İşçi Sınıfı Entelektüel Bir Sınıf Olabilir mi?
Tarihte ezilen sınıfların kendilerini ezen düzene karşı ayaklandığını, hatta sistemi yıktığını görüyoruz ama sınıf olarak sömürülmelerini ortadan kaldıran bir düzen kurabildiklerini göremiyoruz. Köleler serf olmuş, serfler de işçi. İşçi sınıfı adına kurulan “sosyalist” düzenlerde de işçi sınıfı sömürülen sınıf olmaktan kurtulamamış. Sadece özel mülkiyet sahibi patronların ücretli kölesi olmaktan çıkmış, devletin ücretli kölesi haline gelmiş. Tek fark bu.
“Sosyalist” sistemler kapitalizmin tamamen zıddı bir alternatif olmak yerine, kapitalizmle ekonomik rekabeti tercih ettiler ve giderek kapitalizme yönelip bürokratik kapitalist rejimlere dönüştüler. Kapitalizme gerçek bir alternatif ortaya konabilseydi, insanlık bu patikayı izlemeye aşağı yukarı hazırdı 20. Yüzyılda. Ne yazık ki, bu fırsat kaçırıldı.
Kapitalist sistem nasıl yıkılır ve yerine sömürüsüz, eşitlikçi ve özgürlükçü bir toplum nasıl kurulabilir? Bugüne kadar denenen yolların yanlışlığı ortaya çıktı. Burjuvaziyi mülksüzleştirmekle kapitalizmin kökünün kazındığı sanıldı. Oysa sorun burjuvaziyi mülksüzleştirmekten çok daha derinde yatıyordu. İşçi sınıfının ya da genel olarak çalışan sınıfların dönüşümüydü bu derindeki sorun. Bu, hem mülksüz sınıfların toplumsal mülkiyetini gerçekleştirme sorunuydu, hem de daha önemlisi, entelektüel becerilerinden arındırılmış ve çalışmaya koşulmuş sınıfların (esasen işçi ve köylüler ama aynı zamanda beyaz yakalılar da) entelektüel toplumsal mülkiyetini gerçekleştirme sorunu. İşçi sınıfı, esasen üretime koşullanmış ve sürülmüş bir sınıf olma durumundan kurtulmadan entelektüel mülkiyeti ele geçiremezdi, çünkü bu tamamen üretim dışı boş zamanı ele geçirme sorunuydu. “Sosyalist” ülkelerde tam tersi yapıldı. İşçiler ve köylüler, devletin zorlayıcı yönetimi altında, eskisinden de beter bir şekilde üretime sürüldüler, entelektüel mülksüzlükleri bu sistemde had safhaya çıktı. Gerekçe, sosyalizmin ancak ileri üretici güçler temelinde kurulabileceğiydi. Yani 20. yüzyılda “reel sosyalizm” olarak adlandırılan uygulama, işçi sınıfını tam ters yöne sevk etti. İşçiler toplumsal mülkiyeti devlete kaptırdıkları gibi, entelektüel mülksüzleştirmeye de boyun eğmek zorunda kaldılar.
Kapitalizm, sanıldığı gibi, bir parti elitinin siyasi iktidarı ele geçirip (devrimden bu anlaşıldı) burjuvaziyi mülksüzleştirmesiyle yıkılamazdı. Öncelikle işçi sınıfının ve bütün çalışan sınıfların ve işsizlerin kölelik koşullarından sıyrılması gerekiyordu. Bunun koşulu da öncelikle, işçilerin üreten bir sınıf olmaktan çıkıp üretmeyen ya da asgari ölçüde üreten bir sınıf olmasıydı. Hatta bu, kapitalizm koşulları altında yapılması ve geliştirilmesi gereken bir mücadeleydi. Üretimciliğe koşullanmış sosyalistler bunu tamamen ihmal ettiler. Bu ihmal kanımca bilinçliydi. Çünkü iktidara geldiklerinde kendileri de işçileri azami oranda çalıştırmayı tasarlıyorlardı.
Kapitalizm, siyasi iktidarı ele geçirmekle değil, kapitalist sistemin temeli olan üretim ve tüketim sistemini felce uğratmakla yıkılır. Anarşistlerle komünistler arasındaki geçmiş tartışmalarda bazı ters şeyler olmuştur. Anarşistler öncelikle devletin yıkılmasında ısrar ettikleri için sanki ekonomik yapıya önem vermiyorlarmış gibi bir izlenim bırakmışlardır. Marksistler de, anarşistlerin devletin yıkılması ısrarına karşı ekonomik yapının önemine dikkat çektikleri için sanki siyasi üst yapıya fazla önem vermiyormuş gibi gözükmüşlerdir. Oysa durum tam tersidir. Siyasi iktidara önem veren esasen Marksistlerdir. Onlar, sosyalizmin siyasi iktidar manivelası kullanılarak yıkılabileceğine, keza sosyalizmin de yine bu manivelayla kurulabileceğine inanıyorlardı. Anarşistlerin, devletin daha baştan yıkılması ve yeni bir devlet kurulmaması ısrarı ise, devlete güvensizliklerinin yanı sıra, esas sorunu ekonomik temelde görmelerinden kaynaklanıyordu. Engels, anarşizme karşı yazılarında, bu gerçeği ustalıkla tersine çevirmenin üstesinden gelmiş ve anarşistleri bu konuda bir anlamda köşeye sıkıştırmıştır.
Yukarda da belirttiğimiz gibi, kapitalizm esasen siyasi yapının ele geçirilmesiyle değil, ana manivelası olan üretim ve tüketim sisteminin felce uğratılmasıyla yıkılabilir. Aslında bunu işçi sınıfı da, komünistler de çok iyi anlamış ve grev silahını kapitalizme karşı sık sık kullanmıştır ama grev sadece bir tehdit ya da ücretleri arttırmanın aracı olmaktan öteye gidememiştir. İşçiler kapitalist sistemden ekmek yedikleri için, komünistler de, üretimci olduklarından, dolayısıyla üretim sisteminin tamamen yıkılmasını göze alamadıklarından üretimi ve dolayısıyla tüketimi felce uğratacak sürekli bir üretim sabotajına gitmeye göze alamamışlardır.
Kapitalist sistemin felce uğratılması bir yana, geleceğin eşitlikçi ve sömürüsüz toplumunun kurulabilmesi için de işçi sınıfının giderek içinde bulunduğu üretim ve tüketim çarkından kurtulması gerekir. Çalışan kesimler ancak entelektüel mülkiyeti ele geçirdiklerinde, yani entelektüelliğin tekelini burjuvazinin ve bu sınıfın entelektüel tabakasının elinden aldıklarında geleceğin sömürüsüz toplumunu kurmayı başarabilirler. Bu da işçilerin yeterince boş zamana sahip olmasıyla mümkündür. İşçi sınıfı ya da çalışan sınıflar asgari tüketecek ve asgari üretecektir ki, boş zamana, dolayısıyla entelektüel faaliyete zaman ayırabilsin. Bu noktada ilk elde akla gelen sorulara yazının sonunda değineceğim. Yani işçi sınıfının, diyelim ki, üretim ve tüketim süreçlerinden sıyrılıp boş zamanı elde etse dahi bu zamanını gerçekten entelektüel faaliyete ayırıp ayırmayacağı sorusuna. Ama ondan önce, entelektüel faaliyetle işçi sınıfı ilişkisini tarihi süreç içinde incelemek istiyorum.
Marx’ın işçi sınıfının entelektüel faaliyetini hiç kavramadığını ya da buna kafa yormadığını söylemek zordur. Hatta diyebiliriz ki, tüm gelenek içinde bu noktaya en çok önem veren yine de Marx olmuştur. Ne var ki, Marx’ın bu noktadaki yaklaşımları oldukça seçkinci tınılar taşır. Örneğin işçi sınıfının en entelektüel ve kaymak tabakasını sınıfın yönlendirici öğesi olarak seçmesi, keza köylülüğü küçümsemesi bunun göstergesidir. Marx’ın bilgi ve teknik bakımından sınıfın en yetişmiş kesimi olarak Alman işçi sınıfını tercih etmesi, acaba sınıfın entelektüel birikimine önem vermesinin ürünü müdür, yoksa bu yine ileri üretici güçlere verdiği önemden mi kaynaklanmaktadır, bu bir tartışma konusudur. Öte yandan Marx, Partiyi, sınıfı eğitecek bir araç olarak görmüştür. Bu, iki bakımdan yanlıştı. Birincisi, parti sınıfın bütününü kapsamadığı için. İkincisi de, parti, doğası gereği sınıfı eğiten değil, körelten ve körleştiren bir araç olduğu için. Gelecekteki deneyler bunun böyle olduğunu gösterecekti.
Lenin ve Bolşevikler ve daha sonra Stalin, Marksizmin üretici güçler teorisine sıkı sıkıya bağlı olduklarından, iktidara gelir gelmez işçileri üretime sürdüler ve işçi sınıfının entelektüelleşmesi koşullarını tamamen ortadan kaldırdılar. Jan Valtin’in (Karanlığın Ötesinde, Kibele Yayınları) Murmansk liman kentiyle ilgili olarak anlattığı manzara bunu apaçık ortaya koyuyor. Gece gündüz bitkin bir şekilde, çamurlar içinde çalıştırılan ve çalışmadıkları saatlerde kaldırımlara yığılıp kalan işçilerden hangi entelektüel çalışmayı bekleyeceksiniz allahaşkına!
Karl Korch gibi Marksistlerin yanı sıra Gramsci de, entelektüel faaliyet üzerinde ciddi bir şekilde düşünmüştür. Ne var ki, Gramsci, işçi sınıfının entelektüel faaliyetinden çok, entelektüellerin işçi sınıfına ya da işçi sınıfı partisine eklemlenmesi üzerinde yoğunlaşmış, dolayısıyla sorunun esasına yaklaşamamış, tersine bu yönelimiyle, bizatihi işçi sınıfının entelektüelleşmesi sorununu gözardı etmiştir.
Mao Zedung, Stalinist üretimcilikten belli dersler çıkartmış görünmektedir. Pratiğe koyduğu Kültür Devriminde bunun izlerini görmek mümkündür. Ne var ki, Mao, işçilerin üretime sürülmesinden yanlış sonuçlar çıkartmış ve işçileri üretim sürecinden kurtarıp entelektüel faaliyete sevk etmek yerine, yozlaşmanın ana unsuru olarak gördüğü entelektüelleri ve dolayısıyla yöneticileri işçileştirme çabasına girmiştir. Bu, bırakın işçilerin bilgi sahibi olmasını, ülke çapında entelektüel alanın yoksullaşmasına hizmet etmiştir. Bu yönelimin etkileri, dünya ve Türkiye solunda bugüne kadar süren olumsuz etkiler yapmıştır.
Oysa yapılması gereken, entelektüellerin işçileşmesi değil, işçilerin entelektüelleşmesidir. “Sosyalist üretimi” esas alan hiçbir yönetici kast ve parti böyle cesur bir adım atamamıştır. Çünkü işçilerin entelektüelleştirilmesi ancak işçilerin üretim faaliyetlerinin azaltılmasıyla mümkün olabilirdi. Bu, yönetici kastların işine gelmemiştir.
Şimdi gelelim sorulara. Diyelim ki, işçiler üretici faaliyetten uzaklaştı, üretimi asgariye indirdi ve böylece boş zamanı elde etti. Bakalım bu boş zamanı gerçekten entelektüel faaliyete mi ayıracaklar? Öncelikle şunu belirtelim ki, işçinin yönelimi ne olursa olsun boş zaman her halükârda yararlıdır. Mesele tek başına işçinin kapanıp kitap okuması değildir. Bu genel bir kültürel faaliyet sorunudur. Boş zaman ister istemez kültürel çalışmayı ön plana geçirecektir. İşçinin boş zamanını değerlendirip tatile çıkması bile bir kültürel zenginleşme anlamına gelir. (bkz. Michael Seidman, İşçiler Çalışmaya Karşı, çev: Emine Özkaya-Gün Zileli, Boğaziçi Üniversitesi Yayınları, 2009 – yakında çıkacak) Üretimin ve tüketimin yarattığı sıkışıklıktan kurtulan işçi her ne olursa olsun zamanını daha iyi değerlendirecektir. İsterse at yarışlarına gitsin. Bu bile üretimin sıkıcılığından ve zekâyı durgunlaştıran etkisinden daha hayırlı sonuçlar verecektir. Kaldı ki, hiçbir şey kendiliğinden olmaz. İşte bu noktada işçi sınıfından yana entelektüellerin, devrimcilerin çabaları devreye girecektir. Onların işçi sınıfına sunacakları kültürel ve entelektüel faaliyetler, elbette sihirli değnek etkisi yapmayacak ama işçilerin boş zamanlarını değerlendirmesinde bir alternatif rolü oynayacaktır.
Bu koşullarda işçi sınıfı nasıl entelektüel faaliyetlere yönelsin diye soruluyor. Haklı bir soru. Ekmek parası için bulsa iki işte bile çalışacak işçi, on saat üretim yaptığı koşullarda nasıl entelektüel faaliyete yönelecektir? Evet ama zaten bu koşulların değiştirilmesini savunuyoruz. İşçi sınıfının kavraması gereken esas sorun, öncelikle içinde bulunduğu üretim ve tüketim kıskacından kurtulmaktır. Devrimcilerin, sosyalistlerin, anarşistlerin bugün işçi sınıfına, çalışanlara bir yararı olacaksa, bu üretim ve tüketim kıskacından kurtulmanın propagandasını yapmalarıdır. Hatta öncelikle de tüketim hastalığından kurtulmanın.
Kropotkin, yüz yıl öncesinin koşullarında “ekmeğin fethi”nden söz etmişti. Biraz ironi yapalım. İşçi sınıfı ekmeği fethetti ve obezlik illetine tutuldu. Belki Türkiye’de değil ama özellikle Avrupa ve Amerika’daki fast food yiyecekler işçi sınıfını midesi büyük, beyni küçük bir sınıf haline getirdi. Bugün işçi sınıfı için geçerli olan slogan kültürün, bilginin, kitabın fethi olabilir. Bunun yolu da, süper marketlerin baş tüketicileri olmaktan çıkmak, bu berbat ürünleri satın alabilmek için hababam çalışmaktan kurtulmaktır. Kapitalizmi yıkıma götürecek olan da budur zaten.
Bir zamanlar “işçi sınıfı partileri”nin asgari ve azami programları vardı. Hiçbir işe yaramayan programlar. Şimdi, bu programlarla alay edercesine yeni asgari ve azami “programlar” ortaya atmanın zamanıdır.
Asgari program: Asgari üretim, asgari tüketim.
Azami program: Azami üretim dışı zaman, azami kültür, azami bilgilenme, azami okuma, azami entelektüel birikim.
Devrimin yolu bu gibi gözüküyor. Bugünden başlayacak bir devrimdir bu.
Gün Zileli
12 Eylül 2009
Aylak
12 Eylül 09 / 5pm
#1
“Sosyalist” sistemler kapitalizmin tamamen zıddı bir alternatif olmak yerine, kapitalizmle ekonomik rekabeti tercih ettiler ve giderek kapitalizme yönelip bürokratik kapitalist rejimlere dönüştüler.
Müthiş bir tespit.. yazının tümü, sosyalizmin iş/emek/çalışma şiarıyla nerede-neden çuvalladığını anlatıyor.
“Halalar” yazısına yazdığım soru da bu sayede cevaplanmış oluyor. Teşekkürler Gün.
ertan
12 Eylül 09 / 8pm
#2
5. paragrafta “Onlar, sosyalizmin siyasi iktidar manivelası kullanılarak yıkılabileceğine, keza sosyalizmin de yine bu manivelayla kurulabileceğine inanıyorlardı.” cümlesinde ilk sosyalizm sanırım kapitalizm olacak.
İkincisi, tartışma götürmekle beraber yazının altına imzamı atıyorum Gün dede!
Burada esas sorun nasıl olacak da beyni küçük midesi büyük işçi sınıfı bu çarkı bozmak için sokağa çıkacak ve asgari ve azami programı uygulayacak? Şunu biliyoruz ki, kitleleri harekete geçiren şey idealler değil de harekete geçme dışındaki yolların tıkanmasıdır. Yani eğer kitleler evine ekmek götürüyor, asgari tüketim koşullarından faydalanıyor ve alışageldikleri yaşam koşullarını sürdürüyorlarsa isyan etmezler.
nidal hawari
12 Eylül 09 / 11pm
#3
Isciler sinif olrak var olduklari sürece entellekltuellesemez. Icinden birilerinin farkli yol almasi gercegi degistirmez.
Mülkiyet kimin elinde olacak. Mülkiyete hakim olanlar, devlet ya da kapitalistler iscinin yasam tarzini belirlerler.
devrimin bu gün yasamin her alaninda baslmasi dogrudur.Ama orda isci sinifi kistaslariyla degil. Esit mülkiyet ve esit iktitidar kistasiyla baslamalidír. Yeni toplumun hatlarini belirleyen isci sinifi olmamalidir.Eski toplumun siniflari yeni toplumun siniflarini olusturamaz. Tarihte örnegi yoktur.
Baska bir degisle isci sinifinin entellektüeli ile entellektüelsizi yeni bir toplumu ifade etmiyor.
Ehrengard
13 Eylül 09 / 1am
#4
Kitleler asla “sadece ekmek” derdinde olmadı. Kapitalizm, bu ayarlamayı (insan ruhunu kışkırtan tüketimin ayarının olmadığını) çok iyi biliyor.
1 Eylül’de Bodrum’da genç bir adam borçlarını (kredi kartı borcunu) ödeyemediği için kendini yaktı. Çünkü “ekmekten fazla”sını tüketmişti ve “emeği” tükettiğini karşılamıyordu.
Bunun için bile olsa, yani işçi sınıfının Ertan’ın dediği gibi ekmeğini yiyince susan, fazlasında gözü olmayan edilgen bir yapıda olduğunu düşünsek dahi, işler yolunda gitmiyor. Kapitalizm bir şekilde ve mutlaka fire veriyor, her kapı yine isyana açılıyor.
İnsanın özü öyle hoştur ki, ekmekle doysa bile bir gün mutlaka sorgulamaya başlayacaktır.
Ben kimim, sen kimsin, bu dünya neresi?
ertan
13 Eylül 09 / 12pm
#5
Yani kitleleri uzun vadede entellektüel bir sınıf olup sömürüyü ortadan kaldırmak için ayağa kaldıramazsınız demek istiyorum. Kitleler ekmek için ayağa kalkar, maaşa zam için kalkar ama şu günden olması mümkün olmayan ulvi amaçlar için ayağa kalkmazlar diyorum.
ertan
13 Eylül 09 / 12pm
#6
İşlerin yolunda gitmemesi bunu değiştirmez. Sel olur 30 kişi ölür ama kimse sormaz neden diye? O ulvi amaçları biz ancak bir hedef olarak ortaya koyabiliriz. Yani bugünden asgari üretim, asgari tüketim için kimseyi sokağa çıkaramayız.
Gün Zileli
13 Eylül 09 / 12pm
#7
mesele sokağıa çıkmak veya isyan etmek değildir bugünden. İşçilerin ve tüm çalışanların şu bilinci geliştirmeleri gerekir: Kapitalizm kredi kartlarıyla falan yeni bir tüketim saldırısı düzenlemektedir. Kapitalizmin yaşaması buna bağlıdır. Bu tüketim saldırısına karşı çalışanlar tüketimi ve üretimi kısma karşısaldırısıyla yanıt vermek zorundadır. Aksi takdirde hepilmizi bekleyen korkUNÇ BİR uçurumdur. Ekmek söylemi demodedir. Bugün sorun ekmek değil, tüketim çılgınlığından kurtulmaktır. Beyaz eşyanın en büyük alıcısı çalışan kitlelerdir. Tamamen gereksiz tüketim nesneleridir bunlar. Örneğin bulaşık makinesi. Avrupaü’da bulaşık makinesi sadece lokantalarda kullanılıyor.
Bayram
19 Eylül 09 / 9pm
#8
Daha entelektüller entelektüel olamamışken umudum yok usta.
derleniş
19 Eylül 09 / 11pm
#9
..Öncelikle, işçilerin üreten bir sınıf olmaktan çıkıp üretmeyen ya da asgari ölçüde üreten bir sınıf olmasıydı. Hatta bu, kapitalizm koşulları altında yapılması ve geliştirilmesi gereken bir mücadeleydi.(GÜN ZİLELİ)
bu sözleriniz bana Bernstein’ın kapitalizm içinde onun ıslahıyla,sürekli terbiyesiyle emeğin sömürüsünü engelleme fikrini hatırlattı sayın zileli.
kapitalizm koşulları altında bir işçi nasıl asgari üretim yapabilir?kapitalizmin varlığından söz ediyorsak zorba bir sömürücü sınıfın fiili varlığı da var demektir.
bu şartlarda bu mücadele nasıl verilir?
Gün Zileli
20 Eylül 09 / 11am
#10
İşçiler, kapitalizm koşulları altında ücretlerini arttırmak için mücadele edebiliyor da, neden iş saatlerini asgariye indirmek için mücadele etmesinler? Kapitalizm koşulları altında da birçok devrimci girişim yapılabildiğini biliyoruz. Kaldı ki, buun Bernstein’le alakası yoktur. Üretimi düşürme mücadelesi, sistemi yıkacak en esaslı dinamitlerini barındırıyor içinde.
derleniş
20 Eylül 09 / 9pm
#11
ücret artışı gibi salt ekonomik talepler barındıran kalkışmalar bir dereceye kadar kapitalist tarafından da kabul görebilir,müzekere edilebilir olarak görebilir.fakat siyasi bir muhtevası olan bir kalkışmaya göz yummayacakları aşikar.8 saatlik is günü için bile dahi ağır veballer ödendi,ödeniyor.
kapitalist tahakküm altında asgari üretim istemek değil,gerçekleştirmek(ki bunu belirtmissiniz) gerçekci gelmedi bana.
entelektüellik bir bakıma(doğası gereği bir meta olan)bilginin mülkiyetinin elde bulundurulması ise;ele geçirilmesi yada bilgi üzerindeki mülkiyetin ortadan kaldırılması ancak sosyal bir devrimle gerçekleş mi?
Gün Zileli
20 Eylül 09 / 10pm
#12
elbette son tahlilde sosyal devrimle. Ama sosyal devrim de bir anlık bir şey değil. Bu konudaki klasik bakış açımızı değiştirmemiz geirekir. Sosyal devrim, hemen şimdi. Bütün ilişkileri bugünden değiştirmeye girişerek adım adım gerçekleşecek bir şey bu. Evet, kapitalizm koşulları altında da adım adım bu yönde ilerlenebilir. Kaldı ki, bugün tekniğin gelişmesiyle zaten iş zamanı azalmakta, bunu kapitalizm bile gerçekleştiiyo bir ölçüde. eskiden 8 saat de zor tahayyül edilen bir şeydi. İşçi sınıfı çalışma saatlerinin azaltılması mücadelesine ücret mücadelesinden daha çok önem vermelidir. Çünkü onun sosyal devrimi gerçekleştirmek için boş zamana ihtiyacı var. Elbette bu ihtiyacı idrak etmesi gerek öncelikle.
ertan
20 Eylül 09 / 11pm
#13
İş saatlerinin azaltılması biraz ezbere bir istek. çünkü söylediğiniz gibi özellikle batıda, post fordizm dedikleri şeyin içinde bu tabi, artık fabrika merkezli çalışma denen şey gittikçe azalmış durumda onun yerine hizmetler sektörü vs. doğrudan meta üretimi değil de daha farklı üretim süreçleri söz konusu. Diğer işleri artık Çin yapıyor. Orada dahi klasik üretimin yanında hizmetler sektörü çığ gibi büyüyor. Yani işçi sınıfı 20. yüzyıldaki koşullarından çok daha farklı durumda, bu farklılık da en çok tüketimin merkezinde olmasında yatıyor. İşçiler de artık eski işçiler gibi değil. Söylediğiniz gibi tüketiyor çok ciddi biçimde.
Bu nedenle, çalışma süresinin azaltılması ekonominin çarklarına çok büyük bir darbe indirebilecekken sadece işçilerin tüketimi azaltması da büyük bir darbe indirebilir. Evlerinden çıkmasalar daha az yeseler dünyada büyük bir kriz olur, mallar stoklarda kalır.
Ama bu mümkün mü? Örgütlü bir güç olmadan bu sağlanır mı? Her akşam maç izleyen yada kutu açma yarışmalarında zengin olma hayalleri kuranları daha az tüketin, daha az çalışına ikna edebilir misiniz? Biraz gerçekçi olun, halk ulvi amaçlar için sokaklara dökülmez.
derleniş
21 Eylül 09 / 12am
#14
marxist devrim teorisini eski sistemle yeterince radikal kopuşu gerçekleştiremediği,bu radikal kopuşun gerçekleimemesi sonucunda onun yerini (sistemin söylemi değiştirerek)aldığı savını benimseyerek ,”kapitalizm koşulları altında da adım adım ..ilerlenebilir” tezini nasıl bağdaştırmalı?
isçi devleti olduğu savında bulunan bir devlet içerisinde bile soyal devrimin gerçekleştirilemediğini söylüyordanız,kapitalist bir devlet içinde nasıl bekleriz?
Bernstein örneğini bu nedenle vermiştim.leninist söylemin jarjonuyla ‘revizyonist’lerden ayrılan yanı nedir?
sistemle radikal her alanda radikal kopuş işteyenler,sistem içi sorunlarla ilginenir mi?
anlamadığım yanı bu.
ertan arkadaş senin söylediğin tüketimin kesilmesi ise ne kadar gerçekci,gerçekci olsa bile neye yarar sağlar anlamış değilim?en nihayetinde zarüri ihtiyaç ürünlerininde kapitalistler tarafından tutlduğu gerçeği var.
artık ürünün ne yapılacağı kadim bir tartışma olsa da denize dökülerek bile metaların talebi kolayca yükseltilebilirken bunu tartışmak biraz mantıksız geldi bana.
Gün Zileli
21 Eylül 09 / 11am
#15
Halk ulvi amaçlarla harekete geçmez… Peki ne yapalım, rüşvet mi verelim halka, devrim yapması için… İşçi sınıfı derken Çin’i ayrı tutmuyoruz. Olayı tek tek ülkeler çapında değil, dünya çapında bakmak lazım. Üretim ucuz emek alanlarına kaydı. hizmetleri ise emeğin daha pahalı olduğu yerler yerine getiriyor. Bu, bir fabrikanın çalışma sistemenin ve hiyerarşisinin, tüm dünyaya yayılmasıdır. en üstte sermaye sahipleri ve menajerler. onların altında memurlar. onların altında hizmetliler., onların altında da ucuz emekle sömürülen dünya emekçileri. Hizmetler ve ucuz emek alanı el ele verse, üretimi ve tüketimi düşürse, kapitalizm krize girer (kaldı ki, hizmetlerin durumu da hiç parlak değildir. Londra’da işçi-öğrenciler bu alanda 12 saat bile çalıştırılabilir ve ücretleri de hiç parlak değildir). Öte yandan, sorun, kapitalizmin krize girmesinden de öteye işçi sınıfının krizden çıkmasıdır öncelikle. işçi sınıfına, ona sorulmadan onun adına büyük misyonlar yüklendi. İşçi sınıfı ideolojik bir figür haline getirildi. Bu misyonların hiçbirini yerine getiremedi. Eğer devrimin öznesi, işçi sınıfı olmaktan bugünden çıkmaya yönelen bir işçi sınıfı olacaksa, bu sınıf kendine çeki düzen ve entelektüel gelişmeye ağırlık vermelidir. Yoksa öyle televizyon karşısında bira çekerek , araba markalarından konuşarak işçiler kapitalizmin has sınıfı olmaktan kurtulamazlar. İşçi yalakalağına son. işçi sınıgfının da esaslı bir şekilde eleştiriye ihtiyacı var.
Gün Zileli
21 Eylül 09 / 11am
#16
işçi sınıfı iktidarı denen bürokratik iktidarlar altında sosyal devrim daha da zordur, hatta nerdeyse imkansız hale getirilmiytir. Çünkü bu rejimlerde işçi sınıfı ölesiye çalıştırılır. Radikallik izafi bir şeydir. ML’lerin radikalliği sadece iktidarı almak anlamındadır. iktidarı alınca dünyanın en tutucu gücüne dönüşürler. Bernstein, işçi sınıfını kapitalizmle uyuşmaya sevk etmek istiyordu. Biz ise işçi sınıfını kapitalizm koşulları altında kapitalizmin can damarını kesen bir yönelime teyşvik ediloruz, aradaki fark budur. kapeitalistlerin saruri ihtiyaçları üretmesi bir şey ifade etmez. Kapitalist piyasa ekonomisi, bugün yüzde doksanı gereksiz olan ürünlerin tüketiciye satılması üzerinde dönmektedir. Bu üretim ve tüketim felç olsun, kapitalizm yaşayamaz. Radikallik ayaklanmadan, silahlı mücadeleden söz etmek değil, devrimin gerçek öznesinin gerçekten devrimci bir yönelime girmesidir. Bu da üretimi ve tüketimi asgariye indirmek,, boş zamanı fethetmek ve bu boş zaman aracılığıyla geleceğin toplumunu kuracak insanların gerçekten bu yetiye bugünden kavuşması yolunda ilerlemektir. Devrim bir an değil, bir süreçtir. Uzun erimli bir süreç. Ve bu sürecin önemli bir kısmı kapitalisz altında yaşanacaktır. Kapitalizmi kanser gibi saracak bir süreçtir bu.
ertan
21 Eylül 09 / 12pm
#17
Halkın devrim için harekete geçmesi, daha önce de söylediğim gibi bıçağın kemiğe dayandığı koşullarda mümkün olabilir. Bu fikirleri herhangi bir radikal fikirle tanışıklığı olmayan bir işçiye kabul ettirmeniz kapitalizmin çarkları döndüğü müddetçe imkansız. İşçi sınıfının bahsettiğiniz krizi ve tüm emek hareketini baz alan politikaların krizi bence bu çarkların özellikle son 30 yılda post-fordizm denen aşamayla büyük bir gelişim göstermesidir. Şimdi bu küresel sömürü düzenine çomak sokmak dediğiniz yöntemle mümkün olabilir, ama kağıt üzerinde. Kitleleri bunun için harekete geçiremezsiniz. Ulvi amaçlardan kastım bu. Neyse ben aynı yerde takıldım kaldım uzun bir süredir. Derleniş bu arada ben o dediğin şeyi vurgulamak için o örneği verdim. Aynı şeyi söylemek için yani…
derleniş
21 Eylül 09 / 2pm
#18
işçi sınıfından yekpare bir sınıf gibi bahsediliyor.
oysa her sınıf gibi o da çok parçalı bir yapıda.
’sırtına devrimin öncülüğü yüklenen işçi sınıfı’ derken sosyolojik bir sınıf kavramı mı kastediliyo yoksa siyasal bir sınıf kavramı mı?
televizyon karşısında bira içen,araba yada maç muhabbeti yapan
bilinçsiz kesimler belki sosyolojik ollrak işçi sınıfına dahil edilse bile siyasal olarak o sınıfın üyesi midir?
sınıf tanımı bilinç öğesinden bağımsız düşünebilir miyiz?
bu ‘lümpen’ proleter kesimler üzerinden devrim beklenir mi?
Gün Zileli
21 Eylül 09 / 2pm
#19
Derlenişin görüşü tipik Lukacscı misyon görüşüdür. Sanırım bugünlerde bu görüş yeniden moda haline getirilmek istenmektedir. Siyasi işçi sınıfı ekonomik işçi sınıfı ayrımını ilk yapan kişidir Lukacs. O zaman Bolşevik partisinde bile kınanmıştı bu aşırı seçkinci anlayış. Siyasi işçi sınıfı diye bir kavram yaratmak, gerçek işçi sınıfının üzerinde siyasi bir bürokratik diktatörlük kurmak isteyenlerin teorisidir. Nitekim bu teori Sovyetler Birliği’nde hayata geçmiştir. Siyasi “işçi sınıfı”, gerçek işçi sınıfının ezmiş, çalıştırmış, lağamlara sürmüştür. Üstüne üstlük bir de “lumpen “adını takmıştır ona, aynı Direniş’in yaptığı gibi.
Gün Zileli
21 Eylül 09 / 9pm
#20
bu bıçak ve kemik teorisini artık bir tarafa bırakmanın zamanı geldi Ertan. Aslında bıçak ne kemik ne? Bıçak bir anlamda çoktan kemiğe dayanmış durumda. öte yandan, eskisi gibi sefalet manzaraları aramak yanlış. Bu sistem insanları tüketimle zehirleme ve kapitalizmi bu yolla yaşatma yöntemini icat etti. Aslında birçok insan var bu sistemin sınırlarının dışına çıkmak, yeni bir toplum için bir şeyler yapmak isteyen. Ama artık insanlar hayatlarını da riske atmak istemiyorlar. Geçmişte bunun da bir fayda getirmediğini gördüler üstelik. İnsanlardan olağanüstü fedakarlıklar beklerseniz bir avuç gencin dışında kimse yanaşmayacaktır buna. Ama devrime herkesin kendi çapında katkıda bulunacağı bir toplumsal örgütlenme yeni baştan çok sayıda insanı harekete geçirebilir. Benim de tuzum bulunsun diyecek o kadar çok insan var ki. Devrimciliği normale döndürmek (1960′ların ilk yarısı gibi), düşük yoğunluklu bir mücadele sürecine indirmek gerekiyor yani. O zaman göreceksiniz, ne muazzam bir toplumsal potansiyel nasıl şenlikli bir toplumsal dönüşüme akıyor.
derleniş
21 Eylül 09 / 10pm
#21
devrimin objektif şartlarının olgunlaştığı günümüz dünyasında,sayın zileli nin belirttiği gibi bıçak çoktan kemiğe dayandı.(bu noktada aynı görüşteyseyiz)
bu koşullarda devrimin gerçekleşmemesinin mantıklı açıklamasını yapmak düşer bize.
belirttiğiniz ‘’siyasal sınıf” kavramının ve ”bilinç” öğesinin tahin edici yönününün son zamanlarda yeniden düşünülmesi belk bu ihtiyacı karşılamaya yöneliktir.
ayrıca luucas bu kavramların ilk ve tek kullanıcısı değil.kökü 1.enternasyonal e kadar iner.
konu çok dallandı galiba,neyse.
uğraş
22 Eylül 09 / 12am
#22
gun abi, devrimciliği 1960′lardaki gibi düşük yoğunlu bir mücadele sürecine indirmekle tam olarak neyi kastediyorsun? kendine kurtarıcılık misyonu yükleyip oraya buraya koşturmaktan mı bahsediyorsun?
uğraş
22 Eylül 09 / 12am
#23
gun abi, devrimciliği 1960′lardaki gibi düşük yoğunlu bir mücadele sürecine indirmekle tam olarak neyi kastediyorsun?
ertan
22 Eylül 09 / 12am
#24
Gün bey, 1960′lı yılların o düşük yoğunluklu, kendiliğinden gelişen devrimci atılımı herkesin diline pelesenk ettiği 60 darbesinin özgürlükçü ortamıyla yakinen ilişkili. Tabi o zaman dünyada yükselen devrimci dalgayı da atlamamak lazım. Ama yine de o dediğiniz dönemde ortaya çıkan tepki sosyalizmi keşfetti o dönem normal olarak, ve Stalinistleşti. Sonuçta o tepki emek-sermaye yada sömürü meseleleri dışında ulusalcı, anti-emperyalist bir tepkiydi. Bunu en güzel siz anlatmışsınız kitaplarınızda.
En nihayetinde o tepkiler de, halkın genel çoğunluğuna göre daha azınlıkta kalan kentli orta sınıf içinde yükseldi ve gideceği yere gitti.
Fakir fukara edebiyatı olarak nitelememek lazım ancak sizin bahsettiğiniz anlamda bir müdahale ancak fakirlik ve fukaralığın hakim olduğu koşullarda mümkün olur. Bıçağın kemiğe dayandığı koşullar çok subjektif koşullar değildir. Ekonomik anlamda tutunan insan için bıçak kemiğe dayanmamıştı, tutunamayan için ise dayanmıştır. Onun dışında ulusalcılık yada bir başka akım dediğiniz şekilde gelişebilir.
Bu arada derleniş arkadaşa şunu söylemek isterim, benzer bir subjektivizm sende de görülüyor. İşçi sınıfının ne olduğu bizim onlara vereceğimiz niteliklerle belirlenemez. Haftada 2 kitap okuyan emekçi mi buna dahil olacak? Onun yerine emek sürecinde bireyin aldığı role göre bu belirlenmeli ve bunu belirleyeli 200 yıl oluyor.
eylem
22 Eylül 09 / 1am
#25
güzel yazınız için teşekkürler.
konuyu iyice dallandırma iznim var mı?
bence derlenişle gün zileli bir noktada uzlaşıyorlar: kriz ve bilinç. varolan sistem nasıl (bir) krize girecek ve ardından “iyi” bir toplumun ortaya çıkması nasıl mümkün olacak?
zaten marx’tan beri (1844-48) devrimin neden gerçekleşmediği sorusu üzerine gelişiyor tartışma, ne lukacs ne de gramsci (ve ne de althusser) bu sorudan azade değil.
siyaset felsefesini bu derece meşgul eden bir başka tartışma da faşizmin neden ve nasıl varolduğudur bence, çünkü krizin ardından “kötü” toplum çıkmıştır, hem de oldukça “rasyonel” bir rotada ilerleyerek.
bu sorular hala önümüzde duruyor. ancak bu sorulara cevap ararken “gücü elinde bulunduranlar ve ezilenler” paradigmasından çıkılması gerekiyor. bu paradigmadan çıkmak yönetimin nasıl olması/olmaması gerektiği sorusundan kurtulmak anlamına gelir. politika kavramı yanlış anlaşılıyor genellikle: kim yönetsin, nasıl yönetsin sorusuna verilecek cevaplara politika adı veriliyor. ama bunun adı bence “ideoloji” (marx’ın kullandığı şekliyle, egemen düşünceler egemenlerin düşünceleridir bu yüzden). “nasıl yönetildiğimizi” araştırmak durumundayız tabi ki, ve yönetilmemizin nasıl mümkün olduğunu da, ama asıl mesele politika yapabilmekte.
politikanın anahtarlarından birini de gramsci’de bulabiliriz, bu yüzden bence bu yazıdaki gibi hızlı geçmemek gerekiyor gransci’yi. politika ittifak demektir, işçi sınıfının (soyut politik bir birim olarak sınıfın) ortaya çıkması politikayla mümkün olur. gramsci’nin derdi entelektüelin işçi olması değil, işçilerin entelektüelleşmesiydi, ve bu (organik) entelektüelin “klasik” entelektüelden farkı bence yeterince mütevazi olmasıdır -işçi olması değil. gramsci sınıfı (sadece) üretim birimi olarak değil, politik bir birim olarak görüyordu.
modern entelektüelin yanlış (ve politik olmayan) soru(n)(s)u, “bilinçleninceye dek başkaldıramayacaklar, başkaldırmazlarsa da hiçbir zaman bilinçlenemeyecekler” veciziyle ifade edilebilir. bu cümle George Orwell’in 1984′ünde geçiyor. bu paradokstan kurtulmak gerek -onu çözümüne ulaştırmak değil, tamamen terketmek gerekiyor. bu da mütevazilik gerektiriyor gerçekten.
Gün Zileli
22 Eylül 09 / 11am
#26
Ertan’a. 1960 darbesinin böyle bir olumlu etki yaptığını inkar etmemek gerekir. Ne var ki, olumsuz etkisi, ordunun vesayet rejimini güçlendirmesi, 12 Mart ve 12 Eylül’ün yolunu açması olmuştur. Diğer yandan, 60′lardaki gençlik hareketi daha çok orta sınıf gençlere dayanmakla birlikte, derinden gelişen bir emekçi hareketini de görmezlikten gelmemek lazım. alttan gürül gürül gelen bir dalgaydı bu. işzi ve köylüler huzursuzdu ve düzen değişikliği talebi yayılıyordu. Birçok insan bu değişimin içinde hissediyordu kendini. Olay şudur: 10 kişinin 5′e-r kiloluk ağırlığını mı, 100 kişinin 100′er gramlık ağırlığını mı tercihn edersiniz. Hesabını yaüpın, söyleyin bana. Ben 100 kişinin 100′er gramlık ağırlığını tercih ederim. Bu, azınlık öncü hareketine göre çok daha sağlıklı bir hrekettin. Böylece eylem’ni sorusunu da yanıtlamış olayım. Düşük yoğunluklu derken şunu katsediyorum. Motorumuz yavaş gitsin, herkes binsin, herkes katkıda bulunsun. Çoık hızlı giden motor kriskraftır ve çok az yolcu alır.
ertan
22 Eylül 09 / 12pm
#27
Maoculuğun etkisi var sanki bu cümlelerde. Bu yaklaşıma diyecek bir lafım yok, sadece asgari üretim ve tüketim stratejinizin bu yolla uygulanabilirliğine karşı çıktım.
eylem
22 Eylül 09 / 9pm
#28
hız konusunda diyeceğim bişey yok, benim acelem yok…
mehmet oruç
22 Eylül 09 / 9pm
#29
yazı için teşekkürler gün abi..
klasik marksist solun hep göz ardı ettiği bir gerçeği olanca yalınlığıyla belirtmişsiniz..
sosyalist bir devrimden sonra hala kölece çalışmaya koşularak entellektüel bir gücü bastırılan bir sınıf: işçi sınıfı..
Şu an varolan somut durumun gerçekliği bu.
Burada radikal kopuş üretim ve tüketim döngüsünden mümkün olduğu kadar asgari bir düzlemde koparak ; bu sınıfın kendi boş zamanını yaratıcı bir şeylere dönüştürmesidir..
ve kapitalist üretim ilişkilerinden arındırılmış bir boş zaman etkinliğiyle işçi sınıfı kendi hayatlarını belki de bir sanat eseri haline getirebilecekler..
kapitalist denetim ve disiplin toplumunda, bir tür şizofrenik kaçış çizgisi yaratacak olan her bir tekil işçi , çalışma zamanlarından arta kalan geniş boş zamanlarında kendini yeniden kurabilecek yetiye sahiptir.
asıl korkulan gerçek şudur ki, iktidarlar böyle yaratıcı ve kendi için işler peşinde koşan bir sınıf istemeyeceklerdir.
yaşamı her anlamda sahiplenen, üretim için çalışmaktan çok kendi için çalışmanın önemini farkeden bir sınıf son derece tehlikeli olabilecektir .
kendi içindeki tekil yaratıcı potansiyeli kolektif bir düzleme yayabilirse o zaman bir toplumsal devrim gerçekleşebilir..
bunun için daha fazla boş zaman..ve şiir için devrim.
teşekkürler..
Anonim
8 Ocak 10 / 3pm
#30
işçi sınfı pek ala entellektüel olabilir..entelektüeller tarihi olarak işçi sınıfına ne vermiştir..sizler hala sovyet çin arnavutluk devrimlerini anlayamamışsınız..ben pratik olarak 30 yıldır işçi sınıfı içindeyim.. daha türkiyede ciddi anlamda sınıf partisi kurulamadı..entellektüellerde sınıf adına kendileri devrim yolu nasıl oluru veya sen mi ben mi liderlik tartışması yapa dursunlar..şu anki gelinen sürec geri bilinçli sınıfı milli duygularla kim iyi kandırırsa toplumu o sürüklüyor.. sosyalist ülkelerdeki devrim yenilğisi ise..rekabetci dünyaile rekabet edememekten ve herkesin yetenegine herkesin ihtiyacına uygun sistem yaratılamayışından kaynaklanan ve üretennin yeniden üretilmesini yaratamamaktan kaynaklanan bir olaydır..sizler böyle bakmaya devam ediniz kızılayı kim işğal ederse doldurursa iktidar onundur..hükümetleri yıkmak kurmak kızılaya cıkmaktan geçiyor..kızılayın meyvelerini gerici faşist partiler topluyor..görüşmek dileğiyle.. hç kl..