Kemal Gökhan Gürses / Mezar taşları hayatın kitap kapağı gibidir
18.01.2016 Agos
“Şöyle düşün. Bir ağaç, dört bin yıldır orada. Kökünden söküyorsun, hadi git şimdi diyorsun. Git, nerede yaşarsan yaşa…”
Nar Çiçeği’yle kesişen Akgünlük Sokak’tan, o dik yokuştan aşağıya indiniz mi, iki çınar çıkar karşınıza. Balıkçı barınağının iskelesinden kalan avuç içi kadar aralıktan görünen deniz, eğer rol çalmazsa bu iki sessiz tarih tanığının cesameti bir süre de olsa yolunuzu keser. Kendine baktırır. Adamızın çöpçülerini sonbaharda içinden küfrederek bu iki çınardan dökülen yapraklara tebelleş olurken hep aynı yerde yakalamam tesadüf değildir.
Dayday’ın “herşeyvarheleçocuklariçinveeğeralkolsaatinikaçırmışsanızuğramadan-olmazözelliklekışlarıbirazkazıkçıdaolsasohbetiylefazlasınıkazandırırsize” dükkânını, yani “Prenses Kuruyemiş”i geçince, sırasıyla kuaför, Zafer’in dükkânı Ada Elektrik, Cahit’in berber dükkânı Tarkan Kuaför ve “yürü yürü” sesleriyle eşek peşinde koşanların toplanma yeri ganyan bayii, son olarak da tavla, batak, pişpirik, okey turnuvalarının masum piyasa röntgenleriyle karıştığı merkez kıraathanesi, yan yana dizili bir pasajı oluşturur. Bu bloktaki tüm dükkânlar, bir çocuk parkına paralel komşudur. Yazları acemi babaların, bebe konusunda uzman yayaların ve mamaların doldurduğu bu parka, “Gazeteci Hrant Dink Çocuk Parkı” adının verildiği günü, çok net hatırlıyorum.
Mezar taşları, hayatın kitap kapağı gibidir.
Her hayat kadar roman, her roman kadar kurgu içerir. Eğer bir yakınınızın öldüğüne inanamıyorsanız, onun adını taşıyan tabela size bu gerçeği bütün soğukkanlılığıyla anlatır.
Önce metal bir tabela taktı, Cumhuriyet Halk Parti’li belediye yetkilisi. Çok sıradan bir konuşma yaptı. Bana sorarsanız, özensizlik ve mecburiyet taşıyordu kürsüden. Sonunda tabelanın üstündeki örtüyü kaldırdılar: “Gazeteci Hrant Dink Çocuk Parkı”.
Birlikte Agos’ta sabahladığımız çarşamba akşamlarının hepsini, sanki bu tek kişilik mezardan biraz daha büyük parka gömdüler, diye geçirdim içimden. Gürültülü konuşmasını, güzel, kocaman gülüşünü de… Üstünü de çocuk kahkahalarıyla örttüler…
Kızım Can lisedeyken “Ermeni meselesi”ni konu eden bir ödev seçti diye, bu konuda yetkin biriyle buluşmak isteyince tanışmıştı Hrant’la. Katledilmeden altı ay evvel. Önündeki simitten bir parça koparıp verdi benim pek ince kızım Can’a. Bana atarlandı: “Bakamamışsın bu kıza, parmak kadar kalmış!” Güldüm, bıraktım ikisini baş başa… Odadan çıkarken anlatıyordu Hrant, Can’a: “Ah be kızım, sana şimdi ne diyeyim de başın derde girmesin. Soykırım desem, sen de yazsan canını sıkarlar senin. Şöyle düşün. Bir ağaç, dört bin yıldır orada. Kökünden söküyorsun, hadi git şimdi diyorsun. Git, nerede yaşarsan yaşa…”
Sonradan tahta bir tabelayla değişecek parka adının verildiği gün de kızımla birlikteydik. Garo da vardı. Birlikte tabelanın önünde fotoğraf çektirdik. Hrant’ın torunları Nora’yla Nare, parkta oynamaya başlamışlardı bile.
Yokuşun sonundaki evime doğru çevirdim başımı. O iki çınar ağacının kökleri geldi aklıma. Herhalde caddenin altını tümüyle sarmıştır kökleri. Yerinden sökülüşünü düşündüm. İçim kabardı. Sevag’ın maması Ani Hanım’la karşılaştığımız yer de aynı yerdi geçen yaz. “Nasılsınız?” denir ya, gördüğünde birine. 24 Nisan’da çocuğu vurulunca insan nasıl olur? “Suya sokuyorum başımı. Belki serinler diye…”
Mezar taşına ismi yazılma hakkı, herkesin yaşama hakkı kadar kutsaldır.
Hrant, mezar taşları olmayan sayısız Ermeni’nin varlığını bu coğrafyada seslendirdiğinde, birden fazla yere adı yazılacağını hissetmişti sanırım. İsimsiz ölülerin dolaştığı bu büyük korku evinde, bizim, biz Türklerin bu kamburdan kurtulmamıza çalışıyordu aslında. Bizim “iyileşmemiz” için uğraşıyordu. “Birbirimizin doktoru olmalıyız” diye anlatıyordu bunu “Su Çatlağını Buldu”da. Travmalarla ve korkularla baş edebilmenin başka yolu olmadığını söylüyordu.
Dokuz yıldır Hrant’ın katillerinin izini sürdük durduk. Bize verilen iki buçuk tetikçiyle yetinmedik. En aşağıdan en yukarıya kimler şüpheli listesindeyse tek tek aradık bulduk, adlarını adalete teslim ettik.
Arkadaşını özleyen, adalet isteyen, kendi küçük, Hrant’ın yarattığı gücün etkisiyle büyük bir inat ve direniş hikâyesinin isimsiz paydaşı olduk. Her duruşma öncesi, katillerden birinin adının baş harflerini bir parmak acı bal gibi ağzımıza süren devlet, “Yoksa bu yeni davayla bir yerlere geliniyor mu?” demeye hazırlanırken tam, bir kez daha şaşırmaya gerek olmadığını gösterdi. Müstakbel davamızın savcısına dosyadan el çektirildi. “Katiller yine korunacak” kararı, alenen ilan olundu.
Neredeyse bir başka büyük tehcirin gözümüzün önünde yaşandığı günler. Aklını kaybetmiş bir toplumun tepesinde yaşanan erk savaşına canlarımızı verdiğimiz günler. Gömülmesine izin verilmeyen cenazeler, tanklarla parçalanan mezarlıklar… Yaşsız bebeklerin, çok yaşlı anaların, tazecik gençlerin canından edildiği günler.
Korku tek başına iktidara geldi.
Kötülük çağının tam ortasındayız. Nefretin, öfkenin, delirmiş bir kana susamışlığın karanlığı çöktü üstümüze. Cinayet kararlarını verenlerin ayan beyan bunu savunduğu günler.
Bugün Hrant’ın adıyla adalet istemek, sanki ondan sonra öldürülen yüzlerce insanın varlığını, değerini azaltacakmış gibi; haklı davamızın sesini yükseltmeye utanır olduk. Hangi birini saymalı, Hrant’tan sonra alınan canların? Tahir Elçi’yi mi, Suruç’un güzel gençlerini mi, Ankara Katliamı’nda kaybettiğimiz yüz ağrılarımızı mı? Roboski? Sur? Gezi? Berkin? Ali İsmail… Hangi vicdan defterine sığar bunca güzel insan?
Sabah oluyor. Birazdan Akgünlük’ten aşağı inip, çınarlara günaydın deyip, Hrant’ın at yarışı oynadığı ganyan bayiini ve Gazeteci Hrant Dink Çocuk Parkı’nı geçip, iki üç yıl öncesine kadar Hrant’ın kayığının da bağlı olduğu balıkçı barınağındakilere bir işmar çakıp, İstanbul’un yolunu tutacağım.
Seni anmak için Agos’un önüne geliyorum Hrant. İçimde endişe, sıkıntı ve bir türlü tedavi edilemeyen o günkü acıyla. Ama galiba en çok da özlemle…
Çok özledim seni Ahparig…