Sungur Savran / Ermenek’te Cumhuriyet Bayramı
Gerçek Gazetesinden alınmıştır.
Ekim 30, 2014
Vatan çiftliklerinizse,
kasalarınızın ve çek defterlerinizin içindekilerse vatan,
vatan, şose boylarında gebermekse açlıktan,
vatan, soğukta it gibi titremek ve sıtmadan kıvranmaksa yazın,
fabrikalarınızda al kanımızı içmekse vatan…
Nazım Hikmet
Dün 29 Ekim’di. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun bir yeni yıldönümü. Devlet erkânı ve kodamanlar Ankara’da kutlama hazırlığı ve resepsiyon tartışması içindeydi. Gömlekler ütüleniyor, kravatlar seçiliyordu. Hanımlar kuaför telaşı içindeydi. Çeşitli siyasi akımların liderleri de söylev parlatıyordu. 20. yüzyıl başının koşullarından doğmuş ve o günün sorunlarına cevap arayan Kemalizmin 21. yüzyıl hayranları AKP’ye karşı cumhuriyetlerini savunmanın telaşı içindeydiler. Ulusalcılar yatıp kalkıp Atatürk’ün Cumhuriyeti’ni bir tek kendilerinin savunabileceğini tekrarlıyorlardı. “Cumhuriyetin kazanımları” sözünü takılmış plak gibi tekrarlayan birtakım sosyalistler onlarla nasıl yarışacaklarının hesabını yapıyorlardı.
Karaman Ermenek’te ise en az 18 insan yerin 350 metre altında suyun içinde çırpınıyorlardı. Belki de son nefeslerini veriyorlardı, hatta vermişlerdi. Onlar için Atatürk’ün cumhuriyeti yerin yedi kat dibinde gebermekti. Onlar için “cumhuriyetin kazanımları” arasında, yasa ücretlerini asgari ücretin iki katına çıkarınca yemek ve servis ödemelerinin kesilmesi vardı, yemeklerini maden ocağının içinde yemek vardı, yer altında sele kapılmak vardı. Cumhuriyetin kurduğu burjuva meclisinin yasalarından böyle yararlanıyorlardı işte! Onlar gibi Zonguldak’ta başka madenlerde çalışan 4.500 işçi için “cumhuriyetin kazanımları” arasında, ücretleri asgari ücretin iki katına çıkartılınca kapının önüne konulmak, aç kalmak vardı.
Eski Aztek veya Maya uygarlıklarında kutsal günlerde tanrılara kurban edilen insanlar gibi, cumhuriyet de neredeyse düzenli aralıklarla işçileri toprağın altında, bir binanın 30. katında, bir geminin boyasını yaparken bulup ölüme yolluyor. Kimi zaman teker teker. Kimi zaman 10 kişi, kimi zaman 18, kimi zaman 301. Bunlar laik cumhuriyetin dünyevi tanrısı Sermaye’ye verilen kurbanlar. Ona daha güzel tapınılsın, o tek gıdası olan işçinin karşılığı ödenmemiş emeğinden, artık değerden daha fazla pay alabilsin, o daha fazla birikebilsin, o kentleri tarumar ederek iktidar abideleri gibi gökdelenler dikebilsin, o cumhuriyetin gelmiş geçmiş bütün, evet bütün, en gericisinden ve dincisinden en demokratik olanına ve en laikine bütün hükümetlerini kendi ortak işlerini üstlenen bir yürütme kurulu gibi kullanabilsin diye verilen kurbanlar! Ne de açgözlü imiş, ne artık değere, ne ölüye doyuyor!
Burjuva cumhuriyeti! Ne çok sosyalist kılıklı hayranın var! Ne çok hayranın “cumhuriyetin kazanımları”nı terennüm etmek için Das Kapital’e el basıyor. Ne çok hayranın Marx’a, Engels’e, Lenin’e ve sana aynı anda bağlılık ilan ediyor!
Ama ah, Ermenek! Bir 29 Ekim günü yerin 350 metre altında sular içinde boğulan “büyük insanlık”! Ama ah, Ermenekli madencilerin yaralı ve kahraman eşleri! O ağıtlarınız cumhuriyetin zulmüne nasıl da uygun bir meth ü sena oldu! Ama ah, Soma! Kabahati Mayıs ayındaki o büyük katliamda ölmemiş olmak olan, beş aydır sorunları bir türlü çözülemediği için yollara düşen, Ankara’ya yürürken Ermenek’teki kardeşlerinin kendi hemşehrileri ve omuzdaşları ile aynı gaddar tanrı tarafından, Sermaye diye anılan o canavar tarafından yutulduğunu duyarak yönünü Soma’ya çeviren Soma işçisi! Nasıl da zehir ettiniz Ankara’nın cumhuriyet kutlamalarını! Nasıl da hepsinin kursaklarında bıraktınız sermaye cumhuriyetine yollayacakları sevgi jestlerini!
Yarın bir işçi cumhuriyeti kurulduğunda and olsun 10. yılını Soma’da Işıklar madeninin kapısında kutlayalım. Ve yıllar ve onyıllar geçip de sınıflar iyice ortadan kalkmaya yüz tuttuğunda, altın, insanlığın büyük önerlerinden Lenin’in düşlediği gibi, sadece umumi tuvaletleri kaplamak için kullanıldığında, işte o zaman hep birlikte, kadınıyla erkeğiyle hep birlikte, kimseyi aç açıkta, fakir fukara, garip gureba bırakmayan bir düzen kurmuş olduğumuz için başımız dik, alnımız açık, gururlu, yüksek sesle haykıralım: “Yaşasın, bütün ülkelerin işçilerinin dünya cumhuriyeti!”
http://gercekgazetesi.net/gundemdekiler/ermenekte-cumhuriyet-bayrami
Yazıyı siteye koydum, çünkü tam da bugün yazılması gereken bir yazıydı. Sonundaki “İşçilerin Dünya Cumhuriyeti” sloganı ise Marksist açıdan bile yanlış. Dünya tek bir cumhuriyette birleşecek duruma geldiyse zaten devlet de sönümlenip gitmiştir. Her türlü devlet, cumhuriyet biçimi de, dünya cumhuriyeti biçimi de dahil, yanlıştır ve emekçiler üzerinde bir diktatörlüğü ifade eder.
Cumhuriyet dönemindeki işçi cinayetlerinin teknoloji düzeyine oranı, bugünküne kıyasla neden düşük o zaman? Cumhuriyet karşıtları bunu da açıklasın!
İşçi cinayetleri ile özelleştirmeler arasındaki istatistiksel ilişkiyi takmayan ve her sorunu Birinci Cumhuriyet’e dayandıran high-level Trotskyistleri de partimizde görmek isteriz! Bir, iki, üç daha fazla DSİP!
Fazla basmakalıp, çok klişe…
Bugün ve kısa vadede sınıf bilincine sahip kitleler de yok, önderlik de…
Bu korkunç sömürü ve vahşi kapitalizmin mahvettiği 18 insan hangi gerçeği anlatmak için yeterli ki… Daha “dün” Soma’daki korkunç katliam böyle kolay unutturulmuşsa…
O “büyük devrim” oluncaya dek böyle ağıt mı yakılacak? Ah o gün gelecek ve bu cinayetler artık olmayacak diye avunulacak mı?
Tam da bu düşünce gündelik mücadelenin önünü tıkamıyor mu? Bu cinayetlerin devrim’le ne ilgisi var!
Bir yanı ile bu tutum burjuva patronlarının bu cinayetlerini sınıf olarak “olağan” görmeyi yaratmaz mı; o güne kadar işleyin cinayetlerinizi… o gün gelecek ve…
Peki bu cinayetler neden gelişmiş ülkelerde yok; oradaki burjuvazi çok mu insancıl?
Buradakiler katil, oradakiler organize bir sınıf! Bu anlatılmalı..
O zaman Batı’ya övgü mü olur? Aman ha! İşte bu yüzden örneğin orada belki sosyalizmi kurarsınız ama bu “kafa” ile burada vahşi bir devletçi kapitalizm de kolayca kurulur…
Bırakalım siyaset! Soma ve diğer işçi cinayetleri intihar eden gencin korkunç cinayetinden daha mı değersiz? Daha mı bağışlanır?
En temel insani vahşeti siyasetin dışında da yargılamak, hesap sormak, hesap kesmek gerekirken…Bu bile yapılamıyorsa her türlü siyaset insanlık suçlarını örtmeye de yarıyor…
Bu yazı böyle deneyimli insanlara yakışmıyor…
..
CHP ve sol
Ecevit’in 60’ların ortasında “ortanın solu” kavramını ortaya atmasına kadar CHP’nin sol kavramıyla bir ilintisi bulunmuyordu. Yani o güne kadarki 40-45 yıllık varlık süresi boyunca CHP’nin sol olmak gibi bir iddiası yoktu. Nitekim CHP’nin resmi internet sitesinde verilen parti tarihinde, “1960’lı yılların ortalarında CHP sola açılarak kendisini ‘ortanın solu’ olarak tanımladı” ifadesiyle de bu olgu açıkça belirtilmektedir. Bu ifadenin devamında yer alan satırlar da CHP’nin kendisini nasıl gördüğü konusunda aydınlatıcıdır:
“1970’li yıllarda ideolojisini ‘demokratik sol’ kavramıyla tanımlayan CHP, önerdiği sosyal reformlarla ‘düzen değişikliği’ni hedefledi. Bu süreçte CHP, ‘devlet partisinden’ ‘halkın partisine’, ‘düzen partisinden’ ‘değişimin partisine’ dönüştü. Sosyalist enternasyonale katılan CHP, tarihsel geleneğini ve temellerini temsil eden ilkelerin yanı sıra sosyal demokrasinin evrensel ilkelerini de benimsedi.”
Bu özet, CHP’nin 70’lerde en azından görüntüde yapmaya çalıştığı şeyi anlatsa da, gerçekliği anlatmıyor. Gerçekte CHP, 60’lar ve 70’lerde devrimci gençlik hareketinin ve işçi hareketinin yükselişi temelinde toplumun yaşadığı genel uyanış karşısında sol bir söylem tutturmaksızın ayakta kalamayacağını görmüştü. O bunu yaparak, hem bu dalgayı dizginlemek hem de Süleyman Demirel’in Adalet Partisi gibi halk desteğine sahip tarihi rakibi karşısında kendine bir taban sağlamak istemiştir. “Ortanın solu” aldatmacasının hikmeti buradadır.
CHP’nin sol kavramıyla flörtü başlayana kadarki uzun sicili, amansız bir komünizm ve işçi düşmanlığıyla bezelidir. 60’lı yıllara kadar CHP en sıradan işçi haklarının bile karşıtı olmuş, hatta 1950’de iktidardaki Demokrat Parti sendika, grev yasası gibi düzenlemeler önerdiğinde, CHP’li eski çalışma bakanı Sadi Irmak CHP adına “böyle bir şey olamaz” diye itiraz etmiştir.
Bu özellikler gerici bir burjuva partisinin tipik özellikleridir. Tepeden inme bir burjuva rejim kurma perspektifiyle hareket eden Osmanlı paşalarınca kurulmuş olan CHP tam da böyle bir parti idi. Bırakalım komünistleri ve emekçi sınıfları, CHP cumhuriyetin başlangıcından itibaren yaklaşık çeyrek yüzyıl boyunca başka burjuva partilerine bile izin vermeyen bir tek parti diktatörlüğü kurmuştur. Bu dönemde CHP ve devlet aygıtı neredeyse tümüyle örtüşmekteydi, yani CHP bir bakıma Kemalist devletin kendisiydi. Ya da bir başka ifadeyle CHP, rejimi kuran ayrıcalıklı asker-sivil bürokrasinin partisiydi.
CHP, tek parti diktatörlüğünü ve baskıcı uygulamaları, toplumu “sınıfsız, imtiyazsız, çıkarları ortak tek bir kitle” olarak tanımlayan ideolojisiyle gerekçelendiriyordu. Öyle ya, çıkarları ortak tek bir kitle varsa bunun da yalnızca tek bir partisi olabilirdi. CHP’nin programının temellerini oluşturan “altı ok”un da (cumhuriyetçilik, laiklik, halkçılık, milliyetçilik, devletçilik, inkılâpçılık) sol kavramıyla doğrudan bir ilgisi yoktu. Bu nedenle o zamanın CHP’sini burjuva sol olarak değerlendirmek bile mümkün değildir. Sözgelimi CHP’nin ilkeleri arasında “demokrasi” yoktur, “toprak reformu” yoktur, Kürt halkının, Ermenilerin ve daha nicelerinin haklarının savunuluşu yoktur.
Keşke bu hakikat TC’nin kuruluş sürecinden itibaren 60’lara kadar geçen uzun dönemde son derece ağır şartlarda kahır dolu bir mücadele veren ve ağır bedeller ödeyen Türkiyeli komünistler tarafından da açık bir bilinçle kavranmış olsaydı. Zira bu nokta 60’larda yükselişe geçen Türkiye’deki devrimci hareketin Kemalizm ve CHP konusundaki yanılsamalarına temel oluşturan yanlışların kaynağı olmuştur. CHP ve Kemalizm daha en başından beri komünistlere katliamı, hapisleri, işkenceleri, ağır takip ve acımasız polis baskısını reva görmüştür. Buna rağmen Türkiye Komünist Partisi bu yıllar boyunca, ülkenin geriliğinin aşılması ve kapitalizm öncesi yapıların tasfiyesi adına, burjuva devriminin temsilcisi olarak gördüğü CHP’nin ve Kemalist rejimin destekçisi olmuştur.
Peki CHP, çoğunluğa belletildiği gibi, en azından 60’ların ikinci yarısından itibaren sosyal demokrat bir sol parti olmuş mudur? Her şeyden önce CHP diğer sosyal demokrat partiler gibi işçi hareketinin içinden gelmemiştir, örgütlenmesi işçi sınıfına dayanmamaktadır, üye bileşimi işçi ağırlıklı değildir. Siyasal çizgisinin ve programının da ağırlık noktası, işçi sınıfı için en azından kapsamlı reformlar –bunların gerçekleştirilip gerçekleştirilmemesinden ayrı olarak– olmamıştır. Ne yaptığının çok iyi farkında olan Ecevit de hiçbir zaman başlattığı ve sürdürdüğü hareketi “sosyal demokrat” olarak adlandırmadı, bilinçli olarak “ortanın solu”, “demokratik sol” gibi başka nitelemeler kullandı. Bu dönemde yapılan değişikliğin özeti, partinin varoluş temelini oluşturan Kemalizm ile sosyal demokrasinin bazı yönlerinin eklektik ve yüzeysel biçimde birleştirilmesidir. CHP 70’lerdeki güçlü sol yükseliş boyunca sosyal demokratlığa nispeten daha yaklaşmış, ancak her zaman Kemalizm unsuru onun alttaki özü olarak kalmaya devam etmiştir. Esasen Kürt hareketi ve İslamcı hareketin yükselişinin damgasını vurduğu 90’lı yıllar ve rejimin buna yanıtı niteliğindeki 28 Şubat örtülü darbesi, bu özün yeniden belirgin biçimde öne çıkması için zemin oluşturdu. CHP o gün bugündür köklerinden gelen bu yönü her bakımdan daha da belirginleştirmektedir.
http://marksist.net/GUN/Sol%20nedir%20CHP%20kimdir.htm
Cumhuriyet Bayramı kutlamaları
Roni MARGULİES
Bu gazetenin yazar ve okurları, Ertuğrul Gazi’yi Anma ve Söğüt Şenlikleri’ne katılmadıkları gibi, birbirlerinin Cumhuriyet Bayramı’nı da kutlamaz. Çalışanların kitlesel eylemiyle devrileceğini umduğumuz düzenin kuruluş yıldönümünü kutlamak adetimiz değildir.
Türkiye Komünist Partisi Siyasi Komite’sinin 29 Ekim günü yaptığı açıklama ise şöyle son buluyor: “TKP bu yol ayrımında, ülkenin tüm ilerici, yurtsever, devrimci birikimini, tasfiyeci güçlere karşı koymaya, bu süreci durdurmaya çağırmaktadır. Bu çağrıya kulak verenlerin Cumhuriyet Bayramı kutlu olsun!” Zaten TKP bir zamandır “Cumhuriyet’in kazanımlarının savunulmasını” komünistlerin temel görevi olarak saptamış bulunuyor.
Önce kendi tavrımızı açıklayalım.
“Cumhuriyet”, tarihötesi, soyut, her koşulda savunulması gereken mutlak ve ulvi bir değer değildir. Örneğin, birileri çıkıp İlhan Selçuk’u Padişah, Doğu Perinçek’i Halife yapsa ve Büyük Millet Meclisi’ni lağvederek saltanat dönemine geri döndüğümüzü ilan etse, Cumhuriyet’i korumak için TKP ile omuz omuza mücadele ederiz. Keza, yarın tüm seçimler kaldırılıp sivil kurumlar kapatılıp İlker Başbuğ Milli Şef ilan edilse, TKP yine Cumhuriyet’i korumada bizden iyi müttefik bulamayacaktır.
Öte yandan, Cumhuriyet’i tehdit eden güç, örgütlü ve silahlı işçi sınıfı ise, bir genel grev ortamında işçiler kendi iktidar organlarını kurup Meclis’in kapısına kilit vurmuş, mevcut Cumhuriyet devletini yıkıp kendi devletini kurmaya başlamış ise, Biz Cumhuriyet’i koruyor olmayacağız. Anlaşılan, TKP koruyor olacak; müttefikleri ise mevcut devletin ordusu ve kolluk güçleri olacak.
Kendine “komünist” sıfatını yakıştıran bir partinin bunlardan habersiz olması mümkün değil, ama bu durum Türkiye’de artık kimseyi şaşırtmıyor.
TKP’nin “Cumhuriyet’in kuruluşunun 85. yılı nedeniyle yaptığı açıklama” şöyle başlıyor: “Türkiye Cumhuriyeti, 85 yıl önce bağımsızlık, egemenlik, laiklik ve halk iradesine dayanma iddiasıyla yola çıktı. Arkalarına bağımsızlık mücadelesinin meşruiyetini alan Kemalist kadrolar, Türkiye Cumhuriyeti’ni ilan ederek tarihsel bir sıçramaya imza atmışlardır. Bu sıçramanın kendisi de, bağımsızlık, egemenlik, laiklik ve halk iradesine dayanma fikri de komünistler için bugün tarihsel değerini fazlasıyla korumaktadır”.
Bir burjuva devletinin kuruluşunu ve kuran kadroların amaçlarını böylesine safça ve ahmakça anlatan metinler, TKP yayınlarının yanı sıra, olsa olsa Eğitim Bakanlığı’nın liseler için hazırlattığı resmi tarih kitaplarında bulunabilir. Kuruluşunun ilk 27 yılında tek parti (hatta tek kişi) yönetimi ile yönetilen, gülünç ve göstermelik seçimlerden başkasını bilmeyen, “Ebedi Şef”, “Milli Şef” gibi kavramlardan kurtulamayan Cumhuriyet, “halk iradesine dayanma iddiası” taşıyormuş!
Türkiye’de burjuva devletinin kuruluş ideolojisi olan Kemalizm’i kutsayan ve kutlayan TKP, “bağımsızlık, egemenlik, laiklik ve halk iradesi” amaçlarını Mustafa Kemal’den öğrenmiş, mal bulmuş Magribi gibi bu amaçlara sarılmış kalmış. Siyaseti burjuva devrimcilerinden öğrenip bir adım öteye gidemeyenler hangi anlamda “komünist” oluyor? TKP’nin herhangi bir komünist amacı var mı? İşçi sınıfının iktidarı gibi, çalışanların yönetmesi gibi, sömürünün ortadan kaldırılması gibi?
Kaldı ki, “bağımsızlık, egemenlik, laiklik ve halk iradesi” gibi laflar tümüyle madrabazlık, tümüyle yalan. Tek derdi var TKP’nin: Laiklik. “Şeriat geliyor, laiklik elden gidiyor, gericiler ve örümcek kafalılar memleketi ele geçiriyor”.
Baklayı ağzından şu kelimelerle çıkarıyor TKP açıklaması: “Türkiye burjuvazisi, 85 yıl önce iç ve dış koşulların denk düştüğü bir sırada göze aldığı, kendi çıkarlarına uyarladığı büyük “Cumhuriyet hamlesi”nden bugün tamamen kurtulmak için gün saymaktadır. AKP iktidarını kimse başka türlü anlamlandıramaz… Türkiye hiçbir zaman gerçek anlamda laik bir ülke olmamış, dinci hareketler zengin sınıfların imdadına yetişen bir siyasal araç olarak ilerici düşünce ve örgütlenmeye karşı kullanılmıştı. Ancak bugün laiklikten bir bütün olarak kurtulmak için düğmeye basılıyor”.
Mesele sadece ve basitçe AKP. Zaten 2002 öncesinde TKP “Cumhuriyet’i korumak”tan söz etmiyordu. Erdoğan’ın başbakan olmasıyla başladı bu yaygara. Yine Mustafa Kemal’den öğrenilmiş, Genelkurmay’dan alınan ek derslerle pekiştirilmiş bir yaygara.
AKP’nin neoliberal siyasetleri, sağlıkta “reform” uygulaması, Kürt sorununun barışçıl çözümü hakkındaki çekingenliği ve daha bir dizi benzer konu eleştiriliyor olsa, bir diyeceğimiz olmaz. Birlikte mücadele ederiz.
Oysa, “bugün laiklikten bir bütün olarak kurtulmak için düğmeye basılıyor” ifadesi, Milli Güvenlik Konseyi’nin başlattığı ve kullandığı Kemalist paranoyadan başka bir şey değil. TKP’nin, CHP’nin ve diğer ulusalcıların tüm yaklaşımını özetleyen bu ifade, iki sonuç yaratıyor.
Birincisi, Cumhuriyet tarihinde ilk kez din konusunda yumuşak, esnek ve hoşgörülü bir yaklaşım sergileyen hükümetin bu yaklaşımından memnun olan çok büyük çoğunluk, “laiklik elden gidiyor” korkusunun anlamsız olduğunu bildiği için, bu korkuyu yayanları ciddiye almıyor. Yayanlar “sol” olarak algılandığı için de, solu ciddiye almıyor.
İkincisi, parlamentoda CHP, sokaklarda da TKP ve benzerleri hababam laiklik yaygarası kopardıkça, halk kendini hükümete daha da yakın hissediyor, neoliberalizme karşı yapılabilecek muhalefet kaynayıp gidiyor.
Önümüzdeki dönemde, ekonomik krizin yıkıcı etkileri yoğunlaştıkça ve krizin faturası emekçilere çıkartılmaya çalışıldıkça, hükümetin ekonomik politikalarına karşı direnmek daha da önem kazanacak. TKP ise “laiklikten bir bütün olarak kurtulmak için düğmeye basan” hayali bir düşmana karşı hayali bir mücadele sürdürmeye devam edecek. Etsin. İyi olur. Silinir gider.
http://www.sosyalistforum.net/87415-post1.html
Osmanlı saltanatının 16.cı yüzyıl ortalarını izleyen son 370 yıllık döneminde, şahsi istibdat (otokrasi) örneklerine çok ender rastlanır. Kısa sürede hüsran ve idamla sonuçlanan bir-iki istisna (Genç Osman, belki III. Ahmet ve III. Selim) dışında, kurumsal dengeleri başarıyla altederek mutlak kişisel iktidarlarını kurabilen hükümdarların sayısı üçü geçmez: IV. Murat, II. Mahmud ve II. Abdülhamid. Bunlardan gerçek anlamda bir zulüm ve terör düzeni getiren ise sadece birincisidir. Konuyu doğru bir perspektife oturtabilmek açısından ayrıca hatırlatmakta yarar vardır ki, örneğin Abdülhamid’in 32 yıllık istibdadı sırasında siyasi nedenle idam veya katl edilen iki kişi (Mithat ve Mahmut Celaleddin Paşalar) varken, Cumhuriyetin sadece ilk on yılı için bu rakam en az birkaç yüz düzeyindedir.
Osmanlı hükümdarları, Batılı meslekdaşları gibi sağlam ve tartışmasız bir otoriteye hiçbir zaman sahip olamamışlardır. 16.cı yüzyıl sonrası padişahların yarıdan fazlası darbe ile devrilmiştir; aralarında hayaları sıkılarak linç edilenler (II. Osman), cariyelerin feryatları arasında bıçaklanıp boğazlananlar (III. Selim), hücresinde makasla bilekleri kesilenler (Abdülaziz) vardır. Saltanatın yalnızca son yüzyirmi yılında, dokuz padişahın altısı (III. Selim, IV. Mustafa, Abdülaziz, V. Murat, II. Abdülhamid, Vahdettin) sivil veya askeri ayaklanmalar sonucu tahttan indirilmişlerdir; bunlardan üçü katledilmiş, ikisi ölünceye kadar hapsedilmiş, biri yurt dışına kaçmaya mecbur kalmıştır.
20.ci yüzyıl başında hanedanın önde gelen mensuplarının, eğitim, kültür, karakter ve yaşam tarzı itibariyle ilkel bir görünüm arzettikleri, ya da Osmanlı-Türk elitinin ortalama standartlarının gerisinde kaldıkları ileri sürülmüştür. Bu olguda, Abdülhamid’in olağanüstü kişiliği ve rejiminin, başta kardeşleri Reşat ve Vahdettin olmak üzere, kendi kuşağından prensler üzerindeki boğucu etkisi gözardı edilmemelidir. Yoksa Osmanlı ailesi geçmişte III. Selim ve II. Mahmud gibi radikal reformcular, veya Abdülmecid gibi “Batılılaşmış” bir Tanzimat züppesi de üretebilmiştir.
Abdülhamid-sonrası kuşağın ilk temsilcisi olan Abdülmecid Efendi (son halife), yabana atılmayacak ölçüde modern düşünceli ve kültürlü bir zattır. Milli Mücadeleyi başından itibaren desteklemiştir. Batı tarzında iyi bir ressamdır (İslam halifesi sıfatını taşıyacak biri için bu husus özellikle ilgiye değer!). Oğlu Ömer Faruk Efendi, Osmanlı hanedanı tarihinde ilk kez Batı’da – Viyana’nın ünlü Theresianum akademisinde – eğitim görmüş, Prusya ordusunda subay olarak yetişmiştir. Kişisel zerafet ve kültür açılarından, Milli Mücadele liderlerinin pek çoğunu gölgede bırakır.
http://www.nisanyan.com/?s=soru-12
Unutmamak gerekir ki son devir Osmanlı padişahlarının normal rolü – bir tek Abdülhamid istisna edilirse – bir çeşit siyaset-üstü devlet başkanlığını oynamaktan ibaret kalmıştır. Bir Abdülmecid veya Abdülaziz’in gerçek siyasi konumu, günümüzdeki cumhurbaşkanlarından pek farklı değildir. 1922’de Vahdettin’i bertaraf ederek yeni rejimi tasarlama aşamasına gelen milliyetçi şeflerin aklındaki ideal model ise, herhalde İttihat ve Terakki günlerinin etliye-sütlüye karışmayan Sultan Reşat modeli olmalıdır. O günlerde Mustafa Kemal’in padişahlığı konusunda yapılan spekülasyonları daha çok bu çerçevede değerlendirmek gerekir.
CHP’nin 1927 tarihli tüzüğünün “Umumi Esaslar” başlığı altındaki 6.cı maddesi, “Cumhuriyet Halk Fırkasının umumi reisi, fırkanın banisi olan Gazi Mustafa Kemal Hazretleridir” hükmünü getirmiş, 7.ci madde ise “İşbu umumi esaslar, hiçbir veçhile tebdil edilemez [değiştirilemez]” diyerek, umumi reislik makamını Gazi’nin şahsında değişmez kılmıştır. 1931 tarihli yeni tüzükte ise mantık oyunu bir yana bırakılmış, 2.ci maddeye açıkça “Cumhuriyet Halk Fırkasının daimi Umumi Reisi, Fırkayı kuran GAZİ MUSTAFA KEMAL Hazretleridir” hükmü konulmuştur. Bu madde, “Ebedi Şef” ve “Ebedi Genel Başkan” şekillerinde, partinin kapatıldığı 1982 yılına kadar korunacaktır.
Tek Parti devletinde parti umumi reisliği, önemsiz bir makam değildir. Gerek 1927 (20-23.cü maddeler) gerekse 1931 tüzüğü (18.-20.ci maddeler) uyarınca, “Fırka namına söz söylemek selahiyetini ancak umumi reis haizdir.” Umumi reis ile onun re’sen seçtiği ve azlettiği bir başkan yardımcısı ve bir genel sekreterden oluşan üç kişilik Parti Başkanlık Divanı, “Büyük Millet Meclisi intihabını [seçimini] idare ve Fırkanın mebus namzetlerini tesbit eder.” Milletvekili adayları, “umumi reis tarafından ilan olunur.”
Bir başka deyimle CHP tüzüğü, devletin en üst egemenlik organı olan TBMM seçimlerini “yönetmek” ve Meclis üyelerini belirlemek hakkını, geri alınmaz ve değişmez bir şekilde, Mustafa Kemal’e (ve onun istediği gibi seçip azledebildiği iki kişiye) bırakmaktadır.
Tarihte hiçbir Osmanlı padişahının mebusan meclisi üyelerini belirlemek yetkisine sahip olmadığı hatırlanmalıdır. Ayan meclisinde (senatoda) ise padişahın atama yetkisi var, fakat azil yetkisi yoktur. İşin veraset yönü bir yana bırakılırsa, Osmanlı saltanatı ile Tek Parti cumhurbaşkanlığı arasında hangisinin “monarşi” tanımına daha fazla girdiği, tartışılmaya değer bir konudur.
http://www.nisanyan.com/?s=soru-10
Marx’ta hayat yok!
Ömer Tuncer yazmış. “Sevgili Sevan Nişanyan (ulaşabilecek mi bilmiyorum), “Yanlış Cumhuriyet” kitabını da okudum. Osmanlı ve Kemalist Devrim’e bir de şöyle baksak mı diye düşünüyorum:
1) Kemalist Devrim, bir Ümmet toplumuna (feodalizme, yani Aristokrasiye – Şark’ın “ağalık” ya da “beylik” düzeni de diyebiliriz) karşı yapılmış bir “Burjuva Devrimi” değil midir?!.
2) Bu hareketin başlangıçları, 13.yy’daki Babaîlik, Ahîlik ve erken Bektaşîlik hareketlerine kadar gider. Osmanlı da bu hareketlenmeler üzerine aynı çizgide kurulur. Murat Hudavendigâr’dan başlayan feodal karşı-devrim, 2.Mehmed(açıktan ilk sultandır)’le iktidara gelir, Kanuni ile oturur.
3) Evrensel nehir akmaktadır. Toplumsal değişim durmaz, Avrupa’da Renaissance hareketleri ve arkasından önce Amerikanın kuruluşu 1776 ve Fransız Devrimleri 1789 gelir ve bir sürü kargaşadan sonra Burjuva sınıfını iktidara taşırlar. Dolayısıyla akış içinde Aristokrat sınıfın da zaman içinde kuru bir kabuk olarak “atli arabasıyla düğüne gitme” dışında bir işlevi kalmayacaktır.
4) Renaisance sonrası Burjuva kültürünü -ki aynı zamanda Ortaçağ’a tepkidir- oluşturmaya başlayan Avrupa’ya özenmeye başlayan Osmanlı feodalizmi, kökleri kendisinde olmasına, yıkmak için karşı devrim yapmış olmasına karşın Avrupa’ya özenmeye önce lâlelerden başlar (1718-1730).
5) Aynı yy sonunda sosyal yapıda biçimsel Batılılaşma hareketleri gelir – 3.Selim ve 2.Mahmud – kılık kıyafet değişikliği, Anadolu Rum’unun “fes”ini benimseme, batılı gibi giyinme (Fransız Devriminin arkasından)…
6) İlk sosyal değişim hareketleri: Milliyetçi hareketler (Yunanistanın ayrılması) Gülhane Hatt-ı Humayunu, ardından tapu kanunu, hemen ardından Türkçülük: Jön Türkler… Onun da ardından Abdülhamit’in Osmanlı’yı “yerinde tutmak” için zorunlu zorlamaları (biraz da bugüne benziyor sanki).
7) “Akış” içerisinde, Feodalizme karşı Kemalist Burjuva (sermaye) Devrimi, liderinin Osmanlı feodal kültüründen gelen günahıyla, feodalizme karşı sermaye kültürü hareketi olmasının sevabıyla, bütün bunların üstüne oturan -belki de Osmanlı karşı devrimini de aşarak- 13.yy kültürü üzerine kurulmuş olan toplumsal bir hareket olarak değerlendirilmeli değil midir?”
Ömer bey,
Feci derecede yanlış bir analiz bana sorarsanız. Tarihi gerçeklikle herhangi bir bağını kuramadım.
Bir kere aristokrasi ile feodalizm apayrı iki kavram. Marx (ve genelde 1848 devrimcileri) ikisini kasıtlı olarak karıştırır. Aristokrasi: merkezi elitin ırsi bir zümrenin elinde olması. Türkiye’de bunun zerresi görülmedi. Feodalizm: taşrada merkezi devletten nispeten bağımsız yerel beylerin hüküm sürmesi.
Osmanlı devletinin zayıfladığı dönemde, taşrada by default böyle unsurlar ortaya çıktı. Kürt, Arap, Arnavut vb. bölgeleri dışında pek organize bir yapıya kavuşamadılar. Tanzimatla başlayan ve Cumhuriyetle devam eden süreçte devlet teşkilatı güçlendirilince silinip gittiler.
Silinmeleri iyi mi oldu, kötü mü oldu, emin olamıyorum. Avrupa deneyiminde özgün olan şey, devlet karşısında güçlü ekonomik, sosyal ve fikri dayanakları olan, kendi tercihlerini dayatabilen, püf deyince hizaya gelmeyen zümre ve bireylerin varlığıdır. Avrupa’yı güçlü kılan da, yaratıcı kılan da, ahlaken ve fikren üstün kılan da budur. Bizde böyle bir numara yoktu. Osmanlı’nın yıkılışı karambolünde varolmaya çalışan birkaç cılız unsuru da “Cumhuriyet devrimi” ezip attı.
Homojenleştirilmiş kitle toplumu iyi bir şey değildir. “İlerleme” yahut “burjuva devrimi” gibi palavralarla örtülebilecek bir şey de değildir. Bugünkü sıkıntılarımızın özü budur. Cumhuriyet’imizin bize armağanıdır.
http://nisanyan1.blogspot.de/2014/11/marxta-hayat-yok.html
http://www.facebook.com/notes/seyfi-cengiz/bayramlara-dair/630276213690078