O.Gürsel/ Dawkins’in Mem’i, O’nun “bencil” genlerine aittir!
Bugün içinde yaşadığımız vahşet coğrafyasında değil de “Fransa’da” yaşıyor olsaydık, olup-sürenlerin, son 200 yılın “birikmiş” aklı ile analizini yapar, “budalalık” der, kestirip atardık. Ama buradayız! Dinsel maskeli hegemonya savaşları sınırımız dayanmış; ve başımızda da bu ortaçağ vahşetine suçortağı olanlar; onları da anlayacak “bilimsel” açıklamalar arıyoruz.
Çünkü buradayız! Bir şekilde selamlaştığımız, kaldırımda, otobüste birbirimize dokunduğumuz ama belki ilk fırsatta “kutsalları” adına boğazımıza bıçağı çalacak, en azından bu cinayetleri alkışlayacak insanlarla iç içe yaşıyoruz. “Müstakbel katillerimizi” “tuhaf” bir merakla tanımak istiyoruz!
“Müstakbel katillerimizin” gündelik davranışlarını güdüleyen “şifreleri”, ciddi bir sorun karşısında verdikleri “standart” bireysel-toplumsal tepkilerinin arkasında yatan “koşullanmaların” köklerini-genlerini açıklama ihtiyacı içinde kıvranıyoruz. Örneğin IŞİD vb metastatik “kanser hücrelerinin”, bu “hastalıklı” yapıları nereden, nasıl “kopyaladıklarını” hangi “gen’ler”, hangi “mem’lerle” çoğaldıklarını merak ediyoruz.
Dawkins “Mem’lerinin” egemenlik savaşları mı bunlar? Dinsel fanatizm ile ortaçağa ait çıplak vahşeti gururla sergileyenler, bugün bizi insan-doğa tarihi ve evrimsel süreçleri yeniden araştırmaya-düşünmeye zorluyor. Aşağıdan gelen yeni nesillerin dünya nimetlerine ortak olma hırsıyla, önce kendilerini inandırarak, zihinlerine giydirdikleri şu bilinen “kutsal maske” biliyoruz ki son 7-10 bin yıldır defalarca takılmış, lime-lime olmuş “kopya zihinlerin” örtüsüdür.
“Mem” kavramı ve Toplumsal Tarih
Ne “yaman çelişkidir” ki, din-inanç meselesinin tarihsel “taklit-koşullanmışlığını” bir ateist “Biyolojik” temelde açıklıyor; “Din ihtiyacı, inanma içgüdüsü, veya başka deyişle Tanrı Modülü”… Genlerimizde var.” (*)“Düşündüğünü düşünmeye itmesinden dolayı” Hıristiyan olduğunu açıklayan Rene Girard ise aynı olguyu, kültürel bir açıklama ile üç kelimede anlatıyor. “İnsanlık, dinselliğin kızıdır.”
*
Dawkins kitabının 2005 yılında yapılmış 30. baskısında “mem’lerine” inandırdığı bir yazardan alıntı yapıyor. “…bir mem tarafından kendi hayatta kalmalarının önemsiz olacağı bir noktaya varacak kadar ele geçirilmiş kurbanlar… İnanç, insanları bütün merhamet ile bağışlama yakarılarına ve nazik insani duygulara karşı duyarsız kılacak kadar güçlüdür. Hatta onları korkuya karşı bağışık kılar, tabi eğer şehit olmalarının onları doğrudan cennete yollayacağına içten bir şekilde inanırlarsa…” (1)
Bu “mem” sözcüğü tam da ruhsuzlaştırılmış, doğa ve insan tarihine yabancılaşmış kapitalist-burjuva hayatın “aklına” uygundur. Bu terimi kabullenme arzusu, karmaşık, diyalektik gerçeklikleri, “hamburger-cips-kola” sadeliğinde yutmak isteyenlerin aradıkları “tad” kültürü ile bağlantılı olsa gerek.
Dawkins’in 1975 de ortaya attığı, 2005’te de aynen savunduğu “Mem” kavramı, yüz binlerce yıllık insanlık tarihine ait Kültürel-Tinsel Mirasın kişiliksizleştirilmiş, ruhsuzlaştırılmış halidir. “Mem” tanımlaması, bebek-çocuk-aidiyet zorunluluğu-insan-toplum-doğa koşulları-kültür-var kalma hırsı-üreme arzusu vb diyalektik tarihsel ilişkilerin karmaşık süreçlerini “hamburger-kola-patates” “kültürüne” ait insanların da anlayabilmesine yardımcı olma çabasının sonucu olabilir!
Dawkins’in “Mem’i” kendini kopyalayan protein molekülleri mi,
” Toplumsal/Kültürel-Tinsel Miras’ın, nörolojik-psişik doğası mı?
“Bencil gen” adlı kitabına gelen eleştirilere karşı “gen’lerin bencil” olsa da, insanın “çaba harcayarak” bencil olmayabileceği iddiasıyla yanıtlayan Dawkins, aynı kitapta çok da fazla sayfa ayırmadığı “Mem meselesi” ile belki de asıl aradığı önemsenmeyi yakalamış! Oysa bu kitap, bilime hizmet etmek için değil, bilimi “şeytana ve kendine” hizmet ettirerek para ve ün sağlamak isteyenlere ait bildik zihniyetin sıradan bir ürünüdür.
Örneğin bir “bilim insanı” bu şekilde kanıtsız önermede bulunabilir mi? “Eğer beyinlerdeki memler genlerle benzeşiyorlarsa kendi kendilerini eşleyen beyin yapıları olmalılardır.” (2)
“Beyinlerdeki memler, genlerle benzeşiyorsa…” Dawkins, burada yapısal mı, işleyişsel bir benzeyişi mi kast ediyor, belirsiz. İşleyişsel benzerlikler olduğunu biliyoruz ama bu yapısal olarak da bir aynılık olduğunu kanıtlamaz. Bir bilim insanı böyle bir “neden-sonuç” ilişkisi kurabilir mi?
“Beyin yapıları” sözcükleri yanlış çeviri değilse, beyinde yer alan somut, organik protein oluşumları akla getirir. Yine de “bilimsel çevreler” kendi ruhsuzluklarına denk düşen “Mem’i” sevseler de “Mem’leri” soyut kabul ediyor. “…memler, DNA gibi mikroskop altında görülebilen somut bilgi kodları değil, daha çok soyuttur... sosyolojik gen denebilir…”
Ve; “…Mem bir kültür içerisinde kişiden kişiye aktarılarak geçen fikir, davranış veya bilgi parçalarına denir. Mem kavramı, genlerle özdeşleştirilir ve genlerin biyolojik olarak aktarılması gibi, memlerin de kişiden kişiye ancak genetik olmayan yollarla aktarıldığı düşünülür.”
Dawkins’in “mem” tanımı ile “Doğu’da” insanların yaşadığıtrajik hikayelerin “kaçınılmaz bir kader” olarak yaşandığı kanıtlanabilir! “Sizin Mem’iniz bu kardeşim!” “Burada”, Kültürel Tinsel Miras’ının” baskısı altında son iki yüz yılı “pas geçmiş” halkların birbirini boğazladığı bu coğrafyada yalnız sonuçlara bakıldığında, Dawkins haklı sanılabilir. Bu “dönem” gerçekliğinin altında ne emperyalizmin müdahalesi, ne de ekonomik sömürü ilişkileri görünür. Genlerin ve “memlerin” de kendilerini inatçı biçimde kopyalayacağı açıklaması üzerine yapılan açıklamalar, “bizim kaderimizin” bu ve “ebedi” olacağı iddiasını da dolaylı olarak taşır. Dawkins, 19-20. yy’larda Batı’daki “mem’lerin” nasıl olup da değiştiğine hiç değinmez!
Dawkins, İnsanlığın Kültürel-Siyasal Tarihi ile “biyolojik-doğal tarihi” arasında “mekanik” bir simetri göstermek istiyor. Evrim içinde insanın gelişmiş sinir sisteminin yeni bir “üst doğa” ürettiğini görmezden geliyor; evrimsel beynin toplumsallık içinde ürettiği, on binlerce yıl türün ayakta kalmasına hizmet etmiş geleneklerin-inanışların yinelenmesine, biriktirilmesine ait Tinselliğin hakkını vermeyecek yan yollara sürükleniyor.
Aristo “Poetika’da” yazmış! “İnsan öteki canlılardan öykünmeye en çok eğilimli olma özelliğiyle ayrılır.” Dawkins’in “Mimesiz” sözcüğünden kısalttığı “Mem” yerine R. Girard, “Mimetik Arzu’yu” kullanıyor; o böylece “öykünmeyi” insani ve doğal tarihin süreci içine yeniden yerleştiriyor.
*
Dawkins, ortaya bir Hipotez koyuyor. Hipotezi kanıtlamak yerine onu doğrulanmış bir teori gibi kabul ederek yeni iddialarla sayfalar dolusu yazıyor. Hayvanlarla ilgili yüzlerce hikayeden bahsediyor. Bu hikayelerin neye amaç ettiğini anlamak kolay değil… Sonra bakıyorsunuz, anlaşılsa ne olacak? (**)
*
Dawkins, “uydurduğu” ve açıklamaya çalıştığı “Mem” kavramını, 4 milyar yıl önce okyanuslarda ilk “eşleyici” protein moleküllerinin ortaya çıktığı “ortamın”, “ilksel çorba” olarak adlandırılmasını anımsatarak yazıyor. “Henüz gelişiminin başlangıç çağında, hala ilksel çorbasının içinde beceriksizce sürükleniyor; fakat şimdiden eski geni soluk soluğa arkasında bırakacak bir hızda evrimsel değişimi gerçekleştiriyor. Bu yeni çorba, insan kültürü çorbasıdır. Yeni eşleyici için bir ada ihtiyacımız var… taklit birimi fikrini nakleden bir isme. Mimeme…Yunanca…Mem olarak kısaltırsam…” (3)
“İnsan kültürü çorbası” ifadesi, 19. yy öncesine ait insan kültürel sürecinin doğasını yansıtmaz! Son iki yüz yıla dek, avcı ve toplayıcı toplumların daha da basit “yemekleri” olduğunu biliyoruz; son 5-7 bin yılın “ana menüsü” de çok basittir! Zorba Krallar, Dinsel Kurallar, Tarım ve yağma toplumları üzerinde kendini yineleyen sosyal-siyasal kültür….
Dawkins’in andığı “kültürel çorba” ancak son bir kaç yüz yıl içinde “pişirilmiş” ve son 100 yıl içinde oldukça “sulandırılmıştır!” Hayvan hayatı gözlemcisi Dawkins, bu işinden edindiği alışkanlıkla benzer yöntemi insanlık tarihine de uyguladığı için, toplumsal süreçlere anakronik yaklaştığının farkında değildir. Doğu ve Batı’ya ait çok farklı “çorbalar” Modernite içinde karıştırılmıştır!
***
“Evrim” denildiğinde öncelikle Biyolojik evrim akla gelir. Biyolojik evrim de on binlerce yıl önce tamamlandı. (***) “Çağdaş insanın evrimini anlayabilmek için geni evrim konusundaki düşüncelerimizin tek temeli olarak almaktan vazgeçerek başlamalıyız… “(4) Dawkins, “çağdaş insanın evrimi” derken hem “türsel” evrim, hem de “kültürel-toplumsal” gelişme koşullayıcılarını aynı “tencereye” koyarak “çorbasını” karıştırıyor!
Gerçekliğin çoklu örgütlenişini anlatmaya çalışmak yerine, Popüler olmayı yeğlemiş yazar, insanın zihinsel, psişik, toplumsal kültürel süreçlerinin “yaşayan köklerine” bakmıyor. “Meme örnekleri, ezgiler, fikirler, sloganlar, giysi modaları, çanak, çömlek yapımı veya kemer inşaası yöntemleridir.” (5) Ne tuhaf örnekler… Ne örnek olamayacak seçimler. Örneğin şimşek çaktığında bir bebeğin annesinin yüzünde gördüğü korku-dehşet-acz-yakarı dolu ifade; bu sırada ağzından dökülen dua, yalvarma, umut sözcükleri… Ya da bir yıldırımın korkunç bir patlamayla koca ağacı devirmesi veya öldürdüğü insanların kabilede uyardığı paniği, belki çıkan korkunç bir yangınla da “kilitlenmiş”, yere kapaklanıp “bağış” dileyen, dua eden halkını gözleyen, babasının kendini de sertçe iterek secdeye zorlamasından çocukların belleğine kazınanlar… Bir gün hırsızlık yapan bir kabile üyesinin acımasızca dövülme sahnesinde seyirci çocukların belleklerinde kalan anılar; dövenlerin yüzlerinden taşan ifade, dövülenin davranışı, seyircilerin sesleri, mimikleri… binlerce fotoğraf ve her birinde düşünsel-duyusal şifreler…… Dawkins’in örnekleri “karanlık çağlarımızı” değerlendirme, anlama çabasından ne kadar uzak, umursamaz…
*
Dawkins bir spekülatör! “Tıpkı genlerin sperm ya da yumurtalar yoluyla bir bedenden diğerine atlayarak gen havuzunda kendilerini çoğaltmaları gibi, memler de geniş anlamda taklit denilebilecek bir süreç yoluyla bir beyinden diğerine zıplayarak kendilerini mem havuzunda çoğaltırlar.” (6)
İnsanın belleği ne zaman “üretici” hale geldi? Kaba taşları yontma, ateş yakma, toplumsallaşma, konuşma ve bellek! En başa dönersek, “öykünme-yineleme-benzeme” arzusu yalnızca insan doğasının nörolojik-psişik ayrılmaz bir parçası değil aynı zamanda toplum olmaya, hayatta kalmaya, tür varlığını sürdürmeye hizmet ettiği için de özellikle geliştirilmiş, zenginleştirilmiş, biçimlendirilmiştir. Karmaşık değildir; çorba değildir! Nettir! Gelenekler, töreler, “iyi” ve “kötü” keskin sınırlarla birbirinden ayrılmıştır!
Yazar’ın “Mem Havuzu” tanımı, insanlık tarihine yabancılaşmış bir zihnin ifadesidir! Önce doğayı-nesneleri değiştiren, kendilerini de bir toplumsallaşma ve doğa ilişkisi sürecinde evrimleştirenlerin yüz binlerce yılda yaptıkları ve içinde “batmadan” yüzdükleri “Kültürel Havuzun”, “Mem havuzu” olarak adlandırılması, insanı toplumsal-tarihsel sürecin dışına çıkartmaktır; bir yabancılaştırma söylemidir.
İnsan/ insanlık kendi kültürünün hem efendisi hem de kurbanıdır!
“Mem Havuzu” insanın-toplumun-tarihin dışına çıkartılırsa, onu değiştirmemiz de olası değildir; dışımızdadır çünkü! Yazarın “mantığının” kaçınılmaz sonucu, nasıl ki kimi genler, sakat bebeklerin doğmasına yol açıyorsa, “sakat Mem’ler” de her zaman sakat bireyler üretecektir! Bazı toplumlar “sakat yaşamaya” mahkumdur; bu “mem havuzu” teorisine göre!
*
Dawkins, “Mimezisi”/ öykünmeyi de “beyinden beyine atlama” olarak betimliyor. Gelenekler neden gelenek olur ki? Bu insanın doğasına uygun olsa da toplumun da zaten yapmaya çalıştığı bir şeydir. “Mem’lerin” “beyinden, beyine sıçradığını” söylemek, kabile hayatı içinde yaşanılan gelenek-töre- ilişkilerinin, ritüellerin toplumu bir arada tutmasına ait hayati “inceliklerini” ihmal eden bir mantıktır. “Toplumsal Öykünme” karakterinin, bebeklik-çocukluk döneminde toplumun kültürel dünyasının taşıyıcıları ebeveynler veya yakın çevreden parça, parça edinilmesi ve bu her bir parçanın “Mem’ler” olarak tanımlanması insanlık tarihini karikatürize eder. insanlığın tarihsel-kültürel doğasını ve yaşama kavgasını, kültür-toplum olmanın acılı sürecini duyurtmaz; anlaşılmasını sağlamaz. Hayat değiştiğinde bu “öykünme” hallerinin de zamanla değişeceği gerçeği ile bu “teori” çöker.
*
Bu soru ile Dawkins’in insanın sosyal evrim tarihini umursamadığını sanki itiraf eder. “Tanrı fikrini düşünün. Mem havuzunda nasıl ortaya çıktığını bilmiyoruz.” Verdiği yanıtlar Ortodoks bir Marksist’in vereceklerinden de ruhsuzcadır! “Mem havuzundaki tanrı meminin hayatta kalma değeri büyük psikolojik çekiciliğinden kaynaklanır. Varoluş hakkındaki derin ve tedirgin edici sorulara yüzeysel ama makul bir yanıt sağlar. Bu dünyadaki adaletsizliklerin sonraki dünyada düzeltilebileceğini öne sürer. .. Tanrı, sadece, insan kültürünün sağladığı çevrede, yüksek hayatta kalma değeri veya bulaşma gücü olan bir mem şeklinde yaşar.” (7) Demek Tanrı memi yalnızca “psikolojik olarak çekici!” Yazarımız elinde çekici olan bir “hayvan davranış bilimcisi!” Bir antropolog olsa bu cümleleri kuramazdı.
***
Bir kaç yüz bin yıl önce insanlaşmaya başlamış yaratık, taş yontarak, alet yaparak, avcılık ve toplayıcılık üzerine kafa yorarak “istemeden” geliştirdiği, “büyüttüğü” beyni ile giderek “o güne dek tanımadığı” bir “korkunç” dünyaya da uyanmaya başlamıştı. O kemik kutusundaki et yığını “son zamanlarda”, kendine “neden” diye bir soru soruyordu!
Düşünmeye başlamıştı! “NEDEN!” Bu kelimeyi kullanmadan…
Güneş neden doğar ya da doğmaz? Karanlık nedendir? Bu bebekler neden oluyor? Az önce burada koşuyordu; şimdi hareketsiz ve soğumuş! Neden? Ateş neden sıcak, neden yakıyor? Yağmur neden yağar; gökyüzünde de hayvan sürüleri mi var, nasıl da koşuyorlar; bu mavi kıvılcımlar neden ağaçları yakar, bizi öldürür? NEDEN?
Yaşadığı dünyada olup bitenlere, yol açtığı sonuçlara olgulara-oluşlara bir “neden” sorusu yapıştırmaya başlamıştı.
Doğasına ait arzu ve çelişkileri, doğa-varlık-toplum arasındaki karmaşık ilişkilere bir yanıt aramaya çalışıyordu! Hem de dilsiz; dili olmayanın düşüncesi de olmazken! Salt neden-sonuç odaklı; sınırlı bir bellek taşıyan bir gözlemcinin yorumları on binlerce yıl birikti, birikti. Korkunun ağır bastığı bir psişe güdümünde en az 50, belki 100 bin yıl bu “neden” sorusuna yanıtlar üretti. Verdiği yanıtlar “saçma” da olsa, sonuçta on binlerce yıl işine yaradı ki, böylece bu günkü uygarlığın alt yapısı meydana geldi!
Ve Dawkins bu günümüz uygarlığını yaratan “toplumsal öykünme” yeteneğinin, “Mimetik Arzunun” birikmiş “kültürünü”, toplumsal tarihin dışına çıkarıyor; ona “Mem Havuzu” diyor! Bu anılan bir “Mem Havuzu” değil; bir durgun su birikintisi değildir; insanlığın ve insanların içinde yüzdükleri, sürüklendikleri bir nehirdir! “Yüzme bilmeyenlerin” boğulduğu; “çöllere” sapan kolların kuruyup, buharlaştığı, ovalarda bereketli topraklarda sakinleşen….
*
İlksel insanın tanrısı, son üç bin yılın “üretilmiş” tanrısı gibi değildi! Gerçek tanrı’ydı! Tabiat’tı! Bir fikir hiç değildi. Yağmuru-karı yağdıran, ağaçları yaprağa, meyveye boğan, ölmeye, yaşamaya karar veren, “dürüst”, böbürlenmeyen, insanı köle yapmayan, hırsızlığı, cinayetleri, iktidar manyaklığını ayıplayan sahici bir “tanrıydı” o! Vahşet çıplaktı ve nedensiz değildi; bir “zorunluluktu!” Tanrı’nın bir fikir olması için yüz bin yıl geçti. Son 3-4 bin yılın Tanrısı bir “fikir tanrıydı!”; çıkışında “adaletsizlikleri” önleyeceği düşünülen “fikir”, zamanla sınıflı-mülkiyetçi toplumların adaletsizliklerini meşrulaştıran bir “fikir” oldu! Hayat bir “fikri” yarattı; o “fikir” de yaşanılan hayatı doğruladı!
Bencil Gen… Organize Kromozom
Dawkins’in “Bencil gen” tanımı, evrimsel biyolojiyi “bakterileşmiş insanın” bakışına uygun hale getiriyor! Örneğin “gen’ler”, kendini kopyaladığını sanırken çok hata yapmaktadır! Örneğin kadınlarda % 20 ye varan düşük nedenlerinin çoğu bu “kopyalama” hatalarından kaynaklanır!
“Evrim, bir canlı popülasyonunun genetik kompozisyonunun rastgele mutasyonlar yoluyla zamanla değişmesi anlamına gelir. Genlerdekimutasyonlar, göçler veya çeşitli türler arasında yatay gen aktarımları sonucu türün bireylerinde yeni veya değişmiş özelliklerin (varyasyonların) ortaya çıkması, evrim sürecini yürüten temel etmendir. Evrim, bu yollarla oluşan değişimlerin popülasyon genelinde daha sık veya daha nadir hale gelmesiyle işler.”
“Kopyalayıcı” proteinler, virus, bakteri gibi tek hücrelerde başladı ama giderek “asalak-symbioz” birleşmeler, “birleşen” hücreler ile dokular, organlar oluştu. Ve mutasyonlar! Birleşen ve değişen genler, gen takımları, kromozomlarda birleşen binlerce gen!
Gen’ler birleşti, kompleks canlılar oldu; sonra tür’ler… Primatlar… Türler birleşti, topluluklar, sürüler oldu. Basitten karmaşığa, tek’ten çokluğa, parçalı yapılardan örgütlenmeye… Evrim biyoloji sürecini “kendini kopyalama” bencilliği değil, “birleşme ve organize olma/işbölümü” belirlemiştir. Gerçek bir “Gen bencilliği” hakim olsaydı bakterilerden bugüne gelinemezdi!
Diğer yandan günümüzde insan yalnızca biyolojik evrimin değil, aynı zamanda en az son 10 bin yılda yaptığı kendi kültürel doğasının da ürünüdür. “Mem” konusuna girerken Dawkins açıklama gereği duyuyor. “Söyleyeceklerimin bu kitabın önceki bölümlerini yazmış olan benden geliyor olması şaşırtıcı olabilir. ( Bencil Gen konusunda yazdıklarına değiniyorOG); ancak… Çağdaş insanın evrimini anlayabilmek için geni evrim konusundaki düşüncelerimizin tek temeli olarak almaktan vazgeçerek başlamalıyız ” (8) Tutarsızlığının farkında; her bölümde teorisini değiştirmeye hazır. Gen’ler bencilse, “insan-hayvan” nasıl evrim geçirsin; nasıl oluyor da hem de “hayatta kalma” genlerini bile etkisizleştirecek “gelenekler” var edebilsin!
SONUÇ
Bilimi “popüleştirerek” popüler olma arzusu ile, Bilimi derinlemesine kavrayanların “uzman olmayanlara” da anlaşılır sadelikle aktarabilme yeteneği arasında uçurumlar vardır. Dawkins bu “uçurum yakalarında” bir köprü olmayı değil, “sıçrayarak” atlamayı seçmişse de başaramamış, karanlıklara yuvarlanmıştır. Hem biyolojik hem sosyal evrim gibi iki farklı uzmanlık alanını 350 büyük boy kitap ile anlatmaya çalışırken, asıl uzmanlık alanı “hayvan davranışlarına” ait belki yüzlerce sıkıcı örnek vererek iddialı sloganımsı iddialarını unutmuş, gitmiştir.
Belki “sosyal kalıtımın”, “Toplumsal Öykünmenin” sanıldığından çok daha baskın; “genler” kadar etkili olduğunu söylemeye çalıştı. Belki “istemeden” de, kimi toplumların “üstün gen”, “üstün Mem’leri” ile “doğal üstün” olabilecekleri teorilerine böylece ciddi bir katkı sunmuş oldu. Alanı olmayan konuda “aşırı-zorlama” yorumlar yaptı!
Ama bir antropolog ve bu alanın uzmanı R. Girard bu konuyu “basitçe” açıklıyor; popüler olma arzusunu bilimsel yöntemlerin önüne geçirmeden!
“Kısacası mimetik arzu bizi insan yapan, bize alışılmış ve hayvansal açlıklardan uzaklaşma ve hiç yoktan yaratılamayacak olan kendi öz kimliğimizi oluşturma olanağı veren şeydir. İşte bizi uyum sağlamaya yetenekli kılan, insana kendi öz kültürüne katılması için bilmek zorunda olduğu her şeyi öğrenme olanağı veren mimetik arzunun bu özelliğidir. İnsan bunu icat etmez, kopya eder.”(9)
—————————————————————————————————————–
—————————————————————————————————————–
(*) “Marksizm ve pozitivizm insan ve toplum konusunda bizi fena halde yanıltmış arkadaşlar… Şöyle ki: İnsanın birçok “iyi” ve “kötü” özelliği onun genlerinde, kromozomlarında var. Bu yüz binlerce yıl önce doğal seçilimle bize işlenmiş. Örneğin “kardeşlik” duygusu, “dayanışma”, “paylaşma”… Bunlar genlerimizde var. Birbirini öldürme güdüsü, yalan ve aldatma yeteneği vb. Bunlar da genlerimizde var. “Din ihtiyacı, inanma içgüdüsü, veya başka deyişle Tanrı Modülü”… Genlerimizde var. Dini bir kültürel, bir sosyo-ekonomik olgu sanan Marksizm o yüzden durmadan duvara tosluyor. Ben hayatımda olgulara dindar veya ateist olsun, inanç mantığıyla bakmayan tek kişiye rastlamadım… Marksizm … en temel meselede, insan ve toplum meselesinde insanın asıl maddi, asıl materyal özelliklerini, genetiğinden kaynaklanan doğasını bize kültürel bir olgu gibi sundu, bize ekonomik sistemin sonucu gibi sundu. Olay tam tersidir… İnsan doğasıdır asıl maddi olan, esas olan, milyonlarca yıllık maddi gelişimin, milyonlarca yıllık evrimin ürünü olan. Gösterilebilir, kanıtlanabilir, somut olan. Biz doğanın bu temel yasalarına uyduruk ideolojilerinizle kafa tutamayız…” (K.A. 20 Eylül Gün Zileli Yorum)
(**) Yazık ki bu “keçi boynuzu” tadındaki bu kitap koca bir gevezelik! 350 sayfa ve büyük boy. Yazar, bir hayvan davranışları bilimcisi olarak yüzlerce sayfa hayvanlara ait örnekler veriyor; insanlar hakkında “yargılar” üretiyor. Bu kitabaı yalnızca incelenen hayvanlar okuyabilselerdi daha mı yararlı olurdu?
(***) İnsan için Biyolojik Evrim tamamlanmış olmalı. Evrim, doğa ile olan mücadele içinde gerçekleştiğine göre. Doğadan kopmuş insan, Doğa Tarihinin de dışına çıkmıştır. Gen mutasyonları ve belki coğrafik farklılıklardan kaynaklanmış örneğin “süt” vb. sindirim sistemi enzimleri ayrı bir konu…
——————————————————————————————————————-
1. Gen Bencildir. Richard Dawkins. sf 340. 1. Baskı. Kuzey Y. 2014
2.agy. sf 333
3. agy. sf 212
4. agy. sf 211
5. agy. sf. 212 Dawkins insanın zihinsel, psişik, toplumsal kültürel sürecinin “köklerine” bakmıyor. “Meme örnekleri, ezgiler, fikirler, sloganlar, giysi modaları, çanak, çömlek yapımı veya kemer inşaası yöntemleridir.”
6. agy. 213
7. agy. 211
8. agy. sf 211
9. Kültürün Kökenleri Rene Girard sf 50 Dost Y. 2010
Bu yazıdaki her iddia, Dawkins’in ne dediğini anlamamanın ve daha kötüsü adamı negatif niyetle okumanın izlerini taşıyor.
O. Gürsel, daha önceki yazılarında ve yorumlarında görmediğim bir yüzeysellikle olaya bakmış. İnsanın bal gibi de bencil bir organizma olduğu, aç kalınca babasını bile yiyebileceği, bu karmaşıklıkta bir organizmanın (Biyolojik bireyler ve onlardan oluşmuş toplumların) naif bir bakış açısıyla bencil değil, işbirlikçi ilan edilmesinin komedisini ve kimseyi inandıramayacak olmasını bir kenara bırakıyorum. “Yar yanağından gayri paylaşmak için her şeyi” türü çocukluk komünizmi, yalnızca ataerkillikle değil, bastırılmış loserlıkla da maluldür.
Dawkins burada bir mekanizmadan bahsediyor. Genler akıllı yaratıklar değillerdir. Ama moleküler düzeyde süren bir kendini kopyalama yarışı var. Ve bu düzeydeki kopyalama rekabeti, üst düzeyde işbirliğini de, rekabeti de, yalakalığı da, cesur olmayı da yaratabilir. Memelilerin özellikle bizim kolumuz işbirliğine ihtiyaç duyuyor. Bunun kendisi genlerin rekabetini dışlayan bir şey değil.
O. Gürsel’in kafasında iki mekanizma var. Biri yukarıda anlattığım naif solcu ruh hali: “Ne? Bencillik mi? O zaman komünizmi nasıl kuracağız? Olmaz!”
Ama bu mekanizmayı rasyonel hale getirmek için kullandığı metod farklı. Buharin’in Komünizmin ABCsi’nde kullandığı metod. İlgisi tamamen dolaylı iki seviyeyi (burada gen denen organik moleküllerin seviyesi ve insanlığın toplumsal uzamı) sanki aynı terimlerle açıklayabilirmiş gibi davranmak. Eğer Dawkins, buradaki Selfish kelimesini açıklamak için o kitabı yazmasa, yalnızca bazen yaptığı gibi twitterda işkembe-i kübradan sallasa aynı hataya onun da düştüğünü düşünebilirdik. Bir molekülün kopyalanması için gerekli ortamla, insanların kötü tabir ettikleri bir davranışı nasıl aynı sıfatla niteleyebilirsiniz ki? Sui-misal bile değil bu. Oysa burada Dawkins bu hataya düşmüyor ama O. Gürsel buna düşüyor.
Oradaki selfish kelimesi, insanlardaki doğal davranışı andıran, andırdığı için de kullanılabilecek ama bir kitap boyutunda bilgiyle desteklenmesi gereken bir benzetme. İnsanlarda bencillik, doğal seçilimin getirdiği bireysel hayatta kalma güdüsünden Oidipus kompleksinin çözülmesi sırasındaki travmalara, ideolojik güdülenmeden mesela tek çocuklu aile yapısına kadar bi milyon etkenin ürünü. Oysa genlerdeki “bencillik”, basit bir kopyalama mekanizmasının ürünü.
Dawkins’in yazdıklarına gelince, O. Gürsel’in adamın ne anlattığını anlamadığı için beni şu anda bile utandıran yorumlarını bir kenara bırakırsam, bir giriş olarak mükemmel. Ama ideolojiden bireysel deneyimlere psikoloji mekanizmasını anlamaması ve üniversite söylemine tapınması onu bir girişten, gelecekte kurulacak bilimlerin kurucusu olmaktan uzak tutuyor. Eğer bu kadar amprist (bu kadar Anglo Sakson) olmasaydı da, Alman idealizminden bir şeyler öğrenebilseydi, adam kuşkusuz gelecek bin yılın en önemli bilim adamlarından olacaktı.
İnsanın özünde iyi olduğu saçmalığından bir an önce kurtulmanız ve gerçekliğe tüm mide bulandırıcılığına ve göz acıtan parlaklığına dayanarak bakabilmeniz dileğiyle…
Eleştirileriniz için teşekkür ederim.
İki konuya açıklık getirmeliyim. Beni bu yazı yazmaya iten temel neden “insanda inanç modülü…” vb. iddialardı. Sanırım bu “Tanrı modülü genlerimizde var” iddiasının temeli Dawkins’e uzanıyor. İnançların” genlerle açıklanma meselesini araştırdığımda karşıma hep bu Mem meselesi çıktı. Bu konuda merak edenlerin de açıklama yapmasını bekledim. Bu “mem-gen” meselesini ben de merak ediyorum… “İnanç geni var mı?”… Asıl ilgimi çeken bu konuydu
Araştırmalarımda bu somutlukta bir şey bulamadım. Dawkins’in kitabını okumak zorunda kaldım!
Bu kitap her şeyden önce “bilimsel yöntemlere” sadık değil. Oysa bir bilim adamından beklentilerimiz en azından “yöntemde” bilimsellik değil midir? Bu kitap “sonuçlardan” giderek başlangıca dönüyor ve “başlangıcı” sonuçlara göre yorumluyor…
Bilirsiniz, Mehmet Öz, C. Karatay vs. adamlar bilimsel eğitim süreçlerinde öğrendiklerini, bu yoldaki çalışmalar sonucunda aldıkları bilimsel unvanlara sığınarak-sırtını yaslayarak sanki bir “saçmalama” hakkı elde etmişlerdir. Kimi sorunsalları kısmen eğip-bükerek ilgiyi artırma amacıyla böylesi sansasyonel yöntemler uygularlar. Dawkins’de de bunu gördüm.
Tanrı, din, inanç vb yatkınlığın gensel olduğuna dair bilimsel iddiaları bilen varsa yazsın… Öğrenmek isterim… Ciddi bilimsel bir kanıt karşısında “eğilmekten” başka bir şey yapılamaz! Ama bana şu anda, bu temel nöroloji ve “davranış bilimine” aykırı görünüyor… Bu alanda uzman değilim ama “temel yasaları” bildiğimi sanıyorum.
***
“Gen Bencilliği” sonradan rahatsız edici bulduğum bir mevzuydu…
Şu nedenlerle…
Bir yanı ile “kendini kopyalama” karakterinin “bencillikle” mümkün olduğu söylenebilir. Ama bu tek yanlı bir bakış açısı… Bu bakış açısında yalnızca “an” önemseniyor. Kopyalama faaliyeti “an’ı”! Oysa süreç içinde aynı zamanda bir birleşme ve örgütlenme de gerçekleşmekte… Milyar yıllar içinde aynı zamanda bu “bencil kopyalama” ile birlikte aynı genlerin ortaklaşmacılığını, gen “paketlenmeleri” ve kromozomlar oluşturmak da var…
En başa dönelim. Kendini kopyalayan bir kaç protein molekülü… Virus ve sonra bakterimsi yapılar. Tek hücreliler… Bencillik temel karakter olsaydı, “birleşme” mümkün olmazdı da diyebiliriz… Diyelim ki “yaşamak” için birleştiler… Ama birleştiler… Siymbiotik birleşmeler… Dokular… Organlar… çok hücreli canlılar, omurgalılar… memeliler… sürü hayvanları…
“Kendini kopyalayan” bencil genler, aynı zamanda “doğal seçilimle” de birleşme-organize olan sürecin de parçasıdır! Olguya nasıl baktığınıza bağlı; istediğiniz “parçayı” öne çıkarabilirsiniz…
Savaşlarda milyonlarca insanı ölüme sürükleyen koşullara “kolayca boyun eğme” bu bencil gen teorisi ile açıklanabilir mi?
Sonuç olarak insanın “bencilliği” ile “gen bencilliği” ilgisiz-alakasız bir tartışmadır; Dawkins belirttiğim gibi “istemeden” de olsa “yanlış anlamalara” çok açık “bütünlüğü” bilerek ıskalayarak, ve salt “bardağın boş yanı” ile ilgilenen, popüler olma arzusu ile gerçekliği “eğip-büken” bir adamdır…
Ben insanın her hangi bir “hayvan” olarak yaşama dürtüsü temelinde görülen bencilliğinin de gen bencilliği ile ilgisinin olmadığını, insanın “türsel” olarak bu denli dar açıdan incelenmesinin, ele alınmasının “bilimsel ahlaka” uymadığı kanısındayım.
***
Sonuç olarak , sanırım insan denen “hayvan”, “dayanışmacı-uzlaşmacı” bir toplumsal hayatı kurmak istiyorsa “değiştirilemez” tür karakterlerini, tür psişesini gözetmek zorunda… Dawkins, “Gen’sel bencilliğin” değiştirilemez olduğunu söylemese de bu hikayeye “beyinden beyine atlayan “Gen-Mem” uydurmasıyla Faşistik-Irkçı ideolojilere katkı sunmaktadır. Kendi “sosyal-demokrat” olsa da bilimselliğe bunca “öznellik” katmaya, “bütünü” gözden kaçırmaya hakkı yoktur…
Henüz insanlığa “inandırıcı” bir sosyalizm hayatı sunulmuş değil.
Diğer yandan çok yerde onca aşağılanan Kapitalizm’e insanlığın “başarısı” olarak da bakılabilir! Çünkü başarı eğer “tür başarısı” ise sonuç ortadadır! Kapitalistik ekonomi biçimi tür sayısını son 200 yılda “korkunç” katlamalarla artırmıştır. “Günümüzden 10-12 bin yıl önce 80 milyon civarında olan dünya nüfusu 1650 lerde 500 milyona ulaşmıştır. Son 350 yılda ise, 500 milyondan 6 milyara yükselmiştir”
Stalin’in onlarca milyon insanı katlederek sunduğu “sosyalizmi” burada çok konuştuk… Böylece “refah” sağlamışlardı!
**************
Yanlış anlaşıldığımı düşünerek yanıtlıyorum…
“… İnsanın bal gibi de bencil bir organizma olduğu, aç kalınca babasını bile yiyebileceği, …”
Bu “babasını yeme” kuşkusuz mümkündür. “Evladını yeme” de mümkündür. Ama bu türe ait bir “karakter” değildir. Olağan üstü koşullarda bile ayrıksı örneklerdir. Yaşama Dürtüsü’nün sürüklediği davranışlar “gen-insan bencilliği” olarak adlandırılmamalı. Bence bu “bardağın yarısında” ne olduğunu görme hadisesi… Ben dolu tarafından bakıyorum…
*
“…Ama bu mekanizmayı rasyonel hale getirmek için kullandığı metod farklı. Buharin’in Komünizmin ABCsi’nde kullandığı metod. İlgisi tamamen dolaylı iki seviyeyi (burada gen denen organik moleküllerin seviyesi ve insanlığın toplumsal uzamı) sanki aynı terimlerle açıklayabilirmiş gibi davranmak.”
Bu cümleniz ile kitabı okuduğunuzdan kuşkuya düştüm. Bana mal ettiğiniz çelişki tam da Dawkins’e ait. ““Eğer beyinlerdeki memler genlerle benzeşiyorlarsa kendi kendilerini eşleyen beyin yapıları olmalılardır.” Dawkins bir “el çabukluğu” ile Davranışsal hadiseler ile Nörolojik temelleri eşleyiveriyor; aynılaştırıyor…
*
“İnsanın özünde iyi olduğu saçmalığından bir an önce kurtulmanız ve gerçekliğe tüm mide bulandırıcılığına ve göz acıtan parlaklığına dayanarak bakabilmeniz dileğiyle…”
Ben de insanın “özünde iyi” olduğunu söylemiyorum. Ama “iyilik ve kötülüğe” de yatkınlığını eşit görüyorum. Oysa Dawkins, “belli” insanların “hep kötülüğe yatkın” olmak zorunda yaşayacaklarını düşündüren “bulgular” olduğunu iddia ediyor… Doğrudan olmasa da…
*
Hoşçakalın…
İnsan herşeyden önce birey olmalı. Kendi kafasına göre hareket etmeli, kendi vicdanını dinlemeli, doğru olduğunu düşündüğü şeyi yapmalı.
İnsan-merkezcilik ve topluma kör bir aidiyet, insan türünün evriminde bir dönem zorunlu olan, ancak zeki insanların aşması gereken bir aşamadır.
Birey olmak, bencil, hedonist ve vicdansız insanlardan oluşan bir toplum yaratma tehlikesine kapı açsa da, bu da aşılması gereken bir aşamadır. Çünkü bireyleşmenin olmadığı, bireyin toplum içinde boğulduğu, sivil toplumun, bilimsel-felsefi düşüncenin gelişmediği, despotik-devletçi-statik toplumlar da eninde sonunda dış dinamiklerin etkisiyle değişmek zorunda kalacaktır.
Tamam baştan başlayalım.
Bu inanç geni mevzuları, genetik olarak programlanmış davranışlar -Dawkins’in neredeyse her kitabında su samurlarına ilişkin verdiği örnek- ayrı bir tartışma konusu. Dawkins’te sizin de farkettiğiniz gibi direk bu yönde bir iddia yok. Acaba ilgisi var mıdır diye Lakatosh’un Bilimsel Araştırma Programı’na giriş cümlesi türünden bir soru var. Ve yanıtlanmaya çalışılıyor. Bundan doğal hiç bir şey de olamaz. Sonuçta sınırlarımız belli: Fotosentez yapsaydık kapitalizmi icat edemezdik. Yani genetik en azından olası sınırlarımızı belirliyor. Buna karşılık buradaki tartışma sınır tartışması değil. Tartışma davranışlarımızla genetiğimiz arasında birebir ilişki var mı tartışması. Cevap basit bazılarında inanılmaz komplex bir katmanlılık, bazılarında birebir denecek bir eş güdüm var olabilir.
Sizin düşüncelerinizden yola çıkalım. İlk sorunuz şu sanırım: Neden işin içinde işbirliği, birleşme, yanyana durma da varken o kopyalama anı öne çıkarılıyor? Cevabı basit. Bir monadı diğerinden ayıran şey farklılıklarıdır. Eğer ortada gerçekten de mekanizma olarak illa ben kopyalanayım diye hareket eder gibi görünen genler varsa, sonuç o genlerin çeşitli şekillerde kendini kopyalama şansı daha fazla olanların kopyalanması, diğerlerinin ise giderek azalmasını doğurur. Denk gelen protein dizilimlerini düşünürsek tabi ki binlerce “ortaklaşma” buluruz. Ama sonuçta o proteinlere yön veren şey, yani organizmanın ölümüne (genetik prion durumunda mesela) ya da hayatta kalmasına (yanlışlıkla çoğalmış 4 aynı alelden oluşan hemoglobin, bakın burada ortaklaşmacılık var) yol açan bu farklılaşmış yapılardır, aynılık değil. Doğal seçilim fikrinin her türünde ilk unutulan her zaman türün (ya da genlerin) çeşitliliği olmuştur. Dolayısıyla “bencil” bir gen doğru bir adlandırma. Ne diyecekti ki, normalde ortaklaşmacı (sonuçta hiç bir genimiz diğerleri olmadan ayakta kalamaz. İstisnası virüslerde görülen yanlışlıkla kopyalama, onlar kalıyor.) ama kopyalanma anında azıcık haşarılık yapıyorlar mı? Durum bu. Eğer mekanizma yanlışsa, buna cevap vermek gerek.
Bu fikrin, “bencilliği” psikolojik davranışlardan uzaklaştırarak iyice genetiğin içine gömmenin, Sosyal Darwinizmi yok etme gibi güzel bir tarafı var. Bu şekilde, bireylerin kendi genetik kodunu koruması olarak gelmiş ve bireyci düşüncenin asıl destekleyicisi iddialar, bir gen havuzu koruma problemine dönüşerek bir çok durumu -özgeci davranışlar (kendi genetik soyunu değil, genetik havuzu koruma), çocuk sahibi olmadan çocukları koruma tutumları, milliyetçilik, ırkçılık vs. açıklanmış oluyor. Açıklanmış deyince burada Dawkins’te olmayan ama genel sağcı ideolojide bol bol olan, genlere birebir izdüşen davranışlar fikrinin söz konusu olmadığını, bir sınır cizildiğini burada belirtmek gerek. Gen havuzunu koruma fikri milliyetçiliği “açıklayabilir”. Çünkü eğer bu tip bir eğilimimiz varsa, ideoloji (memlere birazdan geleceğim) bu eğilimimizi bu şekilde yoğuruyor olabilir. Daha önce kabileler bu şekilde yoğuruyordu. Şimdi de millet kavramı bu isteğimizi alıyor ve kendisine malzeme ediyor. Bu milliyetçiliği haklı çıkarmaz, bu milliyetçilikle nasıl savaşmak zorunda olduğumuzu gösterir. Yani kısaca, bencil gen fikri, onun devamı sayılabilecek mem teorisiyle birlikte savaşlarda milyonlarca insanı ölüme sürükleyen koşullara “kolayca boyun eğme”yi rahatlıkla açıklayabilir. Hatta klasik darwinist davranışçı teoriler bunu açıklayamazken bencil gen-mem ikilisi bunları direk açıklar.
İnsan uygarlığı yalnızca kendi babalarını, evlatlarını yeme (Goya’nın Satürn tablosu) suçu dışında en az bir en yakın türün başarılı jenosidinden sorumlu olduğu açıktır. Neanderthallerden bahsediyorum. Diğerlerinin akibetinin Homo Sapiens’le ilişkisi var mı, daha elde bir kanıt yok. ama Neanderthallerin akıbetinin kesinlikle var. Bunun olağan üstü koşullar olmadığı çok açık. Bir başka türü, yemiş (kendi aralarında yamyamlık olduğu kadar, bizimkilerin teknolojisinin izlerinin olduğu yüzlerce kemik var), tecavüz etmiş (Genetik kodumuzda ortak genler var, özellikle Avrupa’lılarda. Aralarında aşk evliliği yoksa, acı gerçek bu), kültürünü çalmış (ilk mağara resimleri onların) hominidcağızları hiç etmiş durumdayız. Bırakalım akrabalarımızı, megafaunayı yiyip, bitirip, tüm dünyadaki fosfor dengesini alt üst eden biziz. Ve bunlar kapitalizmden çok çok çok önce olup bitmiş felaketler. Bu bardağın dolu tarafı, geçmiş ilkel komünal altın çağ masalları değil, şimdi şimdi yarattığımız ve daha da güzelini yaratabileceğimiz şey.
Dawkins’e atfettiğiniz davranışın Dawkins’e ait olmadığını iddia etmek zorundayım. Yukarıda da anlatmaya çalıştığım gibi, size el çabukluğu gelen şey bir bilimsel araştırma programının girişi, bir paradigmanın çöküşü, küçük çaplı bir bilimsel devrimin girişi. Kör Saatçi, Şeytanın Papazı, Tanrı yanılgısı vsde o paradigma değişikliğinin ilerlemiş halleri. Sizin düşündüğünüzün tam tersi sonuçlar doğuran bir değişiklik. Komünizmin olası olduğunu ortaya seren bir geri çekiliş. Eğer gen ve ardılı mem teorisi olmasaydı, bugün genetiğin gelişmesiyle birlikte “İnsan bencildir, hayatta kalma savaşı var, ne komünizmi yahu?” düşüncelerine çok daha fazla maruz kalırdık. Bu anlamda Allahtan (militan ateizme sığmasa da) Dawkins var.
Eğer Tanrı Yanılgısı’na göz atarsanız, en gelişmiş haliyle din olgusuna ilişkin düşüncelerini görebilirsiniz. Ve mem teorisine gelince, Gen Bencildir’deki açıklamalardan (Kitap 1976 yılı yazımı) çok daha incelikli ve estetik açıklamasını Susan Blackmore’un Mem Makinesi kitabında bulabilirsiniz.
Ve sonuçta, şu Dawkins’in fikirlerinin ırkçılığa vs. yol açması hikayesinin, Nietzsche’nin faşizme yol açması tezinden zırnık farkı yok. Bu iddiaları dile getiren onlarca insanla tartıştım. Özellikle İngilizlerle. Bir tanesinin bile bu ilişkiyi gösteremediğini bilmenizi isterim. Bir tanesi bile, şu mekanizmayı, yani Dawkins okuyan bir insanın nasıl olup da ırkçı olabileceğini ya da ırkçılığı haklı bulabileceğini gösteren bir Avrupalı/Amerikalı sosyalist/anarşist bir insan dahi yok. Hani nerede bu mekanizma? Bence bu düşünüşün karikatür Poppercıların “Hegel total bakıyor ya herşeye, hani evrensel kavramı felan. İşte totalitarizm de oradan geliyor” fikrinden tek bir farkını göremiyorum.
Twitter fenomeni olarak Dawkins’de de böyle bir durum göremiyorum. Bir tane bile Nobel almış müslüman bilim adamı yok derken, bu koskocaman bir gerçektir. Bir İngiliz faşist, adamın sözlerini RT ediyorsa, burada Freud’un Naziler karşısında aldığı tavrı almak gerekirdi. Freud, o sırada Musa ve Tek Tanrıclığı yazarak en devrimci işlerden birini yapmış ve kendi halkının köklerine saldırmıştı. Biz de benzerini yapmalıydık.
Kadınlar, Down sendromlu çocukları doğurmamalı demesi mi ırkçı? Nasıl İncil’deki vahşet yavaş yavaş yorumlarla değiştirildiyse, Kuran’daki de değiştirilmeye başlanmalıdır demesi mi yoksa? Rönesansın olmadığı yerde Yaşar Nuri’ye Martin Luther denmek zorunda kalındıysa, vah vah.
Son bir söz, “Ben insanın her hangi bir “hayvan” olarak yaşama dürtüsü temelinde görülen bencilliğinin de gen bencilliği ile ilgisinin olmadığını, insanın “türsel” olarak bu denli dar açıdan incelenmesinin, ele alınmasının “bilimsel ahlaka” uymadığı kanısındayım.” sözünüze atfen. Yanlış olabilir ama çok muhtemelen akademisyensiniz. Ve üniversite söyleminin o insanca pek insanca ruh hali olan ateşliliği, militanlığı bilimle bir arada görmek sizi rahatsız ediyor olabilir. Konuştuğum genetikçi arkadaşlarımın Dawkins’e gıcık kapmasının nedeni bu. Ben bu ruh halinin, yani Arne Saknussemm/Lidenbrock ateşliliğinin bilime geri gelmesinin, üniversite söylemi denklemini çözeceğini ve böylelikle egemenlerin bir dayanak noktasının daha yıkılacağını düşünüyorum. O halde neden militan bir bilimcilikten, fildişi kulesinde değil, hayatın içinde olan bir bilimden korkalım ki? Varsın komünist anarşist olmasınlar.
Yusuf Cemal’in açıklamalarına tamamen katılıyorum. Sevgili Gürsel’i iyi tanıyorum. O da bir inanç, itikat adamı. Yani onun da kafasında Tanrı modülü var, bu modülün talimatlarına uygun olarak kafasındaki itikat paradigmalarını yıkamıyor. Hepimizde var bu Tanrı modülü, küçük veya büyük. Ama benim Tanrı modülümün Gürsel’inki yanında küçücük kaldığını biliyorum. Çünkü çocukluğumdan beri hemen her yıl öğrendiğim yeni bilgiler ışığında kafamdaki eski paradigmaları parçalaya parçalaya buraya geldiğimi de biliyorum. Bu kafamızdaki Tanrı modülü nedeniyle zor ve sancılı bir süreçtir, yüz binde bir kişi bunu başarabilir.
O zaman Tanrı Modülü’nden ben ne anladım, yorumum nedir kısaca açıklayayım. Bunu Gürsel için yazmıyorum, onun itikatını değiştirmekten umudumu kestim. Tanrı modülü şudur:
1- Beyinde tek bir yere odaklı çip gibi bir şey değildir, adı modüldür, ama insan beyninin fizyolojik (biyolojik) bir işleme mekanizmasını anlatır. Dil modülünde olduğu gibi. Beynin bir yerinde merkezi gösterilse bile başka bölgeleriyle de işlevsel irtibatlı bir bütündür. 2- İnsanın gerçeği bilme ve değerlendirmedeki yetersizliğinden köken alır, onu kökleştirir. 3- Bir şeye inanma, kanıt ve bilimsel değerlendirme aramaksızın inanma, insandaki zavallılık hissini azaltır, kendine güven ve moral yükselme getirir. 4- Üçüncü madde nedeniyle evrimdeki doğal seçilimde bu bir çoğalma avantajı sağlar, hayata daha iyi uyum gösteren bu bireyler dolayısıyla söz konusu modülün geleceği doğal seçilimde üstün gelir. O yüzden insanların büyük çoğunluğu inançlıdır. 5- Tanrı modülü bazen bazı kişilerde herhangi bir dine inanma, bazen sadece Tanrıya inanma, birçok ateistte olduğu gibi ruhlara ve madde ötesi manevi güçlere inanma şeklinde kendini gösterebilir. Zaten bu sonuncusu insan toplumunun en az 190 bin yıllık inanma biçimidir. Ben bunu ileri götürüyorum, kanıt ve bilimsel destek aramaksızın ideolojilere inanma da, insanın üstünlüğüne, insan merkezciliğe inanma, aydınlanmanın her şeyi çözeceği inancı, özgürlüğün her şeyi çözeceği inancı, komünizm, birçok kişideki Kemalizm vb. Tanrı modülü kaynaklı inanç sistemleridir. 6- Bu tür genetik-yapısal beyin özellikleri bazen bazı hastalıklarda somut gösterildiği gibi doğrudan bir kişilik özelliğini belirler. Bazen böyle olsa da bunu bilim henüz gösterememiştir. Bazen de o konuda başka birçok genetik ve çevresel etmenle birlikte kuvvetli veya zayıf eğilimler yaratır. Yani Tanrıya inanmak genetik bir eğilimdir, solculuk genetik bir eğilimdir derken bizim gibiler, karşı taraftaki Tanrı modülü güçlü insanların konuyu karikatürleştirerek “ne yani solculuğu da kromozomumuzdaki bir gen mi tayin ediyor?” diye sözüm ona alay etmelerinin bir bilimsel manası yoktur. Bu tür şeyler beynin işleyişi ve insan mizacıyla ilgili belli eğilimleri ifade ederler. Kişiliğiniz genetik yönden solculuğa yatkın birçok farklı eğilimi içeriyorsa büyük olasılıkla solcu olursunuz (tabii mutlak şart değildir). Tanrıya inanma modülünüz güçlüyse çok büyük olasılıkla dindar olursunuz, ama o da mutlak değildir tabii. 7- Bunlar daha önce yazıldı, birçok tartışmada ifade edildi. Ne yapalım, ara ara sanki hiç bilmiyormuş gibi yapanlara yenilemek gerekiyor. Saygıyla herkese.
Uzun bir yanıt yazdığım için özür dilerim… Öncelikle belirtmek isterim. Bu konu kişisel bir konu değil… Yanıldığını anlamak, bir şey öğrenmekle ödünlenir… Yazık ki hala yanıldığımı düşünmüyorum… Yine de “kökten” farklı bir düşünce ayrılığı içinde değilim…. Aşağıda yazdıklarımı özetleyeyim; Dawkins anılan kitabında “gerçeği”, “bütünü” ifade edememiştir; “tuttuğu yeri” genellemiştir…
****
Uzmanlık alanım “genetik” değil. Bu bağlamda “uzmanlık alanım” olmadığı çekincesiyle alan dışı konularda “öyle diyorsanız öyledir” kabulü beklentisi, sanırım bu sitede yazan-okuyanın da istediği olmayacaktır. Kaldı ki, öncelikle “yöntemsel” yaklaşımları konuşuyoruz. İki’nin çarpanları, toplamları üzerine konuşmak için matematikçi olmamız gerekmeyeceği gibi.
Bilimsellik bir iddia değildir; kanıtların kendisi veya sentezidir.İddialar, zaman, zaman “yüzde yüz” kanıtlanamasa da “hakikatin” çeperine değmek zorundadır.
*
Yukarıdaki yazıda bu “inanç-tanrı modülü” meselesi açıklanmıştı. Bu konuya böyle yaklaşılması yine “yöntemsel” olarak kabul edilemez. Spekülatif, bilim dışı yorumlamadır. İnsanın nörolojik öğrenme-kabullenme-kalıplaştırma yetenek veya yeteneksizliği bu şekilde anlatılamaz. İlksel insanın bir kaç milyon yıllık evrimi sonunda 100-200 bin yıl önce kendi hayatını-kaderini doğrudan belirleyen doğasal olayları salt gözlemsel bir neden-sonuç ilişkisi ile “tanrı-tapılacak şeyler-yalvarılacak, dua edilecek, yardım istenilecek” şekilde kavramsallaştırmasına “inanç-tanrı modülü” denilemez. Bu sınırlı bilgi, bilgisizlik temelinde uyarılmış yaşama iç güdüsünün “buluşu”, bir tanrı modülü olarak açıklanamaz. Benzer beyin yapısının benzer neden sonuç ilişkileri kurgusudur yalnızca. Üstüne üstlük ve daha da önemlisi bu “geleneksel açıklamanın” bebek-çocukluk döneminde “kopyalanmasıdır.” Bu konu basit bir iddialaşmanın itiş kakışı değildir. Bu konu, kendimizi ve toplumsal koşullanmaları değiştirebilme imkanları ve yöntemlerine dair bir tartışmadır.
*
Gen’lerin bencilliğine gelince. 3.5 milyar yıllık genleri konuşuyoruz. Gen ortaklaşmacılığı ve mutasyonlar olmasaydı bildiğimiz canlı dünya böyle olmayacaktı. Gerçekten “bencillik” olsaydı gelişmiş türler de olmayacaktı. Evrim de olmayacaktı… Mutasyon da olmayacaktı… Gen’ler “bencil” ama Tabiat da bu bencilliğe izin vermiyor!
Bilimsel süreçleri anlatmakta bu tür “ahlaki kategoriler” kullanılması her zaman sorunludur; bütünün bütünlüğünü tanımlamakta, anlaşılmasında bir çarpıtmadır!
“Genetik materyal olarak RNA kullanan virüsler, sürekli ve hızlı bir şekilde çoğalıp geliştikleri için onlara avantaj sağlayan hızlı mutasyon oranlarına sahiptir…” Virüs genleri neden bencil değil? Koskoca biyolojik evrimi bu tür bir ifadeye sıkıştırmanın yararı ne ki?
*
Y. Cemal’e teşekkür ederim. Bu konunun karmaşıklığını gösteren yorumlarda bulunuyor.
“… Tartışma davranışlarımızla genetiğimiz arasında birebir ilişki var mı tartışması. Cevap basit bazılarında inanılmaz komplex bir katmanlılık, bazılarında birebir denecek bir eş güdüm var olabilir.” Evet; ama bu bir anlamda bizim evrimsel olarak sinirsel-beyinsel-düşünsel kapasitemize aittir; olguları ele alışımızdaki algısal standartlarımıza ait sorunlardır; beyindeki Tanrı-inanç modülü değil, tabiattaki oluşları bilgisizce de olsa bir neden-sonuç ilişkisi içinde yanıtlama “sersemliği” yeteneğidir. Bu “yetenek”, sürü hayvanı oluşa ait tarih ve “sürüye ait olma” arzusu ile koşullanmış zihnin bildik salaklığıdır! Ama işte bu “salaklık”, insanlığı 200 bin yıl ayakta tuttuğu için 3. bir çarpan faktörü haline gelir; “biz atamızdan böyle gördük!” Böylece “toplumsal koşullanma” denilen pekişmiş “doğru” ortaya çıkar.
Bir, Tabiata-hayata-ölüme ait verilmiş yanıtlar;
İki, sürü hayvanı olmanın aidiyet ve koşullanmaya yatkın zihin yapısı
Üç, 200 bin yıldır işe yaradığına ait “haklı” iddia….
Bu süreç ve anlaşılabilir sıçramalar Dawkins de hiç yok… Gen Bencildir demekle hiç bir şey anlatmıyor adam! Bilinenlere hiç bir şey eklemiyor… Zaten Gen’ler kendini kopyalayan, çoğaltan moleküller olmasa biyolojik hayat olmazdı…. Salt bir adlandırma, sıfat üretme telaşı…. Yararsız bir telaş!
Sonuçta adam “bencil gen” ile ne biyolojik süreçlere, ne de “Mem” tanımı ile toplumsal statükoların bilinen değişim direncine ait bilimsel yorumlara bir katkı sunmuştur…
Katkısı kendi egosuna olmuştur…
*
son not…
“Eğer beyinlerdeki memler genlerle benzeşiyorlarsa kendi kendilerini eşleyen beyin yapıları olmalılardır.”
Bu çok sorunlu cümle için yazmışsınız…
“Yukarıda da anlatmaya çalıştığım gibi, size el çabukluğu gelen şey bir bilimsel araştırma programının girişi, bir paradigmanın çöküşü, küçük çaplı bir bilimsel devrimin girişi. Kör Saatçi, Şeytanın Papazı, Tanrı yanılgısı vs de o paradigma değişikliğinin ilerlemiş halleri. Sizin düşündüğünüzün tam tersi sonuçlar doğuran bir değişiklik…”
Bu şuna benzer… “Evrim insanı da yaratmış bir süreçse….”, “tabiat kendi içinde beslenme zincirleri ile süregiden bir hayat var etmişse…”…Sonuç; Tanrı var olmalıdır!
Bu tür öznel “mantıksal ilişkiler” kurulması ile hem de bir “paradigma” değişikliği sakın Toplumsal kültürel tarih ile biyolojik-doğa tarihi arasında kurulamayacak bağlantılarla gerçekleşmesin!
Antropoloji ve nörolojiye hakim bir bilim insanı böyle saçma bir cümle kuramaz; yinelemek zorundayım; hatta sıradan bir bilimsel akıl böyle bir cümle yazamaz…
“gen ve mem” benzeşiyorsa… Ne anlamda? Kendini kopyalama anlamında mı? Evet…
O zaman “kendi kendilerini eşleyen beyin yapıları olmalılardır!”
Salt “sonuçsal” benzerlikler üzerinden, sonucu üreten kaynağı da aynılaştırmaya kalkışmak gülünçtür… Yaprağa yeşil rengi klorofil verir, tüm yeşil renkte klorofil olmalıdır! Bu mantık ile gerçekleşecek paradigma değişikliği bildiğimiz dünyaya ait olmayabilir…
“Bu süreç ve anlaşılabilir sıçramalar Dawkins de hiç yok… Gen Bencildir demekle hiç bir şey anlatmıyor adam! Bilinenlere hiç bir şey eklemiyor…” cümleniz karşısında sizden şu parçayı yeniden okumanızı rica edeceğim. Bence çok ilginç bir yeniliği kaçırıyorsunuz:
“Bu fikrin, “bencilliği” psikolojik davranışlardan uzaklaştırarak iyice genetiğin içine gömmenin, Sosyal Darwinizmi yok etme gibi güzel bir tarafı var. Bu şekilde, bireylerin kendi genetik kodunu koruması olarak gelmiş ve bireyci düşüncenin asıl destekleyicisi iddialar, bir gen havuzu koruma problemine dönüşerek bir çok durumu -özgeci davranışlar (kendi genetik soyunu değil, genetik havuzu koruma), çocuk sahibi olmadan çocukları koruma tutumları, milliyetçilik, ırkçılık vs. açıklanmış oluyor.”
Lütfen ama lütfen Tanrı Yanılgısı’na ve Susan Blackmore’un kitabına bir göz atıverin. Fikirleriniz tamamen değişecek. Özellikle memler hakkında. Çünkü mem terimini tamamen ters anlıyorsunuz. Küçük bir ipucu: kopyalamanın kopyalanana sadık olması stotükoyu değil, türlerin (memler söz konusu olduğunda fikirlerin, dinlerin, ideolojilerin) çeşitli olmasını sağlar. Böylelikle bir düşünsel çorba içinde debelenmekten kurtuluruz. Bu arada Dawkins’e bu düşmanlığınızın kendisi de bir memplexin parçası. Bağımsız düşünmek, memplexleri parçalamak demektir.
Ve eklemeden geçmeyeyim, pratikte işyerlerinde biz mem teorisini dibine kadar devrimci amaçlar için kullanıyoruz. Ve işe yaradığını gözümüzle görüyoruz. Şu yazıdaki memleri yaymak bölümüne bir göz atıverin: http://dazayn.org/2/post/2014/09/yernde-hareket-taktkler.html
Teşekkür ederim. Mutlaka okuyacağım…