İttifaklar ve Müttefikler…
İttifaklar sorunu, devrim mücadelesinin en zor sorunudur. Bir yandan, “düşmanımın düşmanı dostumdur” reelpolitiğinin anaforuna kapılmamak zorunludur, diğer yandan devrim mücadelesinin dostlara ihtiyacı vardır. Bu tam bir dilemmadır ve bu konuda geçmiş, bir hatalar mezarlığı halinde önümüzde durmaktadır.
Ukraynalı yoksul köylülerin mücadelesini örgütleyen anarşist Mahno’nun deneyi bu dilemmayı çok iyi anlatır. Mahno, Rus iç savaşı sırasında, birbiriyle kıyasıya savaşan iki tarafla, hem Beyazlarla, hem de Kızıllarla savaşmıştır. Ne var ki, beyaz tehlike Ukrayna köylü mücadelesini iyice tehdit eder hale geldiğinde, Kızılorduyla ateşkes yapmış, Kızıllarla ittifaka girmiş, hatta gerilla birliklerinin, Kızılordunun bir tümeni gibi anılmasına da razı olmuştur. Ne var ki, Kızıllar, Beyaz tehlike savuşturulur savuşturulmaz öncelikle Mahno’nun köylü çetelerine saldırmıştır. Bu, defalarca tekrarlanmış ve Mahno, Kızılların ilk fırsatta kendisine ihanet edeceğini bile bile Beyazlara karşı onlarla ittifak yapmak zorunda kalmış, sonunda Ukrayna köylü gerilla mücadelesi, Kızılordunun nihai saldırısıyla yenilmiştir.
1936 İspanya Devrimi ve İç Savaşı sırasında anarşist milislerin durumu daha da karmaşıktır. Barcelona’da, Franko’nun darbesine karşı direnen işçiler, anarşistlerin önderliğinde darbeyi yenilgiye uğratmıştır. O zamanki Katalonya hükümetinin başkanı Company, anarşistleri makamına çağırmış ve “kazandınız” demiştir, “şimdi istediğinizi yapabilirsiniz. İsterseniz beni de makamımdan atabilirsiniz.” (Bu konuda bkz. Abel Paz, Halk Silahlanınca, Kaos Yayınları). Fakat zaferi kazanan anarşistler böyle yapmamış, Company’nin başkanlığında, “Milis Merkez Komitesi” adıyla bir cephe hükümeti kurmayı tercih etmişlerdir. Bu hükümette, anarşistlerin yanı sıra, sosyal demıokratlar, komünistler, cumhuriyetçiler ve Katalan milliyetçileri yer almıştır. Yani anarşistler, zafer kazandıkları halde Franko’ya karşı ne kadar güç varsa onlarla ittifaka gitmeyi tercih etmiştir. Bunun sonucunda, başlangıçta çok küçük bir güç olan Stalinist-Komünistler, anarşistlerin sağladığı özgürlükçü ortamdan da yararlanarak adım adım güçlenmiş ve 1 Mayıs 1937 Barcelona komplosuyla anarşistleri tasfiye etmeye girişmiş, anarşistlerle komünistler günlerce Barcelona sokaklarında savaşmıştır. Bunun ardından, anarşistler, ülke çapında kötüleşen duruma bağlı olarak, anti-faşist güçlerle ittifakı sürdürerek Cumhuriyetçi hükümete katılmış ve dolayısıyla devrimin yavaşlatılmasına rıza göstermiş, bunun ardından Negri’nin sağ sosyal demokratlarıyla işbirliği yapan Stalinistler, Franko’yla mücadele adı altında devrimi tasfiye ederek, anti-faşist mücadelenin yenilgiye uğramasına yol açmışlardır.
xxx
Dünyadan verdiğimiz bu iki örneğin ardından Türkiye’deki örneklere geçelim. Ankara’yı destekleyen, “kurtuluş savaşı”nda yer almaya heveslenen ve Kemalistlerle ittifak yapmaya çalışan komünistler, bizzat Ankara hükümeti tarafından tasfiye edilmiştir (Bkz. Emrah Cilasun, Mustafa Suphi, Agora Kitaplığı). Buna rağmen, Kemalistlerle müttefik olma hevesini hiçbir zaman yitirmeyen TKP, en büyük darbeleri Kemalist iktidarlardan yemiştir.
İsmet Paşa diktatörlüğü döneminin sonlarına doğru, yeni kurulan Demokrat Parti (DP) ile ittifaka giren TKP, DP’nin iktidara gelmesinden bir yıl sonra geniş çaplı bir tevkifata uğramıştır. DP iktidarının sonlarına doğru, bu sefer yeniden CHP ile müttefik konumuna geçen komünistler, 27 Mayıs’tan sonraki CHP yanlısı cuntanın takibatından hiçbir zaman kurtulamamışlardır.
xxx
Bugüne gelecek olursak. Bugün, egemenlerin iki kesimi keskin bir iktidar mücadelesi içindedir: Dinci-milliyetçiler (yani AKP) ve devletçi-milliyetçiler (yani ulusalcılar).
Keskin iktidar mücadelesi veren bu iki kesim, doğal olarak kendilerine soldan da yandaşlar aramaktadır. Evet, sol bugün kitlesel bazda çok fazla etkili değildir ama kamuoyunu oluşturan ideolojik aygıtlarda küçüksenmeyecek bir ağırlığa sahiptir, bu yüzden hiçbir siyasi güç hesaplarını yaparken solu dikkate almamazlık edemez.
Bu iki iktidarcı kesimin soldan müttefik arayışları, ürününü de vermiştir üstelik. Sol ikiye bölünmüştür. Bir kısmı, din aleyhtarlığı, anti-emperyalizm, geleneksel Kemalizm yandaşlığı ve ulusalcılık aracılığıyla devletçi-milliyetçi odakla ittifaka girmiş, hatta daha da öteye giderek onun tabanını oluşturmuştur. Diğer bir kısmı ise, darbe karşıtlığı, ordunun vesayetine karşı olma, kimlik sorunu gibi güdülerle, dinci-milliyetçiliğin müttefiki liberalizmin hemen arkasında konuşlanarak dolaylı bir şekilde dinci-milliyetçi AKP iktidarının adı konmamış müttefiki haline gelmiştir. Kürt solu da, devletçi-milliyetçilik karşıtı beklentileri nedeniyle bu kesime yakın bir konumlanma içine girmiş bulunmaktadır. Üzülerek belirtmek gerekir ki, devletçi-milliyetçiliğe olduğu kadar dinci-milliyetçiliğe de karşı olması gereken anarşistlerin bir kısmı da konformist bir yaklaşımla bugün fiilen bu cephenin destekçisi konumundadır.
Bu iki kesimden görece bağımsız bir konumda olup, “yesinler birbirlerini” diyen bir kesim daha vardır (örneğin Birgün ve Evrensel gazeteleri). Çok radikal gibi gözükmesine rağmen, bu tutum sadece “biz oynamıyoruz” anlamına gelir ve solun kendi kendisini mücadeleden diskalifiye etmesinden başka bir sonuç vermez. “Oynamayana” kimse top atmaz zaten.
Oysa devrimci tutum oynamamak değil, tersine oynamaktır ama doğru oynamaktır. Karşı tarafın ya da tarafların kalesine gol atmak yerine kendi kalene gol atmamaktır.
xxx
Genel seçimler öncesinde ve sırasında kamu vicdanının rüzgârı AKP’den yana esiyordu. Çünkü TSK, her türlü kamusal duyarlılığı bir yana atarak AKP’ye karşı açıktan saldırıya geçmiş ve AKP’nin seçimleri büyük farkla kazanmasına yol açacak ölçüde kitlelerde bir mağduriyet psikolojisine neden olmuştu. İnsanlar, AKP’yi pek beğenmeseler de sırf ordunun inadına gidip AKP’ye oy verdiler. Mesele tek başına oy da değil, toplumun vicdanı ve duyarlılığı AKP’den yana aktı o günlerde. Cumhuriyet mitingleri ve ordunun baskısı, sadece ve sadece AKP’ye yaradı.
Bugün durum tersine dönmüş bulunmaktadır. Nasıl o günkü ordu baskısı AKP’ye yaramışsa, bugün de AKP iktidarının baskısı ve tutuklama furyası toplumsal vicdanı rahatsız etmekte ve insanlar yönlerini yavaş yavaş AKP’ye karşı dönmektedir. Elbette rüzgâr gülünün bu ani dönüşünden ulusalcılar da azami ölçüde yararlanmaya çalışacaktır. Öyle sanıyorum ki, Radikal gazetesi bu tersine gidişin farkına vardı ve son tutuklamalarda, gemi azıya almış ve gözü kararmış bir şekilde bayır aşağı giden Taraf gazetesinin tersine, “Ergenekon Şaşırdı” başlığını atarak firene basma gereğini duydu. Öte yandan, bizzat Taraf gazetesi yazarı Oya Baydar, “Kurbağa Çıktım” (Taraf, 18 Nisan 2009) yazısıyla gazetesinin “postallı rektörler” başlığına net bir şekilde “dur” dedi. Bu tür gelişmeler son derece hayırlıdır. Firensiz bir araba duvara çarpıp parçalanmaya mahkûmdur. Neyse ki, firenlerin balataları tamamen aşınmamış.
Bugünkü somut durumda, devrimciler, “yesinler birbirlerini” konformizmine de düşmeden, hem ulusalcılardan, hem de AKP-liberaller ittifakından eşit uzaklıkta bir tutum izlemeli ama esas olarak da AKP’ye karşı dönen kamu vicdanı rüzgârının yanında yer almalıdır. Unutmayalım ki, siyasi alan boşluk tanımaz. AKP karşıtı cereyana omuz vermemek, alanı, yeniden atılıma geçmek için elverişli koşulların doğmakta olduğunu düşünen ulusalcılara bırakmak anlamına gelecektir.
Gün Zileli
18 Nisan 2009