SSCB, KOMİNTERN, TKP, KEMALİST REJİM – I
1917 Devrimi dünya çapında muazzam bir devrimci etki yapmıştı. Dünya işçi sınıfı ve ezilen halklar dünya devrimi mesajını almış ve büyük bir coşkuya kapılmışlardı. Dünya, Rus devriminin verdiği şevkle yeni bir devrimci döneme girmişti. İşte, 1919 Mart’ında Komintern Birinci Kongresi bu koşullarda açıldı. Komintern (ya da III. Enternasyonal) gibi bir dünya devrimi örgütünü gündeme getiren iki itki söz konusuydu: 1. Dünya işçi sınıfının ve ezilen halkların dünya devrimi konusundaki itkileri; 2. Bolşeviklerin, emperyalist ambargoya karşı ezilen halklardan ve işçilerden oluşan bir destek güç yaratma çabaları. Bu her iki itki de başlangıçta devrimci bir yönelimi ifade ediyordu, ne var ki, Bolşevikler iktidara oturup yerlerini sağlamlaştırdıkça (özellike İç Savaşın bitiminden itibaren), 2. itki devrimci olmaktan çıktı ve Sovyetler Birliği’nin devlet çıkarlarının korunması güdüsüne dönüştü ve bu güdünün süreç içinde Komintern’e hakim olmasıyla bu örgüt dünya devriminin aygıtı olmaktan çıkıp Sovyetler Birliği’nin dış politikasının aleti olmaya dönüştü.
Komintern’in Lenin dönemi ile Stalin dönemi arasında önemli farklar vardır elbette ama Lenin döneminde de sürecin, dünya devriminden, SB’nin dış politikasının aygıtı olmaya doğru ilerlediğini saptamak gerekir. Bunun örneklerini, ileride, özellikle Türkiye bağlamında ama aynı zamanda dünya çapında yürütülen politikalar kapsamında göreceğiz.
1919’daki Birinci Kongre’de batıdan gelecek devrim umudu henüz sönmemişti ve Bolşevikler henüz bir iç savaş ortamında bulunduklarından tam bir devlet yönetimi ruh halinde değillerdi, yaşayabilmek için samimi olarak dünya devriminin gelişmesine inanıyorlardı ve içerde uyguladıkları “proletarya diktatörlüğü”nün ortaya koyduğu haksızlıklara rağmen dışarda hâlâ devrimciydiler. Ne var ki, batıdan gelecek devrim umutları, Spartakist ayaklanmanın bastırılmasından sonra gittikçe sönmeye yüz tuttu ve bu sefer Bolşevikler yüzlerini doğu halklarına döndüler. 1920 yılında yapılan Baku Doğu Halkları Kurultayı bu yönelişi ortaya koyar.
Yine 1920 yılında yapılan Komintern II. Kongresinde, doğal olarak sömürgeler sorunu ve bu tür ülkelerde devrimin yönelimleri tartışma konusu oldu. Tartışmaların tarafları, Hintli komünist Roy ile Lenin’di. Lenin’in tezleri, anti-emperyalist mücadeleden hareketle “milli burjuva” hükümetleriyle de ittifak yapmayı kapsıyordu: Örneğin Mustafa Kemal ve Afgan şahıyla. Hintli devrimci Roy bu teze şiddetle karşı çıktı. Roy, sömürge ve yarı-sömürge ülkelerin mücadelesinin dünya devrimi açısından belirleyici önemde olduğunu, hatta batıdaki devrimin kaderinin de buralara bağlı olduğunu ileri sürmekle birlikte, Lenin’den çok temel bir noktada ayrılıyordu. Roy, “milli burjuvazi” denen, sömürge ve yarı-sömürge ülkelerin egemenleriyle ve onların hükümet ya da devletiyle ittifak kurulmasına kesinliklee karşı çıkıyor; bunun yerine işçi ve köylü yığınlarına dayanmak gerektiğiri ileri sürüyor; üstelik, eğer bu egemenlerle ittifak kurulursa işçi ve köylü yığınlarının devrimden yüz çevireceğini söylüyordu. Roy ile Lenin arasındaki bu tartışma (gerçi o kongrede Lenin, tezlerini Roy’a biraz daha yaklaştırarak bir uzlaşma yolu bulmaya çalışmıştı) geleceği belirleyecek önemdedir. Aslında bu tartışma, Bolşeviklerin, dünya devrimi yolundan mı gideceklerini, yoksa devlet haline gelip devletler arası diplomasi oyunu mu oynayacaklarını gösteren bir ayrım noktasına işaret ediyordu.
İşte Komüntern’in Lenin döneminin ikinci aşaması tam da bu noktada başlamıştır. Brest-Litovsk barışının imzalanmasıyla devletler arası arenaya ilk adımını atan ve aynı zamanda dünya devrimini bir kenara bırakıp Sovyetler Birliği’ni yaşatmayı birinci plana almış olan Bolşevikler, iç savaşın bitiminden itibaren devletlerarası diplomasi arenasında hızla ilerlediler. Kronstadt’ın ezilmesi de aynı döneme tekabül eder. Aslında Kronstadt’ın ezilmesi devrimin bırakılmasının ve karşıdevrim yönünde ilerlenmesinin sembolü gibidir.
Zaten batılı kapitalist devletler de bu eğilimi görmüş ve amborgoyu sürdürmeyi tamamen bir yana bırakmadan da olsa, Sovyetler Birliği’ni bir devlet olarak tanıma ve onunla diplomatik ilişkiler kurma, ardından da ticari anlaşmalar yapma yoluna gitmişlerdir. Sovyet-İngiliz ticaret anlaşmasının imzalanmasının Kronstadt’ın ezilmesinden iki gün önceye rastlaması son derece manidardır. (Bkz: Paul Avrich, Kronstadt 1921, çev: Gün Zileli, Versus, 1966)
Sovyetler Birliği’nin özellikle 1921 yılından itibaren devletler diplomasisi alanına tabi olduğunu ve dünya devrimi sevdasını bir kenara bıraktığını söyleyebiliriz. Dolayısıyla bu tarihten itibaren Komintern de tedricen bir dünya devrimi aygıtı olmaktan çıkarılmış ve Stalin döneminde en zirve noktasına ulaşacak şekilde, Sovyetler Birliği devletinin dış politika çıkarlarının aleti haline getirilmiştir.
İşte Türkiye TKP’sinin kurulduğu 1920 yılından itibaren izlediği politika ve zikzakları Kominitern’in bu yönelimi altında inceleyeceğiz. Keza Komintern’in Kemalist iktidara ilişkin politikalarını da bu gelişmenin ışığında incelemekte, dolayısıyla Kemalizm ile TKP arasındaki ilişkileri de bu şekilde çözümlemekte fayda var.
Gelecek seminerde, 1920 Türkiye’sinde olacağız.
Gün Zileli
24 Mart 2010
komüntern, Wilson prensipleri olarak bilinen “ulusların kendi kaderini tayin hakkı”na aykırı bir durumdur. Ulusları, komünüst, proleterya, gibi ideolojik araçlar etrafında bölmüş ve iç çatışmaları kışkırtmış, kendisine yakın duran örgütlerin dayatmaları karşısında karşı çıkan örgütlerin emperyalizmin tuzağına düşmelerini sağlamıştır. Nitekim Yalta konferansı sonrasında dünya devlerleri, ulusların toprakları bu çerçevde paylaşılmıştır.