Kürt MDD’si ve Türk MDD’si
Galiba manzara şöyle: Kürt Milli Demokratik Devrimcileri (kısaltılmış adıyla MDD’ciler), “Demokratik Cumhuriyet” bayrağı altında bir “geniş cephe” kurmaya çalışıyorlar; Türk Milli Demokratik Devrimcileri ise, “Devrimci Cumhuriyet” bayrağı altında bir “geniş cephe”. Bu “geniş cephe”lerin hangi sınıf kesimlerini toparlamaya çalıştığını ve ne anlama geldiğini tahlil etmeden önce, bu iki “cumhuriyet”in ideolojik şifrelerini çözmeye çalışmak gerekiyor.
“Demokratik Cumhuriyet”in anlamı, liberal burjuva devlet düzenidir. “Devrimci Cumhuriyet”in anlamı ise, bürokratik burjuva devlet düzeni. Birincisinin ideolojisi, liberalizm, ikincisinin ise, kemalizmdir. Yani, bu iki blok da, kapitalist sistemin taraftarıdır. Aralarındaki tüm ayrılık, kapitalist dünya sistemine, liberal yoldan mı, yoksa devletçi yoldan mı entegre olunacağıdır.
Bu yönelimler, doğal olarak, burjuvazinin hangi kesimleriyle ittifak yapılacağı, dahası, özlenen sistemler kurulduğunda, işçi sınıfının, köylülerin ve diğer halk tabakalarının, esas olarak burjuvanin hangi kesimi (kapitalist sistemde burjuvazi bir bütün olarak egemen olmakla birlikte) tarafından baskı altına alınacağı sorununu gündeme getirmektedir. “Demokratik Cumhuriyet”çiler, doğal olarak, burjuvazinin liberal kesimleriyle ittifaktan yanadırlar. Bu yüzden, “liberal burjuvazi”nin, bürokrasiyi ve orduyu kısıtlama yönündeki önerilerine büyük bir şevkle sarılmakta, örneğin ANAP Başkanı Mesut Yılmaz’ın, “Milli Savunma Konsepti”ni tartışma gündemine getirmesini alkışlamaktadırlar. Öte yandan, “Devrimci Cumhuriyetçiler”, Türk devletiyle ve onun temelini oluşturan orduyla ittifaktan yanadırlar. Bu yüzden, NATO ordusunu en büyük “anti-emperyalist” güç ilan etmekte, ordunun tüm siyaset alanına el koymasını savunmaktadırlar.
Güncel politika alanında, her ne kadar, burjuvazinin bu iki kesimi, iktidardan daha fazla pay almak için birbirleriyle boğuşurlarsa da, temelde tek bir egemen blok oluştururlar ve global sınıf çıkarları ezilen sınıflarca tehdit edildiği an derhal birleşirler. Dahası, “Devrimci Cumhuriyet” ile “Demokratik Cumhuriyet” arasında, Kürt ve Türk solcularının sandığı gibi, temel bir ayrılık yoktur. “Gelişmiş” kapitalist ülkelerin tarihine baktığımız zaman, bunu net bir şekilde görürüz. Bu ülkeler, genellikle, “Devrimci Cumhuriyet”ler biçiminde kurulmuş, giderek “Demokratik cumhuriyet”lere evrilmişlerdir. Ne var ki,bu evrilme, “Devrimci Cumhuriyet” adı takılan zorba devletçi kesimi hiçbir zaman ortadan kaldırmamıştır. Bu kesim, “Cumhuriyet”in tehlikeye girdiği her durumda, kapitalizmi ayakta tutmak için devreye girmiştir.
Fransa’yı alalım. Fransa’nın kapitalist düzeni, Jakobenlerin, aristokrasiden çok, emekçileri, onların toplumsal hareketi niteliğindeki Öfkelileri, Hebertistleri ezen “Devrimci Cumhuriyet”i ile kurulmuştur. Böylece “Demokratik Cumhuriyet”in yolu açılmıştır. Ancak, “Devrimci Cumhuriyet”, Cumhuriyeti koruma ve kollama görevini hiçbir zaman bırakmamış, kapitalist kriz dönemlerinde devletçi müdahaleleriyle devreye girmiştir. Louis Bonapart’ın darbesi ve General De Gaulle’ün “Cumhuriyetçi” müdahaleleri bunun örneklerini oluşturur. Almanya’da, “kurucu irade” (“Devrimci Cumhuriyet”e tekabül eder) Bismark’ın demirden eliyle gerçekleşmiş, kapitalist düzenin sermaye birikimi, “Sosyalizmi Yasaklama Yasası”nın yardımıyla, işçilerin amansızca ezilmesiyle gerçekleşmiştir. Bu gerçekleştikten sonra, liberal burjuvazinin parlamenter düzeni teessüs edilmiştir. Ne var ki, kapitalizmin krizleri gelip çattığında, liberal burjuvazi, derhal “Devrimci Cumhuriyet”i, yani devlet bürokrasisini görev başına çağırmıştır. 1918 Alman devrimi, Sosyal Demokrat parti’nin temsilciliğindeki liberal burjuvaziyle Habsburg devlet geleneğini sürdüren devletin işbirliği sayesinde bastırılmıştır. İngiltere ve Amerika gibi, liberal burjuvazinin ve parlamenter sistemin işlere tamamen hakimmiş gibi gözüktüğü ülkelerde bile, “Devrimci Cumhuriyet” her an uyanık ve işbaşındadır. Bu “devrimci cumhuriyet”, “demokratik cumhuriyet”in iktidar alanına tecavüz etmemekle birlikte, her an onun yardımcısı olarak devreye girmeye hazır beklemektedir. Elbette, her ülkede, liberal burjuvaziyle burjuva devleti arasındaki denge, burjuvazinin ekonomik gücüyle belirlenmektedir. Burjuvazi, ekonomik (dolayısıyla ideolojik) bakımdan ne kadar güçlüyse, burjuva demokrasisini o ölçüde güçlü bir şekilde yerine oturtmakta, bu yüzden de, çok büyük kriz dönemleri hariç, devletin doğrudan doğruya politik iktidar alanına müdahale etmesi gerekmemektedir. Bizim gibi, burjuvazisi bir türlü “mature” olamamış ülkelerde ise, bugün gördüğümüz gibi, kapitalist düzen, adeta birbiriyle çekişen iki kampa bölünmüş gibi bir izlenim (son tahlilde aldatıcı bir izlenimdir bu) vermektedir.
Peki ama, ezilen işçilerin ve köylülerin “kurtarıcısı” olma iddiasıyla ortaya çıkan Kürt ve Türk solu, neden bu “bölünmede” bu kadar hararetle taraf olmaktadır. Sonuç olarak bu “bölünme”, kapitalist düzenin, öncelikle hangi burjuva kesiminin ağırlığıyla oturtulacağı çekişmesinin ürünü değil midir? Evet öyledir, ama Kürt ve Türk solcularının da bugünkü esas sorunu, zaten kapitalist sistemin oturtulmasından başka bir şey değildir. Daha doğrusu, bu korkunç yönelime yol açan şey, “teoride”ki bir sakatlıktır. Marx’a atfedilen “teoriye” göre, işçi sınıfının hakimiyeti anlamına gelen sosyalizmin kurulabilmesi için, toplumun önce “burjuva demokratik devrim” (ya da “milli demokratik devrim”) aşamasını tamamlaması gerekmektedir. İşte, Kürt ve Türk solcularının, bu “aşamayı” tamamlayacağına inandıkları şu ya da bu burjuva kesiminin kuyruğuna takılmalarının nedeni budur.
Bu “aşamacılık” ve “cephe”cilik hastalığı, yalnız Türk ve Kürt solunda değil, tüm dünya solunda yaşanmıştır ve halen yaşanmaktadır. Marx’ta da bazı temelleri olmakla birlikte, bu hastalık esas olarak, bir reel politiker olan Lenin’le teorileştirilmiş ve pratiğe uygulanmış, Stalin tarafından devralınmış, 2. Dünya Savaşı öncesi ve sonrasında “popüler front” politikası olarak devreye sokulmuş ve İspanya devrimi başta olmak üzere, bir çok ülke devriminin bastırılmasında baş rolü oynamıştır. Aynı teori, Mao tarafından daha da mükemmelleştirilmiş ve esas olarak bu kanaldan ülkemize taşınmıştır. 1960’lı yıllardaki MDD tartışmalarında, TİP’in yaptığı en hayırlı iş, o günün gençleri arasında şaka yollu kullanılan bu “faraş cepheci”liğe karşı çıkması olmuştur. Ne yazık ki, TİP’in “faraş cepheci”liğe eleştirileri (belki özünde kendisi de “faraş cepheci” olduğundan) etkili olamamış, böylece cephecilik geleneği, Kürt ve Türk solunda derinden yer etmiş, bundan sonra da Türkiye solu, bir daha iflah olmamış, şu ya da bu burjuva kesiminin yedek gücü olmaktan kurtulamamış, hatta bu yedek güç olma durumu, 12 Mart öncesinde olduğu gibi, kendilerini ezecek devletçi kesimleri desteklemek ve iktidara gelmelerine yardımcı olmak biçiminde bile tecelli etmiştir. Bugünkü solun acıklı durumunun temelinde, bu kişiliksiz cephecilik anlayışının yattığını görmemek imkansızdır.
Dünya solu da fazla farklı bir durumda değildir. Bu cephecilik denen şey öyle bir illettir ki, kanser gibi, dünya solunun nerdeyse tüm hücrelerine yayılmıştır. “Cepheci” olmak için, illa bizde olduğu gibi MDD’ci olmak da gerekmemektedir. İngiltere’deki en “sosyalist devrimci” partilerden biri olan yarı-Troçkist Socialist Workers Party (SWP), beş yıl önceki Genel Seçimlerde, Labour Parti’yi destekleyerek, “ortak cephe” kurdu. Gerekçesi, Tory’lerin devrilmesiydi. Aynı parti, seçimlerden bir ay sonra, “biz Labour’a bunları yapsın diye oy vermedik” diye ağlamaya başladı, ama artık çok geçti. Bugün dahi, “Militant” adlı Troçkist grup, işçilerin bir “cephe örgütü” olarak gördüğü için, Labour parti içinde “sol kanat” olarak çalışmayı sürdürmektedir.
Dünya Komünist Hareketi içinde, bu “cephecilik” hastalığından kendini kurtaran sadece, Lenin’in, “sol çocukluk hastalığı” diye saldırdığı, “Sol Komünistler” olmuştur. Böyle olduğu içindir ki, Marx’ın işçi devrimi fikrine, dolayısıyla onun devrimci mirasına bağlılıklarını sürdüren ve bugünkü büyük anti-kapitalist dalgayla birlikte yeniden canlanan tek komünist eğilim, “Sol Komünizm”dir.
Birikim, sayı:160-161, Ağustos-Eylül 2002
(Aşağıdaki yazıda anlatılan olgudan radikal solcuların yanısıra Kürt özgürlük hareketinin de ders çıkarması gerekir…)
Nepal’de Maoizmin Yüz Kızartıcı İflası – Şimdi Muhasebe Zamanı
(03.10.11)
Nepalde geniş halk yığınlarının kaderi, krallığın sonunu hazırlayan 2006 Nisanındaki kitle ayaklanmasından bugüne uzlaşmacı, ihanetçi çizgisini ilerleten Nepal Komünist Partisi-Maoist (NKP-M) tarafından artık laf cambazlıklarıyla gizlenemeyecek şekilde Nepal burjuvazisi, eski hakim sınıf artıkları ve emperyalist güçlerin eline tamamen bırakılmış durumda. NKP-M liderliği ise elde ettikleri yeni ayrıcalıkların keyfini sürmekle meşgul.
1996: NKP-M, krallığa karşı silahlı mücadeleye başladı ve 5 yıl gibi kısa bir sürede devrimcileşen kitlelerin tek mücadele adresi olarak kırsal alanın kontrolünü ele geçirdi. 2000li yıllarda NKP-Mnin egemen sınıfın kendi sözcülerine göre 10 bin savaşçısı, 15 bin milisi, dört bin beş yüz kadrosu ve 200 bin sempatizanı vardı.
2006: 2005 yılında kralın bir darbe ile parlamentoyu feshetmesi kitlelerdeki öfke ve nefreti tetikleyerek 2006 Nisanında bir halk ayaklanmasının zemini döşedi. Bir yandan genel grevle hayat dururken, kent merkezleri de kitleler tarafından barikatlarla kapatılmış durumdaydı. Ayaklanma nedeniyle geri adım atan kral yetkilerinin kısıtlanmasını kabul ederken NKP-M ve Yedi Parti İttifakı(burjuva güçlerle diğer Maoist partilerin bir bloğu) kurucu meclis seçimlerinin yapılması konusunda anlaştı. Bu güçler arasındaki anlaşmanın bir ayağı da NKP-Mnin silah bırakması, bu silahların Birleşmiş Milletler gözetiminde kilit altına alınması ve eski gerillaların kamplarda barındırılmasıydı.
2008: Tamamen sembolik bir hale gelmiş krallık feshedildi, ancak eski egemen sınıf artıkları özellikle ordu üst yönetimi üzerinde varlıklarını devam ettirdiler. Bu yıl yapılan Kurucu Meclis seçimleri ile en çok oyu alan NKP-M iktidara geldi ve parti lideri Prachanda başbakan oldu. 2006da Yedi Parti İttifakı ile yaptıkları anlaşma uyarınca eski gerillaların orduya katılması için adım atan Prachanda, buna karşı çıkan genelkurmay başkanını görevden almaya çalıştığında cumhurbaşkanı tarafından engellenince istifa etti. 2006daki ayaklanmanın çok öncesinde Nepalde krallığı kendi güçleriyle devirip iktidarı alabilecek güce sahip olan NKP-M küçük burjuvaziye has iktidar korkusuyla geri durmuş, ardından eline geçen her fırsatı da kullanmayarak her daim uzlaşmalarla burjuva güçlerle anlaşmanın bir yolunu bulmuştur. NKP-M, hükümeti süresince de burjuva düzene ne kadar bağlı olduklarını, piyasa işleyişinin sadık takipçileri olacaklarını, Nepali yabancı ve yerli sermaye için Asyanın sömürü cenneti yapmak konusundaki isteklerini dillendirip durdular.
NKP-M, 2011 Ağustosunda Bhattarai başbakanlığında yeni bir hükümet kurdular. 2006dan bugüne burjuva güçlere verdikleri ödünler giderek büyüyen NKP-M önderliğinin ihanetçiliği artık gizlenemeyecek kadar açık. Binlerce eski gerilla yaşamak zorunda bırakıldıkları kamplarda kötü yaşam koşulları içinde kıvranır, Nepalli yoksul halkın yaşamında hiçbir değişim olmazken Bhattarai başbakan olur olmaz altına bir Mustang(Nepal egemenleri tarafından da bir değişim işareti olarak kabul edilmekte) çekip iktidar ayrıcalıklarının keyfini sürmekte, hem de dünyanın en yoksul ülkelerinden birinde. İlk yurtdışı gezisini ABDye, ikincisini ise Hindistana yapan Bhattarai, Nepalli yoksulların değil egemen sınıfların hizmetinde olduğu geçmiş hükümette maliye bakanlığı sırasında yeterince dillendirmişti ki başbakanlığı burjuva çevrelerce rahatsızlıkla karşılanmadı. Niye karşılansın ki piyasa ekonomisinin destekçisi olduğunu açıklayan, yabancı sermayeye avantajlı yatırım koşullarıyla kapıları sonuna kadar açan bir hükümet kimi rahatsız eder. ABDnin de durumdan kaygısı olmadığı görülüyor. ABD iktidar sözcüsü Bhattarainin başbakanlığı şöyle kutladı: Nepalle sahip olduğumuz sıcak ve yapıcı ilişkiler devam ediyor. Bu seçimlerin hem barış sürecine hem de anayasa tasarımına yenilenmiş bir ivme sağlayacağı konusunda umutluyuz.
2006dan bu yana üzerinde bir türlü anlaşmaya varılamayan anayasa yapımı konusunda da NKP-M liderliğinin derdi Nepalli emekçilerin temel demokratik haklarını genişletmek değil; egemen sınıfın farklı dertleri olan kanatlarını memnun etmek. NKP-Mnin ihanetçiliğinden payını alan diğer bir unsur ise eski gerillalar. NKP-M önderliği orduya katılması üzerinde anlaşma yaptığı gerillaların sayısını daha önceden 19 binden 8 bine düşürmüştü; şimdilerde sayının 4 bine kısıtlanması için sıkıştırılıyorlar. Bırakın 4 bin rakamını kabul etmeyi, eski gerillaları kamplarda kötü koşullara terk edenler onları tamamen yok saymaktan da çekinmeyeceklerdir. Kaldı ki 2007 yılında gerillaların silahları BMnin gözetimine bırakılmışken yeni anlaşma uyarınca NKP-M silahları burjuva ordu komutanlarına teslim etmeyi de kabul etmiş durumda. Kısacası NKP-Mnin elindeki gücün kaynağı olan gerillalar ve silahlı güçte tamamen tasfiye edilmiş durumda. Nepalli Maoistlerin geldiği nokta ortada. Biz önceden bunu ifade etmiş ve Türkiye solundaki övgülere rağmen gerçeği göstermiştik.
Stalinist aşamalı devrim anlayışı, demokratik devrim tezleri ve tek ülkede sosyalizm teorilerinin varıp varabileceği nokta Nepalde tekrardan açığa çıkmıştır. Geçmişte örnekleri ne yazık ki defalarca yaşadığımız (İspanya, Yunanistan, İran vd.) Stalinizm ve onunla aynı dümen suyundaki Maoizmin vardığı, varacağı nokta burjuva parlamentarizmine duyulan saygıdan, emperyalistlerle(ABD egemenleri gibi) kurulan iyi ilişkilerden, burjuva mülkiyet ilişkileri ve sömürü düzenine sadakatle bağlılıktan başkası değildir. Ancak devrimci Marksizm enternasyonalist devrimci bakış açısıyla, sürekli devrimci çizgisiyle kapitalist emperyalist sistemle toptan kopuşu sağlayabilecek yegane güçtür. Sözde feodalizme karşı demokratik devrim programının varacağı nokta kapitalizmin kabulünden hareketle emperyalizme yedeklenmektir. Soğuk Savaş yıllarında SSCB’nin dış politikasının güdümüne giren kimi ülkelerde (Esad ve Kaddafi rejimleri örneğin) kapitalist olmayan yol türünden uydurmalar Rusya’ya bağımlılık temelinde mümkün olabiliyordu. Soğuk Savaş’ın bitmesiyle beraberse artık bu tür “yollar” hayal bile edilemez. Nikaragua’da Sandinistlerin SSCB döneminin sonlarına denk gelen iktidar dönemi bunu açıkça ortaya koymuştu. Küçük burjuvazi iktidarsızdır ve küçük burjuva program emperyalizmle kucaklaşmayı beraberinde getirecektir.
Nepal’deki tüm rezilliklerden sonra Türkiye solu için hesap sorma zamanı gelmiştir. Türkiyeli Maoistler, diğer Stalinistler, merkezciler ve diğer orta yolcular Nepal’deki sözde Maocu devrimi allaya pullaya bitirememişlerdi. Gençlik kesimleri ve diğer ilerici güçler Nepal’deki balonlarla aldatılmışlardı. Oysa gerçek ortadadır. Menşevik-Stalinist aşamalı devrim algılayışının varacağı yer açık seçik belli olmuştur. Emperyalist kapitalizmin kriz koşulları, Nepal’de ve Ortadoğu’daki ayaklanmalar da göstermiştir ki insanlığın kurtuluşu için tek yol devrimci Marksistlerin öncülüğünde sürekli devrimdir.
(bolsevik.org’dan alınmıştır.)
Kürtlerin tasfiyesinde etkide bulunan politik eğilimler -Mustafa Peköz
15 Ekim 2011 – Mustafa Peköz
Esas tehlike, Kürk Hareketi etrafından kümelenmiş ve politik eğilim olarak tasfiyeci bir çizgide olanların yarattığı etkidir. Kürt hareketi buna karşı çok uyanık olmalıdır. Bu politik eğilim, Kürt toplumunda sürekli içi boş beklentiler yaratarak, toplumsal kırılganlığın oluşmasında etkili olmaktadır
İslamcı AKP devletinin Kürtlere karşı bütün askeri olanakları kullanarak savaş kararı alması, esasen bölgesel-küresel bir konsepttir. Hem bölge ülkelerinin hem de küresel güçlerin birlikte belirledikleri bir stratejidir. Dört parça Kürt coğrafyasının bölgesel denklemin dışına taşınmasının esasen ABD-AB ile İran-Türkiye-Irak ve hatta Suriye denkleminde, bazı sorunların çok daha kolay çözülmesinde önemli bir rol oynayacağı hesaplanmaktadır.
Türkiye’de Kürtlerin politik ve askeri aktif gücünün tasfiye edilmesi için oluşturulan küresel-bölgesel konsept AKP’nin iktidara gelmesiyle somutlaştırıldı. Bunun başarılı olması için öncelikli olarak Kürtler içinde psikolojik savaşı yoğunlaştırdılar.
Medya manipülasyonu
Burada dikkatleri esas olarak Kürtleri politik olarak yönlendirmeye verdiler: Birincisi, Türk medyasını kullanarak yürüttüler. AKP’yi Kürt sorununun çözüm adresi olarak gösterdiler. Cengiz Çandar, Hasan Cemal gibi yazarlar, gazeteciler, aydınlar, Kürtleri etkilemeye ve yönlendirmeye çalıştılar ve bu konuda da oldukça başarılı oldular. Taraf gazetesi bu tarihsel misyona soyundu. AKP’nin demokrasiyi geliştirdiğini, Kürt sorunun çözümünü sağlayacak tek güç olduğunu sürekli vurguladılar. Gerçekten barıştan yana olan binlerce insan, bu politik eğiliminden çok ciddi oranda etkilendi. İlginçtir, Çandar ve Cemal, AKP’ye karşı bayrak açıp Kürtlerin yanında yer almaları gerekirken, ancak kısık bir sesle hükümetin yanlış yaptığını belirttiler.
Görüşme aldatmacası
Diğer bir politika ise, Kürt Toplumsal Hareketini tasfiye etmek için PKK-Öcalan ile başlatılan sahte görüşme sürecidir. Öcalan’ın Kürtler tarafından bir lider olarak kabul edildiğini ve PKK üzerinde belki de tek etkili güç olduğunu bilen devlet, bunu kendi lehine kullanmaya çalıştı. Bunların sorunun bir çözüm amacı taşımadığını, tasfiye amaçlı olduğunu ve AKP’nin kendi iktidarını kurmanın bir aracı haline getirmek istediğini defalarca yazdık. Öcalan da, bunun tasfiye amaçlı olduğunu, amacın sorunun çözümü olmadığını gördü ve ‘kendimi kullandırtmam’ diyerek aradan çekildi. Dün çözümmüş gibi yansıtılan görüşmeler bitirildi ve bugün tersten Öcalan’a yönelik çok kapsamlı bir tasfiye kuşatması yaratıldı.
Vitrine çıkarılan Kürtler
İkincisi, devlet, Kürtlerin politik gücünü kırma ve tasfiye etmek için Kürt toplumu içinde tanınan birçok aydın, sanatçı, yazar, politikacı ile görüşerek tasfiye politikalarına dâhil etmek istedi. Özellikle Kürt diasporasında tanınmış birçok insanla görüşüldü. AKP ve Erdoğan’a mektup yazarak ‘Bodrum’da balık tutmayı özlediğini’ söyleyenler oldu. Bazıları Türk televizyonlarını dolaşarak PKK’ye küfürle puan toplamaya çalıştı. Yine bu görüşmeler yapılırken de devletin meclisteki Kürtleri kullanıldı. Bugün Kürtlere bomba yağdıranlar aynı zamanda bazı Kürt politikacılarını devlet protokolüyle karşılamaktadırlar. İpi pazara çıkmış, Kürt halkına karşı devletle buluşan bu politik eğilim temsilcileri, Kürt toplumu tarafından ciddi olarak dışlandı.
Tasfiyenin iç güçleri
Üçüncüsü ve Kürtler içinde en ciddi ve tehlikeli politik eğilim ise, Kürt Hareketine destek vermiş gibi görünen, aslında savundukları politikalarla tasfiyede rol alan kesimdir. Bunların niyetleri tamamen ilgi alanımızın dışındadır. Esas olan politik yönelimleri ve eğilimleridir.
Kürt hareketinin etrafını saran ve bir biçimiyle etkin olan bu politik eğilim başından beri: AKP’yi Kürt sorununun çözecek güç olarak adres gösterdiler. 2002 yılında AKP’nin seçimi kazanarak tek başına hükümet olmasıyla Kürt sorunun çözümü başlamıştır dediler. Hatta ‘AKP’nin dolaylı olarak desteklenmesi gerektiğini’ belirttiler.
‘Silahlı mücadelenin bittiği teorisiyle aslında gerillanın tarihsel işlevi bitti’ diyen bu politik eğilim, ‘gerilla askeri olarak yapacağını yaptı, artık siyasal mücadele ön plandadır’ tezini sürekli işlediler. Bu bakış açısı esasen Kürt Hareketinin tasfiyenin altyapısını oluşturuyordu. Tarihsel olarak irademiz dışında gelişen ve toplumsal olgularda belirleyici olan ‘zor-güç ve devlet-politika ilişkisinin’ önemini bilenlerin, bunu görmezlikten gelip, tasfiyeci politikaları nüfuz ettirmeye çalışmaları, onların politik duruşunu ortaya koymaktadır.
Sistem içine bel bağlamak
Politik perspektiflerinde, çok bilinçli olarak, anlık politik gelişmeleri esas aldılar ve politik yönlendirmeyi göreceli ve anlık etki yaratan durumlara göre yaptılar. Örneğin, AKP’nin ‘demokratik açılım’ dediği esasen tasfiye yolu olan süreci, Kürt sorunun çözümünde önemli bir aşama olarak gösterdiler. Tuhaf bir şekilde ‘AKP’nin talepleriyle PKK’nin taleplerinin aynı olduğunu ve çakıştığını’ söylediler. Doğal olarak tasfiye amaçlı oluşturan politikalarla PKK’nin örtüştürülmesi, esasen PKK’nin de tasfiyeci bir noktaya çekilmesiydi.
Bunlar çözümü sürekli sistemin bir gücüne bağlamaya özen gösterirler, “AKP olmazsa CHP Kürt sorunu çözer” derler, sistemin iç dengelerine müthiş rol biçerler. Hatta “ABD artık AKP’yi devrede çıkarıp CHP’yi getirerek Kürt sorununu çözecek” dediler. Toplumu buna inandırmaya özen gösterirler ve böylece Kürtlerin kafasında, “başka yol yoktur” duygusunun oluşmasında etkide bulunurlar.
Küresel kapitalist sistemin bazı uygulamalarını örnek ve ideal olarak gösteren bu politik eğilim, Kürt hareketini küresel sistemin ideolojik-politik çizgisine çekmeye çalışırlar. Küresel sistemin ideolojik hegemonyasında olan bu eğilim temsilcilerinin ezici bir çoğunluğu PKK’nin savunduğu ‘Konfederalizm’ paradigmasına da inanmıyor. Ama birçoğu inanmış gibi görünür.
Suriye’nin ‘Birlemiş Milletler bayrağı altında NATO-ABD güçleri tarafından işgal edilmesini desteklemek gerektiğini’ söylerler. NATO’nun aynı zamanda Türk ordusu olduğunu görmezlikten gelirler. Bunu çok bilinçli yaparlar. Söylenen esasen Türk ordusunun Suriye’ye girme isteğidir. Ama bunu politik kavramlarla çok güzel oynayarak NATO diye yuttururlar.
Örneğin ‘Kürt sorunun çözümü için çok yönlü görüşmeler yapılmadır’ tezi sıkça kullanılmaktadır. Sorunun politik muhatapları çözüm için bir veya birden fazla görüşme merkezi belirleyebilir. Bu çok doğaldır. Bunun en temel halkası ise, görüşmeyi yürüten farklı kurumlar veya temsilciler arasındaki koordinasyonun sağlanmasıdır. Bu nokta çok önemlidir. Öcalan ile birlikte Kandil ve BDP’nin görüşmeleri sürdürmesi için bu üçlü merkez arasında görüşmelerin mutlaka sağlanması ve olanakların yaratılması gerekiyor. Buna karşı çıkacak birilerinin olacağını sanmıyorum.
Öcalan’ı MİT’le dost yapmak
Bu politik eğilimi benimseyenler ise görüşmelerin dışarıda sürdürülmesi gerektiğini söylerler. Çok ince yöntemlerle Öcalan’ın ruhsal şekillenmesini gündemleştirirler ve topluma bunu çok doğal olduğunu anlatmaya çalışırlar. Örneğin Öcalan için ‘on iki yıl zor koşullarda hapiste bulunmak insanın biyolojik ve psikolojik yapısını kaçınılmaz olarak etkiler’ derler. Aslında söylenen şu: Öcalan ‘psikolojik olarak’ görüşmeleri sürdürmeye uygun değildir. Zihinsel durumu buna el vermez. Bu mantık analiz edildiğinde arka planında çok farklı bir bakış açısı olduğu görülür.
‘Öcalan’ın İmralı Yılları’ kitabını yazan da, ‘Öcalan ile MİT Müsteşarı arasında güzel bir dostluk olduğunu ve MİT Müsteşarı’nın aradan çekilmesinin Öcalan tarafından sürecin durdurulması anlamına geleceğini’ söyler. Yani politik ilişkilerin hele devletlerle olan politik ilişkilerin kişisel dostluklar üzerinde şekillenmeyeceğini unutur, devlete karşı çıkan Öcalan için sorunun Fidan değil devlet olduğunu unutturmaya çalışır. ‘Hakan Fidan’ın bir halk çocuğu olarak MİT’in başında olmasını büyük bir fırsat sayar.’ Böylece aslında Erdoğan’a büyük övgüler yağdırır. Dünyanın neresinde olursa olsun, MİT gibi istihbarat kurumlarının devletin en stratejik kurumu olduğunu görmemezlikten gelerek ona sempati duyar. MİT Müsteşarı üzerinden Öcalan ile Erdoğan’ı aynı kefeye koyar veya aynı noktada buluşturur.
Tehlike hareketin içindeki tasfiyeci çizgi
Uluslararası ve bölgesel güçler, Kürtlerin hem politik ve toplumsal bir güç olarak hem de fiziki olarak tasfiye edilmesi için çok yönlü saldırılara girmiş bulunuyor. Bu saldırılar devam edecektir. Önümüzdeki süreçte operasyonlar çok kapsamlı olarak artabilir. Karşı gücü tanıyanlar, devletin tasfiye planlarına karşı önlem alabilirler.
Ancak esas tehlike, Kürk Hareketi etrafından kümelenmiş ve politik eğilim olarak tasfiyeci bir çizgide olanların yarattığı etkidir. Kürt hareketi buna karşı çok uyanık olmalıdır. Bu politik eğilim, Kürt toplumunda sürekli içi boş beklentiler yaratarak, toplumsal kırılganlığın oluşmasında etkili olmaktadır.
Kendinden olmayanı ve sana karşı olanı görmek kolaydır. Önlem alırsın, karşı politik ve askeri hamleler yapabilirsin. Tehlikesini görüp bertaraf etme şansın yüksektir.
Ama senden olmayıp senden görünen tasfiyeci politik eğilimi tespit etmek zordur. Küçümsendiğinde içine nüfuz eder ve zararları tahmininden daha büyük olur.
(sendika.org)
Yani sen bütün dünyanin terörist bir örgüt kabul ettigi PKK’nin tasfiye edilmesini istemiyorsun,bu mudur?
“Bütün dünyanın” yaptığı her işi doğru sanmak sürü psikolojisidir.
yani sence PKK terörist degil.
terörist değil, evet. ama yaptığı pek çok şeyi onaylamıyorum.
bana dünyada PKK’yi terörist saymayan tek bir devlet söyle.
Bana insan öldürmeyen, insana işkence etmeyen, insanı zindana atmayan, insanı sömürmeyen tek bir devlet söyle.
devletlmerin hepsi teröristtir. orduları, polisleri yok mu yahu. onları referans almak da nereden çıktı. Vakta ki, Pkk’ya kefil olacak da bir durum yok elbette. Terörist kalıbını kullanmam ama çok kuvvetli eleyştiririm.
Sadece kolluk kuvvetleri değil, devletin okulları ve medyası da yer yer teröre başvurur, insanları korku yoluyla hizaya getirmeye çalışırlar.
PKK de insanları korku yoluyla hizaya getirmek için yer yer teröre başvurur, fakat bu durum PKK’yi “terör örgütü” kalıbına sokmaya yetmez. Zaten “terör örgütü” diye bir şey yoktur; çünkü nihai hedefi terör olan bir örgüt yoktur, terör bir araçtır.
pkk yı ne yapacağına ne yapmayacağına karar verme yetkisini kendimizde görmemiz biraz enteresan olmuyormu?karar versek ne olur?mesela devlet yıllardır yok edip kökünü kazıyıp temizleme kararı verdiği halde yok olacağına dahada büyüyerek kitleselleşip sadece kürtlerin değil bütün türkiyenin toplumsal muhalefetinin önemli bir dinamiği haline geldi neden aklımıza pkk yi bağrından çıkarıp var eden kürtlerin ne yapacağına karar verebileceği gelmeyip kendimize onunda asıl sahibi ve öznesi görüp ikincil yada küçük kardeşe akıl veren diliyle onunda ne istediği ve onun içinde en iyisini biz biliriz anlamına gelen işler yaparız neden acaba ‘zihnimizdeki karakollardan’olabilirmi yıllardır senin yerine senin için en iyisini ben bilirimle vesayeti kurumlaştıranlardan farkımız olmayacakmı?
valla dediğiniz “küçük kardeşe akıl verme” işini genelde PKK’nin kendisi Türkiye solcularına yapıyor. bunu yaparken de kendisiyle ilkesiz ittifaklar yapan parti bürokratlarını kullanıyor.
Devletlerle PKK arasinda fark yoksa neden PKK’yi desteklemektesiniz? PKK’nin sivil halka uyguladigi yöntemlerin size , ailenize ve yakinlariniza uygulanmasina ne dersiniz?
Fark yok demedim. Devlet(ler) daha büyük katildir. Bkz. 1915, Dersim ’38, 6-7 Eylül, Çorum, Maraş, 1 Mayıs ’77, Madımak, Ahmet Taner Kışlalı, Abdi İpekçi, Uğur Mumcu, Bahriye Üçok, Turan Dursun, Hrant Dink, Uğur Kaymaz, Ceylan Önkol, Kürt illerinde son 30 yılda ölen 50 000 insan (askerler de dahildir, emekçi Türk ve Kürt gençlerinin ölümü -tabi ki- devletin “muhteşem” politikaları yüzündendir. Bir soru: Ölen askerler arasında bir büyük sermayecinin, politikacınin veya bir generalin çocuğuna nadiren rastlanması bir tesadüf müdür? Şu dergideki 7-11 arası sayfaları okuyunuz: http://www.youblisher.com/p/150773-RED-Say-1/ ) İkna olmadıysan diğer devletlerin de sabıkalarına bir göz atalım diyeceğim ama çok zaman alacak. O işi de sen yap istersen. Mesela demokrasi mücahidi ABD’nin icraatlarından başlayabilirsin.
“PKK’nin sivil halka uyguladigi yöntemlerin size , ailenize ve yakinlariniza uygulanmasina ne dersiniz?” diyorsun. Oğullarını dağlarda yitirmiş ak tülbentli barış annelerine bir göz at. Onlar senin gibi intikamcı düşünceye sahip değiller, asker anneleriyle empati kurabiliyorlar.
Benim sorularimla senin verdigin cevaplar ilgisiz. Benim intikamci oldugumu nereden çikardin? Annelere gelince… Beyaz tülbentli “baris” annelerinin hayatta kalan yakinlarina adam öldürmeye devam etmeleri konusunda telkinlerde bulunduklari da bir gerçektir. PKK, ne kadar çok baristan söz ederse o kadar çok cinayet islemekte. Tipki eski Stalinci Rusya gibi. Dünya Baris örgütleri, Baris Dernekleri, Baris anneleri, baristan yana aydinlar, Picasso’nun baris güvercini…ama gerçekte milyonlarca , milyonlarca ölü, savas , bomba, isgal, gulag, pol-pot, kan ve vahset…Simdi bundan soguk savs mantigiyla benim ABD’yi destekledigim sonucunu çikarma lütfen.
Tabi canım hepsi birer komplo. Barış anneleri de komplo. Zaten doğuda masum köylülere de dışkı yedirenler binlerce insanı “kaybedenler” asker değildi, AKP döneminde de hiç faili meçhul olmamışmış, değil mi Casus efendi? Farkında olmadan(!) savunduğun iki şey var:
* “PKK’nin sivil halka uyguladigi yöntemlerin size , ailenize ve yakinlariniza uygulanmasina ne dersiniz?” yani diyorsun ki PKK senin ailene (veya başka sivillere) zarar verdiyse ondan mutlaka nefret etmelisin, onun mücadelesinde haklı yönler var mı diye sorgulamamalısın. Orta bir yol yok, PKK’ye ya terörist diyorsundur ya da 100 % destekliyorsundur, senin mantığına göre. (Ben defalarca kez anlatmaya çalıştım. PKK’nin mücadelesi haklı bir mücadeledir ancak asla kabul edemeyeceğim yönleri de vardır.) Bu tırnak içinde alıntıladığım düşünceniz intikamcılık değildir de nedir?
* PKK’ye “terörist” derken devletlerin yaptıkları kabulleri referans olarak alıyorsun. Ben de diyorum ki bu kabulleri yapan devletler sütten çıkmış ak kaşık değillerdir (yapıları gereği de olamazlar zaten), o yüzden birilerini terörist olarak ilan etmeden önce kendi icraatlarına bakmalılar. (Not. Önceki yorumumda ABD örneğini rastgele verdim, senin hakkında bir şey ima etmedim. ABD’nin “demokrasi mücahitliği” dünya çapında meşhur olduğu için bu örneği verdim. Tabi ABD-AB-İsrail blokunun AKP’ye yüklediği alt-emperyalizm rolü ayrı bir tartışma konusudur, ama onu yeterince tartıştık. Tabi senin bu tartışmalardan kaçman da ayrı bir konu…) Devletleri bu konuda referans göstermek, farkında olmadan (veya farkında olarak) bu ülkelerin bu konudaki icraatlarını haklı bulmak değil midir?
Almanya’dan Özel’e kimyasal suçlaması
Yeni Genelkurmay Başkanı Necdet Özel’in 1999 yılında PKK’lılara karşı kimyasal silah kullandığını iddia eden Alman milletvekilleri Necdet Özel’in savaş suçlusu olduğunu öne sürdü.
BERLİN – Almanya Federal Meclisi’nden Sol Parti üyesi beş milletvekili Başbakan Erdoğan’a “Savaş suçu işlediği iddia edilen bir generalle Kürt sorunu çözülmez” diye seslendi.
11 Mayıs 1999 günü Şırnak’ın Silopi İlçesi’ne bağlı Ballıkaya Köyü yakınlarında çıkan çatışmada Türk Silahlı Kuvvetleri’nin PKK’lılara karşı kimyasal silah kullandığı ve olayda yirmi PKK’lının öldüğü iddia edilmişti.
Çatışmaya katılan bir asker tarafından sızdırıldığı iddia edilen ve Genelkurmay Başkanı Necdet Özel’in de görüldüğü video geçtiğimiz günlerde Youtube’a yüklenmişti.
‘GERİLLALARA KARŞI KİMYASAL SİLAH KULLANDI’
Almanya’da Federal Meclis üyeleri Ulla Jelpke, Andrej Hunko, Ingrid Remmers, Heidrun Dittrich, Harald Weinberg ile Özgür Gündem yazarı Murat Çakır tarafından yapılan ortak açıklamada şöyle denildi:
“Özel sadece Jandarma komutanıyken Kürt bölgesindeki ölüm, işkence ve şiddetten de sorumlu değildi, 1999 yılında Kürt gerillalarına karşı kimyasal silah kullanılmasını komuta etmişti.”
Stasi kalintisi Stalinist insanlik dusmani sol parti milletvekilleri , Alman reklami yapmayin burada.
Eskiden yapilan bazi uygulamalar PKK’nin terörist eylemlerini hakli göstermez. Devet terörü, ayrimcilik, inkarcilik olmamistir diyen mi var? Hâlâ da tam olarak sona ermemistir bunlar. Ama PKK’nin terörist eylemleri olmasaydi Kürt haklari çok daha çabuk elde edilebilirdi. PKK terörü en çok Kürt halkina zarar vermistir. Bana ve yakinlarima yönelik herhangi bir eylem yapilirsa bunun sorumlusuna ve ona emir verenlere ben de kisisel olarak ceza vermek isterim ayrica, bana intikamci derken o kadar elestirdigin devlet kavramina, devletin hukuk ve adalet anlayisina sigindiginin farkinda misin? Hep bazi kaliplarla düsünmektesin, ABD, Ingiltere vb. “terörist” kavramini çok kullandigi için senin dilin de kimseye “terörist” demeye varmiyor herhalde ama hakli bir davayi savunma iddiasinda olanlar da terörist olabilir, zaten teröristler her zaman “hakli” davalari savunmustur. Sol teröristler de öyle , Mahir Cayan da terörist idi, Dev-Sol da terörist bir örgüttür.
Senin gibi düşünenlere göre yumurta atan gençler de teröristtir.
Muhalif kitap yazanlar da teröristtir.
HES’lere karşı mücadele edenler de teröristtir.
Ramazan’da içki içenler de teröristtir.
YGS skandalı sonrasında hakkını arayan liseliler de teröristtir.
Parasız eğitim isteyenler de teröristtir.
Ampule ampul diyenler de teröristtir.
68 gençlik önderlerini anma etkinliği düzenleyenler de teröristtir.
Ne hikmetse, sokak ortasında adam döven polisler, sağcı kabadayılar, Madımak’ı yakan yobazlar terörist değildir.
Hepsi de Ergenekon tertibidir, değil mi Casus’cuğum? Hepsi dahice tasarlanmış bir masterplanın parçası. Kadim Anadolu sağcılığının hiçbir günahı yok nasıl olsa, hepsi üç beş salak generalin tertibi.
Bu saydiklarin terörist olmadigina göre PKK da terörist degildir diyorsun, tipik 1984 mantigi, Orwell’den ögrene ögrene totaliter örgütlerin taktiklerini ögrenmissin, bravo.
Ne alaka? Senin başbakanın, polislerin, medyan bu saydığım kişi ve gruplara terörist demedi mi? Bunları sayıyorum ki egemenlerin “terörist” lafını neden bu kadar sık kullandıklarını anlayabilesin.
TEKEL işçilerine de terörist demişti bu zevat. Saymayı unutmuşum.
senin Anayasa Mahkemesi gibi malum medyadan alip, malum medyaya göre saydigin bu olaylarda kimse bu olaylara katilanlari terörist olmakla suçlamadi, hayal görmekte ya da çarpitmalara kanmaktasin, bizim terörist dedigimiz gruplar dünyada bugünkü ölçütlere göre “demokratik” kabul edilen ve PKK’li veya Marksist-Leninist kisilerin de gidip sigindiklari ve onlari sosyal yardimla geçindiren ülkelerin listesinde olanlardir: Bkz. AB’nin terör örgütleri listesi.
Dönüp dolaşıp “AB(D)’nin bana verdiği yetkiye dayanarak sizi terörist ilan ediyorum” minvalinde şeyler söylemeye devam ediyorsun. “kimse bu olaylara katilanlari terörist olmakla suçlamadi” sözün de ayrı bir komiklik, buna kargalar bile güler. Demagoji ve çarpıtma konusunda AKP’nin siyaset akademisinden bir şeyler kapmışsın anlaşılan, sertifikayı hak ettin.
Amaci savas kazanmak, karsi saftaki insanlari etkisiz kilmak veya insanlari cezalandirmak degil de topluma korku salmak olan ve bu çerçevede kör hedefler de dahil hedef gözetmeksizin uygulanan siddet eylemlerine terör denilir. Sen ne dersen de, PKK terörist bir örgüttür ve PKK silah birakacak ve dönüsecektir. Senin de bunu talep etmen gerekir.
Keşke silah bıraksa da dönüşse… Bunu ben de isterim. Dönüşsün ama AKP’nin istediği gibi liberal-muhafazakar, Barzanici bir harekete dönüşmesin. AKP’nin politikaları PKK’nin silah bırakmasını değil, şiddetin sürmesini istiyor adeta. Siz tutup da silahlı kanat ile müzakere ederken, 4000’e yakın sivil Kürt siyasetçiyi hapse atarsanız Kürt halkına dağa çıkmaktan başka alternatif bırakmamış olursunuz. AKP’nin hedefi çatışmanın sürmesi, “terörle mücadele” konseptinin Kürt illerinin de dışına taşarak bütün ülkeye yayılması ve bu konseptin polis-devleti rejimine giden yolda yeni bir ‘atılım’ için kullanılmasıdır (Benzer bir örnek için bkz. 11 Eylül saldırıları sonrası ABD ve Avrupa ülkelerinde hızla yükselen “güvenlik” önlemleri, sürekli teyakkuz hali, topluma sürekli pompalanan paranoyaklık, özel hayata ve konut dokunulmazlığına yönelik müdahalelerde artış, demokrasinin askıya alınması, özel güvenlik şirketlerine ayrılan bütçelerdeki artış, bu ülkelerdeki müslümanlara yönelik tutuklama/işkence/gözaltı oranlarındaki artış vb polis-devleti rejimine doğru giden yolda döşenmiş daha pek çok taş…). AKP’nin yapmak istediği şey de benzer bir teyakkuz halini Türkiye geneline yayarak demokratik hakları kısıtlamak, tüm eylemlilikleri “terör” şeklinde yaftalayıp sindirmek, polis teşkilatının yetkilerini ve bütçesini genişleterek kendi otoritesini de pekiştirmek vs.
tabi AKP’nin “şiddet sürsün, Türkiye büyüsün” politikasıyla, onun BDP’ye alternatif bir liberal-muhafazakar bir Kürt hareketi yaratma (veya B planı olarak liberal Kürt çevreleri BDP’ye sızdırma) politikasını da bir bütün olarak ele almak gerekir. KCK davasında tutuklanan kesimlerin ağırlıklı olarak sosyalist, ekolojist ve yerel yönetimcilik konusunda deneyimli kişilerden oluşması da böyle bir projenin var olduğu fikrini güçlendiriyor.
Herkesi komplo teorisiyle suçlarken asil sen komplo teorisinin daniskasini yapmaktasin ama ” KCK davasında tutuklanan kesimlerin ağırlıklı olarak sosyalist, ekolojist ve yerel yönetimcilik konusunda deneyimli kişilerden oluşması ” seklindeki ifaden beni iyi güldürdü, hiç böyle komik birsey duymamistim, a asireti ekolojist, a kabilesi özyönetimci, c de sosyalist öyle mi, peh, peh, peh…
* Ben komplo teorisi falan üretmedim. 2009’dan bu yana Kürt siyasetine yönelik gerçekleşmiş olan OLAY ve OLGULARI art arda koyarak bir tasfiye (veya ikinci olasılık olarak düzen-içileştirme) operasyonunun söz konusu olduğunu anlatmaya çalıştım (evet seni daha önceden komplo teorisi üretmekle suçlamıştım, çünkü hiçbir dayanağın olmadan AKP’ye muhalefet eden tüm kesimleri bir masterplanin parçası olarak göstermeye çalışmıştın, ki bunlara Zaman gazetesi yazarları bile pek inanmaz).
* Aşiretçi, kabileci dediğin kesimlere devlet dokunmamıştır, hiçbir zaman da dokunacağını sanmıyorum, bu kesimler (Kemal Burkay örneğinde de olduğu gibi) devlet tarafından daha da parlatılacaktır. Ahmet Türk, Sırrı Sakık, Altan Tan, Şerafettin Elçi (ve TÜSİAD sevdalısı Osman Baydemir de eklenebilir) gibi burjuva, sağcı, feodal kesimlere devlet dokunmaz, çünkü bu kişiler uzlaşmacıdırlar, AB Yerel Yönetimler Şartnamesi’ne bile tav olurlar. KCK davasında tutuklananlar ise daha antikapitalist yönelime sahip olan kişilerdir, hatta demokratik özerkliğin, yerel yönetimlerin altyapısını oluşturmada aktif görev alan (daha doğrusu almış olan) kesimler.
Kandil ve silahli mücadele tasfiye olmali zaten, sen buna karsi misin? Ben AKP muhaliflerinin bir masterplanin parçasi oldugunu düsünmem, öyle olsa zaten çoktan 50 kere darbe olmustu, ama laikçi, modernci ideolojinin degisik varyantlarinin (TSK, Stalinci sol, PKK, Kemalist rantiye Tüsiad çevreleri) arasira denk düsmeleri de pek olagan, ayrica bazi insanlarin aldiklari egitim veya mezhepsel köktencilik nedeniyle AKP nefretleri o kadar yogun ki, uzaylilar dünyaya inse onlarla bile ittifak yaparlar (Netanyahu, Hustoncu Bush tayfasi, Sarkozy, AB asiri sagi vs. vs. …)
“aldiklari egitim veya mezhepsel köktencilik nedeniyle” hareket ettiklerini söylediğin insanlar haftalardır NATO’nun İsrail’i koruma kalkanına karşı çıkıyorlar (bkz Kürecik halkının genelininin alevi olması), bu kalkanı kuracak olan kim peki? Duyamadım… Tayyip, evet. İşte “aldiklari egitim veya mezhepsel köktencilik”e dayalı politik tezlerin zortladığı nokta!
Kimmiş bakalım Netanyahu’nun, Siyonistlerin, Evanjelistlerin, petrol tröstlerinin, küresel finans oligarşisinin müttefiki? Kimmiş onların biricik “eşbaşkanı”?
ulusalci yüzünü açiga vurmaya basladin, yahu sizin aranizda hiçbir fark yok, hepiniz Dogu Perinçek’in çocuklarisiniz.
ispat?
ABD ile Türkiye arasinda çokyönlü iliskiler eskiden beri mevcuttur. önemli olan o ki, Soguk Savas’in bitiminden ve özellikle1993 yilindan itibaren Türkiye -ABD iliskileri Israil ipotegi altina girmistir. Bir bakima Türkiye Israil’in kahyaligi ile yönetilmistir. 1993-2002 arasi Türkiye ABD tasaronu olan Israil’in adeta arka bahçesi haile getirilmistir. 28 Subatçi generaller, Türk solu ve bir kisim Alevi liderleri de bu projeye destek vermislerdir. Bu projenin çöküsüyle ayni çevreler yüzeysel bir ulusalci zortlamasiyla hükümet ile ABD arasindaki çatlagi daha da büyütmeye ugrasmislardir, Ne ABD ne AB sloganinin anlami “Israil köleligi devam etsin”den baska birsey degildir. Eruygur gibi generaller bir yandan ulusalci nutuklar çekerken, diger yandan Ergun Saygun gibileri de Huston’da neo conlarla darbe toplantilari yapmaktaydi, bugün de Kürecik’de bazi garibanlar kullanilip yürüyüsler düzenlenirken, diger yandan Zafer Mutlu, Erdogan Toprak gibi alevi liderleri Türkiye’nin eksenin kaydigini ileri sürerek Büyük Klüp’de yahudi cemaatinin uluslararasi liderleriyle toplantilar düzenlemekteler. Dani Rodrig ne kadar anti-siyonist ise Cetin Dogan da o kadar anti-emperyalist. Damadi ne kadar anti emperyalistse , Hasan Igsiz da o kadar Netanyahu’ya karsi. Bu taktikleri Türkiye halki yemedi, yemez de.
“Kürecik’de bazi garibanlar kullanilip yürüyüsler düzenlenirken” vs vs… Kim kullanmış? Bir de bununla alakalı bir tez yumurtla. CHP’li TÜSİAD’çı masonlardan ve ulusalcı generallerin İsrail sevdasından bahsetmişsin (ki bu konuda söylediklerin büyük ölçüde doğrudur), peki bunun Kürecik’le ve radikal solla ne alakası var? Kimsenin yadsıyamayacağı bir durum vardır ki oraya kurulacak olan füze kalkanı (veya “radar sistemi”, adı her neyse) İran’ı İsrail lehine kuşatma amaçlıdır, NATO projesidir ve AKP’nin işbirlikçiliğiyle Türkiye’ye kurulacaktır. Kürecikliler (ve radikal sol) bu projeyi boşa çıkarmak için mücadele etmektedir. Siz istediğiniz kadar bu konuda alengirli (ve de ispatsız) tezler üretin, var olan bu objektif gerçeği değiştiremezsiniz. AKP-İsrail ilişkisi hakkında yazdıklarım “Hama-Londra” makalesinin altında 62, 70, 71, 72, 75 ve 76 no’lu yorumlarda duruyor, burada yazdıklarıma senden hakaret dışında cevap alamadım malesef. Henüz bunlara dahi doğru düzgün cevap verememişken Türkiye solunu (CHP’yi sol olarak saymadığımı anlayacak kadar beynin vardır umarım) Netanyahuculukla itham ediyor olman tam bir “cambaza bak” oyunudur. Zaten Tayyip’in İsrail ile kavgalı gibi görünmesinin temelinde de aynı “cambaza bak” oyunu vardır ki amaç müslüman Ortadoğu halklarının dostuymuş gibi görünerek kendi ABD-İsrail işbirlikçisi icraatlarını örtbas etmektir. Gerisi fasa fiso.
düzeltme: makalenin adı “Hama-Londra Hattı” idi.
pkk olmasaydı kürtlerin hakları verilirdi diyebilen casusla ne tartışıyoruz?kürt kelimesinin bile inkar ve imha edildiği ortamda 1985 lerden sonra kürtlerdeki bilinç sıçramasını yapıp kimliğinin ve varlığının bilincinin oluşmasını sağlamanın başka bir yolunu bırakmayan sisteme isyanı bir masa görevlisi itibarsızlaştıramaz.önümüzdeki yerel seçimde akp nin asimilasyoncu ve inkarcı siyaseti devam ettikçe 350 belediyeyi alıp sistem mağdurlarının yeni bir bilinç sıçraması ile toplumsal muhalefetin olası iktidarı görünür olmaya başlayınca casusta kendine yeni amir arayışına girecektir.inşallah o vakte kadar milli duyguları onu faşizme savurmasa
valla ben Casus Belli nezdinde AKP-Cemaat bloğunun medyası tarafından sürekli tekrarlanarak hakim kılınan siyasi ezberlere karşı fikri mücadele yürütmeye çalıştım. Fakat görüyorum ki Casus ile yaptığımız tartışmalar dönüp dolaşıp sürekli başladığı yere geri dönüyor ve polemiğin ötesine geçemiyor (itiraf etmek gerekirse bunda benim de olumsuz anlamda payım var). Bu saatten sonra, Casus Belli düzgün bir tartışma üslubu ve faydalı (tartışmaya değer) bir argümanla karşıma çıkmadığı sürece ona cevap vermeyeceğimi bildirmek isterim.
( http://tr.internationalism.org/ )
Çatı Akıyor: Halkların Demokratik Kongresi ve Bir Garip Solda, Bir Garip Birlik
DünyaDevrimi tarafından Çar, 19/10/2011 – 20:10 tarihinde gönderildi.
Milliyetçiler ve sol-liberaller; Troçkistler ve Enver Hocacılar, Yeşiller ve Anarşistler; Türkücüler ve LGBT’ler… Pek çok ve farklı farklı siyasi eğilime veya kimlik örgütüne mensup delegeler 15-16 Ekim tarihlerinde, Ankara’da önce çatı partisi daha sonra da “Kongre Hareketi” adıyla olarak bilinen hareketin ilk kongresinde bir araya geldiler. Hareket ve kongre kelimelerinin bu denli fazla kullanılmasının yarattığı kafa karışıklığı ortamında, başını Kürt hareketinin çektiği ve Türk solunun büyük çoğunu bünyesine katmayı başarabilmiş olan çatı partisi veya kongre hareketi, “Halkların Demokratik Kongresi” ismini benimsemeyi uygun buldu. Halkların Demokratik Kongresi ismi bir süre önce Abdullah Öcalan’ın önerdiği “Demokratik Ulus Kongresi” isminin, bir nebze sola çekilmiş bir biçimi olarak değerlendirilebilir. Öte yandan Öcalan’a ilham vermiş olan fikir değişmemiş gibi duruyor: Halkların Demokratik Kongresi Güney Afrika’daki Afrika Ulusal Kongresi ve Hindistan’daki Hint Ulusal Kongresi gibi şu anda bu ülkelerde iktidarda bulunan burjuva milliyetçisi partilerin izinden gidiyor. Hareketin programında bulunan “barış içinde ve insanca yaşayabileceğimiz bir Türkiye” sloganı, bütün parlamenter burjuva siyasetleri gibi Halkların Demokratik Kongresi’nin perspektifinin de burjuvazinin sınırları çerçevesinde olduğunu ortaya koyuyor. Bununla birlikte, kongrenin kendisinin hem yapısal hem de programatik ilham kaynağı ve genel modeli olarak Almanya’daki Die Linke (Sol Parti) benzeri parlamenter burjuva solcu çatı hareketlerini görüyoruz.
Bir yandan da hareketi farklı etnik ve dini azınlık kimliklerinin milliyetçileriyle doldurma çabası, Êzidî Batman delegesi Veysi Bulut’un konuşmasında ortaya koyduğu, TC devletinin Kürtlerle ilgili söylediklerini hatırlatan garabetlere yol açabiliyor: “AKP’nin açılım politikası ortaya atıldığından beri bütün kesimlerden ‘Biz kardeşiz, Malazgirt’te, Çanakkale’de birlikte savaştık’ şeklinde ortak paydaları ifade eden sözler geliyor. Buna ben de katılıyorum. Bütün Kürt Aleviler, Êzidî asıllı. İktidara yanaşmak için cemevlerini kurdular. Gerçekleri bilelim. Malazgirt savaşı öncesinde Kürtlerin yüzde 99’u Êzidîydi. “Kürdistan” kelimesini 900 yıl önce ortaya atan da Êzidîlerdi.” Benzer bir şekilde, Türkücü Ferhat Tunç’un Ermeni soykırımının tanınmasına “1947 yılında Dersim’de de soykırım yapıldı, ama bunu vurgulayamıyoruz” diyerek karşı çıkması kongrenin bir başka garabeti. Nihayetinde, yönetmen ve milletvekili Sırrı Süreyya Önder’in konuyu erteleyen önerisi sonucunda Ermeni soykırımından kongrenin resmi metinlerinde bahsedilmemesi, yani Ferhat Tunç’un istediğini almış olması daha da büyük bir garabet. Baskıya ve katliama uğrayan halklar maddesine Türkler başlığının eklenmeye çalışılmış olması da bir başka garabet. Verdiklerimiz sadece bu garabet örneklerinden kimileri.[1]
Bütün bunlar, kongre hareketinin ne denli temelsiz bir biçimde kurulmuş olduğunu gözler önüne seriyor. Yapılır yapılmaz akmaya başlamış bir çatı var karşımızda. Kürt burjuva hareketinin olabildiğince geniş bir çatı kurma çabası, hareketin çizgisine hakim liderlerin yüzünü kızartacak kadar gerici görüşlere sahip pek çok kişiyle işbirliğini beraberinde getirmiş durumda. Öte yandan, bu garip solun garip birliğinin harcı fikir ortaklığı olmasa da kuvvetli, hatta burjuva siyaseti alanında çok daha kuvvetli bir harç: çıkar ortaklığı. Bu çatı, bir yandan Kürt hareketinin Türkiye siyasetinde, AKP’nin Kürdistan siyasetinde oynadığı role denk olabilecek bir rol oynama hedefini, bir yandan da Türk solunun burjuva siyaset sahnesinde yer edinme hırslarını ifade ediyor. Kürt burjuvazisi, Türkiye siyaset sahnesinde bir “Türkiye partisi” olmamakla suçlanmanın sıkıntısını geçtiğimiz meclis döneminde yaşamıştı. Bu karşın Türk burjuvazisinin hakim gücü AKP Türkiye Kürdistanı’nda bir hayli güçlü bir parti, ki Kürt hareketinin bu durumu dengelemek istemesi olağan. Bu nedenle Kürt hareketinin Türk soluna ihtiyacı var. Dahası, her ne kadar Türk solunun kitlesel desteği Kürt hareketinin amaçlarını tatmin edebilmekten uzak olsa da, en azından başta EMEP olmak üzere kimi sol partiler nezdinde Kürt burjuvazisi, Türk sendika bürokratları arasında da dikkate değer ve kaşarlanmış bir güç elde etmiş durumda. Buna karşılık Türk solunun Kürt hareketinden beklentisi ortada: Ertuğrul Kürkçü, Levent Tüzel ve Sırrı Süreyya Önder’i geçmiş seçimde meclise taşıyan Kürt hareketi, Türk solunun muhtelif örgütlerinin liderlerinin hırslarını kabartıyor. Şüphesiz bahsi geçen bu üç isim de bir sonraki mecliste olmayı ve hatta daha güçlü bir hareketin önderleri olmayı garantileyecek bir güç inşaa etmek istiyorlar. Hareketin dışında kalan TKP, Halkevleri ve ÖDP gibi yapılar da her hangi bir alternatif önerdikleri için değil, yürüttükleri şovenist “tam bağımsız Türkiye” siyasetin bu çatı altında bulunmaktan kazanacağı hiçbir şey olmadığı için bu fırsatı değerlendiremiyorlar.
Parlamenter güdümlü bir ezilen kimlikler ittifakı olarak şekillenmiş bu kongrede işçi sınıfı böylesi kimliklerden yalnızca bir tanesi olarak ifade ediliyor. Öte yandan, bu durum çatı partisinin yalnızca işçi sınıfının mücadelesini ileriye taşımaktan aciz olacağı anlamına gelmiyor, ayrıca onun eşcinsellere, kadınlara ve azınlıklara karşı baskıların ortadan kaldırılmasına en ufak bir katkı yapamayacağını gösteriyor. Zira eşcinsellere karşı baskılar, ulusal baskılar ve ataerkil düzen, kapitalizmle tamamen kemikleşmiş ilişkilerdir ve sermayeyi yenebilecek güç parlamentoda siyaset yapan bir burjuva partisi değil, ancak işçi sınıfının kendisi olabilir. İşçi sınıfının demokratik, ulusal, halkçı ve benzeri biçimde kendisini ifade eden ve emeği mazlum kimliklerden yalnız bir tanesi olarak ifade eden bir harekete değil, bağımsız sınıf çıkarlarını ifade edecek öz-örgütlenmesine ihtiyacı vardır. Kürtlere, Alevilere, Êzidîlere, Ermenilere, Rumlara, Süryanilere, kadınlara, eşcinsellere ve diğer bütün kimliklere karşı baskıları ancak bütün etnik ve dini kökenlerden, cinsiyetlerden ve cinsel tercihlerden işçilerin, dünya proletaryasıyla birlikte yürütecekleri uzlaşmaz enternasyonalist mücadele çare olabilir.
Gerdûn
1. Yazımızda üzerinde durmaya gerek görmediğimiz bir başka garabet, “anarşist” olduklarını iddia eden kimi şahısların bu kongreye katılmış olmaları. Marksistler olarak gülünç bulduğumuz fakat seçimde Emek, Özgürlük ve Demokrasi bloğuna oy verilmesi çağrısında bulunan kimi “anarşistler” olduğunu bildiğimiz için pek de şaşırmadığımız bu duruma gerekli yanıtı vermeyi, anarşizmin gerçekte ne anlama geldiğine dair bir fikri olan anarşistlere bırakıyoruz.
Barzani’nin sesi:
http://muhalefet.org/haber-zana-tayyip-erdogana-guveniyorum-12-2711.aspx
Zana’ya “içerden” eleştiri: http://www.jiyan.org/2012/06/14/selahattin-demirtas-basbakandan-umutlu-olmak-safliktir/
http://haber.sol.org.tr/yazarlar/yavuz-alogan/kusaklar-siniflar-ve-savaslar-69246
http://www.yurtgazetesi.com.tr/ocalan-perincek-devrim—makale,7169.html
Kürt sağı üzerine tartışma notları..
Kenan Fani Doğan
Müslümanlık dindir, dinden daha fazlasını beklemeye ve hele siyasi arenaya taşımaya, siyasi misyon yüklemeye başladığınızda kürtler olarak önce alevi ve sünni diye iki zıt kampa bölünürsünüz. Ezdiliğin ve yarsaniliğin müslümanlık ile dinsel zıtlaşması da alevi-sünni örneğinde olduğu gibi antagonistik karakterdedir. Buna medrese ekolünü, tarikatları ve yine tarikatların dış görünüşüyle aynı hatta dahil edilen ama fiiliyatta antagonizmaya dönüşmüş zıtlıklarını ve rekabetlerini ekleyiniz. Buraya kadar sayılan birinci baptır, buna inanç temelinde ayrışma ve zıtlaşma da diyebilirsiniz.
Sekuler kampın durumu da pek farklı değil, hemen tümü sol tandanslı kürt siyasi partilerinin her biri farklı ideolojik eğilimlerin etkisini taşır ve bu nedenle bugüne kadar ülkenin kurtuluşu temelinde de olsa ciddi bir birlik oluşturamamışlardır. Kürtlerin güçlerini birleştirdiği fiili bir Kürdistan cephesi yoktur ve bugüne kadar olmamıştır. Bu olgu da dikkat edilmesi gereken kürt ve Kürdistan gerçeği olarak ikinci baptır.
Türk, fars ve arap milliyetçiliklerinin her parçada kürtlerden koparıp/devşirerek gerek siyasi ve ideolojik anlamda gerekse din eksenli aksiyonlar aracılığıyla sömürgeci bünyenin bileşeni haline getirdiği kürtlerin azımsanmayacak sayıda hatta yer yer çoğunlukta oldukları da bir vakıadır. Bu da üçüncü baptır.
Ülkemizin fiilen beşe bölünerek her bir parçasının ayrı bir tiranlık tarafından ilhak edilmiş olması Kürdistan’ın mayınlarla, ordularla denetlenen fiziki parçalanmışlığına tekabül ediyor. Bu da dördüncü baptır.
Kürtlerin üstesinden gelmek zorunda oldukları sorunlar bunlardır. Kürtler parçalanarak esir edilmiş, ülkeleri, zenginlikleri, özgürlükleri ellerinden alınmış hatta milletin yaşama hakkına ipotek konmuştur. Kürtler kurtulabilmek için bu parçalanmışlığa birleşme ile karşılık vermek zorundadırlar. Dini, siyasi, fiziki parçalanmışlığı konuşmadıklarında kürtler neyi, hangi sorunlarını konuşacak ve hangi eksikliklerini telafi etmeyi önlerine koyacaktırlar?
Kürdistan mücadelesinin aşmak zorunda olduğu handikabı budur, kürtlerin üstesinden gelmek zorunda oldukları sorunları bunlardır.
Kürtlerin islamı kabulü değil, bunun yerine islam inancını Kürdistan’ın ulusal kurtuluşuna yardımcı hale getirip getiremeyeceği bu nedenle sorgulanmaya muhtaçtır. Aynı kural islam inancı dışındaki inançlar için de geçerlidir. Dinler bugüne kadarki yaygınlığı ve katı benimsenmişliğine rağmen kürtlerin yaşamında olumlu bir rol oynamak yerine kürtlerin esaretine vasıta olmuştur. Çok dinli, çok sektli, çok tarikatlı bir toplum olmasına ilaveten azımsanmayacak sayıda seküler eğilimde grupların varlığında kürtler kendi inançlarını sorgulamadan ve düzenlemeye gitmeden bizatihi inancın kendisi bugünden sonra da türediği kaynağın hizmetinde olarak kürtlerin sefaletine çalışacaktır.
Kürtlerin sorunu kimlerin ne kadar sosyalist olduğunu tartışmayı gerektirmiyor, her sosyalistin sosyalist düşüncesini ülkesinin kurtuluşu için ne ölçüde kullanabildiğini ve bu konudaki yeteneğini sorgulamayı gerektiriyor. Kürtlerin seküler hatta sol tandanslı akımları ve siyasi kurumları da tıpkı dini inançları gibi şabloncu bir anlayışla egemen uluslardan kopyalanmıştır, sömürgeci tefsirin büyük ölçüde etkilerini taşımaktır. Kürtlerin ülkesi parçalanmakla kalmamış, bu işaret edilen sömürgeci etkilerin inançlar ve siyasi düşünceler tahtında yaşam bulması hatta kurumlaşması ile kürtler inanç bağlamında olduğu kadar siyasi ve ideolojik anlamda parçalanmış ve sömürgeciliğe yedeklenmiştir. Tabiri caizse kürtlerin belleği esaret altındadır. Bu esaret altındalık olgusu Beşikçi Hoca’nın saptadığı gibi kürtlerin beyninde yer tutan mahdut sayıda karakollardan ibaret olmayıp topyekun bir işgal, topyekun bir dejenerasyondur. Kürtler, bu dini, siyasi parçalanmışlığı inanç ve düşünce düzeyinde aşmadıkları sürece ülkelerinin kurtuluşu için güçlerini bir araya getiremezler.
***
İşgal ameliyesi büyük kışlalar ve kışlalara bağlı karakollar toplamı olarak geniş bir sathı kontrol altında tutmayı gerektirir. Bu madalyonun bir yüzüdür. Öteki yüzü nasıl derseniz, size çokça dillendirilen bir olguyu anımsatacağım. Hemen her zaman “böl ve yönet” yöntemine dikkat çekeriz, buna karşılık bölmenin pratikte nasıl gerçekleştirildiği çoğunlukla ilgi alanımıza girmez. Fiziki olduğu kadar siyasi/ideolojik düzeyde koordine bir bütünsellik gösteren yabancı işgal işte bizim bu sektlere, fraksiyonlara ayrılmamız ölçüsünde güç haline gelir ve gücünü tüm tazyikiyle tatbik etme imkanına kavuşur. Basit örneği terazidir, bir kefesinde bütünlüğü ve tüm ağırlığıyla sömürgecilik öte yanda parça parça tartılan mazlum millet. Doğaldır ki terazi dengelenmez, esaretin yasası yada egemenliğin fiziki koşulu budur.
Bu yazdıklarımda farklıkların yadsınması yada farklılıklardan duyulan bir rahatsızlığın dillendirilmesi yok. Ancak farklı akımların ve grupların gücünü ortak bir paydada birleştirme yeteneğini millet olarak bugüne kadar gösterememiş olmamız gerçeği dile getirilmiş, hepimiz bu eksikliğin kurbanıyız. Nitekim benim islam yada sosyalizme bir eleştiri yöneltmişliğim yok, kaldı ki bu bir haktır ve tabu tanımayan anlayışın gereği olarak bunları da tartışmaktan yada eleştirmekten imtina etmem ancak ne konumuz budur ne de buna şimdilik gerek var. Esas sorun bu her iki ekolün sosyalizmi ve islamcılığı öne çıkarırken ülkenin kurtuluşuna amade olmakta yetenek gösteremedikleridir. Bunu kadrolara yıkarak bu akımları aklama eğiliminde de değilim. Bu gerilik, kadro yetmezliği kadar inançların ve siyasi düşüncelerin nasıl algılandığı, nasıl yorumlandığı hatta özünde ne anlama geldiğiyle sıkı sıkıya ilgilidir. Bunlar ayrı bir tartışmanın konusu. Ancak ortada duran çarpıcı bir gerçek var, kürt akımları olarak niteleyebileceğimiz dini ve siyasi akımlar da sömürgeciliğe büyük ölçüde bağımlı. Çoğu organik anlamda bağımlı, çoğu tefsir ve ideolojik şekillenme anlamında bağlı ve bağımlı. Sömürgeci ideolojinin önemli bir etki ve denetim sağlamışlığı söz konusu. Bu tesir asgariye indiğinde bağımlılık olgusu da doğru orantılı gerileyecektir. Kurtuluş fikrinin ve azminin dominant hale gelmesini hedeflemekle farklılıkları yadsımak farklı olgulardır, hatta denebilir ki bu ikincisi birincisinin motoru, itici gücüdür, ancak kurtuluşu hedeflemesi koşuluyla. Aksi durumda farklılaşmak zıtlaşmaktır, fiziki parçalanma sonucunu davet eder.
Hiçbir arap toplumunun ve Filistin’in örnek yada emsal alınacak bir yanının olmadığı bir vakıadır, sadece eksikliklerini emsal alarak aynı hatalara düşmekten sakınabiliriz. İşin doğrusu, bu toplumların örnek alınacak değil yerilecek özellikleri ağır basıyor hem de kahır ekseriyetle. Dinin toplum hayatından soyutlanması gibi önermem yok, bunun tam aksi bir düşünceye sahibim, ancak, dinin siyaset, din kurumlarının da parti işlevi üstlenmesi halinde düçar olacağımız felakete dikkat çekmeye çalışıyorum. Siz bana dini siyaset, din kurumlarını parti yerine koyup da uygar toplumlardan sayılan ileri bir toplum gösterirseniz belki fikrimi değiştiririm. Burada dikkat çektiğim iki olgu doğası gereği birbirinden farklıdır, kaldı ki bizim 1200 yıllık o da hilafet düzeyinde şeyhülislamlarla, şeriat mahkemeleriyle, fetvalarla muhatap olduğumuz din devleti tecrübemiz var. Dahamı az talan vardı, dahamı az tecavüz vardı, dahamı az adaletsizlik vardı, dahamı az katliam vardı?
Otoriter olmayı sorgulamakta müslüman kardeşlerimizle içtenlikli bir birlikteliğimiz var, o halde otoriter olmayan alternatif anlayışı da birlikte öne çıkarmamız lazım. Aygıtın birini ıskat ederken işlevlerini ıskat edemeyiz, gereğini inkar edemeyiz, aynı işlevleri kusursuz icra edecek bir alternatif sunmamız gerekiyor. Otoriter anlayışın alternatifi özgürlükçü anlayıştır, ademi merkeziyetçiliğin alternatifi demokratik merkeziyetçiliktir, merkezileşmenin ve yetkilerin tek elde toplanmasının alternatifi yetkilerin yatay dağılımı, yani yerel katılım ve paylaşımıdır hatta tek tek sosyal tabakaların, meslek birliklerinin, kadın kuruluşlarının, sivil toplum kuruluşlarının katlımıyla geniş bir yetki, dolayısıyla erk paylaşımıdır. İslam ve sosyalizm tecrübeleriyle buna müsait değil, her ikisi de otoriter, tekçi ve merkeziyetçidir, paylaşmaya, yatay erke asla yanaşmamışlardır ve yanaşmazlar.
Sosyalizm, bir sınıfın diğer bir sınıfa egemenliğini reddetmekten hareketle proletarya diktatörlüğü vazederken isterse bunu çoğunluğun azınlık üzerindeki egemenliği olarak propaganda ediyor olsun, peşinen bir sınıfın diğer bir sınıf üzerinde egemenliğini sağlamaya soyunduğu için baştan sakat kalmış demektir. Sosyalist devlet tecrübelerine bakın bu maluliyet öne çıkar. Aynısı siyasi islamın devlet projesi için de geçerlidir. İslami devlet kaçınılmaz olarak ruhbanın egemenliğiyle sonuçlanır. Ruhbanlık tek başına bir sosyal sınıf olmayıp farklı sınıflardan bileşen bir sosyal kategori olmasına rağmen burada öne çıkan toplumun belli bir kesiminin hatta azınlık kategorilerden birinin egemenliğidir. Sınıflı bir toplumda egemenlik tek ideolojiyi ve tek bir siyasi kurumu temel aldığında zora dayalı egemenliği önlemenin imkanı yoktur. Her iki durumda da toplum bölünür, sadece siyaseten bölünmekle kalmaz, bu siyasi farklılaşmanın ve bölünmenin sonucu olarak ekonomik olarak da derin farklar çıkar ortaya. Zenginleşme ile yoksullaşma olgusu bu ayrımda ifadesini bulur.
Sömürge bir toplum daha kendi pazarını ve üretim güçlerini özgürleştirmemişken bölünmeyi ittihaz eden bir toplum mühendisliği fazlaca yarar sağlayan bir mühendislik türü değildir, kurtuluşu imkansız hale getirmesi bir yana, kurtulsa bile sömürge toplumu sömürgeci yönetimi arar duruma düşürür.
Bunlar kadar önemli bir diğer husus islamda ruhban sınıfının olmayıp, ruhban egemenliğinin islam dışı bir gelenekten aktarılmış olmasıdır. İhtiyaç olarak aktarıldığı bir vakıadır, gereğini/gerekliliğini inkar edemeyiz. İslam ise siyasi görüş olmayıp dini inançtır, islamın kurumu partiler değil camilerdir, medreselerdir. Müderrisler, mollalar, seyidler, ezdi mirleri, yarsani ruhbanları, bürokrat yada müstevli değil ruhban olarak kalmalıdırlar. Ruhbanı askere, ruhbanı krala, ruhbanı siyasi iktidara dayanak ettiğinizde iktidar da zarar görür, ruhban da zarar görür, din de zarar görür, toplum da zarar görür.
İnsani, vicdani olduğu kadar ahlaki bir duruşu temsil eden islami değerlerin toplumun örgütlenmesine etkimesine, toplumun ruhi ve ahlaki şekillenmesine etkimesine kesinlikle karşı değilim, men edilmesinin karşıtıyım. Bu tavrımı diğer siyasi, dini ve felsefi akımlar karşısında da aynen ve eşit ölçülerde korur, korunması gerektiğini ödünsüzce savunurum. Diğer inançlar da kendi olumlu değerlerini katabilmeli ve şekillenmemize etkimelerinin yolu açık tutulmalıdır. Dini yasakladığınızda onun belli kesimlere angaje olmasına yol açmış hatta zorlamış olursunuz, oysa dini faaliyet gibi dini kurumlar da sosyal yaşamın kaçınılmazları arasındadır. Rolünü özgürce oynamasını engellemek yerine teşvik etmek, garanti etmek gerekir. Kaldı ki isteseniz de yasaklamayasınız, inanç olarak varlığını yine sürdürür ama çarpılmış, çarpıtılmış olarak. Kemalist tecrübe bu yanıyla lanetli bir toplum yaratılacağını bizlere öğretmiş bulunuyor. Esasta ise inanç ve gereklerini ifa hürriyetinin temel hürriyetlerden olduğunun kabulü ve buna göre dürüstçe yaklaşılması gerekir.
Bırakın camiler ibadethane olarak kalsın, medreseler dini eğitim kurumu olarak görevlerini icra etsinler. Siyasetçileri dini kurumlardan, din adamlarını siyasi partilerden geri çekip kendi alanlarına yönlendirmeleri kürtlerin yararınadır. Özgür bir gelecek kurmak istiyorsak bu yararı gözetmek zorundayız. Çok dinli, çok mezhepli, çok ideolojili bir toplum olarak başka şansımız yok.
***
– Kürt solcusuyuz!
– E maşallah, o solculuktan biraz bizde de var, fakir fukaradan yana olmak tahtında biraz da toplumculuk var.
– Kürdüz, müslümanız !
– Allah sizleri imandan, Kur’andan, Kürdistan’dan ayırmasın.
– Kürt sağı, sağcıları?
– O dediğiniz nesneden bizde yoktur, olanı da işgalcilere ödünç vermişiz, onlarla birlikte ülkemizin işgaline katılıyorlar, gönülleri bizde ama elleri ayakları sömürgeciliğin hizmetindedir..
Kürdistan politiğinin kısaca ve ironik hülasası budur.
Ve bu nedenle herhangi bir kürt akımı siyasi alanda boy göstermeye başladığında devletin mülki ve istihbari karargahlarında hemen bir telaş ve tartışma başlar. Sorular birbirini izler:
– Bu yeni boy veren kürt hareketi sağcımıdır, solcumudur?
– Lenin’e nasıl bakıyor, Sovyet deneyi hakkında ne diyor?
– Dini kötülüyormu, ateist propaganda yapıyormu?
– Enver Hoca’yı, Castro’yu yüceltiyormu?
– Her ülkede % 1 yada 2’lik partilerin ardına takılıp her milletin devasa çoğunluğunu karşısına alıyormu?
– Yeni kürt akımı ABD ve batı dünyası karşıtımıdır?
– Çin’in kuyruğuna takılmaya heveslimidir?
Bu sorulara verilecek cevaplar olumsuzsa sömürgeci idarenin telaşı daha da artar, siyasi kurumlardan sözüm ona sivil toplum örgütlerine, diyanet kurumundan okullara, polisten istihbarata kadar talimatlar verilir ve denir ki:
– Ne kadar Topal Tagut, it Yalçın, tolaz Kemal varsa, okuduğu dört tane tefsir kitap dışında solculuğun bile ne olduğunu bilmeyen pos bıyıklı Troçki ve dahi Stalin özentisine sahip ne kadar aklı evvel varsa derhal bu kürt partisine tebelleş edilerek kürtler mümkün olduğunca sola iteklensin. Devletin tüm imkanlarını bunlar için seferber edin, ara sıra tutuklayıp muhalif hatta kahraman görüntülerini pekiştirin, bu sayede sızmaları kolay olur. Kürtler saftır, mazlum görüntüsüne sahip herkesi kucaklar, kürtlerin bağrına bu yandan girilecek. Bu civanmertler kürtleri ters köşeye yatırsın ki kürtler nakavt olsun.
– Görmüyormusunuz kürtlerin % 80’i sağ eğilimli, kürtlüğe uzak olduklarından değil, solculuğa mesafeli olduklarından ve de akıllı olduklarından mevcut harekete sıcak bakmıyor ve katılmıyorlar. Maazallah bu büyük çoğunluk özlem ve taleplerine doğru ve yerinde karşılık veren bir aksiyona muhatap olursa AKP, CHP, MHP ve sair kurumlarımızla yedeklediğimiz milyonlarca kürt bir anda kendisi ve ülkesi için hareketlenir ki önünü almak imkansızdır. Sonra kimleri inşaatlarda karın tokluğuna çalıştırırız, kimler fındık toplar, kimlere bir öğün yemek karşılığı pamuk işçiliği yaptırırız, hepsinden önemlisi kimleri silah altına alır kürdü kürde kırdırırız?
– Allah göstermesin ekonomimiz sarsılır, ordumuz dağılır, bürokrasimiz felç olur. Tez elden kürtlere solculuk nasihat edin. Geçmişte böyle sapıtmış ve devlete asi olmuş kürtlere hilafetin faydalarını nasihat eden gruplarımız vardı, şimdilerde ortak çatıyı en iyi nasihat eden ekol sol mekteptir, aman ateş bacayı sarmadan ne yaparsanız yapın bizim davulumuzun önünde govende durmalarını sağlayın. Eğer kürtler kendileri için oynamaya kalkarsa tartışmasız Ortadoğu’nun büyüğü olurlar.
Kürtlerin her akımı vardır ama kürt sağı yoktur, Kürdistancılık gibi, bağımsızlık gibi kürt sağı da kürtlere “memnu mıntıkadır.” Bu yasağı devletin akıl çelmesiyle biraz da kürtler kendi kendine koymuştur.
***
Kürt siyasi yelpazesinin % 80’ini oluşturan kürt sağı boş bırakılmakla kalınmayıp devlete hibe edilmiş bir alandır. Sömürgecilik Kürdistan’ın ilhakını bu alanı kullanarak gerçekleştirebilme şansına sahiptir, aynı şekilde kürtler de ancak bu alanı doldurduklarında ve kendi adına kullandıklarında ülkelerini bağımsızlığa taşıyabilirler.
Solun cirmi az çok anlaşılmıştır, kifayetsizliği de. Kürdistan sorununun çözümünde belirleyici rol oynayacak olan kürtlerin % 80’ine tekabül eden yelpazenin bu boş ve karşı güçlerce kullanılan kısmıdır. Doğru güç hesaplaması yapmayan hiçbir kurtuluş mücadelesi güçlerini doğru bir şekilde ve tümüyle seferber etme imkanına sahip olmaz. Kürtler güç dengesine mutlak şekilde etkiyen bu olguyu dikkate almadıkları ve bu çoğunluğu kürt ulusunun taleplerine yandaş olacak şekilde siyasete katmayı başarmadıkları sürece içerden muazzam bir kontraya maruzdurlar, maruz kalmaya devam ederler.
Sağın genel kabul gören hususiyetleri muhafazakar ve dindar olmasıdır. Bu iki hususiyet gelenekselliği zaten içerir. Buna salt mukaddesatçı gözle ve salt geleneksel müslüman tabiri yakıştırmak yada bu ölçülere hapsetmek doğru değildir, bu nitelikler dinci partilerin özelliklerine atfedilebilir, topyekun sağa teşmil edilmesi kavramsal olarak yanlıştır. Bir dindar pekala sağ yelpazede zikredilebilir ama her sağ görüş dindar çizgide mütalaa edilmez ve dindarlık düzeyinde kabul görmez.
Kürt soluna hakim olan toptancılık kürt dindarlarını da etkilemiştir. Hepsini kapsamak ve dışlarında ot bitmesine müsamaha göstermemek eğilimindedirler.
İkinci bir zaaf ise genelde doğru olan üzerinde ittifak etmek ve doğruyu güçlendirmek tutarlılığı yerine illaki teferruatta bir farka yoğunlaşıp farkı öne çıkarmaktır. Bu eğilime ne düşünce ne de tavır olarak katılmak ve olumlamak mümkün değil.
Dindarlardan ziyade dincilerin sağ olarak nitelenmeye tepki verdikleri doğrudur, ancak siyaset teorisini tepkilere göre kabul ederlik yada etmezlik tahtında değil her bir akımın nitelikleri tahtında oluşturmak ve her bir akımı yine niteliğine göre sıfatlandırmak gerekir.
Dinci bir akım pekala sol söylemli de olabilir, buna karşılık sağcı biri seküler olduğu gibi içki içen, konservatif olmaktan uzak, hatta bir çok toplumda görüldüğü gibi pavyon/genelev ile kilise/cami arasında mekik dokuyan biri de olabilir.
Konuyu bireyler bazında ele almaktan imtina edip siyasi akımlar düzeyinde ele aldığımızda, muhafazakar, geleneksel değerlere bağlı, serbest piyasacı, özel sermayeden yana bir parti sonuna kadar seküler olmakta karar kılıp dinci akımlarla arasına mesafe koyaraktan pekala sağcı bir parti hüviyetinde varlık gösterebilir.
Hiç muhafazakar olmayıp liberal politikaları öne çıkaran, modern olmayı seçmiş bir parti de yelpazenin sağına pekala yerleştirilebilir.
Sağ kendi içinde homojen değildir. Sağ yelpaze, dindarlardan liberallere geniş bir kesimi kapsar. Gelişmesine engel koymadığımız ölçüde her biri kristalize olur ve kendi özelliklerini daha berrak şekilde sergiler ve savunur.
Tüm bu nedenlerle sağ olmak için dindarlığı şart koşamayacağımız gibi, sağı, dinci ve muhafazakar akımlardan ibaret sayabilmemizin de imkanı yok.
Türk sol partileri kürtleri ortak çatıya davet ederken aslında çökertmenin eski kurumu ve yöntemi olan nasihat heyetlerinin işlevini üstlenmektediler, islami aksiyonlar ve örgütler de öyle..
– Hayye alel felah!
Minarelerde kürtleri zulmün bileşeni olmaya değil, zulmün ve esaretin felahına davet eden sedaları ve müezzinleri görmek, dinlemek istememizin anlaşılmayacak bir yanı yoktur. Kürtler, özgürlüğü ve ülkesi elinden alınmış mazlum bir millettir.
http://www.serbesti.net/forum/showentry.php?sNo=28649
http://ilerihaber.org/yazarlar/erkan-bas/kemalistler-komunistler-kurtler-ve-korku/81/