusya’ya ve İran’a bağımlılıktan kurtulmak için, “Yeni Türkiye”nin IŞİD’le iş tuttuğu kesin gibidir.
Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in G-20 Zirvesi’nin hemen ardından yaptığı açıklama önemlidir:
“Mevkidaşlarıma yasadışı petrol ticaretinin ne kadar geniş bir bölgeye yayıldığını gösteren uzaydan ve uçaklardan çekilen resimleri gösterdim. DAEŞ 40 ülkeden finanse ediliyor. Bu ülkeler arasında G-20 üyeleri de var”.
Putin’in adını vermeden göndermede bulunduğu ülkelerden birinin Türkiye olduğu açık.
Paris katliamında bile “Yeni Türkiye”nin ve müttefiki Arap monarşilerinin parmak izine rastlanırsa hiç şaşırmam.
http://www.facebook.com/notes/seyfi-cengiz/işid-köprüsü/1025497017501327
Sayın Gün Zileli. Yıllarca kah “Saddam diktatör diye Irak’ın işgalini destekleyemeyiz”, kah “Irak işgal ediliyor diye Saddam’ı destekleyemeyiz” tezlerini savunduktan sonra hiç olmazsa bir arpa boyu yol almanızı beklerdik. Dönüp dolaşıp geldiğiniz nokta, hiçbir işe yaramamış “Ne Sam ne Saddam” anlayışı. Şu anda Irak’ta güçlü bir Saddam, Suriye’de güçlü bir Esad olsaydı bu ülkeler ve dünya bu halde mi olurdu? “Saddam ve Esad gitsin, Batı bu ülkelere demokrasi getirsin” safdilliğinin ancak işgal, kan, katliam, IŞİD, Suruç, Ankara, Paris gibi saldırılar doğuracağını hiç mi hesap edemediniz? Yetmez ama evetçilerden hiçbir farkınız yok.
Reha arkadaşım, emperyalistlerin saldırısına en iyi bahaneyi diktatörler hazırlar. Size bilmem ama ben ne işgalcilerden, ne de yerel diktatörlerdenr yana tutum alma yanlısıyım.
ek olarak;
Irak savasi 11 eylülün sonucu oldugunu unutmamak gerek.
Gene 11 eylülden öncede arab -islam terörü vardi.Bu sadece ABD ye yönelik degil rusyayada afrikayada vs..
Islam terörizm demektir! sacas demektir!
Hiristiyanlikta savasti,terördü zamaninda..
Aydinlanma+burjuva devrimleriyle bertaraf edildi..
En önemlisi ise kendi icinde degisime,reforma ugradi..Islam hala 2000 yilin öncesi!
islami ülkelerde hala ortacag kültürü!
Dini agzina alan AKP de sonucta bunlari hortlatir,yesertir..
Dini politkadan ayirt etmeyen edemeyenler isid yaratirlar..
Tekrar edelim; Islam teröristleri bildim bileli vardir..74 de Mekkayi bile isgal etmislr vede 100 ü askin kisi ölmüstü..
Misirda baskan esad ida müslüman kardesler öldürmüstü..
Atatürkünde basina bela olmustu..
Zaten ABD de 90 laron basinda Dogublokun yilkilmasiyla stratejilerini islam terörüne karsi yöneltikerini vurgulamslardi..
Dew bir bulut geliyor,yagmur,firtinali bulut farkinda degilsiniz galiba.. oda CIN..
15 yil sonra ABD yi 3 e katliyacak kadar dev adimlarla..SSonra Hindistan.. ABD olacak serce,rusya bosver..
Gün;
1. Batılı devletler hiçbir zaman SSCB’ye karşı kullanırım türü bir hinlikle Nazileri desteklemediler. Aksine, Hitler, Stalin’in Weimer Cumhuriyeti’ne tanımış olduğu kolaylıklardan (Rusya’da gizli askeri manevra, patent rüşvetiyle uçak ve tank motoru üretimi vs) yararlanmaya devam ettiği için, daha daişkillendiler.
Ama eğer Münih’i kastediyorsan, buradaki Batı teslimiyetçiliği tamamen ödleklikten ve kamuoyunun pasifizminden kaynaklandı. Artı, unutma ki Molotov Ribbentrop’la pakt imzalayıp o Batı’ya ihanet edene kadar Paris ve Londra SSCB ile hala ittifak kurmaya çalışıyordu ve özel temsilci diplomatları mekik dokuyordu.
2. Müslüman göçmenlerin Batı tarafından sömürüldükleri için İslamcılığa yöneldikleri tezi epey kulağa hoş geliyor ve gayet siyaseten doğrucu çerçeveye giriyor ama gerçek değil! En kabadayısı, kısmi gerçeğin bile ancak mini minnacık bir bölümünü yansıtıyor.
Tam tersine, o Batı gerek kendi demokratik kültür geleceğinden, fakat bilhassa eski sömürgeci olmanın utangaçlıkve suçluluk kompleksinden dolayı o Müslüman muhacirlere inanılmaz ölçüde serbesti tanıdı ve müsamaha gösterdi.
Türk’ler de, Faslılar da, Cezayirliler de, Pakiler de, kendi ülkelerinde asla sahip olmadıkları ve olamayacakları bir hürriyete sahip oldular.
En yobaz, en softa, nihayetinde de en cani İslamcılar işte bu özgürlük (yani bana göre gaflet) ortamından yararlanarak hem Londra’yı, Köln’ü, Brüksel’i üsse dönüştürdüler, hem daha düne kadar, kolaylarına geldiği için (iş bulamadıkları için değil!!!) esrar satan, eşkiyalık, pezevenklik, lümpenlik yapan haytalardan adam devşirdiler.
Batı aynı Müslüman göçmenlere karşı bir nebzecik tedbirli davranmaya kalkıştığında ise en başta “sol” (!) intelligentsia ve aktivistler o Batı’ya yukarıdaki sömürgeci geçmişini ha bre sanki ebedi bir suçmuş hatırlattılar. Tedhit ve vicdani tedhiş aracı olarak kullandılar.
Yani Batı’ya çuvaldızı batırmadan önce Müslüman göçmenlere değil iğneyi, şişi batırmak cesaretini artık kendimizde bulalım.
Bunlar buradaki pek çok kimseyi tatmin etmez ama gerçek gerçektir ve romanse ve romantik “mağdur göçmenler” edebiyatı kendimizi kandırmaya çalışmaktan başka bir şey değildir.
Sevgiler
Hadi, bu batı hayranlığın beni zaman zaman güldürüyor. ABD’nin Irak işgaline bir nebzecik de değinmemeye özel dikkat gösterdiğin de gözümden kaçmış değil 🙂
Batıdaki neo-nazilerle ve aşırı sağcılarla epeyce örtüşüyor bu görüşlerin.
yapma gözünü seveyim gün abi. hadi bey kaç sene fransa’da yaşamış. oraların dinamiklerini belli ki içeriden yaşayarak iyi gözlemlemiş. birbirini açan argümanlarla gayet mantıklı bir tez ortaya koyuyor. türk solunda çokça gördüğümüz klişe bir amerikancı ithamı ile cevaplandırılmayı hak etmiyor bence.
tabii bunların senin klasik anarşizm anlayışınla çokça ilgisi var. sana göre doğada, doğal durumda mükemmel bir anarşi mevcut ama devlet kurumunun müdahalesiyle bu doğallık sekteye uğruyor. toplum yaşamına da doğaya bakar gibi bakıyorsun. masum ortadoğu coğrafyası kendi halinde yaşayıp giderken pis emperyalistler orayı karıştırıyorlar, ışid’i icat ediyorlar.
Tam tersine! Bu müsahakarlığın yarattığı huzursuzluk ve güvensizlik ortamından dolayıdır ki, “sıradan Batılı” (üstelik, aynı mekanları paylaştıkları ezici çoğunluk olarak proleterler) aşırı sağa ve faşizan partilere kaydılar. Bu gidişle daha da kayacaklar.
Paris’in, Londra’nın, Brüksel’in şık, en azından orta burjuva mahallelerinde oturup “sol” diskurla hoşgörü nasihatı vermek bir şeydir…
Her Allah’ın günü fabrikaya giderken “acaba metroda başıma ne gelecek” diye endişelenen, sabah kalktığında ilk iş otomobilinin çalınmış veya kundaklanmamış olup olmadığını kontrol eden, çocuğunun ilk okuldan itibaren sınıf arkadaşına haraç vermek zorunda kaldığını öğrenen İngiliz, Fransız, Belçikalı işçi yahut dar gelirli olmak bambaşka bir şeydir….
Bir, beş, on gün değil yıllardaki beri bunu yaşayan bu ikinci kesim, reçeteleri ne kadar sahte ve sathi olsa da insiyaki bir refleksle faşizan kurumlara yöneliyor ki, insan tabiatı açısından bakarsak yadırganacak hiçbir şey yok.
Sevgiler
1930’lar almanyasını hatırladım da. Herhalde nasyonal sosyalizme yönelenler de benzeri gerekçeleri ileri sürüyorlardı.
ben de avrupa’da 20 yıl yaşadım. 15 yıl Londra, 5 yıl Zürih. Biraz bilirim oraları.
Hadi, Avrupa yeni-sağ’ının son 20 yılda mükemmelleştirdiği dışlama mekanizmasını sergiliyor şu anda: “Biz onları yabancı oldukları için diil, bizim kadar demokratik/özgür/ileri/açık fikirli vs. olmadıkları için sevmiyoruz”. Bizzat kendileri bu değerlerin düşmanlığını her fırsatta yaptıkları halde.
Avrupa’da bu azınlıklar neden radikalizm yuvası oluyor anlamak için sınıfsal konumlarına bakın. Tüm boyutlarıyla, ekonomik, sosyal, kültürel…
Düşünülmeye, üzerinde konuşmaya değer…
“Solun, yenilgisi o kadar derin ve yaygındır ki, bugün burjuva uygarlığın insanlığa kazandırdıktan sonra artık terk ettiği değerlerini, reformizmi, elinin tersiyle itme lüksüne de sahip değildir. Reformist partilerden, eşitlik, özgürlük, kardeşlik taleplerine, burjuvazinin de laiklik, demokrasi bireysel özgürlükler ilkelerine olan sadakatine umut bağlama lüksüne de… Ne varsa o malzemeyle mücadele etmekten, direnmekten, ışığa açılan en ufak pencereden, çatlaktan geçmeye çalışmaktan, uygarlığın kırık dökük parçalarını onarmaya, bir araya koymaya çalışmaktan başka yol yok! Ve… uygarlığı, öyle büyük vaatlerde bulunmadan, yalnızca uğruna mücadele edilecek en azından direnilecek şeylerin olduğunu tekrarlayarak yeniden inşa etmeye başlamaktan…
Şu sıralarda umut yok, her yer karanlık. Ama Yunanistan’da meydanlar yeniden aydınlandı. İngiltere’de Corbyn, sakin, yumuşak, iddiasız tarzıyla, egemen düzenin partilerini, politikacılarının söylemlerini bozmaya devam ediyor. Belki yarın, düzen onu da içine çekecek. SYRİZA deneyimini, ona, reformist deyip hemen karşı çıkanlarla, toplumsal değişiklik umuduna kapılanları unutmayalım. Solun “kötü” umutlara kapılmadan, elinde ne varsa onunla, karanlıkta, mücadeleye, direnmeye devam etmesi gerekiyor.
Evet, umudu boş verin, eşitlik, özgürlük, kardeşlikten, barıştan, direnişten söz edelim. Kırık dökük olanı onaralım, bu karanlıkta parçaları bir araya koyalım; farkları değil eşitlik, özgürlük, kardeşlik hatta barış zemininde ortaklıklarımızı öne çıkaralım.”
http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/423871/Umut_ve_karanlik_.html
2. Dünya savasini hep stalinst gözle degerlendiririz..
Naziler stalinle gizli anlasipta Polanyayi isgal ettiginde Ingiltere,Fransa savas ilan ederler!
Onlar sözünde durur vede gercektende ilk saldiri harekatida Ingiliz ve fransizlar olur..
Naziler bunu propaganda amacli kullanirlar..
O siralar batililarin Rusyayla isbirligi ugrasisini hic sanmam .
Stalin Hitlerin batiya karsi savasini selamlarken,41.de bu sefer Batidan büyük destek almasi tam bir mahcubuyettir…
Aslinda rezilliktir!
Tüm kizi ordunun 1 yillik yiyecegi-her askere cizme,silahlar vede su; 200 bin adet askeri kamyon!
Vede daha savas biter bitmez soguk savas! Mendeburluk!
Emperyalist Savaşın Alevleri Paris’te
Levent Toprak
Fransa’da gerçekleşen eş zamanlı saldırılarda 132 sivil hayatını kaybetti, 100’e yakın insan ise ağır yaralı durumda yaşam savaşı veriyor. Bu saldırılarla, adı konulmamış bir üçüncü dünya savaşı içinde olduğumuzu kanıtlayan katliamlar dizisine bir yenisi daha eklenmiş oldu. Fransa bu kanlı saldırılarla gerçek anlamda bir korku ve savaş atmosferi yaşadı. Böylece savaşın sadece Ortadoğu gibi kanıksanmış bölgelere özgü bir olgu olmadığı da bir kez daha ortaya serildi. Elif Çağlı’nın Marksist Tutum sayfalarında uzun süre önce tespit ederek dikkat çektiği üzere, bu, günümüz koşullarına uygun yöntem ve araçlarla yürüyen bir dünya savaşıdır ve henüz aynı derecede etkilenmese de dünyanın her köşesi bu savaşın kapsama alanındadır.
Bu saldırıların toplu haldeki sivilleri hedef alması doğal olarak büyük bir korku yaratmıştır. Zira böylesi durumlarda savaş, evden uzakta cephede cereyan eden bir şey olmaktan çıkıp bizzat yaşanılan alanın içine girmektedir. Günümüzde savaş Batı ülkelerinde sivil alanlara cihatçı örgütler tarafından taşınmaktadır. Cihatçı örgütler Müslüman dünyada nam ve güç kazanmak, nefret ettikleri Hıristiyan toplumların yüreğine korku salmak isterken, emperyalist güçler de dünyayı yeniden paylaşmak amacıyla yürüttükleri kanlı paylaşım savaşında kitlelerin korkuya sürüklenmesinden yararlanmaktadırlar. Bu, tarihte egemenlerin temel bir yöntemi olan tipik korku ve dehşet politikasıdır. Korkuyla paralize edilip aklı esir alınan kitleler her türlü baskı politikasına razı hale getirilmeye çalışılırlar. Nitekim şimdi Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde düzen sözcülerinin ve medyanın korku saldığı insanlar medyanın teşvik ve telkinleriyle “sokağa çıkmaktan korktuklarını”, “polis görünce rahatladıklarını” vs. dile getiriyorlar.
Saldırıların acımasızlığı, dehşet verici niteliği ve bundan dolaysızca doğan sonuçlar, bir bütün olarak bakıldığında, aslında içinde yaşadığımız dünya düzeninin iflasını, çürümüşlüğünü, ne denli derin bir bunalım içinde olduğunu ortaya koyuyor. Savaş, dehşet verici katliamlar, milyonların yerinden yurdundan olması, yakılıp yıkılan ülkeler, artan sefalet ve yoksunluk, genel istikrarsızlık… Tüm bunlar açık bir biçimde kapitalist sistemin derin bunalımına işaret ediyor.
Fransa saldırıları bağıra bağıra bu gerçeklikleri duyururken, düzen medyası hâlâ “terör” lakırdısını geveleyebilmektedir. Bıktırıcı olma pahasına, üstüne basa basa vurgulamak gerekiyor: Bu bir savaştır! Bu saldırıların “terör eylemi”nden ibaret bir şey olarak sunulması bir aldatmacadır. Üstelik bunun inandırıcılığı da pek kalmamıştır. Nitekim gerek Hollande’ın açıklamalarındaki temel mesaj, gerekse de doğrudan ve açık ifade edilmesi bakımından Papa’nın çarpıcı açıklaması bunu net biçimde ortaya koymaktadır. Hollande bir savaşta olduklarını ve bu saldırıların da bir “casus belli”, yani savaş nedeni olduğunu ilan ederken, Papa yaşanan sürecin parçalı olarak yürüyen bir “üçüncü dünya savaşı” olduğunu açıkça belirtmiştir. Yeri gelmişken söyleyelim ki, son zamanlarda bir üçüncü dünya savaşından söz edenler çoğalmakla birlikte, Elif Çağlı bu tespiti daha 2007’de yapmıştı.[*]
Bugünün dünyası kendine özgü koşulları içinde bir savaş dünyasıdır ve bu savaş kapitalizmin tarihsel bunalımının bir sonucudur. Toplumsal hayatı etkileyen ve ilk bakışta belki birbirinden ayrı görünen tüm büyük ölçekli sorunlar bu temel gerçeklikten üremektedirler. Bu sorunlara çare bulmak, bunların ortadan kalkması için mücadele etmek isteyenlerin kapitalizme karşı mücadele etmekten başka çıkar yolları yoktur.
Fransa saldırıları bize bunları söylerken, burjuva medyadan çeşitli yazar-çizer takımı Fransa’nın “eşitlik, özgürlük ve kardeşliğin sembolleştiği bir ülke” olduğunu ve dolayısıyla bu saldırıların da bu idealleri hedef aldığını vurgulamakta beis görmemektedir. Soldan çeşitli çevreler de bu iddiayı sahiplenmekte, hatta adeta bayraklaştırmaktalar. Öncelikle, dünyadaki gericiliğin başlıca kalelerinden ve büyük emperyalist güçlerden biri olan Fransa’nın, 250 yıl önceki devrim Fransa’sı gibi gösterilmesi utanç verici bir garabettir. Öte yandan, saldırıların ardında yatan asli dinamikler olsun, olası somut hedefler olsun, saldırganların dolaysız ideolojik-politik motivasyonları olsun bundan tümüyle farklıdır. Tüm dünyayı saran bir savaş süreci yaşanmaktadır ve kanlı bir sömürgeci mirasa sahip olan, göçmen Müslüman nüfusa dönük dışlayıcı, aşağılayıcı, baskıcı politikalarıyla öne çıkan Fransa, bu savaşın asli sorumlularından biri olan emperyalist bir güçtür. Hâl böyleyken sol namına eşitlik, özgürlük ve kardeşliğin hedef alındığını söylemek kıbleyi tümüyle şaşırmak anlamına gelmektedir.
Doğrusu solun bir kesimi meseleyi hâlâ “İslamın gericiliği”, akıl, bilim, laiklik, aydınlanma, Batılı yaşam tarzı gibi kavramları ön plana çıkararak, ya da son tahlilde bunlarla aynı kapıya çıkan bir zihniyet çerçevesinde ele alıyor. Oysa bu, tümüyle büyük emperyalist güçlerin çizdiği genel çerçeveye uygun bir bakış açısıdır. Bu bakış açısını telkin edenler, niyetleri ne olursa olsun, büyük emperyalist odakların gündemine eklemlenmiş olurlar. Sorunun özü bu kavramların tümüyle dışında bir yerde yatmaktadır. Onu bulmak isteyenlerin görmesi gereken olgu öncelikle kapitalizmin tarihsel bunalımıdır ve devamla bu temelde yürüyen emperyalist savaş ve otoriterleşme süreçleridir.
Bu saldırılarda Fransız istihbaratının ya da yabancı istihbarat örgütlerinin parmağı olup olmadığını bilmiyoruz. Somut hedefin ne olduğunu da bilmiyoruz. O sırada Viyana’da devam etmekte olan uluslararası Suriye konferansına bir müdahale mi, Fransa’nın Suriye politikalarına bir müdahale mi, G20 toplantısına bir müdahale mi, İran cumhurbaşkanı Ruhani’nin Fransa’ya yapmak üzere olduğu ve saldırılardan sonra vazgeçmek zorunda kaldığı ziyaret mi, yoksa IŞİD’in, kendi üzerine fazla gelinmesi halinde emperyalist odakları kendi evlerinde vurabileceği mesajının verilmesi mi?.. Bunlar henüz ucu açık sorular. Ancak nesnel sonuçlara baktığımızda Viyana’daki konferans büyük güçlerin arasında anlaşmayla sonuçlandı ve özetle Suriye’de Esad’lı bir geçiş kararlaştırıldı. Bu, ABD, Rusya ve İran’ın lehine; Türkiye ve Fransa’nın (aynı zamanda Körfez ülkelerinin) izlediği politikanın ise tersine bir gelişmedir.
Türkiye Fransa’daki saldırının kendi aleyhine sonuçlar doğurmaması için gayretkeş biçimde uğraşmakta ve bundan olabildiği ölçüde kendi gerici amaçları için yararlanmaya çalışmakta. Ancak Fransa için olduğu kadar Türkiye-AKP için de sıkıntılı sonuçları var saldırının. Düzen sözcüleri “nereden ve kimden gelirse gelsin teröre karşıyız” türü boş laflarla poz kesiyorlar ve özellikle Suriye’de izledikleri politikaya destek bulmaya çalışıyorlar. Bugün Türkiye’ye hâkim olan burjuva AKP çevreleri meselenin IŞİD’e odaklanması sonucunu doğurabilecek her türlü gelişmeden rahatsız olmaktadır. Nitekim başta Yeni Şafak gazetesi olmak üzere hükümet medyası Fransa saldırıları karşısında medyanın genel tutumundan farklı olarak “mesele IŞİD değil” yollu manşetlerle çıkıyorlar. AKP hükümeti, meselenin genel bir terör söylemi içinde ele alınmasını (“her türlü terör”), ama somutta da kendisinin asıl karın ağrısını oluşturan Kürt hareketinin şeytanlaştırılarak hedef tahtasına konmasını istiyor. Ya da, bu kadarı olamasa bile, en azından kendisinin bölgede Kürt hareketine karşı elinin kolunun kısıtlanmamasını istiyor.
Fransa’daki saldırılar tüm dünyada büyük bir şok etkisi yarattı. Uluslararası büyük burjuva medya odakları sansasyonel ön sayfalar hazırladı ve manşetler attı. Bu olayın büyük bir olay olduğuna ve her şeyden önce canlarını kaybedenlerin siviller olduğu için özellikle duyarlık yarattığına şüphe yoktur. Ancak bu olaydan daha bir gün önce Beyrut’ta aynı IŞİD’in düzenlediği bombalı intihar saldırısı ve bu saldırıda ölen 43 kişi için benzer bir duyarlılığın sergilenmemesi neyle açıklanabilir? Keza bundan da birkaç gün önce IŞİD’in havada patlattığı anlaşılan Rus yolcu uçağındaki 224 yolcunun yaşamını kaybetmesi karşısındaki tutum? Burada açık bir ikiyüzlülük vardır ve bu ikiyüzlülük uzun bir tarihsel mirasın devamıdır. Bu durum kaçınılmaz olarak Müslüman ağırlıklı toplumlarda tepki doğurmaktadır. Aynı tarihsel nedenlerin gerçekliği, çeşitli tonda İslamcıların da çarpıtma ve istismarı için bir zemin oluşturmaktadır. Böylece dünya ölçeğinde emekçi yığınlar çoğunlukla dinsel çizgiler üzerinde bölünmekte, düşmanlaştırılmaktadır. Adı artık fazla telaffuz edilmese de ruhu itibariyle bir “medeniyetler çatışması”nın dinamikleri daha da kızıştırılmaktadır.
Başta Fransa olmak üzere tüm gelişmiş Batılı kapitalist ülkelerde Müslüman düşmanlığı, göçmen düşmanlığı körüklenmekte, özellikle Ortadoğu’ya dönük savaş politikaları meşru ve doğal hale getirilmektedir. Bu bakımdan Fransa saldırıları son derece ciddi bir dönemeç noktasını ifade etmektedir. Esasen bu saldırılarla, Avrupa’daki en büyük Müslüman nüfusu barındıran Fransa’daki (ve diğer Avrupa ülkelerindeki) Müslümanların içinde bulunduğu çelişkiler daha da keskinleşmiştir. Çoğu yoksul emekçi olan bu göçmenler bir yandan daha fazla damgalı hale getirilmekte, daha fazla baskıya maruz kalmakta, daha tedirgin kılınmakta, bir yandan da tüm bunların bir sonucu olarak kaçınılmaz biçimde dinsel temelli radikalizme daha eğilimli hale gelmektedirler. Bu yıkıcı bir kısır döngüdür ve tek çıkış yolu işçi sınıfının devrimci mücadelesidir.
Fransa saldırılarının bir diğer sonucu, düzen odakları tarafından baskı yasaları ve tedbirlerinin arttırılması yönünde büyük bir ideolojik basınç oluşturulmasıdır. Nitekim Hollande birtakım baskı tedbirlerinin hayata geçirilebilmesi için anayasanın bile değiştirilebileceğinden söz etmektedir. Bunlar, zaten dünya ölçeğinde hanidir işlemekte olan otoriterleşme sürecinin de yeni bir düzeye geçmesi anlamına gelmektedir. Şimdiden Avrupa içinde Schengen anlaşması birçok sınırda fiilen işlemez hale getirilmiş durumdadır. Fransa’da genel bir olağanüstü hal yürürlüktedir, insanlara sokağa çıkmamaları telkin edilmektedir, vs.
Bilindiği gibi liberaller Sovyetler Birliği’nin ve Doğu Bloku’nun çöküşünün liberal demokrasinin tüm dünyadaki zaferi anlamına geldiğini ve artık tüm dünyada yeni bir demokrasi, barış ve refah döneminin açılmakta olduğunu söylüyorlardı. Fransa saldırıları çoktandır gözden düşmüş bu pembe masalların iflasını ve bunlara inanan liberallerin ne denli öngörüsüz, ne denli dar bir ufka sahip olduklarını bir kez daha tescillemiştir. Buna mukabil Marksizmin ışığı ve öngörü gücü ise kendini bir kez daha ispatlamıştır.
Şimdi burjuva medya odakları Fransa’da katledilen onca canın kanında sadece IŞİD’in payı olduğu yönünde bir algı yaratmaya uğraşmaktadır. Oysa bu kanda Fransa dâhil olmak üzere bütün büyük emperyalist güçlerin ve AKP kontrolündeki TC’nin de dâhil olduğu bölgesel güçlerin önemli payı vardır. Bugün emperyalist zirvelerde medya ışıkları altında şaşaa içinde pozlar kesen ve ikiyüzlüce “terör” lanetlemeleri yapan tüm burjuva liderler ve devlet adamları bu katliamlardan sorumludurlar. Kimse yalnızca meczup İslamcı militanları ve onların dâhil olduğu IŞİD tarzı örgütleri diline dolayarak suçun büyük sorumlularını gözlerden saklamaya kalkmasın. Bu dehşet verici canilikteki saldırılara bir açıklama getirmek için IŞİD tarzı örgütler üzerine büyük harflerle fantastik teoriler kurmaya uğraşmak, gerçeklerden kaçışın bir başka yoludur. Önümüzde duran olgu, tekrar tekrar vurgulamak gerekse de, kapitalizmin krizi ve kanlı bir emperyalist savaş sürecidir. IŞİD saldırılarından tutun mülteci krizine kadar günümüzün tüm can yakıcı sorunları bu temel olgunun dışavurumlarıdır. O nedenle bir şeyler yapmak lazım diyen herkesin, gezegeni bir yokoluşa sürükleyen bu emperyalist-kapitalist sisteme karşı mücadele yürüten devrimci işçi hareketinin yanında yer alması gerekir. Ya barbarlık ya sosyalizm!
[*] Elif Çağlı, Çürüyen Kapitalizm, Kasım 2007, http://www.marksist.com. Elif Çağlı Ekim 2008 tarihli Uzak ve Yakın Tarihin Prizmasından Yansıyan Gerçekler adlı yazısında da şu tespiti yapmıştı: “Üçüncü Dünya Savaşının yaşanmadığını düşünenlerin yanıldığı ortadadır. Tarihin bu son kesitinde zincirleme biçimde yaşanmakta olan emperyalist savaşlar, yeni tipten bir «Dünya» savaşının parçalarıdırlar. Üçüncü Dünya Savaşı aslında Sovyetler Birliği’nin çöküşünü takiben Balkanlar’da yürüyen paylaşım savaşıyla başlamıştır. Bu savaş ABD emperyalizminin Afganistan ve Irak işgalleri ile devam etmiş ve etmektedir. Ve nihayet bu savaşın alanı, Gürcistan’ın Güney Osetya’ya saldırmasıyla birlikte Rusya ve ABD arasındaki gerginliği tırmandırarak genişlemektedir. Zincir kapanmamıştır, emperyalist güçlerin kozlarını paylaştıkları bölgeleri ateşe vererek sürdürdükleri bu Üçüncü Dünya Savaşının arkası gelecektir.”
http://marksist.net/levent-toprak/emperyalist-savasin-alevleri-pariste.htm
http://gelawej.net/index.php/yazarlar/garbis-altinoglu/2277-13-kasim-teror-saldirisi-sorular-ve-yanitlar
selam arkadaşlar avrupa devletleri yıllardır güçsüz insanları sömürmekte katletmekteydi.Hollandın savaştayız demesi yıllardır bu cografyada mülkiyet ugruna insanarı katletmesi gülünçtür tüm avrupa ülkelerin bu bagnazlıga karşı tek yürek olmalı.3 dünya savaşı hiç bitmedi ki başlasın bu sistem oldugu müdettce savaşlar dünyamızdan eksik olmayacak(ya kendi dünyamızı kurmak için atılımlar yapacaz yada varolan dünyanın içinden kaybolacaz?)
Gün,
AKP-PKK savaş koalisyonu demiştin ya,
III. Dünya Savaşı bezirgânlığı yapan ülkeler ile IŞİD arasında da bir tür savaş koalisyonu olabilir mi?
Çünkü şu algı gitgide yayılıyor:
“Özellikle Avrupa merkezli (peşinden ABD, Kanada gibi ülkeler de geliyor) halkların IŞİD’e karşı tavır takınmaları için, kendi hükümetlerini (ve tabii ki ordularını) harekete geçmeye teşvik edecek bir iklimin oluşması amaçlanıyor.” deniyor!
Sen çoğumuzdan iyi tecrübe etmişsindir:
Kenan Evren ve ekibinin, darbe öncesinde, halkın kendiliğinden orduyu göreve çağırdığı, ülke genelindeki karışıklıktan yaka silkip orduya kucak açtığı, bu nedenle 12 Eylül darbesinin çok büyük bir halk muhalefeti ile karşılaşmadığı hep söylenegelir! (Bu söylenti sadece bir söylenti mi? Yoksa doğruluk payı var mı Gün?)
2015’deyiz…
Gladio taktikleri, kontrgerilla taktikleri özünde aynı ama şeklen güncellenmiş olarak dünya genelinde tüm hızıyla devam ediyor!
Hacker grubu Anonymous’un, IŞİD’in saldırı yapması muhtemel yerlerin ismini ele geçirdiği ve bu konu hakkında “yetkililere” haber verdiği haberleri dolaşıyor!
Anonymous’a yakın olduğu söylenegelen kaynaklar ise kendilerinin IŞİD ile ilgili neredeyse hiç bilgi sahibi olmadıkları üzerine duyuru yapıp, “yalan haber”in ortalığa saçılmaya çalışıldığı yönünde uyarılar yapıyor!
1. http://www.diken.com.tr/uluslararasi-hacker-grubu-anonymous-isidin-yeni-saldiri-planlarina-ulastik/
Anonymous’un her ne kadar “özgürlüğün”, “barışın” yanında eylemler yaptığı genel kabul görse de; bu oluşumun tehlikeli manipülasyonlara çok ama çok açık olduğu üzerine uyarılar yapanlar da var. Çeşitli ülkelerin istihbarat servisleri de, anonymous’un kullandığı taktikleri kopyalayarak, toplum genelinde algı karmaşası yapabileceği tehlikesine işaret ediliyor:
2. http://www.cbc.ca/news/technology/isis-anonymous-answer-1.3328751
Ve “WikiLeaks”den gelen uyarı:
3. “Anonymous (or the intel agents that riddle it) have a campaign to inform on social media accounts based on their speech. Great precedent.”
https://twitter.com/wikileaks/status/667496323541827584
Evet Gün, senin görüşlerin nedir:
III. Dünya Savaşı bezirgânlığı yapan ülkeler ile IŞİD arasında da bir tür savaş koalisyonu olabilir mi?
Hacker grubu Anonymous’un manipülasyona uğratılması?
http://www.sabah.com.tr/yazarlar/hanioglu/2015/11/22/dais-medeniyetler-catismasinin-islm-kutbu-mu
http://www.radikal.com.tr/yazarlar/ayse-hur/abd-dis-politikasi-ve-kurtlerin-trajedisi-1477418/
Böyle bir koalisyon olduğunu sanmıyorum. Ne var ki, batının hükümetleri bence bu eylemlerden bir yönüyle çok memnunlar. İçerde her türlü özgürlük düşmanı devlet politikasını, dışarda emperyalist politikaylarını hiçbir direnç olmadan rahatlıkla uygulayacaklar. Kenan Evrenler 12 Eylül öncesinde şiddet eylemlerini bilinçli olarak serbest bırakmışlardı, hatta bazılarını da bizzat örgütlemişlerdi ama bütün eylemleri onların düzeanlediğini söylemek çok abartma olur. Egemen güçler önleyemedikleri kötülükleri lehlerine kullanırlar.
Gün abi halk tv de Celal Şengör ün açıklamalarına birşeyler söylermisin zira Allah’ın günü halk tv de kendisi
gerçekten mi? Videosu var mı bir baksana.
gördüm gördüm. yeri gelirse söylerim.
o kadar da önemli biri değil. Ben olsam onu komedi filmlerine çıkarırım 🙂
Şengör bu son açıklamalarıyla meçzuptan ahlaksıza indi. Kendisi gerçek bir bilim insanı, aynı zamanda da tam bir idiot-savant yani bir alanda üstün bir zeka gösterip genelde gerizekalı olan kişilerden. Otizm belirtileri gösterir (empati, duygusal ve sosyal özürlülük), daha önce de 1999 depremi için “böyle depremler oldukça orgazm oluyorum” demişti. Bilim alanı için çok ilginç bir olay olduğu için. İşte otizmde deha ile sosyal özürlülük böyle beraber gider.
Son skandal açıklamaya yapmasının sebebi, orduyu en ilerici kurum olarak görüp körü körüne savunmak derdinde olması. Mesela aynı zamanda ateizmi de iyi savunur. Kafasında islamcılara karşı ateizmin bilimin garantörü de ordu. Daha önce de askeri okullara mı kışlalara mı ne gidip yalakalık ve şaklabanlık gösterileri yapmıştı. Marksizmi de din diye reddeder dolayısıyla solcuların ezilmesinden de rahatsız değildir. Ulusalcı-kemalist-orducu damarın patalojik bir uç örneği. Ama kendi pozisyonu *boktan* olmakla kalmıyor aynı zamanda çelişkilerle dolu. Kenan Evren’in her yaptığın sahipleniyormuş, imam-hatip patlamasını da sahipleniyor mu acaba?
celal sengor un roportajini okurken direkt aklima >Zileli geldi ayni resmin arabi, alakasi yok demeyin oyle alakaliki:)
http://www.gazetevahdet.com/bilselerdi-tahmin-edebilselerdi-4174yy.htm
Günabisi, bir şey söylediniz ama kesmedi, bir şey daha söyler misiniz?
http://marksist.net/suphi-koray/g20-zirvesi-ve-suriye-krizi.htm
http://marksist.net/okurlarimizdan/isci-sinifinin-bas-belasi-milliyetcilik.htm
22 no’lu yorum..
aklı başında laflar ediyor gibiyken.. tuhaf olan..
1. Anti emperyalist görünümlü İslamcı siyasallık kendi insanına, dünyaya ne vaad etmektedir ki, desteklenebilsin?
2. “tek çıkış yolu işçi sınıfının devrimci mücadelesidir.” Türkiye’de İslamcı toplumlarda böyle bir sınıf var mı; sınıf bilincinde kitleler ve partiler…
Bu savaş süreci yalnızca egemenlerin, kapitalistlerin işine yarar. Kendi aralarında yaptıkları “bilek güreşi” milyonlarca ölü bıraktıktan sonra, güçlerine göre bir anlaşma yaparlar; kitleler de savaşın dehşeti sonrası daha köleleşir; kapitalizmin yerine önerilen Stalinist Köleci Devlet kapitalizminin peşine takılmazlar…
***
Her ülke bu savaştan uzak kalmayı istemeli! Türkiye’nin “en iyi ihraç malı ordusu” diyen Soros’u anımsayalım.
Bu savaşa girmek isteyen Diktatör’lüğe karşı; savaşa girmemek için ne yapılması gerektiğini konuşmanın zamanı geçiyor sanırım..
Ve Halkın % 50’si de dolaylı olarak bu savaşı istiyor galiba!
Sorun bu…
Olacak olan hep olmuş; önlenememiş.. Gidişat öyle görünüyor!
İttihat ve terakki’den 100 yıl sonra aynısını yaşamak.. İlkine Trajedi, ikincisine Fars diyorlardı değil mi?
Şu durumu açıklayabilen bir kişi dahi görmedim duymadım: Irak Şiileri Irak nüfusunun yarısından fazlasını oluşturuyorlar. Tarihi ve stratejik bakımdan her zaman İran’a sadık, iran’ın uzantısı olmuşlardır.
İran Abd’nin ve İsrail’in görünüşte en büyük düşmanlarından biri. Abd Saddam’ı devirdikten sonra ilk iş Şiileri iktidara getirdi, Irak’ı deyim yerindeyse Şiilere teslim etti. Şii Irak demek İran egemenliği demektir. Abd ve İsrail böyle bir şeyi niye yaptı?
1600’lerde 30 yıl savaşlarında, Avrupa’daki egemenlik kavgasında, Katolik ve Protestan iki savaşan taraflar varken… Katolik Fransa, güçlü bir Alman İmparatorluğu istemediği için Protestanların yanında savaşa katılmış..
Din-mezhep bir maske; ittifakları kolaylaştırıyor ama arkasında yatan çıkarlar belirleyici oluyor.
Irak’ta da bu olmuş olabilir.. Belki ABD-Batı yanlısı Şii devleti kurmaya çalıştı vs..
Örneğin Sünni Mısır, gün gelse, Türkiye’nin güçleneceği düşüncesiyle gün gelir Şii tarafına da geçiverir.. (Ya da gizlice destek verir..)
Makyavel öğretileridir asl’olan!
erdogan erken basladi kendi savasini ben biraz daha kendi sistemi oturana kadar bekler zannetiyordum.
türkiye kendini cok kurnaz ve akilli görüyör zaten toplumda aynen kendini öyle görüyor neyse bu bir baska konu…..
ama zamanla anliyacak ki güventi sünni arap dünyasi onu
nasil cabuk yollda birakacak.kesinlikle bir türk o bölgeye hakim olmasini isteyemecektir onlar icin sii etkisi azalsin ve kontrol
altinda tutulsun istiyorlar.türkiye nin nato üyesi oldu icin erdogana destek verliyor yani nato bölgeyi kontrol etsin……türkiyede ise insanlar bir osmanlinlin dogacana inaniyor……hep ayni sözü söylüyorum:bu din ve mezhep savasdir! ve islam dini kendini yok etiyor farkinda mi bilmiyorum ama ben öyle görüyorum.yoksa siz ne olarak aciklarsiniz???rusya türkiyeye agir bedeler ödeyeceketir umarim türkiye insani o rüyasindan cabuk uyanir.
2. “tek çıkış yolu işçi sınıfının devrimci mücadelesidir.” Türkiye’de İslamcı toplumlarda böyle bir sınıf var mı; sınıf bilincinde kitleler ve partiler…
Sınıf bilincindeki kitleler ve partiler nerede var peki?
Size göre devrimi AKP’nin tabanını oluşturan işçiler yapmayacaksa kim yapacak?
CHP’nin tabanı olan küçük burjuvalar, Beyaz Türkler, Beyaz Ya-la-kalar, üniversite gençliği mi?
Nüfusun en fazla yüzde 2’sini oluşturan partilere mensup olan veya partisiz solcular bir kitle olmadığı için onları sayamayız.
Türkiye Rus Uçağını Düşürdü: Savaş Derinleşiyor
Türk ordusuna ait savaş uçakları, 24 Kasım günü sabah saatlerinde, Suriye sınırında Rusya’ya ait bir savaş uçağını düşürdü. Saldırı için resmi gerekçe olarak sınır ihlali ve “angajman kuralları” ileri sürülüyor. Ancak birçok resmi yetkili, Rusya’nın Suriye’de Türkiye’nin politikasına karşı izlediği çizgiyi işaret ederek “bizim gücümüzü test etme, gününü gösteririz” yollu kabadayı açıklamalar yapıyor. Hükümet borazanı medya ile hükümete yaranmaya çalışan diğer medya organlarının ilk sayfalarındaki dev manşetlere bakıldığında da hükümetin gerçek yaklaşımını yansıtan savaşçı ve tehditkâr üslup kendisini apaçık belli ediyor: “Rus çizgiyi aştı, vurduk”, “Çok şımarmışlardı, gereği yapıldı”, “İndirdik”, “Sabrımızı test ettiler!”, “Uyardık, vurduk”, “Gereği yapıldı”, “Tam 10 kez uyardık, günah bizden gitti”, “Putin geriyor!”, “Sınırı aştı, vurduk” vb.
Sınır ihlali ve angajman kuralları tezi halkın zihnini bulandırmak ve diplomatik alanda zemin tutmak için kullanılan tümüyle sahte ve ikiyüzlüce bir tezdir. Daha üç yıl önce Türkiye’nin uçağı aynı gerekçeyle Suriye tarafından düşürüldüğünde o zaman başbakan olan Erdoğan “birkaç saniyelik sınır ihlaliyle uçak düşürülemez” demişti. Dahası bundan bir ay kadar önce yine bir Rus uçağının benzer bir sınır ihlali hadisesi gerçekleştiğinde, Başbakan Davutoğlu bunun hata sonucu gerçekleştiğini ve Rusya’nın sınırlara saygı göstermemek gibi bir tutumunun olmadığını açıklamıştı. O günden bu yana yaşanan birçok hava sahası ihlali de karşılıklı iletişimle bir krize dönüşmeden “tatlıya” bağlanmaktaydı.
Meselenin, tılsımlı bir söz gibi kullanılan “angajman kuralları” filan olmadığı açıktır. Bu son derece vahim sonuçları olabilecek bir güç gösterisidir ve temelde, bizim Marksist Tutum olarak nicedir vurgulayageldiğimiz üçüncü dünya savaşı sürecini somutlayan önemli bir gelişmedir. Muhtemelen bu hadise, ileride savaşın tarihini yazacak insanlar tarafından, üçüncü dünya savaşı sürecinin ana kutup başlarından olan Rusya gibi bir ülkenin, yine açıkça taraf olan ve küçük olmayan bir diğer devlet tarafından ilk kez doğrudan saldırıya uğraması olarak, önemli bir kilometre taşı diye anılacaktır. Zira 60 yıldan bu yana ilk kez bir NATO ülkesi Rusya uçağını düşürmüş bulunuyor.
Türkiye’nin böylesine riskli bir saldırıya kalkışmasının sebebi, özellikle son dönemde Rusya’nın Suriye’de ağırlığını koymasıyla başlayan süreçte iyice köşeye sıkışmasıdır. Nitekim Erdoğan iktidarı altındaki Türkiye bir süredir Rusya’yı hedef alan açıklamalar yapmaktaydı ve pek muhtemelen çeşitli diplomatik görüşmelerde de bu tutumunu ortaya koyuyordu. Bu gidişat her an bir kıvılcımın çakmasına uygun bir zemin doğurmaktaydı. Bu yoldaki en son ve Türkiye açısından hayati halka ise Rusya’nın Suriye’de Türkiye sınırına çok yakın olan ve Bayırbucak Türkmenlerinin de bulunduğu bölgeleri bombalamaya başlamasıydı. Türkiye’deki hükümet medyası ve genelde milliyetçi medya meseleyi Türkmenlere yönelik bir katliam girişimiymiş gibi kışkırtıcı bir tarzda sunsa da, gerçekte Rusya ve Esad güçlerinin hedefinde, özellikle Türkiye’nin örgütleyip desteklediği cihatçı gruplar vardı. Bu gruplar arasında Bayırbucak Türkmenlerinden olanlar da olduğu anlaşılmakta.
Bu alanlara yönelik saldırının Türkiye’nin Suriye’deki emperyalist politikasının bazı hayati mevzilerini vurmak anlamına geldiği ortadadır. Tam da bu nedenle medya birdenbire büyük bir yaygara koparmıştır. Oysa Rusya son birkaç aydır Suriye’deki stratejisi çerçevesinde doğrudan IŞİD mevzileri olmayan alanları zaten vurmaktaydı. Medyada bu konuya da elbette dikkat çekiliyordu, ama hiçbir hadisede bu son bombalamalardaki gibi bir vaveyla kopartılmamıştı. Böylesi bir vaveyla hassas sinirlerin hedef alınmış olduğunu açıkça gösteriyordu. Sonuç olarak Rus uçağının düşürülmesi bilinçli ve planlı olarak gerçekleştirilmiş bir eylemdir, doğrudan amacı da kaybedilmekte olan hassas mevziler ve aleyhteki bu genel gidişat karşısında Rusya’ya diş göstermektir.
AKP Suriye konusundaki siyasetinde bazı değişiklikler yaptıysa da ana yönelimini değiştirmedi ve bu son olayın da gösterdiği üzere değiştirmeye niyetli değildir. Bunda ısrarının bir dayanak noktası ise ABD’nin başını çektiği Batılı emperyalist cephe ile Rusya arasındaki çelişkilerdir. Türkiye Batı ile Rusya arasındaki çelişkileri manevra alanı olarak kullanmakta, hatta zorlamaktadır. Açık bir savaş durumu yaratabilecek böylesi provokatif bir saldırıyla Türkiye aynı zamanda ABD ve Rusya arasında Suriye konusunda son dönemde yaşanan (ve kendisinin pek haz etmediği) kısmi uzlaşmayı da berhava etmek istemektedir. Uçağın düşürülmesiyle birlikte sanki kendisi saldırıya uğramış gibi derhal NATO’yu toplantıya çağırması bu politikanın bir ifadesiydi. NATO’yu bir müttefikinin ardında birlik halinde saf tutmaya zorluyordu bununla.
Ancak henüz bu hedefine ulaştığı söylenemez. ABD cephesinden ve NATO’dan gelen mesajlar genel olarak Türkiye’nin yanında olunduğundan dem vursa da, bunun güçlü bir vurgu taşımadığı açıkça hissedilmektedir. Asıl vurgu gerilimin düşürülmesi gerekliliğine yapılmakta, dahası birçok yetkilinin açıklamalarında ve Batılı büyük burjuva medyada Türkiye’nin pek masum olmadığı ve kasıtlı davrandığına dair imalar yapılmaktadır.
Türkiye izlediği emperyalist politikaların kaçınılmaz sonucu olarak riskli bir hamle yapmıştır. Ciddi sonuçlar doğuracak nitelikteki bu önemli gelişme, bir bütün olarak emperyalist savaş sürecinin kaçınılmaz gidişatının önümüze getirdiği bir sonuçtur. Bu gidişat dün kanlı Paris saldırıları idi, şimdi Rusya uçağının düşürülmesidir. Bu gibi tüm hamle ve gelişmeler genel olarak gerilimi arttırmakta, bir sonraki aşamada daha riskli, daha patlayıcı gelişmelere zemin döşemektedir. Uçağının düşürülmesi hiç kuşkusuz Rusya tarafından unutulacak, sineye çekilecek bir hadise olmayacaktır. Putin’in de Erdoğan tarzı bir burjuva lider olduğu düşünüldüğünde bunu daha kuvvetle muhtemel görmek gerekmektedir. Öncelikle bir uçağı düşürüldü diye Rusya izlemekte olduğu siyaseti değiştirecek değildir. Nitekim Suriye’deki askeri operasyonların hız kesmeden devam edeceği açıkça ilan edilmiştir. Bunun yanı sıra bölgedeki askeri yığınağın ciddi bir artışı anlamına gelecek şekilde Rusya bölgeye bir füze savunma sistemi göndermektedir.
Önümüzdeki dönemde Türkiye’nin IŞİD ve diğer radikal İslamcı gruplarla işbirliğinin ve bağlarının uluslararası alanda daha fazla teşhir edileceği, ve/veya buna dair somut gelişmelerin (MİT tırlarının ifşa olması türünde) ortaya çıkacağı hadiseler yaşanabilir. Dahası Rusya Türkiye’nin zayıf karnı olarak gördüğü Kürt sorunu üzerinden de yüklenecektir. Dolayısıyla Türkiye’nin savaş sürecinde zora düşen konumunu kurtarmak üzere yaptığı hamlenin, beraberinde çok daha büyük riskler ve kayıplar getirmesi kuvvetle muhtemeldir.
Bu da bizi önemli bir noktaya getirmektedir. AKP 1 Kasım seçimlerinde geniş emekçi kitleleri istikrarsızlıkla korkutarak tek başına iktidar olabilecek bir oy çokluğuna ulaşmıştı. Genel örgütsüzlük koşullarında korkuyla bilinçleri esir alınan kitleler, ülkede ve yaşam koşullarında hiçbir olumlu değişim olmamasına, hatta aksine kötüleşme olmasına rağmen, 4,5 ay içinde AKP’ye kanalize edilebilmişlerdi. Bu süreçte işçi sınıfı devrimcileri ısrarla, rejimin genel sıkışmışlığını ve tazelenmiş bir AKP iktidarının istikrar getirmeyeceğini vurguladılar. Bugün yaşananlar bunu açıkça ortaya koymaktadır. AKP’nin istikrar diye vaat ettiği şeyin ne menem bir şey olduğu şimdi daha iyi anlaşılabilir. Sınıf devrimcileri yılmadan usanmadan bu gerçekliği işçilere anlatmakla yükümlüdürler.
Bu görev zorludur, zira savaşın daha da yakıcı biçimde Türkiye’yi kavurması olasılığı gitgide daha açık hale geldiği halde, geniş kitlelerde yanılsamalar devam etmektedir. Ne yazık ki düzen güçlerinin yarattığı sahte kutuplaşma olgusu Rus savaş uçağı konusunda da kendisini göstermektedir. İlk planda oluşan genel kanaatlere bakıldığında, ülkenin çoğunluğu oluşturan bir bölümü adeta “Türkün gücünü gösterdik” havasındadır. Oysa tüm dünyayı berhava edebilecek ve kendi tarzında ilerlemekte olan bir üçüncü dünya savaşı söz konusudur. Sınıf devrimcileri bu tehlikeli yanılsamaya karşı var güçleriyle mücadele etme sorumluluğu taşımaktadırlar. Savaşın alevleri daha büyük yıkımları getirmeden işçi sınıfının bir bütün olarak düzen güçlerine karşı örgütlü mücadele yoluna girmesi gerekiyor.
http://marksist.net/marksist-tutum/turkiye-rus-ucagini-dusurdu-savas-derinlesiyor.htm
Devletlerin ve rejim muhalifi hareketlerin güç dengeleri iyi değerlendirilmeli. Duruma göre daha zayıf olan, ileride kaybetmeye mahkum olan taraflar güçlü taraflara karşı desteklenmeli. Güçler eşit olduğunda ise bir kenara çekilip tarafsız kalınmalı.
bence güzel bir yazı..
sanırım bu koşullarda Suriye bataklığına gitmeye hevesli partilerin arkasındaki (MHP ve diğerleri ile) yüzde 65 oy kitlesi de bu yazının toplumsal tespitlerini önemli kılıyor; acı ile kabulleneceğiz…
son 60-70 yılda bu ülkede “insan olma” çabası adına bir süreç yaşanmadı; aksine bu çabayı gösterenler katledildi. İşkence edildi. Süründürüldü.. Ve büyük olasılıkla “hayatın adaleti” tecelli edecek! “Başaramayanlar” da, insanlık dışı, zorba, sefil yağmacıların ülkeyi sürüklediği kargaşada onlarla birlikte acı çekecek…
Toplumda, insanlığın posası haline gelmiş müthiş çoklukta “insan” mevcut; yoksa bu iktidar ayakta kalabilir miydi? Yazarlarından belli değil mi?
Sanırım süreç geri döndürülemez!
Yineliyorum.. “Yıkım sonrası” organizasyonu tartışma zamanı geldi!
http://www.taraf.com.tr/isidin-kokleri-bir-din-vardir-dinde-dinden-iceri/
İlân edilmemiş savaş
Seyfi Cengiz
Rusya’nın Suriye savaşına doğrudan müdahalesi Suriye’de dengeleri Türkiye ve cihatçı müttefikleri aleyhinde değiştirdi.
Önceki gün bir Rus savaş uçağının düşürülmesi Rusya Federasyonu’nun Suriye politikasına karşı açık bir misillemeydi.
“Türk hava sahasının ihlali” (doğru ya da değil) bu misillemenin hukuki kılıfıdır.
“Bu Rusya’ya karşı bir eylem değildir…angajman kuralları uygulanmıştır” (AKP Sözcüsü Ömer Çelik’in sözleri) şeklindeki açıklamalarda samimiyet yoktur.
Karşı taraf verilmek istenen mesajı almıştır ve tepkisi de bununla orantılıdır.
Rusya Federasyonu Dışişleri Bakanı Lavrov, “Türkiye ile savaşmayı düşünmüyoruz” dese de, bu açıklamanın üzerinden çok geçmeden ilan edilmemiş bir savaş başlatılmıştır.
Sadece Yeni Türkiye’nin değil, Rusya’nın ve başkalarının da emperyal projeleri var.
Bu projelerin sahadaki taşeron güçler üzerinden yürütülmesi güçleştikçe asıl aktörler yere ayak basacaktır.
Suriye iç savaşı bölgenin enerji kaynakları ve koridorları üzerinde bir yeniden paylaşım savaşına dönüşmüş, belli başlı bölgesel ve küresel güçlerin katılımıyla daha ne kadar süreceği belirsiz bir dünya savaşı görünümü kazanmıştır.
http://www.facebook.com/notes/seyfi-cengiz/ilân-edilmemiş-savaş/1030319363685759
TC’nin CİHADÇILARA DESTEK HAMLESİ
Rus uçağının Suriye hava sahasında düşürülmesi Türkiye’nin kendi başına bir kararla NATO’yu kendi arkasında bloklaştırması için yaptığı bir manevrası mıdır, yoksa NATO konsepti içinde düşünülüp taşınılıp yapılmış “ortak bir uyarı” mıdır?
Bu ayrımın Rusya’nın tepkisi ve olayların gelişimi açısından belirleyici olacağını düşünüyorum.
Rus uçağının gerçekten “hava ihlali” yapıp yapmadığı buna göre teknik bir ayrıntı olarak kalıyor.
Her ikisinin de farklı ama ciddi sonuçları olacağı açık..
Eğer bu hamle TC’nin kendini AB’ye dayattığı gibi NATO’ya da dayattığı bir politikanın ürünü ise Erdoğan yönetiminin ateşle oynamaya başladığı karanlık bir tünele giriliyor demektir.
TC’nin bu hamlesinin Suriye’de angaje olduğu Cihadçı grupları korumak ve NATO’yu da oldu bitti ile bu gerilimin bir tarafı haline getirerek, cepheyi anti-IŞID’den anti-Rusya’ya çevirmek olduğu söylenebilir.
Avrupa IŞID’la mücadeleye kilitlenmişken, TC’nin IŞID’ı acil hedef olmaktan çıkaracak NATO-Rusya gerginliğini provoke etmesi nasıl yorumlanacak?
Bunun ilk sonucu Rusya’nın Suriye’ye çok daha sert biçimde arka çıkacağı ve ölümüne savaşacağıdır diyebiliriz. Rusya’nın Türk jetlerini vurmak için hiçbir fırsatı kaçırmayacağını söyleyebiliriz. ve Türkiye bundan dolayı artık bundan böyle Türkmenler dahil Suriye iligili bütün hesaplarının üzerine soğuk bir su içebilir…
Bu olayın daha ciddi bir boyutu da TC’nin bir Rusya-NATO kapışmasına ev sahipliği yapıp yapmayacağıdır.
Tarihle ilgili sürekli arkaya bakmamız gerektiğinde gördüğümüz şudur; TC’nin öncülü olan İttihad-Terakki yönetimi, iki Alman savaş gemisiyle Rusya’nın Karadeniz’deki Sivastopol limanının bombardıman etmiş ve Osmanlı Devleti Rusya’ya resmen savaş ilen etmiş olarak 1. Dünya savaşına girmişti.
Şimdi yeni İttihadi-Tarakki-i İslami yönetimi, Rus uçağını düşürerek TC’yi üçüncü dünya savaşının sıcak cephesine mi sürüyor diye sorabiliriz…
TÜRKİYE’NİN HAMLESİ…
NATO toplantısından sonra yapılan açıklama, uçak düşürülmesinin ortak bir kopsept olmama ihtimalini güçlendiriyor. NATO gerilimin düşürülmesini, Rusyayla temas kurulmasını, IŞID’a odaklanılmasını vb. söylüyor… ABD de sorunu “Türkiye ile Rusya arasında” diye lokalize etmekte. Onlar da “gerilimin düşürülmesini” tavsiye ediyorlar.
Bu durumda TC’nin bu hamlesinin sonuçlarıyla kendisinin yalnız başına yüzleşeceği anlaşılıyor. Rusya da tepkisini buna göre a…yarlacak demektir. Rus Genelkurmay’ı resmi açıklamasında bundan böyle “Rus savaş uçakları için potansiyel tehdit oluşturan tüm hedeflerin vurulacağını belirtti.” Cevap olarak Suriye hava sahasına geçen Türk uçaklarının vurulması olabilir…
Rusya’nın bundan böyle Irak ve Suriye’de Türkiye’nin canını sıkacak birçok hamleler yapacağı, özellikle PKK ve YPG’ye aktif destek verebileceği tahmin edilebilir. Suriye’ye Türkiye’den geçişleri daha çok hedef alarak imkânsızlaştırabilir.
http://gelawej.net/index.php/yazarlar/editor/2287-tc-nin-cihadcilara-destek-hamlesi
Nedense, bu dine bağlı çevrelerde bütün sorunların, toplumsal bunalımların yukardan aşağı doğru önlemlerle çözüme ulaşacağı kanısı yaygındır. O çevrelerde taban sorunlarına ilişkin kavramların geçerliliği yoktur, bir altyapı düşüncesi doğmamıştır. Bütün yaşamsal gereksinimlerin Tanrı buyruğuyla karşılanacağını sanan bu İslamcı görüş Arap petrollerinin önemini, etkinliğini anlayacak bilinç aşamasına bile ulaşamamıştır. Avrupa uluslarının, Amerika’nın petrol çıkaran İslam ülkelerine yakınlaşmalarını bile İslam inançlarına duyulan etkilenme gibi gösteren İslamcı aydınlarımız, bilginlerimiz az değildir, hepsi de Türk-İslam sentezi ardınca yayılırlar.
Gündeme getirilen bir sorunun önce kendi içeriğiyle bağlantılı olması, çevre sorunlarla çelişik duruma düşmemesi gerekir. Bir sorun ele alınınca onunla ilgili yan sorunlar dışlanamaz, nedeni de sorunların yalnız olmayışı, yeterince görülemezse bile bir çevreyi taşımasıdır. Çevresiz sorun olmaz, bir sorun da çevresinden soyutlanamaz. Türk-İslam sentezi, bir sorun olarak düşünülürse, önce yan sorunlarını da saptamak gerekir. Bu yan sorunlarla kurulan bağlantı önemlidir, kimi sorunlarda odak soruna girebilmek için yan sorunları aralamak, bir yol açmak gerekir. Burada İslam sözcüğü gündeme getirilirse ilk soru şudur: Hangi İslam? Sözgelişi Hanefi mezhebinin anladığı İslam mı? Türk-İslam sentezini öne sürenler, İslam mezheplerinden birine bağlıysa iş değişir, İslam kavramının kapsamı içinde bir mezhep düşünülür, bu da İslam sözcüğüne o mezhebe göre bir yorum getirmeyi sağlar. Bu durumda sorunlar birbirine dolaşır, içinden çıkılmaz. Türk-İslam sentezi, yandaşlarının düşüncelerinden, davranışlarından anlaşıldığına göre, Amerika güdümünde bir görüştür. Amerika, petrol nedeniyle İslam ülkelerine özel bir yakınlık duymaktadır. Petrol çıkarmayan ülkeler bu yakınlıktan yoksundur. Bu petrol ülkeleriyle kurulan özel ilişkiler sonucu, Amerika bu ülkelerin hep dine bağlı kalmalarını, hep dinle yönetilmelerini ister, bu isteğini yerine getirmek için de çok yönlü uygulamalara girişir. Sözgelişi, Amerika yüksek düzeyde bir görevliyi, bir komutanı istemiyor diyelim, gecikmeden o komutan düşüncelerine karşıt bir uygulama gündeme getirilir. Bugün, ayakta duran Müslüman devletlere bakıldığında, düşünce bakımından, yönetim bakımından bağımsız, Amerika ya da Avrupa güdümünde olmayanı görülmez, peki hangisi kendini kurtarabiliyor? Yanıt yok.
Tüm toplumsal kurumların yönetimi, düzenlenmesi, yaşatılması, gelir-gider işlemleri, denetimi hangi ilkelere göre uygalanacak? Çağdaş dünyada içine kapanıp kendi başına yaşayabilen bir devlet yoktur. Uluslararası ilişkiler, sözleşmeler, anlaşmalar, hep çağın anlayışına, uygarlığın gidişine göredir. Türkiye bunların dışına çıkarsa, bunları yadsırsa komşularıyla hangi koşullar altında barış sağlayacak, birlik-düzen kurabilecek?
İslam çağımıza yetmiyor. Bütün buluşlar, gelişmeler, yenilikler, toplumlararası ilişkiler Ortaçağdan beri dinlerin dışına taşmıştır, hepsi İslamın dışında, uzağında varlığını sürdürme olanağı sağlamıştır. Bugün, toprağının altındaki petrolü kendi olanaklarıyla, kendi buluşlarıyla çıkaran, işleten, arındıran, satabilen bir İslam devleti yoktur. Yine bugün sağlığını kendi olanaklarıyla sağıltan bir İslam devleti yoktur. Varlıklı yöneticiler, “petrol zenginleri” başları ağrıyınca hep Avrupa’ya, Amerika’ya koşuyorlar, sağıltım gereçlerini Kuran’da, “Risale-i Nur”da aramıyorlar. Çağımız bütün dinleri aşmış bir uygarlık anlayışının aydınlığında yürüyor.
(İsmet Zeki Eyüboğlu-İrticanın Ayak Sesleri)
http://marksist.net/utku-kizilok/1-kasim-ve-akpnin-emperyalist-siyaseti.htm
Irak: Türk askerleri Başika’dan hemen çekilmeli
Irak Hükümeti, Türkiye’nin Musul yakınlarındaki Başika bölgesine sevk ettiği askerleri çekmesini istedi. Irak Başbakanlığı’ndan yapılan açıklamada, Türkiye’nin bu adımla “Irak’ın egemenliğini ciddi bir şekilde ihlal ettiği” belirtildi.
Irak Hükümeti, Türkiye’nin Musul yakınlarındaki Başika bölgesine sevk ettiği askerleri çekmesini istedi.
Başbakan Haydar el Abadi’nin makamından yapılan açıklamada, Türkiye’nin bu adımla “Irak’ın egemenliğini ciddi bir şekilde ihlal ettiği” belirtildi.
Açıklamada, ‘Türkiye’nin iyi komşuluk ilişkilerine saygı göstererek derhal Irak topraklarından çekilmesi” istendi.
Anadolu Ajansı, “Peşmerge güçlerinin eğitimi amacıyla 2,5 yıldır Musul’da bulunan Türk birliğinde yapılacak görev değişimi için 150 askerin, 20 civarında tank eşliğinde Başika bölgesine gönderildiğini” duyurmuştu.
ABD’li yetkililer, intikal konusunda bilgileri olduğunu ancak bunun ABD liderliğindeki IŞİD karşıtı koalisyon güçlerinin faaliyetlerinin bir parçası olmadığını belirtti.
Irak Başbakanı Abadi, Türkiye’nin Irak’ın egemenlik haklarını ihlal ettiğini söyledi.
Reuters haber ajansı, bir Türk güvenlik yetkilisinin ajansa, “Bu askerlerin daha önceden Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nde (IKYB) bulunduklarını ve Musul’a zırhlı araçlar eşliğinde karayoluyla gittiklerini” söylediğini duyurdu.
İsmi açıklanmayan yetkili, “Türk askelerinin iki, üç yıldır burada bulunduklarını, halihazırda eğitimin sürdüğünü, intikalin de eğitimle ilgili olduğunu” belirtti.
Bir milyon nüfuslu Musul geçen yıldan bu yana Irak Şam İslam Devleti’nin (IŞİD) elinde.
Kentin düşmesi IŞİD’in yükselişi açısından önemli bir dönüm noktası olmuştu. Irak hükümetin kenti geri alma çabaları sonuçsuz kalmıştı.
Bu hafta İngiltere savaş uçakları hükümete verdiği onayın ardından Suriye’deki IŞİD hedeflerine ilk kez saldırı düzenlemişti.
Almanya parlamentosu da ülkede IŞİD’e karşı mücadele veren koalisyon güçlerine destek verilmesine ilişkin tezkereyi onaylamıştı.
proje.hurriyet.com.tr/bbcnews/default.aspx?HaberID=41614377&habertip=planet
http://www.nasname.com/a/yakin-dogu-ortadogu-ve-kurdistanda-abd-avrupa-ve-rusya-politikalari
https://www.facebook.com/notes/seyfi-cengiz/i%C5%9Fid-sonras%C4%B1na-haz%C4%B1rl%C4%B1k/1039509349433427
Irak’ta Türk Bayrağı yakıldı
Türkiye’nin Kuzey Irak’taki Başika üssüne asker takviyesi yapmasının Irak’ta yarattığı tepkiler sokağa yansıdı. Bir grup Iraklı Türk bayrağı yaktı.
Türkiye’nin Irak’taki askeri varlığını protesto eden bir grup başkent Bağdat’taki Tahrir Meydanı’nda Türk bayrağı yaktı.
Bağdat’ın yanısıra dün Basra, Meysan ve Babil’de yolsuzluğa karşı düzenlenen kalabalık gösterilerde Türkiye’nin Musul’a asker göndermesi de protesto edildi, Ankara’nın askerlerini çekmesi istendi.
Krizi görüşmek üzere MİT Müşteşarı Fidan ve Dışişleri Müsteşarı Sinirlioğlu’nun önceki gün Bağdat’a yaptığı ziyaretin ardından Irak Başbakanı İbadi, BM Güvenlik Konseyi’ne gitme talimatı vermişti.
Irak, BM Güvelik Konseyi’ne mektupla başvurarak, Türk askerlerinin Irak’tan bir an önce koşulsuz olarak çekilmesini talep etti.
Irak’ın BM Daimi Temsilcisi Muhammed Ali el-Hakim tarafından BM Güvenlik Konseyi Başkanlığı’na sunulan mektupta, Türk askerlerinin Irak’ta bulunmasının “uluslararası hukukun açık ihlali” olduğu savunularak, Konsey’den, Türk askerlerinin Irak topraklarından çekilmesi ve bir daha Irak’ın egemenliğini ihlal etmemesini Türkiye’den talep etmesi istendi.
Şİİ LİDER MUKTEDA EL SADR: “TÜRK İŞGALİ KAPIDA”
Irak’ta Sadr grubu lideri Şii din adamı Mukteda El Sadır, “Türk işgali kapıda” dedi. Necef’in Kufe camiindeki hutbesinde cemaate seslenen El Sadır, grup olarak Amerikan işgaline karşı savaştıklarını hatırlattı.
Bugün Cuma hutbesinde cemaate konuşan Sadr, “Türk işgali kapıda. Bazı gruplar buna karşı hem askeri hem de başka yollarla savaşıyor. Bu gruplar eğer görevlerini yapamazsa müdahaleye hazırız” dedi.
http://www.hurriyet.com.tr/irakta-turk-bayragi-yakildi-40026179
N. Kurtulmuş açıklıyor..
“Biz DAİŞ terörüne karşı, Irak’taki Kürdistan yerel yönetiminin yetkililerinin ve daha önemlisi dönemin Musul Valisi’nin ‘gelin bizi eğitin’ diye daveti üzerine oraya gittiğimizde… ”
“Musul valisi” isteği ile gitmişlermiş..
Çok ama çok kaşınıyor bu adamlar…
Günün birinde de diyelim ki, Yozgat valisi Rusları davet edebilir.
http://www.nasname.com/a/baskan-berzani-maskeleri-dusurdu
http://www.nasname.com/a/baskan-berzani-maskeleri-dusurdu1
bir önceki linkte başka bir yazı çıkıyor
AKP’nin Bayır-Bucak Sevdası
Kerem Dağlı
Bayır-Bucak Türkmenlerinin ismi ilk olarak MİT tırları yakalandığında duyulmuştu. Suriye’deki çeşitli İslamcı muhalif gruplara silah götüren MİT tırlarından birisi, o zamanki kapışma içerisinde, AKP’nin “paralel” dediği devlet görevlilerince durdurulmuş ve kirli çamaşırlar ortalığa saçılmıştı. Başbakan Davutoğlu da çıkıp “vallahi de billahi de o tırlar Bayır-Bucak Türkmenlerine insani yardım götürüyor” demişti. Tabii sonradan Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan belgelerle iyice kanıtlanmıştı bu “insani yardımın” ne olduğu!
O toz duman arasında AKP yine gemisini yürütmeye, silah yüklü tırlar da sınırın öte tarafına gitmeye devam etti. Bu arada bu olay sayesinde Bayır-Bucak Türkmenlerinin varlığı da gündeme taşınmış oldu. Tabii AKP’nin Bayır-Bucak Türkmenlerine sevdası hemen geçmedi ve Suriye’deki paylaşım kavgası sürdüğü müddetçe de geçmeyecek belli ki…
Bayır-Bucak Türkmenlerinin adının ikinci kez duyulması da Rus jetinin düşürülmesiyle oldu. Davutoğlu ve Erdoğan’a göre Rus savaş uçakları “IŞİD’le savaşıyoruz” diye Bayır-Bucak’taki Türkmen kardeşlerimizi vuruyordu! Buna göz yumulamazdı ve Rus uçaklarından biri sınırı geçince de meşhur “angajman kuralları” gereğince düşürülmüştü! Yani Türkmenler, Rusya’ya gözdağı verilmesinin bahanesi olmuştu.
Aslında bu iki örnek de ortaya koymaktadır ki, AKP’nin Bayır-Bucak Türkmenlerine olan sevdasının altında Suriye’ye dönük kanlı hesapları ve çıkarları yatmaktadır. Dün Irak’ta olduğu gibi bugün de Suriye’de AKP iktidarı aynı “Türkmen kartı”nı masaya sürmektedir. Dün Musul’la ilgili emperyalist heveslerine bahane olarak kullanıyordu Türkmen kartını, bugün de Suriye’ye yönelik planlarını meşrulaştırmak ve Suriye topraklarına dönük bir işgalin ya da askeri müdahalenin bahanesi yapmak amacıyla kullanıyor.
“Bayır-Bucak elden gidiyor” tantanası
Rusya’nın kısa bir süre önce Suriye’deki emperyalist savaşa doğrudan ve aleni şekilde dâhil olması, zaten AKP iktidarının hiç hoşuna gitmemişti. Çünkü Rusya, başında Esad’ın olduğu BAAS rejiminin varlığını sağlamlaştırmak ve düne kadar muhaliflerin ele geçirmiş olduğu bazı bölgeleri (özellikle de sahil hattını yani kuzey ve batı bölgelerini) geri almak için hızlı biçimde hava bombardımanlarına başlamıştı. Rus savaş uçaklarının bombaladığı bölgelerin bir kısmı da, bizzat AKP iktidarının MİT’i de devreye sokarak desteklediği İslamcı güçlerin elinde olan ya da onların üslendiği yerlerdi. Dolayısıyla Rusya’nın hava saldırıları Türkiye’nin Suriye’deki emperyalist çıkarlarına yönelik de açık bir saldırıydı ve Suriye politikası zaten iflas etmiş olan Türkiye’yi iyice köşeye sıkıştırmıştı. Türkiye’nin Suriye’de eskisi gibi rahat at oynatamayacağı belli olmuştu.
İşte tam da bu süreçte AKP iktidarı Türkmen kartını tekrar masaya sürdü. “Suriye’deki Türkmen kardeşlerimiz katlediliyor” denilerek adeta bir kampanya başlatıldı. Bu kampanya ile hem iç ve dış kamuoyunun Rusya’ya karşı kışkırtılması hem de içerde milliyetçi kesimlerin AKP politikalarına yedeklenmesi hedeflendi. Bunda kısmen başarılı da olundu. Zaten bir süredir AKP’yle fiili bir ittifak halinde olan MHP, Rusya’yla gerilimin başlamasının hemen ardından, AKP’yi destekleyen açıklamalar yapmaya koyuldu. Yakın zamana kadar AKP’ye ve Erdoğan’a neredeyse küfreden MHP, çark ederek AKP’nin Suriye politikasını desteklemeye başladı. Yandaş medya da Türkmenlerin katledildiğine dair haberleri birbiri ardına pompaladı. Gazetelerde, Türkmenlerin yüzlerce yıldır orada olduğu, Suriye’deki Türkmenlerin Türkiye’nin korumasında bulunduğu ve bundan mütevellit Türkiye’nin müdahale hakkının bulunduğu yolunda manipülatif haberler yapılmaya başlandı. Erdoğan, MİT tırlarını hatırlatıp “silah olsa ne olur olmasa ne olur” diye pervasızca konuşurken Davutoğlu da “silah da insani yardımdır, oradaki kardeşlerimiz can verirken sadece yiyecek-giyecek gönderecek değildik ya” diyerek meseleye açıklık (!) getirdi.
Koparılan bu vaveyla esnasında önceden hazırlanıp basına servis edilmiş yalanlar da birbiri ardına “kamuoyu”nun önüne sürülmeye başlandı. Neydi bu yalanlar? Meselâ Suriye’de yaşayan Türkmen nüfusu abartıldıkça abartıldı. Tam sayıları kesin olarak bilinmemekle birlikte 300-600 bin civarında oldukları tahmin edilen Türkmen nüfusu, AKP’nin kalemşorlarınca şişirildikçe şişirildi ve en son 3,5 milyona kadar çıkartıldı.
Yine yandaş medyaya göre Suriye’deki Türkmenler öteden beri dillerini, dinlerini ve kültürlerini korumaya çalışıyor ve bu yüzden de ağır baskılara maruz kalıyorlardı. Güya bu Türkmenlerin yüzü hep Türkiye’ye dönüktü, en büyük arzuları yaşadıkları bölgenin bir gün Türkiye’ye dâhil olmasıydı. Konuştukları dil Türkiye Türkçesiyle neredeyse aynıydı, kendilerini Osmanlı’nın torunları olarak görüyor ve bu tarihi mirasa hep sahip çıkmaya çalışıyorlardı. Esad rejimine de bu sebepler ve demokrasi özlemleri nedeniyle savaş açmışlardı. Ama şimdi Rusya’yı da arkasına almış olan rejim orduları Türkmenlere yönelik katliamlara girişmekteydiler! İran ve Hizbullah’ın gönderdiği askerler de işin içindeydiler! Hükümet borazanı medyaya göre, bu şer güçler yüzlerce yıldır Türkmen toprağı olan bölgeleri ele geçiriyordu ve özellikle Bayır-Bucak’taki 25 bin sivil Türkmen katliam tehdidi altındaydı. Bayır-Bucak Türkmenleri bu şer güçlerinin özellikle hedefindeydi, çünkü Kürt-Rojava devletinin kurulmasının önündeki tek engel olarak Bayır-Bucak Türkmenleri kalmıştı! Bu yüzden PYD yani Kürtler de sürekli Türkmenlere saldırıyorlar, Türkmenleri köylerinden kovarak yerlerine Kürt ve Arap nüfusu yerleştiriyorlardı! Rusya Bayır-Bucak’ta IŞİD ve benzeri İslamcı güçlerin olduğunu söyleyerek buraları vuruyordu ama aslında böyle bir şey yoktu. Burada sadece sivil Türkmenler vardı!
Bu yalanlara dayanak oluşturmak için de tarihsel veriler destansı bir havayla anlatılıyor, böylece Türkiye’nin emperyalist emellerine tarihsel ve insanî bahaneler üretilmeye çalışılıyordu. Yandaş medya hep bir ağızdan Türkmenlerin Selçuklular zamanından beri orada olduğunu, Osmanlı zamanında da Türkmen nüfusunun arttığını, I. Dünya Savaşından Osmanlı’nın yenik çıkması ve elindeki toprakları kaybetmesiyle birlikte bu “çok yoğun” Türkmen nüfusun yaşadığı bölgenin kaybedildiğini, 1921 Ankara Anlaşması dolayımıyla bölgedeki Türkmen nüfusun Türkiye’nin “protektorası” yani koruyuculuğu altında olduğunu, Suriye devleti kurulduğundan bu yana oradaki Türkmenlerin çok kötü muamele ve baskı gördüğünü, birçok haklarının tanınmadığını, zorla asimile edilmeye çalışıldıklarını ve nihayetinde bu yüzden Esad rejimine karşı ayaklananların yanında yer aldıklarını anlatmaya başladı.
Medyada bunlar gündem edilirken, Davutoğlu ve Erdoğan da, estirilen bu milliyetçi Türkmen rüzgârı üzerinden atıp tutmaya başladılar. Bayır-Bucak Türkmenlerinin yalnız olmadığını, Türkiye’nin başından beri bu Türkmenlerin yanında olduğunu, yardım ettiğini, şimdi de yalnız bırakmayacaklarını, ne gerekiyorsa yapacaklarını vb. söylemeye devam ettiler. Arada Rusya’ya ve rejim güçlerine yönelik gözdağı içeren açıklamalar yapmayı da ihmal etmediler. Ancak çoğunlukla hamaset dolu ve demagojiden öteye geçmeyen bu açıklamalar bir yana bırakılıp yalanların üstü kazındığında ortaya gerçekler çıkmaktadır.
Bir kere tarihsel olgular abartılarak ve çarpıtılarak verilmektedir. Bölgeye 10. yüzyıldan itibaren çeşitli Türkmen topluluklarının geldiği doğrudur, ama ne sayıları abartıldığı kadar yüksektir ve ne de bunlar “Selçuklu Türkmenleri”, “Osmanlı Türkmenleri” diye adlandırılacak kadar homojenlik göstermektedirler. Bu Türkmen topluluklarının kendilerini Selçuklu’nun ya da Osmanlı’nın “devamı, mirasçısı” vb. gördükleri ise milliyetçilerin gönüllerini okşamak için uydurulmuştur. İşin aslı, çeşitli tarihsel dönemlerde ve birbirlerinden bağımsız gruplar halinde buraya gelmiş olan bu Türkmen toplulukları, önce Selçuklu’nun sonra da Osmanlı’nın sultası altında yaşamışlardır. Ve özellikle Osmanlı zamanında, tıpkı Anadolu’daki diğer Türkmen göçerleri gibi “etrak-ı bi idrak” yani idraksiz, bilinçsiz Türkler denilerek horlanmışlardır. Celali isyanlarından sonra Osmanlı’nın bu göçer toplulukları yerleşik hale getirme çabası yüzünden de pek çok kez devletle karşı karşıya gelmiş, isyan etmişlerdir. Uzun yıllar boyu Araplarla ve bölgedeki diğer etnik gruplarla bir arada yaşadıklarından dolayı da önemli bir kısmı asimile olmuştur. Tarih içinde bir Türkmen entelijansiyası da oluşmadığından, Türkmenlerin öyle bilinçli ve kararlı biçimde dillerini, dinlerini, kültürlerini koruma çabasından bahsetmek mümkün değildir. Zaten bizzat yandaş medyanın bazı köşe yazarları da bu gerçeği kabul etmekte ve Türkiye’nin şimdiye kadar çok ilgisiz kaldığından dem vurup ahlanıp vahlanmaktadırlar.
Hafız Esad veya genel olarak BAAS partisi döneminde baskıya uğradıkları, asimile edilmeye çalışıldıkları doğrudur (tıpkı Suriye’deki diğer halklar, meselâ Kürtler gibi) ama bu dönemlerde nedense Türkiye bu Türkmenlere sahip çıkma gereği hissetmemiş ve ilgilenmemiştir. Çok açıktır ki, Türkiye’nin genelde Suriye’deki Türkmenlere ve özelde de Bayır-Bucak Türkmenlerine ilgisi Suriye’deki savaşla birlikte başlamıştır. Ayrıca geçerken belirtelim, Bayır-Bucak Türkmenleri diye özel bir kategori olmadığını bizzat İlber Ortaylı zikretmiş ve bu kavramın da uydurma olduğunu söylemiştir. Sırf Bayır-Bucak denilen bölgede yaşadıkları için bu kavram icat edilmiş, ardından da sanki bu Türkmenler kalu beladan beri buradalarmış gibi bir hava yaratılmaya çalışılmıştır.
AKP iktidarının Bayır-Bucak ve diğer bölgelerdeki Türkmenlere ilgisi esas olarak Suriye iç savaşının kızıştığı 2012’de başlamıştır. Bu tarihten itibaren AKP iktidarı bölgeye MİT ajanları eşliğinde Suriye ordusundan kopmuş komutanları göndermiş ve bunlar eliyle Türkmen topluluklarını bizzat silahlandırıp Türkiye’de eğiterek Esad rejimine karşı savaştırmıştır. Önce Sultan Murat Tugayı, Sultan Abdülhamit Tugayı gibi birlikler kurulmuş, sonra bunların hepsi “Fetih Ordusu” adı altında birleştirilmiştir. Ayrıca Türkiye’nin ilgisi sadece Sünni Türkmenlerle sınırlı kalmıştır. Alevi veya Şii Türkmen toplulukları hiçbir zaman AKP’nin teveccühüne mazhar olamamışlar ve hatta kaderlerine terk edilmişlerdir. IŞİD ve benzeri Sünni İslamcı çeteler bu Alevi-Şii Türkmenlerin köylerini yakıp yıkarken Türkiye’nin gıkı çıkmamıştır.
Bu Türkmen gruplarla, yine kendisinin desteklediği diğer İslamcı grupların bağlantısını da kuran Türkiye, Türkmenler aracılığıyla diğer İslamcı gruplara da silah dâhil her türlü yardımı yapmıştır. Ve ancak Türkiye’nin işe karışmasından itibaren Sünni Türkmen topluluklarının bir kısmı Esad rejimine karşı otonomi taleplerinde bulunmaya başlamışlardır. Bu arada pek çok Türkmen topluluğu da başını Kürtlerin çektiği Suriye Demokratik Güçleri’ne katılmış, Rojava’daki kantonların kurulması sürecinde Kürtlerle ve Araplarla yan yana savaşmıştır. Türkiye ise sadece kendisinin desteklediği ve kendi güdümündeki Türkmen gruplarını öne çıkarmakta ve kendi adamlarını Suriye’deki tüm Türkmenlerin temsilcileri gibi lanse etmeye çalışmaktadır. Oysa bu da gerçeklikten uzaktır.
Türkmenler nasıl kurtulur?
Sözün kısası, AKP iktidarındaki Türkiye’nin tek yaptığı, kendi emperyalist çıkarları ve planları uğruna Suriye’deki Türkmenleri kullanmaya çalışmaktır. Bayır-Bucak denilen bölgede yaşayan sivil Türkmenler, ki yaklaşık 15 bin civarında oldukları tahmin edilmektedir, zaten Türkiye sınırına yakın yerlere göçmüş durumdadırlar. Onlardan boşalan yerlere ise El Nusra, Ahrar-üş Şam gibi İslamcı çeteler ve onlarla iç içe geçmiş, tamamen Türkiye’nin güdümündeki silahlı Türkmen grupları konuşlanmıştır. Bunların bazılarının komutanlığını ise bizzat MİT yönlendiriciliğinde Türkiye’den giden faşist unsurlar (MHP’li, BBP’li vs.) yapmaktadır. Rusya’nın hava bombardımanı ile önünü açtığı Esad’a bağlı birlikler de işte bunlara saldırmaktadırlar.
Suriye’de yaşayan sivil Türkmen nüfusun tamamına yakını yoksul köylülerden ve emekçilerden oluşmaktadır. BAAS rejiminin izlediği bilinçli politikalar sebebiyle bunlar devlet memuriyetine alınmamış ve çeşitli bahanelerle ellerindeki topraklara da el konulmuştur. Yani Türkmenlerin baskıcı BAAS diktatörlüğü altında rahat yaşadıklarını söylemek mümkün değildir, tıpkı Kürtler ve diğer ezilen halk katmanları gibi. Ancak AKP iktidarının derdi yoksul ve ezilmiş Türkmenleri kurtarmak değil, onları kullanarak Suriye’deki emperyalist savaşta söz sahibi olmak ve pay kapmaktır. Türkiye, 1921 Ankara Anlaşmasını gerekçe göstererek, Türkmenler üzerinden Suriye’deki emperyalist emellerini hayata geçirmeye uğraşmaktadır. Bu kapışmada, arada kalan yoksul Türkmenlerin çimenler gibi ezileceği açıktır.
Zaten bu tablonun farkında olan bazı Türkmen toplulukları da, tam da bu yüzden Türkiye’nin izlediği politikalara tepki göstermekte, Türkiye’nin daha önce Irak’ta da aynı taktikleri izlediğini, Irak’ta da etnik ve mezhepsel temeller üzerinden ayrılıkları kışkırtan politikaları hayata geçirmeye çalıştığını, orada da Türkmenleri önce kullanıp sonra IŞİD’in vahşetine terk ettiğini, şimdi aynı şeyi Suriye’de yapmaya çalıştığını, bu yüzden de kendilerinin bu oyuna gelmeyeceklerini söylemektedirler.
AKP iktidarı ve başkanlık hevesindeki Erdoğan, ülkeyi sonu belirsiz maceralara sürüklemekten geri durmayacağını, gerek Rusya’yla yaratılan gerginlik, gerekse de son günlerde gündeme oturan Musul’a askeri birlik gönderilmesi meselesinde olduğu gibi açıkça göstermektedir. Bu gidişatı engelleyebilecek tek güç örgütlü işçi sınıfıdır. Türkiye işçi sınıfının, yaratılan milliyetçi rüzgâra kapılmadan ve Suriye halkları üzerinde oynanan oyunlara alet olmadan AKP iktidarının emperyalist emellerine karşı durması, hem yoksul Türkmen emekçiler hem de Türkiye’deki işçi-emekçiler için hayati önemdedir.
http://marksist.net/kerem-dagli/akpnin-bayir-bucak-sevdasi.htm
Ortadoğu’da Emperyalist Yığınak Artıyor
İlkay Meriç
Türkiye’nin Rus jetini düşürdüğü 24 Kasımdan bu yana, emperyalist paylaşım savaşının Ortadoğu ayağında hızlandırılmış bir sürece girildi. Rusya’nın Esad rejimine desteğini hava bombardımanlarıyla bir üst evreye taşıması zaten bölgedeki savaş rutininin ötesinde bir hareketlilik yaratmıştı. Böylesi bir ortamda uçak düşürülmesi olayı Türkiye ile Rusya arasında büyük bir kriz yaratmakla kalmadı, emperyalist kutupların birbirlerine daha açık bir şekilde diş göstermeye başlamasına da sebep oldu. Batılı emperyalistler bunu Rusya’yla kozlarını paylaşmak için fırsat bilip hazırlıklarını yoğunlaştırırlarken, Rusya da bölgedeki varlığını her türlü siyasi ve askeri manevrayla güçlendiriyor.
Sonuçta tüm aktörler birkaç hafta içinde bölgedeki askeri yığınaklarını tahkim ederken, siyasal gelişmeler de baş döndürücü bir hızla birbirini kovalıyor. Rus uçağının düşürülmesinin ardından NATO’nun sürece müdahil olması, Çin’in Rusya’nın yanında operasyonlara katılmaya hazırlanması, Türkiye’nin Musul’daki askeri birliklerinin sayısını arttırmak üzere harekete geçmesi, Irak’ın buna son derece sert yanıt vererek Türkiye’yi BM Güvenlik Konseyi’ne şikâyet etmesi… Suudi Arabistan öncülüğünde 9-10 Aralıkta Riyad’da düzenlenen konferansla Esad muhaliflerinin biraraya getirilmeye çalışılması; bunun karşısında Rojavalı güçlerin, Riyad’a davet edilmeyen ya da daveti reddeden Kürt güçlerin öncülüğünde 8-9 Aralıkta Derik’te toplanarak “Demokratik Suriye Meclisi”ni kurmaları… Ankara’da Barzani’yi Cumhurbaşkanlığı düzeyinde ağırlayan AKP hükümetinin, bu kirli ittifak aracılığıyla bir yandan PKK’yi etkisiz hale getirmeye öte yandan Rojava’da PYD önderliğinde şekillenen oluşumu boğmaya çalışması ve bu arada Türkiye Kürtlerine vargücüyle saldırmaya devam etmesi… Suudi Arabistan’ın başını çektiği, Türkiye ve Mısır’ın da aralarında bulunduğu 34 devletin, “Teröre Karşı İslam İttifakı” adı altında bir Sünni savaş cephesi oluşturmaları ve yürütülecek operasyonlar için Riyad’ın koordinasyon merkezi olarak belirlenmesi… Türkiye’nin Katar’da 3 bin askerini konuşlandıracağı bir üs kuracağını açıklaması…
Neredeyse her an yeni bir gelişmeyle karşı karşıya kaldığımız bu süreç, hiç şüphe yok ki giderek daha da kızışan bir dünya savaşı manzarasına işaret ediyor. Elif Çağlı, 2007 yılında yaptığı tespitte, Üçüncü Dünya Savaşının başladığını ve yükselen emperyalist güçler olarak Rusya ve Çin’in de paylaşım bölgelerindeki çatışmalara giderek daha çok müdahil olacaklarını belirtiyordu. Hegemonya için yarışan güçler arasındaki çekişmelerin, yeni emperyalist blokların oluşumunu ve bu bloklar arasında dozu yükselen çatışmaları gündeme getireceğini de vurguluyordu.[1] Nitekim 2000’lerin başındaki güçler dengesinde önemli değişimlerin yaşandığı günümüz konjonktüründe, gerek Rusya gerekse Çin’in, öne çıkan emperyalist aktörler olarak boy gösterdiğini ve eskisinden çok daha aktif ve doğrudan bir şekilde paylaşım kavgasına dahil olduğunu görüyoruz.
Yürüyen kapışmanın ana sahası bir bütün olarak Ortadoğu coğrafyası olmakla birlikte, çatışmanın merkez üssü şu anda Suriye’dir. ABD öncülüğünde oluşturulan emperyalist koalisyon güçlerinin IŞİD’le mücadele bahanesiyle savaş uçakları ve gemileriyle bölgeye üşüşmelerinin ardından, Rusya da Esad rejimine verdiği desteği üst boyuta çıkarıp hava bombardımanlarına girişmiş, bu bombardımanları Hazar Denizinden fırlattığı füzelerle destekleyerek gövde gösterisinde bulunmuş ve “ben de buradayım” mesajını çok daha güçlü bir şekilde vermeye başlamıştır. Lazkiye’de hava üssü, Tartus’ta ise deniz üssü bulunan Rusya Suriye’deki askeri gücünü sürekli tahkim etmektedir. Yoğunlaştırdığı askeri tahkimatın bir parçası olarak Suriye’ye S-400, İran’a da S-300 füzeleri yerleştirmek üzere harekete geçmiştir.
Çin’in de Rusya’nın yanında yer alarak askeri operasyonlara katıldığı, “askeri danışman”larını bölgeye gönderdiği ve savaş gemilerinin Akdeniz’e giriş yaptığı duyurulmuştur. Bunun yanı sıra Çin, 10 bin askerini yerleştireceği bir askeri üs kurmak üzere Cibuti hükümetiyle anlaştığını da açıklamıştır ki, bu Çin’in kendi sınırları dışında kuracağı ilk askeri üs olma özelliğini taşımaktadır.
Şurası çok açık ki, paylaşım savaşını uzunca bir süredir taşeron güçler üzerinden yürüten emperyalist devletler, kafa kafaya gelmeye şimdiye dek hiç bu kadar yaklaşmamışlardır. Doğu Akdeniz şu anda Türkiye dahil 13 devletin savaş gemileriyle bir barut fıçısına dönmüş durumdadır. ABD’nin biri uçak gemisi olmak üzere dokuz savaş gemisi konuşlandırdığı Doğu Akdeniz’de, Fransa bir uçak gemisi ve iki savaş gemisiyle, İngiltere, Almanya, İtalya, İspanya, Kanada, Belçika, Hollanda, Portekiz ve Yunanistan da birer savaş gemisiyle hazır bulunuyor. Türkiye ise Akdeniz’deki bu yığınağa irili ufaklı 34 savaş gemisiyle katılıyor. Emperyalist güçler gerek Kıbrıs’taki İngiliz üslerini gerekse İncirlik’i ve bölgedeki diğer askeri üslerini kullanarak hava güçlerini de seferber etmiş durumdadırlar. Bunlara ek olarak, henüz sınırlı olmakla birlikte kara birlikleri gönderme kararları da almışlardır.
Sonuç olarak bölge şu anda patlamaya hazır bir cephanelik konumundadır. Üstelik Türkiye’nin Musul’a tanklar eşliğinde yüzlerce asker göndermeye girişmesinin ardından Irak cephesi de hareketlenmiştir. Rusya ve İran, Irak yönetimine tam destek vererek Türkiye’yi işgalci bir güç olarak nitelendirirken, Türkiye attığı bu adımda ABD ve diğer Batılı güçlerden beklediği desteği görememiştir. Bu yüzdendir ki hükümet, “geri çekilme yok” diyen Erdoğan’ın tüm efelenmelerine rağmen, Musul’a gönderilen askeri birlikleri geri çekmek zorunda kalmıştır.
Gerek Rus uçağının düşürülmesi gerekse Musul’a asker gönderme vakasında ABD, AB ve NATO’yu emrivakiyle kendi yanında harekete geçirmeye çalışan Türkiye’nin, şimdiye dek görülmedik ölçüde cüretkâr bir emperyalist saldırganlık içinde olduğu görülüyor. Üstelik AKP ideologları ve propagandistleri, hükümetin emperyalist emellerini akıl almaz bir pervasızlıkla dillendirmekten çekinmez hale gelmişlerdir.
“Derinlikli stratejist” Davutoğlu’nun “Türk dış politikasının temel ilkelerinden biri” diye nitelendirdiği “komşularla sıfır sorun” söylemi uzunca bir süre AKP’nin emperyalist politikalarının janjanlı bir ambalajla örtülenmesine hizmet etmişti. Her fırsatta “barış vizyonu”ndan dem vuran Davutoğlu, Kıbrıs’tan Ermenistan’a, Suriye’den İran’a tüm komşularla ilişkilerin normalleştirildiğini ve ezber bozan girişimlere imza atıldığını söylüyordu. “Artık Türkiye’nin dış politika gündemine bölgesel ve uluslararası ilişkilerde enerjisini tüketen komşularıyla olan kronik anlaşmazlıklar hâkim değildir” diyen de bizzat oydu. Üstelik AKP hükümetinin Mısır’dan Libya’ya, Suriye’den Irak’a tüm Ortadoğu coğrafyasında her türlü kirli operasyonu yürütmeye başladığı 2013 gibi geç bir tarihte!
Ne var ki AKP’nin Ortadoğu politikasının sarsıntılı bir şekilde çökmesi, “barış vizyonu” denen demagojik ambalajı da kaldırıp attı ve azgın emperyalist politika tüm çıplaklığıyla ortaya çıktı. Bu politikayı meşru göstermek için de, yandaş medya seferber edilerek, “Türkiye kuşatma altında” vaveylası koparılmaya başlandı. Örneğin İbrahim Karagül uzunca bir süredir hükümetin emperyalist planlarını alenen dillendirmekte ve meşrulaştırıp kitle desteği bulmasını sağlamaya çalışmaktadır:
“Osmanlı’dan bu yana ilk kez Türkiye böylesine kuşatma altına alınıyor. Tam anlamıyla çevreleniyor. Kuzey’den, Doğu’dan ve sıcak çatışma alanı olarak Güney’den sıkıştırılıyor. Üstelik bu ilk kez bölge ülkeleri üzerinden yapılıyor. İstila önce örgütler üzerinden yürütüldü şimdi devletler üzerinden yürütülüyor. … Böyle bir dönemde bize sesinizi kısın diyorlar. Suskun kalalım, ağırbaşlı olalım, herkesle iyi geçinelim, savunmada kalalım, sınırlarımızın dışına boynumuzu uzatmayalım diyorlar. Kısmamızı istedikleri ses, Birinci Dünya Savaşı’ndan bu yana kıstıkları sesimizdi. … Gün, Kılıçarslan’ın, Yavuz’un, Selahattin’in dilini konuşma zamanıdır. Başka bir dil ile böyle bir fırtınadan kurtulma şansımız olmayacaktır. Bu yüzden yeni Yavuz’lar, yeni Selahaddin’ler, Kılıçarslanlar çıkacaktır. Tarih yapıcıların yanında kenetlenin. Asla tereddüt etmeyin, yılmayın. Diliniz sürçmesin, dizleriniz titremesin. Türkiye bu büyük kuşatmayı yaracak, bütün coğrafyaya nefesini verecektir. Sınırlarının çok çok ötesinde ortaklarla yaracaktır hem de. Bundan hiç şüpheniz olmasın. Korkmayın ve titremeyin!”[2]
Aynı yazısında Karagül, İttihat ve Terakki tarafından bir iç savaş aygıtı olarak kurulan, en kitleseli Ermeni soykırımı olmak üzere pek çok katliama imza atan ve MİT’in öncülü olan Teşkilat-ı Mahsusa’ya methiyeler düzerek şu soruyu soruyor:
“Teşkilat-ı Mahsusa’nın, bir çöküş dönemini durdurmaya çalışan yürekli insanlarının kendi aralarında yaptıkları konuşmalarla, bölge ve dünya değerlendirmeleriyle bugün bizim konuşmalarımızın, değerlendirmelerimizin nasıl da aynı cümlelerden oluştuğunu görmüyor musunuz?”
Bu örtüşmeyi görmemek elbette mümkün değildir. Bunun zeminini oluşturan ve üzeri yalan, hamaset ve demagojiyle örtülmeye çalışılan şey ise, kitleleri yıkıma sürükleyen azgın emperyalist politikadır. Osmanlı’yı Birinci Dünya Savaşına sokup yüz binlerce insanın hayatını kaybetmesine yol açan bu politika, şimdi de Türkiye’yi, kendi tarzında yürümekte olan Üçüncü Dünya Savaşına daha aktif bir şekilde sokmak için izleniyor; üstelik İttihatçılara geleneksel olarak düşman bir ideolojik mirasa sahip olan AKP tarafından.
Altını tekrar tekrar çizmek gerekiyor ki, kapitalizmin tarihsel krizinin sonucu olarak kızışan dünya savaşı gerçeğiyle uyumlu bir şekilde, Türkiye dahil olmak üzere tüm burjuva güçler, halkları çok daha korkunç yıkımlara sürükleyecek adımları birer birer atmaktadırlar. Otoriterleşen burjuva rejimler, emekçilerin barış, demokrasi ve refah özlemlerine, alabildiğine yaygınlaştırılan faşizan uygulamalarla, tankla, topla, bombayla yanıt vermektedirler. Bu barbarlığa karşı durmanın yolunu Elif Çağlı şöyle vurguluyor:
“Kapitalist sistem krizinin derinleşmesine ve emperyalist savaşların yaygınlaşmasına bağlı olarak dünya genelinde tanık olduğumuz otoriterleşme eğilimleri bir yana, artık çürüyen kapitalizmin çürüyen burjuva rejimler yarattığı son derece açık bir gerçektir. Demokrasi isteyen, kendisini kusursuz işleyecek burjuva demokrasisi hayalleriyle kandırmak yerine, kapitalizme karşı mücadeleye katılmalıdır. Demokrasi ve barış ancak geniş işçi-emekçi kitlelerin kapitalist düzene karşı mücadelesiyle kazanılabilir ve bu amaç doğrultusunda örgütlenmek günümüzün acil görevidir. Unutulmasın ki, bu örgütlü mücadele burjuva devletin baskı ve katliamlarına, burjuva ideolojik aygıtların yarattığı esarete, vicdan ve akıl tutulmasına karşı ayağa dikilmenin de yegâne yolunu oluşturuyor!”[3]
[1] Elif Çağlı, Çürüyen Kapitalizm, 29 Kasım 2007
[2] Yeni Şafak, 11 Aralık 2015
[3] Elif Çağlı, Otoriterleşme ve İdeolojik Aygıtların Rolü, 30 Kasım 2015
http://marksist.net/ilkay-meric/ortadoguda-emperyalist-yiginak-artiyor.htm
Filistinli liderler, Suudi Arabistan öncülüğündeki ittifaka tepki gösterdiler
Filistinli liderler, Suudi Arabistan’ın teröre karşı kurduğunu açıkladığı 34 üyeli İslam ittifakına tepki gösterdi.
Filistin Online’ın haberine göre Filistin Yasama Meclisi Başkan Yardımcısı Ahmed Bahr, Suudi Arabistan’dan silahını İsrail’e karşı kullanmasını istedi.
Ahmed Bahr 34 ülkeye liderlik ederek teröre karşı bir İslam İttifakı oluşturduğunu açıklayan Suudi yönetimine, “Silahını uluslararası terörizmin kaynağı olan Siyonist rejime çevir” dedi.
Ahmed Bahr, Suudi Arabistan’a gönderdiği mesajında Arap ve İslam ülkelerinin terörizmle mücadele önceliğinin Siyonist terör olması gerektiğini belirterek “bir kanser tümörü olan Siyonist rejim tüm Arap ve İslam dünyası için bir tehlikedir” dedi.
Filistin Yasama Meclisi İkinci Başkanı Hasan Harişa da 34 üyeli Suudi koalisyonu içerisinde Filistin’e de yer verilmesine tepki gösterdi ve herhangi bir teçhizata sahip olmayan Filistin Özerk Yönetiminin en kısa sürede bu koalisyondan çekildiğini açıklaması gerektiğini söyledi.
Suudi Savunma Bakanı ve 2. Veliahdı Muhammed bin Salman, önceki gün teröre karşı 34 ülkenin katıldığı bir İslam İttifakı kurduğunu açıklamış; ancak Muhammed bin Salman’ın 24 üyeli listede yer verdiği Lübnan ve Pakistan, böyle bir koalisyondan haberdar olmadığını açıklamıştı.
Başbakan Ahmet Davutoğlu ise Muhammed bin Salman’ın kurduğu bu koalisyonu “doğru yönde atılmış bir adım” olarak nitelemişti.
Türkiye’nin Musul Hamlesi
Suphi Koray
Rus uçağının düşürülmesinin yankıları devam ederken, Türkiye Ortadoğu’da tansiyonun artmasına sebep olan bir adım daha attı. “Bir gece ansızın” yüzlerce Türk askerinin 25 tank eşliğinde Musul’a doğru ilerlediği haberleri basına yansıdı. “Türk Askeri Musul’da” manşetleriyle duyurulan askeri sevkiyat, kaçınılmaz olarak yeni gelişmelere sebep oldu. Türk askerlerinin ve tanklarının Musul’un 20 kilometre kuzeyindeki Başika’ya sevk edilmesine Irak hükümetinden sert tepkiler geldi. Irak hükümeti 48 saat içinde askerlerin geri çekilmemesi halinde BM Güvenlik Konseyi’ne başvurmak da dâhil olmak üzere tüm seçeneklerin masaya yatırılacağını açıkladı. İran ve Rusya’dan da Bağdat’ı destekleyen açıklamalar gelirken, ABD ise daha ortada açıklamalar yaptı. Batılı emperyalistlerden beklediği destek gelmeyince, Davutoğlu tansiyonun yükselmesiyle birlikte, bunun rutin bir nöbet değişimi olduğunu, Türk askerlerinin peşmergeyi eğitmek için Irak’ın talebi üzerine Başika’da bulunduğunu söyledi ve bunu başka yerlere çekmek isteyenleri maksatlı bir provokasyon içinde olmakla suçladı. Ayrıca Irak Başbakanına bir mektup yazarak Irak’ın toprak bütünlüğü konusundaki hassasiyetlerinin altını çizdi. Ancak Rusya ve İran’ı da arkasına alan Bağdat geri adım atmayınca Hakan Fidan ve Feridun Sinirlioğlu Iraklı yetkililerle görüşmek üzere Bağdat’a gitti. Görüşme sonrasında yapılan genel geçer açıklama ve Irak’ın BMGK’ya başvurması Türkiye’nin bundan da sonuç alamadığını gösteriyor.
İşler Türkiye’nin istediği gibi gitmeyince, yavuz hırsız ev sahibini bastırır misali açıklamalar geldi Türkiye’den. Cumhurbaşkanı Erdoğan “Bunların hepsinden bilgileri var, haberleri var. Şimdi adama sormazlar mı, o Başika kampı kurulduğunda siz neredeydiniz? O günden bugüne hiç sesiniz çıkmadı. Ve şimdi yeni, bölgedeki bazı gelişmeler üzerine böyle bir adım atıyorsunuz. Ve biz Başika kampını güçlendirmek üzere buradaki eğitim ekiplerimizi daha da arttırmış olduk. Ve bunlar tamamıyla bir muharip güç olarak orada değiller. Daha çok eğitici olarak oradalar.”
İktidarın açıklamaları son derece pişkince ve ikiyüzlüce. Kendisi de bölgedeki bazı gelişmeler üzerine türlü türlü adımlar attığı halde, başka bir ülkenin aynı şekilde hareket etmesini kabul etmiyor. 17 saniye sınır ihlali yaptığı için uçak düşüren Türkiye, “topraklarımdan askerlerini çek” diyen Irak’a “Böyle bir şey söz konusu olamaz” cevabını veriyor. Irak’ın egemenliğine ve toprak bütünlüğüne saygı duyuyoruz denilse de, böyle bir olay için uzun sayılabilecek bir süre boyunca askerlerin geri çekilmesinde ayak diredi Türkiye. Ancak Rusya, İran ve Irak yönetiminin sert tutumuyla karşı karşıya kalınca ve ABD’den “birlikler derhal geri çekilmeli” açıklaması gelince, takviye olarak gönderildiği söylenen askeri birlikleri geri çekmek zorunda kaldı. Şu anda bu birliklerin Bağdat ile Erbil arasında tartışmalı bir statüye sahip olan Başika’dan Irak Kürdistanı’na çekildiği söyleniyor.
Türk askerleri uzun zamandan beri Musul’da bulunuyor. Krize konu olan Başika kampında ise bir yılı aşkın bir süreden beri eski Musul valisinin örgütlediği Sünni aşiretlerden oluşan Haşd el Vatani güçlerine eğitim veriliyor. Türkiye, bu eğitimlerin Irak’ın talebiyle başladığını iddia ediyor. Peki, ne oldu da Başika kampı bir krize sebep oldu?
Muhakkak ki, Türkiye’nin bugüne kadar Başika kampında asker bulundurması bir konsensüse dayanıyordu. Sayısını tam olarak bilemesek de, Türkiye’nin mevcut kuvvetlerini takviye etmesinin bir krize dönüşmesi bu konsensüsün bozulduğu anlamına geliyor. Musul krizini bölgede son süreçte yaşanan diğer gelişmelerle birlikte ele almak gerekiyor. Rus uçağının düşürülmesi, Bayır-Bucak Türkmenleri için kopartılan vaveyla, Şengal’in IŞİD’ten kurtarılması ve PYD’nin Suriye’deki pozisyonu da Musul kriziyle ilintili önemli gelişmeler. Yine, sorunun sadece Irak ve Türkiye’yi ilgilendirmediği de, Rusya’dan İran’a, Çin’den ABD’ye kadar emperyalist paylaşım savaşının küresel ve bölgesel aktörlerinin yaptıkları açıklamalardan açık bir biçimde anlaşılıyor. Yeni paylaşım savaşının en hareketli cephesinde tansiyonun daha da artacağının sinyalleri bunlar aynı zamanda.
Türkiye tankların ve yüzlerce askerin bölgeye eğitim için gönderildiğini iddia ediyor. Bağdat’ın açıklamaları ve çeşitli kaynaklardan gelen bilgiler gösteriyor ki, Türkiye eğitim için kopardığı izni, başka amaçlarının kılıfı haline getirmiş. Aslında Davutoğlu’nun, alınan istihbarat bilgileri sonucunda askerlerin güvenliğini sağlamak için takviyeye ihtiyaç duyulduğunu söylemesi zımnen de olsa, Başika kampının bir eğitim kampından fazlası olduğunun kabul edilmesi anlamına geliyor. Hatırlanacağı üzere geçen sene Musul’un IŞİD’in işgaline uğradığı süreçte konsolosluk ne boşaltılmıştı ne de IŞİD saldırısı ihtimaline karşı bir önlem alınmıştı. Nitekim bölgede Türk istihbaratının cirit atmasına karşın, 49 görevli IŞİD tarafından aylarca rehin tutulmuştu. Nasıl yürüdüğünü bilmediğimiz bir pazarlıkla konsolosluk çalışanları serbest bırakılmıştı!
Türkiye’nin bundan ders çıkartarak Başika’daki Türk askerlerinin güvenliği için takviye yaptığına inanmak en iyi tabirle saflık olur. 16 Aralıkta IŞİD’in Başika kampına saldırdığı haberi geldi; çıkan çatışmada ölü ve yaralıların olduğu söyleniyor. Bugüne kadar IŞİD Türkiye’ye yönelik böyle bir saldırı gerçekleştirmemişti. Gerek saldırının tam da bugünlerde gerçekleşmesi, gerekse de Davutoğlu’nun “biz söylemiştik” pozları tesadüf olmasa gerek! Musul hamlesi, bir askeri operasyon olmaktan ziyade, Ortadoğu’da söz sahibi olmak isteyen Türkiye’nin siyasi bir hamlesidir. Türkiye Ortadoğu’da sıkışmıştır. Rus uçağının düşürülmesi de bu sıkışmışlığın sonucuydu. Fakat bu hamle Türkiye’yi içinde bulunduğu sıkışmışlıktan kurtarmadı, tersine daha zor bir duruma soktu. Uçağın düşürülmesine karşılık Rusya’nın attığı adımlar Türkiye’nin bölgedeki emellerine çomak sokuyor. Bu durum haliyle Türkiye’yi yeni arayışlara ve hamlelere itiyor. Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Erdoğan iktidarı altındaki Türkiye’nin emperyal heveslerine ulaşabilmek için tuttuğu yol daha riskli adımları atma eğilimini de beraberinde getiriyor.
Türkiye’nin emperyal hayalleri
Bugün nüfusunun üçte ikisi Şiilerden oluşan Irak’ta iktidar da ağırlıklı olarak Şiilerin elinde. Şii iktidarın baskıcı politikaları yüzünden Sünni kesimlerin, IŞİD gibi radikal İslamcı örgütlere desteği giderek arttı. Bir tarafta İslam adına en vahşi eylemleri gerçekleştirmekten imtina etmeyen IŞİD, diğer tarafta da IŞİD’e karşı mücadele eden Şii milisler var. Kimi bölgelerde Şii milislerin yaptıkları IŞİD’den aşağı kalmıyor. Sünni siviller katlediliyor, evler yağmalanıp yıkılıyor. Elbette nüfuz alanlarını genişletmek isteyen her güç, bu durumu kendi çıkarları doğrultusunda çarpıtıyor, bir kesimin yaptığı zulmü görmezden gelirken, diğerini abartarak öne çıkarıyor. Irak fiilen Sünniler, Şiiler ve Kürtler olmak üzere üçe bölünmüş durumda. IŞİD’in varlığı İran’ın hem Irak’ta hem de Suriye’de nüfuzunu daha da arttırdı. Haliyle, 2003’te Irak’ı işgal eden ABD’nin bölgedeki çıkarlarının tersine, İran’ın Irak’taki etkisi giderek arttı.
Ortadoğu’nun iki bölgesel gücü Türkiye ve İran, gerek Suriye gerekse Irak üzerinden karşı karşıya geliyorlar. Musul hamlesinin krize dönüşmesinde bunun da önemli bir payı var. Nitekim Musul’a asker takviyesine Tahran’dan da sert açıklamalar geldi. Hatta Cuma hutbelerinde bile Türkiye’nin bölge güvenliğine aykırı hareketler içerisinde olduğu söylendi. İran, Irak’taki nüfuzunu koruyabilmek için askeri/siyasi araçları olabildiğince kullanmaya çalışıyor. Suriye ve Irak’ta doğrudan İranlı generaller tarafından yönetilen birlikler var. Hem Türkiye hem de İran mezhepçi politikalar temelinde Irak’taki nüfuzunu arttırmak istiyor. AKP ve Erdoğan, ezici çoğunluğunu Şiilerin oluşturduğu Haşd El Şabi güçlerinin Sünnilere uyguladığı baskıları öne çıkartarak “Peki Sünnilere ne olacak? Orada Sünni Araplar, Sünni Türkmenler ve Sünni Kürtler var. Onların güvenliği ne olacak? Onların da kendilerini güvende hissetmeleri gerekiyor. Burada atılan adımların hepsi buna yöneliktir” diyebilmektedir. Sözümona Türkiye de Sünnilerin güvenliğini sağlamak adına Haşd el Vatani güçlerine eğitim vermektedir.
Petrol yatakları bakımından Irak’ın önemli kentlerinden biri olan Musul bir yılı aşkın bir süredir IŞİD’in kontrolünde. Musul’u ele geçiren IŞİD Irak’ta İslam devleti ilan etmişti. Musul’un IŞİD’den kurtarılması için yakın zamanda bir operasyon başlatılacağından söz ediliyor. Musul’un nasıl ve kimler tarafından “kurtarılacağı” sadece Musul’un geleceğini değil, Irak’ın geleceğini de önemli bir biçimde etkileyecek. Küresel ve bölgesel güçler de kendi nüfuzlarında bir Irak için pozisyon alıyor, siyasi ve askeri adımlar atıyorlar. Türkiye’nin Musul çevresindeki askeri kuvvetlerini arttırmak istemesinin önemli sebeplerinden birisi budur. Şii milisler tarafından ele geçirilecek bir Musul’da İran’ın Türkiye’ye göre söz hakkının daha fazla olacağını düşünen Türkiye mevzi tutmaya çalışıyor. ABD de, Türkiye de sözde Sünnileri güvence altına almak adına, Musul gibi IŞİD’in elinde olan bölgelerin kurtarılması için yapılacak operasyonlarda Şii milislerin yer almamasını istiyor. Gerek ABD’nin Ortadoğu politikaları, gerekse Türkiye’nin bölgenin hamisi olmak için izlediği mezhepçi politikaya baktığımızda, bunun tam bir ikiyüzlülük olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Bölgesel güçler ve küresel güçler için asıl önemli olan Musul kurtarıldıktan sonra ne olacağı, fiilen üçe bölünmüş olan Irak’ın resmen bölünüp bölünmeyeceği ve nüfuz alanlarının nasıl oluşacağıdır.
Türkiye’nin Musul ve Kerkük’e olan ilgisi çok eskiye dayanıyor. Lozan Antlaşması sonucunda Irak sınırlarının içinde kalan Musul ve Kerkük’te Türkiye kendisini her zaman hak sahibi olarak gördü. Demirel döneminden Özal iktidarına kadar Musul ve Kerkük’ün Türk toprakları olması bütün hükümetlerin hayallerini süsledi. Hatta Körfez Savaşına Türkiye’nin dâhil olmasının bir sebebi de buydu. AKP iktidarı ise emperyal politikalarıyla sadece Irak’ta değil, başta Ortadoğu olmak üzere geçmişte Osmanlı İmparatorluğu’nun sınırları içerisinde yer alan tüm bölgelerde giriştiği işlerle bu konuda açık ara önde. Bugüne kadarki hükümetler nispeten temkinli adımlar atarken, Erdoğan ve ekibi ise boyundan büyük işlere kalkışıyor. Maceracı bir zihniyetin hâkimiyetindeki Türkiye, emperyalist güçlere yeri geldiğinde kendince kafa tutmakta veya emperyalist güçlerin politikalarına aykırı adımlar atabilmektedir:
“Alt-emperyalist bir ülkenin emperyalist ülkelere bağımlılığında, henüz bu düzeye ulaşmamış kapitalist ülkelere kıyasla belirli ölçüde bir gevşemenin gerçekleştiği açıktır. Artık bir bölge gücü düzeyine yükselen kapitalist ülkeler, kendi çıkarları doğrultusunda daha bir bağımsız davranabilmek için gerektiğinde büyük güçlere kafa tutabilmektedirler. Büyük emperyalist güçlerle ilişkilerinin biçimi ve niteliği zamanla kendileri lehine bir değişim kaydetmektedir. Örneğin, bir zamanlar bölgelerinde büyük güçlerin basit bir jandarması rolünü üstlenirlerken, artık büyük güçlerle birlikte hareket etmeyi kendi yayılmacı iştahlarını tatmin için arzulamaktadırlar.” (Elif Çağlı, Alt-Emperyalizm Üzerine: Bölgesel Güç Türkiye, Temmuz 2009)
Türkiye ve Kürtler
Türkiye’nin emperyal emellerinin önündeki en büyük engellerden biri Kürt sorunu. Musul hamlesinin, Irak Kürdistanı benzeri bir yapıyı Suriye’de kurma yolunda ilerleyen Kürtlerin durumuyla da ilgisi var. Esad’ın AKP’nin umduğu gibi kısa bir sürede iktidardan düşmemesinin ve Suriye’de yaşanan iç savaşın en olumsuz sonuçlarından biri Rojava Kürtlerinin kanton ilanları oldu AKP iktidarı için. IŞİD’e karşı savaşan en etkili gücün YPG olmasıyla birlikte Batı nezdinde Kürtlerin sempati ve güven kazanması, Türkiye egemenlerinin genlerine işlemiş olan Kürt düşmanlığını depreştirdi. Tarihsel olarak belki de en avantajlı dönemini yaşayan Kürt halkının Rojava’daki partisi olan PYD, hem Batılı emperyalist güçlerin, hem de Rusya’nın desteğini toplarken, Türkiye’nin öfkesini çekiyor. Kasım ayında YPG ve HPG güçlerinin verdiği destekle Şengal’in kurtarılması da, Türkiye’nin Güney Kürdistan’daki askeri hareketliliğini arttırmasında rol oynamıştır. Musul’a asker çıkartması yapan Türkiye, böylece, YPG ve PKK’ye gözdağı vermek istemiştir. Öte yandan TC’nin egemenleri, Irak Kürdistanı ile Suriye Kürdistanı arasındaki bağlantı noktası olan Musul civarına asker yığıp bir tampon oluşturarak ileride bu iki bölgenin birleşmesi olasılığına karşı da önlem almak istemektedirler.
PKK ve PYD’ye düşmanlığını her fırsatta dile getiren Türkiye, Güney Kürdistan’da iktidarda bulunan KDP ile sıcak ilişkiler geliştiriyor. Musul krizinde Türkiye’ye açık destek verenlerden biri Musul’un eski valisi Nuceyfi iken, bir diğeri Barzani olmuştur. Meselenin büyütülmemesi gerektiğini ifade eden Barzani, kriz patlak verdikten birkaç gün sonra Ankara’ya geldi. Geçmişte bin bir türlü hakarete maruz kalan Barzani, bugün Erdoğan’ın Ortadoğu’daki en önemli müttefiklerinden birisi olarak en üst düzeyde ağırlandı. PKK/PYD, hem Erdoğan tarafından hem de Barzani tarafından büyük tehdit olarak görülüyor. IŞİD’e karşı mücadelede peşmergenin yetersiz kalması ve PKK’nin sahaya inerek Kürt halkını koruması, Güney’de dahi PKK’nin prestijini arttırmış durumda. Hatta Barzani cenahından yapılan açıklamaya göre şu anda 515 köy PKK’nin elinde. PKK’ye karşı mücadele Barzani ve Erdoğan’ı aynı çizgide buluşturuyor.
Barzani’nin görev süresi Ağustos ayında sona erdi fakat başkanlık koltuğunu gasp eden Barzani seçimleri belirsiz bir tarihe erteledi. Yani tıpkı Erdoğan gibi, Barzani de fiili bir darbe yapmış durumda. Seçimlerin belirsiz bir tarihe ertelenmesi, KDP’nin desteğinin azalmış olmasının bir sonucu olarak değerlendirilebilir. Erdoğan, PKK/PYD’ye karşı Barzani’yi kullanırken, Barzani de Türkiye ve Suudi Arabistan’dan medet ummaktadır.
Küresel ve bölgesel güçler ittifaklarla, sürtüşmelerle, çatışmalarla Ortadoğu’da nüfuz alanlarını genişletmeye çalışıyorlar. Türkiye de bu paylaşım savaşının taraflarından birisidir ve bu savaştan daha büyük pay kapmak için her türlü çılgınlığı yapabilecek durumdadır.
“Bugün yaşanan süreç, kapitalizmin dünya çapında gelişmekte olan genel krizi ortamında, büyük güçler arasındaki hegemonya ve paylaşım savaşıdır. Emperyalist piramidin daha alt basamaklarında bulunan ve bu anlamda alt-emperyalist bir güç olan Türkiye kapitalizmi de bu savaşa dâhil olmuştur ve etki alanını genişletmeye çalışmaktadır. Bu bakımdan onun önceliği, liberal aydınların sandığı gibi demokrasiyi geliştirmek vb. değil, kendi nüfuz alanını genişletmektir. Bu süreçte Türkiye’nin kuracağı ittifaklar ve katılacağı bloklar da bu paylaşım savaşının seyrine göre değişiklik gösterecektir elbette.” (Mehmet Sinan, Ulus-Devletten Emperyalistleşen Ulus-Devlete ve AKP, 27 Kasım 2012)
Bugün tam da bu doğrultuda, AKP’nin ideolojik merkezlerinde Türkiye’nin (AKP’nin) politikalarının sorgulanmaması gerektiği, Türkiye’nin var olma savaşı verdiği tezi işleniyor. Emekçi kitleler iktidarın yayılmacı politikalarının arkasına yedeklenmeye çalışılıyor. Emperyalist paylaşım savaşının tozu dumanı arasında emekçilerin gerçek çözümün nereden geçtiğini görmeleri engellenmek isteniyor. Bu gerçekler karşısında, işçi sınıfının örgütlü mücadelesi yükseltilmezse bölgede tansiyonun giderek artacağı ve savaşın kızıştıkça kızışacağı açıktır.
http://marksist.net/suphi-koray/turkiyenin-musul-hamlesi.htm
Emperyalist Maceracılığı Meşrulaştırma Çabaları
Utku Kızılok
Ortadoğu’da ve özellikle de Suriye’de yoğunlaşmış biçimde devam eden emperyalist savaşta önemli bir dönemece gelinmiş durumda. Türkiye’nin bir Rus savaş uçağını düşürmesiyle birlikte Ortadoğu’daki emperyalist kapışmanın seviyesi oldukça yükselmiş bulunuyor. Ekonomik-siyasi yaptırımlarla Türkiye’ye karşılık veren ve Suriye özelinde onu sıkıştıran Rusya, öte taraftan da Akdeniz’e ve Suriye’ye daha fazla savaş gemisi ve savaş uçağı yığınağı yapmaktadır. Türkiye ile Rusya ihtilafı başladıktan hemen sonra, ABD emperyalizminin kontrolündeki NATO da savaş gemileriyle Akdeniz’de sahne aldı. İngiltere ve Almanya gibi ülkeler, “IŞİD’le mücadele” bahanesiyle parlamentodan tezkere çıkartarak savaşa katılacaklarını açıkladılar. Tüm bunlar olurken, geçtiğimiz günlerde Türkiye, Musul yakınlarına yüzlerce asker ve 25 tanktan oluşan bir savaş gücü gönderdi. Topraklarının işgal edildiğini, Türkiye’nin askeri gücünü derhal geri çekmesi gerektiğini, aksi halde gerekeni yapacağını açıklayan Irak merkezi hükümetiyle Türkiye arasında tırmanan gerilim hâlâ devam ediyor.
Tüm bunların anlamı şudur: Ortadoğu’daki emperyalist savaş kritik bir eşiğe gelirken, paylaşım masasına güçlü bir şekilde oturmak isteyen emperyalist-kapitalist güçler mevzi tutmaya çalışıyorlar. Önümüzdeki dönemde Suriye’nin nasıl şekilleneceği, hiç kuşkusuz Ortadoğu’daki emperyalist paylaşımın genel seyrine bağlı olacaktır. Lakin şu hususu da hesaba katmak lazım: Bugün Irak, Suriye ve Yemen gibi ülkelerde çeşitli güçler üzerinden dolaylı olarak kozlarını paylaşan emperyalist-kapitalist devletler, hiç beklenmedik anda doğrudan karşı karşıya gelebilirler. Bu hiç de zayıf bir ihtimal değildir. Aslında Ortadoğu’da sürüp giden emperyalist savaşın genel eğilimi bu yöndedir. Akdeniz’e bu denli yoğun bir savaş yığınağının yapılması tesadüf değildir. Emperyalist savaşın dinamikleri bunu zorunlu kılmaktadır. Dolayısıyla çok daha yıkıcı bir düzeye sıçrayacak ve daha da genişleyecek bir emperyalist savaş süreciyle karşı karşıyayız.
Savaş giderek karmaşık bir hal alıp yoğunlaşırken, Rus savaş uçağını düşüren ve Musul’a asker yığmaya kalkan Türkiye, ne pahasına olursa olsun Ortadoğu’daki savaşa çok daha aktif bir şekilde katılmak istiyor. Daha da önemlisi, Ortadoğu’nun en önemli gücü, paylaşım sofrasının ana belirleyenlerinden biri olmayı hayal ediyor. Egemenler, ülkeyi her geçen gün savaşın ortasına çekecek adımlar atarken, ne yazık ki geniş emekçi kitleler durumun ciddiyetinin farkına varmış değiller. Örgütsüz ve bilinçsiz kitleler henüz savaşın korkunç bir yıkım anlamına geldiğini kavrayamıyor, egemenlerin ideolojik yönlendirmesi altında savaşa “evet” deme noktasına itiliyorlar. AKP’nin emperyalist siyasetinin ideologları, Türkiye burjuvazisinin emperyalist heveslerini kitlelerin bilincinde meşrulaştırmak için bilhassa onların korkularını kamçılamaktan geri durmuyorlar.
Meselâ AKP’nin emperyalist siyasetinin açık sözlü ideologlarından Yeni Şafak genel yayın yönetmeni İbrahim Karagül, sürekli bir şekilde bu korkuları depreştirmek için kalem oynatıyor. Bir taraftan Türkiye’nin emperyalist emellerini Osmanlı coğrafyasını kapsayacak şekilde ortaya koyan Karagül, öte taraftan bu siyaseti haklı çıkartmak için korkuları körüklüyor: “Bu aşamadan sonra Türkiye’yi sadece Anadolu sınırlarına hapsetmek mümkün değildir. 20. yüzyıl Türkiye’si bizim için bir gelecek güvencesi vermemektedir. Kızıldeniz’de ne varsa, Basra Körfezi’nde ne varsa, Doğu Akdeniz nasıl bir hükümranlık alanıysa doğrudan bizimle ilgilidir. Kafkaslardan elimizi çektiğimiz an, Balkanlardan uzaklaştığımız an, Irak’tan Suriye’ye uzanan yeni harita çalışmalarını uzaktan seyrettiğimiz an elimizde Anadolu bile kalmayacaktır. Suriye sınırı boyunca oluşturulan yeni cepheyi sınırlarımızın sıfır noktasında karşılamayı seçtiğimiz an, bu cephe Anadolu içlerine, şehirlerimize, köylerimize gelecektir. Biz biliyoruz ki, Anadolu’nun savunması Saraybosna’dan, Bakü’den, Şam’dan, Bağdat’tan başlar. Dahası Kızıldeniz’den, Hazar’dan, Süveyş’ten başlar. Bizim jeopolitik hafızamız bize bunu söyler.”[1]
Bu emperyalist ideolog, birçok hususu özellikle vurgulu yazmakta, öne çıkartmaktadır. Dikkat edileceği üzere, güdülen emperyalist siyaseti meşrulaştırmak için keskin bir ikilem konmaktadır: Ya Türkiye geniş bir alanda egemenlik ve paylaşım için siyaset yürütecek, gerektiğinde bu uğurda savaşa girmekten çekinmeyecek ya da Anadolu elden gidecek! Örgütsüz kitlelerin bu savları sorgulaması ve gerçekleri açığa çıkartarak tutum alması elbette mümkün değildir. Kitleler açısından yaşadıkları toprakların parçalanması, evsiz barksız kalıp sonu gelmeyecek bir yıkımın içine sürüklenmeleri anlamına gelmektedir. Bu durum, Osmanlı’nın dağılması sonrasında Anadolu topraklarına sığınan kitlelerin tarihsel hafızasında hâlâ canlıdır. Zaten AKP ve burjuva ideologlar özellikle geçmişe dayanan bu korkuları kaşımakta, bunu yaparken Osmanlı hayallerini de propaganda etmektedirler.
Baksanıza AKP’nin ideologu haritalar çizmekte ve paylaşım savaşından nereleri kapmak istediklerini daha şimdiden yazmaktan imtina etmemektedir: “Son bir şeye dikkat çekeyim: Musul-Halep çizgisi Türkiye’nin geleceğini koruma çizgisidir. Bu çizgi savaş sebebidir. Bu kuşak hiçbir şekilde bölgede bir başka ülkenin inisiyatifine terk edilmeyecektir. Biz kendimizi bu çizgi üzerinden savunamazsak, işgal Anadolu’nun içlerine kadar ilerleyecektir. Biz kendi haritamızı şekillendiremezsek, bir bölge haritası çizemezsek onlar bütün bölgenin haritasını değiştirecekleri gibi Anadolu için de yeni bir harita çizeceklerdir. Öyleyse biz de bu haritayı Musul-Halep arasında çizeriz.” Bu satırlarda yer alan “Anadolu elden gider” vurgusu gerçekten de işin bahanesidir. Gerçek, bir zamanlar Osmanlı egemenliği altında kalan, petrol ve enerji yatakları açısından son derece zengin olan topraklara el koyma arzusudur.[2]
AKP’nin emperyalist ideologları, Türkiye’nin bu emperyalist siyasetine ideolojik kılıflar bulmaya çalışırken, Türkiye’yi; kendi topraklarını, çevresini ve bilhassa da İslamı savunan “mazlum” konumuna oturtuyorlar. Bunlara bakacak olursak Türkiye sütten çıkmış ak kaşık! Karagül gibileri, karşıtlıklar üzerinden hedef düşman yaratırken, özellikle de bunu Şii-Sünni ekseni üzerine oturtmayı ihmal etmiyorlar. Karagül, tüm yazılarında dönüp dönüp İran’ı hedef almakta ve öyle ki Rus emperyalizmini bile Şii ve “şeytan” İran’ın oyuncağı konumuna indirgemektedir. Peşpeşe kaleme aldığı yazılarında, İran’ın “İslamî İran” olmak yerine emperyal İran olmayı, geleneksel Fars haritasının dışına taşmayı seçtiğini yazıyor: “Moskova ve Tahran Suriye üzerinden Türkiye’yi vurmaktadır. Terörle mücadele gerekçesiyle başlatılan işgal harekâtı doğrudan Türkiye’nin çıkar alanlarına yöneltilmiştir.”[3] Ya da “işin esası, Suriye’de verilen savaş şu an itibariyle bile bölgeseldir. Durdurulamazsa, kontrol altına alınamazsa, İran’ın zaferiyle sonuçlanırsa bir sonraki cephe Basra Körfezi’nde açılacak, bir iki yıla kadar bölgeye müdahaleler başlayacak, bu müdahale de İran ordusunun doğrudan S. Arabistan’a yönelmesine yol açacaktır.”[4]
Öncelikle şu hususun altını kalınca çizmek gerekiyor: Bugün Ortadoğu’da yoğunlaşmış emperyalist dünya savaşının bölgedeki önemli aktörlerinden biri hiç kuşkusuz İran’dır. İran’ın aynı Türkiye gibi Ortadoğu’da emperyalist arzularını hayata geçirmek istediği ve bu temelde Şiiliği kullandığı bir gerçektir. Ancak Türkiye bu emperyalist kapışmanın dışında değildir. O, bu emperyalist kapışmanın ana aktörlerinden biri olmak için yanıp tutuşmaktadır. “Savaşa dâhil olmazsak Anadolu elden gidecek” diyerek dehşet senaryoları çizenler, Şii karşıtlığı temelinde İran’ı hedef gösterenler, tüm kötülüklerin kaynağı olarak diğer emperyalist güçleri sunanlar, kendi emellerinin ve suçlarının, kitleleri sürüklemek istedikleri maceranın üzerini kapatmak istemektedirler.
Bugün Ortadoğu’da emperyalist savaşın derinleşmesinde ve bilhassa Suriye’nin tam anlamıyla bir yıkıma sürüklenmesinde Türkiye egemenlerinin rolü çok büyüktür ve bunun unutturulmasına izin verilemez. Elbette emperyalist savaş, kapitalizmin içine yuvarlandığı derin tarihsel krizden kaynaklanmaktadır. Krizini aşmak ve sorgulanan emperyalist hegemonik gücünü yeniden tesis etmek üzere Ortadoğu’daki emperyalist savaşı başlatan ABD emperyalizmidir. Lakin emperyalist savaşın Ortadoğu’da yoğunlaşmasından sonra Türkiye burjuvazisi bu savaşın bir parçası olmak için can atmıştır. Türkiye egemenlerinin, özellikle Özal’dan bu yana Musul ve Kerkük petrollerine el koymak için nasıl da fırsat aradığı malûmdur. ABD 2003 yılında İkinci Körfez Savaşını başlattığında, o dönem yeni iktidara gelen Erdoğan liderliğindeki AKP, ABD’nin yanında, bilhassa Güney Kürdistan’dan savaşa dâhil olmak ve Türkiye egemenlerinin tarihsel emellerini hayata geçirmek için mücadele vermişti. Bu fırsat kaçınca, Türkiye, bu kez ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi’nin yürütücüsü rolüne soyunmuştu. Paylaşımdan iri bir lokma kapmak ve uluslararası siyasi dengelerin şekillendirilmesinde söz sahibi olmak isteyen Türkiye egemenleri, Afrika’dan Kafkasya’ya emperyalist emellerini gerçeğe dönüştürmek için, aynı diğer emperyalist-kapitalist güçler gibi saldırgan ve kirli bir politika yürütüyorlar.
AKP sözcüleri ve ideologları, Türkiye’nin Osmanlı geçmişini ve Sünni mezhebini emperyalist hevesleri doğrultusunda bir kaldıraca, bir fırsata çevirmek istemektedirler. Bu noktada Karagül’ün sözleri meseleye açıklık kazandırıyor: “İşte bu yüzden, her ülke, imparatorluk dosyalarını tozlu raflardan indirmek, kendi haritasına dönmek zorunda. Dikkat ederseniz, Rusya aynısını yapıyor, İran aynısını yapıyor… Türkiye de aynısını yapıyor. Yapmak zorunda, yapacaktır da.”[5]
Dikkat edileceği üzere AKP’nin ideologları, emperyalist amaçlarını hep başka devletlerin yaptıkları üzerinden meşrulaştırmaya çalışıyorlar. Elbette bunu yaparken, tarihsel olguları da çarpıtmaktan geri durmuyorlar. Rusya’nın bir imparatorluk geçmişi olduğu ve birinci emperyalist savaşa dünyayı paylaşmak için katıldığı doğrudur. Ancak bir imparatorluk geçmişi olan İran, Rusya ve Osmanlı gibi emperyalist savaşa dâhil değildi. AKP ideologlarının İran’ı bu kadar öne çıkartıp hedefe koymalarının nedeni, aslında Türkiye’nin Ortadoğu’da İran’ı ana rakip olarak görmesidir. Bu nedenle Türkiye egemenleri, uzun bir süredir İran karşısında belirleyici bir güç olmak için politika geliştiriyorlar. Meselâ Erdoğan’ın 2009’da İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Perez’e “one minute” çıkışı yaparak İsrail’e ders vermesi ve Arap kitlelerinin duygularının okşanmasının bir amacı da buydu. Böylece Filistin davasına sahip çıkar görünerek Ortadoğu halklarının sempatisi kazanılacak ve özellikle Şii İran’ın anti-İsrail politikasıyla Ortadoğu ve Filistin halkı nezdinde kazandığı itibar onun elinden alınmış olunacaktı. Yani Ortadoğu’da kendisine alan açmak isteyen AKP liderliğindeki Türkiye, daha en başından itibaren Sünni eksene dayalı bir politikanın temellerini döşemek için harekete geçmiştir. “Arap Baharı”yla Müslüman Kardeşler’in Mısır’da iktidara gelmesiyle bu politika çok daha özgüvenle sürdürülmüştür. Daha sonra Müslüman Kardeşler’in iktidardan düşürülmesine ve bu noktada Suudi Arabistan’ın önemli bir rol oynamasına rağmen, AKP bu politikasından vazgeçmiş değildir. Nitekim önce Sünni cephenin Yemen’e savaş açmasını destekleyen Türkiye, birkaç gün önce de Suudi Arabistan öncülüğündeki Sünni savaş ittifakına katılmıştır.
Ancak AKP egemenleri umduklarını bulamadıkları gibi, izledikleri siyaset onları Ortadoğu’da bir çıkmaza sürüklemektedir. İşte bu nedenle, bir taraftan hiç beklenmedik ve maceracı hamleler yaparak kendilerine alan açmaya dönük bir politika izlerken, öte taraftan da “İslam âleminin koruyucusu” pozları kesmektedirler. Nitekim Türkiye’nin emperyalist heveslerine meşruiyet sağlamak isterken, meselenin bu boyutu özellikle öne çıkartılıyor. Meselâ Suudi Arabistan ve Kâbe’nin İran’ın tehdidi altında olduğunu söyleyen Karagül, Sünni-Şii düşmanlığını körüklerken, hem içeride hem de dışarıda Sünni kitleleri korkutmak istiyor. Peki, Kâbe’yi kim koruyacak? Elbette Türkiye! Karagül şöyle yazıyor: “Artık açık konuşma zamanı. Zor da gelse, rahatsız edici de olsa, gerçek cümlelerle tartışma zamanı. Türkiye’nin bugün, bütün riskleri göğüsleyerek, durduğu nokta, Kabe’yi savunma noktasıdır. Kabe’nin koruyucusu Allah’tır. Kim bilir, belki bu Türkiye’nin eliyle olacaktır!”[6]
Karagül gibileri, bir taraftan dehşet senaryoları çizip kitlelerin bilincini felçleştirmek isterken, öte taraftan da Türkiye’ye tarihsel misyonlar biçiyorlar. Bu uğurda böbürlendikçe böbürleniyorlar. Türkiye’nin emperyalist emellerini meşrulaştırmak için önce mezhepçi bir anlayışla Şii İran hedefe konuyor, şeytanlaştırılıyor ve arkasından Osmanlı’nın mirasçısı Türkiye Müslüman dünyanın tek temsilcisi ve ümmetin kurtarıcısı olarak sunuluyor. Zaten baksanıza, bu görevi de Türkiye’ye Allah vermiş!
Türkiye’nin zaten savaşın içinde olduğunu belirten Karagül, Osmanlı’nın son dönemiyle Türkiye’nin yüz yıl sonra benzeri konumda olduğunu söylüyor. Böylece kitlelerin bilincinde bunun bir “ölüm-kalım sorunu” olduğu düşüncesi hâkim kılınmak isteniyor: “Süveyş Kanalı’ndan Afganistan’a kadar neredeyse bütün dünyaya direnmeye çalışan Osmanlı’nın son nesli ile aramızdaki zaman nasıl da bir anda kapandı, bunca yıl nasıl da bu kadar kısa zamanda ortadan kalktı, ellerimiz nasıl da onların eliyle birleşti.” Bunları yazan Karagül, lafı, Ermeni kırımının örgütlenmesi rolünü üstlenmiş İttihat Terakki’nin Teşkilat-ı Mahsusa’sına getiriyor: “O Teşkilat-ı Mahsusa’nın, bir çöküş dönemini durdurmaya çalışan yürekli insanlarının kendi aralarında yaptıkları konuşmalarla, bölge ve dünya değerlendirmeleriyle bugün bizim konuşmalarımızın, değerlendirmelerimizin nasıl da aynı cümlelerden oluştuğunu görmüyor musunuz?”[7]
Yüz yıl sonra gerçekten de ilginç bir kesişme ve benzerlik söz konusudur. İttihat Terakki ile AKP farklı ideolojik temel ve anlayışlara sahipmiş gibi görünüyorlardı, fakat işin aslında milliyetçi-devletçi anlayışları aynı. Ayrıca, emperyalist hevesleri, tutkuları, körlükleri; emperyalist maceracılığı meşrulaştırmak için başvurdukları “İslam ümmetini kurtarma ya da çöküş” senaryoları da aynı! Daha önce İttihat Terakki ile AKP’nin benzerliklerine dikkat çekerken şöyle yazmıştık:
“Bugün AKP’nin Türkiye’nin emperyalist ideolojisinin merkezine oturttuğu İslam söylemi ve aslında Türk-İslam sentezi, İttihat Terakki’nin Birinci Dünya Savaşı boyunca tüm Müslümanları ve aynı zamanda Orta Asya’daki Türkleri kendi yanına çekmek amacıyla savunduğu ideolojinin kardeşidir. AKP, emperyalist ideolojisine güçlü tarihi bir arka plan oluşturmak amacıyla Osmanlı’ya dönmekte ve Osmanlı’nın mirasına sahip çıkmakta, yani İttihat Terakki’nin bıraktığı yerden başlamaktadır. Elbette son dönemindeki Osmanlı ile bugünkü Türkiye tümüyle farklı koşullara ve gelişmişlik düzeylerine sahip ülkelerdir, fakat heveslerle gerçekliğin örtüşmemesi ortaktır. Türkiye, alt-emperyalist bir düzeye yükselmiş bulunmaktadır ve AKP yönetimi hızlı bir şekilde emperyalist basamakların üst sıralarına tırmanmayı hayal etmektedir. Bu temelde, Türkiye burjuvazisinin gücüyle örtüşmeyen son derece maceracı bir emperyalist siyaset izlenmektedir. Hülasa-i kelâm, onun hadsiz emperyalist heveslerine denk düşen bir gerçeklik yoktur.”[8]
Erdoğan ve Davutoğlu ile İttihat Terakki’nin liderleri Talat ve Enver Paşalar arasındaki benzerlik de dikkat çekicidir. Bunların kurdukları iktidar biçimi, kişilikleri, hevesleri, hırsları, körlükleri ve maceracı yönleri birçok açıdan benzemektedir. Birinci Dünya Savaşına Almanya’nın yanında katılmak için can atan İttihat Terakki’nin paşaları, emperyal heveslerini ve yürüyen paylaşım savaşını, cihat adı altında kutsallaştırmak ve geniş kitlelere bu şekilde benimsetmek istemişlerdi. Meselâ halifeliği de elinde bulunduran Osmanlı, Müslüman coğrafyasına cihat çağrısı yapmış, bu kapsamda Teşkilat-ı Mahsusa ajanları Hindistan, Afganistan, Bulgaristan ve Orta Asya’ya gönderilerek buralardaki Müslüman ve Türk halklar cihada çağırılmıştı. Enver ve Talatların amacı, esaret altında tuttukları uyanış halindeki ulusları bastırmak, çöküşü durdurmak ve topraklarını kaybetmemek, daha da önemlisi Mısır’ı ve Orta Asya’yı (Turan) fethederek İslam coğrafyasının önemli bir bölümünde egemenlik kurmak ve eski gücüne geri dönmekti. İttihat Terakki, kendi emperyal heveslerini hayata geçirmek amacıyla Osmanlı’nın savaşını, aynı zamanda mazlumların kurtarılması olarak da sunuyordu.
Bu maceracı politika, milyonlarca insanın ölmesi ve Osmanlı’nın dağılmasıyla sonuçlandı. AKP’nin ya da Erdoğan ve Davutoğlu ikilisinin amacı Türkiye’nin, en üst basamaktaki emperyalist ülkelerle aynı paylaşım sofrasına oturması, tabiri caizse emperyalist-kapitalist dünyanın Osmanlısı olmasıdır. Bu maceracı emperyalist siyaset, Türkiye’yi Ortadoğu’daki savaşın bir parçası haline getirmiş ve içeride kanlı sonuçlar yaratmaya başlamıştır. Ortadoğu’daki Kürt uyanışına duydukları tepkinin etkisiyle Kürt halkının özgürlük talebine kulak tıkanması ve tankla topla Kürt kentlerine girilerek halkın dize getirilmek istenmesi bu gerçekliğin ifadesidir. Şurası açık ki Erdoğan-Davutoğlu yönetimindeki AKP iktidarının Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olması ve bu maceranın yüz binlerce ve hatta milyonlarca emekçinin canına mal olması son derece yüksek bir olasılıktır. Türkiye’nin işçi-emekçi kitleleri bu emperyalist siyasete karşı çıkmayıp pasif ya da aktif destek verirlerse, Ortadoğu’da yoğunlaşan emperyalist savaşın kurbanı olmaktan kurtulamayacaklar!
[1] Yeni Şafak, 9 Aralık 2015
[2] Yeni Şafak, 16 Aralık 2015
[3] Yeni Şafak, 30 Kasım 2015
[4] Yeni Şafak, 3 Aralık 2015
[5] Yeni Şafak, 9 Aralık 2015
[6] Yeni Şafak, 9 Aralık 2015
[7] Yeni Şafak, 11 Aralık 2015
[8] Utku Kızılok, AKP ve İttihat Terakki’nin Ortak Hevesleri, MT, Kasım 2014
http://marksist.net/utku-kizilok/emperyalist-maceraciligi-mesrulastirma-cabalari.htm
http://www.suriyegercekleri.com/2015/12/20/simon-bagdasarov-basika-askeri-ussune-isidin-roketli-saldirisi-turkiyenin-plani-idi/
Dış siyaset yapımı, Yeni-Osmanlıcılık ve realpolitik
M. ŞÜKRÜ HANİOĞLU
Türkiye’nin yeniden şekillenme süreci içindeki Ortadoğu’ya yönelik siyaset üretiminin “Yeni Osmanlılık” suçlamaları çerçevesinde eleştirilmesi anlamlı değildir
İki kutuplu dengenin sona ermesi global düzeyde bir Pandora kutusu açılması etkisi yaratmıştır. Soğuk Savaş döneminin “dehşet dengesi” nedeniyle derin dondurucuya kaldırılan pek çok bölgesel sorun buradan çıkarılmış, Doğu Avrupa, Kafkasya ve Orta Asya başta olmak üzere pek çok coğrafyada haritalar değişmiştir.
Bu global nitelikli gelişmenin, yukarıdan dayatılan ve zorlamayla sürdürülen bir düzenin hükümrân olduğu Ortadoğu’da da kapsamlı bir kaosa neden olması şaşırtıcı değildir. Sahip olduğu doğal kaynaklar, stratejik konumu ve içerdiği kimliklerin katılığı, bu bölgede başlayan değişim süreci ve çatışmanın “lokal” ya da “bölgesel” ölçekte tutulmasını imkânsız kılmıştır.
Suriye’de merkezî hükûmet ile rejim muhalifleri arasında dört yıl önce başlayan çatışma bugün ABD’den Rusya’ya, İran’dan DAİŞ’e uzanan bir yelpazedeki güçleri içine almıştır. Çünkü yaşanan çatışmalar “yeni düzen” oluşturulmasının önemli parçalarıdır; değişim Suriye ve evvelce müdahale edilerek darmadağın edilen Irak ile sınırlı kalmayacaktır.
Türkiye ve Yeni Düzen
Bir bölüm seçkinin varsaydığının tersine Türkiye, Ortadoğu’nun da önemli parçalarından biridir. Dolayısıyla coğrafyasında yeni bir düzen oluşturulması sürecinin dışında kalma seçeneğine sahip bulunmamaktadır. Bunu dile getirmek, okuduğunu anlayamayan literatinin iddia ettiği gibi “Ortadoğu’daki çatışmalara fiilen dahil olalım” ya da “irredentist siyasetler izleyelim” demekle eşanlamlı değildir. Böylesi yaklaşımlar üç temel sorun içermektedir.
Bunlardan birincisi sürecin kapsamının kavranamamasıdır. Sorun zannedildiği gibi Suriye ve Irak ile sınırlı değildir. Bir coğrafyanın düzeni yeniden belirlenmektedir. Onun içinde yer alan herhangi ülkenin gelişmelere sırtını dönmesi mümkün değildir.
İkinci sorun ABD benzeri bir global gücün gerçekleştirmekte başarısız olduğu “bölgeyi kendi arzusuna göre yeniden düzenleme”yi Türkiye’nin asla yapamayacağı gibi anlamlı bir tespitten yola çıkarak bu alanda “ilgisiz kalma” siyasetinin meşrulaştırılmasıdır.
Türkiye’nin gücünün bölgeyi şekillendirmeye yetmeyeceği, bunun da ötesinde yeni düzenin “tek bir güç” tarafından tesis edilemeyeceği ortadadır. Ancak bu Türkiye’nin potansiyel tehdit olarak gördüğü gelişmeleri önlemeye çalışmasının anlamsız olduğu anlamına gelmez.
Üçüncü sorun Ortadoğu’ya yönelik dış siyaset üretiminin “Yeni Osmanlılık” ve “realpolitiki anlayamama” suçlamasına neden olmasıdır. Bunlar ise şüphesiz daha kapsamlı değerlendirmeleri hak etmektedir.
Yeni Osmanlılık
Türkiye’nin Soğuk Savaş sonrasında bağlı bulunduğu kutup üzerinden “yaptığı” dış siyaseti terk ederek değişen koşullarla uyumlu politika üretme “zorunda kalması” beraberinde “Yeni Osmanlılık” eleştirilerini getirmiştir.
Şüphesiz toplumumuzda duygusal yönü baskın bir “Osmanlı özlemi”ni dile getiren, geniş bir coğrafyanın yeniden İstanbul’dan yönetilmesinin mümkün olduğunu düşünen çevreler vardır.
Bunların önemli bir bölümünün Osmanlı kurumları, toplum düzeni, ekonomik yapısı ya da siyasetleri hakkında detaylı bilgi sahibi olmadığı, “Osmanlı”yı popüler kültür verileri ile varolan hamasî söylem üzerinden yeniden ürettiği doğrudur. Ancak buradan yola çıkarak coğrafyamızda olup bitenle ilgilenme ve onlara yönelik siyaset üretmenin “Yeni Osmanlılık” olarak yaftalanması ciddî bir hatadır.
Tekrar vurgulamak gerekirse “Osmanlı geçmişi”nin dış siyaset yapımında işlevselleştirilmesi son derece zordur. Coğrafyamızdaki “Osmanlı” algısının olumsuzluğu, onu kullanışlı bir araç olmak bir yana önemli bir “yük” haline getirebilmektedir. Bu “olumsuz algı”nın ne derece anlamlı olduğu tarihçilerin tartışma alanlarından birisidir.
Bu nedenle pratikte “Osmanlı mirâsı” üzerinden dış siyaset üretmek, ders programları ve popüler kültürler tarafından nesilden nesile aktarılan ciddî önyargılarla boğuşmak anlamına gelmektedir; bu da varsayıldığından çok daha zordur. Örneğin Arap dünyasının önemli bir bölümü ve istisnâlar dışında Balkan coğrafyasına “Türk askeri” gönderilmesi, zikrettiğimiz nedenlerden dolayı diğer ülke kuvvetlerinin sokulmasından daha zordur.
Ancak bu nedenle Türkiye’nin bir zamanlar İstanbul’dan yönetilmiş olan coğrafyaya yönelik dış siyaset üretmemesini, üretirse “Yeni Osmanlılık” yapmış olacağını varsaymak anlamsızdır. Bu zaviyeden bakılırsa Musul ve Hatay sorunlarına yaklaşımından dolayı Atatürk dönemi dış siyasetini de “Yeni Osmanlı”cı olarak yaftalamak gerekir ki, bunun tarihî gerçeklikle ne denli çeliştiği ortadadır.
Dolayısıyla yeniden şekillenen coğrafyamıza yönelik her türlü girişim ve siyasetin, duygusal “Osmanlı”yı ihyâ tezleri çerçevesinde eleştirilmesi, Türkiye’nin dış siyasetteki hareket alanını daraltan bir yaklaşımdır. Yeni komşularımızın kimler olacağı, hangi gelişmelerin uzun vâdede tehdit oluşturma ihtimâlinin yüksek olduğu, o bölgelerin bir dönem İstanbul’dan yönetilmiş olmasından bağımsız olarak ilgilenmemiz gereken bir konudur.
Realpolitik
Dış siyasette realpolitik yaklaşımının yararlarına itiraz kolay değildir. Ancak karmaşık ve çok aktörlü sorunlarda “realpolitik”in ne olduğunu kavrayabilmek kolay değildir. Bu nedenle bir konuda “realpolitik”in ne olduğunu genellikle uzun süre sonra “tarihçiler” kararlaştırmaktadır.
Karmaşık sorunlarda “realpolitik”in ne olduğu, gelişmelerin izleyeceği yol ve nihaî sonuçları kolaylıkla görülebilseydi hiçbir ülke dış siyaset yapımında hataya düşmezdi. Realist dış siyaset yapımının önemli kuramcılarından, ünlü tarihçi E. H. Carr’ın 1938 Münih Paktı’nı dünyayı kurtaracak bir uzlaşma olarak göklere çıkardığı, 1939 Sovyet-Alman Saldırmazlık Paktı’nı ise büyük bir realpolitik başarısı olarak gördüğü unutulmamalıdır.
Ortadoğu’nun yeniden şekillenmesi sürecinin karmaşıklığı, global ve bölgesel güçler ile yerel kimlik gruplarının çatışmaya dahil olmaları “realpolitik”in ne olduğunu anlamayı fazlasıyla güçleştirmektedir. “Yeni Ortadoğu”nun şekillenmesi sürecinde realpolitik temelli dış siyaset yapımı bu nedenle hiç de kolay olmadığı gibi durağan ve katı doktrinler değil sürekli değişimi gerektirmektedir.
Dolayısıyla temel sorun “Yeni Osmanlılık” yaklaşımı ve “realpolitik”in dayattığı “gereklilikler”e sırt çevrilmesi değil, hızla değişen seçenekler üzerine anlamlı ve toplumsal temsili haiz bir tartışmanın yapılamamasıdır. Bunun yapılabilmesi için ise doğal olarak “Arapların meseleleri bizi ilgilendirmez” ya da “Beşşar el-Esed rejiminin ‘barış’ı tesisine yardımcı olalım” sığlığını aşan yaklaşımlar üretilmesi gerekmektedir.
http://www.sabah.com.tr/yazarlar/hanioglu/2015/12/20/dis-siyaset-yapimi-yeni-osmanlicilik-ve-realpolitik
2 ocak 2016 iran-suudi arabistan gerilimi
ortadoğu’nun büyük çatırdamaya biraz daha yaklaştığının işareti olan gerilimdir.
suudi arabistan ile iran arasında gerçekleşen gerilim durumunu salt anlamda mezhep gerginliğine dayandırmak, meselenin tarihi sürecine dar bir bakış açısıyla bakmaktan farksızdır. sünni alemini kendi çıkarları için vekil bir unsur haline getirmiş abd ile şii dünyasını çıkarları doğrultusunda kendine eklemlendirmeye çalışan ve bu konuda önemli başarı sağlayan rusya arasındaki bölgesel rekabet, suudi arabistan ve iran arasında yaşanan gerilimde önemli bir paya sahiptir. meseleyi daha da hassas hale getiren durum ise söz konusu gerilimde iran ve suudi arabistan’ın da kendi vekil unsurlarına ve piyonlarına sahip olduğudur. her iki ülkede ortadoğu coğrafyasında varlık sürdüren gayri nizami ve de facto oluşumlar üzerinde kontrol sahibidir ve çatışmalarını aynı zamanda bu alt vekil unsurlar üzerinden yürütmektedir. dahası her iki ülkede mezhep hassasiyetine sahip büyük kitleleri yönlendirebilme kabiliyetine sahiptir.
küresel boyutta abd ve rusya arasında, bölgesel alanda da iran ve suudi arabistan arasında açığa çıkan sürtüşme katsayısı yükseldikçe, sunni ve şii orjinli örgütlenmelerin ve hatta kitlelerin de kızışma olasılığı vardır. bu durumda ortadoğu coğrafyasında ciddi bir kitlesel kırılma riski taşır.
bugünlerde yaşanan gelişmeler, 1970’lerin sonuna doğru yoğunlaşmış ve vekalet çatışmalarını en üst düzeye ulaştırmış soğuk savaşın ikinci tırmanma dönemine çok benzemekte. tek farkı içinde bulunduğumuz zaman diliminin kapsadığı dinamiklerin geçmişe oranla daha hassas ve karmaşık olması. bu da doğal olarak bölge coğrafyasının şartlarını ve olası çatışma halinin sonuçlarını daha hassas ve etkili hale getiriyor.
ortadoğu coğrafyasının ihtiyaç duyacağı son şey, iran ve suudi arabistan arasında ete kemiğe bürünmüş bir çatışma halidir ve bunun karşılığı bölge coğrafyası için tabir-i caizse cehennemdir. bu olasılığın gerçekleşmesi durumunda ortadoğu’da bundan olumsuz etkilenmeyen veya zarar görmeyen türkiye dahil hiçbir ülke ya da oluşum kalmayacaktır. türkiye’de adımlarını buna göre atmalıdır.
bu bölgenin insanlarının o dar bakış açıları genişlemedikçe ve bölge ülkeleri başkalarının piyonu ve operasyon malzemesi olmaktan sıkılmadıkça, ortadoğu’da yaşayan yüz milyonlarca insanın burnu pislikten kurtulmayacaktır.
ortadoğu’da taşlar yeniden yerinden oynuyor, bölge coğrafyası yeniden şekillendiriliyor ve paylaşım kavgaları bir kere daha kendini gösteriyor. filler tepişiyor, çimenler eziliyor. kaybeden yine geri kalmışlar ve aptallar oluyor.
http://eksisozluk.com/entry/57445809
Ürkütücü saflaşma
Suudi Arabistan’ın Şii din adamı Şeyh Nimr’i idamının ardından gerilim yükselmeye devam ediyor. Riyad’ın Tahran ile diplomatik ilişkilerini kesmesinin ardından Bahreyn ve Sudan da aynı kararı aldı. BAE ise Tahran ile diplomatik ilişki seviyesini düşürdü.
SUUDİ Arabistan’ın geçtiğimiz cumartesi aralarında ülkenin önde gelen Şii din adamlarından Şeyh Nimr Bakır el-Nimr’in de bulunduğu 47 kişiyi idam etmesinin yol açtığı gerilim giderek büyüyor. Başta ABD olmak üzere AB ülkeleri Suudi Arabistan’ı eleştirirken, Moskova, Tahran ile Riyad arasında arabulucu olabileceğini bildirdi. Suudi Arabistan’ın önceki gün İran’la diplomatik ilişkilerini kestiğini açıklayarak bu İranlı diplomatların 48 saat içinde ülkeyi terk etmesi talimatı vermesine dün Tahran’dan yanıt geldi. İran Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Hüseyin Cabir Ensari, “Suudi Arabistan sadece kendi çıkarlarını değil aynı zamanda kendi var oluşunu kriz ve ihtilafların peşinde koşma ile iç sorunlarını dışarıya ihraç ederek çözme girişimlerinde görüyor” dedi.
RİYAD’DAN SERT KARAR: Suudi Arabistan Dışişleri Bakanı Adil el-Cübeyr de dün, İran’la hava trafiğini askıya alacaklarını, ticari ilişkileri de durduracaklarını açıkladı. Cübeyr, İranlı hacıların ülkeye gelebileceğini belirtirken, Suudi Arabistan vatandaşlarının İran’a gitmesinin yasaklanacağını açıkladı. Bu arada Arap Birliği krizle ilgili acil toplanma kararı aldı. Suriye’deki muhalif örgüt Ceyş’ül İslam (İslam Ordusu), Suudi Arabistan’ın İran’la diplomatik ilişkileri kesmesini memnuniyetle karşıladığını açıkladı. Grubun lideri Zehran Alluş, Doğu Guta’da 26 Aralık’ta hava saldırısında öldürülmüştü.
DOMİNO ETKİSİ: Öte yandan krizi diplomasi sahnesinde yeni gelişmelere de yol açtı. İran’la ilişkileri kesen Suudi Arabistan’ı Bahreyn ve Sudan izledi. Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), İran yönetimi ile diplomatik temsil düzeyini maslahatgüzârlık seviyesine indirme ve ülkedeki İranlı diplomatların sayısını azaltma kararı aldı. Bu üç ülke de 15 Aralık’ta Riyad’da kurulduğu açıklanan ve Türkiye’nin de içinde bulunduğu “Teröre karşı İslam İttifakı” adlı oluşumun üyesi.
İKİ CAMİYE SALDIRI
Şii din adamının idamının ardından bölge diken üstünde. Suudi Arabistan’ın doğusundaki Katif kentinde devriye gezen polis aracına dün düzenlenen silahlı saldırıda bir sivil hayatını kaybetti, bir çocuk da yaralandı. Irak’ta ise iki Sünni camisine önceki gece eşzamanlı bombalı saldırı düzenlendi.
‘İran da Sünni din adamlarını idam etti’
Suudi Al Arabiya sitesinde yer alan bir habere göre uluslararası insan hakları gruplarına göre 2015’te İran binin üzerinde kişiyi idam etti. Bunlar arasında Sünni azınlığa mensup vaiz ve aktivistler de bulunuyor. Haberde Af Örgütü’nün (AI) İran’ın belli sayıda idam cezası infazını rapor ettiğini, gerçek sayının daha yüksek olabileceği ve 2015’te İran’da idam edilenlerin sayısının bini bulabileceğine dair açıklamasına yer verildi. Arabiya, A.A.’nın geçen ay 27 Sünni vaiz ve şeyhin idamına onay çıktığını bildirdiğini aktardı. BM Özel Raportörü Ahmed Shaheed’e göre İran’da 2014’te 753 kişinin idam cezasının infaz edildi.
http://www.hurriyet.com.tr/urkutucu-saflasma-40035705
Verda Özer
Sırp Lider Neden Çark Etti?
05.01.2016 Salı
“Türkiye’nin Rus uçağını düşürmesinin sebebi, Rusya ve NATO’yu savaşa sürüklemekti.
”Bu stratejik deha yansıtan sözler, geçtiğimiz hafta Sırbistan Cumhurbaşkanı Tomislav Nikoliç’in ağzından çıktı. Hem de Başbakan Davutoğlu’yla kendi evinde, Belgrad’da görüştükten hemen sonra.
Oysaki bir grup gazeteci Davutoğlu’yla Belgrad’da sohbet ettiğimizde, iki liderin görüşmelerinin son derece olumlu geçtiğini öğrenmiştik.
Peki ne oldu da Sırp lider sonradan çark etti?
Ve Rusya’ya çiçek atma ihtiyacı duydu?
Balkanlar Bıçak Sırtında
Bunun cevabı, Balkanların derin dehlizlerinde saklı.
Bir önceki yazımda, Balkanlardaki gerilimin Bosna Savaşı’dan beri ilk kez bu kadar yükseldiğini anlatmıştım.
Bunun başlıca sebebi, Sırbistan ve Bosna-Hersek, yani Sırplar ve Boşnaklar arasında gittikçe gerilen ilişkiler. Sırbistan’ın Bosna Sırplarını bağımsızlık için yüreklendirdiği algısı, gittikçe daha da güçleniyor.
Diğer taraftan Sırbistan, nüfusunun çoğunluğu Boşnak ve Arnavutlardan oluşan Kosova’nın bağımsızlığını hala tanımıyor. Bu durum da Arnavutluk’la ilişkilerini de olumsuz etkiliyor.
Batı-Rusya Arasında
Balkanlardaki bu kırılgan ve karmaşık yapı yetmezmiş gibi, bir de Batı-Rusya çekişmesi bu kırılganlığı iyice tetikliyor.
Rusya nasıl Ukrayna, Kırım ve Gürcistan üzerinden Kafkaslar’da; Suriye üzerinden de Ortadoğu’da nüfuzunu arttırdıysa, aynısını Balkanlarda da yapmaya çalışıyor.
Bunun için de “Slav ve Ortodoks kardeşliği” ile bağlı olduğu Sırplarla ilişkisini gittikçe güçlendiriyor.
Hatta Sırbistan’la aynı dalga boyunda, Bosnalı Sırpları Bosna-Hersek’ten ayrılma yolunda cesaretlendiriyor.
*
Bunun bir sebebi de, Moskova’nın bu coğrafyaya jeostratejik açıdan muhtaç olması.
Avrupa’ya ulaşacak petrol boru hatları için, bu bölge geçiş koridoru konumunda.
Bölge ülkeleri de enerji için Rusya’ya bağımlı. Sırbistan, gazının ve petrolünün tamamını Rusya’dan alıyor.
*
Buna karşı Batı da elbette nal toplamıyor.
Avrupa Birliği’nin 3 hafta önce Sırbistan’la müzakere sürecini başlatması, asıl olarak Balkanlar’da Rusya’ya karşı nüfuzunu arttırma çabası.
Yine Sırbistan ve Kosova arasında iki yıldır yürüyen müzakereleri de, AB arabulucu olarak kendi kanatları altına almış durumda.
Kaldı ki zaten AB’nin Balkanlı alıcısı çok. Bölge ülkeleri AB üyeliğini, bölgenin istikrarı için tek yol olarak görüyor.
Arnavutluk Başbakanı Edi Rama, Mayıs ayında yaptığımız mülakatta bunu özellikle vurgulamıştı: “Balkanlar’da insanlar Avrupa’nın parçası olma hayâlini kuruyorlar.
Ve bu, Balkanların tek hayâli. Bu hayâl yok olursa, sorunlar yeniden başlar.”
Bölge ülkeleri AB üyesi olunca, aralarındaki sınırların kendiliğinden kalkacağını savunmuştu.
Hedef Türkiye Değil
Bu coğrafya, ABD-Rusya çekişmesinin de parçası olmuş durumda.
ABD bölgedeki varlığını gitgide arttırıyor. Balkanlarda yeni üsler açması ve askeri üslerinin en büyüklerinden Ferizovik Üssü’nün yine bu bölgede bulunması, tesadüf değil.
Dahası Washington, Kosova’nın bağımsızlığının gerekirse NATO tarafından korunacağını bile söylemişti.
Hatta buna karşılık Rusya 2007’de Avrupa Konvansiyonel Kuvvetler Anlaşması’ndan çekilmişti.
Ki bu, Soğuk Savaş dönemini sona erdiren temel anlaşmalardan biriydi.
*
İşte bölge ülkeleri de bu iki kamp arasında sıkışmış durumda.
Sırbistan bir yandan Rusya ile arasını sıcak tutmaya, öte yandan AB üyeliğini kazanmaya çalışıyor.
Dolayısıyla Sırp Cumhurbaşkanı’nın sözlerinin hedefi belli:
Türkiye’yle görüşmesinin Moskova ile sıkıntı yaratmasını engellemek. Ve Türkiye-Rusya krizi üzerinden Rusya’ya biraz daha yaklaşmak.
Peki Sırbistan başta olmak üzere Balkan ülkeleri, bu ikililiği ne kadar sürdürebilirler?
Belgrad’da görüştüğüm Sırp akademisyen Djordje Popovic’in buna yanıtı net:
“Bu dengeyi sürdürmemiz imkansız.
AB, Rusya’ya sırtımızı dönmemiz için bizi çok zorluyor.
AB üyesi olacaksak, eninde sonunda politikamızı Batı’yla uyumlu hale getirmemiz gerekecek.”
*
İşte böyle bir coğrafyada Türkiye’nin jonglörlük yapmaktan başka çaresi yok.
Hem Sırplarla Boşnaklar, hem de Batı ve Rusya arasındaki dengeyi gözetmek zorunda.
Tıpkı Ortadoğu’da Şiiler ve Sünnilerle yapması gerektiği gibi.
Hep aynı senaryo değil mi?
http://sosyal.hurriyet.com.tr/yazar/verda-ozer_511/sirp-lider-neden-cark-etti_40035714
Erdoğan’ın doğalgaza ve Siyonizme ihtiyacı varmış!
Gerçek
Ocak 4, 2016
“One minute” olayından sonra Erdoğan, tüm Ortadoğu halklarının sempatisini kazandı; İsrail karşıtı gösterilerde Erdoğan posterleri ve Türkiye bayrakları sıklıkla görülür hale geldi. O zamandan beri, başta Filistin halkı olmak üzere herkese, ne AKP’den ne de Erdoğan’dan Ortadoğu’nun ezilenlerine, sömürülenlerine bir yarar gelmeyeceğini, bunların Ortadoğu’da mezhep savaşı çıkarmaya çalıştığını, Ortadoğu halklarıyla ilgili tek planlarının, bu toprakları ağır vergilerle yıllarca soymuş Osmanlı düzenini restore etmek olduğunu anlattık.
Biz bunları anlatırken, bir yandan da Türkiye ile gayri meşru İsrail arasındaki ticaret katlanarak artıyordu. Askeri ilişkiler sürüyor, Türkiye herhangi bir itirazda bulunmayarak İsrail’in OECD’ye katılmasına yardım ediyordu. Diyanet İşleri Başkanlığı, onca itiraza, tüm dünyada İsrail’i boykot ederek köşeye sıkıştırmaya çalışan BDS hareketinin onca çağrısına karşın, Batı Kudüs konaklamaklı bir umre turunu başlatarak İsrail turizmine katkı yapıyordu.
Elbette AKP’nin ve Erdoğan’ın, kendilerini tutarlı bir Filistin dostu gibi göstermesini sağlayan, sadece kendi çabaları değildi. Son yıllarda açıkça Türkiye – Katar çizgisini takip eden Filistinli direniş örgütü Hamas ve yozlaşmış Filistin Yönetimi’ni elinde tutan El Fetih de, bu söylemin inşasında AKP’ye destek verdi.
Ancak bunların, Filistin halkının dostuymuş gibi görünmeleri giderek zorlaşıyor.
Bakın, neler oldu?
Bir süredir medyaya sızan Türkiye- İsrail normalleşmesi başlıklı haber ve yorumların içeriği tartışılmaktayken, önce AKP sözcüsü Ömer Çelik “Kuşkusuz İsrail Devleti ve halkı Türkiye’nin dostudur” buyurdu. Ardından Erdoğan, geçtiğimiz günlerde Suudi Arabistan’dan dönüşünde gazetecilere, “İsrail’e ihtiyacımızın olduğunu kabul etmemiz lazım” dedi.
Neden?
Neden kısmı boş.
Biz dolduralım.
Gayri meşru İsrail Devleti, geçtiğimiz yıllarda Filistinlilere ait toprakların deniz içerisindeki uzantısında doğalgaz yatakları buldu. Filistinlilerin, topraklarını çaldığı gibi, gazını da çalmaya karar verdi. Bu gazı nakledebileceği tek hat var: Türkiye üzerinden Avrupa. Avrupa emperyalizmi Ukrayna meselesi yüzünden Rusya ile sıkıntılı olduğundan, Türkiye de mezhepçi maceraları yüzünden İran ve Rusya gazına artık güvenemediğinden, bu gazı istiyorlar.
Mavi Marmara olayından sonra, ilişkilerin normalleşmesi için Türkiye 3 şart ileri sürüyordu: (1) İsrail’in özür dilemesi, (2) Ölenlerin ailelerine tazminat ödenmesi, (3) Gazze ablukasının kaldırılması. İlki, 2013’te çözüldü. İkincisi zaten kolay. Şimdi sıkı durun, Ortadoğu tarihinin en büyük sahtekarlıklarından biri geliyor çünkü!
Gazze ablukasını muhtemelen Türkiye devralacak. Adını da “ablukayı kaldırdık” koyacak!
Erdoğan bakın ne diyor aynı konuşmasında: “(İsrailli yetkililer) ‘Biz ambargoyu Türkiye üzerinden kaldırırız. Türkiye üzerinden mallar, inşaat malzemeleri girebilir Gazze’ye’ dediler. Yazılı metni görmeden, bu konuda bir şey söylemem mümkün değil. Yazılı metni göreceğiz ki iş sağa sola sapmasın.”
Yani Türkiye, yakında İsrail’in ambargo memuru olacak. Adına da, “ambargo kalktı” denilecek. Hamas ve El Fetih’e de, çalınan gazdan sus payı verilecek. Muhtemelen Gazze’ye silah sevkiyatının durdurulması, böyle sağlanacak. Bunun adı, İsrail’e taşeronluktur aynı zamanda. AKP’nin de, Hamas’ın da, El Fetih’in de Filistin halkına verip verebileceği budur!
Filistin gazının çalınmasına ortak olan da, çalan kadar hırsız olacaktır! Kendinize hırsız denilmesine kızıyorsanız, hırsızlık yapmayacaksınız!
http://gercekgazetesi.net/karsi-manset/erdoganin-dogalgaza-ve-siyonizme-ihtiyaci-varmis
AKP’nin yaldızı kazındı: Emperyalizmin dostu, Siyonizmin koltuk değneği
Gerçek
Ocak 5, 2016
Türkiye ile gayri meşru İsrail devleti arasındaki gerilimli dönem sona eriyor. Bunca “dayılanmanın” ve “reis” yakıştırmalarının sonucunda, “Erdoğan ve vüzerâsının” dönüp dolaşıp bizi getirdikleri yer, Siyonist İsrail devletine can simidi olmak. Şimdi Ortadoğu halklarına bunu teşhir etmek, her zamanki gibi biz işçi sınıfı devrimcilerinin görevi.
Kadim dostluktan “one minute”e
Gayri meşru İsrail devleti 1948 yılında, Filistin halkının topraklarından kovulduğu bir etnik arındırma vasıtasıyla kuruldu. Türkiye devleti, 1949 yılının Mart ayında bu gayri meşru devleti tanıdı ve bu tarihten itibaren, Türkiye hükümetlerinin İsrail ile ilişkileri hep iyi oldu. AKP döneminde, bu partinin siyasi çizgisinden dolayı ilişkilerin bozulması bekleniyordu. Ancak bu hemen olmadı. Örneğin, 2005 yılında Erdoğan İsrail’i ziyaret etti. Olumlu geçen bu ziyaretten sonra Türkiye, İsrail’den 10 adet insansız hava aracı sipariş etti. Ancak 2008 yılında tam Türkiye Suriye’yi İsrail’le barıştırmaya çalışırken Siyonist İsrail devleti, Gazze’ye saldırdı ve 1500’e yakın Filistinliyi öldürdü. Bunun ardından, Erdoğan Davos’ta, ünlü “one minute” çıkışını yaptı. Bu çıkış, hem Filistinliler hem de Ortadoğu halkları nezdinde Erdoğan’a karşı önemli bir sempati doğmasına, İsrail’i protesto eylemlerinde Türk bayrakları ve Erdoğan fotoğraflarının taşınmasına neden oldu. 2010 yılında ise Siyonist devlet, Gazze’ye yardım malzemeleri taşıyan Özgürlük Filosu’nda yer alan Mavi Marmara adlı gemiye saldırarak 9 Türkiye vatandaşını öldürdü.
“One minute”, bol bol alışveriş
Tüm bunlardan sonra çoğu kişi doğal olarak, iki ülke arasındaki ticari ilişkilerin zedeleneceğini, Türkiye’nin İsrail’e yönelik yaptırımlara girişeceğini vs. bekliyordu. Böyle olmadı. Bir yandan diplomatik alanda ilişkiler “askıya alınırken”, iki ülke arasındaki ticaret 2009’dan 2010’a yüzde 25, 2010’dan 2011’e yüzde 40 arttı. Bazı araştırmalara göre Türkiye, bu dönemde İsrail tarafından satılan ürünlerin dünya çapında 6. büyük müşterisi konumuna yükseldi.
Genel olarak bakıldığında AKP’nin İsrail’e tepkisi, diplomatik ilişkilerin “düzeyini düşürme” ile sınırlı kaldı. Halka açıklanmayan askeri anlaşmalar (askıya alındığı söylense de) iptal edilmedi, özellikle insansız hava araçları konusunda önemli bir işbirliği yapıldı; akademik ve kültürel alanlardaki işbirlikleri de devam etti.
Bu dönemde Türkiye hükümetinin İsrail ile bir “normalleşme” için ileri sürdüğü üç şart vardı. Birincisi, İsrail’in özür dilemesi. İkincisi, Mavi Marmara’da hayatını kaybedenlerin ailelerine tazminat ödenmesi. Üçüncüsü, Gazze’ye uygulanan ablukanın kaldırılması. İsrail, bu şartlardan ilkini 2013 yılında yerine getirdi. İsrail Obama’nın basıncı altında özür diledi dilemesine ancak, ilk özür esas Türkiye’den geldi. Erdoğan, yurtdışına verdiği bir demeçte Siyonizmi ırkçılık ve faşizm gibi ideolojilerle bir tuttuğu için özür dilemişti. İsrail’in özrü, Erdoğan’ın bu açıklamasından sonra gelmişti. Diğer iki maddenin sağlanmaması nedeniyle, Türkiye hükümeti geçtiğimiz yılın sonlarına kadar, İsrail’i ticaret yaparak zengin etme ve bir yandan da İsrail karşıtı görünme işini layıkıyla yerine getirdi.
Mezhep savaşı ve doğalgaz
Bu sırada, önemli bazı gelişmeler yaşandı. İsrail, işgalci olduğu Filistin topraklarının uzantısı konumundaki deniz sahasında oldukça büyük miktarda doğalgaz rezervleri buldu ve bunları çalmaya soyundu. Türkiye ise bu sırada Ortadoğu’da Siyonist İsrail’in tam istediği şey olan bir mezhep savaşı çıkarmakla meşguldü. Suriye ve Irak’taki manevraları sırasında, kendisine doğalgaz satışında önemli iki ülke olan İran ve Rusya ile arası açıldı. Her ne kadar şimdiye kadar bir kesinti olmasa da, Türkiye’nin enerji güvenliği tehlikeye girdi. Tüm bunlar yaşanırken, ABD emperyalizmi de sürekli bir biçimde iki müttefikinin arasının düzelmesi için girişimlerde bulunuyordu.
Sonunda, 20 Aralık’ta AKP sözcüsü Ömer Çelik, “Kuşkusuz İsrail devleti ve halkı Türkiye’nin dostudur”diyerek, Filistin halkına ihanet operasyonunu resmi olarak başlatmış oldu.
Zaten bir süredir sürdüğü anlaşılan görüşmelerde Siyonist İsrail’in hesabı, çaldığı doğalgazı Avrupa ve Türkiye’ye satmak. Bunu yapmak için Türkiye’den geçecek bir boru hattına ihtiyacı var. Gazı gemilerle taşıyamıyor, çünkü Lübnan Hizbullahı’nın bu tankerleri vurma riski var. Avrupa Birliği de Ukrayna ve Ortadoğu meseleleri yüzünden Rusya ile yaşadığı gerilim sebebiyle bu boru hattına ihtiyaç duyuyor. Erdoğan ve Davutoğlu, Avrupa’ya Kıbrıs ve AB üyeliği konularında geri adım attırmak için de bu gaz meselesini kullanacak. Hâl böyle iken, kim neylesin Filistin halkını!
Olası bir anlaşmanın şartları
İsrail, bu anlaşmanın gerçekleşmesi için askerlerine Mavi Marmara’dan dolayı açılan davaların düşürülmesini ve Türkiye’de bulunan Hamas’lı Salah Aruri’nin sınırdışı edilmesini istiyordu. Oysa bir de bakıldı ki, Salah Aruri zaten iki ay önce Türkiye’den gönderilmiş. Yani görüşmeler çok önceden başlamış ve belirli bir aşamaya gelinmiş.
Türkiye açısından ise İsrail’in, Mavi Marmara’da katledilenlerin ailelerine tazminat ödemesi, Türkiye’nin “normalleşme” için ikinci şartı idi. İsrail bu ödemeyi yapacak. Basına üzerinde “anlaşılamamış” gibi gösterilen üçüncü madde için ise, İsrail’in açık açık Gazze üzerindeki ablukayı kaldırması beklenebilecek bir şey değil. Üstelik daha 2 Ocak günü İsrail Gazze’ye hava saldırısı düzenledi. Peki, bu madde nasıl çözülecek?
İsrail’in gümrük muhafızı Erdoğan
İsrail işte tam da bu üçüncü maddeyi, çok sağlam bir çözüme kavuşturmuş görünüyor: ablukayı kaldırmak yerine, ablukanın başına Erdoğan’ı geçirmek! Erdoğan, 2 Ocak 2016 akşamı Suudi Arabistan ziyaretinden dönerken İsrail’in abluka konusundaki teklifini şöyle ifade etti: “‘Biz ambargoyu Türkiye üzerinden kaldırırız. Türkiye üzerinden mallar, inşaat malzemeleri girebilir Gazze’ye.’ dediler. Yazılı metni görmeden, bu konuda bir şey söylemem mümkün değil. Yazılı metni göreceğiz ki, iş sağa sola sapmasın.”Yani, Erdoğan, Gazze ablukasının Türkiye’nin kontrolünde bir ablukaya çevrilmesini kabul ediyor. Elbette buna abluka demiyor. Gazze’ye hastane yapacağız, elektrik sağlayacağız diyor, ama işin özü İsrail’in gümrük memuru olmak, İsrail’in izin verdiği malları Gazze’ye sokmak, muhtemelen Gazze’nin silahsızlandırılmasında rol oynamak, Hamas’ı tam olarak kendi etkisi altına almak vb.
Böyle bir senaryonun, Türkiye ve Katar ile saf tutmuş bulunan Hamas açısından bile sıkıntılı olduğu ortada. Bir yanda özellikle yerleşimcilere yönelik olarak, zaman zaman “bıçak intifadası” olarak da anılan bir kalkışma sürüyor ve neredeyse her gün Filistinli gençlerin ölüm haberleri gelmeye devam ediyor. Diğer yanda ise Hamas, Türkiye ile İsrail arasındaki “normalleşmeyi” onaylıyor. Bu senaryonun gerçekleşme olasılığı, Hamas içerisindeki farklı kanatlardan (İran yanlıları ve Türkiye-Katar yanlıları) yöneticilerin çeşitli yayın organlarına (çoğu kez isimlerini vermeksizin) farklı yönde açıklamalar yapmaları sonucunu doğurdu. Üstelik Hamas, bu konuda henüz net bir açıklama da yapmadı. Son olarak Hamas siyasi kanat şefi ve Türkiye-Katar yanlısı hizbin mensuplarından Halid Meşal, 19 Aralık 2015 tarihinde Erdoğan ile İstanbul’da görüştü. Yani, pazarlıklar sürüyor.
“Bıçak İntifadası”nı sırtından bıçaklamak
Gelinen bu nokta, Erdoğan ve AKP’nin Filistin halkını sırtından bıçakladığını göstermekte. Erdoğan ve AKP’nin, Ortadoğu’daki mezhep savaşını körüklemesi, bölgede yalnızlaşmaları sonucunu doğurdu. Şimdi Suudi Arabistan ve Katar’ın yanı sıra, Siyonist İsrail ve kim bilir Rabiacılığa rağmen belki de Sisi yönetimindeki Mısır, Türkiye’nin yeni dostları olacak. Erdoğan, İsrail tarafından çalınan Filistin doğalgazından Mahmud Abbas yönetimi ile Hamas’a sus payı vererek bu işi sessizce bitirmeye çalışacak.
Biz ise, Filistinliler ve Türkler başta olmak üzere, tüm Ortadoğu halklarına gerçekleri anlatmaya devam edeceğiz. Erdoğan’ın, tam da Uluslararası Boykot, Yatırımların Geri Çekilmesi ve Yaptırımlar (BDS) hareketinin İsrail’e karşı önemli zaferler kazandığı, Filistinli gençlerin de ellerinde sadece bıçaklarla onurlu bir mücadeleyi yükselttikleri bir dönemde Filistin halkını sırtından bıçakladığını anlatacağız. Nasıl ki AKP, Türkiye işçi ve emekçilerine bir kurtuluş sağlamıyorsa, benzer bir siyasi programa sahip olan Hamas’ın da, özellikle Türkiye-Katar çizgisinden sapmadıkça Filistin halkına bir kurtuluş sağlayamayacağını anlatacağız. Ortadoğu’yu mezhepçiliğin, Siyonizmin ve emperyalizmin bataklığı olmaktan çıkarmak için tüm gücümüzle mücadele edeceğiz.
Bu yazı Gerçek Gazetesi’nin Ocak 2016 tarihli 75. sayısında yayınlanmıştır.
http://gercekgazetesi.net/uluslararasi/akpnin-yaldizi-kazindi-emperyalizmin-dostu-siyonizmin-koltuk-degnegi
Fikret Başkaya/ Siyasal İslam’ın kalıcı olma şansı yok
“Türkiye’deki rejim, külliyen kompradorlaşmış bir rejimdir. Ve tam bir ABD (emperyalizm) uydusudur.
Fikret Başkaya’nın 27.12.2015 tarihinde BirGün gazetinde, Can Uğur’a vermiş olduğu röpörtaj.
Türkiye’nin izlediği dış politika son zamanlarda en çok tartışılan konuların başında geliyor. Bölgede ve dünyada Türkiye’yi giderek yalnızlaştırdığı söylenen politikaların uzun vadede ortaya nasıl bir tablo çıkartacağı ise bilinmiyor.
Türkiye düşünce hayatının önemli isimlerinden Özgür Üniversite kurucusu Fikret Başkaya ile bölgede yaşanan gelişmelerin ne anlama geldiğini ve olası yansımalarını konuştuk.
Türkiye’nin izlediği dış politikanın ‘ABD’ye bağımlılığına’ vurgu yapan Fikret Hoca, “Türkiye’deki rejim, külliyen kompradorlaşmış bir rejimdir. Ve tam bir ABD (emperyalizm) uydusudur. Eğer uyduysan uyduluğunu bilmek zorundasın” diyor.
‘Osmanlıcı hezeyanların erken deşifre olduğunu’ dile getiren Fikret Hoca’nın siyasal İslam’la ilgili analizlerinde öne çıkan en dikkat çekici tespitlerden bir tanesi ise şöyle:
Dünyayı anlamaktan acizler. Onun için Politik İslam’ı anlamak isteyenin, gözünü emperyalizme ve yerli gerici mülk sahibi sınıflara ve onların devletine çevirmesi gerekiyor… Zira Politik İslam’ın, bir siyasi hareket olarak kalıcı olma şansı yok!
İsrail’le Türkiye’nin yakınlaşması söz konusu. ‘One minute’ çıkışına ne oldu peki?
Siyonist İsrail devleti 1948’de, NATO 1949’da kuruldu ve 1952 yılında Türkiye NATO’ya üye oldu. İsrail Devleti demek, emperyalizmin Ortadoğu’daki uzantısı veya oraya taşmış ‘hali’ demektir…
Dolayısıyla ve bir bakıma, oradaki ABD, AB, Japonya veya “kollektif emperyalizm” demektir…
Zira NATO’nun kurulmasıyla şimdiki AB, ABD’nin bir vasalı statüsüne indirgendi. NATO demek, başkomutanı Amerikalı bir general olan militer (askerî) bir saldırı paktı demektir.
Ortadoğu’da emperyalizmin hizmetinde 4 devlet var: Siyonist İsrail, Türkiye, Mısır ve Suudi Arabistan, Bu dörtlü içinde NATO üyesi olan bir tek devlet var:
Türkiye.
Sadede gelirsek, Türkiye bir NATO üyesi, dolayısıyla emperyalist Batı’nın bir uydusu olarak kaldıkça, İsrail’le ilişkiyi bozamaz. Zira öyle bir şey ABD ve AB ile bozuşmak demeye gelir. Tabii ilişkiyi bozamaz ama bozuyormuş gibi yapabilir.
İşte, ‘One minute’ şovu öyle bir şeydi… Dolayısıyla İsrail karşıtı retoriğin bir karşılığı, bir kıymet-i harbiyesi yok! Ne demek istediğimi görmek için “One Minute” çıkışından sonraki dönemde, Türkiye’nin İsraille, istihbarat, askeri, ekonomik, ticari plandaki ilişkilerin durumuna ve seyrine bakmak yeter.
Zira o konuda her şey tıkır tıkır yol almaya devam etti. Elçi gelmiş, gitmiş o kadar önemli değil. Dolayısıyla TC, NATO’dan çıkmadan, ABD’den bağımsızlaşmadan İsrail’e posta koyamaz…
Ama koyuyormuş gibi yapabilir. Nitekim “one minute’ le ve Mavi Marmara Gemisi faciasında öyle bir şeye tevessül edildi. Neden böyle oluyor? Çünkü Türkiye’deki rejim, külliyen kompradorlaşmış bir rejimdir. Ve tam bir ABD (emperyalizm) uydusudur.
Eğer uyduysan uyduluğunu bilmek zorundasın… Onun için, milliyetçi retoriğin reel bir karşılığı yok… Afra-tafra sadece kitleleri aldatmayı amaçlayan bir retorik. Milliyetçilik söylemi ahmakları aldatmak için…
Türkiye’de kaç Amerikan (emperyalist) üssü olduğunu kaç kişi biliyor?
Tabii “One minute” sadece iç kamuoyuna yönelik değil, Müslüman-Arap kamuoyuna da yönelik bir şovdu. Onun için neden söz ettiğini bilmek önemlidir.
AKP içeride ve dışarıdaki sıkışmışlığı aşmak için İsrail, AB, Mısır gibi görece mesafeli durduğu unsurlarla yakınlaşmasını nasıl okumak lazım?
Aslında bu ‘biraz’ uzaklaşılan zemine geri çekilme operasyonu. “Yeni Osmanlıcı”, Sünnî Müslüman Kuşağın “ağabeyi” olma hezeyanlarıyla AKP Türkiyesi, asıl bulunması gereken zeminden bir miktar uzaklaşmıştı. Osmanlıcı hezeyanlar ve ‘planlar’ çok erken teşhir oldu.
Söylemle gerçek durum arasındaki uyumsuzluk çok çabuk açığa çıktı. O zaman taşları tekrar yerine koymak gerekti. Aslında, Rusya ile uçak krizi sonrasında yaşanan gerilimi “normale” dönmek için bir koza çevirmek istiyorlar. Aksi halde altından kalkamayacakları bir durum söz konusu. AB’ye gelince, sanıldığı gibi AB ile ilişkiler bozulmuş filan değil,
Her şey normal, olağan mecrasında eskisi gibi yol almaya devam ediyor. Güya AB Türkiye’yi içine almak istiyormuş da Türkiye “gerekli reformları”, “uyum mevzuatını” savsaklamış, yan çizmiş de AB ile ilişkiler bozulmuş! Böyle bir şey yok. Zira ne Türkiye, samimiyetle AB’ye girmek istiyor ve ne de AB, samimiyetle Türkiye’yi içine almak istiyor!
Neymiş efendim, Türkiye demokratik standartlardan uzaklaşmış da AB de buna kızmış, biraz da küsmüş! Böyle bir şey yok. Kollektif emperyalizmin ikinci büyük bileşeni olan AB, asla Türkiye’nin demokratikleşmesini istemez. Siz olsaydınız ister miydiniz? Tam tersi geçerlidir. Türkiye’nin gerçekten demokratikleşmesi, emperyalizmin korkulu rüyasıdır. Aksi halde sizi istediği gibi itip-kakamaz, sömüremez, kullanamaz…
Bu soru vesilesiyle bir hususu açık etmemiz gerekiyor: Baştan itibaren Türkiye’nin AB’ye katılma macerası, iki ikiyüzlülüğün kesişme noktasındaki bir sorundu. Ne onlar Türkiye’yi içine almak istiyor ve ne de Türkiye AB’ye girmek istiyor. Fakat biri girecekmiş gibi, diğeri de alacakmış gibi yapıyor. Bu bıktırıcı, artık tadı vermiş sahte söylemi teşhir etmek gerekir.
Eğer Türkiye AB’ye üye olurlarsa, “memleketin sahipleri” sınırlı da olsa burjuva standartlara uymanın ellerini, kollarını bağlayacağından korkuyorlar… Mesela o zaman katliam yapmak, “faili meçhul” cinayet işlemek biraz zorlaşabilir… Onun için AB’den, emperyalizmden refah ve demokrasi beklemek ahmaklara mahsus bir kuruntudur. Bir kısım solun dahi öyle bir beklenti içinde olması son derece rahatsız edici.
Uluslararası ilişkiler bağlamında Türkiye’nin izlediği politika nereye tekabül ediyor?
Türkiye’nin izlediği dış politika, komprador bir rejimin izlediği dış politikadır. Zira, neleri ne kadar yapabileceklerinin sınırı emperyalizm tarafından belirlenmiş durumda. Bir NATO üyesi ne kadar bağımsız politika izleyebilirse, Türkiye de ancak o kadarını yapabilir.
Siz dünyanın her yerine neden sürekli asker gönderdiklerini sanıyorsunuz? Onun için gerçekten ulusal çıkarların, halkın çıkarının gereği bir dış politika uygulama imkânı yok. Bunun için önce özerk (sovereign) bir dış politika uygulayabilir duruma gelmek gerekiyor.
Rusya’nın hamleleri Yeni bir ‘Soğuk Savaş konsepti’ni doğurur mu?
ABD başta olmak üzere, bir bütün olarak NATO’cu cephe, Rusya Federasyonu, Çin gibi “ben de varım”, “ben de sofraya dahil olmak istiyorum” diyen veya deme potansiyeli olan ülkeleri etkisizleştirmek, olabildiğince “sofradan uzak tutmak” istiyorlar.
Zira kapitalist dünya sistemi “sıkışmış” durumda. Doğal kaynaklar, enerji kaynakları, biyolojik çeşitlilik kıtlaşmakta, tükenmekte. O zaman o kıtlaşan kaynaklara kimin ne kadar el koyacağı, kimin ne kadar kullanacağı sorunu gündeme geliyor. İşte bölgedeki “vekâlet savaşı” denilenlerin asıl nedeni bu.
Şimdi o savaşı Rusya Federasyonu’na, Çin’e doğru da sıçratmak istiyorlar. Cıngarın asıl nedeni bu. Başka türlü söylersek, “yeni yetme kapitalist güçlerin” sofradan uzak tutulmaları isteniyor. Rusya Federasyonu’nu ve Çin’i dört bir yandan kuşatmaya çalışmalarının nedeni bu.
Tabii Rusya Federasyonu, öyle Irak, Libya, Suriye, Somalı, vb. gibi bir kolay lokma değil. NATO’cu emperyalist kampın restini görme potansiyeline sahip büyük bir güç. Bir nükleer dünya savaşını göze almadan Rusya’nın üzerine daha fazla gidemezler. Ama her yolu deneyerek yıpratmak isteyeceklerdir ve istiyorlar.
Bu amaçla “Politik İslamcı” denilen fanatik cihatçı unsurları kullanmaya hazırlanıyorlar ve daha şimdiden hayli yol almış görünüyorlar.
Aslında V. Putin liderliğindeki Rusya Federasyonu’nun yaptıkları ve yapmak istedikleri, NATO’cu kampa, bundan sonra “köpeksiz köyde değneksiz gezemeyeceksiniz” demeye getiriyor. Soğuk Savaş belirli bir tarihsel dönemin belirli güç dengelerinin sonucuydu. Şimdilerde durum farklı. Tabii Rusya artık Gorbaçov, Yeltsin Rusya’sı değil…
İslamcılığın hem Türkiye’de hem de bölgede izleyeceği seyir ne olur? Laikliğe karşı nasıl bir mücadele verir iktidar bu anlamda?
İslamcılık değil “Politik İslamcılık” demek daha uygun. Aslında orada söz konusu olan dinin politik amaçlar için araçlaştırılması, veya “işi kitabına uydurma” operasyonu. Ve kolonyalist-emperyalist odaklar, son tahlilde bir ideoloji olan dini (İslamı) yüz yıldır, araçlaştırıyorlar, kullanıyorlar ve “garp cephesinde yeni bir şey yok”!
İslam’ın Vahâbi yorumu tam da emperyalizmin işine gelen bir şey. Amaç, Müslüman-Arap toplumlarını bir geleceksizliğe mahkûm etmek!
Zira Politik İslam’ın bir toplum projesi yok, olması da mümkün değildir. Mısır’da Mursi’nin kısa iktidarı döneminde Müslüman Kardeşlerin neler yaptığı bilinirse, ne demek istediğim daha iyi anlaşılır… Politik İslam’ın toplumları içine sürüklendikleri çıkmaza hapsetmekten başka bir şeye yaraması mümkün değil.
Başlarda Politik İslam, ilerici. seküler, demokrat, sosyalist, komünist hareketleri etkisizleştirmek amacıyla kullanıldı. Bir tür ‘dalga kıran’ işlevi gördü. O amaç az-çok hasıl olunca, şimdi de devletleri çökertmek, toplumların dokusunu parçalamak, bölüp-parçalamak, kaos ortamı yaratmak, emperyalizmin işini kolaylaştırmak amacıyla sahaya sürülmüş durumdalar. Başlarda daha çok İngiltere, İkinci emperyalist savaş sonrasında da ABD, dini ‘başarıyla” araçlaştırıp-kullandılar…
Önce Hindistan’da, Mısır’da, vb. şimdilerde de Afganistan’da, Ortadoğu’da Kara Afrika’da nasıl kullandıkları malûm… Aslında Politik İslam denilen, toplumları gericileştirerek, ufuksuzlaştırarak, karanlığa hapsederek, önlerini kapatarak, hem emperyalistlere hem de gerici mahalli mülk sahibi sınıflara önemli bir hizmet sunuyorlar…
Onun için gerçek durumu teşhir etmek büyük önem taşıyor. Türkiye’de yaptıkları ve yapmak istedikleri ortada… Tabii hiç bir sorun çözme yetenekleri yok. Zira dünyayı anlamaktan acizler. Onun için Politik İslam’ı anlamak isteyenin, gözünü emperyalizme ve yerli gerici mülk sahibi sınıflara ve onların devletine çevirmesi gerekiyor… Zira Politik İslam’ın, bir siyasi hareket olarak kalıcı olma şansı yok!
KOF KARŞITLIK…
Türkiye bir NATO üyesi, dolayısıyla emperyalist Batı’nın bir uydusu olarak kaldıkça, İsrail’le ilişkiyi bozamaz. Zira öyle bir şey ABD ve AB ile bozuşmak demeye gelir. Tabii ilişkiyi bozamaz ama bozuyormuş gibi yapabilir. İşte, ‘One minute’ şovu öyle bir şeydi…
Dolayısıyla İsrail karşıtı retoriğin bir karşılığı, bir kıymet-i harbiyesi yok! Ne demek istediğimi görmek için “One Munite” çıkışından sonraki dönemde, Türkiye’nin İsraille, istihbarat, askeri, ekonomik, ticari plandaki ilişkilerin durumuna ve seyrine bakmak yeter… Zira o konuda her şey tıkır tıkır yol almaya devam etti
KOMPRADOR REJİM
Türkiye’nin izlediği dış politika, komprador bir rejimin izlediği dış politikadır. Zira, neleri ne kadar yapabileceklerinin sınırı emperyalizm tarafından belirlenmiş durumda. Bir NATO üyesi ne kadar bağımsız politika izleyebilirse, Türkiye de ancak o kadarını yapabilir.
Siz dünyanın her yerine neden sürekli asker gönderdiklerini sanıyorsunuz? Onun için gerçekten ulusal çıkarların, halkın çıkarının gereği bir dış politika uygulama imkânı yok. Bunun için önce özerk (sovereign) bir dış politika uygulayabilir duruma gelmek gerekiyor.
http://devrimcidemokrat.com/serbest-kuersue/2240-fikret-baskaya-siyasal-islam-n-kal-c-olma-sans-yok.html
http://marksist.net/akin-erensoy/musluman-cografyada-emperyalist-savas-ve-ideolojik-manipulasyonlar.htm
İran Büyükelçisi Dışişleri’ne çağrıldı
Dışişleri Bakanlığı’ndan yapılan açıklamada, İran’ın Ankara Büyükelçisinin bakanlığa çağırılarak, İran basınında çıkan ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile Suudi Arabistan’da gerçekleşen idamlar arasında bir bağ kurarak, Erdoğan’ı itham eden haberlerin şiddetle kınandığı ve bu tür yayınlara son verilmesi istendiği belirtildi.
Dışişleri Bakanlığı’ndan yapılan açıklamada şu ifadelere verildi:
“Bugün Bakanlığımızda görüşülen İran’ın Ankara Büyükelçisi’ne, İran resmi makamlarına bağlı bazı basın organlarında yayımlanan haberlerde, Sayın Cumhurbaşkanımızın geçtiğimiz günlerde Suudi Arabistan’a gerçekleştirdikleri ziyaret ile sözkonusu ziyaretten sonra bu ülkede infaz edilen idam cezaları arasında bağ kurulmasını ve doğrudan Sayın Cumhurbaşkanımızı itham eden ifadelerde bulunulmasını şiddetle kınadığımız ve komşu İran halkında Sayın Cumhurbaşkanımız aleyhinde bir kanaat oluşturmayı hedefleyen bu tür yayınlara derhal son verilmesini istediğimiz bildirilmiştir.
Büyükelçiye ayrıca, yabancı diplomatik misyonların dokunulmazlığının ev sahibi ülkenin sorumluluk ve güvencesi altında olduğu, bu nedenle Tahran’daki ve Meşhed’deki Suudi Arabistan büyükelçiliği ve başkonsolosluğuna yönelik saldırıların hiçbir şekilde kabul ve izah edilemeyeceği vurgulanmıştır.”
http://www.hurriyet.com.tr/iran-buyukelcisi-disislerine-cagrildi-40037486
DAİŞ’le yürüdünüz bu yollarda
Gerçek
Ocak 8, 2016
Rusya’nın yaşanan uçak krizinin ardından Türkiye’nin DAİŞ petrolünün ticaretini yaptığına dair belgeleri ortaya koymasıyla birlikte Türkiye ve DAİŞ’in ilişkileri bir kez daha dünya gündemine oturdu. Rusya’nın açıkladığı belgelere göre ticaret güzergâhlarından biri İskenderun’a ulaşıyor. Diğer güzergâh ise Kuzey Irak’tan geçerek Batman’a ulaşıyor. DAİŞ petrolü Barzani’nin aracılığıyla Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin petrolüne karıştırılarak aklanıyor ve Türkiye’ye getiriliyor.
DAİŞ, Barzani, Çalık Holding
Erdoğan ve hükümet bu ticareti inkâr etti. Kuzey Irak petrolleri, Erdoğan ve AKP ile arasında su sızmayan Barzani’nin kontrolünde bulunuyor. Kuzey Irak petrollerini taşıma imtiyazını alan Powertrans isimli şirketin Genel Müdürü Ahmet Şadi Güngör’ün eski bir AKP milletvekili ve Çalık Holding yöneticisi olması ve yine bu şirketin Çalık Holding’de görev yapmış yöneticilere sahip olması, son kabinede Enerji Bakanı olarak Çalık Holding eski CEO’su ve Erdoğan’ın damadı Berat Albayrak’ın atanması okların Erdoğan’a ve AKP’ye çevrilmesine neden oluyor.
Bilal Erdoğan: “DAİŞ petrolünü Koç’a sorun”
İtalyan gazeteleri Bilal Erdoğan’ı sıkıştırınca, kendisi sorulara şöyle yanıt veriyor: “Türkiye Kürt petrolü satıyor, ancak Rus haritasına bakılırsa Suriyeli Kürtler IŞİD’in petrolünü Koç ailesinin sahibi olduğu Tüpraş’a getiriyor. Koç ailesi petrolü, belgesi olan kaynaklardan satın aldığını söylüyor. Onlara sormayı deneyin.” Bilal Erdoğan, Koç Holding’i işaret ederek “hepiniz oradaydınız” savunması yaparken aklı sıra Koç’un etkisi altındaki medyayı susturmayı hesap ederken farkında olmadan itirafta bulunuyor. Bu açıklamalar AKP’yi, Erdoğan’ı ve ailesini aklamaya yetmez. Sadece DAİŞ’le kurulan kirli ilişkilerin tüm Türkiye tekelci sermayesinin bölgede verdiği petrol kavgasının bir parçası olduğuna işaret eder.
DAİŞ militanları ve askerler telefonda ne konuşuyor?
DAİŞ’le kurulan kirli ilişkilerin çok daha derinlere gittiği ve TSK’ya kadar uzandığı da bir savcılık soruşturmasıyla ortaya çıktı. Yakınlarının DAİŞ’e katıldığı için ihbar ettiği altı kişi hakkında soruşturma açan ve telefon dinlemesi yapan savcılık, söz konusu DAİŞ militanlarının, TSK askeri olduğu değerlendirilen kişilerle telefon görüşmeleri yaptığını tespit etti. Soruşturma dosyasında yer alan ve basına yansıyan konuşmaların dökümünde, sınır karakollarında görev yapan subayların da DAİŞ’le işbirliği yaptığına, yaralı militanlara ambulans sağladığına, çeşitli askeri ve lojistik alışverişlerde bulunduğuna işaret eden ifadeler yer alıyor.
Kanlı örgütle dans: “Musul elçiliği, Kobani, MİT TIR’ları, Süleyman Şah”
Türkiye’nin DAİŞ’le olan ilişkileri, bu örgütün tarihin gördüğü en kanlı örgütlerden biri olduğu düşünüldüğünde, böyle bir örgütle olamayacak derecede yumuşak hatta dostane bir şekilde sürmektedir.
11 Haziran 2014’te Musul’da DAİŞ tarafından rehin alınan 49 konsolosluk çalışanı, karşılığında nasıl bir pazarlık yapıldığı hâlen bir sır olan biçimde dört ay sonra 20 Eylül’de sağ salim tek kurşun atılmadan, tek kuruş fidye ödenmeden Türkiye’ye getirilmişti.
Erdoğan Kobani’nin DAİŞ’in eline geçmesine yönelik beklentisini “Kobani düştü düşecek” sözleriyle açık edince Kürt halkının ayaklanmasına neden olmuştu. AKP hükümetinin Başbakan Yardımcısı Tuğrul Türkeş’in yemin billâh ederek Bayırbucak Türkmenlerine gitmediğini açıkladığı silah yüklü MİT TIR’larının kargosunun DAİŞ’e yollanıp yollanmadığı hâlâ bilinmiyor.
Süleyman Şah Türbesi’nin taşınması için yapılan askeri operasyonda türbeyi kuşatan DAİŞ militanlarıyla hiçbir çatışma yaşanmamış olması da TSK ile DAİŞ arasında aktif bir iletişim ve koordinasyon olduğu tartışmalarına neden olmuştu.
DAİŞ hep AKP ve Erdoğan muhaliflerini katlediyor
DAİŞ’in Türkiye’deki eylemleri ise hep hükümete değil, hükümetin muhaliflerine yönelik oldu. 7 Haziran seçimlerinden önce HDP’nin Diyarbakır mitinginde bomba patlattılar. Topladıkları oyuncakları Kobani’ye götürmek için Suruç’ta toplanan 34 sosyalist genci katlettiler. 10 Ekim’de ise DAİŞ’in canlı bombalarının hedefi, Erdoğan’ın savaşını protesto için Ankara’da toplanan işçiler ve emekçilerdi.
Suruç katliamından önce cezaevinde sadece 58 DAİŞ’li vardı. Ekim ayına gelindiğinde bu sayı 271’e çıkmıştı. Davutoğlu’nun “canlı bomba eylem yapmadan tutuklayamayız” dediği katiller, Diyarbakır, Suruç ve Ankara katliamlarını gerçekleştirmeden önce tutuklanmadılar. Yılbaşında Ankara’da eylem yapacakları iddia edilen DAİŞ’li canlı bombaların yakalanıp tutuklanması ise ister istemez, iktidarın ve onun kontrolündeki MİT, polis ve jandarma istihbarat birimlerinin, iktidarın çıkarları ile örtüştüğünde DAİŞ’in hükümet muhaliflerini katletmesine göz yummakta olduğunu akıllara getiriyor.
Danışıklı dövüş
Türkiye şu anda resmen DAİŞ’i bir terör örgütü olarak kabul ediyor. DAİŞ ise Erdoğan’ı tehdit ediyor. Ancak nedense DAİŞ’in Erdoğan aleyhinde tek bir eylemi dahi bulunmuyor. Son olarak Musul’un Başika bölgesine tank ve asker göndererek Irak merkezi hükümetinin tepkisini çeken Erdoğan, askerlerini adım adım çekmek zorunda kalmıştı. Erdoğan tüm dünyaya “biz eğitim veren uzmanlarımızı DAİŞ’ten korumak için asker gönderdik” diye açıklamaya çalışırken ne hikmetse DAİŞ, Başika’ya roket saldırısı yapıverdi. Erdoğan ve AKP “bu saldırı ne kadar haklı olduğumuzu gösterdi” diyerek saldırıyı bölgedeki askeri varlığını muhafaza etmek amacıyla kullandı. Irak hükümeti tüm Türk askerlerinin çekilmesinde ısrar edince, yine her ne hikmetse DAİŞ’in Başika’ya yaptığı roket saldırısının propaganda videoları piyasaya sürüldü.
“Beraber yürüdük biz bu yollarda”
Yaşananları alt alta sıraladığımızda ne DAİŞ’in Türkiye’deki iktidara ne de Erdoğan ve AKP iktidarının DAİŞ’e düşmanca yaklaştığından bahsedilebilir. Durum tam tersinedir. Tüm bu olan bitenler Erdoğan’ın çok sevdiği şarkının sözlerini akla getiriyor: “Beraber yürüdük biz yollarda!”
Bu yazı Gerçek Gazetesi’nin Ocak 2016 tarihli 75. sayısında yayınlanmıştır.
http://gercekgazetesi.net/gundemdekiler/daisle-yurudunuz-bu-yollarda
Türkiye’nin Başika hamlesi: DAİŞ bahane, petrol şahane!
Gerçek
Ocak 8, 2016
Türkiye, yıllardır hayalini süsleyen Musul-Kerkük petrollerine askeriyle, tankıyla ilk defa bu kadar yakınlaşabildi. DAİŞ’e karşı ABD öncülüğünde kurulmuş olan uluslararası koalisyona askeri eğitim ve lojistik alanlarında destek veren Türkiye, Güney Kürdistan denetiminde olan Musul’un Başika ilçesinde kurulan kampta Musul’u geri alma operasyonuna katılacak gönüllülere ve peşmergeye silahlı eğitim veriyor. Eğitim veren askerlerin rotasyonu sırasında bölgenin DAİŞ kontrolünde olan Musul’a son derece yakın olmasını öne sürerek yüzlerce askerini Aralık ayı başında tankıyla topuyla Başika’ya soktu. Irak hükümeti, Rusya, Arap Birliği, ABD hepsi karşı çıktı. Bu süreçte bir tek Barzani Türkiye’ye destek verdi. Hem Barzani hem de başbakanı Neçirvan Barzani Türkiye’yi ziyaret etti.Peki, Başika’ya sevk edilmesi planlanan 1000 dolayında askeri ve 20 civarında tankı ile Türkiye ne yapmaya çalıştı? Bunu anlamak için Erdoğan ve AKP’nin Barzani ile kurduğu ilişkilere bakmak gerekiyor.
Türkiye’nin Kürt ve petrol işlerinden sorumlu bakanı Barzani
Türkiye’nin Barzani ile macerası bugüne kadar Kürt sorunu çerçevesinde şekillendi. Ancak son yaşanan Başika hamlesi bu sınırı aşma potansiyeline sahip. Şimdi kısaca Barzani’nin Erdoğan ve AKP ile birlikte faaliyet gösterdiği alanlara bakalım.
Barzani Diyarbakır’da
Macera ilk burada başlıyor. Erdoğan ile 2013’te Diyarbakır’da buluşan Barzani, Türkiye’nin Kürt burjuvalarına bir koz olarak sunuldu. Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nde (Güney Kürdistan) Türkiye’nin yaptığı yatırımlardan ağzı sulanan Kürt patronlarına, “benimle iş yaparsanız, siz de ihale kazanabilirsiniz” dendi adeta! İkinci olarak Erdoğan, “tek partiyle çözüm olmaz” diyerek planını açık etti. Barzanici bir parti yoldaydı, ancak o da tutmadı, şimdilik.
Barzani Rojava’da
Barzani, sadece Türkiye Kürdistanı’nda gerici bir rol oynamadı bugüne kadar. Türkiye onu, Rojava’yı evcilleştirmek için de kullanmak istedi! DAİŞ’in Kobani’yi kuşatmasıyla başlayan Rojava’yı evcilleştirme girişimlerinin baş aktörü her zaman Barzani oldu. Peşmergeler Rojava’ya sokulmak istendi, kantonlar tasfiye edilmek istendi, olmadı. Rojava, Türkiye’nin istediği anlamda evcilleştirilemedi.
Barzani ile Musul-Başika macerası
Türkiye’nin Rusya ile yaşadığı kriz, enerji problemini, doğalgaz ve petrole duyduğu ihtiyacı açık etmiş durumda. DAİŞ petrolünün bir bölümünün Güney Kürdistan’da aklandığını ve Türkiye’ye sevk edildiğini sağır sultan bile duydu! Bunun yanı sıra Barzani, uzunca bir süredir kendi bölgesindeki petrollerin çıkarılması ve ihracatı konusunda Bağdat hükümetinden bağımsızlaşmış durumda. Bu da Irak hükümetiyle çeşitli gerilimlere sebep oluyor. Güney Kürdistan’ın bağımsızlık planları Kerkük petrolleriyle birlikte Türkiye’nin sömürgesi olma yolunda adımlar olarak görülmeli.
Diğer yandan Güney Kürdistan ciddi sorunlar yaşadı yakın dönemde. Barzani’nin başkanlık süresinin dolmasının ardından görevden çekilmemesi dolayısıyla, Kobani kuşatmasında KDP’nin pasif tavrından itibaren diğer partilerle (Goran, YNK, Komala İslami) zaten iyi olmayan ilişkiler daha da gerildi. Petrol fiyatının düşük düzeyde seyretmesi, yolsuzluklar ve gelir bölüşümündeki adaletsizlik de kimi zaman sokak çatışmalarına, büro basmalarına varan eylemlere sebep oldu. Kriz, Barzani’nin başkanlığının 2017’ye kadar uzatılması ve Goran bakanlarının hükümetten azledilmesiyle şimdilik duraksamış durumda.
Barzani 2017’ye kadar ne yapacak ise hızlı yapmak zorunda. Eğer Güney Kürdistan’ın bağımsızlık görünümünde Kerkük petrolleriyle birlikte Türkiye’nin hâkimiyetine girmesi gerçekleşirse Barzani diğer bölgelerdeki Kürtler nezdinde prestijini arttırabilir. Ancak bunun da ötesinde Türkiye’nin Başika hamlesi, hedefin Musul olduğunu açık ediyor. Musul’un bu kadar yakınında Türkiye’nin askeri üs kurmaya girişmesi, uluslararası koalisyona verilen desteğin karşılığında payına düşeni kendince erkenden alma girişimidir.
Barzani, bağımsızlık söylemiyle Kürt halkının bütününün özgürleşmesinin değil, kendi iktidarını sağlamlaştırmanın derdindedir. Ortadoğu’da ilerici bir potansiyelin taşıyıcısı olan Kürt özgürlük mücadelesi, bu tehlikeye dikkat etmelidir. Erdoğan ve AKP, Türkiyeli işçi ve emekçileri petrol peşinde kan denizine sürüklemeye çalışıyor, izin vermeyelim!
Bu yazı Gerçek Gazetesi’nin Ocak 2016 tarihli 75. sayısında yayınlanmıştır.
http://gercekgazetesi.net/uluslararasi/turkiyenin-basika-hamlesi-dais-bahane-petrol-sahane
Hegemonya ve petrol savaşında Suudi Arabistan-İran çekişmesi
Araz Bağban
Ocak 9, 2016
Giriş babında: sadece bir mezhep savaşı mı?
Suudi Arabistan beklenmedik bir hızla İran’la olan diplomatik ve ticari ilişkilerini durdurdu. Bu karar, Arabistan’daki Şii azınlığın önde gelen dini liderlerinden Şeyh Nimr Bakır el Nimr’ın Suudiler tarafından idam edilmesinin ve karşılık olarak Tahran’da idamı kınayan göstericiler tarafından Arabistan Büyükelçiliği’nin ateşe verilmesinin hemen ardından alındı. İran’la Arabistan’ın ilişkileri hiç bir zaman iyi olmamıştı ama bu kadar gergin bir dönemleri de olmamıştı. Bölgede yürüttükleri vekâleten savaşların ardından terör girişimleri ve karşılıklı suçlamalar bir “tam savaşa” dönüşmekte. Özellikle Arabistan İran’ı politik olarak izole etmek için var olan gergin ortamı daha da germek için elinden geleni yapmakta. Siyasi tahlillerin birçoğunda tüm gelişmeler Şii-Sünni ekseninde bir mezhep savaşı olarak yansıtılsa da bu saflaşmanın maddi temelleri oldukça güçlü. Petrol ve hegemonya savaşının yoğun bir şekilde yürütüldüğü Orta Doğu’da, tüm gelişmeleri mezhep savaşı üzerinden değerlendirme bazılarının sorumluluktan kaçma, bazıların ise gerici siyasetlerini meşrulaştırma ve kitleleri kendi arkalarında konsolide etme politikasıdır.
Kısaca İran ile Suudi Arabistan ilişkileri
İkinci Dünya Savaşı’ndan 1979 İran devrimine kadar Bahreyn’in yeniden İran’a ilhakı iddiasıyla ortaya çıkan lakin büyümeyen diplomatik kriz dışında genel olarak İran ve Arabistan’ın dengeli rekabeti ve ilişkisi ABD’nin bölgedeki anti-Sovyet siyasetinin dâhilinde sürdürülmekteydi. 1979 devrimi İran’ın içinde olduğu gibi bölgede de birçok dengeyi bozdu. Bunlardan biri de İran ve Arabistan ilişkisiydi. İran’da iktidarı ele geçiren yeni rejim kendi tabirleriyle “İslam Devrimini” diğer Müslüman ülkelere ihraç etme fikrindeydi. Humeyni tüm Müslümanları ülkelerindeki krallara karşı ayaklanmaya davet ediyor, muhalif gruplara yardım etmeye hazır olduklarını bildiriyordu. Bu da doğal olarak bölgedeki diğer muhafazakâr iktidar sahiplerini endişelendiriyordu. Özellikle ezilmiş Şii topluluklara sahip Sünni-Vahhabi bölge devletleri yeni İran rejimini kendi iktidarlarına karşı büyük bir tehdit olarak algıladı. Bu tehdit algısı o kadar ciddi idi ki Irak Baas rejimi ile büyük sorunlar yaşayan Körfez ülkeleri İran’a karşı Saddam’ı desteklemekten başka yol bulamadı. Böylece Suudi Arabistan, Irak Baas rejiminin önemli mali destekçisi haline geldi. O gün bu gündür Suudi Arabistan ve İran İslam Cumhuriyeti arasındaki eski dengeli rekabet gergin bir çekişmeye dönüştü.
Ortadoğu’da hegemonik boşluk ve petrol
ABD’nin Orta Doğu ve çevresinde Afganistan ve Irak işgali ile hegemonya kaybettiği açıkça bilinen bir gerçektir. Diğer yandan Mısır, İran, Irak ve Suriye gibi bölgenin geleneksel politik aktörleri 1980’li yıllardan beri politik etkilerini büyük ölçekte kaybetti. Ne Mübarek Mısır’ı Araplar arasında eski otoriteye sahipti ne Şubat 2011 devriminden sonra iktidarı ele geçiren Müslüman Kardeşler etkili siyaset yürütebildi ne de Bonapartist bir darbe ile eski düzenin daha gerici halini restore eden Sisi iktidarı önemli bir aktör olabildi. İran ve Irak’a gelince aralarındaki sekiz yıllık savaş iki ülkeyi uzun süre meşgul etti. Daha sonra Körfez savaşları ile Irak Baas rejimi tamamen etkisiz hale getirildi. Suriye ise 2011’den beri iç savaş alevleri içinde yanmakta. Tüm olanlardan kârlı çıkan Suudi Arabistan ve körfez savaşları ile birlikte İran oldu. AKP iktidarındaki Türkiye bölgede aktif siyasi rol almaya çalışsa da, dış siyaseti adım adım çöktü ve Orta Doğu’da umduğu politik konumu elde edemedi. Hatta Türkiye Mısır’daki büyük siyasi kaybından sonra Suudilerle arayı iyi tutmaya başladı.
Suudi Arabistan bölgedeki hegemonya boşluğundan yararlanarak ve petrolün bağışladığı “bitmez tükenmez” servetle bölgedeki gerici güçleri destekleyerek ilk önce Türkiye ve Katar gibi Sünni rakiplerine karşı politik üstünlük kazandı. Daha sonra geleneksel Şii rakibi İran’ın genişleyen siyasal etkisini durdurmak için aktif siyaset yürütmeye çalıştı.
İran’ın nükleer anlaşması ve Suudilerin sıkışması
İran’ın Batı’yla gerçekleştirdiği nükleer anlaşma bölgede iki aktörü çok ama çok rahatsız etti. İlki tabii ki İsrail ikincisi ise Suudi Arabistan idi (bunlara Rohani hükûmetini çok sert şekilde eleştiren İran’ın içindeki radikal muhafazakârları da eklemek lazım tabii). İkinci körfez savaşından sonra Irak İran’ın arka bahçesi haline geldi. İstediği gibi at koşturuyor orada. Hatta Güney Kürdistan hükûmeti ile bile arasını iyi tutuyor. Suriye iç savaşında Esat’ın ayakta kalmasında İran’ın önemli payı var. İşte tam bu durumdan rahatsız olan İsrail ve körfez Arap ülkeleri İran’ın tamamen izole edilmesini isterken İran Batı ile ekonomik olarak kendini rahatlatacak ve uluslararası baskıyı üzerinden büyük ölçekte atacak bir anlaşma gerçekleştirdi. Bu anlaşma doğal olarak Yemen ve Suriye’de İran’la bilfiil savaş içinde olan Suudileri hoşnut bırakmadı.
Türkiye iflas etmiş dış siyasetini kurtarmak isterken
Türkiye Mısır’da tamamen ve Suriye’de büyük ölçekte hezimete uğradı. Dış siyasette hiçbir şey AKP’nin istediği gibi ilerlemiyor. Türkiye’nin hava sahasını ihlal ettiği gerekçesiyle düşürülen Rusya savaş uçağı bu başarısızlığa bir başka boyut daha kattı. Bu başarısızlıklar zinciri sonunda Türkiye tekrar eski müttefiki İsrail’e yöneldi (aslında çok bir problem de yoktu aralarında) ve Arabistan’la ilişkisini sıklaştırdı. Bu da Arabistan’ın çok işine yaradı. Yemen’de sıkışıp kalan Suudiler İran’a yönelik yeni hamleler geliştirmekte hiç gecikmedi.
Suudi Arabistan-İran çekişmesi
Nükleer anlaşmasından sonra ticaret yollarının açılması ve Batı sermayesinin koşarak İran’a akın etmesine karşı Arabistan petrol fiyatlarını düşük tutmaya çalıştı. Bu siyaset İran’ı zor durumda bıraksa da Suudiler de bundan zararlı çıkıyor. Buna rağmen Arabistan yine petrol piyasasına yüklenmek istiyor. Batı’nın uyguladığı yaptırımlardan dolayı petrol üretim gücünü ve sonucunda OPEC’deki etkin konumunu kaybeden İran ambargoların kalkmasıyla eski yerini geri kazanmak istiyor. Suudi Arabistan da buna karşılık körfez Arap ülkelerini arkasına alarak direniyor. Hem bu ittifakı ayakta tutmak için hem de petrol fiyatlarındaki düşüşten dolayı yaşadığı ekonomik problemleri halk nezdinde arka plana itmek için Arabistan petrol savaşına ek olarak İran’a karşı yeni bir cephe daha açtı.
Suudiler bu sefer İran’ı politik olarak izole etmek için hesaplanmış bir hamle yaptı ve muhalif Şii lideri Şeyh el Nimr’i idam etti. Suudiler muhalif Şiilere karşı ne kadar sert baskılar uygulasa da yıllardır el Nimr boyutlarında bir Şii lideri idam etmemişti. Böylece İran’ın tepkisi ölçülecekti.
Hac döneminde ortaya çıkan vinç kazası ve sonucunda çok sayıda İranlı hacının ölmesinin ardından İran geniş bir anti-Suudi propaganda yapmaya başladı. Bu propagandalar dışarıdan ziyade İran’ın iç politikasını ilgilendiriyordu. Anti-Arap propaganda yoğun bir şekilde kitleler arasında kabul görmeye başladı. İran böylece Yemen ve Suriye’deki savaşları hoşnutsuzlukla karşılayan halkı rejimin arkasında konsolide etmeyi başardı. Şeyh el Nimr’in idamı bu sefer Suudilere karşı uluslararası boyutlarda etkili olabilecek yeni bir propaganda için kaçırılmayacak bir fırsattı. Ama bu fırsat Arabistan Büyükelçiliği’nin Tahran’da ateşe verilmesi ile tam tersi etkiyi yarattı. İran’da hem dini lider Hamenei hem de devrim muhafızları komutanları idamı sert dille eleştirseler de Büyükelçilik olayından sonra Rohani hükûmetinden başka devlet yetkilileri yakıp yıkma işini doğru bulmadıklarını dile getirmek zorunda kaldı. Müslüman ülkeler teker teker İran’la olan ilişkilerini durdurdu. Şimdilik Arabistan’ın İran’ı izole etme planı tam da istedikleri gibi ilerliyor.
Unutmamak lazım İran’ın iç politikasında da bu olayın bir karşılığı var. İran yeni bir seçim arifesinde ve nükleer anlaşma ile dış ticaretteki ayrıcalıklı konumunu kaybeden radikal muhafazakarlar orta yolcu Rohani hükûmetine her fırsatta yüklenmek istiyor. Radikal muhafazakâr muhalefet, meclis seçimlerinde reformist ve orta yolcu muhafazakârlara karşı elini güçlendirmek istiyor. Bu cenah Rohani destekçisi ve nükleer anlaşmadan mest “orta sınıfı” durdurmak için anti-Arap Fars milliyetçiliğine ve Şii kimliğine dayanarak siyaset yürütmektedir.
Bu gelişmeler Orta Doğu’yu korkunç bir senaryonun eşiğine getirmiş durumda. İran ve Arabistan dâhil birçok taraf için Suriye ve Yemen’deki savaşları kaybetmemek hayati bir önem taşımakta. Bu savaşları kazanmak için de taraflar büyük siyasi riskleri göze almak istiyor. Bu da bölge halkını daha karanlık bir döneme sürüklemek dışında başka bir anlam taşımamaktadır. Orta Doğu her zamankinden daha fazla, bu gerici savaşları ve getirdiği büyük tahribatı durdurmak için ilerici güçlerinin harekete geçmesini bekliyor.
http://gercekgazetesi.net/uluslararasi/hegemonya-ve-petrol-savasinda-suudi-arabistan-iran-cekismesi
‘Mesele mezhep değil rekabet’
Şehir Üniversitesi İslami İslami İlimler Fakültesinden Prof. Mehmet Ali Büyükkara’ya göre, İran ve Suudi Arabistan arasında gittikçe artan ve bölgeye yayılan gerginlik mezhepsel nedenlerden besleniyor ama asıl nedeni mezhebî değil. Türkiye’nin tansiyonun düşürülmesinde önemli bir rol oynayabileceğini düşünen Büyükkara’ya İran-Suudi Arabistan gerginliğini sorduk.
Ayşe Karabat
İslam mezhepleri üzerine çalışmaları olan Prof. Mehmet Ali Büyükkara ‘mezhebî çatışmaların arızi’ olduğunu, ‘siyasi gerilim olduğunda, ortada paylaşılması gereken bir pasta olduğunda’ arttığını düşünüyor.
Şia adı altında İran ulus devletinin, siyasi ihtirasları olabileceğine dikkat çeken Şehir Üniversitesi İslamî İslami İlimler Fakültesi’nden Büyükkara, Suudi Arabistan’ın, İran’a da İhvan’a da eşit derecede ‘alerjisi’ olduğunu vurguluyor.
Çağdaş İslamî akım ve hareketler konusunda uzman olan Büyükkara’ya göre, gerginliğin düşürülmesinde her iki tarafla da hem barış hem savaş deneyimi olan ‘orta yolcu’ Türkiye’nin önemli bir rolü olabilir.
Suudi Arabistan’ın 2 Ocak’ta kendi vatandaşı Şii lider Ayetullah Nemr’i idam etmesinin ardından İran ile Riyad arasındaki ilişkilerin iyice gerilmesini ve bölgeye yayılmasını, olası sonuçlarını Büyükkara’ya sorduk.
Şeyh Nemr’in Şia dünyası için önemi nedir?
Şeyh Nemr, Merce-i taklit dediğimiz, fıkıhta taklit edilecek merci konumu yok. Doğu mıntıkasında El Avamiye denilen ve nüfusunun tamamı Şia olan bir kasabada Cuma imamı. Ağzı laf yapabilen, siyasetle de ilgilenebilen bir şahsiyet. Suudi Arabistan’da Şia toplumu içinde ilk beşte yer alabilecek bir figür. Aktivizminden dolayı tutuklandı. Yaklaşık üç senedir hapisteydi. Sanıyorum siyasi sebeplerle aldığı idam cezası infaz edildi. Affedilebilirdi ama bu tercih edilmedi. Gerçekleşen 47 idamın dördü Şia, geri kalan ise, El Kaide hocaları. Suudi Arabistan şunu demek istedi; devleti cebir yoluyla etkisiz hale getirmek isteyen insanları mezhebini göz etmeden cezalandırıyorum.
Fakat Şeyh Nemr’in şiddet çağrısı yok, okuduğum kadarıyla.
O bölgede Arap Baharı’nın başından beri gerginlik yaşanıyor. Bahreyn’de, Yemen’de. İran’ın bunun arkasında olduğu da gizli değil. Bu işi yönlendiren figürler var. Orada Şiiler her zaman özgürlük istemişlerdir. İkinci, üçüncü sınıf vatandaş olmaktan bu şekilde muamele görmekten devamlı bir sıkıntı halinde olmuşlar. Özgürlük talebi sokak gösterileri şeklinde ortaya çıkıyor. Buna da Suud polisi izin vermiyor. Öbür kentlerde de benzer davranışları mesela kadınlar araba kullanma meselesinde aynı tepkiyle karşılaşıyor. Orada bir takım sokak çatışmaları falan da olmuş. Şeyh Nimr de içlerinde yakalanıyor. Suçlu bulunmayabilirdi. El Kaide hocaları gibi fetva verdiği yok. Bombalı saldırıların arkasında değil. Ama siyaseten bu idam gerçekleşti.
Batı’nın da Şeyh Nemr’in idam cezasının infaz edilmemesi için çağrıları vardı. İran’da Suudi temsilciliklerine saldırıldı ve başka ülkelerde de gösteriler oldu. Sokaktaki gerginlik de arttı. Suudi Arabistan bunları öngörüyordu herhalde. Ama buna rağmen neden bu idamı gerçekleştirdi?
Uzun yıllar değil belki ama gerginliğin şiddetlendiği bir kaç yıldan söz ediyoruz. 2011’de Bahreyn de Şii çoğunluk, Sünni karakterli kraliyeti devirmek üzereyken Suudi Arabistan’ın tanklara girmesi. Arkasından Yemen meselesi. Orada İran’ın Şia kökenli olduğu için kendisine yakın bulduğu Husi hareketi bütün Yemen’i ele geçirmek üzereydi. Fiili savaş durumuna geçti Suudi Arabistan. Gemileriyle, uçaklarıyla işin içinde. Suriye’de de karşı karşıyalar. Irak’ın Saddam’dan sonra Şii iktidarların eline geçmesi. Kral Abdullah o zaman “Şii hilâl oluştu” demişti. Dönemin İran Cumhurbaşkanı Hatemi ‘böyle bir şey yok, bu Batılıların lafı’ dese orada tarihsel olarak doğal bir hilâl var. Bu hilâl zaman zaman ortaya çıkıyor zaman zaman yok oluyor. Şimdi bu Şia hilâli fiilen var. Bunun bizzat Tahran milletvekili Ali Zakanni 2014 Kasımında söylemişti; ‘Arap dünyasında dört başkent Tahran’ın elinde diye. Beyrut, Sana, Bağdat ve Şam.’ Bu doğru. Dört başkent kadim olarak Sünni başkentler. Hatta Osmanlı başkentleri de diyebiliriz bunlara. Bu Türkiye’yi bile rahatsız eden bir gelişme. Suudi Arabistan’ı haydi haydi rahatsız ediyor. Şia bir uçtaysa, Vehhabilik öbür uçta ama bu mezhebî bir gerginlik değil aslında. Mezhepleri yakın bile olsaydı İran ve Suudi Arabistan bence bölgesel rakip olarak karşı karşıya olurdu.
Bu mezhepsel olmama durumunu biraz daha açar mısınız?
Mezhepsel olmaktan besleniyor ama asıl neden stratejik çıkarlar. İran, İslam Devrimi’ne kadar Şahlık ile yönetiliyordu ki Suudi rejiminin bir benzeriydi. Her devrilen monarşi Suudi Arabistan’ı rahatsız ediyor. 1950’lerde Mısır’ın monarşiden kurtulması, Irak’ın Baas rejiminin eline düşmesi, hatta Suudi Arabistan’ın savaş halinde olduğu Yemen’in imametten sosyalist rejime geçmesi. Bütün bunlar Suudi Arabistan’ı hep rahatsız etmiştir. Suudi Arabistan’ın İhvan’dan hoşlanmamasının arkasında da bu sebep yatıyor. Suudi Arabistan’ın iki büyük alerjisi var: Bir İran, iki ihvan. İhvan, Sünni hatta selefi damarı da olan bir hareket. Öbür taraf Şii. Ama Suudi Arabistan her ikisine de çok yakın seviyelerde alerji duyuyor. Bunun sebebi rejim sorunudur. İslam Cumhuriyeti de Suudi Arabistan’ın rejimsel meşruiyetine tehdittir, İhvan-ı Müslümin demokratik İslamcılığı da monarşiye tehdittir. Mezhep ayrılığı olmasa da İran ve Suudi Arabistan doğal olarak bölgede rakipler. Türkiye ile İran’ın inişli çıkışlı ilişkileri var, barış halinde olmayı başarıyor ama yine de rakipler ama İran ve Suudi Arabistan arasındaki rakiplik daha fazla.
Suudi Arabistan’ın bu son hamlesinin arkasında ABD’nin Ortadoğu’da tutum değişikliğine gitmesi olabilir mi? ABD artık petrol konusunda Körfez’e o kadar da bağımlı değil. Biraz da, ‘bizim güvenliğimize doğrudan tehdit olmadığı sürece kendi meselelerini kendileri halletsinler’ yaklaşımı var. Ayrıca, nükleer meseleden sonra İran ile yakınlaşma söz konusu. Bütün bunları nasıl algılıyor Suudi Arabistan?
Suudi Arabistan ABD’nin büyük desteğini hep arkasında hissetti. Ekonomisi, dış politikası ABD’nin paralelinde oldu. İran İslam Devrimi’nden sonra ABD’nin dostluğunu daha fazla yanına çekti. Bunun devamını istiyor. Süper güçle partner olmak iyi bir şey ve bunun kaybetmek istemiyor. ABD ve İran ise artık ilişkileri karşılıklı olarak düzeltmek istiyor. Nükleer müzakereler meselesi bir kapısı oldu bunun. Ebedi düşmanlık olmaz. İran da büyük devlet geçmişi nedeniyle bunu çok iyi bilir. Bu noktada ölçülü bir açılım istediler. Suudi Arabistan da bunu hazmedemiyor. İran ambargolardan sonra petrolünü satmaya başlayacak. Daha rahat hareket edecek. Bu Suudi Arabistan’ın istemediği bir şey ve ABD’ye blöf yapıyor. Benim kanaatim o. “İran’a yaklaşıyorsun ama benim dostluğumu kaybetmen sana pahalıya mal olabilir. Ayağını denk al.” Fakat ben şu kanaatte değilim; ABD, İran ile arasını iyi yapmak için bölgedeki Sünnilere sırtını dönecek, ‘Siz El Kaidecisiniz ben artık İran ile işbirliği yapacağım’, diyecek. Böyle bir şey yok. ABD-Suudi Arabistan ilişkilerinin ticari, askeri boyutu var. ABD bunu sürdürmek ama yanına İran’ı eklemek istiyor. Suudi Arabistan ise tek olmak, ailenin en sevilen çocuğu olmak istiyor. Bu noktada ABD’ye blöf yapıyor. Ama ben bazılarının savunduğu ‘ABD artık İran’ı destekleyecek, tarihi gayri Müslim-Şii ittifakı tekrar ortaya çıktı. İran, ABD’nin gücünü de arkasına alarak ortalığı manipüle edecek,” fikrine inanmıyorum. Yüzde 85-90 Sünni iken ABD bunu bir tarafa itip, yalnızca İran ile işbirliği yapmaz.
Sizce bu gerginlik nereye kadar tırmanır?
Kontrollü gidiyor gibi. Şeyh Nemr’den bir kaç hafta önce Tahran’ın kuzeyinde Sünnilerin tutulduğu bir hapishane de Kürt Sünni hocalar idam edildiler. Bunlardan Behram Ahmedi’nin Şia mezhebini tenkit eden vaazları var. Arkasını bilmiyoruz ama mutlaka siyasi faaliyetleri de vardır. Suudi Arabistan açısından ‘Sen Sünnileri idam edersen ben de Şiileri idam ederim’ gibi misilleme durumu da var. Bazı haber sitelerinde İran’da 27 Sünni’nin idam cezasının onaylandığı ve her an idam edilebileceklerine yönelik haberler gördüm. İran, bu tehlikeli adımı atar mı? İşi gerginleştirmek isterse eder. Bilemiyoruz. Suudi Arabistan’ dan da beklemiyordum Şeyh Nemri’ yi idam etmesini. Bu gerginliği fazlalaştırır ama bir savaş boyutuna geleceğini sanmam. Zaten bir vekâlet savaşı Suriye ve Yemen’de devam ediyor.
Bize bir buçuk yıl önce verdiğiniz bir söyleşide Sünni- Şia çekişmesinin derinleşebileceğinden endişe ettiğinizi söylemiştiniz.
Zamanlama tesadüf mü bilmiyorum ama Türkiye [Diyanet İşleri Başkanı] Mehmet Görmez vasıtasıyla devreye girdi. İşin siyasi boyutu görünmüyor ama dini bir mesaj verildi, çok önemli bir adım atıldı. İran ziyaretinde, bir hafta önce Şia dünyasının en üst makamı Ali Hamanei ile görüştü. İki üç gün sonra Suudi Arabistan’da Abdülaziz El Şeyh ile görüştü, Vehhabiliğin en üst makamı ve kurucusunun bir kaç kuşak göbekten torunu. Bir kaç gün arayla hem Vehhabiliğin hem Şialığın yani İslam’ın iki zıt ucunun en üst makamlarıyla görüşmek bence tarihi bir mesajdır. ‘Kan dursun’ diyor Türkiye. Türkiye, Şia-Vehhebalik gerginliğinde tam ortada yer alıyor. Hem orta yolu benimsemesi hem de Sünni dünyada bir nevi hilafetin mirasçısı olması. Bu noktada bu girişim çok önemli. Türkiye, Şia ve Vehabbilikte taraf değil ama zaman zaman iki kesimle de savaşmış. 1800’lerin başında Vehhabilik liderini Sultan Ahmet Meydanı’nda idam ettirmiş. Safevilerle de yıllar boşu savaşmış. İki tarafla da barışmayı bilmiş bir tecrübeye de sahip.
Bunun için uygun ortam var mı? Teröre karşı İslam ittifakı kuruldu ama bu İran’a karşı Sünni ittifak olarak algılandı. Türkiye’nin arabuluculuğundan söz ettiniz ama saflar bu kadar keskinleşmişken, bu yapılabilir mi?
Yapılabilir. Birden bire bile olabilir. Uluslararası ilişkilerde örneği çok. ‘Her şey çok kötü’ dediğiniz dönemlerde bile birden bire çok farklı bir noktaya gelinebilir. Zaten bu gerilimler sürdürülebilir gerilimler değil. Bir yerde bu sona erecek. Mezhebî savaşların da arızi olduğunu görüyoruz. Yani zaman zaman ortaya çıkıyor. Büyük zamanlarda barış hali söz konusu. Halk siyasiler tarafından rahat bırakıldığında uzlaşabiliyor. Beraber yaşıyor. Toplumsal problem olmuyor ama siyasi gerilim olduğunda ortada paylaşılması gereken bir pasta olduğunda yahut kendilerini güvende hissetmediklerinde mezhebi yapılara dayanmak zorunda kalıyor. Şu yaşadığımız süreç ne kadar sürer bilmiyorum ama tarihteki bu arızi dönemlerden birini yaşıyoruz. Ne kadar hızlı sona ererse o kadar iyi. Bu noktada Türkiye’nin çabaları önemli. İki taraf da sıkıştığında gelebilecekleri yer Türkiye olacak. İslam ülkeleriyle beraber büyük bir gücü var. Fas’tan Endonezya’ya kadar bu işe son verin diyebilecek durumda Türkiye. Sünniliğin hâmisi olması gerekmiyor ama Şia yayılmacılığı karşısında Şia adı altında İran ulus devletinin siyasi ihtirasları varsa bunun da önüne geçilmesi gerekiyor. Nihayetinde Sünni dünyanın önemli bir parçası.
Bu gerilim Suriye’ ye nasıl yansır?
Suriye’de iki taraf vekalet savaşları üzerinden çatışmaya devam ediyor. Bana kalırsa Suudi Arabistan’ın derdi Esed’in gidip gitmemesi değil, İran’ın hâlâ orada sözünün var olup olmaması. Esad rejiminin tek başına rahatsız ettiğini düşünmüyorum. Türkiye’yi rahatsız etmesi türünden bir rahatsızlık değil. Orada Suudi Arabistan Esed’i değil, İran’ı görüyor. Ben öyle okuyorum. Uluslararası toplantılar büyük bir hızla başladı ama Rusya hızlı bir biçimde girdi, ABD pasif. Orta vadede hallolacak ama yakın vaade ışık görmüyorum.
Kaynak: Al Jazeera
http://www.aljazeera.com.tr/al-jazeera-ozel/mesele-mezhep-degil-rekabet
Devletin gücü; onu kalın bir kabuk gibi kuşatan, orduya dayanıyordu. Bu yeterli değildi, ordunun gücünü koruyacak bilimsel buluşlar, bilimsel üretmeler gerekiyordu, bunlar da yoktu.
Bir ülkenin toplumsal kurumları sağlamsa, belli bir bilimsel anlayışa, felsefe görüşüne dayanıyorsa, o toplumun orduları yenilgiye uğrasalar bile toplumsal içyapı sarsılmaz, bütünlüğünü sürdürür. Bu toplumsal içyapı ulusa kimlik-kişilik kazandıran üretici düşünsel odaktır. Kendine özgü düşünsel odağı olmayan, bütün düşünce kuruluşlarını başkalarından aktaran bir toplumun uzun süre ayakta kalma, varlığını özgün biçimde sürdürme olanağı yoktur. Devlet bir kabuk değildir, önce içinin dolu, özgün, yapıcı, yaratıcı öğelerle dolması gerekir. İçerik sağlıklı olunca kabuğu çatladıkça yeniler, kabaranı atar, altından yeni, daha sağlıklı bir içderi oluşturarak çatlayan dışderinin yerine koyar. Osmanlı toplumuna, tarih bilincinin ışığında bakılırsa, içerikten yoksun kalın bir kabuk olduğu görülür. Bu toplum sağlıksız kuruldu, kendi kendini besleyecek üretici odakların oluşturulması gereğini duymadı.
Osmanlı yönetimi Anadolu’yu bir bütün olarak benimsemedi, onun eski uygarlığına yabancı kaldı. Oysa, İran öyle değildi, onun söylencesel de olsa çok eski bir uygarlığı, tarihi vardı. İran köklüydü, kendi toprağının düşünsel ürünleriyle beslenebilecek durumdaydı. Buna karşın Osmanlıda böyle bir durum yoktu. İran halkı kendisini toprağının yerlisi sayıyordu, bu gerçeğe yürekten bağlıydı, Osmanlı yönetimi bu görüşten de uzaktı, kendini Anadolu’nun yerlisi değil, sonradan gelme egemeni sayıyordu.
http://issuu.com/sacittademir/docs/__smet_zeki_ey__bo__lu_-_s__m__r__l
Emperyalist Dış Politikanın Çöküşü ve Tehlikeler
Levent Toprak
Erdoğan liderliğindeki AKP dış politika alanında başından beri büyük iddialarla hareket etti. İslamcı demagoji ve hayallerle de beslenen yeni dış politika yönelişleri, esasen değişen dünya koşullarında Türkiye’nin önünde yeni fırsatların açıldığı değerlendirmesine dayanıyordu.
“Komşularla sıfır sorun” gibi afili formüllerle barışçı gösterilen bu politika, Doğu halklarına geleneksel olarak mesafeli duran eski Batıcı tutumun olumlu bir aşılması olarak pazarlandı. İkili anlaşmalar yapılıyor, güya sınırlar kaldırılıyor, ortak bakanlar kurulu toplantıları düzenleniyor, gülücüklü aile fotoğrafları veriliyor, ticaret hacimleri arttırılıyor, bin türlü heyetlerle ziyaretler sıklaşıyor, Batılı emperyalistlerin bu ülkelere yönelik baskılarına kısmen kalkan olunuyor, “biz bu işi suhuletle hallederiz” havaları atılarak arabuluculuk rollerine soyunuluyordu. Böylece, bölgedeki en büyük ve gelişkin kapitalist ekonomi olmanın da itkisiyle, AKP liderliğindeki Türkiye etrafına kol kanat geren müşfik bir ağabey pozunu enikonu şişiriyordu.
Ancak 2008 yılının sonlarından itibaren İsrail’in Gazze ve Hamas’a dönük saldırganlığı yeni bir alevlenme evresine girerken, AKP dış politikasının “suhulet” dönemi de bitiyordu. “Sıfır sorun”dan, etraftaki ülkelerin neredeyse tamamıyla çatışmalı ilişkilere geçiş, 2009’un başlarında İsrail ile başlayıp aynı yılın sonlarında Ermenistan ile devam etti. 2010 yılı İran’la Batı arasında arabuluculuk rolünü kapma gayretlerinin çöküşüne tanıklık etti. 2010 sonlarında başlayan ve 2011 yılı ile birlikte tüm hızı ile ilerleyen Arap halklarının isyan dalgası ise genel olarak “sıfır sorun” sahtekârlığını yerle bir etti. İlk büyük bocalamayı Libya’da yaşayan AKP, sivri dişlerini de bu noktadan itibaren göstermeye başladı. Libya’da yaşanan fiyaskodan sonra, asıl kilit noktası olarak Suriye sorunu ön plana çıktı. Bir yandan korku ve telaş içinde, bir yandan da yağmadan geri kalmama arzusuyla Suriye iç savaşına boylu boyuna dalan AKP, Suriye halklarının oluk oluk akan kanının başlıca sorumlularından biri haline geldi. Buna paralel olarak, benzer heveslerle Mısır’da da ağabeyliğe soyunan AKP burada da çuvalladı. Aynı dönemde ve sonrasında da türlü müdahalelerle Irak’taki hükümet oluşumlarına burnunu sokan AKP, bir kez daha yol açtığı karışıklıkların bir bölümünü geride bırakarak avucunu yaladı. Suriye’de iç savaşın uzaması ve özde aynı pozisyonun sürdürülmesi ise, son dönemde hem İran hem Irak hem de Rusya ile ilişkilerin daha çatışmalı hale gelmesine yol açtı. Böylece 5-6 yıl içinde, AKP yönetimindeki sermaye devleti, çevresindeki ülkelerin neredeyse tamamıyla düşmanca ilişkilere geçiş yapmış oldu.
Söz konusu kanlı emperyalist politika 24 Kasımda Suriye’de Rus savaş uçağının vurulup düşürülmesiyle önemli bir dönemece girdi. 60 yılı aşkın bir süre boyunca yaşanmamış olan bir şey yaşanıyor ve bir NATO ülkesi bir Rus uçağını düşürüyordu. Rusya gibi askeri anlamda süper güç konumundaki bir ülkenin uçağının düşürülmesinin olağanüstü bir gelişme olduğunu özel olarak vurgulamaya elbette gerek bulunmuyor. AKP ve Erdoğan’ın, hırsı çapını aşan emperyalist politikasının günün birinde kaçınılmaz olarak çok riskli sonuçlara yol açacağı belliydi.
Böylesi riskli bir hamlenin yapılması, afra tafrayla böbürlenerek yutturulmaya çalışılan emperyalist politikanın iflas etmesi ve bir köşeye sıkışma durumunun yaşanması anlamına gelmektedir. Bu sıkışma sürecinin kilit belirleyenlerinden biri, ABD emperyalizminin İran’la nükleer müzakereleri anlaşmayla sonuçlandırmış olmasıdır. Bu anlaşma gerçekte İran’la bölgeyi ilgilendiren başka konuları da kapsayan bir yakınlaşma anlamına geldiği gibi, Rusya ile de belli bir uzlaşma anlamına gelmekteydi. Bu anlaşmanın ardından yaptığımız değerlendirmede bunun Türkiye’nin bölgede izlemekte olduğu politikalara darbe anlamına geleceğini belirlemiştik. [1] > Bundan mustarip olanın sadece Türkiye olmayıp, İran’la kanlı bıçaklı olan İsrail ve Suudi Arabistan da olduğunu vurgulamıştık. İran’la müzakerelerin gidişatının aşağı yukarı belli olduğu günlerden bu yana bu üç güç birbirine daha fazla yaklaşmakta ve ABD’nin İran’la vardığı mutabakatı dinamitlemek için var güçleriyle çaba harcamaktadırlar.
En son geçtiğimiz günlerde Suudi Arabistan’ın İran’ı provoke etmeyi amaçlayan idam hamlesinden sonra daha net görülmektedir ki, Türkiye’nin Rus savaş uçağını düşürmesi de aynı maksada doğru kurgulanmış bir hamledir. Suudi Arabistan’la son birkaç yıldır özellikle büyük bir yakınlaşma içinde olan Türk emperyalizminin, belki İsrail’in de bilgisi ve işbirliği dahilinde, tüm bu süreci birlikte planladığı söylenebilir. ABD’yi İran’la anlaşma sürecinin öncesindeki çizgiye, yani İran ve Rusya’ya daha sert bir karşıtlık içeren çizgiye döndürmek için, Türkiye Rusya üzerinden, Suudi Arabistan da İran üzerinden Rusya-İran eksenine saldırmıştır.
Ne var ki, Rusya ve İran’ın hışmını çeken bu hamlelerin, ABD’den sağlam bir destek aldığını söylemek zordur. Rus uçağının düşürülmesinin ardından ABD kerhen destek vermiş görünse de, özde bu provokasyonun arkasında durmamış, Türkiye’ye parmak sallamıştır. Öte yandan Rus uçağı düşürüldükten sonra Rusya’dan bindirilen büyük baskı karşısında sinen Türkiye, artık Suriye sınırında uçak uçuramaz hale gelmiştir. Dahası Suriye’deki emperyalist çıkarlarını yürütürken aracı olarak kullandığı güçler daha fazla kayıp vermeye başlamışlardır. Suriye Kürt hareketi de, tehditkâr pozlarla kırmızı çizgi diye ilan edilen çizgileri aşarak kazanımlarını ilerletmiştir. Tam da bu gibi nedenlerle AKP’ci medyadaki kimi yazarlar, ağlamaklı tonda, “biz niye böyle bir yanlış hamle yaptık” diye sorgulamaya koyulmuşlardır.
Fakat güreşe doymayan şirret pehlivan, hem yaşanan hezimet görüntüsünü telafi etmek, hem de hezimetin daha da büyümesini engelleme umuduyla, bu kez Musul’a tanklarla askeri sevkiyat yapmış ve bunu davul zurnayla duyurmuştur. Ancak fiili durum yaratmak için ve bir kez daha ABD emperyalizminin sineye çekeceği ya da göz yumacağı umuduyla yapılan bu hamle, aksine ABD’nin paylamasıyla karşılaşmıştır. Irak merkezi hükümetinin sert itirazlarını takmaya niyeti olmayan Türkiye, ABD’nin aba altından gösterdiği sopayla bu hamlesinden de tornistan etmeye başlamıştır. Yetmezmiş gibi, hamisi rolüne soyunduğu Arap dünyası devletlerinin ortak örgütü olan Arap Birliği, topluca Türkiye’yi kınamış ve askeri güçlerini çekme çağrısı yapmıştır.
Bu hezimet ve tornistanlara son eklenen halka da, İsrail ile ilişkileri düzeltme çabaları olmuştur. Köşeye sıkışan yalancı pehlivan, posta koyup, bununla Arap İslam coğrafyasına hava attığı İsrail’in eteklerine tutunmaya çalışmakta şimdilerde. [2] AKP liderleri, medya kanalları, kalemşörleri ve sözümona dış politika uzmanları, şu ana kadarki tutumu geniş emekçi kitlelere “ilkeli dış politika” diye pazarladılar. Emperyalist çıkarların çirkin manzarasını gözlerden saklamak, üzerini örtmek için başvurulan bu riyâkarlık sadece İsrail’le sınırlı değil. Aynı “ilkeli dış politika” riyâkarlığı, Mısır sorunu üzerinden Suudi Arabistan bağlamında da başından beri işlemiştir. Şimdilerde Suudi Arabistan’la daha da derinleştirilen ilişkiler bu riyâkarlığın ne derin olduğunu ortaya seriyor. AKP’nin Mısır’a dönük olarak sözümona demokrasiden yana ve darbe karşıtı “ilkeli” tutumu, her nasılsa konu Suudi Arabistan’ın buradaki rolüne gelince buhar olmuştur. Mısır’da sert biçimde kapışan iki burjuva kamp arasında Türkiye aktif biçimde Müslüman Kardeşler’le birlikte hareket etmiş, Suudi Arabistan ise darbeci Sisi’yi desteklemiştir. Kitlelerin bilincini bulandırmak için, darbeye göz yuman Batılı emperyalist güçlere her fırsatta demagojik biçimde verip veriştiren AKP liderliği, iş darbenin en büyük ve etkili finansörü-destekleyicisi olan Suudi Arabistan’a gelince tek söz etmemiştir. Darbeci Suud’a tek söz etmemek bir yana, onunla sıkı fıkı ilişkiler hız kesmeden devam etmiş ve şimdilerde bir kader ortaklığı içinde can ciğer kuzu sarması olmaya doğru yol alınmaktadır.
Tüm bu ilkesizlik, yalan propaganda, riyakârlık denizinin içinde ortaya çıkan tornistanlar, hezimetler ve kanlı emperyalist politika manzarası bize ne anlatıyor? Tüm somut çelişkileri içinde alt-emperyalizm olgusunun nasıl bir şey olduğunu. AKP yönetimindeki Türk sermaye devleti alt-emperyalist güçlerin düşebileceği tüm çukurlara düşmüştür adeta. Elif Çağlı’nın 2009’da ortaya koyduğu Türkiye’nin alt-emperyalistleşmesi değerlendirmesi gerçekte tüm bu dış politika sorunlarının üzerine oturduğu temeli vurguluyordu.
“Alt-emperyalizm kavramı, emperyalist hiyerarşi piramidinde en üst basamakta yer alan emperyalist ülkelerin altındaki bir konumu anlatır. Bu konumdaki bir kapitalist ülke henüz üsttekiler gibi bir ekonomik güce ve dünya gündemini belirlemekte aynı derecede etkiye sahip olmasa da, kendi bölgesinde ve büyük emperyalist güçlerin eşliğinde artık doğrudan yayılmacı ilişkiler yürütür. (…) Türkiye 1980 dönemecinden bu yana, burjuvazinin dışa açılma doğrultusunda gerçekleştirdiği yapısal değişim neticesinde sıçramalı biçimde yol aldı, ekonomisi büyüdü ve alt-emperyalist bir ülke oldu. Fakat Türkiye, sermaye ihracı ve sermaye hareketlerinin küresel ölçekte yönlendirilmesi bakımından henüz üst emperyalist ülkeler düzeyinde bir büyük güç konumuna ulaşmış değildir.” [3]
Alt-emperyalist ülkelerin temel çelişkisi, bir yandan özellikle kendi bölgelerinde zaman zaman büyük emperyalist güçlere kafa tutmaya kalkarken, diğer yandan bu tür tutumları sonuna kadar götürebilecek güce henüz sahip olmamalarıdır. Sonuç olarak bu ara konumun çelişkileri ve gücün sınırları, AKP ve Erdoğan’ın da önüne çıkmıştır. Bu tür ülkelerde Erdoğan gibi aşırı hırslı ve maceracı burjuva liderler varsa çelişkilerin doğurduğu sonuçlar daha feci olabilmektedir. Aslında Brezilya’nın da benzer bir duruma düştüğü İran meselesini kısaca hatırlamak, hem sorunun sadece Türkiye örneğiyle sınırlı olmadığını hem de maceracı zorlamalarla aradaki farkı anlamak için yararlı olabilir. Brezilya, Türkiye ile birlikte büyük emperyalist güçlerin hilafına riskli bir inisiyatif üstlenerek İran meselesini çözme gayretkeşliğine girmişti. Ancak konunun kendi boyunu aştığını Türkiye’den çok daha hızlı anlayarak, çabucak sahneden çekilmişti. Türkiye ise yerinde durmayarak sürekli olarak zorlamış, devre dışı kaldıktan sonra da İran’la ilişkileri sürdürmüş ve hatta ambargoların delinmesinde İran’la açık ve örtülü işbirliği yapmıştı. Bu tutumu elbette başta ABD emperyalizmi olmak üzere büyük emperyalist güçler tarafından artan ölçüde mimlenmesine yol açmıştı.
Sonuç olarak, peş peşe yaşanan fiyaskolarla AKP’li egemenler dış politika alanında gitgide daha fazla zora düştüler. İşçi sınıfı açısından sorun elbette egemenlerin zora düşmesi değildir. Sorun şu ki, egemenlerin izlediği bu politikaların asıl ceremesini, sadece dışta değil, içeride de, ezilen ve sömürülen emekçi kitleler çekmektedir. Saldırganlık düzeyi gitgide artan emperyalist politika daha şimdiden geride hayatını kaybeden yüz binler, yerini yurdunu kaybeden milyonlar bıraktı. Bugün Ege sahillerinden adeta ceset fışkırmasının baş sorumlularından biri AKP’li egemenlerin bu emperyalist politikasıdır.
Ancak örgütsüzlük koşulları içindeki emekçi kitlelerin genel olarak bu emperyalist politikanın içyüzünü ve tehlikelerini görmeleri engellenmektedir. Hükümetin işlettiği dev propaganda makinesi dört bir koldan emekçi kitlelerin zihinlerini bulandırmak, onları aldatmak üzere tam mesai halinde çalışıyor. AKP’li egemenlerin kitleleri kandırmada kullandıkları en etkili imaj “büyük Türkiye” imajıdır. “Büyük Türkiye” bölgesindeki ülkelere canının istediği gibi müdahale eden, sağa sola istediği gibi kabadayılık yapıp racon kesen, tuttuğunu koparıp alan, kolay kolay pes etmeyen, “dik” duran, karşı duranlara haddini bildiren ve çevresindeki zenginliklerden de payını almasını bilen bir Türkiye olarak resmedilmektedir. Aynı 20’li ve 30’lu yıllarda faşizmin yükseliş dönemindeki Almanya’daki gibi, bir yandan ezik kitlelerin ulusal gururunu okşayan, bir yandan da onlara yağmadan nemalanma hayalleri aşılayan bir propagandadır bu. Bu propaganda, aynı zamanda, gitgide daha fazla faşizan çizgilere bürünen otoriterleşme sürecini yansıtmaktadır ki, emekçi kitleler için zaten en büyük tehlike budur.
[1] Bkz. Levent Toprak, İran’la Nükleer Anlaşma ve Ortadoğu’da Dengeler, 14 Eylül 2015, marksist.com
[2] İsrail’e karşı tutumdaki tornistan ile ilgili daha ayrıntılı değerlendirme için bkz. İlkay Meriç, “Öldürmeyi İyi Bilenler” Emperyalist Çıkarlar Temelinde El Sıkışıyor, 10 Ocak 2016, marksist.com
[3] Elif Çağlı, Alt-Emperyalizm Üzerine: Bölgesel Güç Türkiye, marksist.com
http://marksist.net/levent-toprak/emperyalist-dis-politikanin-cokusu-ve-tehlikeler.htm
Suriye, Musul ve IŞİD
“Bilindiği gibi, gerçek her yerde somuttur. Bu nedenle marksizmin tahlil metodu, daima ‘somut durumların somut tahlilidir’. Bunun dışında nesnel bilgi edinme yolu yoktur.
Ama diyalektik yöntem kullanıyorum diye ‘somut durumların, somut tahlilinde’ tahlile tabi tuttuğun sorunu bıraktın mı hapı yuttun demektir. İşte o anda diyalektik yöntem, mekaniğe, senin dünya görüşün de, bilinemezciliğe dönüşür de sen hala Marksist diyalektikle sorunlara yaklaştığını zannedersin. Kısacası, ‘somut durumların, somut tahlili’ni kullanmaya kalkan, diyalektikten habersiz, çatısı dar mekanik kafaların düşeceği kaçınılmaz yer, ‘agnostisizm’dir. Oysa Marksist diyalektik ‘somut durumların, somut tahlilinden’ objektif bilgi teorisine geçer.” (Mahir Çayan)
Gelişen ekonomik, toplumsal ve siyasal bir olayın niteliğini, yönelimini ve yönünü saptayabilmek için, her şeyden önce somut olayın somut tahlili yapılmalıdır. Bu tahlilin yapılabilinmesi için de, öncelikle somut olayın bütünsel ve her yönüyle ortaya konulması gerekir. Somut olayın bütünsel ve her yönüyle ortaya konulamadığı ya da (o zaman dilimi için) “bilinemediği” durumlarda, somut durumun somut tahlili, ister istemez olayın o ana kadar dışa yansıyan sınırlı yönleriyle yapılmak zorunda kalınır. Bu durumda da, yani somut durum bütünsel ve her yönüyle ortaya konulamadığından tahlil de belli sınırlılık içinde yapılabilir.
Bunların yanında, somut durumun her türlü manipülasyon ve dezenformasyon[1*] koşullarında, somut olayın bütünselliği bir yana, ne olduğu bile tanımlanamaz hale gelir. Manipüle edilmiş ve dezenformasyonla bozulmuş bir olay, ne kadar somut durumun somut tahlili yapılıyor iddia edilirse edilsin hiçbir biçimde gerçeğe ve bilgiye ulaşmayı sağlayamaz. Bu nedenle, somut olayın öncelikle manipülasyonl ve dezenformasyonlardan arındırılması gerekir.
İkinci olarak, manipüle edilen ya da dezenformasyona konu olan bilgi kaynakları belirlenebilinse de, somut bilgiye ulaşmak hiç de kolay değildir. Özellikle ekonomik spekülasyonlara, uluslararası ve “derin devlet” faaliyetlerine ilişkin olayların gerçek/somut bilgisine ulaşmak neredeyse olanaksızdır. Öyle ki, bu gibi olaylarda “açık kaynaklar”, yani kamuoyuna yansıyan bilgiler/haberler, olayın içinde yer alan tarafların çıkarlarına göre manipüle edilir.
Manipüle edilmiş, çarpıtılmış ve başkalaştırılmış bilgilerle somut durumun ne olduğunun bilinmesi bile olanaksızken, bu çarpık ve başkalaştırılmış bilgilere dayalı olarak “somut tahlil” yapmak sadece kurgusal sonuçlar üretir. Dolayısıyla da bu kurgusal sonuçlardan da “senaryolar” yazmaktan başka bir yol kalmaz. Kaçınılmaz olarak kurguya dayanan “senaryolar” ise, komplo teorilerinin dayanağı haline gelir.
AKP iktidarında oluşturulan “yandaş medya”nın ya da “havuz medyası”nın, özellikle AKP’nin (hiç kuşkusuz Recep Tayyip Erdoğan’ın) çıkarlarına ve demagojilerine aykırı olan hiçbir habere yer vermedikleri, tersine bu çıkar ve demagojiye uygun haber ürettikleri açıktır. Bir de buna her şeyi gizlemenin ve farklılaştırmanın adı olarak “milli çıkar” söylemi eklendiğinde herhangi bir olayın gerçekliğini bilme olanağı olmasa da, bu manipülasyonların ve dezenformasyonların niteliğini açığa çıkarmak olanaklıdır.
Bu durum, ekonominin durumuna ilişkin “veriler”de, ortaya çıkan siyasal olaylarda (örneğin Tahir Elçi vb. cinayetlerde) ve “dış politika” gelişmelerinde çok daha belirgindir.
Bu açıdan Suriye ve Rusya savaş uçağının düşürülmesi olayı, bir taraftan manipüle edilip demagoji konusu yapılırken, diğer taraftan “milli çıkar” ya da “milli sır” söylemiyle karartılmaktadır.
Bu karartmayı kaldırmak ve gerçekte ne olduğunu sergileyebilmek pek de olanaklı değildir. Çünkü Suriye’de “dönen dolaplar”, Rusya savaş uçağının düşürülmesine ilişkin “somut kayıtlar” hep “gizlilik” kapsamındadır. İşin içine tüm emperyalist ülkelerin istihbarat teşkilatları, Suudi ve Katar “parababaları” ve Recep Tayyip Erdoğan’ın “örtülü ödeneği” girdiğinden, kimin kim olduğunu saptamak bile zordur. (Bu konuda Fehim Taştekin’in verdiği bilgiler bile yeterli olamamaktadır.) Burada yapılabilinecek tek şey, manipüle edilmiş ve çarpıtılmış haber-bilgilerin neler olabileceğini ortaya koymaktan ibarettir.
Herşeyden önce, Suriye “olayı”nın ne olduğunu anımsamak gerekir.
İlkin “Arap baharı” gündeme geldi. Tunus, Mısır ve Libya “Arap Baharı” söylemiyle siyasal dönüşümlere uğradı. Ardından “Arap Baharı” Suriye’ye “ulaştı”. Saddam’dan sonra Baas’ın iktidarda kalmayı sürdürdüğü tek ülke olan Suriye birden “karıştı”. “Barışçıl göstericiler” çok kısa bir zaman diliminde “silahlı isyancılar”a dönüştü. Suriye merkezi otoritesi büyük ölçüde hasara uğradı, pek çok kent ve kasaba “silahlı isyancıların” eline geçti. Ancak “silahlı isyancılar”ın “başarıları” belli bir süre sonrasında kesintiye uğramaya başladı. Bir çeşit “denge durumu” ortaya çıktı. Bu denge durumunda “silahlı isyancılar” ele geçirdikleri kent ve kasabaları kendi aralarında paylaşmaya başladılar. Bu paylaşımda kabile ilişkileri belirleyici olurken, birden “örgütler” peydahlandı. El Nusra, El Kaide, “Rojava Devrimi”, Kürt kantonları … vb. derken en popüler “fenomen” olarak IŞİD ortaya çıktı. Ve bugün neredeyse tek “fenomen” IŞİD oldu.
Olayların başlangıcında, yani “barışçıl göstericiler”in “silahlı isyancılar”a dönüştüğü ilk aylarda Libya’dan gelen “deneyimli savaşçılar” ve Libya’da ele geçirilmiş olan askeri malzemeler Türkiye üzerinden hızla Suriye’ye aktı. Saddam dönemindeki Kürt “göçü”nden esinlenen Recep Tayyip Erdoğan ve şürekası Suriyelilerin Türkiye’ye göç etmelerini teşvik etmekle kalmadı, doğrudan bu göçü organize etti. On binlerce Suriyeli sığınmacı kısa sürede yüz binleri geçti ve nihayetinde 2 milyonu aştı.
“Silahlı isyancılar”, “silahlı muhalifler” olarak Türkiye’de ve AKP’nin organizatörlüğünde örgütlendi. SUK (Suriye Ulusal Konseyi” ve ÖSO (Özgür Suriye Ordusu) adı altında Türkiye’nin örgütlediği “silahlı muhalefet” geleceğin Suriye iktidarı olarak AKP tarafından kutsandı.
Binlerce TIR dolusu tonlarca silah, “yabancı cihatçılar” Suriye iç savaşında yerlerini alırken, bunun finansmanının Suudiler ile Katar’dan geldiği ayan beyan ortaya çıktı. Türkiye, daha doğru ifadeyle, Recep Tayyip Erdoğan ve AKP, Suudilerin ve Katar’ın “taşeronu” olurken, Suudi ve Katar’ın dolarlarıyla cari açığını ve Recep Tayyip Erdoğan’ın “örtülü ödeneği”yle “yabancı cihatçıları” finanse etmeye başladı.
Bugün Suriye olaylarını izleyen hiç kimsenin “silahlı muhalifler”in, “yabancı cihatçılar”ın Suudi Arabistan ve Katar tarafından finanse edildiğinden kuşkusu yoktur. Yine kuşku yoktur ki, Suudi ve Katar’ın paraları bu “silahlı muhaliflere” Türkiye üzerinden aktarılmaktadır.
Suriye “olayı”nda Türkiye, her ne kadar Suudilerin ve Katar’ın “taşeronu”ysa da, sonuçta Amerikan emperyalizminin “büyük abi”liğinde ve onayı ile bu işi yapmaktadır. Durum bu olunca, MİT doğrudan “silahlı muhalifler”in örgütleyicisi, koordinatörü ve finansörü olarak “arazi”de faaliyet gösteren “en önemli unsur” haline geldi.
Kim ne yaparsa yapsın, sonuçta “silahlı muhalifler” Suriye iç savaşında belli bir sınıra ulaşarak duraklama dönemine girdiler. 2012’nin son aylarında dönemin ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’ın Katar’ın başkenti Doha’da “muhalifler”le yaptığı toplantıda SUK’un feshedilerek yerine SUKO (Suriye Ulusal Konseyi) kurulması bu durumun onaylanması oldu.
2012 yılının en önemli “olayı” ise, 22 Haziran 2012’de Türkiye’nin savaş uçağının Suriye “tarafından” düşürülmesi oldu. Uçak düşürme olayının, Türkiye’nin savaş uçağının Suriye hava sahasını “beş saniye ihlal etmesi” sonucu olduğu açıklandı. Olayın ardından Genelkurmay uçağın “uçuş kayıtları”nı yayınlayarak böyle bir “ihlal”in olmadığını iddia etti. Bu iddiasını “Rusya da bunu onaylıyor” türünden bir açıklamayla onaylamaya çalıştı. Ama “ne hikmetse” olayın meydana geldiği yere en yakın konumda olan İncirlik’teki Amerikan üssü ve bu üssün “izleme kayıtları”ndan hiç kimse söz etmedi.
Olan olmuştu ve “durumdan vazife” çıkarmak da Recep Tayyip Erdoğan’a “kısmet” oldu. Böylece Suriye’ye ilişkin yeni “angajman kuralları” ilan edildi. Buna göre, Türkiye sınırına 10 kilometre yaklaşan her “hava aracı”nın Türkiye tarafından “düşman” olarak kabul edileceği açıklandı. Bunun sonucunda Suriye hava kuvvetleri kuzey ve kuzey batıda kullanılamaz hale geldi. Bu da bir “nebze” “silahlı muhaliflere” soluk aldırdı ve “denge durumu”nun daha uzun sürmesine yol açtı.
2013-2014 “denge durumu” içinde geçerken en önemli gelişme “silahlı muhalefet” içindeki ayrışmalar ve birleşmeler oldu. Recep Tayyip Erdoğan’ın “din kardeşi” Müslüman Kardeşler etkinliğini yitirirken, silahlı unsurları El Nusra’ya yöneldiler. Bir süre sonra Irak’ta gelişen ve güçlenen IŞİD’e katıldılar. Böylece Suriye iç savaşı, “Fırat’ın batısında”ki kasaba ve köylerde egemen olan çok başlı ve çok parçalı “silahlı muhalifler” (bugün “Bayırbucak Türkmenleri” denilenler, İdlip merkezli “Fetih Ordusu”, Ahraruş Şam ile “Fırat’ın doğusunda” PYD ve IŞİD olarak yeni bir güç dağılımına sahne oldu. Ancak “denge durumu” değişmeden kaldı. Ancak 2014 yazında IŞİD’in Irak’ta gücünü artırması, Musul’u ele geçirmesi (Haziran 2014), Sincar’a ve ardından Suriye’de Kobanê’ye saldırması (Ağustos 2014) IŞİD “fenomeni”ni Suriye iç savaşının “baş aktörü” haline getirdi.
“Kafa kesen müslümanlar”ın, “yabancı cihatçılar”ın örgütü olarak dünya basınında birinci sıraya yükselen IŞİD’in tüm bu süreçte, özellikle Irak’ta gelişip güçlenmesinde MİT’in, Recep Tayyip Erdoğan’ın “örtülü ödeneği”nin ve Ahmet Davutoğlu’nun “stratejik derinlik” teorisinin belirleyici olduğu görülür oldu. IŞİD’in, özellikle Türkiye’nin “kırmızı çizgi” olarak ilan ettiği Suriye’nin kuzeyindeki “Kürt varlığı”na karşı doğrudan saldırısı bunun açık kanıtı olmuştur.
Herşey “denge durumu”ndayken, ama IŞİD’in giderek Suriye içinde egemenliğini genişlettiği bir ortamda “birden” ABD’nin Sincar ve Kobanê’de IŞİD’e karşı hava saldırılarına başlamasıyla durum değişmeye başladı.
2015 yılına ABD’nin hava desteği ve askeri danışmanlarıyla sağlanan Kobanê “zaferi”yle girildi. Artık “arazi”de IŞİD’e karşı ABD’nin hava desteği ve silah yardımıyla PYD/YPG ön sıraya çıktı. Ama “aktörler” değişse de “güç dengesi” fazlaca değişmedi. Suriye merkezi yönetimi elindeki yerleri korumayı sürdürdü.
Bu gelişme içinde olayların “hızı” yavaşlarken, doğrudan MİT tarafından örgütlenen Yavuz Sultan Selim Tugayı, Fatih Sultan Mehmet Tugayı, Ricalullah Tugayı gibi “Suriyeli Türkmenler”e ilişkin haberler “havuz medya”sında yer almaya başladı.
30 Eylül’de Rusya doğrudan hava bombardımanlarıyla Suriye savaşına girdi. Rusya’nın bu “hamlesi” açık biçimde “güç dengesi”ni değiştirici özelliğe sahipti. Türkiye’nin 2012’deki “uçak düşürme olayı” sonrasında ilan ettiği ve Suriye merkezi yönetiminin hava gücünü “arazi”de kullanamaz hale getiren “angajman kuralları” Rusya tarafından açık biçimde aşındırıldı. Rusya’nın uçakları Türkiye’nin sınırlarına kadar hava harekâtı düzenlemeye başladılar. Genelkurmay birbiri ardına “Türk hava sahası”nın Rus uçakları tarafından “ihlal” edildiğine ilişkin açıklamalar yayınladı. Ama ne “hikmet”se bu açıklamalarda “angajman kuralları”nın ihlal edildiğinden söz edilmedi.
Ekim ayı “iç siyaset”le ve IŞİD’in Ankara katliamıyla geçti. 1 Kasım seçimlerinden “zafer”le çıkan Recep Tayyip Erdoğan, içte ve dışta kendi “hesapları” doğrultusunda yeni hamleler peşinde koşmaya başladı. Tam bu sırada Suriye ordusu Rusya’nın hava desteğiyle kuzey batı bölgesinde ve Halep’te ilerlemeye başladı ve giderek “Fırat’ın batısı”nda Türkiye sınırlarına doğru ilerledi. Açıktı ki, bu gelişme bir biçimde “durdurulamazsa” Suriye merkezi yönetimi (Beşşar Esad) “Fırat’ın batısı”ndaki bölgeleri yeniden ele geçirecek ve Türkiye ile bir kez daha “komşu” haline gelecekti.
Rusya’nın hava desteğinde Suriye ordusunun ilerlemesi “Türkmen bölgesi”ne ulaştığında, birden “Bayırbucak Türkmenleri” anımsandı. Daha düne kadar “havuz medyası” tarafından övgüler düzülen Yavuz Sultan Selim, Fatih Sultan Mehmet, Ricalullah vb. doğrudan MİT tarafından kontrol edilen “Türkiye yandaşı silahlı muhalifler” şimdi yok olmak üzereydiler.
Ve Rusya’nın savaş uçağı 24 Kasım günü Türkiye tarafından düşürüldü.
Kim düşürdü? Türkiye.
Daha düne kadar “Şangay Beşlisi”ne alması istenen, Moskova’da cami açılışı yapan, en önemli ekonomik “partner” olan ve büyük ölçüde doğal gaz alımı yapılan Rusya’nın savaş uçağı neden düşürüldü?
İlk açıklamalar çok açık biçimde bunun bilinçli bir eylem olduğu yönünde olsa da, bir süre sonra “Rus uçağı olduğunu bilseydik bu olay olmazdı” (Numan Kurtulmuş), “Rus uçağı olduğunu bilseydik farklı olurdu” (Recep Tayyip Erdoğan) türünden açıklamalara yerini bıraktı. Böylece “bilinçli eylem” “bilmeden olan olay”a dönüştürülmeye çalışıldı. Ama bu açıklamalar, herkesin sıcağı sıcağına izlediği gibi, uçağın düşürülmesinin ardından Rusya’nın Türkiye’ye yönelik yaptırımlara başlamasıyla birlikte yapıldı. Putin’in buna yanıtı ise, “Türkiye’nin Rus uçağı olup olmadığını bilmemesi mümkün değil… ABD’li ortaklarımıza operasyonlarla ilgili bilgi verdik. Türkiye de bilgilere sahipti.” şeklinde oldu.
Böylece “uçak düşürme olayı” “bilerek mi, bilmeyerek mi düşürüldü” tartışmasına dönüştürülmeye çalışıldı.
Olayın “evveliyatı”na bakıldığında, “düşürme olayı”nın Suriye ordusunun Rusya’nın hava desteğinde “Türkmen bölgesi”ne doğru ilerlemesiyle başladığı görülür. Rusya’nın savaş uçağının düşürülmesinden üç gün önce, yani 21 Kasım’da “yandaş medya”da “Suriye’de Esad rejiminin Ruslarla birlikte Türkmenlere yönelik saldırıları sürüyor. Bölgeden gelen son haberlere göre Türkmen dağı bölgesi rejim güçlerinin eline geçti.” haberleriyle birlikte “Suriyeli Türkmenler”e yönelik saldırılarla ilgili Dışişleri Bakanı Feridun Sinirlioğlu, ABD Dışişleri Bakanı John Kerry’yle görüştü. Görüşmede Bayırbucak Türkmenleri’ne yönelik saldırılar ele alındı.” haberi yer aldı. Aynı gün, “Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi Dönem Başkanlığı’na da bir mektup gönderilerek, BM’nin bir an önce konuyu ele almasının talep edildiği” haberi yayınlandı.
22 Kasım’da, “Başbakan Davutoğlu başkanlığında düzenlenen Suriye konulu güvenlik toplantısı”na Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hulusi Akar, Dışişleri Bakanı Feridun Sinirlioğlu, İçişleri Bakanı Selami Altınok, Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Galip Mendi, Genelkurmay Harekat Başkanı Korgeneral Bahadır Köse, Başbakanlık Müsteşarı Kemal Madenoğlu, MİT Müsteşarı Hakan Fidan, MİT Müsteşar Yardımcısı İsmail Hakkı Musa ile AKP İstanbul Milletvekili Ali Sarıkaya katıldı. Gazete haberlerine göre, “Toplantı salonuna Bayırbucak bölgesinin büyük bir de haritası konulduğu görüldü.”
Aynı gün, “güvenlik toplantısı”nın hemen ardından Ahmet Davutoğlu şu açıklamayı yaptı: “Sınır güvenliği bağlamında Türkiye’ye dönük herhangi bir tehdit teşkil eden gelişme olursa anında mukabele etme talimatı güvenlik birimlerimize verilmiştir.”
23 Kasım’da “Türkiye, Suriye’de Esad ordusunun Rusya’nın hava desteğini alarak Bayırbucak bölgesinde Türkmenlere yönelik saldırılarını görüşmesi ve operasyonların sona erdirilmesi için BM Güvenlik Konseyi’ni (BMGK) toplantıya çağırdı”.
Ve 24 Kasım, saat 09:24’de Rus Hava Kuvvetleri’ne ait Sukhoi Su-24 tipi bir savaş uçağı F-16 tarafından düşürüldü.
Hiç tartışmasız Rusya’ya ait savaş uçağının düşürülmesi bilinçli bir “eylem”dir. Her ne kadar daha sonra “Rus uçağı olduğunu bilseydik…” türünden açıklamalar yapılmışsa da, bunun önceden planlanmış bir “eylem” olduğu çok açıktır. Üstelik “eylem” öncesinde ABD Dışişleri Bakanı John Kerry’le görüşerek “onay” alındığı da açıktır.
Böylece planlı biçimde Rusya’ya ait bir savaş uçağı düşürülmüştür. Nedeni, ilk bakışta ve söylem düzeyinde Suriye ordusunun “Türkmenlere yönelik saldırısı”nı önleme olarak sunulmaktadır. Ama planlamanın ABD’yle birlikte ya da onayı ile yapılmış olması, bu nedeni hiç de doğrulamamaktadır. Gerçek neden, bir tarafıyla ABD’nin Rusya’nın Suriye’de artan etkinliğine karşı bir “hamle” yapma gereği duyması, diğer tarafıyla Recep Tayyip Erdoğan ve şürekasının Suriye’deki tüm etkinliğini yitirmek üzere olmasıdır.
Kuşkusuz böyle bir “hamle”nin sonuçlarının da “masaya yatırılmış” olması gerekir. ABD açısından Rusya’nın etkinliğinin sınırlandırılması yeterli bir sonuçtur, ama Türkiye, yani Recep Tayyip Erdoğan ve şürekası açısından Suriye’de “elde kalan son mevziiyi”, “Türkmen kozunu” kaybetmemek olduğu söylenebilir. Ancak Rusya’nın, Putin Rusyası’nın, ABD’nin onayıyla bile olsa, böyle bir “hamle” karşısında “sessiz” kalacağını beklemek “yanlış hesap”tan öte, tam anlamıyla Recep Tayyip Erdoğan’ın kendisini “dünya lideri” sanma budalalığından başka bir şey değildir.
Sonuçta Rusya’nın uçağı düşürülmüş ve ardından Rusya’nın Türkiye’ye yönelik yaptırımları başlamıştır. Önce turizm, ardından “taze meyve ihracatı”, taşımacılık ve peşine “Rusya’daki “müteahhitlik” faaliyetleri yaptırım konusu olmuştur. Şimdi sırada doğal gaz sorunu bulunmaktadır.
Rusya’nın yaptırımlarının “faturası”nın ne kadar olacağı bugünden tam olarak bilinmese de, Rusya ihracatının ve turizmin yol açacağı “zarar” az çok bilinmektedir. Ve Recep Tayyip Erdoğan “apartopar” Suriye savaşında finansör olan Katar’a gidip bu “zarar”ın bir bölümünü “tahsil” etmeye kalkışmıştır.
Putin Rusyası bu yaptırımlarla sınırlı kalmaya niyetli değildir. Şimdi sırada “IŞİD petrolü” bulunmaktadır. Putin’in sözleriyle, “İŞID ve diğer terör örgütleri tarafından kontrol edilen petrol madenlerinden petrolün çok büyük derecede Türkiye topraklarına gittiğini kanıtlayan verileri elde ettik. Bizim uçağımızı vurma kararının Türkiye topraklarındaki bu petrol sevkiyatı yollarının güvenliğini sağlamak için alındığını düşünmemiz için sebeplere sahibiz. Türkmenlerin korunması sadece bahane.” Böylece “IŞİD petrolü” ve bunun Türkiye’ye satılması, daha da önemlisi bu ticarette Recep Tayyip Erdoğan’ın “ailesi”nin işin içinde olduğuna ilişkin açıklamalar gündeme geldi.
Bütün bunlar Recep Tayyip Erdoğan ve şürekasının “uçak düşürme hamlesi”nin sonuçlarıdır. Ama olayın en önemli sonucu, Paris katliamıyla ortaya çıkan hava içinde emperyalist ülkelerin Suriye’ye daha etkin biçimde müdahale etme yönünde hareket etmesidir. Rusya, bu etkin müdahaleye “zorunlu ortak” olarak yer almaya itilirken, Amerikanın gönderdiği 50 “askeri danışman”la PYD/YPG üzerinden “arazi”de etkinlik kurulmaya çalışılmaktadır. Yine de asıl hedef, IŞİD’in elinde bulunan Musul ve Irak topraklarıdır. Amerika, Rusya’nın Suriye’deki etkinliğini sınırlandırarak Musul’a yönelik askeri harekâta hazırlanmaktadır. Böylece bir taşla iki kuş vurulacaktır. Amerikan emperyalizminin “müttefikleri”yle yaptığı bu planda Recep Tayyip Erdoğan sadece figüran olarak yer almaktadır. Belki bu işten Recep Tayyip Erdoğan’ın çıkarabileceği tek “kâr” Katar ve Suudi parasıyla bu yılın cari açığını kapamayı becermesi olacaktır.
Her şeye rağmen Amerikan emperyalizminin “Suriye ve Musul harekâtı”nda TSK’ye bir “rol” verileceği de beklenmelidir. IŞİD’in elinde tuttuğu geniş coğrafyada kara harekâtı olmaksızın sadece hava harekatlarıyla sonuca ulaşmak olanaksızdır. PYD/YPG ve Musul alanında Barzani’nin peşmergeleri yeterli olmadığı durumda TSK “göreve” çağırılacaktır. Ama her an herşeyin olabildiği bir Türkiye ve her an herşeyin yer değiştirdiği bir Arap dünyası koşullarında en ayrıntılı bir planın bile olduğu gibi uygulamaya konulması beklenmemelidir.
Dipnot
[1*] “Manipülasyon, yani güdüleme, belli konularda istenilen bir yönelimin ortaya çıkması amacıyla belli olgunun bir bölümünün ya da olgular dizisinin seçilerek ve kurgulanarak kamuoyuna sunulmasıdır. Kimilerinin ‘bilgi kirlenmesi’ olarak tanımladıkları dezenformasyon ise, belli konulardaki olağan bilgi akışını değiştirmek amacıyla, kurgulanmış gerçekdışı bilgilerin kamuoyuna sunulmasıdır.
Manipülasyon belirlenmiş bir amacın gerçekleşmesi yönünde hareket ederken, dezenformasyon bu amacın gerçekleşmesini engelleyen gerçeklerin, bilgilerin çarpıtılması, değiştirilmesi ve ‘yalanlanması’ yönünde hareket eder. Bu nedenle manipülasyonun olduğu yerde dezenformasyon da vardır.” (Kurtuluş Cephesi, “Danıştay saldırısı Sonrasında Şeriatçı Manipülasyon ve Dezenformasyon”, Sayı: 91, Mayıs-Haziran 2006.)
http://kurtuluscephesi.com/kurcep1/kc147_7.html
http://marksist.net/gulhan-dildar/emperyalist-savasin-kafkasya-cephesi.htm
Birinci Dünya Savaşı’nı başlatanlar, tarih çapında muazzam bir beyinsizlik sergilemişler, büyük facialara sebep olmuşlardı.
Osmanlı Devleti’nin savaşa girmesi de büyük bir beyinsizlik olmuş, imparatorluğun dağılmasına yol açmıştır.
Yenik düşen Almanya’ya, kaldıramayacağı miktarda tazminat yüklenmesi, çok ağır şartlar yüklenmesi de beyinsizlik olmuş, İkinci Dünya Savaşı’na götürmüştür.
Osmanlı Devleti’nin tasfiyesi, Ortadoğu’da sınırları cetvelle çizilmiş fantoş devletler kurulması de süper bir beyinsizlik olmuştur.
*
Türkiye’de yapılmış olan 27 Mayıs 1960 darbesi beyinsizlik… 12 Mart 1971 darbesi ayrı bir beyinsizlik… 12 Eylül 1980 darbesi katmerli beyinsizlik… 28 Şubat post modern darbesi beyinsizlik…
*
Şu 2016 yılında hâlâ resmî Kemalist ideoloji konusunda inatla ve ısrarla diretme beyinsizliği.
Beyinsizliklerin listesini yapmaya kalksam yazmakla bitmez.
Bunca beyinsizlikle bu dünya, bu insanlık, bu ülke nasıl kurtulup iflah olacak?
[Beyinsizlikler / M. Şevket Eygi]
http://www.gazetevahdet.com/beyinsizlikler-4559yy.htm
Salla dur geçmişe..
—
Bugün – yakın gelecekte de savaşa girmenin Beyinsizlik olacağını haykırmıyorsa, kendi beynini de yoklasın; yerinde duruyor mu…
78
Bunu söylememesi eksiklik olmuş evet ama son paragrafa bakarsanız sadece geçmişe sallamadığını görürsünüz.
Bugün, kendini aydın, modern, özgürlükçü sanan Batı’daki AKP muhalifi halk kitlesinden resmi Kemalist ideoloji ve ulus-devlet saçmalığını sorgulayan kaç kişi var?
Bugünkü savaşın nedenini de doğru söylemiş. Bunun nedeni bu yapay sınırlardır, AKP değil. AKP bunu sadece hızlandırmış olabilir.
“Bugün” sallanan “geçmiş”in devamıdır, aşama aşama oluşmuştur. Öyle yazıyorsunuz ki sanki dünle bugünün hiç ilgisi yok. “Ani” yaratılışa inanıp evrimi kabul etmeyen yaratılışçılar gibi.
Kemalist İdeoloji bitmiştir. 1980 ile bitmişti..Bittiğini anlamayanlara yazık; acınası haldeler zaten..
Bir de tüm memleketi yakında acınası hale getirecekleri görelim..
Ş. Eygi gibileri de kendi dünyalarının 19. yy da “öldüğünü” hala anlamadılar; İslam topluluklarının rezilliği ve sefaleti de “iki yüz yıldır tatilde” olmalarından.. geçmişlerinden dolayı elbett
Ulus-devlet bitmemiştir. Kemalizm de ulus-devlet olduğuna göre o da bitmemiştir. Batı’da bir avuç düşünen insan devletin ve Kemalist ulus-devlete tapan düşüncesizlerin mahalle baskısında eziliyor hala.
Ulus-devlet somut olarak insanların çizdiği yapay sınırlardır.
Anlaşılan bu sınırları sorgulamak ezici çoğunluk gibi sizin de aklınıza gelmiyor?
Yapay Türkiye-Suriye ve Türkiye-Irak sınırlarını sorguluyor musunuz?
Oradaki orduları sorgulayan var mı?
Ege’deki Sahil Güvenliği sorgulayan var mı?
Türkiye sınırına duvar ören Bulgaristan’ı sorgulayan var mı?
Yurtdışına [ki “yurtdışı” diye bir şey yok, bu sınırlar yapay] gitmek için pasaport ve vize isteyenleri sorgulayan var mı?
Zorunlu askerliği, zorunlu eğitimi, nüfus cüzdanı ve ikametgahları sorgulayan var mı?
Siz sorguluyor musunuz?
Uluslara Karşı Savaşmayanın Gözyaşları Timsah Gözyaşlarıdır
Küçük Aylan’ın kıyıya vurmuş cenazesinin resmi, her durumda olduğu gibi gerçek güçlerin mücadelesinin bir aracı olmuş bulunuyor.
Öte yandan Türkiye’de sorun sadece Suriyeli mülteciler sorunuymuş gibi tartışılıyor. Her Allah’ın günü Afrika Avrupa arasındaki sularda benzerlerinin çok daha büyük ölçülerde yaşandığı görmezden geliniyor.
Sorun şudur: dünya ticareti ve ekonomisi öylesine bir tek dünya olmuştur ki, yüzlerce ulus ve ulusal devlet insanlığı boğmaktadır. Kapitalizm ya da sosyalizm değildir öncelikli sorun. Öncelikle siyasidir. Bir tek Dünya Cumhuriyetidir. Zaten bir tek dünya cumhuriyeti olduğu an onu kapitalist olarak sürdürmek de mümkün olmaz ve olamayacaktır ama stratejik hedef ve acil olarak yıkılması gereken kapitalizm değil, uluslar ve ulusal devletlerdir. Bugünün dünyasında ana sorun uluslara karşı mücadeledir. Dikkat edin ulusçuluğa bile demiyoruz, uluslara karşı.
Klasik Marksist kavramlarla ifade edersek, üretici güçlerin gelişe düzeyi, tek dünya cumhuriyetini gerekli kılmaktadır. Bu altyapıya uygun bir üstyapı kurulamazsa, tıpkı, dar bir havsalanın çocuğun doğmasını engellemesi ve ananın da çocuğun da ölmesi gibi bir sonuç ortaya çıkar.
Atom ve savaşı tehdidinden; çevre felaketinden; yoksulluktan vs. kurtulmanın bir tek yolu vardır. Uluslara son verilmesi. Uluslar en demokratik biçimleriyle yani en territoryal tanımlanmış biçimleriyle bile. Zaten zengin ülkelerdeki uluslar geri ülkelerdekilere göre daha demokratiktirler, diller dinler karşısında daha kördürler, daha territoryal uluslardırlar) artık ırkçı bir düzenin araçları olmuşlardır.
Ulusçuluğun, en “demokratik” ya da territoryal biçimi bile, (yani dil ve din körü olup ulusu bir toprak parçasındaki yurttaşlarla tanımlayan biçimi) Aydınlanma’nın hümanist kozmopolitizmi karşısında bir karşı devrimdi; İslam’da Muaviye’nin karşı devrimi nasılsa, aynen öyle bir karşı devrim.
Toplumların modernleşmeye (kapitalizme) geçişleri bu karşı devrim biçiminde oldu. Ulusçuluk bu nedenle, modernizeme geçişin bir aracı gibi görüldüğünden, tıpkı komünal geleneklerden karşı devrime uğramış Emevi İslam’ı aracılığıyla uygarlığa geçen Özbekler, Oğuzlar, Berberilerin aracılığıyla uygarlığa geçtikleri İslam’a belli bir gençlik aşısı yapmaları gibi, haklar da ulusçuluğa belli bir gençlik aşıları da yaparak ulusçuluğun ve ulusların karşı devrimci niteliğinin görülmesini engellediler.
Ama fakir ve zengin ulusların arasındaki fark arttıkça, ulusçuluk artık bir modernleşmeye geçiş aracı olmaktan çıktı, tümüyle modern yani kapitalist ilişkilere geçmiş bir dünyada bir apartheit rejiminin aracı haline geldi ve yeryüzü çapındaki bir ırkçılığın aracına dönüştü.
Ulusların ve ulusçuluğun niteliğindeki bu temel değişim, ortada ulusları ve ulusçuluğu açıklayacak bir temel teorik açıklama bulunmadığı için, “refah şovenizmi” gibi kavramlarla veya post modern çeşitliliğe övgü ve rölativizm ile açıklanmaya çalışıldı.
Aslında Post modernizm denen “şey” hem bir yanıyla ulusların insanlığın önünde en büyük engel olduğunu sezişin ve ona bir tepkinin ifadesidir; hem de aynı zamanda ulusçuluğun kendini esneterek ulusların ömrünü uzatma çabasıdır.
Bugün uluslara karşı savaşmadan ne sosyalizm olabilir he de insanlığın yaşama şansı vardır.
Bütün uluslar yıkılmalıdır. Yeryüzü bir tek dünya cumhuriyetine dönüşmelidir.
Yeryüzünü, Türkler, Araplar, Kürtler, Fransızlar, Amerikalılar değil; İnsanlar (Büyük harfle İnsanlar) egemen olmalıdır.
İnsanların (ulusal olanla politik olanın çakışması ilkesini reddedenler) Türkler, Kürtler, Araplar, Fransızlar, Amerikalılar (Ulusal olanla politik olanın çakışmasını savunanlar) üzerideki diktatörlüğü kurulmadan; yani uluslar yıkılmadan; ulusçular insanlara dönüşmeden, insanlığın yaşama şansı da bulunmamaktadır.
Bugünkü sistem, Türklerin, Kürtlerin, Fransızların, Amerikalıların, Arapların (yani ulusal olanla politik olanın çakışması ilkesini savunanların, yani milliyetçilerin) İnsanlar üzerindeki diktatörlüğüdür.
O halde tıpkı hazreti Muhammet’in yaptığını yapmak gerekmektedir. Ulusların dostluğu ya da birliği gibi bir sahte hayalin peşinde, doğuştan karşı devrimci bir paradigmanın içinde oyalanmak değil; ulusların yıkılması; uluslara karşı savaş gerekmektedir.
Hazreti Muhammet döneminin Arabistan’ında Putlar (Totemler) ve onları tanrısı bellemiş aşiretler ne idiyse; bu günün dünyasında da ulusal bayraklar ve uluslar aynıdır.
Günümüzün Müslüman’ı, Uluslara karşı savaşan; dini, dili, yaşadığı yer vs. ne olursa olsun tüm insanların eşitliği için savaşan olabilir. Politik İslam’ın bu İslam’la ilgisi yoktur. Politik İslam, ulusu bir İslam yorumuyla tanımlayan gerici ve karşı devrimci faşizan bir ulusçuluktan başka bir şey değildir.
Günümüzün Müslümanı, ulusal olanla politik olanın çakışması ilkesini reddedendir. İnsan’a şirk koşmayandır. Hem insan hem de Türk olunamaz. Nasıl hem puta tapılıp hem de Allah’a inanılamaz isi öyle.
Ancak Türk olmanın hiçbir politik anlamının olmadığı bir dünyada Türkler de İnsan olabilir.
Tıpkı bir tek Allah gibi; bir tek İnsanlık.
*
Evet, tek Bayrak, tek Ülke, tek Ulus
Evet, tek bir bayrak: hiçbir ırka, dile, dine, cinse, kültüre, toprak parçasına bir gönderme içermeyen, bunların körü, renksiz veya beyaz bir bayarak.
Evet, tek bir ulus: İnsanlık ulusu,
Evet, tek bir ülke: yeryüzü.
Bir zamanlar Tevfik Fikret’in dediği gibi, “Vatanım yeryüzü milletim İnsanlık”
Bu formül ve bu amaç, Türkiye’deki bütün tek ulus, tek bayrak, tek vatan palavralarının karşı devrimci ve insanlık düşmanı niteliğini ortaya çıkarır. Türk devletinin karşı devrimci ve insanlık düşmanı niteliği apaçık ortadadır.
Tıpkı Hazreti Muhammet’in Allahtan başka tanrı yoktur (La ilahe illallah) diyerek putları parçalaması gibi; insanlıktan başka ulus tanımıyoruz diyerek, uluları ve ulusal bayrakları; ulusal devletleri ve sınırları parçalayacak kutsal bir savaş (cihat) gerekiyor bugün.
O küçük çocuğun cansız bedeni bu böyle bir dünya için ayaklarıyla oy verenlerin ulusal sınırları parçalama savaşı içinde verdikleri bir şehittir.
*
Bundan çeyrek yüzyıl önce de bu konuda yazıyorduk. Ama 2005’ten sonra geliştirdiğimiz ulus ve din teorilerini henüz geliştirememiştik. Bu nedenle sorunun uluslara karşı savaş olduğunu; Hazreti Muhammet’in totemlerin ve aşiretlerin egemen olduğu bir dünyada yaptığını; ulusların egemen olduğu bir dünyada yapmak olduğunu göremiyorduk.
Ama hareket noktamız sağlamdı. Hareket noktamızın sağlam olduğu aşağıdaki yazılarda görülebilir.
O zamanlar, 1980’lerin sonunda Duvar’ın yıkıldığı günlerde, Avrupa’daki yabancılar hareketinin derslerinden ve Yeni Sosyal Hareketlerin incelenmesinden hareketle, dünyada bir apartheit düzeni kurulduğu sorucuna ulaşmıştık.
O zamana kadar Avrupa’da eşit haklar uğruna, tıpkı 50’lerin ABD’sinde olduğu gibi, bir siyah hareketi oluşturmaya çalışıyor; yabancılar arasındaki mücadeleye katılıyorduk.
Duvar’ı yıkan, Demokratik Almanya’da ayaklanan işçilerin, “Biz Halkız”dan, “Biz bir Halkız”a geçişleri, benim için çok sarsıcı olmuştu.
Şu sonucu çıkarmak kaçınılmaz oluyordu. Biz de Almanya ve Avrupa’da eşit haklar için mücadele ederken aslında özünde yeryüzünün imtiyazlıları arasına katılmak için bir savaş vermiş olmuyor muyduk?
Bunun üzerine düşünmeye başladık. O zamanlar daha sonra temellerini atacağımız Modern Marksizm’in din ve ulus kavramlarını yeterince geliştiremediğimiz için; Klasik Marksizm’in ekonomi ve sınıf kavramları ve paradigmaları çerçevesinde, onları daha dakik tanımlayarak ve değişimlerini izleyerek bu durumu açıklamaya ve sonuçlar çıkarmaya çalışıyorduk.
Bu bağlamda, yanlış olmayan ama eksik, dünya işçi sınıfının siyah ve beyaz bölünmüşlüğü ve yeryüzü çapında bir apartheit rejimi olduğu; stratejinin ve programın buna göre kurulması gerektiği gibi sonuçlara ulaşmıştık.
Sonraki yıllar bu çabalarla geçti ve 2005 yılı civarında sorunun Din ve Ulus teorilerinde olduğunu görüp bu alanda çığır açıcı sonuçlara ulaştık. Türkiye’nin bütün solcu ve Marksistleri bu sonuçları görmezden gelip susuş komplosuyla boğmakla meşguller.
Aşağıda o dönemde, 1992 sonlarında, yazılmış iki yazı.
Birinci yazı Özgür Gündem’de yayınlanmıştı.
Diğer yazı, İsveç’te klasik Marksist kavramlarla düşünen bir yoldaşa cevap olarak yazılmış bir yazı, sanırım İsveççeye de cevrilmiş ve orada sol bir dergide yayınlanmıştı. Aynı yazının başka bir versiyonu de yine Özgür Gündem’de “Eski Kavramlar ve Yeni Dünya Düzeni” başlığı altında yayınlanmıştı.
Bu yazıların yer aldığı derleme kitaplar şu adreslerden indirilebilir:
Özgür Gündem’e Yazılar:
https://drive.google.com/file/d/0BxCB_Gtx8VYAUGJQR1ZBb3hwVWc/view?usp=sharing
Göçmenler, siyahlar ve Irkçılık Üzerine Yazılar
https://drive.google.com/file/d/0B_TTU5pc2ZTRNTdKeHBxTFRTMUk/view?usp=sharing
04 Eylül 2015 Cuma
Demir Küçükaydın
http://demirden-kapilar.blogspot.com.tr/2015/09/uluslara-kars-savasmayann-gozyaslar.html
Bana Kemalistler cinayet işledi dedirtemezsin, Nalan
“Memleketteki her kötülüğün sebebi Kemalistler mi yani” diye itiraz ediyorlar bazen. Kötü arıyorsan daha faşistler var, dinciler var, Cemaat var, MİT var, CIA var, o var, bu var. “Bir bebekten katil yaratan karanlığı” sadece Kemalistlere yüklemek reva mı? Kaç senedir iktidarda bile değil garibanlar!
Bu arkadaşlar belli ki başka ülkede yaşıyorlar. Hayatlarında TC’nin bir devlet dairesine gitmemişler. Ortaokul müdürünün bayrak töreninde ağzından tükürük saça saça yaptığı konuşmayı dinlememişler. Herhangi bir valiliğin cehalet ve arsızlıkla dolup taşan web sitesinde gezinmemişler. Askerde “gece eğitimi” adı altında verilen alçaklık derslerine denk gelmemişler. Adli yıl açılış töreni görmemişler. Ondokuz Mayıslarda çocukların yaptığı Nazi özentisi figürleri spor zannetmişler. “Türkiye Türklerindir” gazetesinin başlığına dikkatle bakmamışlar. Ardahan’ın Kurtuluşu töreninde en önde taşıdıkları şeyi fark etmemişler. 12 Eylül anayasasını okumamışlar. Ogün Samast’ın o meşhur bayraklı pozunda, jandarma temsilcisinin kafasının arkasından sırıtan imzayı görmemişler. Geçen gün paylaştığım o Nevruz fotoğrafındaki zevatın – ve onların kardeşlerinin – yakasındaki rozet ilgilerini çekmemiş.
Yoksa memleketin ruhuna sinmiş olan karanlığı tanımamazlık etmezlerdi.
*
Saydıklarımın hepsinde ortak bir unsur var, farkındasınız değil mi? Bir tür ikonadır, kutsal işarettir. Sergiledikleri ritüel vahşete, ritüel cehalete, ritüel yalancılığa kutsallık kazandıran simgedir. O ikonanın gölgesine sığındığın zaman hiç tanımadığın birtakım insanları vatan haini soysuz düşman diye damgalayabilirsin, “terk et benim ülkemi” diye babalanabilirsin. Oysa ikonanın huzurunda değilken muhtemelen mülayim bir adamsındır, bir yerde kürtle yahut ermeniyle yahut Cemaatçiyle tanışsan az buçuk utanarak arkadaş olmaya çalışırsın. İkonanın işaret ettiği yolda, tarihe ve dünyaya dair kör cehaletin bir gurur vesilesine dönüşür. Dünyaya bedel olan Türkler ve Horasandan gelme atalar hakkında atıp tutarsın, aksini söyleyeni kahretme gücünü kendinde görürsün. İkonanın mevzubahis olduğu yerde hakikat teferruattır, vicdan teferruattır, hakkaniyet ve dürüstlük teferruattır, espri yoktur, alçakgönüllülük yoktur, kuşku ve merak yoktur. İnsanlığını paranteze alırsın.
Şimdi elinizi kalbinize koyup beş dakika düşünün. Devlet dairesindeki Atatürk portresinin ANLAMI nedir? Sadist ortaokul müdürü sabah içtimasında neden Atatürk diye haykırır? Hürriyet gazetesinin başlığında neden Atatürk silueti vardır? Ardahan’da temsilî Ermenileri süngülerken neden Atatürk büstü taşırlar? Vatan sevgisi filan diye saçmalamayın allahaşkına. Sebebini gayet iyi biliyorsunuz. “Ben şimdi kötülük yapacağım, şimdi yalan konuşacağım, şimdi saçmalayacağım, ama arkamda YÜCE GÜÇ var” der o resim, “beni sakın ayıplamayın!” Aslında kalbinin yarısıyla kendi de bilir ahlaksızlığını, yalancılığını. Ama riya dünyasında yaşamaya alışmıştır. Kalbindeki yarayı Atatürkle örter.
Bu memlekette gerçekten alçakça olan, insanı burada yaşamaktan tiksindiren şeyleri listeleyin kafanızda. Milliyetçi isteri. Yalnız ve farklı olanı ezme hırsı. Hürriyet gazetesi. Yargıtay. 6-7 Eylül. Göt gibi konuşan genelkurmay başkanları. Bürokratik hayasızlık. Kürt düşmanlığı. Soykırım inkârcılığı. Ogün Samast. Devlet Bahçeli. Türk Tarih Kurumu. Uzat uzatabildiğin kadar. Hepsinin, ama HEPSİNİN referansı aynı kutsal figürdür. Cinayet ruhsatnamesi gibi bir şey mübarek.
Kutsal ikonanın boy göstermediği sahalara bakarsanız, halbuki, başka bir tablo görürsünüz. Evlere bak. Köylere, manava, meyhaneye, plaja, aerobik kulübüne, oto sanayi sitesine, modern sektörün büyük şirketlerine bak. Bir arada yaşamakla ciddi bir sorunu olmayan, biraz ürkek, biraz cahil, mütevazı, başka memleketlere kıyasla hayli terbiyeli, “ayıp” duygusu kuvvetli, Devlet söylemini kişisel yaşamına bulaştırmamaya çalışan 75 milyon normal insan!
*
Cumhuriyetin kurucusu böyle bir kaderi hak etmiş midir, bakın o ayrı mevzu. Karikatürleştirilmiş ikonasından çok farklı bir insandı şüphesiz; bu anlamda, başına gelen şey trajiktir. Ama bence gene de o sonucu hak etmiştir. Sebeplerini başka zaman konuşalım.
“Kemalizm” denilen şeyle alıp veremediğim işte budur. O ikona devrilmeden bu memlekete medeniyet gelmez derken kastettiğim de budur.
Yoksa Cumhuriyet Gazetesinde yazan üç beş bunağı yahut İzmir’in Gündoğdu meydanında dekolte göstermeye çıkan cici kızları memleketin en ciddi meselesi zannetmeyecek kadar aklım başımda çok şükür.
http://nisanyan1.blogspot.com.tr/2012/03/bana-kemalistler-cinayet-isledi.html
Bana mı sordunuz?
81’i yanıtladım
Ortadoğu’da Yeni Kriz: İran-Suudi Gerilimi
Suphi Koray
19 Ocak 2016
Emperyalist paylaşım savaşının merkezi olan Ortadoğu her gün yeni gelişmelere sahne oluyor. Emperyalist-kapitalist devletler çeşitli güç denemeleri yapıyor, rakiplerini yokluyor ve sonucuna göre yeni hamlelerin hazırlığına girişiyor. Yapılan açıklamaların tonu gittikçe sertleşirken, tansiyon sürekli yükseliyor. Bölge adeta barut fıçısını andırıyor. Bölgedeki kilit aktörlerden Suudi Arabistan ve İran arasında yaşanan gerilim de giderek tırmanıyor. Suudi Arabistan’ın Şii lider Nimr El-Nimr’i idam etmesi iki ülke arasındaki ipleri kopardı diyebiliriz. İdamın ardından İran’da Suudi Arabistan’ı protesto gösterileri düzenlendi, Suudi büyükelçiliği ve konsolosluğu yakıldı. Bunun üzerine Suudi Arabistan, İran’la diplomatik ve ticari ilişkilerini kesti. Bahreyn ve Sudan da İran’la diplomatik ilişkilerini kestiğini açıklarken, Birleşik Arap Emirlikleri ise diplomatik ilişkilerin seviyesini düşürdü. Bunlarla yetinmeyen Suudi rejimi Arap Birliği’ni olağanüstü toplantıya çağırarak İran’ın kınanmasını sağladı.
Suudi Arabistan’ın yeni yılın ilk günlerinde idam ettiği 47 kişiden birisi olan El-Nimr, “Arap baharı” rüzgârlarının estiği süreçte, Arabistan’da azınlıkta olan ve Vahabi rejiminin baskılarına maruz kalan Şiilerin mücadelesinde öne çıkan isimlerden biriydi. “Rejim karşıtı” faaliyetlerinden dolayı 2012 yılında tutuklanmış ve hakkında idam kararı verilmişti. İranlı yetkililer idamın gerçekleşmesi durumunda “sonuçları kötü olur” şeklinde açıklamalarla Suudi rejimine uyarılarda bulunmuşlardı. El-Nimr’in, emperyalist kampların giderek belirginleştiği ve tarafların karşılıklı hamlelerde bulunduğu bir dönemde idam edilmesi tesadüf veya sonuçları hesaplanmamış bir adım olarak düşünülemez. Özellikle Şii gençlerin büyük sempati beslediği El-Nimr’in idam edilmesinin hem içeride hem de dışarıda tepkilere yol açacağı muhakkaktı. O halde, Suudi Arabistan bölgedeki tansiyonu daha da arttıracağı belli olan böyle bir adımı neden attı?
Aslında Türkiye’nin Rus uçağını düşürmesiyle Suudi Arabistan’ın Şii lideri idam etmesi aynı büyük resmin parçasıdır. Sadece aktörler farklıdır. Rus uçağı düşürüldüğünde Türkiye’nin izlediği emperyalist politikaların sonucu olarak riskli bir hamle yaptığını, ciddi sonuçlar doğuracak nitelikteki bu önemli gelişmenin bir bütün olarak emperyalist savaş sürecinin gidişatının önümüze getirdiği bir sonuç olduğunu, bu gibi tüm hamle ve gelişmelerin genel olarak gerilimi arttırmakta, bir sonraki aşamada daha riskli, daha patlayıcı gelişmelere zemin döşemekte olduğunu söylemiştik. El-Nimr’in idam edilmesiyle patlak veren kriz de işte bu emperyalist savaş sürecinin bir sonucudur.
Krizin arka planı
Suudi Arabistan ve İran Ortadoğu’da çıkarları çatışan iki bölgesel güç. Şiilerin çoğunlukta olduğu İran ile Sünnilerin çoğunlukta olduğu Suudi Arabistan arasındaki bu rekabet eskiye dayanıyor. İran egemenleri Şiiliği bölgedeki emelleri için kullanırken, Suudi Arabistan da aynı şekilde Sünniliği kullanmıştır bugüne kadar. Örneğin, 1980-88 İran-Irak savaşında Suudi Arabistan Saddam’ı desteklemişti. Çünkü nüfusunun üçte ikisi Şii olan Irak’ta Saddam’ın yenilmesi, İran’ın Şii kozunu kullanarak bölgeye daha fazla hâkim olması anlamına gelirdi. Emperyalist paylaşım savaşının kızıştığı şu günlerde ise, bölgesel ve küresel güçler mezhep eksenli politikalara daha fazla başvurdukları için Ortadoğu’daki mezhepsel ayrımlar daha önemli bir hale gelmiş bulunuyor. Üstelik mezhep eksenli politikalar sonucu tırmanan gerginliğin sadece Suudi Arabistan ve İran’la sınırlı kalmayacağı açıktır. Açıktır ki, gerek büyük emperyalist güçler gerekse de bölgesel güçler, emperyalist savaşta nüfuzlarını arttırabilmek için mezhep çatışmalarını körüklemekte ve mezhepsel ayrımları kullanmaktadırlar.
İran’ın, ABD işgalinden sonra Irak’ta giderek nüfuzunu arttırması, Suriye iç savaşında da aktif bir rol üstlenmesi, ABD’nin Ortadoğu politikasında taktiksel değişikliklere gitmesi sonucu nükleer müzakereler ile İran’ın önündeki engellerin belli ölçülerde de olsa kaldırılması gibi gelişmeler Suudi Arabistan da dâhil olmak üzere İran’ın bölgesel rakiplerini tedirgin etmiştir. Uygulanan ağır yaptırım ve ambargolar İran kapitalizminin gelişmesine engel olmakta ve dolayısıyla potansiyelinin altında bir gelişim göstermesine yol açmaktaydı. Krizin derinleştiği bu süreçte, İran’ın prangalarının gevşetilmesi ne kısa vadede ne de uzun vadede rakiplerinin işine geliyor. Petrol fiyatlarının düşüklüğü ve astronomik askeri harcamalar, ekonomisi petrole dayanan Suudi Arabistan’ın tarihinin en büyük bütçe açığını vermesine yol açtı. İran’a uygulanan yaptırım ve ambargoların kalkması, Suudi rejiminin petrol krizini daha da derinleştirecektir.
“Obama yönetimindeki ABD son dönemlerde Ortadoğu’da bir denge politikası yürütmektedir. Bush zamanında Irak’ı işgal ederek mevcut dengeleri tamamen altüst eden ve ardından da Sünni-Şii kamplaşmasının temellerini atarak Ortadoğu’nun cinini şişeden çıkaran ABD, Obama yönetimiyle birlikte dengeleri yeni temellerde oluşturmak yönünde bir politika izlemiştir. Önce ikilik çıkartmış sonra da bazen Sünnileri bazen Şiileri destekleyerek denge kurmaya çalışmıştır. ABD, «böl ve yönet» taktiğinin en işe yarar emperyalist taktiklerden biri olduğunu çok iyi bilmektedir. Başlangıçta, Saddam’ı devirdikten sonra Irak’ta Şiilerin önünü açmış ama İran’ın etkisini kırmak için Irak dışındaki bölgelerde ılımlı Sünni akımlara destek vermiş olan ABD, Sünni kesimin genel anlamda yükselişe geçmesi ama aynı zamanda bu kesimin liderliğine oynayan Erdoğan’ın kontrolden çıkması, ayrıca da El Kaide vb. radikal Sünni İslamcıların da «fazlaca» semirmesi üzerine dümeni kırarak İran’a el uzatmıştır.” (Kerem Dağlı, IŞİD ve Emperyalist Savaşın Kıskacındaki Ortadoğu, MT, Temmuz 2014)
ABD’nin bu denge politikası, Suudi Arabistan, Türkiye ve İsrail’i rahatsız ediyor. Perde arkasından gelişmelere kendi stratejik hedefleri doğrultusunda yön vermeye çalışan ABD’nin bazı kararları, bu bölge güçlerinin işine gelmiyor. İran konusunda çıkar ortaklığı içinde olan bu güçler, ABD’ye bazı mesajlar vermek için ortak hareket ediyorlar. Dengeyi kendi lehine bozmak isteyen Suudi rejimi, İran’ı köşeye sıkıştırarak daha riskli adımlar atmasını amaçlıyor. İdamın, İran’da Şubat ayında yapılacak parlamento ve Uzmanlar Meclisi seçimlerinin hemen öncesinde gerçekleşmesi de buna delalet ediyor. Şeyhin idamının İran’ın iç politikasına da etkileri olacağı ve İran yönetiminin buna kayıtsız kalmayacağı hesap edilmiş gözüküyor.
Şiilerin hamisi rolünü üstlenen İran, Sünni ekseninde yer alan ülkelerin tekerine çomak sokuyor. Örneğin, İran ve Suudi Arabistan’ın Suriye’deki iç savaşta pozisyonları ve beklentileri haliyle farklılık taşıyor. Bölgenin en önemli sorunu haline gelen Suriye sorununda İran önemli aktörlerden birisi pozisyonunda. İran Esad iktidarının devamından yana tutum alırken, Suudi Arabistan ise Türkiye ile birlikte başından beri Esad rejiminin devrilmesi için savaşan muhalifleri destekliyor. Suriye krizinin çözümü konusunda görüşmelerin devam ettiği ve belli noktalarda anlaşmalara varıldığı söylenen şu günlerde patlak veren krizin Suriye sorununu nasıl etkileyeceğini göreceğiz. Son olarak, BM Güvenlik Konseyi, Suriye ile ilgili olarak şu kararı almıştı: Ocak ayı başında siyasi geçiş için ateşkes ve resmi müzakere çağrısı, IŞİD ve El Nusra Cephesi dâhil “terörist” olarak görülen grupların sürecin dışında tutulması, altı ay içinde “güvenilir, kapsayıcı ve mezhepsel olmayan bir yönetim” oluşturulması, 18 ay içinde BM gözetimi altında “özgür ve adil seçimler” yapılması. Geçişin Esad’lı mı Esad’sız mı olacağı ise halen belirsizliğini koruyor. Suudi Arabistan İran yüzünden Cenevre’de yapılacak Suriye görüşmelerini boykot etmeyeceğini açıklamıştır. Dengelerin bu kadar hassas olduğu bir süreçte, bu görüşmelerden bir şey çıkmayacağını şimdiden söyleyebiliriz. Kuvvetle muhtemel ki, Suudi Arabistan Esad rejimine karşı savaşan grupları daha fazla destekleyerek, İran’ın Suriye’de nüfuzunu arttırmasına engel olmaya çalışacaktır.
Türkiye tarafsız mı?
Türkiye’nin her iki ülkeye de eşit mesafede olduğuna dair haberler yansıdı basına. Keza başlangıçta hükümet kanadından her iki ülkeye de “dostane” tavsiyelerde bulunuldu. Elbette biz yapılan açıklamaları değil, siyasi çıkarları ve bu doğrultuda atılan adımları hesaba katarak gelişmeleri değerlendirmeliyiz. Rus uçağını düşüren bir ülkenin “her iki ülkeyi de teenni içinde hareket etmeye” davet etmesi hükümetin açıklamalarının ne kadar inandırıcı olduğunu yeterince gösteriyor. Ancak yapılan resmi açıklama bile aslında Türkiye’nin konuya hiç de bitaraf olmadığını gösteriyor. Dışişleri’nin yaptığı açıklamada Suudi Arabistan’ın İran’daki binalarına yapılan saldırılar “kabul edilemez” olarak nitelenirken, idamlara değinilmedi bile. Erdoğan ise, başka ülkelerde de idam müessesesinin olduğunu söyleyerek Türkiye’nin tarafını belli etti.
Nitekim hükümetin önde gelen kalemşorlarından İbrahim Karagül de, meselenin idamlar olmadığını, büyük bir savaşa hazırlık olduğunu açık sözlülükle yazdı: “İran; Yemen’den çekilmezse, Suriye’den çekilmezse, Türkiye’nin güney sınırlarından çekilmezse, Basra Körfezi’ni tehdit etmekten vazgeçmezse, bu savaş önlenemez hale gelecektir.” AKP ve kalemşorları Türkiye hariç bütün ülkelerin yayılmacı emeller peşinde olduklarını, Türkiye’nin ise kendisini koruyabilmek için bölgede aktif bir politika izlemek zorunda kaldığını, hatta Ortadoğu’yu bu cehennem alevlerinden kurtaracak tek gücün Türkiye olduğunu söylüyorlar. Oysa bu koca bir yalandır ve Türkiye sütten çıkmış ak kaşık değildir. Tıpkı İran gibi, Suudi Arabistan gibi bölgede hegemonya tesis etmeye çalışmaktadır. Türkiye’nin Ortadoğu’da yaşanan hiçbir olaya tarafsız kalmayacağı açıktır; İran-Suudi Arabistan gerilimine de tarafsız değildir.
Türkiye ile İran daha yakın zamanda Başika krizinde karşı karşıya gelmişti. Görünen o ki, El-Nimr’in idam edilmesi bir kez daha Türkiye’yi ve İran’ı karşı karşıya getirdi. İran basınında idamın Erdoğan’ın ziyareti sonrasında gerçekleştiği ve bu ziyaretle idamlar arasında bağ olabileceğine dair haber ve yorumlar çıktığı için, İran’ın Ankara büyükelçisi Dışişleri’ne çağrılarak, bu yayınlara son verilmesi istendi. G-20 zirvesinde Erdoğan ile Salman arasındaki yakın ilişki, Erdoğan’ın Suudi Arabistan ziyareti ve İran büyükelçisinin uyarılması Türkiye’nin hangi tarafta olduğunu gösteriyor. Elbette bu, Suudi rejimi ile Türkiye’nin her konuda ortak çıkarları olan iki müttefik olduğu anlamına gelmiyor. Zaman zaman taktiksel olarak veya şartların zorlaması ile aynı cephede yan yana gelseler de, Türkiye ile Suudi Arabistan bölgesel rakiplerdir. Meselâ, Yemen’e yapılan Kararlılık Operasyonunda Türkiye, Suudların yanında yer almıştı. Mısır’da ise, Suudi Arabistan’ın desteklediği Sisi iktidarına Türkiye karşı çıkmıştı.
Sünni-Şii cepheleşmesi
İran ve Suudi Arabistan’ın karşı karşıya geldiği ülkelerden birisi de Yemen. Kısaca hatırlatacak olursak, Husiler İran’ın desteğiyle Yemen’de iktidara ortak olmuşlardı. Yemen’in İran’ın yörüngesine girmesine engel olmak isteyen Suudi Arabistan öncülüğünde askeri operasyon başlatılmıştı. (Bkz. Utku Kızılok, Yemen’e Müdahale ve Genişleyen Ortadoğu Savaşı, MT, 11 Nisan 2015) 15 Aralıkta ise Yemen krizinin müzakerelerle çözülmesi için ateşkes ilan edilmişti. Suudi Arabistan, tam da idamların gerçekleştirildiği gün, Yemen’de devam eden ateşkesi “Husi militanlarının karara uymadıkları” gerekçesiyle bozdu. Yemen’de ateşkesin bozulmasını ve hemen ardından, İran konsolosluğunun hemen yanı başına füze atılmasını da, İran’ı sıkıştırma niyetinin bir parçası olarak değerlendirmek yanlış olmaz.
Suudi Arabistan’ın geçtiğimiz bir yıl içerisinde Sünni eksenin liderliği için inisiyatif alması bugünün habercisiydi:
“Müslüman ülkelerin liderliğine oynayan ve Ortadoğu’da Sünni bir eksen yaratmaya çalışan Türkiye’nin Mısır ve Suriye politikalarında başarısız olması ve yalnızlaşması, Suudi Arabistan’ı öne çıkartmıştır. Zaten ezelden beri Şii İran karşısında Sünni eksen politikası uygulayan Suudi Arabistan, Yemen’deki iç siyasal krizi bahane ederek bu politikasına hız vermiştir.”
“Suudi Arabistan, İran’ın Şiiliği kullanarak Ortadoğu’da bir imparatorluk kurduğunu iddia edip diğer Sünni ülkeler üzerinde baskı kurmaktadır. Aslında Yemen’e müdahale edilmesinin amacı da mezhepsel çelişkileri kalınlaştırmaktır. 26. Arap Birliği Zirvesinde «Arap ortak askeri güç birliği» kurulması yönünde karar alınması da bu politikanın bir sonucudur. Bu Arap ordusu kurma girişimi, aynı zamanda Ortadoğu’daki emperyalist-kapitalist kapışmanın nereye doğru gittiğinin bir göstergesidir.” (agm)
Arap ordusu kurulamadı ama Suudi Arabistan Aralık ayı ortasında, 30’u aşkın ülkenin katılımıyla terörizme karşı İslam Ordusu Koalisyonu oluşturduklarını ilan etti. Türkiye, Bangladeş, Malezya gibi Sünni ekseninde bulunan ülkelerin yer aldığı bu orduda, elbette İran ve Irak yer almıyor. Dolayısıyla, bir İslam Ordusundan çok, Sünni koalisyon nitelemesini daha fazla hak ediyor. ABD öncülüğünde kurulan IŞİD karşıtı koalisyonla koordineli bir biçimde hareket edeceği söylenen Sünni koalisyondan ABD de memnuniyetini dile getirdi.
Öyle görünüyor ki, emperyalist paylaşım savaşı “mezhep savaşları” görünümü altında yoğunlaşarak devam edecek. Her ne kadar İran ile ilişkilerini iyileştirmeye başladıysa da, ABD, İran’ın Şii kartını kullanarak stratejik planlarını bozmasını da istemiyor. Bölgedeki mezhep farklılıklarını kullanarak hedefine doğru yol alıyor. Fakat oyun kurucu ABD bile kadir-i mutlak değildir. Bölgesel güçlerin yüzde yüz Amerikan emperyalizminin çıkarlarına göre hareket etmelerini sağlayamamaktadır. Bu yüzden her an politikalarını gözden geçirmekte ve bölgedeki dengeleri ve çelişkileri göz önünde bulundurarak taktiksel değişikliklere başvurmaktadır. ABD Ortadoğu’yu kendi çıkarlarına göre yeniden şekillendirerek tarihsel bunalımını atlatmak istiyor. Diğer küresel ve bölgesel güçler de aynı şeyi kendileri için istiyorlar. Kuşkusuz bu sürecin ne zaman ve nasıl sona ereceğini ezilen ve sömürülenlerin içeride ve dışarıda gerçek düşmanlarına karşı mücadele yürütüp yürütememeleri belirleyecektir.
http://marksist.net/suphi-koray/ortadoguda-yeni-kriz-iran-suudi-gerilimi.htm
Suriye nereye?
Gerçek
Ocak 21, 2016
Aşağıdaki yazı Gerçek gazetesinin Ocak 2016 tarihli 75. sayısında yayınlandı. Rusya’nın Suriye’ye askeri olarak girmesinden sonra Viyana’da yapılan görüşmeler sonucunda Aralık ayında New York’ta Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde oybirliğiyle Cenevre III olarak adlandırılan müzakerelerin başlamasına karar verilmişti. Verilen tarih 25 Ocak 2016 idi, yani önümüzdeki Pazartesi. Ama görüşmelerin Pazartesi başlayıp başlamayacağı, hatta yapılıp yapılmayacağı tartışmalı hale gelmiş bulunuyor. Bunun nedeni, Suudi Arabistan’da Aralık ayında çok geniş bir yelpazeden muhalif örgütleri bir araya getiren (dışlanan en önemli güç Rojava idi) toplantıda kurulmuş olan Yüksek Müzakere Komisyonu’nun şimdi seçtiği baş müzakerecinin kişiliği. Bu kişi, tekfirci bir örgütün, Cayş el İslam’ın (İslam Ordusu) liderlerinden biri olan Muhammed Alluş. 25 Aralık’ta muhtemelen Rus güçlerinin desteğiyle öldürülen Cayş el İslam ve İslam Cephesi komutanı Zehran Alluş’un yakını. Zehran Alluş’un tekfirci olduğuna kuşku yok: Şiilere Rafızi diye saldıran, Mecusilerin Suriye’yi ele geçirmeye çalıştığını iddia eden, Alevilerin Hıristiyanlardan ve Yahudilerden de daha kâfir olduğunu söyleyen birisiydi. Muhammed Alluş’un baş müzakereci seçilmesinin Suudi Arabistan’ın bastırması ya da en azından desteği ile olduğunda da kuşku yok. Bu, aşağıdaki yazının öngörüsünü bütünüyle doğruluyor. Suriye’de barışın önündeki en büyük engel, Suudi Arabistan-Katar-AKP Türkiyesi arasında kurulmuş mezhepçi Sünni ittifakıdır. Suud Ocak başında kendi vatandaşı Şii din adamı Nimer el Nimer’in kellesini uçurarak sabote edemediği Suriye barışını şimdi müzakere heyetinin başına tekfirci bir örgütün temsilcisini getirerek bir kez daha engellemeye çalışıyor. Önümüzdeki günlerdeki gelişmeler Suriye meselesinde kritik önem taşıyacaktır.
Suriye artık dünya politikasının merkezi oldu. 65’ten fazla ülke, şu ya da bu biçimde, Suriye iç savaşının parçası. ABD’nin DAİŞ (IŞİD) karşıtı koalisyonunun, çoğu Avrupa ve Arap ülkelerinden oluşan 62 üyesi var teorik olarak. (“Teorik” diyoruz çünkü en azından Erdoğan Türkiyesi’nin DAİŞ’le ilişkisi çok daha karmaşık!) Rusya, İran ve Hizbullah aracılığıyla Lübnan da işin içine girmiş durumda. Çin de Rusya’nın arkasında yerini alıyor. Suriye’nin komşusu İsrail’in bütün iç savaş dönemi boyunca örtülü operasyonlar yapmış olması muhtemel. Buna bir de savaş ağası, sözde “halife” El Bağdadi’nin kendine “İslam devleti” adını veren siyasi birimini, ayrıca iç savaşta birbirinden farklı politikalar güden örgütleri eklerseniz ülke tam anlamıyla bir tımarhaneye dönmüş durumda. Böylece Türkiye’nin yedide biri bir yüzölçümüne sahip, savaş öncesinde 23 milyon nüfusu olan bu ülke, bütün dünya sisteminin çelişkilerinin bir yoğunlaşmasına sahne oluyor. Bir Üçüncü Dünya Savaşı tehlikesini somut olarak yaratıyor.
Gerçekgazetesinin Eylül sonu-Ekim başı neredeyse tek başına ısrarla belirttiği gibi, Rusya’nın Suriye’ye askeri olarak girişi aslında ABD kampı ve Rusya-İran kampı arasında yeni bir anlaşmanın ürünü idi. Buna “Esad’lı geçiş, Esad’sız çözüm” adını vermiş, ama elbette süreç yaşandıkça sonucun bu başlangıç noktasından farklı bir yere evrilebileceğinin altını çizmiştik. Özellikle Eylül ayındaki Birleşmiş Milletler (BM) Genel Kurulu’nda Obama ve Putin arasındaki atışmalara tarafların bir gövde gösterisinin ötesinde anlam atfetmenin yanlış olduğunun altını çizmiştik (http://gercekgazetesi.net/gundemdekiler/putinin-hamlesi-erdoganin-onunu-kesmek-icin). Şimdi Aralık sonunda BM Güvenlik Konseyi’nde yapılan oylamada oybirliğiyle bir çözüm planının kabul edilmiş olması, ABD-Rusya arasında daha önce bir anlaşmanın yapılmış olduğunu kanıtlamış bulunuyor.
Üçüncü Cenevre’ye doğru
Ocak sonunda Üçüncü Cenevre olarak anılan görüşmeler başlayacak. Gerçek gazetesi, Üçüncü Cenevre’den tam iki yıl önce 2014 Ocak ayında toplanan İkinci Cenevre’nin ölü doğduğunu ilk andan saptamış ve açıkça vurgulamıştı (http://gercekgazetesi.net/uluslararasi/cenevre-ii-olu-dogan-konferans). Üçüncü Cenevre için aynı şey söylenemez. Neden? Burada birçok faktör arasında üçü ön plana çıkıyor. Birincisi, İkinci Cenevre’den sonra 2014 Haziran’ında DAİŞ Musul’u ele geçirerek İslam Devleti’ni ilan etti ve sınırlarını adım adım genişletti. DAİŞ’in varlığı Batı ile Rusya’yı bir ölçüde birbirine yaklaştırıyor. Batı’nın El Kaide’den de daha radikal bir İslamcı örgütten rahatsızlık duyacağı açık. 2015 içinde Paris’te yaşanan iki katliam (Ocak ayında Charlie Hebdo dergisine yapılan, 13 Kasım’da ise 130 insanın hayatına mal olan saldırılar) bile Batı’nın neden tedirgin olduğunu ortaya koyar. Rusya ise sadece DAİŞ’ten değil, bütün mezhepçi-tekfirci örgütlerden rahatsızdır, çünkü bu siyasi akımların gelişmesi hem kendi Federasyonu içinde hem de hâkimiyeti altında tuttuğu Kafkaslar ve Orta Asya’da kendisi için ağır bir tehdittir.
İkincisi, Rusya bu sorunun çözülebilmesi için Beşşar el Esad’dan vazgeçme karşılığında göreli olarak laik bir yapıya sahip Suriye devletinin ana iskeletini korumaya hazırlanmaktadır. BM Güvenlik Kurulu’nda oybirliğiyle kabul edilen anlaşma “sivil devlet” temellidir. Arap siyasi terminolojisinde bu, “laik devlet” kavramına en yakın terimdir. Putin Esad’ı verip tekfirci-mezhepçi örgütlerin hâkimiyetini olanaksızlaştırmaya hazırlanıyor. Tabii Rusya’nın Esad’dan vazgeçme olasılığı da Sünni Arap dünyasında bir umut yaratıyor.
Üçüncüsü, iç savaşın başlattığı Suriye’den kaçış dalgası 2015 yazına kadar komşu ülkelerle sınırlı kalmıştı. Bu yaz büyük çoğunluğu Suriyeli olan yüz binler Avrupa’nın kapısını zorlamaya başladı. Resmi istatistik, bütün yıl için bir milyon sığınmacıdır. Bu, Avrupa Birliği’ni Suriye’de çözümün elzem olduğuna bir anda ikna etmiştir!
Çıbanbaşı: METO
Rusya Suriye’ye askeri müdahaleye girişirken Gerçek gazetesi, yine tek başına, Putin’in ilk hedefinin Tayyip Erdoğan ve AKP hükümetinin Suriye politikasına karşı bir barikat oluşturmak olduğunun altını çizmişti (http://gercekgazetesi.net/uluslararasi/cenevre-ii-olu-dogan-konferans). Gelişmeler tam tamına öngördüğümüz gibi oldu. Kasım sonunda Rus uçağının düşürülmesi ile Rusya ve Türkiye’nin Suriye’de cepheden karşı karşıya gelen farklı politikaların peşinde olduğunu herkes gördü. Bunun nedeni, Erdoğan kliği ve AKP’nin Suriye politikasının Ortadoğu’da Şii-Alevi ittifakına karşı Sünni hegemonya mücadelesi içinde Tayyip Erdoğan’ın “reis”liğini ilan etme stratejisinin bir uzantısı olmasıydı. (DAİŞ’le kirli ilişkiler sürdürülmesinde de faktörlerden biri bu idi.)
Bu stratejide Erdoğan kliğinin Şii İran’ın baş düşmanı olan Suudi Arabistan’ın ve Ortadoğu çapında kendisi gibi İhvan (Müslüman Kardeşler) çizgisinin destekçisi olan petrol-doğal gaz zengini Katar’ın mezhepçi politikasının fedailiğini yapma yaklaşımı önemli bir pay taşıyor. Suriye’de bugün bütün taraflar arasında bir anlaşmaya varılmasında en büyük engel bu üçlünün politikasıdır. Nitekim Aralık ortasında Riyad’da, 34 Ortadoğu, Asya ve Afrika ülkesini bir araya getiren, “Teröre Karşı İslam İttifakı” olarak adlandırılan bir askeri ittifakın ilan edilmesi çıbanbaşının bu ittifak olduğunu göstermiştir. Devrimci İşçi Partisi’nin (DİP) derhal bir bildiri (http://gercekgazetesi.net/dip-bildirisi/devrimci-isci-partisi-bildirisi-mezhep-savasinin-katiller-ordusuna-hayir) ile karşı çıktığı bu ittifak, Şii-Alevi dünyasına karşı bir mezhep savaşının askeri gücünün ilk biçimlenmesi olarak görülmelidir. DİP buna Ortadoğu Askeri İttifakı anlamında METO adını takmıştır.
İşte Üçüncü Cenevre’nin, Suriye’nin ve bütün Ortadoğu’nun baş belası bu üçlüdür, onların kurduğu bu ittifaktır. ABD bu üçlünün politikalarına açık çek vermiyor. En son Türk Silahlı Kuvvetleri’nin (TSK) Irak’ta kurduğu Başika üssünden çekilmesi için Obama düzeyinde bile baskı yapması bunun açık delilidir. ABD iki tarafı idare etmeye çalışıyor. Ama yarın mezhep savaşı patlak verirse, ABD neredeyse kaçınılmaz olarak Sünni kampını destekleyecektir. Öyleyse, Ortadoğu’da mezhepçiliğe ve bugün onun ardında yer almasa bile onun sağlam müttefiki olan ABD ve genel olarak emperyalizme karşı mücadele, Suriye’nin yaşadığı trajediye son verilmesinin ve bir Üçüncü Dünya Savaşı’nın patlak verme olasılığına engel olmanın anahtarıdır.
http://gercekgazetesi.net/uluslararasi/suriye-nereye
AFP’nin konuştuğu King’s College London Savunma Çalışmaları’ndan Andreas Krieg ise “Esad’ı devirmeleri için silahlı gruplara dünyanın parasını yatırmış Suudi Arabistan’ın hiçbir şey yapmadan eli kolu bağlı bu hezimete seyirci kalamayacağı, Suriye’de eli boş kalan Erdoğan’ın Türkiye’sini de büyük ihtimalle peşine katacağını” söyledi.
ANKARA CAN ATIYOR
Aynı zamanda Katar ordusuna danışmanlık yapan Krieg “Türkiye ile S. Arabistan’ın Suriye savaşının gidişatını tersine çevrimeye ihtiyacı var. Suudiler, Doha ve Ankara ile işbirliği içinde müdahale edecektir” dedi. Körfez Araştırmaları Merkezi’nden Mustafa Alani “Suudiler Suriye’de siyasi çözüme inanmıyor, bu işin savaş alanında çözüleceğini düşünüyor. Rusya hava operasyonuna başlayıp Türkiye’yi denklemin dışına ittiğinden beri Ankara da kara harekatı için can atıyor. Türk güçleri dahil olacaksa Suudiler kara harekatı konusunda ciddi” diye konuştu…
**
http://www.karsigazete.com.tr/gundem/suriye-disisleri-bakani-suriyeye-gelen-tabutla-doner-h69518.html
Britanya’nın önde gelen gazetelerinden Independent’ın deneyimli Ortadoğu muhabiri Patrick Cockburn, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın, Suriye’ye askeri müdahale kararı alabileceğini söyledi.
http://www.diken.com.tr/cockburn-soruyor-turkiye-isgal-kumari-oynayabilir-mi/
Yeni Şafak…
150.000 askerle Türkiye’den girilecek………….
Esad’ın PYD Politikası Değişiyor mu?
“Bölünme meselesini tamamen aklınızdan çıkarın. Suriye’yi bölmeyi düşünenler, uykularında sayıklamalarına neden olan bu kötü ateşten kurtulmak için Panadol ya da Advil gibi ilaçlar kullansınlar.”
Bu sözler Suriye’nin Birleşmiş Milletler Temsilcisi Beşar Caferi’ye ait. Caferi Cenevre’deki görüşmelerde Suriye’yi, yani Esad’ı temsil eden isim.
Bu cevabı ise geçtiğimiz günlerde PYD’nin federalizm talebiyle ilgili bir soruya karşılık verdi. Ve Cenevre’ye Suriye’nin toprak bütünlüğünün korunması şartıyla katıldıklarını, federalizme kesinlikle karşı olduklarını söyledi.
*
PYD kanadından tepki ise gecikmedi. Askeri kolu YPG’nin çekirdeğini oluşturduğu Suriye Demokratik Güçleri’nin sözcüsü Talal Silo, cevabını Facebook sayfasından verdi. Bir fitil fotoğrafı paylaşıp, “bir sabah, bir akşam” diye yazdı.
Altına yorum yazan Halepli bir Kürt de ekledi: “Kobani’de imal edildi.”
*
Bu trafikte yadırganacak ve yeni olan tek şey ise, ilaç metaforu. Yoksa beş yıldır PYD’nin ilerlemesine izin veren ve hatta işbirliği yapan Esad’ın şimdi PYD’ye vurmasında, yani ikircikli tavrında yadırganacak birşey yok. Zira bu, babasından kalan bir miras.
Baba Esad’ın Mirası
Beşar Esad’ın babası Hafız Esad, 1971’de devlet başkanı oldu. Hem otoriterdi, hem de koyu bir Arap milliyetçisi. Dolayısıyla Kürtler üzerinde muazzam bir baskı kurdu.
Ama bir yandan da bununla çelişen bir politika yürüttü.
Esad dış ilişkilerinde Kürtleri her zaman bir koz olarak kullandı. Özellikle o dönem Suriye’nin ilişkilerinin kötü olduğu Türkiye ve Irak’a karşı. Irak’taki Baas rejimini istikrarsızlaştırmak için Kuzey Irak’taki Kürt hareketleri destekledi. Türkiye’ye karşı da, Abdullah Öcalan’ı 1982’den 90’ların sonuna kadar Şam’da ağırladı.
İşte bu “dış Kürtlerin” tepkisini çekmemek için zaman zaman içerideki Kürtlere karşı “yumuşadı”. Açılımlar yaptı.
*
İç dengeler de bu çelişkili Kürt politikasını körükledi. Esad ülkede azınlık olan Nusayri cemaatinden olduğu için, diğer azınlık grupları da “tavlamaya” çalıştı. Desteğini ve nüfuzunu arttırmak için.
*
Bu ikircikli politikasını ise 1991’e kadar sürdürebildi. Yani Körfez Savaşı’na kadar. Malum ABD’nin Irak’ta 36. paralelin kuzeyinde güvenli alan kurmasıyla fiili bir Kürt bölgesi oluştu. Esad Suriyeli Kürtlerin de aynı talepte bulunmasından çekindi. Ve Irak Kürtlerine desteğini tamamen kesti.
Esad’dan PYD’ye Salvo
Baba Esad’ın Haziran 2000’de ölümünden sonra iktidara gelen oğlu Beşar Esad ise, 2002’de AK Parti’nin iktidara gelmesiyle birlikte frekans değiştirdi.
Suriye’nin Ankara ile birden bire düzelen ilişkileri, 2003 Irak Savaşı’ndan sonra iyice gelişti. Bu da Esad’ı Kürt politikasında “balans ayarı” yapmaya itti. Öcalan’a evsahipliği yapan babasının aksine, 2003’te kurulan PYD’ye karşı sert bir tutum izledi. Hatta PKK ile kanlı bıçaklı hale geldi.
Ta ki 2011’e kadar. Suriye’de başlayan “Arap ayaklanmaları” iki ülke ilişkilerini germeye başladı. Ve Esad’ın aklına PKK ve PYD kartı yeniden geldi.
Kaldı ki kendi çıkarları gereği de 5 yıldır PYD ile “al takke, ver külah” geçinip gidiyor.
Ama belli ki Kürtlerin “haddinden fazla” güçlenmesi, Esad’ı artık rahatsız etti. Ve babasından miras aldığı ikircikli politikasına çark etti. Caferi’nin PYD uyarısı da işte bunun delaleti.
Ankara ve Şam’ın Ortak Korkusu
Ne var ki Esad resmi yanlış okuyor. Yeni bir oyunu eski kurallarla oynayabileceğini sanıyor. Oysaki bugün Suriye’de yepyeni bir güç dengesi ortaya çıkmış durumda.
Suriyeli Kürtler artık Esad’ın hükmündeki bir azınlık statüsünde değiller. PYD arkasına ABD ve Rusya’nın desteğini almış ve ülkenin kuzeyinde fiili olarak özerk bir yönetim elde etmiş durumda. Dahası Esad zaten kendi canını kurtarma derdinde.
Dolayısıyla bu uyarılarının hiçbir hükmü yok. Bu sebepten dolayı da Türkiye’ye karşı artık PKK ve PYD kartını kullanması mümkün değil.
Kaldı ki Esad familyası ilk kez Ankara’yla aynı endişeyi paylaşıyor. Kendi ülkesinin kuzeyinde bir Kürt yönetimi oluşmasından korkuyor.
İşte bu yüzden Panadol’u kendileri alıp yeni gerçekliğe uyanmalarında fayda var.
Verda Özer
http://sosyal.hurriyet.com.tr/yazar/verda-ozer_511/esadin-pyd-politikasi-degisiyor-mu_40051586
ABD: PYD terörist değil, müttefikimiz
ABD Dışişleri Bakanlığı, Türkiye’nin PYD’yi terörist bir grup olarak gördüğünü fakat kendilerinin böyle düşünmediğini bildirdi.
Anadolu Ajansı’nın haberine göre, ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü John Kirby, günlük basın toplantısında, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın yurt dışı seyahatinden dönerken uçakta gazetecilere yaptığı konuşmada, ABD’nin PYD ile ilişkisine işaret edip, “Ben miyim senin ortağın, yoksa Kobani’deki teröristler mi?” diyerek getirdiği eleştiri soruldu.
Türkiye’nin bir NATO müttefiki ve IŞİD’e karşı yapılan operasyonlarda önemli bir ortak olduğuna değinen Kirby, “Bu konu Türkler için sadece teorik bir mesele değil. Tam olarak sınırlarında yaşanıyor. Milyonlarca mülteci ile uğraşıyorlar. Rusya ve Esad rejiminin askeri operasyonlarından dolayı daha fazla mülteci gelebilir” dedi.
Bu sebeplerden dolayı “Türkiye’nin üzerindeki baskıyı” anladıklarını belirten Kirby, “PYD hakkında endişelerinden dolayı kendileriyle çalışmaya devam edeceğiz. Bu yeni bir şey değil, hatta hiç yeni değil. Onlarla konuşmaya devam ederek konu hakkında görüş alışverişinde bulunacağız” ifadelerini kullandı.
Kirby, Erdoğan’ın sözlerine işaret ederek, “Burada yapılacak seçim, koalisyon üyesi olarak bizlerin IŞİD’e karşı çabamızı artırmak ve örgütü Irak ve Suriye’de tamamen ortadan kaldırmaktır” şeklinde konuştu.
“ARKADAŞLAR AYNI DÜŞÜNMEYEBİLİR”
Kirby, “Türkiye’yle yakın ilişkimizi ve ileriye doğru genişleteceğimiz çabalarımızı hiçbir şey değiştiremez” diyerek şunları söyledi:
“Şunu söyleyebilirim ki, arkadaşlar bile bütün konularda aynı düşünmeyebilirler ve biz arkadaşız ve her meselede aynı düşünmeyebiliriz, özellikle bu kavgada. Bu karmakarışık bir çabadır, biz bunun farkındayız. Fakat bu grubun (IŞİD) peşinden giderken ayağımızı gazdan çekmek anlamına gelmiyor ve Türkiye gibi ülkelerle bu konularda çalışmaya devam edeceğiz.”
“BİZ TERÖR ÖRGÜTÜ OLARAK TANIMLAMIYORUZ”
Kirby, “Biz, PYD’yi terör örgütü olarak tanımlamıyoruz” ifadelerini kullanarak, Türkiye’yle bu konuda konuşmaya devam edeceklerini söyledi. Kirby, “Türkiye bir müttefik, dost ve ortaktır” dedi.
Kirby’ye ayrıca, Suriye’de PYD’ye verilen silahların Türkiye’ye sokulduğu iddiaları da yöneltildi.
Kiby, bu konudaki haberleri takip ettiklerini belirterek “Biz bunları doğrulayacak bir delil görmedik. Kürt savaşçılara sadece mühimmat verildi, silah değil. Fakat kesinlikle bu konuyu ciddi bir şekilde yakından takip ediyoruz. Eğer bu iddiaları doğrulayan bir kanıt bulursak gerekli adımları atacağız” açıklamasında bulundu.
“MCGURK-POLAT CAN GÖRÜŞMESİ TESADÜFTÜ”
Ayrıca günlük basın toplantısında, ABD Başkanı Barack Obama’nın IŞİD Karşıtı Küresel Koalisyon Temsilcisi Brett McGurk’un Kobani’ye yaptığı ziyaret sırasında eski bir PKK’lı olan PYD sözcüsü Polat Can’la görüşmesi gündeme getirildi.
Kirby, McGurk’un Can’la görüşmesinin tesadüfen olduğunu belirterek, “Bu kişiyle görüşmesi daha önceden planlanmamıştı, Orada Kürt savaşçıları temsil ediyordu” ifadesini kullandı.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan geçtiğimiz hafta, ABD Başkanı Barack Obama’nın IŞİD karşıtı koalisyondaki özel temsilcisi Brett McGurk’un Kobani ziyaretini değerlendirmişti. Ziyarete tepki gösteren Erdoğan “Cenevre temsilcilerinin olduğu dönemde PYD gelemiyor, o kalkıyor Kobani’ye gidiyor. Biz nasıl güveneceğiz. Ben miyim senin ortağın, yoksa Kobani’deki teröristler mi?” demişti.
“ABD’Lİ ASKERİ DANIŞMANLAR KOBANİ’YE GİTTİ”
Öte yandan PKK ile bağlantılı olduğu için Türkiye’nin terör örgütü kabul ettiği PYD’ye destek için ABD’nin Kobani kantonuna 20 askeri danışman gönderdiği öne sürüldü.
AA’nın Suriyeli muhaliflerin Yerel Koordinasyon Komitesi’ne (YKK) dayandırdığı haberine göre bu danışmanlar Fırat Nehri üzerindeki Teşrin Barajı’nın batısında IŞİD’in elindeki Menbiç kasabasına PYD’nin silahlı kanadı YPG’nin düzenleyeceği harekât için gönderildi. YKK, mühimmat dolu iki kargo uçağının Kobani’ye intikal ettiğini de öne sürdü.
Açıklamada PYD liderliğindeki Arap ve Kürt güçlerden oluşan Suriye Demokratik Güçleri’ne (SDG) mensup 250 kişinin Halep’in doğusundaki Sırrin beldesinde konuşlandığı da belirtildi. YKK açıklamasında ayrıca, Esad ordusu yetkililerinin SDG liderleriyle Afrin’de bir araya gelerek Halep’e 30, Azez’e 6 km mesafede muhaliflerin elindeki Miniğ askeri üssüne düzenlenecek operasyon için ortak hareket etmede anlaştıkları öne sürüldü.
http://www.hurriyet.com.tr/abd-pyd-terorist-degil-muttefikimiz-40051652
Nubbul ve Zahra’da yenilen Türkiye, Katar ve Suud
Gerçek
Şubat 9, 2016
Suriye Ordusu ve Hizbullah güçleri, bu ay başında Halep’in kuzeyinde yer alan Nubbul ve Zahra beldelerine operasyon gerçekleştirdi. Operasyonun başarıyla tamamlanmasından sonra Halep ile Türkiye sınırındaki tekfirci örgütlerin kara bağlantısı kesildi, ikmal yolu kapandı. Bu operasyon Suriye devletine iki avantaj sağladı. Birincisi, sahada ordu güçlerinin etkinliğini uluslararası alanda göstermesi. İkincisi, Halep’in alınması/kuşatılması önünde tüm engellerin ortadan kalkması.
Nubbul ve Zahra’nın ele geçirilmesi, Türkiye sınırına yakın tekfircilerle Halep’in bağlantısının kesilmesine neden oldu. Bu koridorun kapanması Türkiye ve İsrail başta olmak üzere Körfez gericiliğinin de içinde olduğu devletler tarafından kınandı. AKP operasyondan hemen sonra Türkiye sınırına akın eden mültecileri öne sürdü. Yandaş basın, mülteci akınını sayfalarına taşıdı. Yeni Şafak ve El Cezire’nin mezhepçi örgütlere yakınlığıyla bilinen Türk muhabiri Yılmaz Bilgen, Türkiye’nin ve ondan beslenen çetelerin yaşadığı sıkışmayı, “Üç yıldır Suriye’de gördüğüm gerçeklerden hareketle dillendirdiğim muhtemel facianın, şu an içine düştüğümüz darboğazın ta kendisi olması acı” olarak tanımladı. Suriye ordusunun üç yılda kaybettiği toprakları 72 saatlik operasyonla geri alması, daha önemlisi Halep’i geri almak için büyük avantaj elde etmesi “Türkmendağı düşüyor” hassasiyetine yakın bir infiali getirmiş durumda. Ancak bunun karşılığı yok. Türkmendağı olarak anılan Kızıldağ’daki çatışmalarda Türkmen kartını kullanarak tekfirci örgütlerin saklanması kamuoyu oluşturmak için biricik avantajdı. Ancak Nubbul ve Zahra’da böyle bir kart mevcut olmadığından aynı hassasiyet dizayn edilemedi.
Türkiye basınından en ilgi çekici tepki, Erdoğan’ın resmi gazetesi olan Yeni Şafak’tan geldi. Yeni Şafak Genel Yayın Yönetmeni İbrahim Karagül, İran ve Rusya’nın Türkiye’ye savaş açtığını, Suriye’yi cephe ülkesi olarak kullandığını ifade ettikten sonra “Türkiye Suriye’ye müdahale etmeli” dedi. Nubbul ve Zahra operasyonundan sonra tekfirci örgütlere (veya ılımlı olarak ifade edilenlere) yakın gazeteciler sosyal medya hesaplarından “Türkiye için şimdi tam sırası” ifadelerini kullanarak Türkiye’yi sahaya davet etmişlerdi. Hatta bazı Arap gazeteciler, Türkiye’nin Suriye sınırında askeri mühimmat taşımak için yeni yollar yaptığını fotoğraflarla göstermişler, Nubbul ve Zahra’dan sonra Türkiye’nin Suriye’ye müdahale etmek için hazırlandığının bir göstergesi olarak sunmuşlardı. HaberTürk yazarı Soli Özel, “Halep düşerse” başlıklı yazısında mülteciler kartını oynadıktan sonra yandaş basın içinde en gerçekçi analizi şu cümlelerle ifade ediyor: “Stratejik olarak müttefiklerinin yenilgisine mâni olamayan, Türkmenleri koruyamayan, PYD’nin sırtını iki büyük güce dayayarak alanını doğuda ve batıda genişletmesini engelleyemeyen Türkiye’nin Suriye politikası bu durumda iyice çökmüş sayılmalıdır.”
Basında çıkan birçok değerlendirme ve verileri toplayarak herkes Türkiye’nin Suriye politikasının çöktüğünü, en büyük darbenin (Halep) yakınlaştığını anlayabilir. Erdoğan ve AKP’nin Karagül’ün seçeneği olan “Türkiye Suriye’ye müdahale etmelidir” seçeneğine doğru itildiği ortadadır. Bu seçeneğin ortaya çıkması ve uygulanabilirliği başka bir yazının konusu. Ancak, bu alanda kamuoyu yaratmak için mülteciler başlığının sıkça kullanıldığı ve Nubbul ve Zahra operasyonuna müteakiben gerçekleştiği ortada. Türkiye’nin Suriye’ye müdahalesi, her çılgınlık denemesinde çılgınlığını NATO’laştırmak için çırpınan Erdoğan ve AKP için ufak bir lokma değildir. Emperyalizmin izninden ve bölgede Rusya ile olan ilişkilerinden bağımsız değerlendirilemez. Suriye’ye kara operasyonu, sahada Rusya ve dolaylı olarak İran’ı karşısına almak anlamına gelir. Erdoğan ve AKP hükümeti, Suud ve Katar ile birlikte görece bağımsız politikasının sınırlarına göre hareket edebilir. Bu dikkate değer bir olasılıktır. Bu ihtimal sadece olasılık olarak not edilmeldir. ABD’nin YPG’yi dost olarak gördüğü, sahada işbirliği için adım attığı, hatta YPG’nin içinde en büyük ağırlığı oluşturduğu Suriye Demokratik Güçleri’ne silah yardımı yaptığı bilinmektedir. O halde kara gücüyle yapılacak bir operasyonda Türkiye sadece Suriye ve Rusya değil Kürtlerle de karşı karşıya gelmek zorunda kalacaktır.
Ordunun Halep’e ilerleyişi Erdoğan’ın stratejik yenilgisidir
Yandaş basındaki tüm ifadelerin altında şu yatıyor: “Esad Halep’i alıyor, sınıra 23 kilometre uzakta, bir şeyler yapın.” Türkiye uzun süre mülteci kartına güvenerek Halep polikasını belirleyemez, kamuoyu oluşturamaz. Bu sıkışmanın alternatifi aynen Rus uçağını düşürdüğü gibi hamle yapması ve NATO’yu taraflaştırması olabilir. Bunun Suriye sahasında pratik karşılığını tahmin etmek güçtür. Türkiye’de ise bunun yansıması, uzun süredir Gerçek Gazetesi sayfalarında Türkiye’nin Suriyeleştirilmesi olarak ifade ettiğimiz, savaş politikasının derinleştirilmesi ve Türkiye topraklarındaki sonuçları olacaktır. Yeni Suruç, Ankara, Sultanahmet katliamları bu politikalara bağlıdır. Yeni Sur’lar, Cizre’ler bununla ilişkili olacaktır. Erdoğan’ın adım adım yenilgisi, bel bağladığı tekfircilerin güçten düşmesi, seçeneksiz hale gelmesi Erdoğan’ın Suriye’de pozisyon kapması için Rus uçağını düşürmesi tarzında müdahaleler için bir itki olabilir.
Nitekim, Ortadoğu gericiliğinin kalesi Suud rejimi, bir hafta önce, tam da Yemen’de batağa batmışken, DAİŞ’e (IŞİD’e) karşı uluslararası koalisyona, kara kuvvetleriyle katılmaya hazır olduğunu açıkladı. Katar ise “Türk ve Suudi kardeşlerimizin askeri seçenek önerisini destekleriz” dedi.
Halep’ten önce Azaz
Erdoğan’ı rahatsız eden, Türk medyasında Suriye’ye müdahale seçeneklerini tartıştıran başat unsur şu an Halep’tir. Bunun yanında Suriye Ordusu ve YPG arasındaki adı konmayan işbirliği ve YPG’nin Azaz hattında ilerlemesi de başka bir rahatsızlık unsurudur. Bu ilerleme, Türkiye’nin Suriye politikalarının delinmesinin başka bir işaretidir. Türkiye sınırına çok yakın bir bölge olan Azaz’a YPG, sadece 3 kilometre uzaktır. Nubbul ve Zahra operasyonları esnasında Washington Instute’den Fabrice Balanche imzasıyla çıkan bir yazıda, Nubbul ve Zahra operasyonu boyunca, YPG ve Suriye ordusunun karşılıklı yardımlaştığı iddia ediliyor. Buna göre, YPG’nin Afrin üzerinden operasyon bölgesine gıda yardımı sağladığı, ordunun da Halep’in Kürt mahallesi Şeyh Maksud’a yapılan saldırıları engellediğini söyleniyor. Ordunun Azaz’a ilerlemek yerine kendi pozisyonunu güçlendirdiğini, Azaz bölgesini YPG’ye bıraktığı ifade ediliyor. Bu pasif işbirliğinin, Azaz’da aktif işbirliğine dönüştüğünü vurguluyor.(http://www.washingtoninstitute.org/policy-analysis/view/the-battle-of-aleppo-is-the-center-of-the-syrian-chessboard.)
Bu iddialar ve Azaz’a da YPG operasyonunun devam etmesi Türkiye devletinin durumunu ölçmek için yeterlidir. Türkiye’nin tekfirci örgütlere dayanan dış politikası, Halep-Azaz-Cerablus hattında bir kez daha mağlubiyete uğramakta, elinden bir şey gelmeyen Erdoğan ve kurmayları kıvranmaktadır. Halep’ten önce Azaz hattında yaşanacak ağır bir yenilgi bu iflasın tecelli etmesinden başka bir şey olamaz.
Mülteci sorunu ve tekfirci sızıntısı
Davutoğlu’na göre mülteci sayısı 70 bini aşabilir. Basına göre bu sayının 110 bini aşması muhtemel. Savaş, tüm yönleriyle Ortadoğu halklarına kıyım ve acı getiriyor. Savaşın getirdiği acıların sarılması için emperyalizm ve bölge devletlerinin şovları haricinde ilerleme kaydedilemedi. Kaydedilemez de. Kirli para pazarlıklarına konu edilen, gerici politikaların merkezine konan, askeri politikalar için sebep yapılan mültecilerin sorunlarının çözülmesi, Suriye’de devam eden iç savaşın Ortadoğu halkları ve emekçileri lehine çözümle sonlanmasına bağlı. Ne Esad-Rusya-İran hattı ne Türkiye ne de Avrupa-ABD emperyalizmi Suriye halkının sorunlarını çözmek için bölgede bulunmuyorlar.
Havadan Rus uçaklarının, karadan Suriye ordusunun gerçekleştirdiği operasyonlarla birlikte Türkiye sınırına gelen mültecilerin sayısının artacağını şimdiden söyleyebiliriz. Her mülteci akınının içinde tekfircilerin yuvalandığı ortadadır. Bunun yanında kaçakçılar vasıtasıyla Türkiye sınırından geçen tekfirciler de mevcuttur. İşte Sultanahmet katliamını gerçekleştiren Nabil Fadli Türkiye’ye bu yoldan girmiştir. AKP hükümetinin tekfircileri sınırlardan kontrollü biçimde geçirdiği basına yansımıştı. Kobani (Kobanê) direnişi esnasında IŞİD üyelerinin sınır hattında yaptığı geçişler basında yer aldı, birçok defa kanıtlandı. Mülteci dalgası, tekfirci sızıntılarını/geçişlerini arttırabilir. Erdoğan’ın ise bu konuda özel bir çabası olduğuna dair bir bilgi yoktur. Fadli’nin Göç İdaresi’ne verdiği mülakatta IŞİD’den kaçtığını söylemesini kenara not edelim.
Ve İsrail
İsrail son beş yıldır mezhep gerilimlerini ellerini ovuşturarak izleyen ülkelerin başında geliyor. Siyonistlerin, Türkiye ile yeni doğalgaz anlaşmalarını görüşmesiyle (siz Filistin gazının çalınması olarak okuyun) birlikte Ortadoğu’daki gerici cephe tamamlanmış durumda. Suud-Katar-Türkiye ittifakının yanında İsrail duruyor. İsrail, Halep’e yapılan operasyondan oldukça rahatsız.
Pek çok kişi İsrail sınırlarından oldukça uzak olan Halep’teki operasyonun İsrail’i neden etkilediğini kavramakta güçlük çekebilir. Cevap Hizbullah’tır. İsrail, Suriye’deki savaşta taraf olan Hizbullah’ın zayıflamasını bekliyordu. İsrail’i yenilgiye uğratan bir güç olan Hizbullah’ın Suriye’deki savaşta telafi edilecek kadar kayıp vermesi İsrail’in beklentilerini karşılamadı. Bunun yanında İsrail, Halep ve Suriye’nin kuzeyindeki savaşın, cephenin kapanmasından sonra sıranın kendi sınırlarındaki tekfircilere gelmesinden çekiniyor. Bu veriler, son 10 gündür değişen Halep tablosunda kaybedenler kulübüne Ortadoğu gericiliğinin (Suud-Katar-Türkiye) yanına İsrail’in de eklenmesini mümkün kılıyor.
http://gercekgazetesi.net/karsi-manset/nubbul-ve-zahrada-yenilen-turkiye-katar-ve-suud
Gravitasyon (Yerçekimi) Dalgaları ve Dünya Savaşı Olasılığı
Bundan birkaç ay önce, Genel Görecelik Kuramı’nın ilk kez açıklanışının yüzüncü yılını vesile ederek, genel olarak Teoriye ve özel olarak da Marksist Teoriye ve onun sorunlarına dikkati çekmek için yazdığımız “Fizik ve Marksizm (Genel Görecelik Kuramının Yüzüncü Yılı Vesilesiyle)” başlıklı yazıda, geçer ayak şunları yazıyorduk:
“Newton’un çekim kuramında, zaman ve uzay, içinde nesnelerin ve olayların yer aldığı onlardan bağımsız bir sahne gibidir.
Genel Görecelikte ise, uzay-zaman maddenin ayrılmaz bir bileşeni veya özelliği olur; onunla karşılıklı etkileşim içindedir. Kütle uzay-zamanı eğer, eğilmiş uzay zaman kütlenin hareketini karşı olarak etkiler. Bu çok derin, diyalektik ve devrimci bir kavrayıştır.
Genel Görecelik Kuramı, şu ana kadar bütün sınavları başarıyla geçti.
Ancak hala önünde ciddi imtihanlar bulunuyor. Ne var ki, her ne olursa olsun, ilerde daha yetkin bir kuram çıkarsa, bu tıpkı, Newton’un çekim kuramının, Genel Göreceliğin özel bir hali olarak geçerliliğini koruması gibi, o daha geniş kuramın bir özel hali olarak koruyacaktır muhtemelen. Karanlık Madde, Karanlak Enerji, Gravitasyon Dalgaları gibi henüz varlıkları deneyle kanıtlanamamış varsayımlar, önümüzdeki yıllarda fiziğin yoğunlaşacağı ve bu kuramın tekrar sınanacağı alanlar olacaktır.” (Fizik ve Marksizm)
Alıntıda dile getirilen Gravitasyon (Yerçekimi) Dalgaları’nın deneyle kanıtlanması, bugün, gerçekleşti. Daha doğrusu, yanılma payı testleri ve hesapları yapılarak resmen ilan edildi. (Çünkü dalgalar aslında Eylül ayında tespit edilmiş, arada geçen zamanda bunların başka nedeni olup olmadığı elenmiş, yüksek kesinlik derecesi kontrolü (“signifikanz”) yapılmıştı.)
Einstein’in Genel Görecelik Teorisi’nin bir sonucu olarak öngörülen gravitasyon dalgaları ve uzay zamanın “dalgalanması”, ortaya koyuluşundan neredeyse günü gününe denebilecek bir yakınlıkla, tam yüz yıl sonra kanıtlandı.
Şimdiye kadar kanıtlanamamasının nedeni, tekniğin bu hassas ölçümleri yapabilecek kadar gelişmemiş olmasıydı. Daha da somut bir ifadeyle Genel Görecelik Kuramının bir öngörüsü olan Gravitasyon Dalgaları’nın varlığını kanıtlayacak araçlara, hassasiyete ancak atom altı parçacıkları açıklayan Quantum Kuramı’nın aracılığıyla varılabilirdi. Gravitasyon dalgalarını ölçen aygıt (veya “teleskop” diyelim, uzaydan gelen elektromanyetik dalgaları algılayan aletlerin genel adına göndermeyle) esas olarak birbirine dik açıyla yönlendirilmiş ve yansıtılmış lazer ışınlarıyla çalışmaktadır. Lazer ışınları ise Quantum Kuramının bir pratik uygulamasından başka bir şey de değildir.
Quantum ve Genel Göreceliği birleştiren bir ortak kuram henüz hala yok, ama bu pratik yardım nedeniyle, en azından bu iki kuramın teknik düzeyde bir ittifak yaptığı söylenebilir.
Nasıl pandüllü saat ile dakikalar ve saniyeler ölçülebilir olmadan Newton’un çekim kuramı mümkün olamazdıysa; bir protondan çok daha küçük sapmaları ölçebilecek (ki 1,3 milyar ışık yılı uzaklıktaki, biri 29 diğeri 36 güneş kütlesindeki iki kara deliğin kaynaşmasının uzay zamanda yarattığı “dalgalanma” 10-22 boyutunda. Yani kabaca Atom 10-8, bir proton 10-15 büyüklüğünde olduğuna göre, protondan bile çok küçük bu dalgalanmayı tespit etmek için) nasıl bir hassas ölçüm gerektiği tasavvur edilebilir.
Bütün bilimsel keşif ve değişimler küçücük bir ilerleme ile başlar. Galile’nin ilk teleskopu ile bugünkü teleskoplar bu küçük adımların nerelere gelebileceği hakkında bir fikir verir. Bu gravitasyon dalgasını yakalayan araç, “Gravitonoskop” diyelim, Galile’nin teleskopundan pek farklı görülmeyecektir ileride.
Eğer insanlık yaşarsa, muhtemelen uzayda gravitasyon astronomisi başlayacaktır. Belki bu yolla, elektromanyetik dalgalarla etkileşim içinde bulunmayan Karanlık Madde’nin var olup olmadığını kanıtlama; Big Bang’tan 300.000 yıl sonrasına ait arka plan ışımasından daha öncesini “görme” olanağı elde edilecektir.
Yeni bir çağın başladığı bile söylenebilir. Böylesine önemli bir gelişmedir ortadaki. Dört temel güçten atom altı dünyada etkili olan zayıf ve güçlü kuvvet bir yana bırakılırsa, sadece elektromanyetik kuvvet ile evren hakkında bir bilgi edinebiliyorduk. Gamma, Röntgen, Radyo, Morötesi, Kızılötesi, görünür ışık astronomileri hepsi elektromanyetik ışınları (dalgaları) algılarlar. Şimdi yeni bir kapı açılıyor.
Gravitasyon dört temel güç içinde, en zayıf ama etkisi sınırsız bir güçtür. Evrenin evrimini ve kaderini belirleyen de; belirleyecek olan da bu kuvvettir.
Gravitasyon teori gibidir. Teorinin de günlük politik gelişmeleri etkilemede gücü çok zayıftır ama etkisi sınırsızdır denilebilir.
Gravitasyon nasıl evrenin kaderini belirleyecekse; teori de son duruşmada toplumun kaderini belirler.
*
Ne var ki, teori, yani toplumun hareket yasaları ve tarihsel sürecin gidişi inceleyen bilim, namı diğer Marksizm, tarihin açık uçlu olduğunu; doğumlar (devrimler) olmazsa gidişin yıkılışla sonuçlandığını göstermektedir.
Yani teorinin gösterdiği gibi, tarihsel gidiş, bir gravitasyon astronomisinin ortaya çıkışına ve gelişmesine; yani toplumun veya insanlığın yaşamasına izin vermeyebilir.
Genel Görecelik birinci dünya savaşının ateşleri içinde şekillenmişti. Kanıtlanması ise, yeni bir dünya savaşı tehlikesinin artık sıradan bir olay gibi konuşulduğu günlerde gerçekleşti.
Türk devletinin başındaki adamın çapsızlığı, sosyal şekillenmesi, ideolojisi, kişisel ihtirasları ve köşeye sıkışmışlığı bir delilik yapmasına yol açabilir. Suriye’ye girebilir.
Bu delilik bir dünya savaşını tetikleyebilir.
Bir dünya savaşı büyük bir olasılıkla, insan türünün ve toplumun sonunu getirebilir.
Şu an bunu engelleyen tek güç, Türkiye’nin en büyük belası, askeri bürokratik oligarşinin Suriye’ye girme macerasına henüz evet dememiş oluşu; buna direnişidir.
Kaderin ve tarihin acı alayı bu bizlere.
Demokratik güçlerin güçsüzlüğünün ve düştüğü çaresizliğin en çarpıcı göstergesi, Türk Ordusu ve ABD’nin Erdoğan’a direncine muhtaç kalmalarıdır.
Bu durum bize, 7 Haziran seçimlerinin ertesinde, Kürt Ulusal Hareketinin yaptığı stratejik ve taktik yanlışların Demokratik mücadeleyi ve güçleri nasıl hareketsiz ve felç durumda bıraktığı konusunda daha net bir fikir verir.
Ve yine teori bize göstermektedir ki, tümüyle doğru politikalar izleseniz de yenilebilirsiniz. Zor oyunu bozar der halkımız.
Ama bunun tersini de gösterir teori.
Yanlış politikalara rağmen başarı kazanabilirsiniz.
Başarı doğru bir politika izlendiğinin ölçüsü değildir.
Hatalar yapılmasaydı nerede olunurdu üzerinden anlaşılabilir bir başarının başarı olup olmadığı.
Sovyetler, Hitler karşısında peş peşe yanlışlar yaptılar ama sonunda yine de kazandılar. Ama nelerin pahasına?
Eğer bir dünya savaşı çıkmazsa Kürt hareketi de muhtemelen başarı elde edecektir.
Ama buna rağmen yanlış yaptığı gerçeği değişmeyecektir.
*
Erdoğan yeterli güç ve hareket alanı bulursa bir dünya savaşını tetikleyecektir.
Eğer tetikleyemezse de düşecektir büyük bir olasılıkla. Düşmesinin uluslar arası mahkemelere giden bir yola giriş olduğunu bilmektedir. Bu nedenle düşmemek için her şeyi yapmaya hazırdır.
Eski Ak Partililerin şimdiki kıpırdanmaları, Erdoğansız bir Türkiye’ye geçiş için ön hazırlıklardır.
Çünkü ne CHP ne de HDP bunu yapabilecek çapa ve perspektife sahiptirler.
Evet, bu çapa ve perspektife sahip değiller ama CHP en azından açıkça, hangi gerekçeyle olursa olsun, Suriye’ye girmeye karşı olduğunu ve bu maceraya tüm gücüyle direneceğini açıkça ilen ederek, Suriye’ye girmeye dolayısıyla bir dünya savaşına direnme cephesine küçük de olsa bir katkı yapabilir.
Önümüzdeki günlerde Erdoğan Ergenekon’la ittifak içinde, bir darbe denemesine girişip ordunun Suriye’ye girmeye direncini kırmayı deneyebilir.
Bunun ortamını yaratmak için de akla gelebilecek her yolu deneyebilir.
Ya da tıpkı bir zamanlar Margaret Thatcher’ın başına geldiği gibi, kendini birden bire bir saray darbesi veya bezeri bir durum karşısında bulup bir kenara atıldığını görebilir.
Erdoğan’ın kalan müttefikleri İsrail, Suudi Arabistan, Ergenekon, Sedat Peker’dir.
Böylesine bir tecrit durumunda Erdoğan kabusu fazla dayanamaz.
Türkiye’de politika yapmak, demokrasi mücadelesi vermek, bir kara deliğin olay ufkunun içine düşmek gibi.
Gravitasyon dalgaları bile kurtaramıyor.
Demir Küçükaydın
12 Şubat 2016 Cuma
.
Fizik ve Marksizm
(Genel Görecelik Kuramının Yüzüncü Yılı Vesilesiyle)
Genel Görecelik Kuramı “muhtemelen bütün zamanların en büyük bilimsel keşfidir”
Paul Dirac
Bugün Genel Görecelik Kuramı’nın açıklanışının yüzüncü yılı. Einstein yüz yıl önce 25 Kasım 1915’te, Genel Görecelik Kuramı’nın son düzeltmelerini yapıp yayınladı.
Bu kuram sadece tüm fizik dünyayı algılayışı kökten değiştirmemiştir, aynı zamanda bütün büyük kuramlar gibi son derece estetiktir ve sadedir.
Newton’un çekim kuramında, zaman ve uzay, içinde nesnelerin ve olayların yer aldığı onlardan bağımsız bir sahne gibidir.
Genel Görecelikte ise, uzay-zaman maddenin ayrılmaz bir bileşeni veya özelliği olur; onunla karşılıklı etkileşim içindedir. Kütle uzay-zamanı eğer, eğilmiş uzay zaman kütlenin hareketini karşı olarak etkiler. Bu çok derin, diyalektik ve devrimci bir kavrayıştır.
Genel Görecelik Kuramı, şu ana kadar bütün sınavları başarıyla geçti.
Ancak hala önünde ciddi imtihanlar bulunuyor. Ancak her ne olursa olsun, ilerde daha yetkin bir kuram çıkarsa, bu tıpkı, Newton’un çekim kuramının, Genel Göreceliğin özel bir hali olarak geçerliliğini koruması gibi, o daha geniş kuramın bir özel hali olarak koruyacaktır muhtemelen. Karanlık Madde, Karanlak Enerji, Gravitasyon Dalgaları gibi henüz varlıkları deneyle kanıtlanamamış varsayımlar, önümüzdeki yıllarda fiziğin yoğunlaşacağı ve bu kuramın tekrar sınanacağı alanlar olacaktır.
Bu sınavları da başarıyla verdiği takdirde, evreni kavrayışımızın temelini daha uzun yıllar bu kuramın belirleyeceği öngörülebilir.
Einstein, 1915’te, Genel Görecelik Kuramını formüle etmeden, on yıl önce, “mucizevî yıl”da, 1905’de yani 26 yaşında, yazdığı birbirinden önemli dört yazıyla zaten bir olağanüstü devrim yapmıştı fizikte. Örneğin Brown hareketleri ile atom kuramını doğrulamış; daha sonra Nobel alacağı (sanılanın aksine Einstein Nobel’i Görecelik Kuramlarıyla değil, Fotoelektrik Etki hakkındaki çalışmasıyla almıştır) Fotoelektrik Etki üzerine çalışmasıyla de ışığın süreklilik olmadığını, parçacık karakterini kanıtlamış, kuantum kuramının kurucularından biri olmuş; ışık hızının sabitliğinden hareketle Özel Görecelik Kuramı’nı formüle etmişti.
Ama Özel görecelik ile Newton’un çekim kuramı arasındaki uyuşmazlığı çözmek için de on yıllık bir çalışma sonucunda yüz yıl önce 1915’te Genel Görecelik Kuramı’nın tamamlayıp yayınlamıştı.
Bugün Modern Fizik, makro kozmosta, Genel Görecelik; mikro kozmosta ise Kuantum kuramlarına dayanmaktadır. İkisi de deneylerle, öngörülerle ve ölçümlerle harika bir biçimde kanıtlanmaktadır. Yapılan hesaplar hemen daima tutmaktadır.
Bu kuramlara dayanarak geliştirilen aygıtlar olmadan bugünkü hayatımız tasavvur edilemez. Örneğin bilgisayarlar, yani özünde transistorlar; lazerler veya tomografi cihazları veya navigasyon cihazları mümkün değildir. Cep telefonları bu kuramların günlük hayatımızın olmazsa olmazı olmuş en somut uygulamasıdır.
Ancak her biri harika bir şekilde doğrulanan bu iki kuram, aynı ortak kavramsal temele sahip değildirler. Ortada iki farklı açıklama ilkesi, iki farklı dünya bulunmaktadır. Mikro ve Makro kozmosun; Kuantum ve Göreceliğin aynı ortak ilkede ya da kavram sisteminde birleştirilmesi gerekmektedir.
Bugün modern fiziğin bütün çabası bu iki teoriyi bir tek ilkede birleştirecek bir teorik çerçeveyi bulmak üzerinde yoğunlaşmıştır. Einstein da sonraki bütün ömrünü böyle bir kuramı bulma çabasıyla geçirmişti.
*
İnsan bir Marksist, yani bir toplumbilimci olarak fizikçilere gıptayla bakıyor. Einstein bir patent bürosu çalışanı olarak 1905’de denemelerini yolladığında bile fizikçiler arasında onun yazılarının önemini hemen anlayacak muhataplar vardı. Fizikçilerin en önemlileri benzer sorunlar üzerine yoğunlaşmışlardı. Bir bilimin ilerlemesi için ortak konuları olan ve tartışan bir bilim adamları topluluğu çok önemlidir.
Ne yazık ki, Marksizm, yani toplum bilimi söz konusu olduğunda ortada bunun izi bile yok. 1960’larda iyi kötü yine de ortak teorik sorunlar ve bunların tartışıldığı yayınlar vardı. Şimdi tam bir çöl manzarası var.
Farkı göstermek için şu örnek iyi bir kıyaslama sunabilir.
Bugün hemen her fizikçi bu iki kuramı birleştirecek daha genel bir kavramsal çerçeve veya kuramın gerektiğinde neredeyse hemfikirdir. Bu alanda bir teori ortaya koyulduğunda, fizikçiler hemen onu eleştiri süzgecinden geçirmektedirler.
Ama aynı türden, benzer bir sorun Marksizm’de, yani toplum bilimde de vardır. Bu Yapı ve Özne sorunudur.
Yani toplumun bilimi olan Marksizm de, her biri gerçekliğin bir yönünü açıklayan; ama aralarında bir uyuşmazlık da bulunan ve ortak bir açıklama ilkesinde birleştirilmesi gereken bir teorik sorunla karşı karşıya bulunmasına rağmen, kendini Marksist olarak tanımlayanlar; Marksizm’de böyle bir sorunun olduğunu; bunun çözülmesinin Marksistlerin önündeki en büyük sorun olduğunu bilmezler bile.
Daha da kötüsü bunu kimse de sorun etmez ve böyle bir tartışma da yoktur.
Açın örneğin, Türkiye’de kendine Marksist’im diyenlerin yazdığı yazılara bakın. Bu teorik sorunun adını olsun anan bir tek yazı bile bulmanız zordur.
Hâlbuki aslında Marksizm’in bugünkü krizinin temelinde de tam bu sorun vardır.
Bizim bu konuya iyi kötü bir cevap getiren çalışmamız olan, Marksizm’in Marksist Eleştirisi yayınlanalı sekiz yıl oldu. Konuyu ilk ortaya koyuşumuz on yılı geçti. Bu konuda bir tek çalışma veya tartışma görülemez. Sanki ne böyle bir sorun vardır; ne de bu soruna verilmiş iyi kötü bir cevap.
*
Bu arada kısaca soruna değinelim.
Tıpkı Görecelik ve Kuantum kuramları arasındaki kopukluk gibi, Marksizm’de de iki farklı açıklama ilkesi arasında bir kopukluk bulunmaktadır. Buna kısaca Yapı ve Özne Sorunu; ya da Manifesto ve Önsöz çelişkisi de denebilir.
Bilinir Komünist Manifesto tarih sınıf mücadeleleri tarihidir diye başlar. (Bundan hareketle Marksizm yanlış olarak sınıf mücadelesi öğretisi olarak tanımlanır. Marksizm’in ayırıcı özelliği bu değildir. Hatta Marksizm’i böyle tanımlamak onu burjuvazinin kabul edebileceği bir düzeye geri çekmek olur, Marks ve Lenin’in de dikkati çektiği gibi. Sınıf mücadelesinin varlığını kabul ve tarihi sınıflar mücadelesiyle açıklama; sınıfların varlığını veri alma; Marksizm’in ayırıcı özelliği değildir. Ama Marksizm, bunun da önemli bir açıklama ilkesi olduğunu kabul eder ve bunu sahiplenip geliştirmiştir.) Sınıflar ve sınıflar mücadelesi kavramları olmadan, tarih ve toplumsal olaylar gerçekten açıklanamaz.
Sınıflar ve sınıflar mücadelesiyle tarihi açıklama bir bakıma Özneler ile tarihi açıklamadır.
Ama bir de Ekonomi Politiğin Eleştirisi’ne Katkı’ya Önsöz’de, Marks’ın toplumun hareket yasasına ilişkin teorisini açıklaması vardır. Bu açıklamada ise, toplumun tarihsel hareketi, Yapısal, toplumun anatomisine ilişkin; (üretici güçler, üretim ilişkileri, altyapı, üstyapı gibi) kavramlarla açıklanır.
Ve gerçekten, üretici güçler, ona uygun ilişkiler ve üstyapı gibi kavramlar olmadan da tarih açıklanamaz. Buna da Yapı ile açıklama denebilir.
Ama Özne ile açıklama ile, Yapı ile açıklama arasında, tıpkı modern fizikteki Görecelik ve Kuantum teorileri arasında olduğu gibi kavramsal bir bütünlük yoktur. Bu iki açıklama ilkesi, farklı sonuçlara yol açarlar.
Çok basit bir örnek. Eğer sınıf kavramıyla devrimi tanımlar ve açıklarsanız, sınıfsız toplumlarda devrim olmaması gerekir. Çünkü devrimin öznesi olan sınıf veya alt sınıflar yoktur. Ama devrimi yapı kavramıyla tanımlarsanız, sınıfsız toplumlarda da devrimler pek ala olur. Devrim üstyapının, o günkü üretici güçlerin ve ilişkilerin bulunduğu duruma uyum sağlamasıdır.
Hemen sezileceği gibi ortada iki farklı açıklama ilkesi vardır. Tıpkı Kuantum ve Görecelik teorileri gibi her biri doğrudur; bir şeyleri gayet güzel açıklar; ama ikisi ortak bir kavram sistemi içinde değildir.
*
Marks Yapı ve Özne arasındaki bu kopukluğu ya da bu iki farklı açıklama ilkesi arasındaki çelişkiyi, “devrimci sınıf en büyük üretici güçtür” diyerek, yani sınıfı, özneyi, aynı zamanda üretici güç, yani yapısal bir kavram olarak tanımlayarak bunu en azından modern tarihe ilişkin boyutuyla çözmeye çalışmıştı.
Ancak modern tarih ve işçi sınıfı söz konusu olduğunda, 19. ve 20. yüzyılın ilk yarısında doğrulanmış ve kabul edilebilir görünen bu açıklama doğrulanmış değildir.
Bu nedenle bilincinde olmasalar da, Yapısalcı teorilerden, Negri’nin Çokluk’una, Troçkist “önderliğin krizi” teorilerinden “Üçüncü Dünyacı” teorilere kadar neredeyse bütün modern teorik ve entelektüel akımlar ve çalışmalar modern tarihte olanı başka kavramlarla veya düzeltmelerle açıklama çabasından başka bir anlama da gelmezler.
Ama insanlık tarihinin ve özellikle sınıflı toplumlar tarihinin bütünü göz önüne alındığında, sorun daha da büyür.
Kapitalizm öncesi tarihte devrim sorunuyla ilgilenen tek Marksist olan Kıvılcımlı, bu sorunla çok daha yakıcı bir şekilde karşılaştı. Antik tarihte devrimci sınıf yoktu, buna rağmen devrimler oluyordu ve üstüne üstlük devrimleri daha geri üretim ilişkilerindeki toplumlar yapıyorlardı. Yapı ve özne nasıl aynı kavram sisteminde toplanabilecekti?
Hikmet Kıvılcımlı da Marks’ın sadık bir öğrencisi olarak, Marks’ın devrimci sınıfı Üretici Güç yaparak, bu çelişkiyi çözmeye kalkması gibi; komünal gelenekleri ve kolektif aksiyon yeteneğini, (İbni Haldun’un “Asabiyet”i) Üretici Güçler olarak tanımlayarak bu sorunu çözmeye çalıştı.
Hikmet Kıvılcımlı’nın Tarih Tezi, antik tarihte bu çelişkiyi aşmak veya çözmek için devasa bir denemedir. Ama kanımızca, çalışmaları içinde birçok önemli keşfi ve katkıyı barındırmakla birlikte, tıpkı Marks’ın çabası gibi başarısız kalmıştır.
Perry Anderson’un dikkati çektiği, Marksizm’in Yapısalcılık karşısındaki entelektüel yenilgisi ve bugün bütün çekiciliğini yitirmesi de, bu bunalımı, bu yapı ve özne çelişkisini aşamamakla ilgilidir.
*
İşte bizim yuvarlak hesap 2005’te yani on yıl önce, yaptığımız, ama dört başı mamur bir eserle maalesef ayrıntılı olarak ele alma imkânı bulamadığımız, bir bakıma Adorno’nun “Flachenpost” dediği gibi, sadece fragmanlar olarak yazabildiğimiz, en önemli teorik devrim bu yapı ve özne çelişkisini çözmek; bu iki farklı açıklama ilkesini bir tek kavram sisteminde birleştirmek olmuştu.
Yaptığımız bir bakıma, fizikçilerin “Evren Formülü” veya “Birleşik Alanlar Kuramı” dedikleri ve yapmaya çalıştıklarını, toplum ve tarih alanında gerçekleştirmekti.
Aslında önerme çok basittir ve iki önermede toparlanabilir: “Din tümüyle üstyapıdır”. “Modern toplumun dini de bizzat onun din tanımının kendisidir”.
Bu kadar basit olanın görülmesini ve anlaşılmasını engelleyen de tamı tamına din tanımının, (burada din normatif bir kavramdır) aslında yeni bir dini tanımlamış olmasıdır.
Marksizm de modern toplumun din tanımını (ki normatif bir tanımdır; “Din bir inançtır” önermesidir) sosyolojik bir tanımmış gibi ele aldığı için, onun basit bir ideolojik aracı olmuştur.
Bu basit önermenin akıl almaz ölçüde alt üst edici sonuçları olmaktadır. Ve her önemli ve büyük keşifte olduğu gibi, sadece tarihi açıklamakla kalmamakta, günün en can alıcı sorunlarını da tanımlama ve onları çözecek programlar hazırlama olanağı sunmaktadır.
Bu önerme yapı ve özne çelişkisini nasıl çözer?
Din üstyapının tümü ise, dinden dine geçişler üstyapı değişimleri, yani devrimlerdir. Böylece din üst yapının somut bir görünümü olduğundan, yapı özne çelişkisi ortadan kaybolmakta; bir dinden diğer dine geçenler devrimlerin öznesi olmaktadır. Ama yeni dini benimseyenler, gayrı memnunlar, genellikle alt sınıflar olduğundan, sınıf mücadelesi ile devrimler ve yapı ilişkisi bir kavramsal bütünlük kazanmaktadır.
Tabii bu keşif bütün önemli ve büyük keşifler gibi aynı zamanda birçok başka sorunu da çözmektedir.
Örneğin, Marksizm’in bir Üstyapı Teorisi olmadığı söylenir dururdu (ve doğruydu). Dinin üstyapının tümü olduğu önermesi, aynı zamanda bir üstyapı teorisinin temellerini atar. Öte yandan Marksizm’in neden bir üstyapı teorisi olmadığını da açıklar. Din Teorisi yoktu ki Üstyapı Teorisi olabilsin.
Marksizm’in bir Uluslar ve Ulusçuluk teorisi olmadığı söylenirdi (ve doğruydu). Bu teori Modern toplumun dininin bizzat onun din tanımı olduğunu göstererek, ulusçuluğun bu dinin bir karşı devrime uğramış biçimi olduğunu kanıtlar; modern ulus ve ulusçuluk teorilerinin bütün kazanımlarını hem açıklar hem de içerir.
Modern toplumun dininin ne olduğunu ortaya koyarak, modern toplumun yüzündeki peçeyi kaldırır bu açıklama.
*
Bu teoriler ve sorunlar sanki hayatla ilgisizmiş gibi görünse de, soyut konular değildir. Nasıl cep telefonlarımız, navigasyon cihazlarımız kuantum ve görecelik kuramlarına dayanıyorsa, modern toplumun mücadeleleri de yapı ve özne sorununu, yani Marksizm’in bu iki farklı açıklama ilkesini, birleştiren bu teoriye dayanmak zorundadır.
Ne var ki, küçük dükkânlarının veya günlük politikanın basit hedef ve hesaplarının peşindeki bugünkü kuşakların böyle konularla ilgilendiği yoktur. Tam da bu nedenle bu sorunları aşma şansları da bulunmamaktadır.
Zaten ortada otantik biçimiyle Marksizm’i ve daha sonra Marksizm’e yapılmış katkıları bilen de yoktur.
Newton kuramından bile bihaber alşimistlere veya müneccim astrologlara, Kuantum ve Görecelik kuramlarından, bunların çelişkilerinden ve çözümlerinden söz etmek, onlara ne anlam ifade ederse, maalesef bugünkü Marksistlere de Yapı ve Özne çelişkisinden ve bunun çözümüne ilişkin teorik önermelerden söz etmek başka bir şey ifade etmez.
Belki dünyadaki Marksistler içinde küçük bir nicelik bu sorunları anlayacak ve tartışabilecek durumda olabilir. Ama Türkçe gibi bir sapa dilde kaldığı sürece de onlar tarafından da bilinmez olmaya devam edecektir.
Dolayısıyla Türkiye’de ve Dünya’da Marksizm ve bu gelişmeler bilinmediği için, ezilenlerin mücadeleleri yeni hayal kırıklıkları, programsızlık, yenilgiler içinde bunalmaya devam edecektir.
Şimdilerde herkesin unuttuğu şu basit gerçek her bilimin temelidir.
“Devrimci teori olmadan devrimci pratik olmaz”.
Demir Küçükaydın
26 Kasım 2015 Perşembe
http://demirden-kapilar.blogspot.com.tr/2016/02/gravitasyon-yercekimi-dalgalar-ve-dunya.html
Mezhepçi Troyka’nın paniği, ABD ile Rusya’nın poker oyunu, Esad’ın ikinci baharı
Sungur Savran
Şubat 18, 2016
Cumhuriyet gazetesinin Pazar günkü manşeti, “Dünya Savaşına 13 kilometre var” idi. ABD’nin New York Times ve Wall Street Journal ile birlikte en önemli üç gazetesinden biri olan Washington Post, “Halep’te bir mini dünya savaşı yaşanıyor” demiş. Ha şöyle. Şimdi liberallerin aklı başına geliyor demektir. Marksistler Sovyetler Birliği dağılalı beri (yani 1991’den itibaren) dünya savaşının insanlığın gündemine girebileceğini söylediler. 11 Eylül’den beri (yani 2001’den bu yana) bir Üçüncü Dünya Savaşı’nın artık insanlığın ufkuna girmiş olduğunu belirttiler. Suudi Arabistan kendi Şii azınlığının önde gelen din adamı Nimer el Nimer’in boynunu vurduralı beri (yani bu 1 Ocak 2016’dan beri) dünya savaşının somut olarak, dolaysız ve yakın bir tehlike olarak insanlığın gündeminde olduğunu ileri sürüyorlar. Liberaller nihayet barışçı bir dünya düşünden uyanıyorlar. Neyse ki savaş çıkmadan uyandılar. Yoksa “sanal savaş” falan diye teoriler de uydurabilirlerdi.
Dünya savaşı neden gündeme girdi?
Son günlerde neden dünya savaşı bu kadar gündemde? Bunun nedeni YPG’nin Miniğ hava üssünü ele geçirmesi değildir. Bunun nedeni, muhalif tekfirci, mezhepçi güçlerin, El Kaide’nin Suriye seksiyonu El Nusra Cephesi’nin, Fetih Cephesi’nin, Ahrar üş Şam’ın ve adını sayamayacağımız kadar çok başka örgütün Halep’te tuttukları çok önemli mevzilerin düşmesi, Türkiye ile Halep arasındaki ikmal yollarına bir kama sokulması karşısında stratejik bir yenilgi tehdidi ile yüz yüze gelmiş olmasıdır. Beşşar Esad’ın bu kazanımlardan güç alarak Suriye’nin bütününü ele geçireceğine ilişkin iddialı çıkışıdır. Suriye iç savaşı aniden tekfirci, mezhepçi muhalefet açısından yitirilme tehlikesi ortaya çıkan bir evreye girmiştir. Bunu hazmedemeyen sadece bu tekfirci, mezhepçi örgütler değildir. Aynı zamanda onların destekçisi Ortadoğu Troykası’dır: Suudi Arabistan, Katar ve AKP Türkiyesi’dir. Avrupa’da, özellikle işçi sınıfına kemer sıktırma yoluyla eziyet eden Troyka’nın (Avrupa Komisyonu, Avrupa Merkez Bankası, İMF) Ortadoğu’daki karşılığı olan bu üç ülkeye Ortadoğu’nun Troykası demek bütünüyle anlamlıdır. Her iki durumda da gericiliğin ve karşı devrimin bölgesel merkezini işaret etmiş oluyoruz. Bölgesel diyoruz, çünkü büyük merkez elbette emperyalizmdir. İşte Ortadoğu Troykası, Suriye savaşının yitirileceği konusunda paniğe kapıldığı için dünya, savaşın eşiğine gelmiştir. Tekrarlıyoruz, mesele YPG ve Miniğ değildir. Bu önemsizdir demiyoruz. İkincildir diyoruz. Mesele dört yıldır sürmekte olan Suriye iç savaşının mezhepçi Troyka’nın aleyhine sonuçlanması ihtimalidir.
Peki, bu panik somut olarak dünya savaşı tehlikesine nasıl yol açıyor? Troyka, Suriye’ye kara gücü sokmayı konuşuyor. Suudi birliklerinin ve Türk Silahlı Kuvvetleri’nin (TSK) Suriye’ye girmesi gündeme sokulmuş durumda. Rusya ise buna izin vermeyeceğini başbakanı kadar yüksek bir mevkiden ilan etti. Medvedev kara harekâtının uzun süreli savaşa dönüşeceğini belirtti. Bir kez Rusya savaşa girdiğinde, yani daha açık söyleyelim, Türkiye ile Rusya kapıştığında, ABD’nin NATO müttefikini yalnız bırakması çok düşük bir ihtimal. (Böyle bir ihtimal yok denemez ama.) O zaman Ortadoğu Troyka’sı Suriye’ye kara gücü sokarsa, büyük ihtimalle dünya savaşı çıkacaktır.
Suriye’ye askeri müdahale gayrimeşrudur!
O zaman demek ki (1) Troyka Suriye iç savaşının bitmesini istemiyor ve (2) dünya savaşı çıkarsa en büyük sorumluluk Troyka’nındır. Suud, Katar ve AKP Türkiyesi, başka bir ülkenin içini karıştırıp kendilerine yakın bir iktidar kurma projeleri yenilgiye doğru gitmekte olduğu için dünya savaşı çıkarmaya hazırlar!
İşte Miniğ’in ikincil olduğu iddiamız konusunda neden ısrar ettiğimiz burada ortaya çıkıyor. Türkiye içindeki tartışmada AKP iktidarı sorunu Miniğ, Azez ve “Kürt koridoru” gibi gösterirse, ortaya kitleler gözünde yaygın olarak şöyle bir durum çıkacak: Kürtler Suriye girdabında fırsattan yararlanarak devlet kuruyor. Oradan Türkiye’deki Kürt bölgesini de kazanmak için mücadele edecekler. “Eyvah, vatan elden gidiyor!” Öyleyse, Türkiye’nin Suriye’ye asker sokması, vatan toprağının savunulması amacıyla meşrudur.
Hayır, değildir! İşin Kürt sorununu ilgilendiren yanıyla değildir. Her şeyden önce, kimse Suriye sınırları içinde Kürtlerin ne tür haklara sahip olacağına karışamaz. O herkesi ilgilendirebilir, Türkiye devletini ilgilendirmez. Ama daha önemlisi, kimsenin Ortadoğu’nun neresinde olursa olsun Kürtlere nasıl yaşayacaklarını dayatma hakkı yoktur.
Ama TSK’nın Suriye’ye girmesi ayrıca meşru değildir, çünkü TSK’nın önümüzdeki günlerde Suudilerle birlikte ya da kendi başına Suriye’ye girmesinin nedeni orada bir Kürt devletini engelleme amacı değildir! Amaç o olmayınca, o amaçla girme iddiası da doğru ve meşru olamaz. Amaç Suriye’de mezhepçi, yani Şii ve Alevi düşmanı bir rejim kurmaktır. En az üç buçuk yıllık bir geçmişi olan bu projenin bugün önünün kapanmasına izin vermemektir. Yani amaç mezhep savaşıdır. Bu yüzden de gayrimeşrudur. TSK, başka bir ülke üzerinde oynanan oyunun aracı yapılamaz.
Rusya blöf mü yapıyor yoksa savaş çıkarır mı?
Rusya’nın Suriye’deki olayların bir iç savaşa dönüşmesinden tam dört yıl sonra (Eylül 2011-Eylül 2015) ülkeye askeri olarak girmesi iki eksen üzerine oturuyordu. Bunun bir yanı, sonunda Esad’ın bile feda edilmesinin mümkün olduğu bir diplomatik çözüm arayışı esnasında Suriye rejiminin elinin mümkün olduğu kadar güçlü tutulmasıydı. Biz bunu “Esad’lı geçiş, Esad’sız çözüm” olarak formüle etmiştik. İşin öteki boyutu ise, Putin’in Türkiye’nin iç dinamiklerinin TSK’yı Suriye’de bir kara savaşına sürükleyebileceğini görüyor olmasıydı. Devrimci İşçi Partisi, 2015 başlarında toplanan 3. Kongresi’nde Erdoğan ve AKP’nin başka yol kalmadığında içeride, hatta Suriye’de savaşa başvuracağını saptamıştı. Bunun ilk ayağı Temmuz 2015 sonunda itibaren uygulamaya konuldu. İşin Suriye’ye sıçraması, AKP’nin TSK’yı karadan bu ülkeye sokması artık bir zaman meselesi haline gelmişti. Anlaşılan Rusya da (çok güçlü istihbaratını da kullanarak) aynı gerçeği görmüştü. 1 Kasım seçimlerini beklemeden askerini (hava kuvvetlerini) Suriye’ye sürdü. Biz Rusya’nın Suriye’ye askeri olarak girmesinin Türkiye’den önce hamle yaparak Erdoğan’ın stratejik yönelişine engel olmak olduğunu daha ilk günden, hem de böyle bir tahlil kimse tarafından yapılmamışken saptamanın onurunu taşıyoruz. (Bkz. http://gercekgazetesi.net/gundemdekiler/putinin-hamlesi-erdoganin-onunu-kesmek-icin.)
Bu tahlil İngilizce olarak da yayınlandı (bkz. http://www.socialistproject.ca/bullet/1175.php). Bazı akıllı kuzey Amerika sosyalistlerinden de “Türkiye de İran da zaten Suriye’nin içinde” falan gibi pek keskin gözlemlerle eleştirildi. Artık mürekkeple yazılmıyor, ama eski deyişle bu eleştirilerin mürekkebi bile kurumadan Rus uçağının düşürülmesi olayı yaşandı. O günden bu yana da Türkiye ile Rusya arasında gerilim had safhasında.
Bütün bu veriler ışığında Rusya’nın Suriye’de olmasının sebebi, Erdoğan ve AKP’nin özel hesaplarıyla mezhepçilik temelinde Suriye’yi askeri olarak kontrol altına almasının engellenmesi olduğuna göre, TSK Suriye’ye girince, Rusya tehdidini yerine getirir demektir. Yani Rusya blöf falan yapmıyor.
ABD Rojava’yı Türkiye’ye “tercih” mi ediyor?
Türkiye ile ABD arasında PYD ve YPG konusunda önemli bir açı farkı olduğu kimse için sır değil. Türkiye Cumhuriyeti devletinin başındaki şahıs birkaç gün boyunca ABD devletinin başkanıyla değil, başkan yardımcısıyla değil, dışişleri bakanıyla değil, Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü ile, o da yetmedi Sözcü Yardımcısı ile “Eyyy Amerika!” polemiklerine bu yüzden girdi. Burada belki anlaşılamayan şu: Tayyip Erdoğan “bizi mi, onları mı tercih edeceksin?” dedikçe gerek AKP tabanı, gerek Kemalizmin etkisindeki Türkler, meselenin gerçekten ABD’nin belki de Türkiye’ye karşı Rojava’yı desteklemesi olduğuna inanıyordur. Mesele bu değildir. ABD, işin bir yanını açıkça söylüyor zaten: YPG’den sahada askeri olarak yararlandığı için ondan vazgeçmek için bir neden görmüyor. Eski deneyimlerine de dayanarak Türkiye’nin “ikna olacağı”nı düşünüyor. Nedir o eski deneyim? Irak’taki Kürdistan Bölgesel Yönetimi’dir. 2000’li yılların ikinci yarısına kadar Irak Kürtleri de Türkiye’nin düzen güçleri için tabu idi. Türkiye’nin Irak Kürtleriyle ittifak içine girmesi, tam anlamıyla ancak 2011’de ABD ordusu Irak’tan ayrıldığında ve Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ni Türkiye’nin hamiliğine terk ettiğinde gerçekleşebilmiştir. Şimdi ABD aynı şeyin Türkiye’nin kendi Kürt hareketiyle yeniden barıştığı takdirde Rojava ile ilgili olarak da olabileceğini hesaplıyor olmalıdır. Zaten Rojava kurulalı beri, ABD bu siyasi birimi evcilleştirmek için üç farklı girişimde bulunmuştur. (Bunun ayrıntılı analizi için bkz. http://gercekgazetesi.net/ulusal-sorun/rojavayi-cozmek-icin-ucuncu-tur.)
Ama mesele bundan ibaret değildir. Suriye’de güçlerin dizilişinin mantığı, ABD’nin PYD’ye sırt çevirmesini neredeyse olanaksız kılıyor. PYD bugüne kadar “üçüncü yol” politikasıyla, yani ne rejime ne muhaliflere yamanmadan yürümesi dolayısıyla her iki tarafın da kendisine karşı dikkatli olmasını sağlamıştı. (Hoyratça yaklaşan bir tek DAİŞ/IŞİD oldu.) Şimdi bu “üçüncü yol”un etkisi, Suriye içindeki güçlerden uluslararası plana yükseldi. PYD hem ABD, hem de Rusya tarafından DAİŞ’e karşı en önemli kara gücü olarak önemseniyor. ABD, Türkiye’ye kulak verip PYD’yi terk etse, Rusya birdenbire Kürt hareketini kendi yanına çekebilecek duruma gelir. Bu olasılığı, yukarıda sözünü ettiğimiz yazıda şu şekilde dile getirmiştik:
Rojava, harcında var olan “Üçüncü Yol” yaklaşımıyla iç savaşın her iki tarafı için (Esad kampı ve bütün renkleriyle muhalefet) kazanılması gereken bağımsız bir güç konumuna yerleşmiştir. Şimdi Rusya’nın Suriye’nin içinde bir aktör haline gelmesi, ABD’nin Rojava’yı Rusya’ya yitirme korkusuna kapılması sonucunu doğurmuş olabilir. (http://gercekgazetesi.net/ulusal-sorun/rojavayi-cozmek-icin-ucuncu-tur).
Kısacası ABD Rojava’yı Rusya’ya kaptırmaktan korkuyor. Ve gerçekten kaptırırsa, bunun Türkiye’nin hâkim güçlerinin de aleyhine işleyeceğini gayet iyi biliyor.
Kılıçdaroğlu anlaşılan anlayamamış. AKP Türkiye’yi bir dünya savaşının eşiğine getirmişken, Kılıçdaroğlu’nun Erdoğan’a karşı propaganda olarak bulabildiği şey, AKP’nin PYD lideri Salih Müslim’i kırmızı halı sererek karşılaması ve onunla müzakereye girmesi. “Teröristle ne konuştunuz?” diye sıkıştırıyor AKP’yi! Açık arttırmaya giriyor!
ABD Troyka’nın kara savaşını destekliyor mu desteklemiyor mu?
Bir kez Türkiye ile AB arasında Rojava (PYD ve YPG) konusunda yaşanan gerilimi gerçek boyutlarına indirgedikten sonra, şimdi bir başka belirsizliğe yanıt arayabiliriz. ABD Münih’te dışişleri bakanları düzeyinde bir ateşkes peşinde koşarken Suudi Krallığı’nın, Katar’ın ve Türkiye’nin sözcüleri Suriye’ye kara gücü yollamaktan söz ediyor. Bunu Troyka ABD’ye rağmen, en azından ondan bağımsız olarak Suriye’ye giriyor diye yorumlamak mümkün. Nitekim Dışişleri Bakanı Mevlût Çavuşoğlu tam da bu doğrultuda konuştu. Çavuşoğlu, Gerçek sayfalarında bir takma adla METO olarak anılan “Teöre Karşı İslam Koalisyonu”na referansla, Türkiye’nin buna destek verdiğini, Suud ve Katar ile ilişkilerin iyi olduğunu, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ile ise Mısır dolayısıyla bir “soğuma” yaşandığını (BAE Sisi yanlısı bir politika güdüyor) ama şimdi karşılıklı adımlar atıldığını söyledi; bütün bunlar gerçekleşirse, “Türkiye ve Suudi Arabistan, biz, hepimiz kara operasyonuna girebiliriz” dedi. Muhalefetten buna tepki gelince de ekledi: “Biz başından beri koalisyon içinde IŞİD’le mücadelede hava operasyonlarının yetersiz kalacağını, kara operasyonlarının olması gerektiğini söylüyoruz.” (Bütün alıntılar, Cumhuriyet gazetesinin 14 Şubat Pazar tarihli sayısının 7. sayfasındaki “Ankara, Riyad’la karayı zorlayacak” başlıklı haberindendir.) Bu söylenenlerin hepsi, özellikle de ne ABD’den ne de herhangi bir Avrupa gücünden söz etmeyen “Türkiye ve Suudi Arabistan, biz, hepimiz kara operasyonuna girebiliriz” cümlesi, Troyka’nın ABD’den bağımsız hareket ettiğini düşündürüyor.
Ama yapılan bazı açıklamalar tam tersi bir izlenim bırakıyor. Örneğin Suudi Arabistan Savunma Bakanlığı Müsteşarı sıfatını taşıyan Tuğgeneral Ahmed Asıri şöyle diyor: “Koalisyon güçleri arasında kara harekâtının gerekliliği konusunda bir fikir birliği var. Krallık da bu karar bağlı. (…) Askeri uzmanlar önümüzdeki günlerde bir araya gelerek detayları ve hangi ülkenin ne rol oynayacağını kararlaştırılacak.” Asıri’nin sözünü ettiği “koalisyon” ABD’nin öncülüğünde DAİŞ’le mücadele için kurulmuş olan koalisyon. Yani ABD de var “kara harekâtının gerekliliği konusunda” fikir birliği için. Bu konuda herhangi bir kuşku duyulacak olursa Suudi Dışişleri Bakanı Adil el Cubeyr’in açıklaması çok daha berrak: “Krallığın Suriye’deki herhangi bir kara operasyonu için özel kuvvetler sağlamasının” yine “koalisyon”un kararına bağlı olduğunu belirtiyor, “dolayısıyla zamanlama bize bağlı değil” diyor. Belki hepsinden önemlisi şu: “ABD Savunma Bakanı Ash Carter [12 Şubat] Cuma günü hem Suudi Arabistan’ın hem de Birleşik Arap Emirlikleri’nin Suriye’deki isyancı gruplara IŞİD’in başkenti Rakka’yı geri alma çabalarında yardımcı olmak için özel harekât kuvvetleri göndermesini beklediğini açıklamıştı.” Burada ABD Savunma Bakanı kara harekâtı konusunda açık açık çağrı yapıyor. (Bu paragraftaki bütün alıntıların kaynağı 15 Şubat 2006 tarihli Cumhuriyet gazetesi, s. 11’deki “Harekât kararı alındı detaylar tartışılıyor” haberidir.)
Yani ABD kara harekâtı isteyenlerin arasında hem vardır, hem yoktur. Biz bu ikircikliliğin taktik bir hile olduğu kanaatindeyiz. ABD Rusya’nın Suriye ordusunun savaşı kazanmasını bir olasılık haline getiren hava desteğini durdurmasını istiyor. Troyka’nın Suriye’ye girmesini istemediği halde, onlarla birlikte kara gücünün girişi hazırlıklarını yapıyor gibi davranıyor. Onları oyalarken Rusya’ya da gözdağı vererek Münih’te varılan ateşkesin gerçek bir ateşkes olmasını sağlamaya çalışıyor.
Yani Troyka’yı Rusya’ya karşı bir vurucu güç tehdidi olarak kullanarak Rusya’yı geri adım atmaya ikna etmeye çalışıyor ki Troyka’nın savaşı kaybediyoruz paniği içinde kara savaşına dalmasını engelleyebilsin.
DAİŞ’in rolü nedir?
Yukarıda, bütün aktörlerin kara harekâtını DAİŞ’e karşı bir operasyon gibi sunduğunu, hatta DAİŞ’in “başkenti” olarak gösterilen Rakka’nın geri alınmasından söz edildiğini gördük. Türkiye’de de aynı söylem kullanılıyor. Böylece DAİŞ’in işlevi ortaya çıkıyor. DAİŞ gerektiğinde Troyka’nın karşıtlarını (Rojava, Türkiye’de hem HDP, hem Kürtlerle dayanışma gösteren sol) terörize etmek, gerektiğinde ise Troyka’nın kendi savaş emellerinin üstünü örtmek için kullandığı bir araçtır. Unutulmasın, Suruç sonrasında Türkiye devleti de DAİŞ’i cezalandırmaktan söz ederek başlattı savaşın yeni dönemini, ama daha sonra bütün gücüyle Türkiye’nin Kürt hareketine yöneldi.
Dünya savaşı çıkar mı?
Çıkabilir. ABD taktiğinde başarıya ulaşamazsa çıkabilir. Başarıya ulaşır da çıkmazsa bile bu herkese şunu öğretmeli: Tarihin gelişmesi, kapitalizmin çelişkileri, Ortadoğu’nun çıkar mücadeleleri bizi dünya savaşının eğişine getirmiştir. Bu sefer savaşın patlak vermemesi, durum radikal olarak değişmedikçe başka bir an aynı yere gelmemizi engellemez.
Demek ki, birincisi, kapitalizm 20. yüzyılın iki büyük felaketinden ders almadan insanlığı bir kez daha dünya savaşının eşiğine getirmiştir. Savaşta dahli olan bütün ülkeler kapitalist ülkelerdir! Savaş açıkça kapitalizmin çelişkilerinin bir ifadesidir.
İkincisi, Suriye savaşı bir dünya savaşının kaynağı olabilir. Bu savaşın bütün Ortadoğu çapında bir mezhep savaşına dönüşmesini engellemek yakıcı bir görevdir.
Üçüncüsü, Türkiye AKP’nin yönetiminde dünya savaşı kışkırtacak bir yer gelmiştir. İşin vahameti ve aciliyeti bu düzeydedir. Öyleyse durmak yok, mücadeleye devam!
http://gercekgazetesi.net/uluslararasi/mezhepci-troykanin-panigi-abd-ile-rusyanin-poker-oyunu-esadin-ikinci-bahari
Balkanlaşma ile 3. paylaşım savaşını iç içe yaşayan Ortadoğu’da Kürd ulusal hareketi
M.Emin Aslan
Sovyetler Birliği ile Doğu Avrupa’daki kopyaları yıkılınca, insanların büyük bir çoğunluğu, Soğuk Savaş’ın bitmesiyle beraber, dünyaya barış ve demokrasinin geleceğinin beklentisine girdiler. Ancak gelişmeler beklenenin tam tersi yönünde gelişerek dünya sıcak bir savaşın eşiğine gelmiş bulunmaktadır. Niçin böyle oldu? Çünkü Sovyetler Birliği’nin yıkıldığı süreçte, gelişmiş kapitalist ülkeler de ekonomik kriz ile hegemonya krizi ya da siyasi krizi birlikte yaşamaktaydı. Şöyle ki; AB’nin, özellikle Almanya’nın ABD’nin nüfuz alanlarına girmek ve kendine yer açmaya yönelik girişimleri, çelişkileri şiddetlendirmişti. Euro’nun doları dengelemesi, doların uluslararası dolaşımda tek hakim para olmasına son vermiş ve AB’nin hakim olmaya çalıştığı ekonomik nüfuz alanlarında, rekabet kızışmaktaydı. Bu rekabetin alanı da Güneybatı Asya olarak tanımladıkları coğrafyalardı. Güneybatı Asya olarak tanımlanan yer; Kuzey Afrika, Ortadoğu, Kafkasya, orta Asya, Uzakdoğu, Pasifik alanlarıdır. Rakip taraflar arasındaki rekabet, bu geniş coğrafyalarda ticari bloklar aracılığıyla nüfuz alanlarını, pazarlarını kontrol altına almak yoluyla yürütülmektedir. Nüfuz alanlarını genişletme mücadelesinin amacı; toprak alanların paylaşımı değil, mali sermayenin rahatça dolaşımını yapabileceği nüfuz alanlarının genişletilmesidir.
İşte bu rekabet, SSCB’nin henüz enkazları yerdeyken, ABD’nin Körfez Savaşı ile başladı. Körfez Savaşı ile başlayan 3. Paylaşım savaşı idi. Bu savaşın 1. Paylaşım ve 2. Paylaşım savaşlarından farkı, “düşük yoğunluklu savaş” biçiminde ve çevre üzerinde başladı. Bu paylaşım mücadelesinin kızıştığı alan da Ortadoğu ve dolayısıyla Kürdistan coğrafyası oldu. Çünkü bu coğrafyalar, dünyanın güç dengesi bakımından vazgeçilmez stratejik değere sahiptir. Bunun üç önemli nedeni vardır. Birincisi, Ortadoğu büyük petrol/gaz rezervlerine sahiptir ve bu rezervlerin kontrolünü ele geçirme mücadelesi verilmektedir. İkincisi, Ortadoğu’nun kapitalist ilişkilere açılması ve kapitalizme entegrasyonunun sağlanmasıdır. Üçüncüsü ise, Güneybatı Asya’nın jeo-politik stratejik noktası Ortadoğu oluşturuyor. Ortadoğu; Asya ile Afrika, Asya ile Avrupa, Akdeniz ile Hint Okyanusunun bağlantı alanıdır. Ortadoğu, Kuzey Afrika, Akdeniz ve Kafkasya’yı birbirine bağlayan yolun geçtiği alandır. Ortadoğu’da hegemonyasını kuramayan herhangi bir güç, Güneybatı Asya’da kendi denetimini kurması mümkün değildir. Gelişmiş ülkelerin Ortadoğu’daki hegemonya savaşının akıbeti, Güneybatı Asya’daki hegemonya savaşının kaderini de belirleyecektir. Ortadoğu’nun başlıca stratejik noktasını ise, Kürdistan ve Irak oluşturmaktadır. Irak ve Kürdistan’ı nüfuz alanını içine alan herhangi bir güç, Ortadoğu’da hegemonyasını rahatlıkla kurabilecektir. Güneybatı Asya’da hegemonyanın yolu Ortadoğu’dan ve Ortadoğu’da hegemonyanın yolu Kürdistan ve Irak’tan geçer.
Buna karşın Ortadoğu’daki siyasi gelişmelerinin de üç boyutu vardır. Birincisi, Ortadoğu halklarının eşitlik, özgürlük, demokratik hakları genişletme ve ezilen ulus olan toplumların ise bağımsızlık mücadeleleri vardır. İkincisi, totaliter devletlerin kendi konumlarını pekiştirme ve devam ettirme mücadeleleri vardır. Üçüncüsü ise, gelişmiş ülkelerin bölge üzerinde nüfuz alanlarını genişletme mücadeleleri vardır ve bu mücadeleler iç içe girmiş ve birbirlerini tetiklemekte ve etkilemektedir. İçinde geçtiğimiz süreçte de, bu mücadeleler, Yemen, Irak, Güney Kürdistan Libya ve Suriye’de fiili savaşa dönüşmüştür. Bu gelişmelerden dolayı NATO ile Rusya karşılıklı olarak Doğu Akdeniz’e askeri güç yığmışlardır.
1990’larda rekabet, ABD ile AB ülkeleri ve özellikle AB’nin motor gücü olan Almanya arasında yaşamaktaydı. Ancak 2000’lerin başlarından itibaren Çin, ABD ile Batılı ülkelerin nüfuz alanlarına girmeye başlayacaktır. İşte Çin’in büyüyen ve dünya düzeyinde yaygınlaşan ekonomik rekabet gücü karşısında, ABD ile AB ülkeleri, kendi aralarındaki rekabeti yumuşattılar, uzlaşma ve dayanışma içine girdiler. Örneğin; 2000’lerin başlarından beri Afrika kıtası, ABD ve AB ülkeleri ile Çin arasında ekonomik rekabet alanına dönüşmüştür. Ancak ABD ve AB ülkeleri ekonomik rekabetle Çin’i geriletemedikleri gibi nüfuz alanlarının genişletmesini de engelleyemediler. Bundan dolayı ABD ve AB ülkeleri ekonomik rekabetin yanı sıra askeri müdahalelere de girişmişlerdir. Fransa 2013’te önce Mali’ye sonra da Orta Afrika Cumhuriyeti’ne askeri müdahalede bulunmuştur. ABD ve diğer Batılı güçler, Fransa’ya gerekli olan askeri desteği verdiler/vermektedirler. Daha önce de Fransa, İtalya, İngiltere koalisyonu Libya’ya askeri müdahalede bulundu. ABD’nin de daha önceden Somali vb. ülkelere askeri müdahaleleri olmuştur. Ayrıca ABD, Afrika’daki yatırımlarını ve çıkarlarını korumak için 2008 Ekim’inde Africom’u kurmuştur. Africom bir ordu biçiminde örgütlenmiş olup üç temel görevi vardır. Bunlar; 1) Petrol ve doğalgaza ulaşımı sağlamak, 2) İslamcı şiddet gruplarını etkisiz hale getirmek. Çünkü radikal İslamcı hareketler ABD’nin kontrolünden çıkmış ve bölgede etkili bir güç durumuna gelmiştir. Üstelik Çin ile olan ilişkisini işbirliğine dönüştürmüştür. 3) Afrika ülkelerini, ABD ve Batılı güçlerin çıkarlarına uyumlu duruma getirmektir.
Yani ABD, Afrika’daki ekonomik-askeri-siyasal faaliyetlerini tek bir merkez çatısı olarak Africom ile yürütmektedir. Zaten en büyük küresel güç olan ABD, tüm dünyayı paylaşım savaş alanı saydığından, askeri-ekonomik-siyasi merkezini coğrafi olarak altı ana ordu biçiminde örgütlemiştir. Bunlardan Eucom Avrupa ve Rusya’dan; Pacom Pasifik Okyanusu bölgesinden; Centcom Ortadoğu bölgesinden; Northcom Kuzey Amerika kıtasından; Southcom Güney Amerika’dan; Africom ise Mısır hariç tüm Afrika kıtasından sorumludur.
Buna karşın Çin de Kongo, Sudan, Nijerya, Zimbabwe gibi ülkelerle askeri ilişkiler kurmanın yanı sıra ABD ve Batılı ülkelerin karşıtı olan güçleri de desteklemekte ve silahlandırmaktadır. Bu güçlerin başında da İslamcı rejimler ve radikal İslamcı güçler gelmektedir. Bu nedenledir ki, başta Güney Sudan, Kongo, Ruanda, Nijerya, Sierra Leone, Fildişi Sahiller, Somali, Kenya, Mali, Orta Afrika Cumhuriyeti olmak üzere Afrika kıtası bir savaş alanına dönüşmüştür
Onun için, ABD’nin, Soğuk Savaş döneminde birinci rakibi Sovyet Rusya idiyse, bugün de bu rakip Çin’dir. O dönemde Sovyet Rusya’ya karşı uyguladığı politikanın aynısını şimdi Çin’e uygulamaya girişmiştir. Onun için tüm dikkatini Asya ve Pasifik’e çevirmiş ve Çin’e karşı ekonomik, siyasi ve askeri kuşatma harekâtını başlatmıştır. Günümüzde Asya ve Pasifik’te yaşanan siyasi gerilimin nedeni ABD ile Çin arasında süren rekabettir..
Bu gelişmelerden dolayı ABD ile İngiltere, İran’la olan kavgalı politikalarını değiştirip yakınlaşma içine girmişlerdir. Aynı süreçte ABD, Suriye konusunda da Rusya ile uzlaşma içine girmiştir. İşte ABD’nin Rusya ve İran’la uzlaşmaya yönelik tutumundan dolayı denilebilir ki, ABD, Ortadoğu politikasında taktik düzeyde değişikliğe gitmektedir. Bu politikanın yüzü, Ortadoğu’nun mevcut statüsünü değiştirmeye değil, korumaya dönüktür. ABD, Arap Sünni İslamcı çizgiyi, İran Şii etkisiyle dengelemek yoluyla Ortadoğu’nun mevcut statüsünü koruma altına almak ve sükûneti sağlamak istemektedir. Bunu sağladıktan sonra tüm olanaklarını Çin’i kuşatma harekâtında kullanabileceğini düşünmektedir. Ortadoğu’daki sorunları, oluşan yeni dengeler sayesinde müttefiklerine rağmen kendi çıkarlarına uygun bir biçimde çözebileceğini düşünmektedir. ABD, hem Ortadoğu’nun mevcut statüsünün devamını ve hem de kendi nüfuz alanını korumaya yönelik siyaset üretme gayretindedir.
ABD’nin bu siyasi hedefini, içinden geçtiğimiz 3. Paylaşım mücadelesinden ötürü gerçekleştirmesi oldukça zordur. Çünkü ABD’nin bu siyasi tutumunu, ne müttefikleri ve ne de rakipleri kabullenir. Başta Çin ve Rusya olmak üzere rakipleri, ABD’nin kuşatmasını kırmak için savaş alanını genişletmek isterler. Nihayet istemekle kalmadılar, Ukrayna’ya müdahale edilerek Kırım’ı önce bağımsız bir devlete dönüştürüldü ve ardından Rusya’nın bir federe devleti durumuna getirildi. Ukrayna’da iç savaş devam etmekte olup akıbeti meçhuldür. Suriye konusunda ki anlaşmada ise, kazançlı olan Rusya olmuştur. Bu uzlaşma sayesinde Ortadoğu’daki nüfuz alanlarını en düşük maliyetle koruma altına almıştır. Üstelik Rusya’nın İran, Bağdat ve Şam yönetim bloğuna bir bölgesel güç gibi taraf olmasından dolayı, ABD’nin öngördüğü, Sünni ve Şii mezhebin temelinde bir dengenin kurulmasını zora sokmuştur. Şam yönetiminin daveti gerekçesiyle Suriye’ye yerleşen Rusya’nın, Bağdat yönetimin daveti ile Irak’a da yerleşebilir.
Zaten ABD’nin Ortadoğu politikası, daha ortada güçlü rakipleri yok iken iflas etmiştir. ABD’nin Ortadoğu’ya siyasi istikrar getirme modeli Irak’ta denendi ve bu modelin çözüm olmadığı ve olamayacağı açığa çıkmıştır. ABD modeli, Ortadoğu’daki ezilen ulusların sorununa, egemenlik sorunu olarak değil, demokratik ve kültürel sorun olarak yaklaşmaktadır. Böylelikle ezilen ulusların sorunu bir ulusal-azınlık sorununa indirgenmekte ve bu da siyasi durumu daha karmaşık ve istikrarsız hale getirmektedir. ABD’nin bu Ortadoğu siyasi projesi, 1991 Körfez Savaşı’ndan beri Güney Kürdistan somutunda açığa çıkmıştır. ABD’nin Kürd ulusal sorunu için çözüm projesi, ulusal siyasal özerklik değil, ulusal kültürel özerkliktir. Bugün Irak ile Güney Kürdistan arasında yaşanmakta olan gerilim, bu siyasi modelin ya da projenin iflası ve çöküşünün resmidir.
ABD, tek başına Ortadoğu modelini tutturamayınca, Rusya’nın da çıkarına olmak üzere yeniden denemeye girişmişse de, gerçekleşmesi mümkün görünmemektedir. Çünkü ABD yalnız başına rakiplerine karşı üstünlüğü ele geçirmesi imkânsız gibi bir şeydir. Bu durum, ancak AB ile uzlaşması halinde imkan dahiline girer. Uzlaşmanın yolu da, ABD’nin Kuzey Afrika’yı da içerecek şekilde Ortadoğu’nun AB’nin nüfuz alanı olarak kabul etmesinden geçer. AB, Kuzey Afrika ve Ortadoğu’yu kendisinin bir periferik alanı olarak kabul etmektedir. AB’nin kendini sürdürmek ve daha da geliştirebilmek için, periferik alanı olarak kabul ettiği Kuzey Afrika ve Ortadoğu’yu nüfuz alanına dönüştürmesine ihtiyacı vardır.
Bu durumda Ortadoğu’nun siyasi istikrarı, birinci derecede AB’nin sorunu olacaktır. Çünkü AB, Ortadoğu’da ticari bloğunu oluşturması için, Ortadoğu’nun siyasi istikrara kavuşturması gerekir. Ortadoğu’da siyasi istikrarı sağlamak için Balkanlar’da denediği ve başardığı modeli uygulamaya geçirmek durumundadır. Bu da ulusal soruna egemenlik sorunu olarak ve etnik, dinsel azınlıklar sorununa da demokratik ve kültürel sorun olarak yaklaşılmasıdır. Bu model, sadece Balkanlar’da uygulanan ve ortaya çıkan bir model değil, Avrupa’nın tarihsel olarak üzerinde yükseldiği modern-devlet ya da ulus-devlet modelidir.
Ne var ki, ABD’nin Rusya ile Suriye konusunda anlaşması, bir yanıyla AB’nin diğer yanıyla Ortadoğulu müttefiklerinin çıkarına aykırı hareket etmiş oldu. Bahtiyar Kerim’in yazdığına göre, Suudi Arabistan ve Katar, doğal gaz boru hattını Suriye üzerinden Akdeniz’e çekmek istemişse de, Rusya’nın muhalefetinden dolayı, Esad yönetimi izin vermemiştir. Buna karşın İran’ın doğalgazını Irak ve Suriye üzerinden Akdeniz’e ulaştırma anlaşmasını yapmış, ancak Suriye’de yaşanan iç savaştan dolayı uygulamaya geçirilememiştir.[1]
Görülüyor ki, küresel güçler Ortadoğu ve Doğu Akdeniz’e askeri güç yığdığı ve bölgesel güçlerin de teyakkuza geçtiği bir süreçte, Kürdistan’ın temel siyasi öznesi olan Güney Kürdistan Yönetimi, siyasi kriz içine girmiştir. Bunun temel nedeni de, Kürdistan Yönetimini oluşturan partilerin ulusal egemenlik hedefi üzerinde siyaset üretemeyişinden kaynaklanmaktadır. Peşmerge Güçleri yetersiz donanıma rağmen, IŞİD’e karşı kahramanca mücadelesini sürdürmüş/sürdürmekte ve üstünlüğü ele geçirmiştir. Kahraman peşmerge güçlerinin mücadelesi sayesinde Güney Kürdistan coğrafyasının %96’dan fazlası, Kürdistan Yönetiminin denetimine girmiştir. Onun için Güneyli siyasal akımlar, kahraman peşmerge güçlerinin ve Güney Kürdistan halkının bu fedakar tutumuna ve ödenen büyük bedellere layık bir siyasal tutum geliştirmeleri şarttır. Bu konuda en büyük sorumluluk da PDK ile YNK’nin omuzlarındadır. Çünkü, 1992’den beri Kürdistan Hükümeti, (iç çatışmalar dönemini saymazsak) hep bu iki parti tarafından ve eşit değerde yönetmiş ve günümüzde de yönetmektedirler. Ne var ki, başta Peşmerge Güçleri ve istihbarat kurumu olmak üzere federe devletin kurumları bu iki parti arasında bölünmüş durumdadır. Onun için PDK ile YNK, ulusal egemenlik hedefine dayalı ve temel hak ve özgürlükler, sosyal haklar, etnik ve dinsel azınlıkların demokratik ve kültürel haklarını güvenceye alan bir siyasi programda anlaşmaları gerekir. Bu siyasi programla diğer partilere gitmeliler. Güney Kürdistan’ın acil ihtiyacı, federe kurumlarını merkezileştirilmesidir. Güney Kürdistan’ın bağımsızlığın nesnel koşulları oluşmuştur, eksik olan öznel yani siyasi koşulludur. Bu da ancak Güneyli siyasi akımlarla oluşabilir. Güneyli siyasal akımlar, üstüne düşen tarihi görevini üstlenebilirlerse, hem Güney Kürdistan bağımsızlığına kavuşur, hem de Kürd ulusunun ulusal duygusu ve morali yükselir. En azından Kürdistan’ın diğer parçalarında yaşayan Kürdlerin bir soykırıma uğramalarını önlemiş olurlar.
Kürdistan’ın kuzeyinde ise, Kürd toplumunu bir ulus olarak kabul eden ve ulusal-demokratik haklarının savunucusu olduğunu iddia eden partilerin, grupların ve kişilerin, insan haklarına, Kürdistan değerlerine, ulusal-demokratik haklarına sahiplenme alanında ortak dayanışmalarını sağlamalıdır. Elbette bu dayanışmanın amacı, Kürd ulusunun devletleşme mücadelesine katkı sağlamak olmalıdır. Dayanışmalarını gerçekleştirebilmeleri için de, PKK siyasetinin ne olup olmadığını yani niteliğini açık bir biçimde ortaya koymaları gerekir. PKK siyaseti; çıkışından beri, teorik ve pratik bakımından, 1970 başlarında Türk sol hareketin Milli Demokratik Devrim cenahından gelen Mahir Çayan, Münir Ramazan Aktolga, Yusuf Küpeli tarafından kurulan THKP-C (Türkiye Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi)’nin Kürdistan’daki uzantısıdır. PKK nesnel öğesi yani kitlesi Kürd, öznel öğesi yani siyaseti ve ideolojisi Türk’tür. Başka bir deyişle, PKK’nin gövdesi Kürd, beyni Türk’tür. Yaşadığımız süreçte, PKK tarafından yürütülen hendek, barikat “savaşı”, Türk devletin projelerinin çıkarına ve Kürd ulusunun yıkımına, zararına işleyen bir faaliyettir. Ortadoğu’da yaşanan çatışmalar ve gelişmeler, Güney Kürdistan’ın bağımsızlığını olanaklı duruma getirmiştir. Ayrıca Türkiye, Suriye ile ciddi sorunlar yaşamaktadır. Onun için, Türkiye tüm olanaklarını seferber ederek, şimdiden başta sınır bölgeleri olmak üzere kendince lojistik kabul ettiği alanları boşaltmak istemektedir. İşte PKK (niyetinden bağımsız olarak), bu uygulamanın bir aracı, malzemesi rolünü üstlenmiştir. PKK’nin bu hendek, barikat “savaş”ından dolayı, Türkiye bu boşaltmayı, içerden ve dışarıdan ciddi bir tepkiyle karşılaşmadan ve çok düşük bir maliyetle yapmaktadır.
Ortadoğu’daki Balkanlaşma süreci, inişli-çıkışlı bir biçiminde uzun bir süre devam edecektir. Belli ki bu mücadele 21inci yüzyılı kapsayacak ve çok kanlı geçecektir. Bu süreçte Kürd ulusal sorunun çözümü; ya ulusal-demokratik siyaset üzerinde örgütlenerek ve çetin bir mücadeleyi göğüsleyerek bir ulus-devlete dönüşecek ya da soykırıma tabi tutulacaktır. Her iki çözüm de Kürd ulusunun tutumunun eseri olacaktır.
25. 12. 2015/ Amed
[1] Bahtiyar Kerim, Rudaw,19. 12. 2015
http://www.gelawej.net/index.php/yazarlar/m-emin-arslan/2414-balkanlasma-ile-3-paylasim-savasini-ic-ice-yasayan-ortadogu-da-kurd-ulusal-hareketi
Sykes-Picot, Yalanlar, Gerçekler
Suphi Koray
31 Mart 2016
Savaş, kriz ve yükselen faşizm tehdidiyle yoğrulan günümüz dünyası, tarih tekerrürden ibarettir sözünü hatırlatırcasına, bundan 100 yıl öncesiyle büyük benzerlikler taşıyor. Elbette tarih birebir tekrar etmiyor. Değişen koşullar emperyalist-kapitalist güçleri farklı yol ve yöntemlerle hedeflerine ulaşmaya ve çıkarlarını korumaya itiyor. 100 yıl kadar önce emperyalizmin buhranı Birinci Dünya Savaşına yol açmış fakat savaşın yarıda kalması, paylaşımın tam olarak yapılmasına engel olmuştu. Yarım kalan bu savaş ikincisiyle tamamına erdirilmişti.
Bugünse Üçüncü Dünya Savaşıyla karşı karşıyayız. Şu anda Ortadoğu bu savaşın merkezi pozisyonunda. Yüz yıl önce emperyalistlerin nüfuz alanlarına göre masa başında çizilen sınırlar, bugün birçok sorunun da kaynağı halinde. Irak’tan Suriye’ye, Türkiye’den İran’a kadar farklı etnik ve dini toplulukların yaşadığı Ortadoğu ülkelerinde, bu temelde yaşanan çatışma ve krizler bitmek bilmiyor. Emperyalist-kapitalist güçler Ortadoğu’daki sorunları kendi çıkarları doğrultusunda kaşıyarak, bölge unsurlarından birini destekleyerek veya ötekini bastırarak bölgede kendi lehlerine bir denge kurmaya çalışıyorlar. Yüz yıl önce emperyalist güçler tarafından çizilen sınırlar, bugün yine emperyalist bir paylaşım savaşı aracılığıyla yeniden çizilmek isteniyor.
Emperyalist emellerini hayata geçirebilmek için siyasi hamleler yapan bu güçlerin arasında Türkiye de yer alıyor. Son dönemlerde iktidar sözcülerinin Ortadoğu’daki sınırların yapaylığından bahsetmeleri boşuna değildir. Cumhurbaşkanından Başbakanına kadar en yetkili ağızlardan, Ortadoğu haritasının emperyalistler tarafından çizildiğine dair sözler işitiyoruz. Meselâ Davutoğlu Suriye’nin kuzeyinde federasyon ilan edilmesine dair şöyle bir açıklama yaptı: “Suriye maalesef öyle bir noktaya getirildi ki her türlü kirli oyununun oynanabileceği bir zemin oluştu. Bu sene Sykes-Picot’nun yüzüncü yılı, biz Sykes-Picot’ya hep karşı çıktık. Çünkü Sykes-Picot bölgemizi hep böldü. Şehirleri birbirinden ayırdı. Birileri 100 yıl sonra yeni bir Sykes-Picot yazma peşinde; biz bunu yok etmeye çalışırken birileri yazma peşinde. Biz bölgede ekonomik hamlelerle Arap Baharı öncesinde Sykes-Picot’yu ortadan kaldırmayı düşünüyorduk.” Aslında Sykes-Picot’nun en büyük mağdurlarından Kürtler son dönemde, Irak’ta olduğu gibi Suriye’de de önemli kazanımlar elde etmeye başladılar. Ne hikmetse Davutoğlu, gerçekliği ters yüz ederek, Kürtlerin kazanımlarını yeni bir Sykes-Picot, kendi emperyalist hamlelerini ise Sykes-Picot’yu yırtmak olarak değerlendiriyor. Böylece, Kürtlerin demokratik haklarına ve taleplerine tahammülsüzlüğünü de ifade etmiş oluyor.
İktidarın zihninde Sykes-Picot Suriye ve Irak’ı Türkiye’den koparan anlaşma olduğu için, 100. yılında olan bu anlaşma her fırsatta günah keçisi ilan ediliyor. En yukarıdan talimatı alan medya organlarında iktidarın politikalarına uygun şekilde çarpıtılarak Ortadoğu’nun tarihi üzerine haberler ve programlar yapılıyor. Havuz medyasında “İşte Ortadoğu’yu kan gölüne çeviren iki Batılı: Sykes ve Picot”, “Yeni Sykes-Picot’ya direniyoruz” manşetleri atıldı. Peki, Sykes-Picot anlaşması neydi? AKP’nin son dönemde bu anlaşmayı gündeme getirmesini nasıl okumalıyız?
Sykes-Picot neydi?
Birinci Dünya Savaşı devam ederken, İngiltere ve Fransa sonu gelmekte olan Osmanlı’nın topraklarını nasıl paylaşacaklarının hesabını yapıyorlardı. İngiltere ve Fransa ile birlikte Antant’ı oluşturan Rusya da bu paylaşım pazarlığının içindeydi. Osmanlı, Balkanlar ve Kafkaslar’a güç yığarken, İngiltere ve Fransa ise Ortadoğu’da yaptıkları müdahalelerle kritik bölgeleri kendi denetimleri altına almaya çalışıyorlardı. Osmanlı ile yakın ilişkileri olan Almanya’nın bölgedeki hegemonyasını engellemek için, Arapların Osmanlı’ya karşı ayaklanmasını destekliyorlardı.
Boğazların Rusya’ya bırakılmasına onay veren İngiliz ve Fransız emperyalizmi, buna mukabil Ortadoğu’nun paylaşımına Rusya’nın itiraz etmemesini istiyordu. Fransa ve Rusya arasında imzalanan 10 Nisan 1915 tarihli anlaşmaya göre, boğazlar Rusya’ya verilecek, Arabistan’da ise bağımsız bir Arap devleti kurulacaktı. Fakat Filistin sorunu önemli bir konu olarak belirsizliğini koruyordu. Araplar, Filistin topraklarını Arap devletinin bir parçası olarak görürken, Ruslar ise Filistin’e özel statü verilmesini istiyorlardı. İngiltere, Fransa ve Rusya aynı kampta yer alsalar da, kendi aralarında da rekabet halindeydiler ve her biri nüfuz alanlarının paylaşımında geri kalmamak için bölgenin geleceğinde daha fazla söz sahibi olmak istiyordu. Bunun için, her ülke kendi çıkarlarına uygun bir siyasi yapının kurulmasından yanaydı. Dolayısıyla, emperyalist güçler ve bağımsız bir Arap devleti kurmak isteyen Arap kuvvetleri arasındaki anlaşmazlıklar ve çelişen çıkarlar yüzünden Ortadoğu’nun nasıl paylaşılacağı karara bağlanamıyordu.
İşte bu sorunu çözüme bağlamak amacıyla İngiltere adına Mark Sykes, Fransa adına ise Francois Georges Picot, Mart 1916’da Petersburg’u ziyaret ettiler. Bugün adı sıkça zikredilen Sykes-Picot anlaşması da bu görüşmeler sonrasında imzalandı. Fransa ile Rusya arasında 9 Mayıs 1916 tarihli, İngiltere ile Fransa arasında ise 15 Mayıs 1916 tarihli anlaşmalar imzalandı. Buna göre Fransa’nın Batı Suriye, Lübnan ve Kilikya ile birlikte güneydoğu Anadolu’nun bir bölümünü, İngiltere’nin ise orta ve güney Irak’a ek olarak Filistin limanlarını ilhak etmesi karara bağlanıyordu. Filistin’in bir bölümünün ise özel bir uluslararası yönetimin kontrolüne bırakılması kararlaştırıldı. Musul ve doğu Suriye’nin Fransa’nın nüfuz alanı, Ürdün ve Bağdat vilayetinin kuzeyininse İngiltere’nin nüfuz alanı olmasına karar verildi. Rusya’ya ise kuzey Kürdistan ve Ermeni vilayetleri verilecekti. Bu gizli anlaşmalardan sonradan haberdar olan İtalya da payını istedi ve bunun sonucunda güney Anadolu İtalyanlara bırakıldı.
İngiltere, tarafların bu gizli anlaşmalara uymayabileceklerini hesaba katarak, bölgedeki askeri faaliyetlerini arttırdı. 1917’nin sonuna gelindiğinde Tikrit, Ramadi, Bağdat gibi önemli yerleri ele geçirmiş; neredeyse Mezopotamya’nın tamamını denetimine almıştı. Bu askeri hamleler, Arapları Osmanlı’ya karşı destekleyen İngiliz emperyalizminin ezilen bir ulusun özgürlüğü gibi bir derdi olmadığını, aslında bölgeyi ilhak etmek istediğini gösteriyordu. Nitekim İngiltere’nin bu hamleleri sonucunda Irak, İngiltere’nin bir sömürgesi pozisyonuna geliyordu.
İngiltere’nin anlaşmaya uymayacağını gören Fransa ise kendi önlemlerini almaya başladı ve Suriye’yi İngilizlere kaptırmamak için askeri önlemlerin yanı sıra Avrupa’da öne çıkan Arap figürleri de kendi yanına çekmeye yönelik faaliyetler başlattı. Arap liderler Fransız ve İngilizlerin kendi çıkarlarına göre hareket ettiklerinden şüpheleniyorlardı. Fakat emperyalistlerin desteğini almadan Osmanlı’ya karşı başarılı olmalarının çok zor olduğunu da bildikleri için, zaman zaman emperyalistlerin çıkarlarına ters girişimlerde bulunsalar da, tümden bağımsız hareket edemiyorlardı. Arapların emperyalistlerin tekerine çomak sokmaması için Sykes ve Picot bu sefer Hicaz’da, Arap isyanının lideri Mekke emiri Hüseyin ve oğlu Faysal’la bir araya geldiler ve yalanlarla Arapları kandırarak kendi saflarında yer almaya devam etmelerini sağladılar. Nihayetinde Osmanlı İmparatorluğu’nun esaretinden kurtulacak olan Araplar, özgürlükleri için bu sefer de İngiliz ve Fransız emperyalizmine karşı mücadele etmek zorunda kalacaklardı.
Arapların, emperyalistlerin bölgede kendi hâkimiyetlerini kurmaktan başka bir niyetleri olmadığını öğrenmeleri için, Rusya’da Ekim Devriminin gerçekleşmesini beklemeleri gerekiyordu. Çarlığın yıkılması ve Bolşeviklerin öncülüğünde işçi sınıfının iktidarı ele geçirmesiyle birlikte, yapılan ilk işlerden biri Çarlığın arşivlerinde yer alan gizli anlaşmaların açıklanması oldu. İfşa edilen gizli anlaşmaların arasında Sykes-Picot da vardı.
Bugünkü Ortadoğu’nun sınırları Sykes-Picot ile birebir aynı değildir. Sykes-Picot İngiliz ve Fransız emperyalizminin “hasta adamı” paylaşma pazarlığının belgesidir. Bugünkü sınırların ana gövdesi savaş bittikten sonra yapılan görüşmeler ve diğer anlaşmalarla belirlenmiş, sınırların değişimi 20. yüzyıl boyunca da devam etmiştir. Ancak, bölgenin sınırlarının emperyalistlerin çıkarlarına göre belirlendiğini açıkça gösterdiği için, Sykes-Picot bugünkü sınırların da isim babalığını yapmaktadır.
İktidarın ikiyüzlülüğü
Geçmişte Osmanlı’nın yönetiminde olan topraklarda hak sahibi olduğunu düşünen AKP iktidarı hemen her fırsatta bunu dile getiriyor. Erdoğan 2014 yılı sonlarında yaptığı bir konuşmada şunları söylüyordu: “Şu anda Balkanlar, Kafkasya Kuzey Afrika’daki sınırlar Birinci Dünya Savaşının ardından Osmanlı bakiyesi olan topraklar üzerinde oluşmuştur. Yaklaşık 100 yıl öncesine kadar Bosna’dan Yemen’e, Gürcistan’dan Libya’ya kadar çok geniş bölge burada İstanbul’dan idare ediliyordu. Savaş sona erdiğinde ise, idare ettiğimiz topraklar bugünkü topraklardan daha dar bir sınır içine hapsedilmek istendi. Ortadoğu’da sınırların belirlenmesi üzerinde bugün dikkatle durulması gereken bir konudur. 20. yüzyılın başına kadar dünyada Ortadoğu diye bir kavram yoktu. Yakın Doğu vardı, Uzak Doğu vardı, Ortadoğu diye bir kavram kullanılmıyordu. Ortadoğu petrol ve çatışma bölgelerini işaret etmek amacıyla inşa edildi. Birinci Dünya Savaşının galibi olan egemen güçler Kahire’de bir masanın etrafına oturdular, ellerine bir cetvel aldılar sınırlar orada çizildi.”
Erdoğan aynı konuşmasında, bölgenin asli unsurlarını yüz yıl önce onları çatıştırmak için kurulmuş bu plana karşı çıkmaya çağırmıştı. Bölge unsurlarının kendi aralarındaki gerilim nedeniyle Ortadoğu’nun çocukları ölürken birilerinin bölgeye pipet batırıp petrolü çektiğini söyleyen Erdoğan elbette bir gerçekliğe de işaret etmiş oluyordu. Fakat Erdoğan’ın üzüldüğü şey, Ortadoğu’nun çocuklarının ölmesi ve zenginliklerinin dış güçler tarafından yağmalanması değildir. Onun üzüntüsü bir zamanlar Osmanlı toprağı olan bu yerlerden çıkan petrol ve diğer zenginliklerden “yeni Türkiye”nin yeterince pay alamamasıdır.
AKP iktidarı, çok değerli yeraltı zenginliklerine sahip olan Ortadoğu pastasından, Batılı emperyalistlerin büyük dilimi kapmasını hazmedemiyor. Türkiyeli egemenler, geçmişte kendi sınırları dâhilinde olan bu toprakların nimetlerinden paylarına kırıntıların düşmesini “haksızlık” olarak görüyorlar. Bu “haksızlığı” emperyalist amaçlarını kitleler nezdinde meşrulaştırmak için çeşitli vesilelerle konu ediyorlar. Böylece, emekçi yığınlar emperyalist politikaların aktif veya pasif destekleyicisi haline getiriliyorlar. Çanakkale Savaşı, Sarıkamış felâketi, Kut’ül Amare Kuşatması gibi tarihi olayların AKP’nin politikalarına uygun bir biçimde yeniden ve yeniden gündeme getirilmesi, gerçekliği aşan boyutlarla süslenerek anlatılması bu amaca hizmet eden faaliyetlerdir.
Davutoğlu’nun Master Planı açıklarken yaptığı hamasi konuşma da aynı amaca hizmet ediyordu: “1916 yılında bu savaşta Ortadoğu halkı Kut’ül Amare’de sömürgecilere karşı son kez zafer kazandı. Ortadoğu’nun birlik içerisinde sömürgecilere yaptığı son savaş oldu. 100 yıl geçti, hâlâ bu ruh bununla mücadele ediliyor. Kut’ül Amare’de yenilenler Sykes-Picot Anlaşması ile Osmanlı’yı nasıl böleriz tartışmasını yaptılar. Bu anlaşmanın arkasında Anadolu’yu Rumeli’den koparmak vardı. Türkiye Cumhuriyeti devleti sıradan bir ulus devlet, sıradan nevzuhur etmiş bir devlet değildir. Millet-i İbrahim’in, Sultan Alparslan’ın, Selahaddin Eyyubi’nin ruhunun bir devletidir. Şimdi ya Kut’ül Amare kazanacak, ya Sykes-Picot kazanacak.”
İster gizli olsun isterse açık, emperyalist anlaşmalar bölge halklarının ihtiyaçlarına göre yapılmaz. Bu anlaşmaların maddeleri, egemenlerin çıkarlarını yansıtır. Ortadoğu halklarının sorunlarının baş sorumlusu olarak görülen Sykes-Picot anlaşması da bundan azade değildir. Bugün Sykes-Picot’yu dillerine pelesenk eden iktidar sözcülerinin, sınırların yapaylığından ve bunun sebep olduğu sorunlardan bahsetmeleri tam bir ikiyüzlülüktür. Çünkü Sykes-Picot’dan miras kalan sınırların en büyük mağduru olan Kürt halkına karşı Türkiye’nin sicili bellidir. Mevcut iktidar geçmişe rahmet okutarak inkâr ve imha politikalarında farklı bir geleneğe sahip olmadığını son aylarda kanıtlamış bulunuyor.
Aslında “Yeni Sykes-Picot’ya direniyoruz” diyen Davutoğlu’nun kastettiği, Kürtlerin kendi kaderlerini tayin etme yolunda attıkları adımlara engel olmaktan başka bir şey değil. Dört parçaya bölünmüş ve dört ülkede de en temel demokratik hakları tanınmayan Kürtler, 20. yüzyıl boyunca özgürlükleri için çeşitli defalar ayaklandılar. Bazen başarılı oldular, bazen kanla bastırıldılar. 90’lı yıllarda Irak’ta kurulan bölgesel yönetim bugün çok daha güçlü bir pozisyonda ve Barzani’nin ağzından zaman zaman “bağımsızlık” sözleri çıkıyor. Geçmişte hakaretsiz adı ağza alınmayan Barzani bugün Türkiye’nin en yakın müttefiki pozisyonunda. Suriye’de daha önce yüz binlercesi vatandaş olarak bile kabul edilmeyen Kürtler, bugün Suriye’nin kuzeyinde yönetimi ellerinde bulunduruyorlar. Üstelik 16 Martta “Rojava ve Kuzey Suriye Kurucu Meclisi Demokratik Federal Sistemi” adıyla diğer unsurları da kapsayacak şekilde federasyon ilanı yapıldı. Belki de tarihlerindeki en avantajlı dönemlerini yaşayan Kürt halkı, Türkiye’de ise devletin büyük baskısıyla karşı karşıya. Türkiye, Barzani yönetimi ile yakınlaşırken, kendi Kürtlerine ve Suriye Kürtlerine nefret kusuyor, askeri ve siyasi saldırılarla Kürt hareketinin önünü tıkamaya çalışıyor. PKK ve PYD karşısında TC, Barzani yönetimini yanına çekerek Kürtlerin ortak hareket etmesini engellemeye çalışıyor. Rojava’da oluşacak bir Kürt yönetiminin Türkiye Kürtlerinin mücadelesine büyük bir güç vermesinden korktuğundan, PYD’yi durdurabilmek için elinden geleni yapıyor.
Aslında Ortadoğu’da “Sykes-Picot rejimi” sarsılıyor ve bazı yerlerde fiilen sınırlar ortadan kalkmış veya yeni yönetimler ortaya çıkmış bulunuyor. AKP iktidarı ise sözümona “yeni bir Sykes-Picot’ya direniyoruz” derken, gerçekte, Sykes-Picot’nun sebep olduğu sorunların çözülmesini bile istemiyor. Rusya ve ABD ise, “kurtarıcı” rolünde bölgeye müdahale ediyor, Suriye sorununun “çözümü” için pazarlıklar yürütüyor. Emperyalistlerin çözüm diye sundukları hiçbir zaman halklara çözüm getirmemiştir. Emperyalist güçler kan, gözyaşı ve acı pahasına kendi hükümranlıklarını korumaya ve güçlendirmeye çalışırlar. Bu bakımdan aradan geçen bir asra rağmen değişen bir şey yoktur. Emperyalizmin yarattığı acılardan kurtulmanın yolu da değişmemiştir. 1917’de Rusya’da iktidarı ele geçiren işçiler hem gizli anlaşmaları yayınlamışlardı, hem de halklar hapishanesi olarak bilinen Çarlık Rusya’sında esaret altında kalmış olan tüm halklara kendi kaderini tayin hakkını tanımışlardı. Bugün çözüm yine buradan geçmektedir:
“Bu savaş bataklığından tek bir çıkış yolu var. O yol, Ortadoğu işçi sınıfının birleşerek tüm egemenleri yarattıkları savaş bataklığına gömmesidir. Ortadoğu’da emekçi halkların bir Ortadoğu İşçi-Emekçi Sovyetleri Federasyonu altında bir araya gelmesi kesinlikle hayal değildir. Savaşlara neden olan, mezhep ve ulusal ayrılıkları kışkırtan, bir tarafta sömürenler öte tarafta ise sömürülenler yaratan, açlık ve sefaleti bir tarafta muazzam zenginliği ise öte tarafta toplayan kapitalizm yıkıldığında ancak barış gelebilir ve tüm insanlar huzur bulabilir. Kapitalizm yıkıldığında tüm halklar özgür olacak ve tüm insanlar her türlü inançlarını özgürce hayata geçireceklerdir.” (Utku Kızılok, Ortadoğu Savaşı, Marksist Tutum, Eylül 2014)
http://marksist.net/suphi-koray/sykes-picot-yalanlar-gercekler.htm
http://marksist.net/ulas-yucel/birinci-dunya-savasinin-isiginda-osmanlidan-bugune.htm
http://hurriyet.com.tr/lavrov-eger-isvec-natoya-katilirsa-harekete-geceriz-40096620
http://marksist.net/kerem-dagli/3-dunya-savasi-yeni-bicimler-altinda-yuruyor.htm
AKP’nin Patolojik Emperyalist Siyaseti ve Sonuçları
Utku Kızılok
Geçmişten günümüze Türkiye burjuvazisinin emperyal hevesleri bir sır değil. Bugün ortaya çıkmış birçok bilgi ve belge, geçmişten beri TC hükümetlerinin Kerkük ve Musul’u ele geçirme ve buradaki petrollerin üzerine oturma planları yaptıklarını gözler önüne seriyor. Ancak bu emperyal arzu, Özal ile birlikte daha aleni bir siyasete kavuşmuş ve SSCB’nin dağılmasıyla emperyal hayallerin gerçeğe dönüşme olasılığı doğmuştu. Süleyman Demirel’in “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne” sözüyle özetlediği emperyal hayal, bu dönemin ifadesidir. Yine de Türkiye burjuvazisinin emperyalist siyasetinin gerçek anlamda pratiğe dökülmesi esas olarak AKP döneminde mümkün hale geldi. 2000’li yılların hemen başında, ABD’nin emperyalist hegemonyasını yeniden tesis etmek ve dünyaya yeni bir düzen vermek üzere başlattığı savaş, Türkiye egemenlerinin de emperyal arzularını kamçıladı.
Geçmişte iktidar gücünü askeri bürokrasiyle de paylaşan burjuva iktidarlar şunu çok iyi biliyorlardı: ABD gibi bir dünya gücü olmadan, henüz orta ölçekli kapitalist bir ülke olan Türkiye asla emellerine ulaşamaz. Keza bu husus ABD ile derinden işbirliği yapan Gülen cemaati için de son derece açıktı. Aslında Erdoğan liderliğindeki AKP de bu gerçekliği bilerek uzun yıllar ABD’nin çizdiği çerçeve dâhilinde hareket etmiştir. ABD egemenlerinin, İslami bir kimliğe sahip AKP liderliğindeki Türkiye’yi “ılımlı İslam” politikası temelinde bölgede kullanma arzusuyla; Türkiye’nin ABD’nin şemsiyesi altında bölgede bir güç olarak yükselme arzusu örtüşüyordu. Nitekim bunun bir ifadesi olarak Erdoğan, Türkiye’yi ABD’nin yanında Irak savaşına sokmaya çalışmışsa da, iç siyasetin dinamikleri ve kitlelerin bu dinamiklere etkisi nedeniyle başarıya ulaşamamıştır. Bu kez Erdoğan, Ortadoğu’yu siyasi ve ekonomik açıdan baştanbaşa değiştirecek Büyük Ortadoğu Projesi’ni sahiplenerek ve kendisinin bu projenin eşbaşkanı olduğunu söyleyerek, ABD ekseninde Türkiye’nin emperyal arzularını dile getirmiştir.
Ancak 2009’la birlikte Türkiye’nin dış siyasetinde çok ciddi bir değişiklik çizgisi hâkim olmaya başladı. “Komşularla sıfır sorun” açılımıyla sahneye sürülen bu yeni politikanın mimarı o günlerde Dışişleri Bakanı olan Davutoğlu’ydu. Yeni dış siyaset kapsamında Ermenistan ile sorunların çözülmesi, inkârcılığa son verilerek Irak Kürdistanı’nın tanınması, içeride Kürt sorununun çözümüne dönük “açılım” hamlesi, Suriye ve bölgedeki ülkelerle derin ekonomik ve siyasi ilişkiler kurulması gündeme alındı. Hiç kuşkusuz, “sıfır sorun” siyasetinin sahneye sürülmesi ile yıllardır büyüyen Türkiye ekonomisi ve sermaye sınıfının palazlanması arasında derin bir ilişki vardır. Bu siyaset, artık kabına sığmayan Türkiye egemenlerinin bölgeye dönük emperyal arzularının bir ifadesiydi. Elbette bu dış siyaset açılımı, birebir örtüşmese de ABD’nin planlarından bağımsız değildi ve bu yüzden Amerikan yönetimi “sıfır sorun” politikasını destekledi.
Ne var ki söz konusu “sıfır sorun” politikası, mevcut bölgesel ve uluslararası konjonktürle örtüşmeyen ve ayakları yere basmayan bir açılımın ürünüydü. ABD emperyalizminin cehenneme çevirdiği, emperyalist savaşın çeşitli biçimler altında sürdüğü ve çelişkilerin derinden derine birikerek yeni patlamalara gebe olduğu bir bölgede “sıfır sorun”dan söz etmek için insanın hayal âleminde yaşıyor olması gerekiyordu. Aslında zorlukların üstesinden gelineceğine duyulan aşırı güvenin bir ifadesiydi bu politika. Bu yanılsamalı özgüveni yaratan şey, AKP kurmayının devreye soktuğu Yeni Osmanlıcı emperyalist politikaydı. Söz konusu politikanın oluşturulmasında Davutoğlu’nun “Stratejik Derinlik” adlı kitabı başlıca kaynak konumundadır.
Osmanlı hülyaları ve uluslararası siyasetin yerçekimi kanunu
Genel bir kuraldır, iç siyasetle dış siyaset birbirinden kopartılamaz. On yıllar boyunca iktidardan dışlanmış, yıllar yılı bir siyaset oluşturmada ve devleti yönetmede ehliyet sahibi sayılmamış İslamcı sermaye çevreleri ve bunların siyasi kadroları, içeride iktidarlarını sağlamlaştırdıkları ölçüde özgüvenleri artmış ve bu özgüvenle hırslı mı hırslı bir dış siyaset izlemeye başlamışlardır. Bu haris siyasetin ideolojik temelini Osmanlıcılık oluşturmaktadır. Batıcı, tepeden modernleşmeci Kemalist Cumhuriyete tepki duyan İslamcı çevreler; Osmanlı tarihine sığınmış, ancak bu sığınma gün geçtikçe onları tarihten ve verili siyasi koşullardan kopartmış, Osmanlı ile olan ilişkilerini bir romantizme dönüştürmüştür. Tepki ve duygusallığın, Kemalistler ve elbette Batı karşısında bir ideolojik kimlik edinme arzusunun sonucu olarak muhayyel, efsanelere dayalı bir Osmanlı yaratmışlardır.
İslamcı ideologlar Osmanlı’nın barışı, huzuru, kardeşliği ve hoşgörüyü temsil ettiği, ümmetin birliğinin ve dirliğinin ifadesi olduğu safsatasıyla manipülatif bir algı yaratmaya çalışmaktadırlar. Tüm Müslüman halkların Osmanlı’nın egemenliğini isteyerek kabul ettiğini söylemektedirler. Bu ideologların savlarına bakılırsa, Osmanlı, acımasız ve seküler kapitalist Batı karşısında İslam âleminin ruhu, kalbi, koruyucusudur. İşte bu yüzden Batılı emperyalist güçler Osmanlı’yı parçalayarak İslam dünyasını zayıflatmış ve bir daha birleşmemeleri için Müslümanlar arasına nifak sokmuşlardır. Cumhuriyeti kuran Batıcı kadrolar ise, Osmanlı ve İslam âlemi ile olan bağlarını keserek Türkiye’nin kolunu kanadını kırmış, ümmeti umutsuz ve başsız bırakmışlardır. İslam ülkelerinin birleşmesi ve ümmetin yeniden ayağa kalkması için Türkiye’ye ihtiyaç vardır. Çünkü Türkiye, yüz yıllarca geniş coğrafyayı yöneten ve söz konusu nitelikleri taşıyan Osmanlı’nın mirasçısıdır. İşte Yeni Osmanlıcılık bu keyfi tarihi kurgunun ve ideolojinin siyasete dökülmüş halidir. Erdoğan başta olmak üzere tüm AKP kurmayının Osmanlı efsanelerini sıkça öne çıkartması, dizilerde bu efsanelerin işlenmesi, sözde Türk devletlerini temsilen birilerine garip kıyafetler giydirilerek törenler yaptırılması, mehter takımına her vesileyle boy göstertilmesi ve okul kitaplarında Osmanlı’ya daha fazla yer verilmesinin nedeni budur. Elbette amaç emperyalist siyasete ideolojik tarihi bir arka plan kazandırmak, kitleleri menkıbeler ve kutsallıklar etrafında toparlamaktır.
Bu düşünme biçiminin ve siyasetinin anlaşılması için, Davutoğlu’nun öğrencisi ve Yeni Şafak gazetesi genel yayın yönetmeni İbrahim Karagül’ün yazdıklarına bir göz atmak lazım. Bu hırslı ve kibirli ideolog, Türkiye’nin uluslararası alanda sıkışmasını açıklamaya ve burjuvazinin emperyalist arzularını İslamın kutsal davası söyleminin içine oturtarak meşrulaştırmaya çalışırken şöyle yazıyor: “Bugünleri Abbasi’lerin son dönemlerine, zayıfladığı dönemlere benzetiyorum. Zinde bir güç olarak bölgeye gelen Müslüman Türklerin siyasi tarihe etkisinin bir benzerinin ilk aşamalarını yaşıyoruz sanki. O dönem Abbasilere yardım için gelen Müslüman Türkler, yüzlerce yıl sonra, Osmanlı’nın çöküşüne kadar İslam’a hizmet etmeye, coğrafyayı diri tutmaya devam ettiler. O çöküşten sonra ise, hepimiz kendi vatanlarımızda esir düştük, sınırlarımıza hapsolup kaldık. Artık hepimiz birer cephe ülkesi, birer garnizon devletlerdik.” İşte bu durumu değiştirecek tek güç Türkiye’dir İslamcı ideologlara ve AKP liderliğine göre.
Bu bakış açısıyla Yeni Osmanlıcı politikayı devreye sokan ve yeni bir efsane yaratmaya çalışan AKP liderliği, ilk çıkışını “sıfır sorun” politikasıyla yapmak istedi. Bu politika; Ortadoğu’da ekonomik ilişkilerin geliştirilmesi, bunun için çatışmaların yumuşatılması, sorunların çözülmesi ve bölgenin kapitalist sisteme derinden entegre edilmesi beklentisine dayanıyordu. Esasında Avrupa Birliği’nin bir Ortadoğu versiyonu olacaktı. Elbette Türkiye bölgenin ekonomik dönüşümüne öncülük edecek ve bu arada söz konusu ülkelere nüfuz ederek Ortadoğu’daki siyasi gücünü arttıracaktı. “Sıfır sorun” sloganını kullanan AKP kurmayı, savaşa başvurmadan da bölgedeki dönüşüm gerçekleştirilebilir ve bunu yüzyıllarca bu topraklara hükmetmiş, bu toprakları tanıyan(!), ilim irfan sahibi Osmanlı’nın mirasçısı Türkiye yapabilir diyerek kendince ABD ve AB emperyalizmine akıl veriyor, belki de küçümsüyordu.
ABD’nin hedef tahtasındaki Esad’ın “kardeş” ilan edilerek Suriye, Lübnan, Irak, Ürdün gibi ülkelerle ekonomik işbirliğine gidilmesi işte bu dönemin ürünüdür. Emperyal açılımının ses getirdiğini ve Türkiye’nin bölgede geçmişe nazaran daha fazla dikkate alındığını gören AKP liderliği, abartılı bir özgüvenle hareket etmeye başladı. Meselenin şu boyutunu da vurgulamak lazım: Osmanlı’nın mirasçısı, ümmetin lideri pozları uluslararası siyasi alanda kendi başına bir güç ifade etmez. Zira siyaset alanı somuttur ve söylemle değil güç ilişkileriyle belirlenir. Söylemle örtüşecek pratik adımlar atmak gereklidir. İşte bunun farkında olan AKP liderliği, abartılı özgüvenin ve emperyal arzularının bileşiminin basıncıyla bir dönem İsrail ile karşı karşıya gelmeyi göze aldı. Arap kitlelerin sempatisini kazanmanın ve meselâ Ortadoğu’da Türkiye’ye dönük önyargıları kırmanın yolunun Filistin davasını sahiplenir gözükmekten geçtiğini çok iyi biliyorlardı. Nitekim Erdoğan’ın Davos’taki meşhur “one minute” çıkışı, söz konusu emperyalist politikanın bir gereğiydi.
Erdoğan’ın İsrail’i hedef tahtasına koymasından ve onun liderini azarlamasından sonra, gerçekten de Ortadoğu’da Türkiye’ye olan sempati arttı. Kimi gösterilerde Erdoğan’ın posterleri bile taşınmaya başlandı. Ekonomik, toplumsal ve siyasal bir dönüşüm arzulayan Arap kitleler açısından Türkiye, Batı’ya nazaran kendileri için daha yakın bir örnekti. İsrail çıkışından yaklaşık bir buçuk yıl sonra patlak veren Arap halk isyanlarında, özellikle Mısır ve Tunus’ta İhvan’ın iktidara yükselmesi Erdoğan’ın ve Türkiye’nin Ortadoğu’daki rolünü daha da artırdı. Kuşkusuz bu durum AKP liderliğindeki güveni son derece arttırmış, menkıbelere dayalı Osmanlı yanılsamasını derinleştirmiş, Türkiye’nin ümmetin kurtarıcısı olarak yükseldiği düşüncesini beslemiştir. Elbette esas kurtarıcı Erdoğan’dı! Hilafet tartışmalarının bu dönemde gündeme gelmesi hiç de tesadüf değildir. Bu yanıltıcı konjonktür AKP kurmayının ayağını öylesine yerden kesti ki, daha dün Esad’ı kardeş ilan eden Erdoğan, 2011’in Martında, birden bire onu kalleş ilan etti ve üç aya kalmadan Suriye’yi fethetme ve Emevi Camii’nde namaz kılma hayali kurmaya başladı. Kuşkusuz Suriye politikasının bu ani değişiminde, Batılı güçlerin Libya’ya müdahalesinin de önemli etkisi vardır. Suriye’yi kaybetmek istemeyen AKP liderliği, İhvan’ın varlığına güvenerek ve uluslararası siyasetin eğilimlerini doğru analiz edemeyerek Esad’ın kısa zamanda yıkılacağını hesapladı. Lakin bu hesap, onun yanılsamalara ve menkıbelere dayalı dış siyaset algısının bir sonucuydu.
Nitekim bu dönem, aynı zamanda Davutoğlu’nun “tarih artık Ankara’dan akıyor” dediği dönemdir. Meselâ 7 Nisan 2012’de AKP’nin Konya kongresinde aynen şöyle demektedir: “AK Parti siyasi şartlarda çıkmış konjonktürel bir hareket değil, aziz milletimizin tarihi yürüyüşünde küresel bir gücün doğuşunu, yeni bir nizam-ı âlem davasının misyonunu işaret eder. Selçuklu ile birlikte bu topraklarda tohumu atılan, Balkanlar’a ve bütün dünyaya sirayet eden o yeni dünya düzeni anlayışının bugünkü organize olmuş şeklidir. Biz, Türkiye Cumhuriyeti’nin küresel bir güç olması yönünde kararlı bir şekilde Başbakanımızın liderliğinde harekete geçmiş kadrolar, bu büyük tarihi misyonun gereğini yapacaklardır.” Ancak bu sözlerin üzerinden çok geçmeden, uluslararası siyasetin yerçekimi kanunu AKP liderliğine kendini hatırlatıverdi. İhvan Mısır’da iktidardan düşürüldü, Tunus’ta iktidarı diğer partilerle paylaşmak zorunda kaldı, Libya’da kontrolü kaybetti, Suriye’de ise neredeyse tümden eriyerek yerini radikal silahlı İslamcı güçlere bıraktı. Suriye’de Esad rejiminin düşürülmesini sağlayamayan Türkiye, İhvan’a karşı yapılan darbeden sonra Mısır ve Suudi Arabistan gibi ülkelerle de karşı karşıya geldi.
Bu dönem, aynı zamanda AKP ve Erdoğan’ın Batılı emperyalist güçlere de posta koyduğu, BM’ye ayar vermeye kalkıştığı bir dönemdir. Davutoğlu’nun hayalperest Yeni Osmanlıcı siyaseti ile Erdoğan’ın İslam âleminin yükselişini kendi kişiliğinde somutlaması ve bu yönde, geleneksel Batı ekseninin dışında bir yol izlemesi ABD ve AB emperyalistleriyle olan çelişkileri derinleştirdi. Bundan ötürü Erdoğan, atacağı adımlar öngörülemez ve kontrol edilemez görülerek gözden çıkarıldı. Meselâ ABD, Suriye politikasını değiştirerek, ne pahasına olursa olsun Esad’ı düşürmeyi hedefleyen, bilhassa Rojava’da Kürt oluşumunu ezmek üzere el Nusra ve IŞİD gibi radikal İslamcı örgütlerin gelişip palazlanmasına göz yuman, doğrudan ya da dolaylı destek sunan Türkiye’yi yalnız bıraktı. Diğer taraftan bu örgütlere olan desteğini kesmesi için baskı yapmaya başladı. Böylece bir anda Türkiye, uluslararası siyasette sıkıştı ve yapayalnız kalıverdi. Geçtiğimiz sene Suriye’deki iç savaşa doğrudan dâhil olan Rusya’nın uçağının düşürülmesiyle Türkiye’nin bu yalnızlığı daha da derinleşti.
Kompleks ve patoloji
2012’de Türkiyeli bir gazeteciye açıklamalarda bulunan Irak’ın önde gelen Şii din adamı Ayetullah Seyyid Sistani; Davutoğlu’nun Stratejik Derinlik adlı kitabını Arapça tercümesinden incelediğini, bu kitaptaki fikirlerin hayal ürünü ve hayalperest olduğunu, Türkiye’nin Müslüman ülkelere hâkim olma fikrini içerdiğini, Arap ülkelerinin Osmanlı’nın vilayetleri gibi görüldüğünü ve bunun ihtilaflara yol açacağını söylüyordu. Yıllarca Ortadoğu’ya uzak durduğu, İslam âlemini tanımadığı gerekçesiyle Kemalistleri eleştiren İslamcı çevrelerin Ortadoğu’nun ve uluslararası siyasetin karmaşık verili dinamiklerini kavrayamadığı açık.
AKP ideologlarının ürettiği dış siyaset ve onun iflası, bugün tam anlamıyla patolojik bir duruma işaret etmektedir. AKP içeride ve dışarıda sıkıştıkça, kendisine vehmettiklerinin gerçekleşmediğini gördükçe, ürettiği kurgular eşliğinde, Türkiye’ye haksızlık edildiğini iddia ederek daha fazla tepkiselleşiyor. Böylece hem daha fazla içe kapanıyor hem de uluslararası siyasette daha fazla sıkışıp yalnızlaşıyor. Yani tam bir kısırdöngü durumu. Saplantılı bir şekilde Türkiye’nin önünün kesilmek istendiğini, tarihin Osmanlı’yı yeniden göreve çağırdığını vb. tekrarlayıp duruyorlar. Davutoğlu hâlâ “tarihin akışını durduramazlar” yavelerini geveleyip duruyor: “Arap Baharı büyük bir şans doğurmuştu. O şans maalesef Esad rejiminin gayri insani suçlarının mukabele görmemesi ve Mısır darbesiyle rüzgâr değişti. O büyük ümitler sarsıldı. ‘One Minute’ ile Sayın Cumhurbaşkanımızın nasıl ses getirdiğini düşünün. Türkiye’den gelen sese bir ilgi vardı. Arap Baharı’nın yok edilmesinin gerekçesi de bence bu ilgiydi. Türkiye gibi bir başarı hikâyesinin tekrar etmesinden korktular. Bunu bölgedeki tutucu, statükocu unsurları, aktörleri güçlendirerek yaptılar, bu bazen Esad oldu, bazen Sisi. Bu çelişki hâlâ yaşanıyor. Ben tarihin akışının geciktirilebileceğini ama durdurulamayacağını düşünüyorum. Gün gelir Kut-ül Amare ruhu kazanır.”
AKP’nin ideologları Türkiye’nin tarihi misyonu vehmine kendilerini öylesine kaptırmış bulunuyorlar ki, meselâ Sünni İslam devletlerinin; Batı, Rusya ya da Şii İran’ın oynadığı oyunları fark etmediğini yazıp duruyorlar. Sanki farklı kapitalist devletlerden ve farklı çıkarlara sahip sermaye kesimlerinden bağımsız, kendi içinde bütün bir İslam varmış gibi bir algı yaratmaya çalışıyorlar. Elbette İslamın yükselişi de ancak Türkiye’nin öncülüğünde olabilir diye düşünüyorlar. Meselâ İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) toplantısı üzerine bir yazı kaleme alan Karagül şunları yazıyor: “Erdoğan’ın ve Davutoğlu’nun sözleri, İstanbul’dan coğrafyaya bir çağrı gibi. Bu topraklar akıl üretiyor, bilinç üretiyor, tavır ve söz üretiyor. Bu topraklar yüz yıllardır olduğu gibi, coğrafyaya bir çıkış yolu öneriyor. Bu akıl çözümdür, kurtuluştur. Türkiye adım atabilecek, yol gösterebilecek, çözüm üretebilecek ülkedir. Türkiye, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra ilk kez, sadece Anadolu için değil bütün coğrafya için elini taşın altına sokuyor, uyarıyor, yol gösteriyor.” Bu saplantılı ve kompleksli akıl, kimsenin Türkiye’ye prim vermediğini görünce de adeta çıldırmaktadır. Karagül gibilerinin sık sık, “tanklar Kâbe’ye dayanmadan önce harekete geçilmelidir” diyerek Suudi Arabistan’ı dehşet senaryolarıyla tehdit edip Türkiye’nin engin deneyimine sığınmaya çağırması bu yüzdendir.
İşte kendisini dev aynasında görmenin hazin sonuçları! Bu bakış açısı saplantıya ve dolayısıyla patolojiye yol açmaktadır. Hiç kuşku yok ki bu patolojinin temelinde AKP kadrolarının Batı karşısındaki kompleksi vardır. Her durumda kendini haklı ve üstün görme psikolojisi hem AKP kurmayının dış siyasette manevra yapmasının önüne geçiyor hem de daha maceracı, öngörülemez işlere kalkışmanın temelini oluşturuyor. Bu patolojinin üretilmesinde, dış siyasetteki iflasın kitleler nezdinde meşrulaştırılması, daha da önemlisi kitlelerin desteğinin korunması arzusunun son derece etkili olduğunun da altını çizmek lazım.
Elif Çağlı, emperyalizm ve alt-emperyalizm meselelerini çözümlerken, alt-emperyalist güçlerin, emperyalizmin üst basamaklarındaki büyük güçler gibi manevra yapma kapasitesinin olmadığını ortaya koyar. Alt-emperyalist bir ülke olarak Türkiye’nin durumu bu analizi bir kez daha doğrulamaktadır. Lakin AKP liderliğinin kompleksli, kendini daima üstün gören, haklı olduğunu düşünen, gadre uğramış psikolojisi; onun manevra yoluna, benzeri durumlardaki ülkelere göre daha da fazla bariyer örmektedir.
Saplantılı şekilde haklı olduğunu, tarihin akışının durdurulamayacağını iddia eden AKP’nin siyaset aklı, sonu belirsiz maceralar ve yıkımlar üretmektedir. Kürt halkına karşı, sınırları her geçen gün genişleyen bir savaş yürütülmesi, kentlerin tank ve toplarla yakılıp yıkılması, Kürt illerinin Suriyelileştirilmesi AKP’nin ne tür maceralara kalkışabileceğini gözler önüne sermektedir.
Erdoğan, iktidarını sağlamlaştırmak ve emperyalist emellerini sürdürmek amacıyla toplumu derinden sarsan, çivilerine kadar sökmeye başlayan bir politika izlemektedir. Bu politika, ne pahasına olursa olsun tüm iktidarın mutlak anlamda Erdoğan’da toplanmasına odaklıdır. Geçen yazdan bu tarafa fiili başkan olarak hareket eden Erdoğan, aynı Hitler türü mutlak, herkesin biat ettiği bir rejim kurmak istemektedir, ki bunun anlamı faşizmdir. Bu amaç doğrultusunda atılan her adım burjuva rejimi sarsmakta, AKP’nin içi dâhil her gün yeni alanlarda krizlere neden olmaktadır.
Kriz ve kaos eşliğinde, tepeden, devlet eliyle toplum baskı altına alınırken, kitlelerin dini duyguları da dizginsiz bir şekilde sömürülmektedir. Devletin tüm imkânlarını seferber eden AKP ve onun etrafında konuşlanmış sayısız tarikat, kitlelerin dini duygularını kullanarak toplumu baskı altına almak üzere çalışmaktadır. Bu yapılırken, Sünni Alevi ayrımlarının da bizzat kaşındığının altını kalınca çizmek lazım. Hedef dindar, itaatkâr, kanaatkâr, sorgulamayan, dini bir içerikle doldurulmuş, emperyalist politikanın arkasından giden, ne olursa olsun Erdoğan’ı destekleyen bir toplum yaratmaktır.
Azgın bir şekilde kışkırtılan milliyetçilikle, sömürülen dini duygularla, şişirilen Osmanlı efsanesiyle, “büyük Türkiye” masallarıyla, “İslam âleminin birleştirici gücü Türkiye durdurulmak isteniyor” yalanıyla kitlelerin zihni felç edilmektedir. Kısacası AKP kurmayının izlediği patolojik siyaset, toplumu her geçen gün uçuruma sürüklemektedir. Bugün olanlarla, tam yüz yıl önce Osmanlı’yı yeniden büyük imparatorluk yapmak üzere yanıp tutuşan Enver Paşaların maceracı siyaseti ve ideolojisi çok ama çok benzemektedir. Ancak tarih bu tür maceraların neyle sonuçlandığını da gözler önüne sermektedir.
http://marksist.net/utku-kizilok/akpnin-patolojik-emperyalist-siyaseti-ve-sonuclari.htm
Suriye Savaşında Yeni Sayfa
Selim Fuat
Üçüncü Dünya Savaşının Suriye cephesinde son aylarda önemli gelişmeler yaşanıyor. Savaşın içindeki taraflarca mevcut güç dengelerini değiştirmeye yönelik hamleler ve bunlara karşı hamleler yapılıyor. Azez-Mare, Halep-İdlib, Rakka ve Menbic gibi stratejik bölgelerde, gelişmelerin seyrini belirleyecek önemde mücadeleler yürüyor. ABD, AB, Rusya, İran, Türkiye, Suudi Arabistan, Katar gibi ülkelerin desteği ve yönlendirmesi altında hareket eden çeşitli güçler, son zamanlarda bu bölgelerde kritik muharebeler yaptılar. Bu çatışmalar sonucu oluşacak kırılmalar da Suriye’de yürüyen emperyalist savaşın gidişatına önemli etkilerde bulunacak gibi görünüyor.
Nisan ayı başında, IŞİD’in kontrolü altındaki Türkiye sınırına yakın El-Rai kasabası ve çevresindeki bazı köylerin, ABD uçaklarının havadan ve Türkiye ordusunun obüs topu atışları ile verdiği destekle Türkiye’nin örgütlediği grupların eline geçmesi, son dönemde gerçekleşen kritik hamlelerin başlangıcı olarak kabul edilebilir. Çünkü bu hamle büyük emperyalist güç ABD’nin, Suriye’de kimlerle birlikte hareket edeceğinin belirlenmesi bakımından önemli bir test niteliği taşıyordu.
IŞİD Cerablus’tan başlayan ve Azez’e kadar uzanan Türkiye sınırındaki bölgeyi kontrolü altında tutuyor ve burayı dünyaya açılan kapısı olarak kullanıyordu. Bu bölgenin IŞİD’in elinden alınması ABD’nin başını çektiği koalisyon güçleri açısından öncelikli hale gelmişti. Bunu gerçekleştirebilecek güç olarak da YPG (Halk Savunma Birlikleri) öne çıkıyordu. Ancak 2015 yılının Aralık ayında IŞİD’in kontrolü altındaki Sarrin ve ardından Tişrin Barajı’nı ele geçirerek Fırat’ın batısına adım atan YPG’nin ilerleyişi Türkiye’nin itirazları nedeniyle durdurulmuştu. Bu durum karşısında IŞİD güçlerini yeniden tahkim etmişti. Bu nedenle, Türkiye’nin “YPG’nin Fırat’ın batısına geçmesi kırmızı çizgimizdir!” yaklaşımını ısrarla sürdürmesi karşısında ABD de Türkiye’ye “Kürtler gelemez diyorsan buyur IŞİD’i buralardan sen temizle” dedi. Bunun üzerine Erdoğan son ABD gezisinde Obama’ya bir öneri götürüp, Türkiye’nin kontrolünde bulunan operasyon güçlerinin IŞİD’i Türkiye sınırındaki bölgeden çıkaracağını vaat etti. ABD de YPG’yi Rakka’ya kuzeyden yapılacak bir operasyonun hazırlıklarına yönlendirerek Türkiye’nin verdiği sözü yerine getirmesini beklemeye başladı.
Bu plan başlangıçta işliyor gibi göründü. Operasyona, çoğu Türkiye destekli gruplar olan Sultan Murat Tugayı, Sultan Selim Tugayı, Muhammed Fatih Tugayı, Muntasır Billah Tugayı, Hamza’nın Torunları Tugayı, Feylak El Şam, 99. Tümen, Sukur El Cebel Tugayı, Cephet El Şamiyye ve Ahrar El Şam katıldı. Azez’den Cerablus’a doğru başlatılan hamleyle önemli bir konumdaki El-Rai kasabası ve civarındaki köyler 7 Nisanda IŞİD’den alındı. Türkiye’de medya bunu bir Türkmen zaferi olarak sundu. Bu hamle ile Kürtler olmadan da bölgenin IŞİD’den temizlenebileceğinin görüldüğü ve muhaliflerce güvenli bölge oluşturulmasının ilk adımlarının atıldığı anlatıldı. Ne var ki bu durum sadece dört gün sürebildi. Kayda değer bir direniş göstermeden geri çekilen IŞİD, karşı taarruzla El Rai’yi geri aldı. Türkiye destekli grupların silahları bırakıp kaçtığı büyük bir hezimet yaşandı. Üstelik IŞİD, Azez-Mare hattına da yüklenmeye başladı. Bu gelişme üzerine ABD kuzeyden Rakka’ya yönelme planını erteleyerek, YPG ile birlikte Menbic operasyonunu başlattı.
Menbic taaruzu
YPG önderliğindeki Suriye Demokratik Güçleri’nin (SDG) IŞİD’e karşı 1 Haziranda Menbic’te başlattığı operasyon, TC’nin Suriye politikalarının kırmızı çizgi çıkışlarının arkasının ne denli boş olduğunu açık biçimde gösteriyordu. Daha birkaç ay önce dönemin Başbakanı Davutoğlu “Biz ABD’ye de Rusya’ya da söyledik. Fırat Nehri’nin kuzeyine PYD de geçmeyecek dedik ve PYD’yi iki kez vurduk” demişken, PYD’nin askeri gücü YPG’nin 3 Haziranda Fırat’ın üzerinden tank ve askeri araçlar geçirirken çekilmiş görüntüleri dünyanın bütün önemli medya organlarında yayınlanıyor, Türk devleti de bu durumu çaresizlik içinde kabullenmek zorunda kalıyordu.
Bu tablonun Türk devleti açısından anlamı açıktı. Erdoğan liderliğinde hareket eden Türkiyeli egemenlerin, Suriye’nin kuzeyinde özerk, federatif ya da bağımsız bir Kürt oluşumuna izin vermemek üzerine kurdukları politikalar büyük bir darbe almıştı. Suriye’nin tümüne dair diğer hayallerle birlikte Kürtleri geriletme, “oyun” dışına çıkarma çabaları da çökme noktasına gelmişti.
Buna rağmen kuyruğu dik tutma telâşında olan Türkiye’nin Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu ABD’nin kendilerine, Menbic’in IŞİD’den temizlenmesinin ardından YPG’nin bölgeden çekileceği sözünü verdiğini söyledi. Erdoğan ise “Şu anda Suriye Demokratik Güçleri olarak ifade edilen bu güçlerin içerisinde yaklaşık 450 kadar YPG’li var. Bunun dışında 2500 civarında Araplardan var. Yani toplamda yaklaşık 3000 kişi bu operasyonun içerisinde yer alıyor ve söylenen de şudur: YPG burada Menbic’te daha çok lojistik bir güç teşkil edecek, asıl gücü Araplar oluşturacak” diye iç kamuoyunu teselli etmeye uğraşıyordu. Bu sözler, artık herkesin gülümseyerek dinlediği Türk devletinin kırmızı çizgisinin “Fırat’ın batısına zinhar geçemezler”den “Menbic’e kadar gelsinler ama girmesinler”e dönüşmüş olduğunu anlatıyordu. Yani, Kobani ile Afrin arasında bir koridor oluşturmayı stratejik bir hedef olarak belirleyen YPG, Türkiye’nin kırmızı çizgilerinin üzerinden atlaya atlaya hedefine doğru ilerliyor, Türkiye’nin elinden de bunu seyretmek dışında bir şey gelmiyordu.
Bu koşullar içerisinde başlayan Menbic operasyonunda YPG’nin başını çektiği Suriye Demokratik Güçleri önemli ilerlemeler kaydetmiş durumda. 1 Haziranda başlayan Menbic operasyonunda, Tişrin Barajı’nın güneybatı ve kuzeybatısından iki kol olarak Menbic’e ilerleyen Suriye Demokratik Güçleri, üç haftada şehri kuşatmayı başararak ilk aşamadaki hedeflerinin büyük çoğunluğunu gerçekleştirmiş oldu. IŞİD bu cephede büyük bir çöküş yaşayarak geriye çekildi. IŞİD liderleri ve savaşçıları Cerablus ve Menbic’ten ailelerini çıkardılar. IŞİD’in Menbic Emiri ve ailesi şehirden kaçarlarken öldürüldüler. IŞİD, Azez-Mare hattından kısmen çekilerek Menbic’e takviye birlikler göndermek zorunda kaldı.
Ancak Menbic hızlı bir biçimde kuşatılmış olsa da bundan sonraki aşamanın seyri daha uzun sürebilir. Çünkü kentte IŞİD’in ayrılmasına izin vermediği yaklaşık 20 bin sivil bulunuyor. Bu nedenle de Suriye Demokratik Güçleri ile Menbic Askeri Meclisi güçleri kentte giriş konusunda daha temkinli hareket etmek istiyor. Kuşatmayı engelleyemeyen IŞİD ise çoğunluğu Kürtlerden oluşan bin kişi civarındaki sivili rehin alarak SDG’nin hareketini kısıtlamaya yöneldi. IŞİD ayrıca, şehir içinde yürüteceği savaşla SDG güçlerine ağır kayıplar verdirmeye çalışacak gibi görünüyor.
Buna duruma rağmen Haziran ayının son günlerinde SDG güçleri Menbic’e birkaç ayrı noktadan girmeye başladı. Londra’daki Suriye İnsan Hakları Gözlemevi, Suriye Demokratik Güçleri’nin kente güneyden giriş yaparak buradaki buğday siloları ve un değirmenlerini ele geçirdiğini açıkladı. Ayrıca şehrin kuzey girişindeki Menbic-Cerablus yolunda da şiddetli çatışmaların ardından SDG güçleri ilerlemeye başladı.
Şehrin içerisinde sürecek çatışmalarla kaderi belirlenecek olan Menbic kuşatması böylelikle son aşamasına girmiş oluyor. ABD’nin hava kuvvetleri ile verdiği destekle ilerleyen SDG hedeflerine ulaşırsa Suriye savaşında önemli bir kırılma yaşanacak ve kuzeydoğu Halep’teki dengeler büyük ölçüde değişecek. Doğu Halep’teki en büyük şehir olan Menbic’i kaybetmesi halinde, IŞİD’in bütün kuzeydoğu Halep’teki varlığı, dolayısıyla Türkiye üzerinden dünya ile sağladığı bağlantı kanalı tehlikeye girecek. YPG’nin Afrin kantonuna ulaşma ihtimali ise güçlenecek.
Rusya-Esad-İran cephesinin hamleleri
Suriye’de yürüyen savaşta stratejik olarak en önemli yerlerden birisi de, IŞİD’in başkent olarak ilan ettiği Rakka. Rakka’yı hangi gücün ele geçireceği, sonraki süreçlerde kimin elinin daha kuvvetli olacağını da büyük ölçüde belirleyecek. Bu yüzden Suriye’deki savaşta kimi konularda anlaşmış gibi görünen ABD ve Rusya bu konuda büyük bir mücadele içerisindeler. ABD koalisyon güçleri sözcüsü Albay Steve Warren’ın Rakka’yı Esad’ın yerine Suriye Demokratik Güçleri’nin ele geçirmesini tercih edeceklerini açıkça söylemesi de bu mücadelenin ne kadar çetin geçtiğini gösteriyor.
Suriye Demokratik Güçleri’nin baskın gücü olan Kürtler de ABD ile birlikte Rakka’yı ele geçirirlerse hakimiyet alanlarının genişleyeceğinin ve pazarlık masasına büyük bir güçle oturacaklarının farkındalar. Ancak Suriye Demokratik Güçleri’nin Rakka’nın kuzeyinden başlattığı operasyonlar, Kürtlerin Afrin’e Kobani’den koridor açma ihtiyacı nedeniyle öncelik kazanan Menbic kuşatması yüzünden şimdilik ertelenmiş durumda. Kürtler Menbic ve ardından El Bap’ın alınması ile IŞİD’e karşı Rakka’da daha güçlü bir saldırının zemininin oluşabileceği konusunda ABD’yi ikna etmiş görünüyorlar.
ABD ve Suriye Demokratik Güçleri’nin Rakka’ya kuzeyden yapacakları taarruzu erteleyerek Menbic’e yoğunlaşmaları, Rakka’ya Rusya ve Esad güçlerinin güneyden bir hamlede bulunmasını tetikledi. Rakka’ya olası ABD-SDG operasyonu öncesinde burada ilerlemek isteyen Esad’ın ordusu, bu yüzden, Haziran ayının başlarında, Rusya’nın verdiği hava desteğiyle, Hama’nın doğusundaki İsriye’den yola çıkarak uzun süredir IŞİD’in elinde olan Rakka’ya güneyden yöneldi. İki hafta boyunca hızlı biçimde ilerleyen Esad güçleri, Rakka’nın içlerine kadar girmeyi de başarabildi. Ancak IŞİD’in ilk ciddi taarruzuyla birlikte Suriye ordusu aldığı yerleri bırakarak İsriye’ye geri çekilmek zorunda kaldı. Esad’ın ordusu Rakka’ya taarruzu daha sonra tekrar deneyecek olsa da, bu başarısızlık, Rakka’ya Suriye Demokratik Güçleri ile girmek isteyen ABD’nin elini kuvvetlendirmiş görünüyor.
Suriye’de yürüyen savaşın en az Rakka kadar önemli cephelerinden birisi de Halep. Halep’in savaşın gidişatını belirleyecek önemde bir bölge olması nedeniyle, savaşın içindeki bütün güçler buradaki varlıklarını tahkim etmek için yoğun çaba gösteriyorlar. Esad’ın ordusu, Rusya, İran ve Hizbullah’ın desteğiyle Halep’i rejim karşıtı gruplardan temizleyerek elini güçlendirmek için her fırsatta bu bölgeye yükleniyor. Ne var ki, Nusra ve Ahrar’ın liderliğindeki Fetih Ordusu, Cenevre görüşmeleri sırasında Rusya-ABD mutabakatıyla gelen ateşkesi fırsat bilip Türkiye üzerinden cephane stoklarını ikmal ederek Halep’te Suriye ordusunun önünde güçlü bir set çekmiş durumda. Nitekim Rakka’da olduğu gibi Halep civarında da Suriye ordusu Haziran ayında ilerlemeye çalıştı, ancak Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar’ın büyük bir seferberlikle destekledikleri cihatçı gruplar, güçlü bir direnişle Suriye ordusunu şimdilik engellediler.
Suriye savaşı belirleyici bir süreçten geçiyor
Suriye’de son aylarda ama özellikle Haziran ayı içerisinde yaşanan bu gelişmelerin savaşın seyrini belirlemede önemli olacağı aşikâr. IŞİD, Azez-Cerablus hattında Türkiye destekli grupların, Rakka’da Esad güçlerinin saldırılarını püskürtmüş olsa da, Menbic’te büyük bir bozguna uğrama ihtimali ile karşı karşıya. IŞİD’in Menbic’te yenilgiye uğratılması diğer cephelerde de zora girmesine yol açacak. Çünkü iki yıldır elinde tuttuğu bu kent Suriye ve Irak’ın içlerine doğru uzanan bağlantı yollarının merkezi olması nedeniyle IŞİD için stratejik önemi yüksek bir kale anlamına geliyor. Menbic’in kaybı durumunda IŞİD’in hem kuzeydoğu Halep’te hem de Rakka’da tutunması iyice zorlaşacak.
Bu yüzden IŞİD’in Menbic’teki çöküşüyle birlikte Esad güçlerinin El-Bab’a, Türkiye destekli muhaliflerinse El Rai-Cerablus hattına saldırması büyük bir olasılık gibi görünüyor. Ancak aynı bölgeler YPG için de önemli hedefler. Ne var ki YPG’nin buralara hızlı bir biçimde yönelmesi biraz zor görünüyor. Menbic gibi büyük bir kentin güvenliğinin ve sivil idaresinin yeniden tesis edilmesinin zaman alacak olması YPG’yi oyalayacaktır. El Rai-Cerablus hattına yönelmesi ise Türkiye’nin büyük direnciyle karşılaşacaktır. Her ne kadar Fırat’ın batısına geçme konusunda Türkiye’yi küçük düşürmüş olsa da YPG’nin Türkiye’nin bu konudaki direncini aşması kolay olmayacaktır. El-Bab’ın ele geçirilmesi konusunda Esad güçleri ile girişeceği rekabet de çetin geçecektir. Ancak görünen bütün zorluklara rağmen bugüne kadar hep ilerlemeyi başaran YPG yine de stratejik hedefi olan Kobani ile Afrin’i birleştirme konusunda kazanımlar elde edebilir.
Menbic’in düşürülmesi başarılırsa ardından gelecek asıl büyük mücadele Rakka operasyonu olacak. Suriye’deki bütün güçler için bu operasyon büyük önem arz edecek ve belki de bölgedeki savaşın kaderini büyük ölçüde tayin edecektir.
Neticede tüm gelişmeler yaz sürecinde Suriye’de savaşın hararetinin artacağını gösteriyor. Rusya’nın bazı kara unsurlarıyla takviye edilmiş daha güçlü silahlarla Suriye’ye tekrar dönme hazırlıkları, Menbic’te süren kuşatma, Halep’te ve Rakka’da yaşanması muhtemel karşılıklı hamleler, ABD’nin başkanlık seçimlerinden önce Rakka’yı düşürme hesapları, Türkiye’nin Kürtlere karşı acaba kimle nasıl bir ortaklık kurabilirim arayışları bu süreçte savaşın hararetinin artacağının açık göstergeleri. Bütün bunlar Suriye’de yakın dönemde savaş alanında alınacak sonuçların belirleyici önemde olacağı anlamına geliyor.
Marksist Tutum
http://marksist.net/selim-fuat/suriye-savasinda-yeni-sayfa.htm