Siyaset ve Paranoya…
Hayatım boyunca ruhumda siyasetle edebiyat arasındaki gerilimi yaşadım. Ruhsal olarak siyaseti hiç sevmem, devamlı olarak siyasetten edebiyata kaçmaya çalışırım ama sorumluluk duygum beni durmadan siyasete çeker.
Siyasetçileri kızdırmak pahasına şunu söyleyebilirim: Gerçek siyasetçiler, hangi eğilimde olurlarsa olsunlar, bir paranoyaklar topluluğudur; ancak bu paranoyakların, psikologların “paranoyak” tanısı koyduğu zararsız paranoyaklardan farkı, paranoyalarını siyasi amaçlarına uygun olarak ve bilerek üretmeleridir. Yani siyasetçiler, paranoyak değil, paranoya üreticisidirler; o sırada işlerine gelen paranoyaları siyaset alanına ve topluma bir zehir gibi enjekte ederler. Onlarla oturup samimi bir şekilde sohbet edecek olsanız (ki, bu olanağı hiçbir zaman bulamazsınız) ortalığa saçtıkları paranoyalara kendilerinin de inanmadığını görürsünüz. Anlayacağınız, bile bile, gözünüzün içine baka baka yalan söylerler. Öyle ki, durmadan tekrarladıkları bu yalanlarına bir süre sonra kendileri de inanmaya başlarlar. Öte yandan, paranoyalarının siyasi işlevi bittiğinde bunu anında unutuverirler de. Ama bir saniye sonra başka bir paranoyayı piyasaya sürdüklerini görebilirsiniz. Kısacası, profesyonel siyasette, paranoya imal etme sanatı en başta gelen unsurlardan biridir.
Aktüel siyaset alanına şöyle bir bakalım. MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, “vatanı bölme girişimi içindeki bölücü terör örgütünün sinsi ve açık faaliyetleri”nden söz ederken acaba gerçekten böyle bir şeye inanıyor mudur? Hiç sanmıyorum. Aşırı sağ siyaseti yürütmek için böyle bir “iç tehdidin” varlığına ihtiyacı var, bu yüzden her fırsatta bu “tehdidi” cilalayıp cilalayıp piyasaya sürmekle yükümlü hissetmekte kendini.
Keza İP Genel Başkanı Doğu Perinçek, aşırı sağcı ve ırkçı siyasetlerine payanda sağlayabilmek için “ordumuzu zayıflatmak”, “ülkemizi bölmek” isteyen “dış güçler” paranoyasını yıllardır körüklemektedir. Bu “dış güç” Amerikan emperyalizmidir ona göre. Oysa Türk ordusu NATO üyesi bir ordudur ve Amerikan emperyalizminin güçlü dayanaklarındandır. Aynı şekilde Türkiye de ABD’nin Ortadoğu’daki önemli müttefiklerindendir, bu yüzden Türkiye’yi parçalamak Amerikan emperyalizminin hiç işine gelmez. ABD’nin zaman zaman Türk ordusuyla ve TC devletinin dış siyaset hedefleriyle çelişen siyasetler izlemesi son derece doğaldır. Bu çelişkileri, ABD’nin Türkiye’yi parçalama emellerinin bir göstergesi olarak sunmak sadece böyle bir paranoya yaratarak ulusalcı politikaları ortaya sürme amacına hizmet eder.
Aşırı sağcıların paranoyaları vardır da “liberal”lerin ve AKP diktatörlüğünün paranoyaları yok mudur? Fazlasıyla vardır. Geçmişte, “vesayet” peşindeki “darbe heveslileri”yle ilgili paranoyayı birlikte, el ele inşa ettiler. Hatta bu paranoyaya dayanarak yıllar süren “Ergenekon” ve “Balyoz” gibi davaları bile imal ettiler. Bugün de, AKP’yle hâlâ ittifak siyaseti yürüten bir kısım “liberal” (bunlardan biri geçenlerde Başbakan’ın baş danışmanı oldu) “havuz medyası” denen yandaş medyayla el ele yeni yeni paranoyalar üretme peşindedirler. Bu paranoyaların en başında, Kürt hareketinin Kobane’yi “bahane ederek” bölücü faaliyetlerini arttırdığı yönündeki tevatür gelmektedir. Tabii ki, ellerinde iktidar olanağı olan siyasi mihraklar, paranoyayı körüklemek ve ikna edici olabilmek için bazı provokasyonlara da girişebilirler. İstedikleri yönde bazı olaylar yaratmalıdırlar ki, topluma dönüp, “bakın, biz demedik mi” diyebilsinler. Bingöl ve Yüksekova’daki tuhaf, oldukça tuhaf bazı olaylar, bence arzu edilen paranoyayı imal etmeye hizmet etmektedir. Bu konuda TSK da AKP iktidarı ile el ele çalışmaktadır. Bingöl’de polis müdürleri öldürüldü, ardından “PKK mensubu” olduğu söylenen üç kişi öldürüldü. Başbakan, “suçluların cezalandırıldığını” söyledi ve olaya yayın yasağı kondu. Yüksekova’da çarşıya inen üç gariban asker birileri tarafından öldürüldü. Olaydan iki saat sonra Genel Kurmay, olayı yapanların “PKK mensubu” olduğunu açıkladı. TSK iki saat içinde nasıl olmuştu da ateş edenlerin PKK mensubu olduğunu saptayabilmişti? Nitekim, hemen ertesi gün PKK merkezinden açıklama geldi: “Örgütlü birimlerimizin saldırıyla bir ilişkisi yoktur.” İlginçtir ki, derhal bu olaya da yayın yasağı kondu. “Barış süreci”ne bu kadar önem veren PKK’nın böyle bir saldırı düzenlemeyeceği açıktır. O halde?
Tuhaf olan, HDP cephesinden de bazı paranoyaların ortaya sürülmesidir. Geçenlerde CNN Türk’te Cüneyt Özdemir’in programına çıkan Sırrı Süreyya Önder’in bazı cümlelerini hayretle izledim. Bir bardak suda fırtına koparan “sekreterya” tartışmasından söz etmiyorum. Bu tür şeyler beni pek ilgilendirmiyor. Sözünü ettiğim, S. S. Önder’in, Ekim başındaki olayları yorumlarken “darbe tehlikesi”nden ve “olayları kışkırtan yabancı ülkelerin ajanları”ndan söz etmesiydi. Önder, bu paranoyalarla tuhaf bir biçimde yarı-“liberal”, yarı-ulusalcı bir profil sergiledi. Yıllar yılı “darbe tehdidi”ni ortaya sürenler “liberal”lerdir; “yabancı ülkelerin ajanları” paranoyası ise son yirmi yılda ulusalcıların tekelindeydi. Tabii daha eski yıllardaki Stalin döneminden söz etmiyorum. Bu paranoyanın şampiyonluğunu Stalin kimseye bırakmaz. “Yabancı ajanlar” paranoyası yüzünden Sovyetler Birliği’nde on binlerce insan idam edilmiş ya da gulaglara sürülmüştür. O dönem hangi ulusa mensupsanız otomatikman o ulusal devletin ajanı oluyordunuz! Bu geleneği Doğu Perinçek devralmış ve o sıralarda İngiltere’de yaşadığım için beni “İngiliz ajanı” ilan etmeye kalkışmıştı.
Anlıyorum, S. S. Önder ya da HDP’liler Ekim başındaki olaylarda kendilerini biraz zor durumda hissettiler. Kürdistan’da onların bile tahmin etmediği ölçüde şiddetli bir patlama meydana geldi. Devlet, Hizbullah’ı el altında hazır tutuyordu, anında kendi güvenlik güçlerini çekip Hizbullahçıları ortaya sürdü. Böylece bir “iç savaş” ortamı yaratıldı. Öte yandan, HDP de güçlerini denetleyemedi (Kürdistan sosyal patlamaya hazır bir barut fıçısı gibi şu an, ulusal çelişkilerle sınıfsal çelişki tarihte az rastlanacak ölçüde üst üste oturmuş durumda); bunun sonucunda da, olup bitenleri tam bilemiyorum ama, hiç istenmeyen vahşet tablolarının yaşandığı anlaşılıyor. S. S. Önder, daha sonra Ertuğrul Kürkçü’nün aklı başında bir şekilde yaptığı gibi, bu olayların toplumsal köklerine ineceği yerde acilen ucuz paranoyalara el atıverdi: “Darbeciler”, “yabancı ajanlar”. Üstelik öyle bir anlatıyor ki, hiç inandırıcı değil. “Yabancı ajanlar” olaylara o yönde meyil vermişler. Yabancı ajan olmaz mı, olur. Bunların bazı çabaları olmaz mı, o da olur. Ama yabancı ajan olaylara öyle bir anda meyil falan veremez. Hani suya meyil verip istediğiniz yöne akıtırsınız da, toplumsal güçler su değil. Üstelik insana sormazlar mı, yıllar yılı politika yaptığınız, yoğun bir seçmen kitlesine sahip olduğunuz bölgelerde siz insanlara meyil veremiyorsunuz da, üç beş günlük “yabancı ajanlar” nasıl meyil verebiliyor diye…
Bu ve buna benzer paranoyaları bundan sonra da duyacağız. Özellikle ulusalcı kesimler pek heveslidir bu tür paranoyalara. “İç savaş tehdidi” diyecekler, “darbe geliyor” diyecekler. Hatta “darbe tehdidi” paranoyasını “liberal”lerin elinden almaları mümkündür. Şimdi İP, AKP’ye yanladı ya. Sanmayın ki, AKP’ye doğru rota kıran ulusalcılar İP’lilerden ibaret. Dün İstanbul Barosu Başkanı Ümit Kocasakal da, HSYK’ya seçilenlerle ilgili “ihtiyatlı iyimserliği”ni ilan etti. Bence bir kısım ulusalcı, AKP’nin baş müttefiki “liberal”lerin yerine göz dikmiş durumda.
Şu siyasi ortamdan bir kurtulsam da, bu iğrenç taktiklere tanık bile olmasam.
Gün Zileli
28 Ekim 2014
Fakat Gün, paranoyak olmamız takip edilmediğimiz anlamına gelmiyor maalesef… 🙂
http://www.geocities.ws/dersimsite/ulusalkompleks.html
tabii ki öyle ama paranoyak olmazsak gerçekten takip edilip edilmediğimizi daha iyi anlarız 🙂
bu paranoya meselesinde eline su dökülemez olan abdullah öcalan’dir..her dönem ‘ya benim dediklerim olur ya da felaket olur’ cizgisinde ‘yaratici’ görüsleri olmustur..hatta sirri süreyya’nin ‘darbe’,’darbe mekanigi’ görüslerini apo,bir hafta önce aciklamisti.apo’nun bu’darbe’ aciklamasi mit’le ortaklasa kesfedilmis,bicimlendirilmis yeni bir korku salma,ayrica gerek duyuldugunda ‘darbe’ girisimi bahanesiyle muhalif cevrelere operasyonun on hazirligiydi..apo’nun cengaver savunucusu sirri süreya,yalnizca sahibinin sesi olmaktan gelen görevini yerine getirdi..kisacasi,siyasilerin paranoyasini islediginiz bu yazida,meselenin proto-tipi olacak apo’dan bahsetmemek eksiklik olmus…
Doğru, gerçekten de…
Yazının içeriği zaten Zileli-nin paranoyasını anlatıyor.
Dönmenin paranoyası diyebiliriz.
Bu bir Gregor Samsa ruh halidir.
Gregor Samsa vazgeçmenin,dönmenin simgesel anlatımıdır.
Ama dönmenin gerekçelendirilmesi G.Samsa halini de aşan bir durum olmalı.
Yalan Fırtınası
Meşhur belgeyi imzalayan albayı şutlamışlar. Sonra da bildiri yayınlamışlar ki, aslında zaten kadro yokmuş da, albayın şahsıyla değil sınıfıyla ilgiliymiş de, hede hödö.
Bir: Türkiye’de bu bildiriye inanacak kadar saf bir Allahın kulu var mıdır? İki, esas çarpıcı nokta bu değil, başka: Bildiriyi yazanlar arasında belki biri buna inanır diye düşünecek kadar saf biri var mıdır? Adamlar sadece yalan konuşmuyor, inandırıcı olmadığını bile bile, alenen ve meydan okuyarak yalan konuşuyor. Yerse!
Açın gazete koleksiyonlarını bakın, son yirmi senede basına yansımış binlerce beyanları arasında utanmazca, yırtıkça, arsızca yalan olmayan Allah için BİR TEK söz var mıdır? “Erin elinde el bombası patlamış, kazadır:” yalan. “PKK Çukurca’ya mayın koymuş:” yalan. “Son teröristi öldürünceye kadar savaşacağız:” hem yalan, hem taammüden seri cinayet itirafı. “O belge bizim değildir, albay evinde yazmış zahir:” yalan. “Denizden boru çıkmış ne var bunda:” yalan. “Sınırdan 200 terörist girmiş:” yalan. “23 Nisanda kızlar namaz kıldığı için cumhurbaşkanı seçimini iptal ettik:” yalan. “Sabiha Gökçen’e dil uzatan gizli emeller peşindedir:” yalan.
Koca orgeneral, binlerce sayfalık güncesi ortaya saçıldığında “benim değildir” diyebildi; yetmedi, iftira ve tazminat davası açtı. Yalanı ortaya çıkınca genç kuşakların ahlakını koruma adına harakiri yapmayı aklına getirdi mi? Ne gezer!
*
Bu nasıl bir ruh halidir? Nasıl bir kurumsal kültürdür? Psikolojik savaşta düşmanı şaşırtmak için hakikati gizlemek gerekir desen o da değil. Burada hayat tarzı haline gelmiş bir şey var, bir ahlak çöküntüsü var. Düşmanı kandıracağım derken kendi kendini kandırmaya başlarsan savaşı kazanmazsın ki, kaybedersin.
Esas mevzu tehdit ve itaat mevzuudur, kuşkunuz olmasın. Ben yalan konuşuyorum, sen yalan konuştuğumu biliyorsun, bildiğini de biliyorum, buna rağmen esas duruş gösterip “emret komutanım”ı basacaksın diyor. Vatanımızın en güvenilir kurumu hangisidir diye sorduğumda da hiç es vermeden doğru cevabı bileceksin. Kuşku ifade eden en ufak bir sinyal verirsen potansiyel hainsin demektir. İçinden başka şey geçiyordur, yarın öbür gün “yetti gayri” deyip emrime itaat etmezlik de edebilirsin.
Yalana itaat, itaatin nihai testidir: turnusol kâğıdıdır. Doğruya itaatin motivasyonundan asla emin olamazsın –belki de adam dürüsttür? Ben “Fransa’nın başkenti Paris” dedim, sen “haklısın komutanım” diye cevap verdin: bana mı yoksa hakikate mi itaatinden öyle dedin, bilemem. Ama “Fransa’nın başkenti Çemişgezek” dediğimde hâlâ itaat ediyorsan o zaman geriye kuşku kalmaz. “İşte hakiki Türk askeri!” diye seninle gurur duyabilirim.
*
Türk dil ve tarih tezlerini bir de bu açıdan düşünün, bakın nasıl her şey yerli yerine oturuyor.
Adam kelime Türkçe değil tilcik diyeceksin diyor, Sumerler Türktür diyor, Kürtler kart kurt eden dağ Türkleridir diyor, Kurtuluş Savaşında İngilizleri denize döktük diyor, Türkleri zaten Ermeniler kesti diyor… İnsan durduk yerde nasıl bu kadar saçmalar diye düşünmeyin, hepsini birer itaat testi olarak görün. Boyun eğen bizdendir; kuşkulanan haindir. Bakın o zaman Cumhuriyet tarihimiz nasıl pırıl pırıl aydınlanıyor.
http://www.taraf.com.tr/yazilar/sevan-nisanyan/yalan-firtinasi/7224/
Çok Acil şekilde kendimize ait topraklarımızda kendimize ait hastanelerimizde kendimize ait egitim okullarımızada kendimize ait ekmek tarlalarımda kendimize ait bir dünyamızı kurmadıkça insanların sancıları parayonları bitmeyecktir. tÜM insanlıgın dünyayı paylaştıgı yaşadıgı dünyayı ACİL şekilde yaşananabilir bir dünya haline getirmeliyiz….
‘Başbakan Erdoğan’ın açıklamaları, giderek siyasal bilimcilerin ya da iletişim bilimcilerin ilgi alanından çıkıp ruh sağlığı uzmanlarının inceleme konusu haline geliyor.
http://apoletlimedya.blogspot.ch/2012/05/kopek-havas.html
Neydi formül? Sağ, dış mihraklar tarafından çürütülen organik bütünlüğü olan bir toplum hayal ederken, sol düşünce o toplumun zaten keskin antagonizmalar tarafından bölündüğünü düşünür.
Diğerleri de “Gerçekten takip edilmeniz, paranoyak olmadığınız anlamına gelmez” ve “Kendini kral sanan bir deliyle, herkesin kral kabul ettiği bir kral arasında hiç bir fark yoktur”.
Darbe felan yalan tamam da, Türkiye’nin Batısının bu çözüm sürecine pek de sıcak bakmadığı paranoya değil gibi sanki. Ne bileyim, Ümraniye’de iki kere faşist gösterinin içinde kalıp üç buçuk attıktan sonra böyle bir paranoyaya kapılmamak zor zanaat. Sonuçta böyle bir ortam varsa, öyle ortamlarda bu ortamı kullanmak isteyen birileri eninde sonunda çıkar. Onun için, biz ortamı değiştirmeye bakalım bir an önce. Gerisi analiz sentez…
Hocam döktürmüşsünüz keşke dediginiz gibi bu entellektüel uğraşlarınizi edebiyata yonlendirebilseniz
uğraşıyorum, bunu Mevsimler’le önemli ölçüde başardığımı düşünüyorum.
Paranoyaklar, kendini öldürebileceği sanısı ile masum insanları öldürebilir…
Bu bilinen gerçeklik temelinde “paranoyak” olmasa da “paranoyak karakter” gösterisi taşıyan politikacılar da kitleleri cinayetlere azmettirebilir…
Biliyoruz ki, bu katliam davetiyeleri çıkartan “psikotik şizofrenlerin” o topluma sunduğu “cinayet planları”, bir tarihsel kavşakta egemen sınıfın dönemsel ihtiyaçları ile çakışabilir….
1980’lerin “yaptığı toplum”, o dönem askeri faşist diktatörlüğün ürettiği, “Fransa’nın başkenti Çemişgezek’tir” demeye hazır edilmiş bir toplumun RTE’den medet beklemesi aslında şaşırtıcı olmamalı…
*
S. Nişanyan gibilerin ortaçağ engizisyonuna ait eleştiriler kadar kıymetli, zamanını şaşırmış (anakronik!) değerlendirmelerini önemsemek de hala RTE’nin “paranoyak” paradigmalarını beslediği görülemezken…Onun değirmenine su taşıdığı anlaşılmazken….
Değeri kalmamış, önemsizleşmiş bir ölü gerçeğin, yaşanılan gerçeği gizlemek, örtmek, önemsizleştirmek için kullanılması
kişisel bir sapkınlık olmalı…
Hayatla, iktidarla, günün acıtacak, alkışı kıt analizleri yerine ölü gerçeklerle uğraşmak pısırık entelektüalizmin kaderidir! Yeter ki, sığ ve saplantılı bir zihnin olsun! Bu, keyifli ve insana kendini iyi hissettiren bir yöntemdir…
***
Ne gülünç… Ne korkunç…
TSK ve yalakaları onca gerçeği yalan kılmışken, artık mahalle kahvesinde bile bu olgunun alay edildiği zamanlarda yaşarken; 17 Aralık ile afişe olmuş hırsızların masum ilan edildiği “çağa” sıçradığımız zamanlarda biz neyi konuşacağız?
Eski TC eskidir; cesedi gömülmek üzeredir; zamanı kollanmaktadır… Eski TC’nin cinayetleri gömülmüştür… Oysa
Yaşayan RTE’nin cinayetleri ve planladığı katliamlar dururken; ürettiği paranoyak hikayeler insanları her gün zehirlerken 2003 öncesini konuşmanın bir adabı, bir zeka içeren analizi olmalı…
RTE bu ülkenin hak ettiği olsa da, RTE hak etmediği bir pozisyondadır!
O bu toprakların bilinen en iyi “paranoya imalatçısıdır!” İlk üçte ikamet eder….
Böylesi riyakar bir politik süreç öncekinin anlaşılabilir bir devamıdır ama hala ve salt “önceki” ile uğraşanlar “çaktırmadan” yeni ve benzer totaliter iktidardan beklentisi olanlardır…
Kemalist bir başbakan
Mustafa Kemal ne istiyordu?
Kendisine benzeyen nesiller yetiştirmek.
Şık giyinen, içki içen, dans eden, uzun rakı sohbetlerinden hoşlanan, balolar düzenleyen, tarihi kendi keyfine göre çarpıtan, dindarları, Kürtleri, Alevileri dışlayan minik Mustafa Kemaller yaratmaktı amacı.
En mükemmel Türkiye’nin, “en mükemmel insan” olan Mustafa Kemal’e benzeyen çocuklarla kurulacağına inanıyordu.
İnsanları kendisine benzetmek için çok zulmetti, çok kan döktü, insanları beyni yıkanmış kuklalara çeviren bir eğitim sistemi kurdu.
Peki, Tayyip Erdoğan ne istiyor?
Kendisine benzeyen nesiller yetiştirmek istiyor.
Kırpık bıyıklı, giyimine pek aldırmayan, mahallenin abisi olan, namaz kılan, sigaradan nefret eden, gençlerin flört etmesinden hoşlanmayan, küçüklere bisküvi dağıtan, kavgayı seven nesiller yetiştirmeyi amaçlıyor.
Mustafa Kemal, “herkes bana benzesin” diyemediği için “çağdaş nesiller yaratacağız” diyerek kendisini çağdaşlığın modeli olarak koymuştu ortaya.
Tayyip Erdoğan da, “herkes bana benzesin” diyemediği için “dindar nesiller yaratacağız” diyerek kendisini dindarlığın modeli olarak koyuyor ortaya.
Tek parti dönemi faşizminin yöneticisi olan Mustafa Kemal’le, çok partili “demokrasinin” başbakanının amaçları aynı.
Kendilerine benzeyen insanlar yetiştirmek.
Bu ülkede yaşayan insanların bir koyun sürüsü gibi güdüleceğine, herkesin tek tip haline getirilmesi gerektiğine, en mükemmel örneğin kendileri olduğuna ve bu ülkenin çocuklarını keyiflerince biçimlendirme hakkına sahip bulunduklarına inançları tümüyle birbirine benziyor.
Sadece ortaya koydukları modeller farklı.
Aslında kurnazlıkları da birbirinin aynı.
İnsanları, “hangi modelin daha iyi olduğu” üzerinden tartıştırmak istiyorlar, böylece “ortaya bir model koyup insanları bu modele benzetmeye kalkışmak” zorbalığını gözlerden saklıyorlar.
“Hangisi daha iyi” diye tartışabilirsiniz, Mustafa Kemal’in Erdoğan’dan daha iyi bir model olduğunu söyleyecekler de çıkacaktır, Erdoğan’ın Mustafa Kemal’den daha iyi olduğunu söyleyenler de.
Ama önemli olan hangisinin daha iyi olduğu değil.
Önemli olan, birilerinin bize “çocuklarımızı nasıl yetiştireceğimizi” dayatması, bizi bir modeli benimsemeye zorlaması, insanların kendi hayatlarını belirlemekte özgür olmalarının yolunu kesmeleri, ülkenin geleceğine kendi vesikalık resimlerini bir mühür gibi basmaya kalkmaları.
Bu zorbalıktır.
Eğer bu yönetim tarzı geçerli olsaydı Obama’nın Amerika’da “zenci nesiller” yetiştirmesi, Belçika Başbakanı’nın “eşcinsel nesiller” yetiştirmek için nutuk atması gerekirdi.
Ama demokrasilerde “nesillerin nasıl yetiştirileceğini” devlet yöneticilerinin belirlemesine izin vermezler.
Çocukların nasıl olması gerektiğini devletin belirlediği yönetim biçimlerine diktatörlük denir çünkü, bunun demokraside yeri yoktur.
Siz, devlet yöneticisinin size bir modeli dayatmasını normal bulur da “hangi modelin” daha iyi olduğunu tartışmaya başlarsanız, sonunda Kemalistlerin bugün yaşadığını yaşar, Erdoğan gibi birinin sizin çocuklarınızı kendisine benzeteceği bir anlayışı savunduğunu görürsünüz.
Bugün Erdoğan’ın bu fikrini destekleyen dindarlar varsa, onlar da geçmişte olduğu gibi gelecekte de hiç hoşlanmayacakları bir “modelin” kendilerine dayatıldığına tanık olurlar.
Modelin iyi olup olmadığı değildir sorun, çocuklarınızın nasıl yetiştirileceğinin size dikte ettirilmesi, devleti yönetenin bütün çocukların da “babası” olmaya kalkışması, haddini aşması, sizin çocuklarınızı özgürce yetiştirmenize müdahale etmesidir asıl sorun.
Eğitim sisteminin, “lidere” kayıtsız şartsız biat eden, lideri model alan, düşünme yeteneği iğdiş edilmiş, “tek tip” robotlar yetiştirmesidir.
Bu, demokrasinin, özgürlüğün, insan haysiyetinin, onurunun, ahlakının yok edilmesidir.
Eğer Kemalistlerle dindarlar “model” üzerinden kavga ederlerse, sonuçta hepsi birden kaybeder, dik duruşlu, özgür beyinli, yaratıcı, haysiyetli nesiller yetiştiremezler.
Hangi gün, hangi zorbanın nasıl bir modeli dayatmaya kalkışacağını bilemezler.
Bu sistemi reddetmek, kendisini “model” olarak bütün ülkeye zorla kabul ettirmeye kalkana “sen kendi çocuğuna model ol, benimkini bana bırak” demek, çocuğunu ileride kendi tercihini yapabilecek bir kişiliğe sahip olarak yetiştirmek gerekir.
Tayyip Erdoğan modelini destekleyecek olan, ülkenin mini mini Tayyiplerle dolmasını arzu eden dindarlar varsa onlara şunu sormak isterim, Allah bile kullarını iyiliği ve kötülüğü seçmekte özgür bırakırken siz bu zorbalığı yapma hakkını nasıl kendinizde bulabiliyorsunuz?
Kemalistlere de şunu sormak isterim, bir modeli zorla kabul ettirmeye karşı çıkmamanın sonunda başınıza bir dindar Kemalist’in gelip “model benim” diyebileceği bir çarpıtma yarattığını hâlâ görmüyor musunuz, “çağdaş” bir hayat için bu sistemi temelden değiştirmek gerektiğini kavramıyor musunuz?
Sizin çocuklarınızın ileride rakipleri olacak yeryüzünün başka ülkelerindeki çocuklar özgürce, yaratıcı insanlar olarak yetişiyor.
Çocuklarınızın kafası boş kuklalar olarak yetişmesini, bir modele tapınmasını gerçekten istiyor musunuz?
Ahmet Altan
http://www.taraf.com.tr/yazilar/ahmet-altan/kemalist-bir-basbakan/19801/
Devrim fikri her zaman azinliklardan cikar. Kalabaliklar ancak statuko fikri uretebilir. Belli bir kitlesellige ulastiginizda sistem artik sizinle dovusmek icin degil sizi kendi icine cekmek icin oynar kartlarini. Onunuze sunulan firsatlar oldukca cekicidir. Burjuva siyaseti sahnesinde sizin icin de bir rol vardir artik. giderek herseyiniz onlara benzemeye baslar. Korkularini umutlarini ve dillerini paylasirsiniz.
Yıl olmuş,2014. Günümüzde menderes dönemini yaşamamıza destek olan gazete”taraf” ve yazarlarının yazısını yalan var,yalan kültürü var diye paylaşıyor millet.
O yazıyı yazanın yazdığı yerden büyük yalanlar çıktı, seneler geçtikçe ya ben bunları niye söyledim diye itiraf edebildi mi? Hayır.
Ancak Atatürk saraya damat olurdu, “ben başınıza bir belaya yardım ediyorum, ama kemalistler darbe yaptı.” diye dürüstlükten kaçma rekoru kırdı.
en sonunda yetmez ama evet’i savunmak için bu adamlar darbe yaptı,suçlulardı diyebildi.Bu kadardan sonra iflas etti düşünce yeteneği zaten.
Yine diğer eski başyazar da yalancılık rekorları kırdı.Önüne gelene darbeci dedi, mahkemece yalan söylediği onaylanınca tekzibi bile yayınlamadı. çünkü düşmanlarını kafada çizmişti. bu insanların günlük işlerinde ne yaptıkları bile onu rahatsız etti.
Olay nedir? Siz bu derece büyük yalan ve propaganda içeren bir hareketin ya da bir yazı işlerinin başıysanız, yalanlarınızın doğru olduğuna ve düşmanlarınızın ya insani vasıflardan uzak mahlukatlar ya da kandırılmış olduğuna inanmak ya da kendinize yalan söylemek zorundasınız.
Yoksa kimseyi kandıracak referandumda yetmez ama evet yazıları yazamaz, milyonlarca insanı içeren bir topluluğa üstü kapalı ya da açık hakareti kolay kolay edemezsiniz. üslubunuza yansır samimiyetsizliğiniz. İnanmak ve iyi niyet satmak zorundasınızdır.
Böyle yalanlar söylüyor. Davalarda aleviler intihar ediyordu, mustafa kemal alevi karşıtı nesil yetiştirmek istiyordu yazıyor. davalarla “dindar” neslin çimentosu atılıyorken ‘bunlar “dindar düşmanı” demokraside yerleri yok’ diyor. dindar dediği insanlar da açıktan başkasının inancına bile dil uzatacak kişiler.
Bütün bunları da Kürt sorunu üzerinden ilerleyerek yazdı.Kürt milliyetçileri de memnundu. Ahmet Altan da.
Zira zamanında şovalye dediği bir insanı, kötülediği Atatürk ile bir tutabilmesi başka nasıl mümkün olurdu?
Kendisinin sattığı yalan ortaya çıktıkça, yalana kızmaya başladı. Beyninden vazgeçmiş bir adamın kuklalıktan bahsetmesi itirafnameden başka bir şey değildir.
Nasıl bir mağduriyet yalanı, nasıl bir paranoya. Güya devleti eleştiren,eleştirici tipler yalan üstüne yalanlar söylüyorlar.
Adamlar daha haklı ve haksız sebeplerle eleştirmek istedikleri adamı doğruları söyleyerek eleştiremiyorlar ki.
Türkiye’de fikri çarpışma alanı budur. Maddi ve insani çekim merkezi oluşturmak için bir kök bulursun,etrafına yalanı,dolanı gübre edersin.
Önder’in sinop’ta yeşil bayraklı chp’lilerin saldırısına uğradım yalanı da o yönden bayağı komiktir.
Kemalistler partilerinin güçlü olmadığı yerlerde dahi önder’i ve çevresini takip etmekte ve şeriat bayraklarıyla onlara saldırmaktadır.
Ya da chp suriye’de olanlardan sorumludur çünkü tezkereye evet demiştir.
Tarafçı anonim arkadaşa sesleniyorum. Beyniniz o kadar yıkanmış ki,oyuncular tiyatronun kapısını bile söküp giderken hala bilet satmaya çalışıyorsunuz.
Kolay gelsin.
Garip garip konusmus.devrim azinlikla baslar ama azinlikla surmez.devrimi azinliklar yapmaz.azinlik zavallidir.azinlika aciriz.ezilmemesini isteriz.yardim ederiz.ama devrim acimak bilmez.
Siyaset de bir anlamda paranoyaklar dayanışması değil midir? Dikkat edilirse, özellikle siyasi yönetim kadrolarının tamamına yakını paranoyaktır, olmak zorundadır. Sağlıklı düşünce sahibi kişiler ise sürekli muhalif konumundadır….
Yakın zamandaki TKP ayrışmasında “eski” tarafın “geleneklerimize taban tabana zıt bir anlayış” provokasyonuyla başlayıp devamında “SP’ciler” gibi saçmasapan suçlamalarla devam eden tutumunu da hatırlatalım. “Köyün üst başında bir yalan söyledim. Alt başına geldim, ben de inandım” : Bu tarz siyasetin mottosu budur.
Senin Paranoyan ise Dogu Perincek ve Aydinlikcilar. Yagmur üzerine yazi yazsan Perincek niye semsiye acti dersin…Tez zamanda bir pis. Dr. bu sorununu cözer umarim.
Sorunlarımız ikiden ibaret
Roni MARGULIES
Marksist.org
İki temel sorun var memlekette.
Bunlardan birincisi belli. Söylemeye bile gerek yok.
On iki yıldır başımızda sermayenin çıkarlarını acımasızca uygulayan, devletin baskı araçlarını bu doğrultuda gaddarca kullanan ve insan öldürmekten zerrece çekinmeyen, muhafazakâr, neo-liberal bir hükümet var. Ve yakın zamanda düşecek gibi, düşürülecek gibi görünmüyor.
İkinci sorun, bu yazının ilişiğindeki fotoğraf.
Askerî vesayetin bittiğini, silahlı kuvvetlerin artık seçilmiş hükümetlerin sözünden çıkamayacağını, siyasî süreçlere istediği gibi müdahale edemeyeceğini, bir daha darbe yapamayacağını düşünenler için faydalı bir fotoğraf.
Kemalizm moral bozukluğu yaşıyor, doğru. CHP’nin içler acısı hâli, “dinci” olarak düşünülen bir partinin her girdiği seçimi kazanması, bir dizi kutsal ineğin artık kutsallığının kalmamış olması Kemalistlerin fiyakasını bozdu, evet.
Ama ordunun ve koca bir devlet bürokrasisinin yanı sıra tabanda CHP ve MHP seçmenini, Postave Cumhuriyet okurlarını içeren doksan yıllık bir resmî ideolojinin on yılda yok olduğunu düşünmek garip bir saflık olur.
Her ikisine de muhalefet
Bu iki sorun bir araya gelince, ikisini de aşan ve ikisinin de halledilmesini iyice zorlaştıran bir yumak oluşturuyor.
Toplumun bir kesimi, Kemalizm’in azgın günlerine dönmekten korktuğu için her koşulda hükümeti destekliyor. Bir kesimi de hükümetten kurtuluruz umuduyla her koşulda Kemalizm’i destekliyor, bayrak sallıyor, Anıtkabir’e gidiyor.
Resimde görülen Posta gazetesi hükümetten kurtulmak istediği için Kemal’i öne sürüyor. Böyle yaparak, AKP seçmeninin iyice AKP’ye bağlanmasına sebep oluyor.
Kemal’e sarılarak yapılan muhalefet, memleketi olumlu bir yönde değiştirmenin, demokrasinin, daha fazla özgürlüğün mesajını vermiyor. Aksine, “eski günlere geri döneceğiz” mesajını veriyor. Tam da AKP seçmeninin (ve başta Kürtler olmak üzere daha pek çok kesimin) istemediği şeyi vaad ediyor.
Kemal’e ve Türk bayrağına sarılarak bu hükümete muhalefet edilemez.
Mesele, her ikisine de, hükümete de, Kemalizm’e de muhalefet edebilmek.
http://duzceyerelhaber.com/roni-margulies/29805-sorunlarimiz-ikiden-ibaret
Egemenlerin İhtişamlı Sarayları Ne Anlatır?
Utku Kızılok
2 Aralık 2014
Sermayenin emperyalist hevesleri ve Erdoğan’ın Bonapartist tutkuları toplumu bir maceraya sürüklemektedir. Bu tehlikenin geniş kitlelerin bilincine çıkması için öncelikle uygun yol ve yöntemlerle Erdoğan’ın emekçi kitleler nezdinde yarattığı yanılsamayı kırmak gereklidir. Burjuvazinin tüm kesimlerinin karşısına işçi sınıfının bağımsız çıkarları konmalı ve kitlelerin tepkisi kapitalist sömürü düzenine yönlendirilmelidir.
Eylül 2013’te yapımına başlanan “yeni başbakanlık binası”, Türkiye’nin en büyük binası olmasına rağmen bir yıl gibi kısa bir sürede tamamlandı. Bu binanın inşaatında 3 bin işçi, 3 vardiya halinde gece gündüz demeden çalıştı. Yarı gizli bir şekilde inşa edilen bu bina, olağanüstü bir çalışmanın sonucu olarak Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığına yetiştirildi. “Ak Saray” olarak adlandırılan bu binanın cumhurbaşkanlığı sarayı olarak kullanılacağı açıklandı. Geniş bir alan üzerine inşa edilen binanın binden fazla odası var ve yeni eklentiler de yapılacak. Buna rağmen şimdiden 1 milyar 370 milyon lira harcanmış durumda. Binaya verilen ruhsat sınırlarının aşıldığı, kaçak olduğu ve orman kıyımı yapılarak inşa edildiği yönündeki eleştirileri de eklemek lazım. Ancak kibrinden geçilmeyen Erdoğan ve AKP’nin bu gibi eleştirilere kulak astığı yok.
Milyonlarca işçi asgari ücretle veya onun biraz üzerinde bir ücretle sefalet koşullarında yaşarken ve Ermenek’te madenci babası Recep Amca gibileri yırtık kara lastik giymeye mahkûm edilirken, bir başka Recep, Recep Tayyip Erdoğan kendisine devasa bir saray yaptırmıştır. Sarayın yalnızca aylık elektrik gideri 700 bin lira tutarındadır. Erdoğan ile birlikte cumhurbaşkanlığı bütçesi %99 oranında bir artışla 397 milyona yükseltilmiştir ve bu bütçenin önemli bir kısmı “Ak Saray”ın giderleri içindir. Yani neresinden bakarsanız bakın muazzam miktarlarda bir kaynak, AKP’nin ve Erdoğan’ın “Ak Saray”ına aktarılmıştır, aktarılmaktadır. İşçi-emekçi kitlelerden toplanan vergilerin bu şekilde israf edilmesi, aynı zamanda, sürekli olarak halkın bir parçası olduğunu, onlardan farklı bir yaşam sürmediğini söyleyen ve göz boyamak amacıyla gecekondu evlerinde yoksulların sofrasına oturarak jest yapan Erdoğan’ın riyakârlığının ifadesidir. Gelen eleştiriler üzerine AKP ve Erdoğan, “saray halkın malıdır” açıklaması yaptı. Bu açıklama tümüyle yalandır. Dünden bugüne hiçbir sömürü düzeninde egemenlerin sarayları halkın malı olmamıştır ve olmayacaktır, ta ki işçi-emekçi kitleler bir devrimle o saraylara el koyana kadar.
Hiç kuşku yok ki söz konusu saray, “büyük adam” olma hevesindeki Erdoğan’ın egemenliğinin bir sembolü, bir güç gösterisi olarak inşa edilmiştir. Binaya “Ak Saray” adının verilmesinin de anlamı budur. Burjuva devleti yeniden şekillendiren AKP, adeta bir tek parti iktidarı kurmaya ve geleceğe kendi damgasını basmaya niyetlidir. Erdoğan, AKP ve onun etrafındaki burjuva kesimlerin, kazandıkları güçten dolayı gözleri öylesine dönmüş ve kibir katsayıları öylesine yükselmiş bulunuyor ki, her şeyi yapabileceklerine vehmetmektedirler. Gereksinim olmamasına rağmen bin odalı bir saray inşa edilmesi, Çamlıca’nın tepesine devasa bir cami dikilmesi ve bunu izleyen abartılı yapı inşaatları bu gerçeği gözler önüne sermektedir. Tarihte hep böyle olmuştur; büyüklük hastalığına yakalanan egemenler, devasa mekânlar inşa ederek kendi küçüklüklerinin üzerini örtmeye ve yüce varlıklar olarak anılmaya çalışmışlardır. Bugün Bonapartlaşan Erdoğan’ın yaptığı da budur.
Bu kibir ve her şeyi yapmaya muktedir olma hissiyatı ruhsal bir bozukluğun, gerçeklerden kopmanın bir işaretidir. Geçmişten günümüze bu tür despotik kişilikler daima kibirli olmuşlardır ve özellikle, bizzat onları lükse boğan sömürülen sınıflar karşısında kendilerini pek üstün hissederler. Onların nazarında ezilen ve sömürülen kitlelerin hiçbir değeri yoktur; aşağılar, küçümser ve hatta insan yerine koymazlar. Mağrurlanma ve üstünlük hissiyatı, bilhassa antik dönemin imparator ya da krallarında çarpıcı bir görünüme kavuşmaktaydı. Onlar kendilerini tanrı veya tanrının yeryüzündeki yansıması olarak görmekte ve göstermekteydiler. Bu, aynı zamanda egemen sınıfın kendi egemenliğini kitlelerin gözünde meşrulaştırmak üzere kullandığı ideolojik bir araçtı.
Doğu despotizminde zenginliğin önemli bir kısmı, despotun görkemini, ne denli büyük ve erişilmez kudrette olduğunu göstermek amacıyla devasa binaların inşaatına aktarılmaktaydı. Meselâ eski Mısır’da firavunların her biri, kendileri ve aileleri için ihtişamlı saraylar ve içi altınla kaplı piramit mezarlar yaptırmaktaydılar. Yüz binlerce kölenin emeği, canı ve kanı üzerinde dev yapılar yükseldikçe, kendilerine kutsiyet atfeden firavunların bu hissiyatı daha da güçlenmekteydi. İmparatorlar, sultanlar, krallar ve şahlar; saray, katedral veya cami biçiminde görkemli, adeta insanı ezen binalar yükselterek kendi güçlerini ezilenler üzerinde kabul ettirmeye çalışmaktaydılar.
Meselâ 1100 odalı bir saray yaptıran Romanyalı diktatör Çavuşesku’nun durumu tam da böyleydi. Stalinist bürokratik diktatörlüklerden biri olan Romanya’da işçi sınıfı yoğun bir sömürüye maruz kalıp sefalet içinde yaşarken, devletin tepesindeki Çavuşesku, Romanya gibi küçük bir ülkede, ABD savunma bakanlığı binası Pentagon’dan sonra dünyanın ikinci büyük devlet binasını yaptırmıştı. Sarayın yapımı 5 yıl sürmüş ve işçi sınıfının sömürüsüyle elde edilen zenginlik buraya aktarılmıştı. Çavuşesku, “Halkın Evi” adını verdiği bu sarayın balkonunda halka konuşma yapmayı hayal ediyordu, ancak konuşamadı. 1989’da, Romanya’da bürokratik diktatörlüğün yıkılmasıyla sonuçlanan bir darbeyle devrildi ve kurşuna dizildi. Eğer konuşabilseydi, hiç kuşku yok ki şimdi Erdoğan’ın dediği gibi bu ihtişamlı sarayı halk için yaptırdığını söyleyecekti.
Saraylarıyla meşhur diğer bir diktatör de Irak’ın tepesindeki Saddam Hüseyin’di. Emperyalist güçlerin uyguladığı ekonomik ambargonun da etkisiyle emekçi kitleler derin bir yoksullukla boğuşurken, yeterince beslenememekten ve ilaçsızlıktan ötürü on binlerce çocuk ölürken, ülkedeki zenginliğin büyük bir bölümü Saddam ailesinin lüks yaşamına ya da yeni saraylar inşa edilmesine aktarılmaktaydı. Saddam Hüseyin, kendi büyüklüğünün ve kudretinin simgesi olarak pek çok şehre saraylar yaptırmıştı. El-Salam ve Doğum Günü Sarayları bunlardan yalnızca ikisidir. Son derece ihtişamlı bu saraylar, Saddam’ın yıkılmazlığının ve kudretinin sembolleri olarak yükselmekteydiler. Ancak Saddam’ın kudreti ABD emperyalizmi tarafından yıkılmasını engellemeye yetmedi. ABD işgali karşısında Saddam’ı yalnız bırakan halkın onun yüceliğine inanmadığı ve tam tersine derin bir nefret duyduğu ortaya çıktı.
Görkemli binalar yükselterek kendini güçlü hissetme, yalnızca diktatörlere özgü değildir. Kapitalizmle birlikte işçi sınıfının sömürüsüyle elde edilen muazzam zenginlik, geçmiş dönemlerdekiyle karşılaştırılamayacak boyutlara ulaşmıştır. Elbette kapitalizmde burjuvazi, bu zenginliğin azımsanmayacak bir kısmını lüks tüketime ayırırken, daha fazlasını sermaye olarak yeniden üretim sürecine aktarmaktadır. Bugün Türkiye dâhil tüm dünyada adeta kapitalizmin mabetleri haline gelen gökdelenler, aynı zamanda kapitalist açgözlülüğün, lüksün, ihtişamın ve mağrurlanmanın bir yansıması olarak yükselmektedir. Gökdelenler adeta kapitalizmin üstünlüğünün bir simgesi olarak sunulmakta ve geniş emekçi kitlelere derinden derine kapitalizmin ebedi olduğu düşüncesi pompalanmaktadır.
Lakin egemenlerin kibir kulelerinin ebedi olmayacağını insanlık pek çok kez tecrübe etmiştir. Kibir kulelerinin sonunun ne olduğunu belki de en iyi özetleyen şey meşhur Babil Kulesi efsanesidir. Devasa bir yapı inşa ederek kendilerini ölümsüzleştirmek isteyen o dönemin egemenleri, göklere erişecek bir kule inşa ettirirler. Ne var ki bu kule daha sonra bir felâket sonucunda yıkılmıştır. İnsanlık bu efsaneyi dini bir çerçeve içine oturtarak sunmuştur, aslında o gün için başka türlüsü de olamazdı. Söylenceye göre tanrı, kibrin ve şımarıklığın bu sembolünü yerle bir etmiş ve insanları cezalandırmıştır. Aslında burada bir metafor söz konusudur. Eğer tanrının gazabının yerine yoksul kitlelerin isyanını koyarsanız, gerçeklik gizemlerden ve dini çerçeveden kurtulur. Sonuç olarak insanlık, egemenlere, kibrin sonunun hayra işaret etmediğini bu efsane üzerinden göstermek istemiştir.
Bonapartlaşan “Saraylı” Erdoğan
Burjuva kesimler arasındaki iktidar kavgası, geniş kitlelerin çıkışsızlık içinde AKP’ye yönelmiş olması ve İslamcı/muhafazakâr geçinen ama aslında Erdoğan iktidarı sayesinde palazlanan türedi sermaye gruplarının ortaya çıkması Erdoğan’ın Bonapartlaşmasının önünü açmıştır. AKP aracılığıyla iktidara oturan bu yandaş sermaye kesimleri, devlet kaynaklarını oluk oluk kendilerine aktararak TÜSİAD’da ifadesini bulan geleneksel büyük sermaye kesimleri karşısında çok kısa zamanda güçlenmiştir. Bu kesimler bununla da yetinmeyip, bir dönem iktidar ortaklığı yaptıkları Gülenci sermaye kesimlerinin alanına saldırılar düzenlemişlerdir. Kemalist burjuva cenahı da bir tarafa iterek tüm devlet kurumlarını ele geçirmişlerdir. Ayrıca basını denetim altına alarak geniş kitleleri kendi çıkarları temelinde manipüle etmeye başlamışlardır. Tüm bunların olabilmesinde Erdoğan’ın rolü hayatidir ve o olmadan düşünülemez. Toplumun kutuplaştırılmasında ve geniş emekçi kitlelerin AKP’nin peşine takılmasında Erdoğan’ın liderliğinin büyük rolü vardır.
Elbette geniş emekçi kitlelerin AKP’ye yönelmesinin esas nedeni, on yıllar boyunca iktidarın nimetlerinden faydalanan Kemalist çevrelerin mütedeyyin kesimleri hor görüp aşağılamaları, süregelen iktidarların son derece basit sorunları bile çözememiş olması, yolsuzluk ve çürümenin kitleleri “artık yeter” noktasına itmiş olmasıydı. Sosyalist hareketin zayıf olduğu ve güçlü bir sınıf hareketinin olmadığı koşullarda değişimden, demokrasiden, hizmetten, adaletten söz eden AKP ve Erdoğan, başka bir alternatif göremeyen kitlelerin biriken tepkisini oya çevirebilmiştir. AKP’nin iktidara gelmesinden sonra, bu durumu hazmedemeyen asker-sivil Kemalist bürokratik kesimlerin darbeci girişimleri ve AKP’yi kapatmaya dönük hamleleri, kitlelerin karşısına mağdur rolüyle çıkan Erdoğan’ın desteğini daha da artırmıştır. Giderek güçlenen AKP ve Erdoğan, iktidarını sağlama almak amacıyla bu kez bizzat toplumu kutuplaştırmaya, kitleleri bir araya gelmeyecek şekilde sert iki kampa ayırmaya dönük bir siyaset izlemeye başlamıştır.
Tüm bu süreç, Erdoğan’ın kibir katsayısını arttırmış ve “üstün adam” olduğu düşüncesini daha da pekiştirmiştir. Bunda, alt-emperyalist bir düzeye yükselen Türkiye’nin AKP liderliğinde atak bir siyaset izlemesi, bu kapsamda İsrail cumhurbaşkanının dünyanın gözü önünde azarlanması ve Erdoğan’ın Ortadoğu’da popüler birisi haline gelmesinin de etkisi vardır kuşkusuz. Hayal edilemez bir noktaya ulaşan yandaş sermaye kesimleri, ideologları ve AKP içindeki siyaset esnafı hep birlikte Erdoğan’ın kibrini şişirmiş ve adeta onu “kurtarıcı” ilan etmişlerdir. Tarihsel deneyimler de gösteriyor ki, kurtarıcı olarak sahneye çıkan liderlerin buna inanmasında kendi öznel inançları kadar çevrelerinin de çok büyük etkisi vardır. Kibirli ve kendinde üstün güçler olduğu vehmine kapılan liderlerin etrafında onu pohpohlayan, her şeyi yapmaya muktedir olduğunu söyleyen önemli bir çıkar grubu yer alır.
Hiç kuşku yok ki Türkiye’deki yandaş sermaye kesimlerinin Erdoğan ile olan ilişkisi de budur. Bu yandaş sermaye kesimleri ve onların siyaset esnafı, Erdoğan’da; TÜSİAD, asker-sivil Kemalist kesimler karşısında kendi kurtarıcısını ya da Bonapart’ını bulmuştur. Bir dönem Erdoğan’ın başdanışmanlığını ve sözcülüğünü yapan Akif Beki’nin 2003’te yazdığı “Erdoğan’ın Harfleri” adlı kitap bu açıdan gerçekten dikkat çekicidir. “Beklenen Kurtarıcı: Göksel Değil Dünyalı” başlığı altında Beki, Deccal ve Mehdi metaforu üzerinden Erdoğan’ı kurtarıcı ilan ediyor: “Göklerden beklenen kurtarıcı insanların arasından zuhur etti. Göksel değil dünyevi bir kurtarıcı, bir siyasi lider olarak. Mucizelerle gönderilen göksel bir varlık yerine oylarla sandıktan çıkarılan bir kurtarıcı. Büyük bir kitlenin umudu. Seçilmiş biri ama, seçmenleri tarafından.”
Aslında bu ifadelere bakarsak, muhafazakâr sermaye çevrelerinin ruh dünyasında Erdoğan en başından bir Bonapart konumundaydı. Ancak onun siyaset sahnesinde bir Bonapart haline gelmesi için zaman geçmesi ve potansiyelin gerçeğe dönüşmesinin koşullarının oluşması gerekiyordu. Bu açıdan, Erdoğan’ın Bonapartlaşmasını ele alan Mehmet Sinan’ın şu satırları önemlidir: “Erdoğan’ın her yaptığını onaylayarak ve her söylediğini ayakta alkışlayarak onu «tek adam» katına yücelten AKP’nin çekirdek kadroları, kendi ruh dünyalarında da Erdoğan’la özdeşleşmiş durumdalar adeta. Erdoğan’ın çok sevdiği ve AKP kurulmazdan önce de taraftar toplantılarında sık sık terennüm ettiği bir şarkı mısraı var, «beraber yürüdük biz bu yollarda» diye. Evet, iktidara giden yolda Erdoğan’la beraber yürüyen, örgütlenen AKP’nin çekirdek kadroları, sonunda iktidarı fethetmeyi de başararak bugünlere kadar geldiler. Üstelik iktidarı fethetmekle de kalmadılar, iktidar olmanın onlara sağladığı imkânlarla son on yılda ekonomik açıdan daha da büyüdüler ve sermayelerinin gücünü Türkiye sınırlarının dışına taşırdılar. AKP burjuvazisi diye adlandırabileceğimiz bu insanlar, yakaladıkları ekonomik başarı trendini AKP iktidarına ve o iktidarın her şeyi demek olan Erdoğan’a borçlu olduklarının şüphesiz farkındadırlar. Nitekim böyle olduğu içindir ki, bu insanlar Erdoğan’ın attığı her adımı otomatik olarak desteklemekte ve onun karşı çıktığı her şeye onlar da otomatik olarak karşı çıkmaktadırlar. Yani bir anlamda Erdoğan’ı Bonapartlaştırma yolunda bir hayli gayret sarf etmektedirler!”[*]
Bonapartların en temel özelliklerinden biri, yoksul kitlelerin çıkarını koruyormuş pozları kesmesi ama gerçekte egemen sınıfın önünü açmasıdır. Sert bir şekilde toplumu kutuplaştıran Erdoğan, işçi-emekçi kitleler ile burjuvazinin çıkarlarını İslamcı/muhafazakâr kimlik üzerinden ortakmış gibi göstermeye ve böylece sınıf çelişkilerinin üzerini örtmeye çalışmaktadır. Bunu yaparken, yoksul kitlelerin ve mağdurların çıkarlarının temsilcisi kendisiymiş gibi bir söylem kullanmaktadır. Erdoğan’ın sık sık “halkın hizmetkârıyız” dediğini hatırlamakta fayda var. Bir işçi ailesinin çocuğu olarak yoksul bir mahalleden çıkmasını ve gadre uğramışlığını alabildiğine abartarak, kendini kitlelere “milletin adamı” olarak sunmaktadır. Esasında “milletin adamı” sloganı tam da Bonapartlara özgü bir slogandır. Onlar güya şu ya da bu sınıfın değil halkın çıkarlarını korurlar, millet için vardırlar ve kurtarıcıdırlar! Tüm bu yönleriyle Erdoğan ile Latin Amerika’nın “kurtarıcı” caudilloları arasında ilginç benzerlikler vardır.
Dünya siyasal tarihine geçmiş Arjantin’in Bonapart’ı Peron, geniş emekçi kitlelerin duygularına seslenmek için onları anladığını, ülke insanının acılarını, felâketlerini ve nasıl yaşadıklarını bildiğini söylerdi. Yaptığı bazı sosyal reformlardan ötürü Peron işçi-emekçi kitleler nezdinde “kurtarıcı” olarak yükselecekti. Erdoğan ise, yoksullardan biri olduğunu göstermek için onların fakir sofrasına oturuyor, meydanlarda yoksulların ve mazlumların temsilcisi olduğunu söylüyor, argo bir dil kullanmaktan geri durmuyor. Ortaya çıkan görüntü şudur: İşte halkın içinden gelen, en tepeye yükselen, ama halk gibi konuşup onun gibi hareket eden bir lider!
Erdoğan yalnızca Türkiye’de değil, İslam ülkelerindeki yoksulların ve mazlumların temsilcisi olduğunu da söyleyerek tüm Müslümanların “kurtarıcısı” olmaya çalışıyor. 27 Kasımda İslam İşbirliği Teşkilatı Ekonomik ve Ticari İşbirliği Daimi Komitesi (İSEDAK) toplantısında konuşan Erdoğan, bir kez daha yoksullara sahip çıkıyormuş pozları kesiyor ve birkaç hurma ile yetinmekten dem vuruyordu: “Hepimiz hesap gününe inanıyoruz. Kendimize, nefsimize, vicdanımıza izah edebilsek bile böyle bir gelir uçurumunu o yüce mahkemede izah edebilmenin imkânı yoktur. Hepimiz günde birkaç hurma ile açlığını bastıran bir peygamberin ümmetiyiz.” Arsızlığın ancak bu kadarı olur. Kitleleri ahmak yerine koymak ancak bu kadar olur! “Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i” adlı kitabında Marx, Bonapartist karakteri incelerken, büyük kostümlerin, büyük sözlerin ve büyük tavırların ancak en bayağı rezillikleri gözlerden gizlemeye yaradığına dikkat çeker. Erdoğan’ın yoksullara dönük tavırlarının ve sözlerinin arkasında da kendisinin ve kendisi sayesinde palazlanan sermaye kesimlerinin bayağı rezilliklerini, yolsuzluk ve rüşvet ilişkilerini örtme arzusu vardır.
Marksizm, kapitalizmin emperyalizm dönemini bir çürüme çağı olarak tespit etmiştir. Elbette bu tespit bir eğilimi, sistemin günden güne nasıl da yozlaştığını ve toplumu bir çıkmaza sürüklediğini ifade eder. Bilhassa kriz ve savaş dönemlerinde bu çürümenin temposu hızlanır ve sistemin çıkışsızlığı daha fazla gözle görünür hale gelir. Bugün olduğu gibi burjuva demokrasisinin sınırları daha da daraltılır ve güvenliğe ağırlık verilir. Kitlelerde memnuniyetsizliğin derinden derine mayalandığı bu dönemde burjuvazi, baskı yasalarını devreye sokar ve bu elbette bunu meşrulaştıracak gerekçeler de üretip propaganda eder. Bu dönemlerin en tipik özelliği, baskıcı rejimlerle birlikte diktatörlük heveslisi kişilerin de koşulların bir ürünü olarak öne fırlamasıdır.
Tüm bu gidişata dur diyecek olan örgütlü işçi sınıfıdır. Sermayenin emperyalist hevesleri ve Erdoğan’ın Bonapartist tutkuları toplumu bir maceraya sürüklemektedir. Bu tehlikenin geniş kitlelerin bilincine çıkması için öncelikle uygun yol ve yöntemlerle Erdoğan’ın emekçi kitleler nezdinde yarattığı yanılsamayı kırmak gereklidir. Burjuvazinin tüm kesimlerinin karşısına işçi sınıfının bağımsız çıkarları konmalı ve kitlelerin tepkisi kapitalist sömürü düzenine yönlendirilmelidir.
[*] Mehmet Sinan, Bonapartlaşan Erdoğan ve AKP Burjuvazisi, MT, Aralık 2012
http://marksist.net/utku-kizilok/egemenlerin-ihtisamli-saraylari-ne-anlatir.htm
Recep Tayyip Erdoğan İç Savaşa Hazırlanıyor
Recep Tayyip Erdoğan, zaman zaman yavaşlayan, ama sürekli olarak ilerleyen ve adım adım gelişen bir süreçte (“yeni yetmeler”le yapılan Necip Fazıl Kısakürek’in bir çeşit revizyonu olan) kendi zihniyetine uygun bir islam devletini inşa etmeyi sürdürüyor.
Mevcut, yani 12 Eylül anayasasını kullanarak ve TBMM’deki çoğunluğuna dayanarak bu hedefine doğru önemli adımlar attı, gelişim sağladı.
“Medya” ve devşirme “tetikçiler””le laikliğin içinin boşaltılmasından daha çok, hukuk ve hukuk devleti neredeyse tümüyle ortadan kaldırıldı. HYSK yasasında yapılan değişiklikle, tüm yargı sistemi doğrudan kendisine bağlandı. Değişik “torba yasalarla”, işine gelen ve amaca ulaşmaya hizmet eden değişiklikler hiçbir engellemeyle ve direnmeyle karşılaşmaksızın kolayca gerçekleştirildi. Yapılan son değişikliklerle “makul şüphe”yle herhangi bir savcının ya da yargıcın ve hatta vali ve kaymakamın alacağı bir kararla herkesin gözaltına alınabilmesinin önü açılmış oldu.
Hukukun tüm prosedürleri amacın engeli olduğu görüldüğünde, kimi zaman tümüyle, kimi zaman parça parça değiştirildi. Değiştirilen bir yasanın ya da prosedürün işe yaramadığı görüldüğünde, yeni bir yasayla (“torba yasa”) hemen değiştirildi. Amaca ulaşmada engeller çıkaran “demokratik hukuk” bu yolla aşıldı.
Yazılı hukukun yerini, hemen ve kolayca değiştirilebilir yasa düzenlemeleri aldı. Kendine bağlı ve kendisine tümüyle “biat” eden bir polis teşkilatı oluşturma yönünde önemli adımlar atıldı. Polis teşkilat yapısı değiştirildiği gibi, polisin ağır silahlarla donatılmasının önü açıldı. “Keyfiyete bağlı hukuk”, yani sadece sözde adı “hukuk” olan, gerçekte keyfiyete bağlı, kendi kişisel amacına uygun yaptırımlar listesiyle, kendine bağlı yargıçlar ve savcılar yoluyla polis teşkilatı yeniden biçimlendirilmeye başlandı.
Eğitim sisteminde yapılan küçük, ama islam devleti amacına doğrudan hizmet edeceği düşünülen değişikliklerle (4+4+4, okulların imam-hatipleştirilmesi, dinsel eğitimin ağırlıklı bir konuma getirilmesi vb.), bugünden yarına “dindar ve kindar nesil” yetiştirmeye başlanıldı. Şimdi sıra çocuk yuvalarında dinsel eğitim verilmesine geldi.
Bütün bunları yaparken, amacın (kendi Necip Fazıl revizyonuna uygun islam devleti kurmak) önüne çıkabilecek “üst akıl” girişimlerine karşı önlemler ve düzenlemeler yapılmaya başlandı.
Kendi “aklı” içinde, kendisini engelleyebilecek tek güç silahlı kuvvetler, yani ordudur. Bu gücün, ordunun, olası bir “üst akıl” ürünü darbesine karşı iki yönlü önlemler geliştirilmeye başlandı.
Bir yandan ordu kademelerine, kendisine “biat” eden ya da kendisine karşı bir tutum almayacağı umulan kişiler yerleştirilirken, diğer yandan olası bir askeri darbeye karşı yüzde yüz kendisine bağlı silahlı güçler oluşturulmaya yöneldi.
Bu silahlı özel ordu, ağırlıklı olarak polis teşkilatından oluşturulmaya çalışılsa da, kendisine kesin kes bağlı, deyim yerindeyse, kendisinin “g.t’ünün kılı” olan kişilerden oluşan bir milis örgütlenmesinden oluşacaktır. Bunun yolu da, doğrudan kendisini “halk” kabul eden ve kendi iktidarında güçlenen “esnaf”ı örgütlemekten geçiyor.
26 Kasım 2014’te yapılan 4. Esnaf ve Sanatkarlar Şurası’nda şunları açıkça ve alenen söyledi:
“Bizim medeniyetimizde, milli ve medeniyet ruhumuzda esnaf ve sanatkar gerektiğinde askerdir, alperendir, gerektiğinde vatanını savunan şehittir, gazidir, kahramandır. Gerektiğinde asayişi tesis eden polistir, gerektiğinde adaleti sağlayan hakimdir, hakemdir.
Taksici deyip şoför deyip geçemezsiniz. O mahallenin eminidir, ağabeyidir, mahallenin bekçisidir. Bakkal deyip kasap deyip manav terzi deyip geçemezsiniz. O mahallenin adeta ruhudur. Sokağımızın semtimizin vicdanıdır. Esnafı çıkartıp aldığınızda Türkiye tarihinden geriye hiçbir şey kalmaz.”
Bu sözler, öylesine söylenmiş ya da belagatın ürünü değildir. Esnaf ve zanaatkarlar, yani gerçek küçük-burjuva sınıfı, Özal’ın deyişiyle, “orta direk”, nüfusun çoğunluğunu oluşturur. Kendi küçük mülkünü ve işini koruma içgüdüsü olağanüstü gelişkindir. Anti-komünizm ne ölçüde bu sınıfı kendisine yedeklemeye çalışırsa, islamcılar da o ölçüde kendi saflarına kazanmaya çalışırlar. Bu kesimleri kendi saflarına çekebildikleri ölçüde iktidara gelebilirler ve iktidarlarını sürdürebilirler.
Ancak bu sınıfın kendi küçük özel mülkiyetini ve işini koruma içgüdüsü, aynı zamanda onları milis örgütlenmesi için bulunmaz bir kaynak haline getirir.
Milislere dayalı silahlı güç oluşturma girişiminin arka planında, bir ölçüde Necip Fazıl’ın revize edilmiş teorisi yatıyorsa da, asıl olarak, 3 Temmuz 2013 tarihinde Mısır’da “Müslüman Kardeşler” iktidarına (Mürsi) karşı gerçekleştirilen darbe yatmaktadır.
Recep Tayyip Erdoğan, 18 Ağustos 2013’de yaptığı bir konuşmada şunları söylemiştir:
“Bugün Mısır’da sergilenen vahşeti yarın belki de başka ülkede sergileyecekler Belki başka ülkeyi belki Türkiye’yi karıştırmak isteyecekler. Çünkü bu bölgede güçlü bir Türkiye istemiyorlar. Bu bölgede istikrarlı, kalkınmış ülke istemiyorlar.
Biz, bu tuzağı bozacağız. Kardeşlerim sabırla bozacağız. Unutmayın Herkesin tuzağı vardır. Ama en büyük tuzak kudret, kuvvet sahibi olan Allah’ın tuzağıdır. Birbirimize inanıp, güvenerek kardeşliğimizi pekiştirerek oyunları bozacağız. İçimizde nifak ve fitne sokmaya çalışıyorlar. Bunlara fırsat ve izin vermeyeceğiz. Bu tuzaklara düşmeyip, bu tuzakları alt üst edeceğiz.”
Yine geçen yıl 26 Ağustos’ta şunları söylüyordu:
“Mısır’da halk, iradesinin, oyunun namusunu istiyor. Eğer 17 yaşındaki Esma meydana çıkıyorsa babasının izinde çıkıyor. Adeviyye’ye çıkanlar, Rabia’ya çıkanlar, İskenderiye’ye, Mansuriye’ye onun için çıkıyor. Binlerce insan şehit olduysa bu oylarının namusu için şehit oldular.”
İşte bu zihniyetle esnaf ve zanaatkarlara dayanan bir milis örgütlenmesine yönelen “başyüce”[1*], 30 Kasım günü, İslami Büyük Doğu Akıncıları Cephesi (İBDA-C) “baş komutanı” Salih Mirzabeyoğlu (Salih İzzet Erdiş) ile görüştü.
Hiç tartışmasız İBDA-C, silahlı şeriatçı bir örgüttür. “Başyüce”nin Salih Mirzabeyoğlu ile yaptığı görüşmede, bu silahlı şeriat örgütünün kendisini desteklemesi ve “deneyimlerinden” yararlanmak istemesi, kendisine karşı güçlere ve özel olarak askeri darbeye karşı koruyacak bir milis örgütlenmesi oluşturmaya çalıştığı bir ortamda anlaşılabilir bir şeydir.
Öte yandan AKP iktidarı ile Hizbullah arasındaki ilişki, dahası IŞİD ile gelişkin ilişki düzeyi hesaba katıldığında, Recep Tayyip Erdoğan’ın (“başyüce”) özel milis örgütlenmesini nasıl ve kimlerden oluşturacağı daha açık hale gelmektedir.
Amaç, hiç tartışmasız, kendisine ve iktidarına yönelik bir askeri darbeye karşı hazırlık yapmaktır. Buradaki özel amaç ise, ağır silahlarla donatılmış polis gücünün yanında, yaygın bir milis örgütlenmesini “caydırıcı” bir unsur olarak kullanmaktır. Kendisine darbe yapmak isteyenlere bu milis örgütlenmesi yoluyla bir mesaj verilmek istenmektedir.
Ama bu milis örgütlenmesi sadece “caydırıcı” bir güç değildir. Aynı zamanda kendi iktidarına yönelik muhalefet hareketine karşı kullanılabilecek bir güçtür. Anadolu’daki Gezi Direnişi’nde de görüldüğü gibi, polis-esnaf işbirliği, daha ilkel düzeyde de olsa kullanılmıştır. 6-7 Ekim olaylarında görüldüğü gibi, Hizbullahçılar (her ne kadar kendilerini HDP’lilerin saldırılarına karşı koruduklarını iddia etseler de), kendi alanlarında örgütlü ve silahlı bir güçtür.
Tüm bunların yanında, doğrudan MİT’in denetimi altında olan “Alperen Ocakları” iktidarın elinin altındaki hazır bir güçtür. Danıştay saldırısından Hrant Dink cinayetine kadar pek çok olayda yer alan “Alperen Ocakları” ortadayken, çok kolaylıkla esnaf ve zanaatkarlara “alperenler” diye hitap edebilmektedir. (Bu arada şunu da ekleyelim ki, “Alperen Ocakları” Muhsin Yazıcıoğlu’nun BBP’sinin gençlik örgütlenmesidir. Muhsin Yazıcıoğlu da, AKP’ye ve Recep Tayyip Erdoğan’a “biat” edenlerin başında gelmektedir.)
Bu yapılanmaya, AKP’ye “biat” eden “eski ülkücüler”i, yani eski faşist milisleri de eklemek gerekir.
Özetle, Recep Tayyip Erdoğan, Mısır askeri darbesi ve 17 Aralık “cemaat operasyonu” sonrasında doğrudan kendisine bağlı bir polis teşkilatı oluştururken, aynı zamanda bir milis örgütlenmesine gitmektedir.
Bu milis örgütlenmesi, her ne kadar kurulu örgütlenmelere (Alperen Ocakları, Hizbullah, İBDA-C, eski faşist milisler) dayanma eğilimindeyse de, doğrudan devlet kurumlarının desteğine sahip olacakları da kesindir. (Burada yaklaşık 280 bin özel güvenlikçiyi de bunların arasında sayabiliriz.)
Recep Tayyip Erdoğan’ın oluşturulmasına hız verdiği milis örgütlenmesi, ister “caydırıcılık” için kullanılmak istensin, isterse askeri darbeye karşı “direniş” amacı gütsün, her durumda doğrudan kitlesel muhalefet hareketlerine karşı kullanılacak bir zor gücüdür. Böylece toplumsal muhalefetin karşısına, istenildiği zaman değiştirilen ve “makul şüphe”ye dayalı yasalar yanında, doğrudan ağır silahlarla donatılmış polis gücü ve islamcı milis örgütlenmesi çıkartılacaktır.
Burada yapılması gereken, herşeyden önce böyle bir gelişmeyi görmezlikten gelmekten, küçümsemekten uzak durulmalıdır.
İkinci olarak, böyle bir karşı-güce karşı silahlı bir örgütlenme yaratılması acil bir görev olarak ortaya çıkmaktadır.
Bu silahlı örgütlenme, 1980 öncesindeki gibi “Direniş Komiteleri”, “Silahlı Direniş Birlikleri” türünden, yarı-milis, yarı-askeri, ama her durumda sadece propagandif bir örgütlenme olmamalıdır.
Geniş halk kitlelerinin islamcı milis saldırılarına karşı korunmasının ilk ve temel koşulu, silahlı bir devrimci örgütlenmenin varlığıdır. Böyle bir örgütlenme maddi bir güç olarak ortaya çıkartılamadığı ya da çıkmadığı koşullarda, adı, ister “özsavunma birlikleri”, ister “mahalle konseyleri” vb. olsun, her durumda MHP’li faşist milislere karşı oluşturulan “direniş komiteleri”nin trajik sonunu paylaşmak durumunda kalacaktır. Çünkü, söz konusu olan sadece islamcı milis örgütlenmesi değildir. Bu milis örgütlenmesi, devletin tüm olanaklarından yararlanacağı gibi, ayrıca ağır silahlarla donatılmış polis teşkilatının “yardımcı” gücü olarak çalışacaktır. Dolayısıyla islamcı milislere karşı “savunma”yı esas alan bir örgütlenme, her durumda polis gücünün ağır silahlı saldırısıyla karşı karşıya kalacaktır.
Polis teşkilatı, profesyonel bir silahlı güçtür. Böyle bir profesyonel silahlı güce karşı devrimci gerilladan başka bir güç etkili olamaz.
Recep Tayyip Erdoğan, ne denli iç savaş ve olası bir darbeye karşı hazırlık yapıyorsa, devrimciler de aynı oranda ve aynı ciddiyette hazırlık yapmak zorundadırlar. Ama devrimciler sadece hazırlıkla yetinemezler. Aynı zamanda iktidarı devirmek, devrimi gerçekleştirmek için de mücadele etmek durumundadırlar. Bu da, islamcı milis örgütlenmesine karşı değil, bir bütün olarak iktidar gücüne karşı örgütlenmeyi ve mücadeleyi gerektirir.
Böyle bir mücadelenin doğru bir devrimci stratejiye dayanması gerektiği de çok açıktır. Bu strateji de, Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi’nden başkası değildir.
İç savaş hazırlıkları karşısında örgütlenmeyenleri tarih affetmeyecektir.>
Dipnotlar
[1*] “Başyüce”, Necip Fazıl Kısakürek’in “İdeolocya Örgüsü” adlı kitabında devlet örgütlenmesinin en üst kurumudar. Kitapta bu şöyle anlatılır: “Bütün kuvvet tevazünü, her temsil kutbu aynı kök ideolocyaya bağlı olarak, ‘Başyüce’ ile ‘Yüceler Kurultayı’ arasındadır… · ‘Yüceler Kurultayı’ vicdan; ve ‘Başyüce’ irade(dir)… ‘Başyüce’ kaba ve umumî manasiyle herhangi bir devlet reisi değil, derin ve girift, içtimaî bir remzdir. Bir timsal(dir)…”
http://kurtuluscephesi.com/kurcep1/kc141_1.html
Çok Yazık Pek Yazık
Mehmet Şevket Eygi
Gençler ne bilir, ne hatırlar. Bendeniz hatırlıyorum. Tansu Çiller hanımefendi Başbakan iken bütün medya onun ismiyle, onun haberleriyle çalkalanıyordu. Tansu Çiller aşağı, Tansu Çiller yukarı. Tansu Çiller ne dedi? Tansu Çiller ne demek istiyor? Tansu Çiller ne yaptı? O ne yapmalıydı? Ne yapacak? Niçin öyle yaptı da böyle yapmadı? Yaptıkları ve yapmadıkları ne manaya geliyor?
Sonra ne oldu? Tansu Çiller unutuldu, artık ondan nâdiren bahs ediliyor. Onunla ilgili tartışmalar tavsadı. O şimdi ne aşağıda, ne yukarıda. Nisyan Ârafında.
Günlük gelip geçici hadiseler böyledir. Bir varmış, bir yokmuş.
Bu memleketin başına gelen büyük felaketlerden biri futbol dedikodusu gibi politika dedikodusu yapılmasıdır.
Bizde politika magazinleştirilmiştir.
Diğer büyük bir felaket dinî konuların magazinleştirilmesidir.
Bugünkü dedikoduların, siyaset magazinlerinin on binde, yüz binde biri bile on beş yirmi yıl sonra yaşamayacak, tedavül etmeyecektir.
Bu kadar boş, kof, gelip geçici, fâni, kararsız, sebatsız konularla on milyonlarca halkın oyalanıp afyonlanmasına zehirlenmesine acımak ve öfkelenmek gerekir.
Gazetelerimiz ve yazarlarımız ülkenin, insanlığın gerçek, temel, kalıcı gündemini konu edinmelidir.
Müslüman gazete ve tv’ler hadiselere, olup bitenlere, gelişmelere İslamî, Kur’anî, Nebevî, Şer’î, hikemî açıdan bakmalıdır.
Şu politikacı ile bu politikacı sert münakaşalar yaptılar… Şu Hoca bu Hocaya çok ağır şekilde verdi veriştirdi. Bir gün sonra hakkettiği şamarı yedi… Tokat gibi cevap… Ya öyle mi?
On milyonlarca halk bu haberlerle sersemlemiş vaziyettedir.
Ciddî gazeteler, yazarlar, medya niçin millî eğitim meselelerini müzakere etmiyor?
Ülkemizdeki krizlerin niçin sebeplerini araştırmıyorlar da hep neticeler üzerinde duruyorlar?
Niçin durmadan kavga ediliyor?
Problemler niçin soğukkanlılıkla ve seviyeli bir üslupla ele alınmıyor.
Niçin bu kadar yıkıcı muhalefet yapılıyor?
Bunca yağcılığa, yalakalığa, dalkavukluğa ne lüzum var?
Sövüp sayacağımıza “Hayır beyefendi öyle değil böyledir…” üslubunu niçin benimseyemiyoruz?
Aralarında fikir ve görüş ayrılıkları olanlar birbirilerine niçin beyefendi, hanımefendi, zat-ı âliniz diyemiyor?
Niçin gerekçeli konuşmuyoruz?
Niçin meseleleri bütünüyle ele alamıyoruz da işimize gelen tarafları, cümleleri seçiyoruz.
Niçin empati yapamıyoruz?
Bunca kağıda, mürekkebe yazık.
Yazana yazık, okuyana yazık, memlekete, halka, devlete, boşa harcanan zamana yazık.
* (İkinci yazı)
Bu Lüks ve İsraf Bizi Batırır
1920’de Ankara Büyük Millet Meclisi “Düğünlerde Men’-i İsrafat Kanunu” çıkartmıştı. Bu kanun maalesef Turgut Özal zamanında kaldırıldı.
Günümüzde zenginler israflı, ihtişamlı düğünler yapıyor. Böyle düğünler dinimize göre haramdır.
Eskiden ülkemiz dünyanın sayılı tahıl ambarlarından biriydi, dışarıya buğday satıyordu. Şimdi ise hariçten yılda üç milyon tondan fazla kalitesiz buğday satın alıyoruz.
Üstelik günde beş milyon ekmeği çöpe atıyoruz.
Hükümetimiz niçin ekmek israfını önlemek için bir kanun çıkartmıyor?
Sadece ekmek mi? Ülkemiz bir İsrafistan haline gelmiştir.
İhtiyacın ötesinde lüks evler israflı değil midir?
Lüks ve ihtişamlı otolar israf değil midir?
Fiyatları uçuk, markalı giysiler.
Dekorasyonu şatafatlı lüks restoranlarda yenilen pahalı yemekler.
Türkiyemiz son yirmi otuz yılda lükse, israfa, aşırı tüketime trilyonlarca (Mübalağa etmiyorum evet trilyonlarca) dolar harcadı. Bu paralarla, Güney Kore gibi kendi yüzde yüz millî oto sanayiimizi, kendi elektronik sanayiimizi, uçak sanayiimizi kursaydık iyi olmaz mıydı?
Lüks dedi mi, bazılarımız çıldırıyor, kuduruyor.
Turistik maksatla olursa bir şey demem ama yerli halkın aşırı lüks otellerde konaklamasına çok teessüf ediyorum
Lüks ev statü oldu… Lüks yazlık statü oldu. Lüks oto… Lüks elbiseler… Lüks otellerde yatmak… Lüks restoranlarda tıkınmak…
Bu lüks, bu israf, bu ihtişam budalalığının ve beyinsizliğinin sonu iyi olmaz.
Uzağa gitmeye lüzum yok, komşumuz Yunanistan’ın haline bakınız. Lüks israf yollarında giderken iflas uçurumuna düştüler.
Bunca lüks, israf, ihtişam bir ülkeyi, bir devleti, bir halkı batırır da batırır.
Sadece günde beş milyon ekmeğin çöpe atılması, batma sebebi olarak yeterlidir.
Şu sürüngen beyinsize bakınız. Son seyahatimde yedi yıldızlı otelde kaldım…
Benim lüks otomobilin lazerli ve megavizyonlu…
Dün gece Falan restoranda Alaska yengeci yedim… Porsiyonu 295 lira… (Zıkkım ye!)
Kravatı rüzgarla ters döner, pahalı markası görünür, herif zevkten dört köşe olur.
Kadın tayt üzerine tünik giyer, başına unique bir eşarp bağlar, uzun topuklu ayakkabılarıyla yalpalaya yalpalaya fink atar. Modern Müslüman kadın? Şeytanî tesettürlü…
Oğlu üniversiteye Porsche arabayla gider.
Bu lüks ve bu israfla memleket batacak, aldırdıkları yok.
Kur’anda müsrifler (savurganlar) için “Şeytanın kardeşleri” deniliyor.
Şeytanın kardeşleri…
http://www.haber53.com/cok-yazik-pek-yazik_m18331.html
Selâmet der kenârest
Siyaset havaları hep biteviye gitmez. Gök her zaman bulutsuz masmavi güneşli olmaz. Bazen soğuk rüzgarlar eser, gökte kara bulutlar oluşur, hava bozuldukça bozulur… Fırtınalar, kasırgalar, tayfunlar… Gök gürültüleri… Şimşekler çakar, yıldırımlar düşer… Şiddetli yağmurlar yağar, dereler ırmaklar nehirler taşar… Siyaseti gel keyfim gel sananlar şaşar. Siyaset çalkantılı bir denizdir, bazen coşar kabarır. Bu denizde gemi sahibi olmak çok risklidir. Siyaset denizinde kaptanlık edenler Şeyh Sâdi’nin “Be derya der menâfi bi-şumârest / Eger hâhi selâmet der kenârest” (Denizde çok menfaatler vardır ama sen selamet istiyorsan o kenardadır) beytini hatırlarından hiç çıkartmamalıdır.
Siyaset denizinde etleri lezzetli balıklar yüzer, onları tutar kendin yersin, satar ticaret yaparsın. Ticaret denizinin bazı diplerinde inciler mercanlar sedefler bulunur. Lakin selamet derkenârest.
Bu denizin vefası yoktur. Yolda fırtına çıkar, gemi dalgalarla boğuşmaya başlar. Tekneyi kurtarmak için safraları atmak gerekir.
Bir Müslüman için siyaset denizinin en zor işi milletvekili yemini etmektir. Bir Müslüman için ne zor, ne veballi, ne netameli yemindir o.
Tarihin facialarına bak, bu denizde ne padişahlar ne vezirler ne paşalar ne keştiler gark u helâk olmuş.
Selamet der kenârest der kenarest…
Mehmed Şevket Eygi
http://www.milligazete.com.tr/koseyazisi/Selmet_der_kenrest/24236
http://marksist.net/kerem-dagli/akp-safsatacilikta-sinir-tanimiyor.htm