Karaburun: Gerçeği Ararken Parçalanmayı Göze Almak!
Harbi karşılık verecek ama herkes
Göğünde kuş uçurtmayan şu üç soruya:
Bir, Yeryüzüne nasıl dağılmıştır
Tarihi düzünden okumaya ayaklanan çocuklar?
İki, Daha yavuz bir belge var mıdır ha
Gerçeği ararken parçalanmayı göze almış yüzlerden?
Ece Ayhan, Yort Savul
Karaburun’da dört yıldır yapılan “Bilim Kongresi”ne bu yıl denk düşüp ben de katıldım. “Denk düşmesinde”, Düzenleme Kurulu üyesi Barış Alpaslan’ın özel çabasının belirleyici rolünü ayrıca belirtmem gerekir. Konu 80 sonrasıydı.
Genç akademisyenlerin ağırlıklı olarak yer aldığını sandığım Düzenleme Kurulu’nun belki bir yıldır sürdürdüğü özverili çalışma, ürününü vermişti. Düzenleme Kurulu’nun organizasyonunun, mutlaka kaçınılmaz eksiklikleri taşısa da, mükemmel olduğunu söylemeden geçemem. Öte yandan, Karaburun/Mordoğan Bilim Kongresi’nin yayımladığı, sunuşların bir kısmını içeren kitabın ön kısmında adı geçen ve çoğunlukla profesörlerden oluşan “Hakem Kurulu”nun işlevinin ne olduğunu ve bu “Lüzumsuz İşler Müdürlüğü”nün neye hakemlik yaptığını anlayamadığımı da belirtmeliyim (Zaten “hakem”lerin bir kısmı Karaburun’da değildi).
Karaburun Bilim Kongresi, saatleri birbiriyle kesişen çok sayıda oturumdan oluşuyordu. Herkes ilgilendiği konuya göre bir tercih yapıp istediği oturuma katılıyordu. Oturumların en ilginçlerinden biri elbette, Ahmet Haşim Köse’nin yönettiği, Aydın Çubukçu, Metin Çulhaoğlu, Ertuğrul Kürkçü, Gaye Yılmaz ve Ergun Aydınoğlu’nun konuşmacı olduğu, 5 Eylül günü sabah ve öğleden sonra olmak üzere iki oturum halinde yapılan, “80’den Sonra Sosyalist Solun Dönüşümü: Dün, Bugün, Yarın” idi. Nitekim, konunun ilginçliği oranında Karaburun Bilim kongresine katılanların çoğunluğu ana salonu doldurmuştu.
Benim katıldığım ve 5 Eylül günü saat 16.00’da gerçekleşeceği söylenen oturumun konusu ise “Sol Muhalefet, Siyasi Katılım, Sistem Karşıtı Hareketler”di. Bu konu da ilgi çekici olmakla birlikte, elbette “sol”un tartışıldığı toplantı kadar ilgi çekmedi. Elli kadar katılımcıyla yapıldı.
Aslında benim “sol” tartışmasına katılmam daha iyi olurdu. Bunun mümkün olabileceğini Ergun Aydınoğlu’ndan öğrendim. O da benim katıldığım oturumdayken, düzenlemecilere rica edip kendini “sol” toplantısına aldırmış. Gerçi şu anda bile benim bu “sol” toplantısına katılmam gerekip gerekmediğinden emin değilim. Bir yanımla şöyle düşünüyorum: Türkiye sol hareketinin yaklaşık elli yılını oldukça ön planda yaşayan, bu konuda kafa yoran ve otobiyografileriyle solun elli yıllık tarihinin değerlendirilmesine katkıda bulunan biri olarak böyle bir toplantıda bulunmam yararlı olurdu. Hele, konuşmacıların “dün”e ilişkin değerlendirmelerini dinledikten sonra (dinleyiciler Türkiye solunun dününe şöyle bir değinseler de, esas belirleyici olan dünya solunun değerlendirilmesine derinlemesine girmemeyi tercih etmişlerdi dinleyebildiğim ve algılayabildiğim kadarıyla) bu kanaatim daha güçlendi. Öte yandan, 1993 başından beri, 16 yıldır Marksist soldan anarşizme sapan biri olduğuma göre böyle bir Marksist sol tartışmasında belki de yerim yoktu. Bu konu kafam hâlâ berrak değil.
“Sol” tartışmasına ilişkin söyleyeceğim şudur: Sol Marksistlerin ya da Marksist solcuların, 20. yüzyılda Marksizmin dünya çapındaki deneyleri üzerine irdeleyecekleri onca şey varken bunların üzerinden bir yüksek atlama ya da uzun atlama şampiyonu gibi ustalıkla atlayıp bugüne ya da yarına ilişkin değerlendirmeler yapmaya kalkışmaları ve konuyu Türkiye ile sınırlı tutmaları insanı hayretlere düşürmektedir.
Ortada büyük Sovyet deneyi vardır ve Türkiye de dahil tüm dünya solu bütün besinini, bütün gıdasını doğal olarak bu deneyimden almıştır, hatta bu deneyim sayesinde var olmuştur (ya da yok olmuştur). Sovyet deneyinin üstünden atlayarak hiçbir şey yapamazsınız. Çeka ve GPU deneylerinin üzerinden atlayarak hiçbir şeyi değerlendiremezsiniz. Şunu demek istiyorum: Karaburun 2009’u bir an için Moskova 1937’ye taşıyın. Bu kongrenin o tarihte orada yapıldığını farz edin.
Bırakın anarşistleri, Troçkistleri, Liberalleri, şunları bunları, çeşitli fraksiyonları, acaba sorunun kenarından dolaşmaya çalışan Stalinistlerin hiçbirini yaşatır mıydı GPU. Hepimiz topluca tutuklanırdık ve toplama kamplarını, GPU bodrumlarını ve duvarın önünü boylardık. Hem de bu, Marksizm adına, devrim adına, Sovyetler Birliği’nin esenliği adına yapılırdı. Peki, dünya yüzünde Marksizm adına böylesi bir cehennemi düzenin kurulmasının dünya devrimini, dünya devrimci hareketini, tek tek ülkelerde devrim mücadelesini nasıl etkilediğini görmemek mümkün mü? Böylesi uygulamaların, 20. yüzyılın başında devrim için ayağa kalkan insanlığın umutlarında nasıl travmatik bir kırılma yarattığı gerçeğinin üzerinden atlamak mümkün mü? Sen sosyalizm diyerek büyük Rus şovenizmi adına ortalığı kırıp geçirenleri hoş gör, komünistleri Hitler’e teslim edenleri görmezden gel ya da buna “mantıki” izahlar bul, sonra da kalk bugün taraftarlarına gaz vermek, kitlelerde sahte umutlar yaratmak için 21.Yüzyıl sosyalizminden söz et. Ne cüret! Üstelik 21. yüzyıl sosyalizmi dedikleri de, kendini ömür boyu başkan ilan eden Chavez adlı petrol zengininin hokkabazlıkları. Bu duruma baktıkça Marksist önderlerimize acımaktan başka bir şey gelmiyor elimden. Hadi Castro neyse… Diktatördür falan ama yine de koca bir Küba devriminin önderidir. Ya Chavez! Pöf!
Gerçi, toplantıdaki bazı genç Stalinistlerin sorular kısmındaki sert çıkışları, bende “dimyata pirince giderken eldeki bulgurdan olma” endişesini de yarattı. Sorunun esasına girmediler falan ama “sol” oturumundaki konuşmacı arkadaşlar, Stalinistiyle, Troçkistiyle, bağımsız Marksistiyle, yine de belli bir deneyimi temsil eden, meseleleri belli bir olgunlukla değerlendirme yeteneğine sahip arkadaşlardı. “Dağlar, şehitler, direniş, devrim, açlık grevi, döneklik, kapitalist yolculuk vb”den ibaret retorikleriyle toplantıda bir gerilim ve sözlü şiddet unsuru rolü oynayan genç arkadaşlar, onları dinleyen diğer katılımcıları bilmem ama benim konuşmacılara olumlu bakmama ve onlar için, “bu arkadaşlar iyi ki var, ya meydan tamamen bu GPU infazcılarına kalsaydı” diye düşünmeme yol açtı. (Bu arada, bu sert gençlerden biri “Castro devrim için savaşmayana komünist denmez demiştir” postülasını büyük bir güvenle ortaya attığında bir deja-vu yaşayıp Ertuğrul’a bakarak, içimden, “ah be Ertuğrul, bu canavarı siz yarattınız” demekten kendimi alamadığımı da belirteyim.)
Fikret Başkaya’nın da yer aldığı, Türkiye’deki rejimin niteliğinin tartışıldığı bir başka oturumda, “sol” toplantısındaki kadar sert olmamakla birlikte dogmatik ve ezberci düşünme tarzında yukarda sözünü ettiklerimden geri kalmayan “genç Marksist”lerimizin ileri sürdüğü kimi görüşler bende düşünsel bir devrim ihtiyacının aciliyeti fikrini daha da güçlendirdi. Genel olarak sol ve özel olarak rejime ilişkin çözümlemelerine büyük güven duyduğum Fikret Başkaya her zamanki soğukkanlı üslubuyla konuyu zamanın elverdiği sınırlar içinde ortaya koydu. Daha çok Başkaya’nın, bilinen “üretici güçler” paradigmasını sorgulayan görüşlerine itiraz eden “genç Marksist” arkadaşlarımız, sorularını ileri sürerken aslında “üretici güçler”e ilişkin ezberlerinin bozulmasına itiraz etmiş olmuyorlar mıydı? Örneğin şu “yukardan devrim” paradigması ya da ezberi. 1908 ya da cumhuriyetin kurulması kapitalizmin önündeki engelleri kaldırdığı için “yukardan devrim” sayılabilirmiş. Peki ya Hitler ya Kenan Evren ya da Turgut Özal… Onlar da kapitalizmin gelişmesinin önündeki engelleri kaldırmamış, kapitalizmi geliştirmemişler miydi? Onları da neden, Bismark gibi “yukardan devrimin” önderleri arasına katmayalımdı?
Elbette spesifik çok sayıda konuda yapılan diğer oturumları izleme olanağına sahip olamadım. Kurulacak kitap standlarında satılmak üzere kitap da getirmiştim yanımda. Özellikle, Eşber Yağmurdereli’nin Kibele Yayınlarından çıkan Jan Valtin’in Karanlığın Ötesindekitabının, üstelik yüzde kırk indirimli sattığım için kapışılacağı gibi çocukça bir hayale kapıldığımı standlar kurulduktan kısa süre sonra fark ettim. Yanımdaki stand Otonom Yayınlarına aitti (bu arada, standta bulunduğum zamanlar bana desteğini esirgemeyen, Otonom Yayınlarından Barış’a teşekkürlerimi iletmek isterim). Gördüğüm kadarıyla, insanlar, tarihi tersinden anlatan kitaplar yerine felsefi kitaplara daha çok eğilimliler. Otonom’un, örneğin Deleuze imzalı kitapları, bizim, geçmişin acı deneylerini anlatan Valtin’imize fark attı. Valtin’den 20 adet getirmiştim. 10 adetini, o da arkadaşım Ahmet Erkan’ın eşe dosta tavsiyesiyle ancak 10 adet satabildim. Bu arada ilginç olduğunu düşündüğüm bir anekdotu da anlatayım.
Yakın bir zamana kadar Aydınlık dergisinin yazarları arasında bildiğim (artık değilmiş) ekonomist İzzettin Önder, sunuşunun ardından, önemli ve önemli olduğunun çevredeki insanlar tarafından da bilindiğinden emin olan insanların kendine güveniyle gelip, biz zavallı tezgahtarların yüzüne bile bakmadan, yandaki otonom yayınlarının kitaplarına parmaklarını basarak, “bu var” “bu var” “bu var” dedikten sonra, bizim tezgahın önünden geçerken, tenezzül buyurup Valtin’e de şöyle bir yalandan dokunduktan sonra ve arka kapağa göz atma zahmetine bile katlanmadan çekip giderken yine muzipliğim tutup, tezgahlara bakan insanlara kitapların propagandasını yapıp onları kitap satın almaları için psikolojik baskı altına almama ilkemi ihlal ederek laf attım. “Bizim kitaplara da bir baksaydınız” dedim. Büyük adam İzzettin Önder, başını kaldırıp kendine laf atan bu yüzsüz tezgahtarın yüzüne bile bakmadan, “vaktim yok” yanıtını verdi. Sonra diğer tezgahlara geçti. Geri dönüşte bir kez daha bizim tezgahın önünden geçerken, yüzsüzlüğü iyice ele alıp, “şu bizim kitaplara bir bakmadınız yani” diye ikinci kez laf attım. Vakti sınırlı büyük insan, yine başını kaldırıp bakmadı kendisine laf atan arsıza. “Vakit, vakit” diye söylenerek, bizlere vakitin nakit olduğunu bir kez daha hatırlatmış oldu. Bu arada, bu önemli ekonomistin Otonom Yayınlarının kendine hediye ettiği iki kitabı torbaya indirmesi ise, nakitin vakitten önemli olduğu konusunda hepimize verdiği pratik bir dersti.
Benim oturuma derinlemesine girmek için burada fazla vaktim yok (İzzettin Önder’den vakit-nakit dersi aldım ya). Orada ortaya attığım tezleri bir başka yazıda (başlığı, “Ekmeğin Fethi mi, Kitabın Fethi mi” olabilir belki) işlemeyi düşünüyorum. Ne var ki, burada, bir fikir vermesi açısından, konuşmamın sonundaki fikre ve vurguya kısaca değinmek istiyorum: Bugün işçi sınıfının, bir zamanlar Kropotkin’in ileri sürdüğü “ekmeğin fethi” diye bir sorunu yoktur (işçiler ekmeği fethettiler ve obezlik illetine tutuldular). İşçi sınıfı, en başta kendini değiştirmeye girişerek bugünden tüm toplumu dönüştürmeye girişmelidir. Gerçek devrim, ancak işçi sınıfının ideolojik alanı fethetmesiyle mümkündür. Bu da işçilerin üretimi terk edip bir kültür devrimi yoluyla düşünsel alanı ele geçirmesiyle hayata geçebilir. Lağım temizleyen işçi devrim falan yapamaz. Sovyet devrimindeki gibi, işçilerin üretime sürülmesiyle değil; Çin kültür devrimindeki gibi, entelektüellerin işçi haline getirilmesiyle de değil; bunların tersine işçi sınıfının entelektüel bir sınıf haline gelmesiyle gerçekleşebilir toplumsal devrim.
Toplantının bana kazandırdığı en güzel şey, kırk yıl önceki eski arkadaşlarıma kavuşmak (mesela ta 1965 yılı Dönüşüm olaylarından arkadaşım Ersen Olgaç) ve yirmi yaşında gençlerle tanışmaktı. Ege Üniversitesinden gençler, özinisiyatifleriyle çıkardıkları dergileri için benimle popüler kültür ve “en çok satanlar” konusunda bir röportaj yaptılar. Çok güzel sorular sordular. Gözleri pırıl pırıldı. Umutlandım. Bir yanımda 45 yıllık arkadaşım, yoldaşım, umutlarını kaybetmemiş Ersen Olgaç, diğer yanımda, 20 yaşına gelmiş ama bu yirmi yıldan hiçbir şey anlamadığını söyleyen Hakan (ona yaşadığı yirmi yılı, gelecek yirmi yılda anlayacağını söyledim).
Eh işte… Dün, bugün, yarın.
Yarın, gerçeği ararken parçalanmayı göze alanlarındır.
Gün Zileli
6 Eylül 2009
“İşçi sınıfı, en başta kendini değiştirmeye girişerek bugünden tüm toplumu dönüştürmeye girişmelidir. Gerçek devrim, ancak işçi sınıfının ideolojik alanı fethetmesiyle mümkündür. Bu da işçilerin üretimi terk edip bir kültür devrimi yoluyla düşünsel alanı ele geçirmesiyle hayata geçebilir. Lağım temizleyen işçi devrim falan yapamaz. Çin kültür devrimindeki gibi, entelektüellerin işçi haline getirilmesiyle de değil; bunların tersine işçi sınıfının entelektüel bir sınıf haline gelmesiyle gerçekleşebilir toplumsal devrim.”
Modernizmden kastım bu; kendi üzerine düşünen insan…
“Kendi” üzerine düşünen emekçi; “satacak emeğinden başka bir şeyi olmayan insanın”, bir an duralayıp “benim emeğimi satın almaya kalkışan nereden edindiği birikimle alacakmış bakalım emeğimi” sorması ile devrim olacak ancak!
Kızım (9 yaşında) bana dedi ki “keşke vahşi bir hayvan olsaydım!” Azarladım onu. “O kendinin vahşi bir hayvan olduğunu bilmez!” Ekledim. “Bu iyi mi, kötü mü bunu da bilemeyiz!”
Bugün insanlık “vahşi hayvan” gibi! Kendi üzerine bilgiye sahip değil!
İşte 19. YY da başladığı kabul edilen “Modernizm’de” insan, kendini de bir bilgi nesnesi yaptı! İnsanın “eşref-i mahlukat” sayıldığı kültür hala bu “bilgi nesnesinden” habersiz ve bu yüzden vahşi’liğini kutsayarak sürdürebiliyor. Kadın’a ait “bilgileri”, kutsal sayarak ve işine de geldiği için sorgulamıyor; 1400 yıl sonra bile…
İşçi sınıfı, ya da her bir işçi insan, ya da her bir emekçi insan, kendini de bir “bilgi nesnesi” yaparak bilinçli bir özne olabilir… En azından bu “sorgulama dünyasına” saygı duyarak… (Not.. Eski yazılarınızı okudukça böyle şeyler yazma ihtiyacı duyuyorum; umarım bu bir sorun değildir.)