İsaac Deutscher/DAS KAPİTAL’i KEŞFETMEK
Genç bir Polonyalı entellektüelin 1920’lerde, ya da 1930’1arda Das Kapital’i etüd ettiği koşullar, Batı’nın birçok ülkesinden farklıydı. Bizim için kapitalizmin çöküşüne ilişkin Marksist öngörü, sadece günlük yaşantımızın gerçekleri konusundaki bilinmezlikleri ötelerden açığa çıkaran bir bakış değildi. Eski toplumsal düzen gözlerimizin önünde çöküyordu. Bu, varlığımızın nedeni olan ezici olguydu. Ben kendi çocukluk ve yetişkinlik dönemimde bu olguyla defalarca sarsıntı geçirdim.Üç imparatorluğun sınırları arasındaki bir uçta sıkışan Krakov’da ve Krakov’laAuschwitz’in ortasındaki küçük bir kentte büyüdüm. On onbir yaşında bir çocukken, Romanov, Hobsburg ve Hohenzol hanedanlıklarının çöküşünü gördüm. Nesiller boyu halkımızı korku içinde yaşatan eski iktidarlar, kutsallıklar ve fetişler bir gece içinde ortadan siliniyordu. Rus devriminin sıcak nefesini hissediyorduk. Arkadan, sınırın öbür tarafında ansızın Pudapeşte Komünü alevlendi ve kan içinde boğuldu. Onuç yaşındayken, Kızıl Ordu’nun Varşova’ya doğru ilerlediği haberini izleyen büyüklerin gerginlikleri dikkatimi çekmişti. Yıllarca, neredeyse sürekli iç savaş, hızlı enflasyon, kitlesel işsizlik, kitlesel katliamlar, erken ve ölü doğmuş devrimler, neticesiz karşı-devrimler yaşadık. Ancak bütün bu ani ve şiddetli sarsıntıların arifesinde, dışarıdan bakıldığında gerçeğin özünü yansıtmayan 1914 öncesinin sevimli çağında, Marksizm neredeyse işçi sınıfımızın tümünce kabullenilmiş ideolojiydi. Sağ kanat sosyal demokratlarımız, Das Kapital’i işçi sınıfının İncili olarak görmek konusunda hiç de komünistlerimizden aşağı kalmıyorlardı. Eski İncil gibi, o da tozluydu ve okunmamıştı, fakat saygınlığı vardı. Marx ve Lasalle’nin portreleri tüm sendika lokallerinin, sosyalist gençlik örgütlerinin ve hatta birçok Siyonist klüplerin duvarlarından bize bakıyordu. Tarihsel materyalizmle ilk kez eski okul arkadaşlarım sayesinde tanıştım; benim orta sınıf ve ortodoksyahudi terbiyesiyle yetişmem tarihsel materyalizme ters düşmesine rağmen, toplumsal varlığımızın sarsıntı içinde olması, ortamın bazı devrimci düşüncelerini çekingenlik içinde kavramama neden oldu.
Das Kapital’i gençlik yıllarımın sonunda okumaya çalıştım fakat direnmedim. Bana çetin bir ceviz gibi göründü ve ayrıca ekonomi politiğe karşı fazla bir ilgim de yoktu.
Erken çağda şairliğe ve edebiyat eleştirmenliğine başladım ve sanatta felsefi bir yaklaşımın arayışı içindeydim. Bu yüzden de en başta Marksist dünya görüşünün genel çizgileriyle ilgileniyordum. Das Kapital’den uzaklaşarak, Marx ve Engels’in daha küçükeserlerinden, Plekhanov, Lenin, Mehring, Buharin ve diğerlerinin yazılarından bu çizgileri kavramaya çalışıyordum.Ancak onların felsefi teorileri, insan bilincinin çok yanlı biçimlerinin altını çizerek, devamlı olarak sosyo-ekonomik gerçeklere dönüyordu. Ve böylece Das Kapital’i incelemeye ve onun ekonomik doktrininin daha kolay anlaşılabilir açıklamalarını yutmaya koyuldum. Bunları yeterince inandırıcı buldum ve ilerideki edebi, felsefi çalışmalar ve politik mücadele için beni yeterince teçhiz ettiği sanısına kapıldım. Marx’ınDas Kapital’e yazdığı önsözlerden birinde şu uyarıyı sesiz bir öfke içinde okuduğumu bile söyleyebilirim: ‘’bilim düz ve geniş bir yol tanımaz ve sadece bilimin dik yamaçlarına tırmanma sıkıntısına katlananlar, onun açık tepelerine ulaşma şansına sahiptir.” Marx’ın yamaçlardaki patikaları dikleştirdiği konusunda kuşkum vardı. Onun diyalektik inceliklerinin bazen bana modası geçmiş olan önemsiz bir aşırı özenme gibi göründüğü olmuştur; ve bunların konuyla ne ölçüde ilişkisi olduğunu merak etmişimdir.Marx1ın izahı, dünyayı anlamakta ve hızla değiştirmekte benim gibi sabırsızbir kimseye pek yavaş ve ivedisiz görünmüştü. Ünlü parlamenterimiz, sosyalizmin piyonyeri, Viyana ve Varşova parlamentolarının dikkatle kulak kabarttığı parlak hatip IgnacyDoszynski den Das Kapital’in çetin ceviz olduğunu duymak beni rahatlatmıştı. IgnacyDoszyniski bir çeşit övünmeyle şöyle demişti: “Das Kapital’i okumadım fakat KarlKautsky okumuş ve popüler bir özetini yazmıştır Ben Kautsky’i de okumadım; fakat partimizin teorisyeni Kelles-Krauz okumuş ve Kautsky’nin kitabını özetlemişti. Ben Kelles-Krauz’u da okumadım; fakat şu akıllı mali uzmanımız NermanDiamandKelles-Krauz’u okumuş ve bana anlattı.” Büyük Doszyniski’ den farklı olarak, ben en azından Kautsky’i ve Das Kapital’in diğer popülarize edilmiş bir sürü özetini okudum. Bu arada yasadışı Komünist Parti’sine katılarak politikaya da girmiştim. Yıllarca, edebiyat dergileri yayınlamak, siyasi yorumlar, illegal bildiri ve broşürler yazmak, işçilere seslenmek, hatta köylüleri örgütlemek, Pilsudiski’nin ordusunda bir asker olarak yeraltı propagandası sürdürmek ve sürekli olarak da jandarma ve siyasi polisten kaçmakla uğraştım. Bu koşullar altında Das Kapital’le ciddi olarak uğraşmayı düşleyemezdim bile. Birkaç yıl sonra, 1932’de anti-stalinist muhalefetin sözcüsü olarak partiden ihraç edildiğim zaman, bu işin zamanı gelmişti. Kendi politik düşüncemi, komünizmin ve Marksizmin ilkelerini yeni baştan inceleme gereksinimi duydum. Hiçbiri şeyi önceden mutlak olarak kabullenmemeye karar verdim.Stalinist siyaset ve bunun pratikleri Marksizmin terimleriyle haklı gösterilebilir miydi? Marx’ın kapitalizm tahlili ve eleştirisi zamanımızın olaylarına dayanabilecek miydi? Beni tedirgin eden sorular bunlardı? Das Kapital’in üç ciltlik tamamı ve aynı zamanda birkaç ciltten oluşan Artı-Değer Teorileri’ne dalmaya karar verdim. Bu entellektüel yapıtın tümünü serinkanlılıkla ve kuşkuyla incelemekte ve olası çatlak ve yarıklara karşı uyanık olmakta kararlıydım. Esprit de contradiction(çelişkinin ruhu -ç-) beni pek sarmıştı. Marx’ın yanlışlığını kanıtlamaya yönelmiş gibiydim. Belki bu yoğun karmaşıklık, ya da benim artan entellektüel olgunluğum nedeniyle, “dik patikalar”ı bu kez engelleyici bulmadım. Bundan sonraki üç dört yıl boyunca, büyük yapıtı bütünlüğü içinde beş altı kez üst üste okudum. Marx’ın başvurduğu geniş ekonomi literatürünün de içine daldım. Marx’a yöneltilen burjuva, akademik ve sosyal demokrat eleştirileri inceledim; Kautsky, Lenin, Hilferding, Luxemburg, Buharin ve başkalarının Das Kapital’e ilişkin geliştirdikleri yorumlarla da tanıştım. Başlangıç noktam olan şiir ve estetiği gerilerde bırakarak, tüm entellektüel tutkumu, ticari dolaşım, toprak rantı, tarımda sermayenin yoğunlaşması, kar oranının düşmesi, işçi sınıfının yoksullaşmasına ilişkin mali doktrinlere ve bu bahtsız bilimin diğer yönlerine yönelttim. Rikardo, Sismondi, Sombart, Böhm-Bawerk ve Keynes’in ilk zamanlarındaki çalışmalarından, tekrar ve tekrar Das Kapital’e döndüm; onun teorik zenginliği, tarihsel örgüsü ve tahlilindeki berraklık yeni baştan ama hiç sona ermeyecek şekilde beni büyüledi. Tepeye tırmanma uğraşım düpedüz bir heyecana dönüşmüş oldu. Marx’ın beni “zirve”yeçıkararak, toplumun sınırsız ufkunu önümde açmış olması karşısında duyduğum sarsıcı heyecanı hiçbir zaman unutamayacağım. Hiçbir eser beni bu denli etkilememişti.
Peki, Das Kapital’de aradığım çatlaklar ne oldu? Benim yaptığım gibi deneyin, doğrusu ben bulamadım. Eseri her yeni okuyuşumda, düşündüğümden daha ikna edici ve inandırıcı buluyordum. Başlangıç bölümünde Marx’dan farklı düşünülebileceğini ve marjinal yararlılık teorisyenlerinin peşinden gidilebileceğini gördüm. Yine de marjinal yararlılık teorisi beni tatmin etmedi; o teoriyi, Marx’ın değer, meta ve emek anlayışına bir alternatif olarak kabul edemedim. Ve bir kere daha Marx’ın öncüllerini benimsedim; sonuçlarına kadar onu izlemekten başka birşey elimden gelmedi. Bir kimyagerin elemanları incelediği gibi, Marx’ın da kapitalizmi “saf biçimi” ile incelediğini biliyordum; ama bunun yanısıra, gerçekte kapitalizm daha önceki bütün toplumsal düzenlerin artıklarını emmişti ve bunları kendi içinde taşımaktaydı. Şimdiye kadar Marx kadar hiç kimse vurgulayarak bunun altını çizmemişti. Ve hiç kimse içinde yaşadığımız toplumun yapısal karmaşıklıklarını, onun tarihsel realizmine yaklaşabilecek düzeyde aydınlatmamıştı. Marx’ın kapitalist örgütlenmenin daha sonraki yarı-tekelci biçimleriyle değil, Laissezfaire(bırakınız geçsinler -ç-) ile uğraştığı doğrudur. Bence bu, Marx’ın tahlilini geçersiz hale getirmez, çünkü Marxlaissezfaire’niniçinden tekelci biçimlerin inkişafına şaşmaz bir biçimde işaret ediyordu; ekonomik gelişmenin bu evreleri arasındaki organik bağı açıklıyordu. Das Kapital’in yayınlanmasından yirmi yıl önce, Proudhon’un serbest rekabeti idealize etmesiyle tartışmaya giriştiği Felsefenin Sefaleti’nde bile, serbest rekabetin kendi diyalektik zıddı olan tekele doğru bir eğilim içinde olduğuna işaret etmişti. Marx daha sonra Das Kapital’de, birçok işletmecinin çok daha az sayıdaki ‘sermaye kodamanları’ncamülksüzleştirilmesineyolaçan ‘birikimin tarihsel eğilimi’ni açıklarken, sermayenin yoğunlaşma sürecinin dramatik sonuçlarını göstermiştir. Ancak tartışırken eksiksiz bir rekabeti varsayması bile, sadece rekabetin zorunlu olan yıkıcı yapısını kanıtlamak içindi. Ve bu yüzden Marx’ın, zamanımızın ‘eksik rekabet’inden habersiz olduğunu ileri süren akademik eleştirileri anlamakta zorluk çekmekten başka birşey elimden gelmedi ve gelmiyor. Aslında, Hilferding ve Lenin’de dahil, Marksist olsun ya da olmasın tekelci sermayeye ilişkin daha sonraki benzer yapıtlar, ekonomik evrimin bu noktasında Marx’ın öngörülerinin doğrulanmasının göstergesinden başka birşeydeğildir.Daha da önemlisi, Marx, işçiler açısından laissezfairekapitalizminin bile tekelcilikten başka birşey ifade etmediğini göstermiştir. Sermaye ile emek arasında hiçbir zaman eksiksiz bir rekabet olmadı ve olamazdı, çünkü en’adaletli’ ücret sisteminde, işverenle işçi arasındaki ideal eş değerler değişimi koşullarında bile, üretim araçları üzerindeki egemenlik sermayenin elindedir. Bu böyle oldukça, toplumsal düzenin ikincil özellikleri ne denli değiştirilse de, Marx’ın teorisinin zamanının geçmeyeceği sonucuna vardım.0 zamanlar, otuz otuzbeş yıl önce bile, Marx’ın teorisinin özünü, onun ticari dolaşım tahlilinin şu ya da bu yönüne, ya da politik olarak önemli olsa da, işçi sınıfının göreceli veya mutlak yoksullaşmasına ilişkin görüşlerinde görmedim. Marx’ın kimi konuları çözümlemeden, kararsız bıraktığı durumlar olabilir. Fakat bence onun tahlilinin özü, toplumsal düzenimizin merkezi çelişkisine, yani toplumsallaşan üretim süreci ile bu süreç üzerinde kapitalist mülkiyetçe uygulanan toplumsal olmayan denetim karakteri arasındaki uyuşmazlığa ilişkin olarak söylediklerinde yatmaktadır. Bu durumun doğası gereği, işçi kendi emeğine, emeğinin ürünlerine, onun emeğiyle varlığını sürdüren toplum yapısına yabancılaşmaktadır. ‘Refah devleti’miz bu yabancılaşmayı görünüşte hafifletmekle, onu sadece derinleştirmektedir; ve birey olarak işçilerin diğer işçilere yani kendi sınıfına karşı yabancılaşmasını acımasızca ağırlaştırmaktadır.
Das Kapital’i incelemek, onun sosyal demokrat reformizmin uyuşuk karakteriyle uyuşmazlığı konusundaki düşüncem de dahil olmak üzere, sadece marksist inancımı desteklemekle kalmadı, fakat aynı zamanda klasik marksizmle ruhsuz skolastik düşünce,Stalinizmin engizisyon yöntemleri arasındaki ayırımın bütün derinliğini de bana gösterdi. Bundan sonra Stalin’deı ötürü Marx’ı suçlamanın, ortaçağın dogmaları ve Engizisyonundan ötürü İncil’i ve Aristo’yu suçlamak kadar uyumsuz göründü bana. Ve Stalinizme, bir Marksist olarak muhalefet etmeyi sürdürdüm.
Das Kapital’in stili karşısında, başlangıçta yavaş fakat daha sonra önüne geçilmez bir coşkuya kapıldım. Benim gözümde Das Kapital akıl yürütme ve anlatım gücünün en üst düzeydeki örneğiydi; öyle, bir düzeyki, Marx’ın takipçilerinden en büyükleri bile o düzeye ulaşamamıştır. Bu düzeyi diğer düşünür ve yazarlardan istemenin haksızlık olacağını kavramakla beraber, Das Kapital beni, toplumsal ve politik sorunlardaki düşünme stili konusunda sanki beni bir çeşit yüce duygusallığa itti. Herhangi bir sosyalist ya da komünist beyanın niteliğini, onun dili ve biçimine bakarak onaylayabileceğimi düşünüyordum. Uzun bir süre, genellikle benim estetik duygum baştan, öykünücü ya da sahte Marksizmin belirli bir bölümünden hoşnutsuzluk içindeydi; ancak daha sonra Marksizmin politik, felsefi ve ekonomik içeriğini incelemeye koyuldum. Şimdi bile genel olarak bir çeşit estetik huzursuzluk yüzünden, görünüşte sözde Marksist her türden gerekçelere karşı dikkatliyim. Ara-Marksistler, geçici-marksistler, ekzistanyelistlerve yapısalcılar arasındaki yabancılaşma, genç ve olgun Marx, Marksizminhümanistleştirilmesi ve diyalektik düşüncenin kategorileri gibi moda haline gelen tartışmaları gördükçe bu huzursuzluğu sık sık duymaktayım.
Das Kapital’i okumakla yazarının, kimi zaman bu tehlikenin belirtilerine işaret etmiş olmasına rağmen, neden diyalektiğin ilkelerinin sistemli bir açıklamasını sunmak gibi bir meselesi olmadığını kavradım. Besbelli ki, o bu ilkeleri tam anlamıyla açıklamaktan çok uygulamayı tercih etmiş; ve ne kadar da haklışmış. Şurası bir gerçektir ki, diyalektiğin kurallarını formüle etme çabaları genellikle kuru skolastikle sonuçlanmaktadır. Diyalektik gerçekten Marksist düşüncenin grameridir. Nasıl ki gramer bilgisi gramer kurallarını sıralayarak değil, yaşayan lisanla gösterilirse, diyalektik kavrayış da onun formüllerini düşünerek değil, fakat tarihte ve çağdaş sorunlardaki özgül, geniş ve hayati konuları yakalayarak gösterilir. Diyalektiğin kuralları şüphesiz ki öğrenilmelidir; iyi bir gramer kitabı gibi, iyi bir el kitabının da yararları vardır. Ancak tek yanlı olarak soyut metodoloji ile uğraşmak, ‘Pratik’ üzerinde fazla durmaya ve ‘Pratik’in ‘P’ sini büyük harfle telaffuz etmeye tutkun olanlar için bile, çoğu kez ideolojik kaçışın bir ifadesidir. Das Kapital, amprik toplumsal tecrübeyi tabaka tabaka sürüp işlemek için tüm soyutlama gücünü kullanan diyalektik düşüncenin eyleme dönüşen üstün bir örneğidir. Elbette ki Marx, gerek başkalarından miras kalan ve gerekse bizzat yarattığı kendi felsefe atelyesinin sorunlarıyla ve entellektüel alet ve edavatlarının niteliğiyle de uğraşmıştır. Ancak atelye ve aletler, tek başlarına yapılıp bitmiş şeyler değildi; onlar, ekonomik ve sosyo-politik ham maddeyi işleyerek, tamamlanmış ürüne dönüştürmeliydi.
Önem bakımından olmasa da son olarak bir noktayı belirtmek isterim: Das Kapital benim için unutulmaz bir sanat olayıydı. Çağ açan diğer buluşlar gibi, Das Kapital’in de, sadece sağlam bir akıl yürütme ve cesur araştırmanın değil, fakat akıl yürütme ve araştırmayı sayısız sıçramalardan birisi için koşturan yaratıcı imgeselliğin bir sonucu olduğunu kavradım. Bilimdeki bu tür sıçramalar, evrende, maddenin yapısında ve türlerin ortaya çıkışı ve gelişmesinde yeni kavrayışlar getirmiştkir. Kopernik, Newton, Darwin ve Einstein gibi, dünyayı öncülleri ve çağdaşlarından farklı olarak yeni bir biçim, perspektif ve aydınlıkta görebilmiş olmaları için, herbirininolağanüstü imgeleme kapasitesine sahip olmuş olmaları da gerekirdi. Adı geçen bu bilim devlerinin her birinin içinde arka planda duran bir sanatsal deha da yaşamıştır. Bence aynı şey Marx için de doğrudur. Çünkü başka türlü, toplumun geçmişinin imgesiyle, geleceğinin görünüşü konusunda düşüncelerini nasıl bir araya getirebilirdi. O düşünceler ki, insanlığın bir kesimine ilham kaynağı olurken, diğer kesimince de korkuyla karşılanmaktadır.
Marx’ın sanatçı yeteneği, Das Kapital’in güçlü ve saf klasik mimarisinde, dilinin sakinliği ve gücünde, ciddi dramatik dokunaklılığında, yergisinde ve betimlemesinde apaçık görülür. Bu söylediklerimin, çevirisinden Das Kapital’le boğuşmuş ve Marx’ın yazı dilini sıkıcı ve çapraşık bulmuş olanları şaşırtacağını biliyorum. Mevcut çeviriler esnek ve becerikli yapılmış olmalarına rağmen, maalesef Marx’ın dili ve stili İngi1izleştirilemez. Shakespear’i Polonyacaya yapılan berbat çevirilerinden okuduğumda buna benzer bir deneyi yaşamıştım. Ancak İngilizceyi öğrendikten ve Shakespear’in satırlarını İngiliz sahnelerinde duyduktan sonra şairlik gücüne hayran kaldım. Wer den Dichterwi11 verstehen, muss im DichtersLandegehen(şairi anlamak isteyen, şairin ülkesine gitmelidir -ç-). Orijinal metnin üstünlüğüne gelince, titiz bir edebiyat eleştirmeni ve önce Marx’ın şiddetli muhalifi ve sonra izleyicisi olan Franz Mehring, Marx’ın yazı dilindeki şiirsel niteliğe ilişkin olarak özel bir deneme yazısı yazmaya girişmişti. Das Kapital’deki benzetme ve mecazları tahlil ederek, imgesel buluşçuluk ile kavramsal kesinlik arasındaki ender sayılan kombinasyonun altını çizer ve sadece Goethe’nin benzetme ve mecazları ile Marx’ınkiler arasında paralellikler bulur. Elbette ki bu, Marx’a bir Alman edebiyat eleştirmenince büyük değer verilmesinin bir göstergesidir.Son olarak bir çift söz daha: Das Kapital’i etüd edişimin üzerinden otuz yıldan fazla bir süre geçti; tüm ciltleri kitaplığımda durmasına rağmen, bir daha ona dönmedim. Tüm bu süre boyunca, bir kaç kez alıntı yapmak istediğim bir pasajı aradığımda, sadece sayfalarına göz atmakla yetindim. Son haftalarda onu yeniden okumaya başladım. Geçen süre içinde, anlaşılmaz1ığı ve karmaşıklığı ile özel olarak ün yapan ve Marx’ın da “soyut ve Hegel’cibiçim’inden dolayı biraz özür dilediği ilk üç bölümü bitirdim. Eski tanıdık sayfalar, benim için hala çekiciliğini koruyordu; fakat daha öncekinden farklı olarak şimdi dikkatimi çeken, Das Kapital’in temelli basitliğidir.
Ekim/1967
(Türkçesi: Ersen Olgaç)