Mağlupların Tarihinden: Besekênê Derê Laçi Kuyêne
Laç Deresinin kenarındaki mağaralara sığınan binlerce kadın, erkek, çocuk, o mağaralarda topa tutulduklarında bile şöyle haykırıyorlardı: “Laç Deresi geçilmez.” Aynı 1938 yılında, Franko’nun falanjist birliklerinin ve sömürge taburlarının saldırılarına göğüs geren İspanyolların, ünlü “la pasaran”ına ne kadar benziyor.
Cumhuriyetin ilk işlerinden biri, Kürt bölgelerindeki, yüzyıllarca vergi vermeden ve askere gitmeden özerk yaşamaya alışmış aşiretleri jandarma ve silah zoruyla ulus devletin disiplini altına almaya çalışmak oldu. Ne var ki bu, özellikle Dersim gibi bölgeler açısından oldukça zor bir işti. 1925 yılındaki Şeyh Sait isyanının bastırılmasından sonra sıra Dersim gibi asi bölgelere gelmişti.
Önce bir “islah” programı ortaya atıldı. Bu programla, tüm Dersim aşiretlerinin Cumhuriyet devletine kayıtsız şartsız tabi olmaları öngörülüyordu. Silahlar teslim edilecek, vergi verilecek, askere gidilecekti. Bunun için bölgeye müfettişler yollandı ve aşiret reisleriyle görüşmeler yapıldı. Amaç, hangi aşiretlerin isyancı, hangilerinin itaatkâr olduğunu saptamak ve işe en asilerden başlamaktı. Bu girişimler, Dersimli asi aşiretlerin silahlanmalarına ve yer yer silahlı direnişe geçmelerine yol açtı.
1935 yılının sonunda “Tunceli Kanunu” adı altında, devleti her türlü kanuni kısıtlamadan azade kılan ve her türlü zoru dinginsizce uygulamasının önünde hiçbir engel bırakmayan bir yasa çıkarıldı. Bunun hemen ardından, bölgeye korgeneral Abdullah Alpdoğan adında bir askeri vali atandı. Alpdoğan’ın göreve gelir gelmez yaptığı ilk iş, bölgede geniş bir karakol, kışla ve askeri amaçlı yol inşaatına girişmek oldu. Bu hazırlıklar, devletin, bölgeye geniş bir askeri harekât düzenlemeye hazırlandığını ortaya koyuyordu. Nitekim, bu girişimlerin hemen ardından geniş bir silah toplama ve silah teslimi harekâtına girişildi. Bölge halkının, geniş çaplı bir askeri harekâtın başlayacağına hiçbir kuşkusu kalmamıştı. Bunun üzerine, zaten başlamış olan direniş eylemleri yaygınlaşmaya başladı.
Baskı direnişi, direniş baskıyı getirdi. Ordu, yöre halkının geleneklerini bile hedef almaya başladı. O yöreden Köse Usê şöyle anlatıyor o günleri:
“Önce bıyık yasak, onu keseceksiniz gibi emirler verdiler. Sonra da birden bire çok sayıda insana ‘haydin askere’ dediler. Düşünün ki o güne kadar bu yöreden insanlar askere hiç gitmemişler. Kimse dil bilmiyor. Son bir sene içerisinde Dersim’de büyük çatışmalar meydana gelmiş. İnsanlar kurşuna dizilmiş, insanlar asılmışlardı. Kimse evinden uzaklaştıktan sonra başına neler geleceğini kestiremiyordu. Asker ise çok sertti. Ne dersen de, laftan anlamıyordu. Komutanlar gökten inmiş allah gibiydiler.” (aktaran Munzur Çem, Alevilik Sorunu ve Dersim Ayaklanması Üzerine, Stockholm 1995, s.188)
Bu öyle bir sertlikti ki, ordu, direnişe katılmayıp evlerine kapanan köylüleri bile kurşuna diziyordu. Yöre halkından Hesen şöyle anlatıyor:
“Dersim kuvvetleri geri çekildiler, asker Amutka’ya girdi. Bir grup köylü evlerini terketmemişti. Askerlerin yaptığı ilk iş onları kurşuna dizmek oldu. Komutan Cevdet (Sunay) pek gaddar biriydi.” (Age, s.195)
Dersim direnişinin önderlerinden Seit Rıza yakalanır ve Elazığ’da idam edilir:
“…araba farlarıyla cezaevi aydınlatılmak suretiyle sözde mahkeme yapılıyor, idam kararları veriliyor ve idam edilecekler oradan alınıp doğruca meydana götürülüp asılıyorlar. İnsanlara neyle suçlandıkları söylenmeden, savunmaları alınmadan, itiraz hakkı tanınmadan birkaç saat içerisinde gerçekleşen idamlardır bunlar. Üstelik sanıklar haklarında verilen cezaların ne olduğunu bile anlamış değillerdi.” (Munzur Çem, Age, s.183)
Gerisini de İhsan Sabri Çağlayangil’in anılarından okuyalım:
“Seyit Rıza sehpaları görünce durumu anladı.- Asacaksınız, dedi ve bana döndü. ‘Sen Ankara’dan beni asmak için mi geldin?’ Bakıştık. İlk kez idam edilecek bir insanla yüz yüze geliyordum. Bana güldü. (…)
“Evladı kerbelayıh, bi hatayıh, ayıptır, zulümdür, cinayettir, dedi. Benim tüylerim diken diken oldu. Bu yaşlı adam raprap yürüdü. Çingeneyi itti, ipi boynuna geçirdi. Sandalyeye ayağıyla tekme vurdu, infazını yaptı.” (Çağlayangil’den Nakleden Munzur Çem, Age, s.184)
İdamlardan sonra, direniş de, katliamlar da bir üst boyuta tırmanır. Artık Dersimliler, sadece onurluca ölebilmek için savaşmaktadırlar, silah ve asker bakımından çok üstün güçler karşısında herhangi bir kazanma umutları yoktur. Kadınlar, askerin eline geçmektense, çocuklarıyla birlikte kendilerini Eksor uçurumlarından aşağıya atarlar (Age, s.198). En büyük katliam Laç deresinin kenarında, yöre halkının sığındığı mağaralarda gerçekleştirilir. Mağaralara sığınanlar için yaşam çok güçtü:
“Önceleri değişik yerlerde barınan kadın ve çocuklar, birliklerin çemberi daraltmaları üzerine giderek Laç deresine, oradaki mağaralara yığılmaya başladılar. Öteki yörelerden gelenlerle birlikte sayıları binleri bulmuştu. Onca insana ölmeyecek derecede de olsa yiyecek bir şeyler temin etmek, su taşımak vs. elbet kolay değildi… İşte bu büyük ve zor görevin üstesinden gelmek de daha çok kadınlara düşüyordu… Gizliden, henüz yakılıp yıkılmamış olan köylere gidiyor, un ve benzeri şeyleri sırtlayarak getiriyor, orda-burda armut, elma türünden meyve ile yenilebilecek otları topluyor, terk edilmiş köylerde yanmaktan kurtulmuş ekini biçiyor, yanlarında bulunan az sayıdaki keçiyi sağıyor, su taşıyor, ekmek pişiriyor, sonra da cepheye gidecek olanını cepheye götürüyor, geriye kalanını ise mağaradakiler arasında bölüştürüyorlardı. ” (Munzur Çem, Age, s.200)
Demenanlı Mustafa katliamı şöyle anlatıyor:
“Gece, Mağarada göz gözü göremiyordu. Birden tavan delindi ve içeriye bombalar düşmeye başladı. Tabi bir çırpıda onlarca, belki de yüzlerce kişi yaşamını yitirdi. Ortalığı barut ve kan kokusu kaplamıştı. Öyle bir çığlık vardı ki, tanrı kimsenin başına getirmesin. Mağaranın arkasında bir boşluk vardı. O itişme, kakışma sırasında bir çok insan oraya düştü. Kimileri de bile bile o boşluğa bıraktılar kendilerini.” (Age, s.204)
Gerisini Merxo’lu Usên’den dinleyelim:
“Sabah olduğunda asker bizi kurşun yağmuruna tuttu. Bunun üzerine insanlar biraz aşağıdaki Munzur Nehri’ne yöneldiler. Tek çare, gidip kendimizi suya atmaktı artık. Tam, suya bir duvar gibi dik inen uçurumun başına geldiğimizde ise yeni bir ateşle karşılaştık. Bunun üzerine yan tarafa döndük ve nehre doğru koşmayı sürdürdük. Ona ulaşmamıza az kalmıştı ki birden makinalı tüfek benim bulunduğum yeri taradı. Çok sayıda insan yığıldı kaldı. Tabi yara falan almamıştım ama ben de düştüm. Ölü ve yaralıların altında kalmıştım. Bir fırsatını bulup baktım, karım ve iki çocuğum kendilerini Munzura bıraktılar. Su onları alıp götürdü. Ben de ancak dördüncü gün cesetlerin altından çıkabildim. Çünkü asker üç gün buradan ayrılmadı.” (Age, s.205)
Katliamdan, devletle işbirliği yapanlar da kurtulamıyordu:
“Ele geçirilen ve çoğunluğunu kadın ve çocukların oluşturduğu yüzlerce kişilik gruplar peşisıra kurşuna dizilirken, Celal Bayar ile yanındakiler biraz öteden, bunların bir bölümünü bizzat izlemişlerdi. Son iki yıldır varını yoğunu devlete adayan, ona her türlü desteği vermekten geri kalmayan Alan aşiret reisi ve Çuxure (Çukur) Ağası Slü Ağa, Başbakanı konağında ağırlamak üzere hazırlık yaparken evi kuşatıldı, kendisi Celal Bayar’ın gözleri önünde, öteki aile bireyleri ise götürüldükleri Kertê Mazgêdi (Mazgirt Gediği)’nde kurşuna dizildiler. Aileden geriye bir tek kişi bile kalmamıştı.” (Age, s.210)
Şimdi de, Dersim’li bir işçi olan Şükrü Laçin’in anılarından (Dersim İsyanından Diyarbakır’a, Sun Yayıncılık, Mart 1992) bazı anlatımlara yer verelim. Katliamdan, Mazgirt kaymakamının şefaatıyla kurtulan Ahmet Korkmaz şöyle anlatıyor:
“Teğmen o gece bizi Muhundi’ye (Darıkent) götürdü. Nahiyenin birçok yerlerine çadır kurulmuştu. Çadırların içi insan dolu. Bunlar başka başka köylerden alınmış kimselerdi. Bizi de bir çadıra koydular, önüne nöbetçi diktiler. O geceyi nahiyede geçirdik. Sabahleyin Mazgirt’e götürülmek üzere subay ve askerlerle yola koyulduk. Yola dizilmiş insanlara bakıyorum, hep aşina yüzler. Bunlar bizim insanlarımız. Çoğumuz birbirimizi tanırdık. Yol boyunca soruyorum: ‘Seni niye getirdiler?’ Sorularıma yanıt alınca anlıyorum kimine: ‘Senin silahın var’, kimine ‘Sen eşkiyasın’, kimine: ‘Sen ağasın’, kimine: ‘Sen dedesin’ demişler. Teğmen bana da silahın var demişti.
“Düşünüyorum da uydurulmuş gerekçelerle toplamış oldukları bunca insanları acaba nereye götürecekler, buna bir türlü aklım ermiyordu. Kuşkusuz hepimizde bir korku vardı ama, bir katliamla karşı karşıya kalacağımızı asla düşünmüyorduk. Böyle bir şey düşünmek için çok ağır suçlar işlemiş olmamız gerekiyordu. Oysa ki bizler aslı astarı olmayan şeylerle suçlanıyorduk. Bunlar bizi Mazgirt’e götürmek için uydurulmuş bahanelerdi. Kaldı ki silah taşımanın, eşkiya olmanın cezaları yasalarda belirtilmiştir. Bu suçlar insanın katlini gerektirecek suçlar olmasa gerek. Dinsel inancın birer simgesi olan şeyh ve dedeye de Türkiye’nin her yerinde rastlamak olasıdır. Kimilerini ağalıkla suçlarken içimizde tanıdığım aşiret reisi vardı ama tanıdığım onca toprak sahibi Peri ağalarından hiçbir tanesi yoktu. Yolda yürürken bakıyorum bir insan seli vardı. Subayların, askerlerin bizi denetim altında tutmaları olanaksızdı. Elimizi kolumuzu bağlayıp bizi kurşunlayacaklarını bilseydik çoğumuz yolda kaçardık. Kaçarken belki birkaçımızı öldürebilirlerdi ama, çoğumuz kurtulurduk. Bizi askeri kışlaya doldurduktan sonra durumun önemini kavramıştık ama artık çok geç kalmıştık. Tüm kapılar yüzümüze kapanmıştı. Acı sonucu beklemekten başka yapılacak bir şey yoktu.
“Askeri kışlanın büyüklüğüne karşın oturulacak yer bulmak olanaksızdı. Herkes birbirine yaslanarak ayakta duruyordu. Bir yandan mevsimin yaz olması, diğer yandan insan yığınının nefes alıp vermesi her geçen dakika içinde kışlanın sıcaklığını biraz daha arttırıyordu. Bir an geldi ki kışla yanan bir fırın, kokan bir mezbahaya döndü. İki gün iki gece ne ekmek ne de su verdiler. Ölüm korkusunun sezildiği yerde açlık pek duyulmuyor ama, susuzluktan dudaklarım çatladı. O gün ölüm korkusundan duyduğum acıyla, susuzluktan duyduğum ıstırabı yanyana getirince, susuzluğun daha dehşet verici olduğunu duydum içimden. Kışlanın bu dehşet verici havasından kurtulmak için ölüme hemen razıydım.
“Kışlaya girdiğimiz 14 Ağustos katliam günü, üçüncü günün sabahının erken saatlerinde isimler okunmaya başlandı. Tarih 14 Ağustos’tu. İsmi okunanları ellerinden birbirlerine bağlayarak kafile kafile götürmeye başladılar. Aradan on dakika geçmeden silah sesleri duyuldu. Patlayan bu silahların kurşunları o suçsuz zavallı insanların vücutlarını delik deşik ediyordu, bunu çok iyi anlamıştık. Güneş bir hayli ilerlemişti, zaman öğleye doğruydu. Bizim de ismimiz okundu. Gidenler gibi bizim de ellerimizi birbirine bağlayarak General Galip Deniz’in huzuruna çıkardılar. (Halk arasında bu general Baki Vandemir olarak bilinir. Oysa ki Mazgirt’te katliamı yapan Diyarbakır Yedinici Kolordu Kumandanı Galip Deniz’di.) Galip Deniz’in yanında Mazgirt Kaymakamı Fahri Tokmakçı da oturuyordu. Galip Deniz bizi baştan aşağıya süzdükten sonra önündeki kağıda bir şeyler yazmak istedi. O sırada Kaymakam hemen kalem ile kağıt arasına elini sokarak generalin yazmasına engel olmak istedi. General, Kaymakamın elini iterek tekrar bir şeyler yazmak isterken, Kaymakam yine kalem ile kağıdın arasına elini soktu. Galip Deniz tekrar Kaymakamın elini itince Kaymakam yerinden kalktı ve hızlı adımlarla Hükümet Konağına doğru yürümeye başladı. Bir hayli uzaklaşınca kumandan: ‘Kaymakam Bey gelsene’ diye bağırdıysa da Kaymakam yürümeye devam etti. Kumandan tekrar: “Kaymakam Bey gel gel, dediğin olsun.” deyince Kaymakam geldi, yerine oturdu. Kaymakam oturunca kumandanın yanında ayakta duran subay bizi yan tarafa atarak ellerimizi çözdü…
“…Katliam devam ediyordu.Tanıdık, dost, ahbap insanları gözümüzün önünde kurşunlamaya götürüyorlardı.Ellerinden birbirine bağlı bu insanlar dirsekleriyle, anlamlı bakışlarıyla bu soykırıma direniyorlardı. Bu insanlar askerlerle itişip kakışarak ölüme giderlerken biz ayakta bu insanlara bakakaldık. Seyrettiğimiz bu senaryoda Dersim halkının dramı yaşanıyordu. Akşam olunca bizi aynı kışlaya götürdüler. Kışla bomboştu. Ahmet’ler, Mehmet’ler, Hasan’lar, Hüseyinler, Ali’ler, Veli’ler kimse yoktu.” (s.27-29)
Gönül gel gezelim Dersim dağını,
Ne hoş memlekettir eli Dersim’in
Seyran eyleyelim Sultan Bağı’nı
Ne hoş çiçekleri var, güllü Dersim’in
İmlasız, sayı:6,
Mart-Nisan 2004