Okur Görüşü: MARKSİZM, PARTİ, DEVLET, DEMOKRASİ VE PROLETARYA DİKTATÖRLÜĞÜ ÜZERİNE AYKIRI GÖRÜŞLER
Başlangıç Notu: Bu yazıda dile getirilen fikirlerin asıl “düşünce babası” Muzaffer Oruçoğlu’dur. Bu yazı; İbrahim Ekinci’nin Muzaffer Oruçoğlu ile yaptığı söyleşi kitabı “Muzaffer Oruçoğlu” anlatıyor’un 180-193 sayfalarında yer verilen görüşler temel alınarak, onların daha sistemli hale getirilmesi çabasından ibarettir.
Öncü rolüne soyunan öznenin, örgütün, yani partinin alacağı biçimi ya da taşıyacağı ruhu veya cesametini içinde bulunulan toplumsal koşullar tayin edecektir. Bir coğrafyada tüm muhalif faaliyetler yasa dışı ilan edilmiş ise, komünistlerin açık siyasi faaliyet yürütmelerinin tüm koşulları ortadan kaldırılmış ise, tarihsel koşullar nedeniyle devrimciler de bu toplumsal koşulların dışına çıkarak örgütlenmek zorunda kalabilirler.
Partinin hiçbir zaman ihmal edilemeyecek olan en temel görevi kitleleri örgütlemektir. Çünkü devrim; Partinin öncüğünde, ancak kitleler tarafından gerçekleştirilecektir.
Proletarya partisinin nihai amacı, toplumsal devrim sürecinde kendisini kitlelerin içinde eriterek yavaş yavaş kendi yokoluşunu gerçekleştirmek olmalıdır. Parti sonsuza dek var olamaz. Sınıfsız toplumun ilk nüveleri ortaya çıkarken, tıpkı sınıflar gibi parti de ortadan kalkmalıdır.
Halbuki dünya devrim tarihine baktığımızda, deneyimin böyle olmadığını gözlemliyoruz.
Siyasi devrimle birlikte, eski devletin yerini yeni tipte, ancak gene güçlü merkezi ve bürokratik yapıya sahip yeni devlet alırken, iktidarı alan Parti ise kendisini bu bürokratik yapının kumanda merkezine yerleştirmiş, Parti kendi öz varlığını, merkezi iktidar cihazının, yani yeni devletin varlığına bağlamıştır.
“Demokratik merkeziyetçilik” denen şeyin içinin ne kadar doldurulabildiği tartışmalıdır. Yeni devrim coğrafyalarının iktidar partileri demokratik olmaktan çok, asıl olarak merkeziyetçi olmuşlardır. Halbuki hem kitlelerin, hem de partinin içinde farklı pek çok görüş tartışılabilmeli, farklı fikirler temelinde farklı guruplar, hatta bloklar ortaya çıkabilmeli ve kıran kırana bir ideolojik mücadele yapılabilmelidir.
Tarihsel devrimleri gerçekleştiren kurmay partilerin tamamı, kendilerini yığınları yönetmeye hak kazanmış seçkin kurtarıcılar olarak görmüşlerdir. Hem örgütsel olarak, hem de bireysel olarak yerleşilen pozisyonlar asla başkalarına bırakılamamıştır. Halbuki, bu pozisyonlar, zamanı gelince doğal olarak başkalarına devredilmesi gereken pozisyonlardır.
Hem insanlar, hem de organlar mevkilerini sağlamlaştırma, tahkim etme yoluna gitmişler, sonuna kadar hükmetme eğilimi göstermişler ve böylece bir tür “tanrılaşma” yaratılırken, bilimsel bir ideolojiden de adeta bir tür “din” ortaya çıkarılmıştır.
Halbuki, Marks neyi öngörmüştü? Bilimsel sosyalizmin idealleriyle donanan insanın tüm çabası, yığınların yaratıcı inisiyatifinin açığa çıkarılması yoluyla, doğrudan demokrasiye erişilmesidir.
Profesyonelleşen devletin ya da kadro örgütlerinin, tüm toplumu kendi cemaati haline getirmeye çalışması kabul edilebilir bir şey değildir. Kurtarıcılık, kahramanlık ya da güçlü devlet hayalleri tamamen metafizik yaklaşımlar olup, kesinlikle devrimci değildir.
Analiz yeteneğimizi çöpe atmak, gelenekselliğimize sımsıkı sarılıp kalmak ve doğmatizm, “devrimci fedakarlık” ile donanmış olsa bile, bizi bir yere götürmeyecektir.
Örgüt, klasik devletin küçük bir prototipi ise, o örgüt de, kaçınılmaz olarak yeni devlet ile bütünleşme potansiyeli taşıyacak, bağımsızlığını yitirip, devlet bürokrasisinin küçük bir parçası haline gelme eğilimi sürekli olarak güçlenecektir. Ne demek istediğimizi, bugünkü ÇKP’nin hali güzel özetlemektedir.
Kolektif bilinç elbette önemlidir. Ancak bu bilinç, tek tek bireylerin özgür iradeleri olmadan yaratılabilir mi? Örgüt içinde özgür iradeli bireyler yoksa, kolektif bilinç bir safsatadan ibarettir.
Bir “sürü”nün bilinci de kolektif değil midir? En baştakinin her söylediğini kabullenen bir kolektif bilinç türü! Aslında en köklü ideoloji olan “din”de kolektif bilince dayanmıyor mu?
Din, o ilişkiler yumağının içine doğan her insanın kendi öz varlığını adeta emerek, onun iç özgürlüğünü tamamen yok ederek, onu edilgenleştirerek, şefaat dilenen bir kum yığınının sıradan bir tanesi haline getirerek bir “kolektif” bilinç yaratıyor.
Kendisi olabilmenin öneminin farkında olan, kendisine özgü bir bilinç taşıyan, her argümana eleştirel bakabilme ve karşı çıkma cüreti olan insanların katkısı ile oluşturulmuş ise şayet, o zaman “kolektif bilinç” devrimcidir. Önemli olan budur.
Çünkü ancak böyle olursa herkes tarafından savunulan, liderin aklının değil, ortak aklın ürünü olan, herkesin etrafında birleştiği ve göreceli olarak doğru olan siyasi tezler üretilebilir.
Peki, pek çok siyasi yapının bugünkü manzarası nedir? Biçimsel görünümleri ve yöntemleri nasıldır? “Kolektif bilinç” ve “Kolektif pratik” araçları ile herkesin her konu ve olayda aynı, tek tip bir düşünceyi savunmak zorunda olduğu, farklı düşüncelere baskı uygulanan, farklı düşünenlerin tecrit edilmek istendiği ve bu yüzden de sürekli amip gibi böünmelere yol açan bir yapı.
Bu yapıyı yaratan köhne kültürü ve onun köhne insanını; fikirsel ve bedensel tüm üretim süreçleri içinde, yaşanan değişimlerin dönüştürdüğü, yeni, güçlü ve derin bir devrimci kültürle ve bu kültürü özümsemiş, kendi hayatında kendi öz devrimini yaşayabilen, devrimciliği bir yaşam tarzı haline getirebilmiş ileri insanlarla aşabiliriz.
Böyle bir ortam da, “Lider Kültü” boy veremez, gelişemez, bu yöndeki çabalar hiç kimse tarafından ciddiye alınmaz. Bu ortamın liderleri, demokratik bir çerçevede sürekli sınav vererek olgunlaşır ve pişerler ve zaman zaman da alaşağı edilmeyi çok doğal karşılarlar.
Kendilerinin “Liderlik” özelliklerine sahip olduğunu düşünen insanların, alaşağı edildiklerinde bile içinde yer aldıkları örgütsel yapıya daima pozitif katkıda bulunabilme özellikleri ile donanmış olmaları gerekir. Dün “genel başkan” ya da “genel sekreter” iken bu sabah sıradan bir üye olarak uyanıyorsan, o pozisyondan neden alaşağı edildiğini doğru kavrayacak, çeşitli yol ve yöntemlerle devrimci mücadeleye katkıda bulunmayı elbette sürdüreceksin. Bunu beceremiyorsan zaten hiçbir zaman “lider” olamamışsın demektir.
Devrimci örgüt; kendisini sözümona tek tip ve yeknesak bir “kolektif” bilinç ve kültüre hapsedemez. Büyük insanlığın en ileri noktadaki tüm kültürel birikimi ile donanmış, “mülk” bağımlılığını alt ederek özgürleşebilmiş bireylerden oluşan, her bireyin farklılık ve zenginlikleri ile çeşitlendirilmiş, zaman zaman birbirleriyle çatışabilen, rengarenk düşünce çeşitliliği içindeki bir “kolektif yaşam ortamını” oluşturabilmiş bir zenginliktir devrimci örgüt.
“Hadi ya, ne kadar da ütopik düşünceler bunlar!” diyorsunuz değil mi? Peki, hepimizin nihai hedefi olan “sınıfsız toplum” da bir ütopya değil mi? Ama yaşandı. İlk insan toplulukları “sınıfsız” değil miydi? “Sınıf” ne zaman ortaya çıktı?
O halde; “yüz çiçek açsın, yüz fikir birbiriyle yarışsın!” diyen Mao’nun, bu konuyu esas alan fikirlerine bütün ön yargılarımızı yıkarak yeniden kulak vermenin zamanıdır.
Şunu hiçbir zaman unutmamalıyız! Proletarya kültürü dediğimiz şey, insanlığın bügün eriştiği düzeyin en ileri ucundaki kültürel dokuyu kapsamak durumundadır.
Başka şeylerden de kısaca söz edelim:
Bir partinin kendisini “işçi sınıfı” partisi olarak nitelendirebilmesi için, üyeleri içinde çoğunluğun “işçi” olarak tanımlanabilmesi gerekir. Öğrenci gençlik ve aydınlardan oluşan bir yapının “işçi sınıfı partisi” nitelemesi ile anılması mümkün değildir.
Aynı zamanda “işçi sınıfı” partisinin işçilerin yaşam alanlarında ve sendikalarda da var olması gerekir.
Türkiye’de niceliksel olarak önemli bir işçi sınıfı mevcut olup, sendikalı işçi sayısının çok düşük olması bir mazeret olarak öne sürülemez.
Burada “işçi” tanımının 2020’li yıllardaki anlamına gönderme yapmalıyız. Elbette sadece mavi yakalıları değil, beyaz yakalı işçileri de kastediyoruz.
Beyaz ya da mavi yakalı işçilerin parti içindeki oranı %1 bile değilse, evet ortada bir parti olabilir ama o işçi sınıfı partisi değildir.
İşçi sınıfının güncel sorunlarına çözüm üretebilmek için işçilerin yaşam alanlarında var olabilmek gerekir, bu varoluş ise bizatihi işçi kadrolarla mümkündür. Hariçten gazel okunmaz.
Bütün bunları söyledikten sonar, Fikret Hoca’nın (BAŞKAYA) 29 Temmuz 2018 tarihli Birgün PAZAR’daki vurgusu ile Parti konusunu noktalayabiliriz sanıyorum:
“Mücadelenin başarısı için üzerinde önemle ve ısrarla durulması gereken bir şey de ‘geleneksel örgüt modellerinin’ ve ‘mücadele tarzlarının’ artık bir işe yaramadığını açıkça, ikircikli olmayan bir tarzda kabul etmektir… Bir örgüt fetişizmi almış başını gidiyor ama, bizzat örgütlerin kendilerinin kurtuluşun önünde bir engel oluşturdukları gözden kaçıyor…”
S
öz konusu yazının çok önemli olduğunu özellikle vurguluyor ve bütününün altını çize çize okunmasını öneriyorum.
Devlet ise; bürokratik bir yapıdır. Bürokratik yapılar ise bürokratlar tarafından yönetilir.
“Teorik-kuramsal açıdan sosyalist devlet farklıdır.” demek yetmez! Sosyalist devlet bürokratik olmadığını pratikte ortaya koyabilmiş midir? Bunu sorgulamak zorundayız.
Bürokrasi nasıl yenilir? Kitlelerin inisiyatifini, onların yaratıcı gücünü harekete geçirerek.
Kitlelerin “özgürlük” duygusu ile tanışmalarını sağlayarak. Bunun içinde dağıtılan kapitalist devlet mekanizmasının yerine getirmekte olduğu görevlerin mümkün olan en fazlasını kitle inisiyatiflerine, doğrudan halk meclislerine devretmek gerekir.
Bu nedenle demokratikleşme hayati derecede önemlidir.
Dünyamızın toplumsal tarihine baktığımızda, toplumsal kriz yaşandığı ve devrimci durum ortaya çıktığında, politik mücadelenin başlangıcında tüm ezilenlerin komite, konsey ya da sovyet tarzı örgütlenmelerle siyasallaşmayı denediklerini görüyoruz. Paris komününde, Rus devrimi deneyiminde, Avrupa ana karasında ortaya çıkan devrimci nüvelenmelerde hep böyle olmuştur. 1923 Cumhuriyetinin kuruluşunun ilk aşaması da böyle bir süreçtir. Gücü elinde tutan merkeze yerleşmiş ezen sınıfları alt etmenin yolları arandığında, ilk akla gelen örgütlenme şekli hep budur. Kitlelerin mücadelesi ve direnişi, demokratik bir öz yönetimin kendi iç tabanını yaratmayı denemiş, kendi özlemlerinin ancak bu yöntemle dile getirilebileceğini var saymışlardır. Ancak böyle bir örgütlenme tarzı, gündelik yaşamın görünmez kıldığını yeniden görülebilir hale getirebilir ve gerçeğe ayna tutabilir. Böylece dayanışma, eşitlik ve yepyeni bir toplum ideali yarın yerine bugünün meselesi haline gelebilecektir.
Bir de Marks’a kulak verelim mi? Lafta değil ama, gerçekten kulak vermek! Ne diyor Marks: “Çok sayıda bireyin işbirliğini içeren her türlü işte, sürecin bağlantılılığı ve birliğiyönetici bir irade deve ortak faaliyetle ilgilenen görevlerdezorunlu olarak temsil edilir. Aynı kısmi işçilikle meşgul olmayan bir orkestra şefinin ki gibi. Bu sebeple işin yönetimi (insanların değil b.n) ortak üretimin her biçiminde yerine getirilmesi gereken üretici bir iştir.” (Kapital III.cilt shf.76)
Kitlesel yığınların dönüştürme ve değiştirme potansiyeline sahip dinamizmine şaşkınlıkla bakan ve o dinamizmi ezmeye girişen hiçbir parti, program ve tüzüğünün lafzı ne olursa olsun devrimci bir araç olamaz. Her örgüt gelecekte kuracağını deklare ettiği toplumun bugünkü hali, o toplumun minyatür bir çekirdeğidir.
İç demokrasisi yeterince gelişkin, perspektifi geniş örgütlere ihtiyacımız var. Lafta değil, özde devrimci olmaya ihtiyacımız var. Tek sese değil çok sese ihtiyacımız var. Muhalif görüşleri bastırmayı, ezerek yok etmeyi gündemine almış bir örgüt boş laf ve kuru gürültüden ibaret kalmaya mahkumdur.
“Biz”e değerini verenin, tek tek benler olduğunun farkında olan örgütlere ihtiyaç var. Tek tek insanlara güven duymanın yerini, merkezi disiplinin “tek tip” haline getirdiği bir organa duyulan güvenin almasının yanlış taraflarını görebilen örgütlere ihtiyaç var. Bulundukları piramidin tepesinden her şeyi otoriteye endeksleyenler, fikir zenginliğini değil, biat edenleri önemli ve değerli görürler. Oysa ki herkesin biat ettiği bir örgüt ölmeye mahkum bir örgüttür.
Kurulmak istenen yeni devletin öncülü olarak örgüt; eğer Procrustes Yatağına dönmüş ise, yönetici/yönetilen diyalektiği herkesin boyunu bu yatağa uygun hale getirecektir. Böylece herkes bacakları kesilmiş ya da uzatılmış, kendini hiç haline getirmiş, yatağı yani örgütü yücelten standart Procrustes bireyleri haline gelirler. Özgürlük için yola çıktığını kitlelere deklare eden böyle bir örgüt kendi iç işleyişinde özgürlüğü öldürmüş olur. Böylece çürüme başlar, belki de devrim olur, ama o procrustes yatağının başında bu kez de örgüt yerine yeni devlet bekler.
Bolşevik partisinde Stalin’in yaptığı şey tam da böyle bir Procrustes yatağı yaratmaktır. Artık SSCB yıkıldı ve bütün devlet ve parti arşivleri ortaya döküldü. Gerçekler birer birer ortaya çıkıyor. Hiç kimsenin yaşanılanları inkar edecek hali kalmadı.
Dolayısıyla 1925’lerden 1940’lara kadar katledilen komünistlerin uzun bir listesini sıralamaya da gerek yok diye düşünüyorum.
Sadece şu özet bile yeter, 1930’lu yılların sonundaki temizlik kampanyalarında, 17.kongreye katılan Parti Merkez Komitesinin % 70’yi tutuklanmış ve/veya öldürülmüştür. Bu sadece partinin en üst kademelerindeki manzaradır. Bir de tabana inildiğinde tutuklanan, adaletsiz yargılanan ve infaz edilen insanların sayısı olağanüstü boyutlardadır.
İdeolojinin iğdiş edilmiş hali, yanlış siyasetleri, yanlış siyasetler ise Procrustes yatağını yaratmıştır. SSCB’de 1917-1921 döneminin o büyük ve canlı demokratik ortamı, farklı fikirlerin korkusuzca dile getirilebildiği, canlı ideolojik mücadele hayatı sürdürülebilseydi, her türlü fikre kulak verilebilseydi, kitleler içinde canlı bir fikir hayatı yaratılabilseydi, belki de bugün hala bir “sosyalist sistem”den bahsedebiliyor olacaktık.
Çözüm özgürlüğün özüne en büyük önem ve değeri veren, gerektiğinde kendi kendini en sert şekilde eleştirebilecek bir teorik anlayışı egemen kılmakta, böylece Procrustes yatağının asla yaratılamayacağı bir ortamın doğmasına yol açmaktadır. Öyle bir ortam ki, partinin kendi kitlelerinin iç özgürlüğü hiçbir kısıtlamaya tabi olmaksızın her an harekete geçebilsin ve partinin iç işleyişinde doğrudan demokrasi ve üyelerin tam özgürlüğü gerçekleşebilsin.
Geçmişten alınması gereken en önemli ders şudur: Yönetenler ve yönetilenler çoğunlukla yönettikleri ya da kendilerini yöneten örgüte yabancılaşmakta, kişiliklerini örgütün kişiliği ile özdeşleştirmekte; böylece ortaya, devrim sonrasının yeni devletinin burjuvazi için en sağlam sığınak haline gelebildiği bir yapı çıkmaktadır. Aynı zamanda burjuvazi devrimin öncü gücünü de kendisine benzetmekte, hızla burjuvalaştırmaktadır.
Siyasi devrimi süreklilik içinde izlemesi gereken politik devrimin özü; sınıf antagonizmasının doruğu olan eski devletin parçalanmasına dayanmak zorundadır. Bu tarihsel materyalizmin dayattığı koşuldur.
Devrim, yıktığının yerine eskisinden de güçlü yeni bir devlet kurarsa yarattığı hiyerarşinin giderek katılaşması ve yeni bir sömürücü sınıf yaratması da kaçınılmaz olacaktır. Dolayısıyla eski sınıflı toplum biçim değiştirmiş haliyle yeniden önümüze çıkacak ve yeniden kendi mezar kazıcıları tarafından devrilmeyi bekleyecektir.
O halde sosyalizmin yıkılışını, dönekler ve ihanetlerle açıklamaya kalkmak büyük bir saçmalık olacaktır.
Var olmuş reel sosyalizmlerin neden yıkıldığını anlayamaz ve doğru kavrayamazsak, bir devrim yapsak bile kesinlikle sosyalizmi inşa sürecinden geçerek sınıfsız toplumun yoluna taş döşemeyi başaramayız.
O halde geleceğin sosyalist devrimleri, klasik devlet yapılarını parçalayan ve klasik anlamda bir devlet olmayan bir yönetim yapısı yaratmak zorundadır. Bunun formunun nasıl olması gerektiği hakkında bugünden fetva verilemeyeceği açıktır. Ancak, bu durum bazı öngörülerde bulunmayacağımız anlamına da gelemez.
Şimdi denecek ki, sınıflı bir toplumda bir devletin varlığı da tarihsel bir zorunluluk değil mi? Evet, öyle olduğu söylenebilir.
Ancak Paris komünü deneyimi üzerine belki de daha çok konuşmalıyız. Eskisinin yerine konması gereken yeni devletin görevlerinin olabildiğince çoğunun, yığın örgütlerine devredilmesi formunu alacak bir sistem üzerinde düşünmemiz ve konuşmamız gerekmektedir.
Bir toplumu yönetme anlamında, sadece bu bağlamda güçlü değil, belki de zayıf bir devlete ihtiyacımız var! Olması gereken belki de budur.
Hem işçi sınıfı, hem de genel olarak halk kitleleri üzerinde bir baskı mekanizması haline dönüşmeyecek sıkı değil, gevşek bir devlet yapılanmasına ihtiyacımız var belki de.
Yığınları komünlerde/sovyetlerde doğrudan yerel iktidara sahip olacak bir şekilde örgütlemeye dayanan bir yönetim anlayışını, Ekim devriminden sonra kısa bir süre ayakta kalan ama hemen sonra yıkılan böyle bir yönetim modelini sürekli kılmak bir çözüm olabilir mi acaba?
Bürokratik tüm devlet görevlerinin yığınsallaştırılması üzerinde düşünsek? Yeni tip bir komün demokrasisi, halk kitlelerinin yerelde doğrudan iktidarın sahibi oldukları ve demokrasiyi doğrudan yaşamalarını mümkün kılan bir sistem yaratmayı denesek?
Esas olarak belli durumlarda halk kitlelerinin silahlandırılmasına dayanan bir devlet güvenliği anlayışını da bununla bütünlesek mesela.
Tekrar 1871 Paris Komünü deneyimine dönelim: Paris işçileri devleti klasik biçimiyle tümden ilga ederken, Avrupa Burjuvazisi Prusya kuvvetlerine dayanarak onu ilga edildiği yerden yeniden ayağa kaldırıp tekrar kurdu.
Bir devrimin tüm ezilen sınıf ve tabakaların çıkarlarını temsil edebilmesi, onun “devlet” denilen organizmanın varlığına karşı çıkışındaki kararlılıkla mümkündür.
Bir siyasi devrim, varlığına karşı mücadele ettiği “devlet” cihazını olduğu gibi devir alamaz. Onu parçalamak zorundadır. Bu başarılamıyorsa ortada “devrim” filan yoktur. Parçalanan “devlet” cihazının yerine, onu taklit eden yeni bir cihaz mı konacak, yoksa önceki devletin yeni dönemde de zorunlu olarak yerine getirilmesi gereken görevlerinin mümkün olan en çoğu, halk kitlelerine mi devredilecek? İkinci önemli nokta bu soruya verilecek olan cevaptır.
Örneğin elbette bir süreç içerisinde; profesyonel ordu ilga edilerek, bu ordunun yerine halkın genel silahlanmasına dayanan bir “savunma ve güvenlik sistemi” kurulması kararlaştırılacak mı?
Merkezi bürokrasi olabildiğince azaltılarak, bu bürokratik kastın yerine getirmekte olduğu görevlerin olabildiğince büyük bölümü, halk komünlerine devredilecek mi?
Halk kitleleri kendi yaşam alanlarında, doğrudan demokrasiyi hayata geçirerek, kendi yaşamlarını ilgilendiren tüm yasaları doğrudan yapma, ülkenin bütününü ilgilendiren temel sorunlarda ise referandumlara katılarak özgürce oy kullanma olanaklarına sahip kılınacaklar mı?
Elbette hem komünler, hem de komünler tarafından oluşturulacak bölgeler arasında koordinasyonu sağlayacak, merkezi referandumları ve uluslararası alandaki ilişkileri düzenleyecek bir “merkezi hükümet” de olacaktır, ancak artık “PATRON DEVLET” olmayacaktır, olmamalıdır. Şayet olursa siyasi devrimi bir politik devrimle sürdürerek sosyalizmin inşa edilmesi mümkün olamaz, geçmişte de mümkün olamamıştır.
Böyle bir hükümet sadece bir kez seçilme hakkına sahip üyelerden oluşmalıdır. En fazla üç yıllık bir görev süresi olmalı, alınacak ücret tabandaki komün görevlilerinin aldıkları ücret kadar olmalıdır, daha fazla değil.
Böylece oluşturulacak merkezi hükümetin hiçbir kalıcılığı, profesyonelliği ve ayrıcalığı bulunmayacaktır.
Peki, böyle bir yapı, bugünkü haliyle “önderlik”, “genel sekreterlik”, “başkanlık” koltuklarına yapışmış olan Türkiye Sosyalist Hareketinin kimi öznelerinin içine sinebilecek midir? “Küçücük, fıçıcık, içi dolu turşucuk” örgütlerinin patronları için bu paradigma ne ölçüde kabullenilebilir bir paradigmadır?
Devrimci mücadele mi? Hadi oradan be, hadi oradan!
Önceki satırlarda tanımlamaya çalıştığım bu organizmaya “devlet” diyebilir miyiz? Hayır, isteyenler onu “devlet” olarak da adlandırsınlar tabii. Önemli olan isimlendirme değil, özdür zaten.
Sonuç olarak, önerdiğimiz yapı klasik devlete hiç benzememektedir. Tarihte bir örneği de tam olarak görülmemiştir. Sadece “Paris Komünü” bu yapının bir nüvesi olarak Kabul edilebilir.
Dayanak noktamız nedir? Devrimin temel amacı, her bireyi kendi yaşamının yöneticisi haline getirmek olmalıdır. Bu amaç edinilmeden yöneten/yönetilen çelişmesinin çözümü yolunda ilerlemek mümkün olamaz. O halde sınıflı toplumlarda devrim; insanın sistem tarafından sömürülmesini, ezilmesini, yönetilmesini, bizatihi kendi varlığına yabancılaşmasını ortadan kaldırmayı amaçlamalıdır.
Devrim; toplumdaki tüm bireyleri,içinde yer aldıkları sınıfın bir nesnesi, savundukları ideolojinin birer müridi olmaktan kurtarmalıdır. Çünkü, gerçek devrimdoğa ile birlikte bireyin bizatihi kendisinin kurtuluşu ile mümkündür.
Kendi sınıfının veya bu sınıf adına hareket eden araçların egemenliğine boyun eğen, sınıfın basitçe birer mensubu olmaktan öteye geçemeyen bireylerin bir araya gelmesinden oluşan topluluk, devrim sonrası istenilen “toplum” olmayı başaramayacaktır.
Bu olumsuz manzarada “egemenlik” esastır, özgürlük ise geriye itilmiştir.
Klasik yapının dışına çıkamayan bir “devlet” adı her ne olursa olsun, “politik devrimi” ilerletmek için uğraşırken; kaçınılmaz olarak kendi tarzını, felsefesini ve yeni kurallarını topluma zor yöntemiyle dayatan; böylece kendisine muhalefet etmek isteyen kitlelere, devrimi gerçekleştirirken kendisinin ortadan kaldırmış olduğu araçlara benzer araçlar yaratarak şimdi de kendisine karşı koyulmasının yolunu açan bir ortam yaratacaktır.
O halde daha en baştaki mücadele biçimlerinden başlayarak, öyle bir yol ve yöntem izlenmelidir ki, ileride söz konusu ortamın yaratılmasının engellenmesi için daha bugünden önlem alınabilsin.
Paris komünü deneyimine geri dönelim:
Komün, burjuvazinin iktidarının zayıfladığı, önce bir kriz, arkasından da çöküş yaratan savaş koşullarında ortaya çıktı. Bu elverişli koşullar nedeniyle iktidarı alabildi. İlk yapılan şey, komünün iç ve dış güvenliğinin düzenli bir güvenlik organizasyonuna – ordu ve polis- değil, tüm halkın silahlandırılmasına dayanan bir organizasyona emanet edilmesi oldu. Yıkılan eski devletin tüm bürokratik görevleri Komün tarafından üstlenildi.
Komün memurlarını seçimlerle belirlemeyi, gerektiğinde gene oylama yaparak görevlerine son vermeyi, bürokrasi görevlilerinin ücretlerinin en yüksek işçi ücretlerini aşmamasını sağlamayı, kilise ile komün arasındaki her türlü ilişkiyi kesmeyi, tüm eğitim hizmetlerini parasız hale getirmeyi, idam cezasını kaldırmayı, bütün bilimsel faaliyetlerin işçilerin hizmetine sunulmasını sağlamayı, tüm borç ve kira ödemelerinin durdurulmasını kararlaştırdı.
O halde Komünün tüm otoritesi devrimi yapan yığınlara dayanmaktaydı. Komün; merkezi ve profesyonel devlet geleneğinden tarihsel bir kopuştur.
Peki, komün tarafından kurulan bu yeni sistemi ne olarak adlandırmalıyız? Bu sistem elbette farklı, ama değişik bir “devlet” sistemi değil midir?
Çıplak gözle görülen tespit şudur: Sistem, Paris proletaryasının ezilen, horlanan yoksul tüm kesimlerle birlikte, Paris burjuvazisi üzerinde kurduğu bir diktatörlüktür.
İyi de nasıl bir diktatörlük? Bu diktatörlük öyle bir sistemdir ki, profesyonel bir devlet aracılığı ile uygulanmamaktadır. Ekim devriminde olduğu gibi, eski devlet yapısının devir alınarak devrimin amaçları doğrultusunda kullanılmasından çok farklıdır.
Paris Komünü diktatörlüğü, devrimi yapan kitlelerin doğrudan doğruya kendilerinin yönettiği bir diktatörlüktür. Şimdi hemen denecek ki, Komün yıllarının Paris’i küçücük bir kent, bu kentte bunun mümkün olabilmesi, çok büyük bir coğrafyada da mümkün olabileceği anlamına gelemez. Bir açıdan doğru, evet. Ancak, bu durumda alternatif neden yeniden bürokratik bir devlet makenizması kurmak olsun ki?
Bu kolaycılık olmaz mı? En geniş coğrafyada da doğrudan diktatörlüğün araçlarını bulmak için neden zaman ve enerji harcamıyoruz?
Şunu açıkça ifade etmeliyiz: Bir devrim, buruvazinin tarihsel deneyimini sahiplenerek, profesyonel bir devlet yapısı aracılığı ile burjuvazi üzerinde diktatörlük uygulamaya kalkarsa daha en baştan yenilgiyi de kabul etmiş demektir.
En geniş kitleler, devrimi gerçekleştirdikleri coğrafyayı savunma ve yönetme fonksiyonlarını doğrudan ve dolaysız demokrasinin uygulanmasını sağlayarak bizzat kendileri gerçekleştirmedikleri takdirde, devrimin sürekliliği sağlanamaz.
O halde gerçek bir devrim klasik anlamda “devletleşemez!”
İşte, her ikisi de yenilmesine ragmen Ekim Devrimi ile Paris Komünü arasındaki en belirgin fark budur: Ekim devrimi de, tıpkı komün gibi önderliğini işçi sınıfının yaptığı, tüm ezilen kesimleri de kapsayan bir güçle iktidarı almasına ve mevcut devlet cihazını yıkmasına ragmen, klasik devletin tüm tarihi tecrübesini içeren yeni bir devlet cihazı kurmuştur.
İki yenilgi arasındaki fark şudur: Paris komününün yenilgisi fiziki güç dengeleri ile açıklanabilir. Ekim devriminin yenilgisini yaratan ise, ortaya çıkan yeni bir sınıflı toplumdur.
Yaklaşık 100 yıllık devrim tarihi bize neyi göstermektedir?
Devrim; temel gücünü, teorik yetkinliğini, mücadele deneyimi ve demokrasinin gelişkinliğinin en güçlü olduğu coğrafyalarda oluşturacaktır.
Aslında; yokluğun ve yoksulluğun dayanılmaz bir hal aldığı, sınıflar arası uçurumun derin, toplumsal mücadeleler mirasının zengin, ancak demokratik geçmişin ise oldukça zayıf olduğu geri kalmış ülkelerde pek çok yeni mücadeleler yaşanabilir, devrimin çok daha yakın gelecekte ve daha kolay gerçekleşebileceği düşünülebilir.
Ancak bu tür ülkelerde “devrim”, aynı zamanda çok güçlü bir “merkezi otorite” yaratarak gündeme gelecektir.
Türkiye Sosyalist Hareketi içinde kabul edilebilecek siyasi yapılara bir bakın. Yakın zamanda hangilerinde bir liderlik değişimine tanık oldunuz ki?
“Değişmez” genel başkanlar ya da genel sekreterler ülkesi değil miyiz? Peki, bu durumun hala “doğulu” bir toplum oluşumuz ile bir ilgisi var mıdır?
Ekim devrimi yıkılabildi, ne yazık ki. Çin devrimi ise kendi kendini restore ederek, bugün geldiği yere evrildi. Neden? Acaba bu durumun Çin’in toplumsal yapısında merkezi otoriteye tapıncın çok daha derin olması ile de bir ilişkisi olabilir mi?
Objektif bir sosyolojik tespit yapalım: Geri kalmış ülkeler, zayıf bir ekonomiye dayanmakta, yığınsal eğitimlilik açısından geri durumda bulunmakta, bu özellikleri nedeniyle de genel bir “kitlelere güvensizlik” sendromuna sahip bulunmaktadır.
Sözüm ona merkezi otoriteye dönüş ihtiyacı; “daha çok erken…”, “şimdi sırası değil….” “biraz daha beklemeliyiz…” gibi argümanlarla kuvvetlendirilmekte, gerçekten yaratılabilecek olsa bile, “doğrudan demokrasinin” bir sistem olarak yaratılmasından korkulmaktadır. Şimdi herkesi kızdıracak bir cümle söyleyeceğim. Günümüz Türkiye’sinin sosyalist önderleri, “Tek parti” dönemini sonlandıran İnönü kadar bile cesur değillerdir.
Devrimin sürekliliği açısından, halk kitlelerine dayanmak ve demokrasinin en geniş anlamıyla uygulanması zorunluyken, merkezi ve bürokratik bir otorite yaratılmasının asıl nedenleri üzerinde detaylı olarak durmalı ve derin derin düşünmeliyiz.
100 yıllık devrim tarihinin teorik ve pratik mirasını esaslı bir şekilde analiz etmek durumundayız. İşe, Kuzey Kore ile Küba arasındaki farklılıklardan başlamaya ne dersiniz?
Aslında, burjuvazi bir açıdan işimizi kolaylaştırdı. Bilimsel ve teknolojik atılımlar, iletişim teknolojilerindeki ilerlemeler; en başta itiraz etme olmak üzere, tartışma, bağlantı kurma, sınırları aşma gibi eğilimleri güçlendirdi. Doğal bir biçimde demokrasi bilinci ister istemez gelişmeye başladı. Yer küremiz, iç içe geçmiş pek çok iletişim kanalıyla, baş döndürücü sözel ve görüntüsel bir örümcek ağı sisteminin içinde, adeta küçücük bir köye dönüştü. Saklanmak ve saklamak çok ama çok fazla zorlaştı. Bir süreç içinde her şey şeffaflaşıyor.
Toplumsal gelişmişlik düzeyimizin yarattığı olumsuzluklarla etkisi sınırlı kalmasına rağmen, bir benzin zammı bütün hamasi nutukları yerle bir edebiliyor.
Artık tüm yaşananlar, milyarlarca gözün, vicdanın ve eleştirel aklın önünde cereyan ediyor.
Tekil bireylerin derin özgürlük duygusunu, yığınların kolektif yaratıcılığını, doğrudan demokrasi isteğini, insanın doğallaşma, doğanın ise insanileşme eğilimini kendi teorisinin ve pratiğinin ruhuna yediremeyen, kendisini her alanda ve köklü bir şekilde yenileyemeyen hiçbir siyasi özne artık ciddiye alınmayacaktır.
Yeryüzünde kendisine karşı eleştirel davranan ve kendisini yenilemeyi düşünen tek bir “din” bulamazsınız. Savunucularının gözünde bir teorinin “din” gibi algılanıp algılanmadığını anlamak için, onun yenilenme yeteneğine ve kendi kendisini eleştirme cesaretine bakmak gerekir. “Stalin’i tartışamazsın” diyen kişilerle, “Kutsal kitabımı tartıştırmam” diyen dinci fanatikler arasında ne kadar fark olabilir ki?
Devrimin temel görevi otoriteyi yıkmaktır!
Devrimci İnsan Kimdir?
Bir kere en başta “sevgi” duygusunun öneminin farkındadır. Ancak kapitalizmin burnumuzun ucuna dayattığı, mülkiyet duygusuna ve kan bağına dayanan bir sevgi türünün yapaylığının ve evrensel olamayacağının da farkındadır.
Yaşamını bu ülkede sürdürmek zorunda olan “suriyeli” çocuklardan nefret eden kaç “devrimci” var aranızda?
Devrimci insan, “insan” duyarlılığını geliştirip, pekiştirecek bir yaşam tarzı edinmiştir. Ön yargısız olarak bilgiyle donanır ve çevresini de bilgiyle donatır. İnsanlar arasındaki tüm engelleri kaldırmayı amaçlar.
İletişimi kolaylaştırır, hem düşünsel hem de zihinsel açıdan zengin bir iletişim akışı yaratır. Korkuları, yasakları ve tabuları hem kendi zihninde hem de çevresinde yıkmak için mücadele eder. Toplumsal duyarlılığı zenginleştirir.
Dil, din, etnisite ve cinsiyet gibi insanlığı bölen ve bencilleştiren öğelerden kaynaklanan her türlü eğilime ve anlayışa karşı çıkar, mücadele eder.
Her insanın kendi öz yaşamı, o insanın kendisinindir. Bireylerin özgürlüğünü, seçeneklerini, insani arzularını tepeleyen bir “toplumsal ahlak” anlayışı kabullenilemez.
Pek, o halde bir sorgulayalım bakalım. Sistemden, devletten, mülk sahibi olabilme arzusundan ne kadar kopabildik?
Hepimiz elbette dürüst insanlarız. Ancak, şu ya da bu düzeyde mala, mülke de bulaşmış haldeyiz. Hepimizin; en ucuzu asgari ücret fiyatında olan birer akıllı cep telefonu, en azından içimizden bir çoğunun da evi ya da arabası, ya da her ikisi birden var.
Her birimizin içinde sahip olmak istediğimiz malların özgürce dolaştıkları birer minik pazarımız var. Kafamız bazen bu piyasanın çarkına kapılmış şekilde çalışmaya başlıyor. Hiç olmazsa, bazı eşyalara sahip olma yönünde giderek olgunlaştırdığımız planlarımız var.
Yanlış anlaşılmak istemem. Elbette toplumsal meşruiyet taşıyarak kazanılmış bir para ile bir ev satın alarak, kiradan kurtulmak istemek kadar insani bir şey olamaz. Ancak bunu kendi içimizde bir fetiş haline getirmek, ihtiyacımızı karşılayacak bir konut yerine daha farklı özellikleri olan –yüzme havuzlu tripleks bir villa gibi- bir ev peşinde olmak. Kaçınmamız gereken şey tam da bu!
Hepimiz katliamlara, soykırımlara samimiyetle karşıyız. Ancak, mangal yapıp kızartılmış et türlerini rahatlıkla silip süpürüyor, evimizi kazara istila eden böcek sürülerini de zehirli fısfıslarla kolaylıkla yok edebiliyoruz.
Bir karıncanın yaşam hakkı ile bir insanın yaşam hakkı arasında öz itibariyle hiçbir fark olmadığını ne zaman kavrayacağız?
Kuramsal olarak hepimiz birer özgürlük savunucusuyuz. Ancak bu “özgürlük” hala bazı yaşam alanlarımızın dışında kalmaya devam ediyor. Kendi ailemiz içinde hala biraz “efendi” ya da “köleyiz” örneğin.
Elbette hiç kimse halktan kopuk olduğumuzu iddia edemez. Sonuçta biz halkız. Ancak hem kendi kendimizi hem de çevremizdeki insanları değerlendirirken, öncelikle “yaşam “tarzı” denilen şeye bakmalıyız.
Hayat dediğimiz şeyin, hem tek tek bizleri hem de bir parçası olduğumuz bu sistemi bütünüyle alt edecek gerçek yıkıcılara ihtiyacı var.
Halbuki bizler, yani “genel ortalama insan” nasıl bir varlığız?
Kendimizi evrenin merkezi zannediyoruz. Bu yer kürede ilk varolduğumuz günden bu yana toprağı zehirledik, suları kirlettik, atmosferi delerek yaşamın en önemli kaynaklarından biri olan güneşi, insan cildi yiyen tehlikeli bir ateş parçasına dönüştürdük.
Naylondan erimez dev çöp dağları yarattık. Ve sonunda her insan değil ama “sosyalist insan” anladı ki, 2020’ler dünyasında doğayı kurtarmak enaz insanı kurtarmak kadar önemli bir sorundur.
Peki neden böyle oldu, niye bu noktadayız?
Çünkü, mülkiyet hala kutsalımız, servet aşkıyla yaşıyoruz, metalara teslim olduk. Daha büyük bir ev, daha lüks bir otomobil tutkumuzu tatmin etmek için deliler gibi çalışmaktayız. Denizi doldurup, dere ağızlarını kapatarak otoyollar yapmakta, sonra da yaşanan doğal afetleri “tanrı”nın marifeti olarak algılamaktayız!
İnsanın bu olumsuz evrimini tersine çevirmeli, eşyalara teslim olmamalı, çok sade yaşamalı, her zaman evrensel düşünebilmeli, sadece insanların değil tüm canlıların, karıncanın, yeşeren otun, gökteki bulutun varlığından da sorumlu olmamız gerektiğini bilmeliyiz. Başka insanların yaşamlarına olumlu anlamda, pozitif bir etki yaratacak tarzda dokunabilmek için de zaman harcamamız gerektiğini fark etmeliyiz.
Kendi yarattığımız zenginliğin kölesi haline gelmemiz hakkında bir farkındalık edindiğimiz anda yeni insanın yaratılmasının ilk adımlarını da atmış olacak, doğa ile uyum içinde, onunla uzlaşarak varlığımızı sürdürebilme şansını da yakalayacağız. Aksi olasılık yok olmakla eş anlamlıdır.
Yerkürenin bizlere sunduğu nimetleri yok ederek, doğayı tahrip ederek “ilerlemek”, “gelişmek” “sanayileşmek” birer illüzyondur.
Doğa ile tam anlamıyla uyumlu olmayan bir teknoloji, sizi uzayın derinliklerine ulaştırsa bile, geri bir teknolojidir. Bir sonraki istasyonda durduğu için ilerlediğini sandığımız tren, aslında geriye doğru gitmektedir.
Tarihin çarkının gerçekten ileriye doğru dönebilmesi için, azami kar hırsını, sömürüyü ve rekabeti yok etmek zorunludur.
Bugün artık sınıf mücadelesi, aynı zamanda bir doğayı kurtarma mücadelesidir. Sınıf savaşının programını, doğayı kurtarma savaşının programı ile birlikte düşünmek zorundayız. Biz insanlar doğanın merkezinde değiliz, onun sıradan küçücük parçalarıyız ve insanın kurtuluşu doğanın kurtuluşundan ayrı olarak düşünülemez. Torunlarımıza suyun para ile satılmadığı, her insanın temiz ve yeterli yiyeceğe ulaşabildiği, havanın tertemiz olduğu bir dünya bırakmak zorundayız. En önemli sorumluluklarımızdan birisi de budur.
İHSAN BABAK
AĞUSTOS 2018