Günümüzün Faşizmi
Tayfun Gönül’ün anısına…
Bu yazıya üç yıl kadar önce kaybettiğimiz sevgili Tayfun Gönül arkadaşımızı anarak başlamak istiyorum. Türkiye’nin ilk vicdani retçisi olan, anarşist Tayfun Gönül, 1990’lı yılların başlarında çıkan Apolitika dergisinin bir sayısında İslami Faşizm deyimini kullanmıştı ve ben bu kavrama o zaman karşı çıkmıştım. Hatta Apolitika dergisine bu konuda bir eleştiri de yazmıştım diye hatırlıyorum. Bugün ise, yirmi yılı aşkın bir zaman önce ortaya atılan bu kavramın büyük bir öngörü olduğunu düşünüyorum. Günümüzde; Türkiye, Ortadoğu ve dünyada yaşadıklarımız bu kavramla açıklanabilir.
İslami faşizm, yetmiş yıl önceki Alman-İtalyan (İspanya ve Portekiz’i de katmak gerekir) faşizminin (Nazizminin) özelliklerine benzer özellikler sergilemektedir.
Kısaca belirtecek olursak, Alman faşizmi gibi İslami faşizm de totaliterdir ve hedefi, devleti ele geçirerek ya da devlet kurarak, kendi dışında herkesi baskı altına alan totaliter bir diktatörlük kurmaktır. En sivri ucu IŞİD’dir, fakat Suudi rejimine ya da Katar rejimine baktığımızda onların da katı totaliter rejimler olduğunu görürüz. Türkiye’deki AKP diktatörlüğü de bir Sünni diktatörlüğüdür. Bugün henüz totaliter bir rejim vasfına tam olarak ulaşamadıysa bunun bazı nedenleri vardır. Her şeyden önce, Türkiye’nin yarım yamalak da olsa, yüz yıldır parlamenter bir rejimle yönetiliyor olması ve dolayısıyla böyle bir rejime ilişkin bazı denetleyici kurumlara sahip olması, Sünni faşizminin, totaliter hedeflerine ulaşmasının önüne bazı engeller çıkarmaktadır. Buna ek olarak, ülkenin laikliğe ilişkin bir kültür devrimi yaşamış olması, laik ve aydınlanmacı kuşaklar yetiştirmiştir ve bu kuşaklar, İslami faşizmin önünde bir engel oluşturmaktadır. Dahası, Sünni faşizmi, totaliter hedeflerini adım adım gerçekleştirmektedir. Totalitarizme varması için atması gereken birkaç adım daha vardır. Unutmayalım ki, Hitler de 1933’de iktidara geldiği gün anında totaliter bir rejim kurabilmiş değildi. Bunu yapabilmesi için, Reichtag yangınına benzer büyük provokasyonlara ihtiyacı vardı. Bu yangına kadar komünistler ve sosyal demokratlar hâlâ parlamentoda bulunuyordu.
Alman faşizmi gibi, İslami faşizm de toplumsal devrimin amansız düşmanıdır. Nerede devrimci bir oluşum varsa onun üstüne yürür. Türkiye’de son zamanlarda yaşananlar bunun en net örnekleridir. Suruç ve Ankara katliamları, IŞİD’e ihale edilmiş birer karşıdevrimci saldırıdır. Kumanda merkezinde AKP diktatörlüğü ve Saray vardır. IŞİD, canlı bombalarını neden herhangi bir yerde değil de özellikle HDP’lilerin ve diğer sol kesimlerin toplandığı yerlerde patlatmayı tercih etmiştir? Çünkü AKP’nin temsil ettiği Sünni faşizmi de, onun ihalesini yerine getiren IŞİD de toplumsal devrim güçlerine korkunç bir hınç duymakta ve bu güçlerin içinde yer alan bireyleri param parça etmek için her an diş bilemektedir. Katliamların doğrudan AKP’nin seçim hesaplarıyla bağlantısı üzerinde durmayacağım burada.
Alman faşizmi gibi, İslami faşizm de anti-komünisttir. İster devlet haline gelmiş komünizm olsun, ister sadece, partilerinde örgütlenmiş komünistler olsun, “din düşmanı” komünizm ve komünistler onların can düşmanlarındandır ve bu yüzden, “komünizm görüldüğü yerde ezilmeli”, komünistler de kıtır kıtır kesilmelidir. Türkiye’de, geçmişteki bütün anti-komünist örgütlenmeler (12 Eylül de dâhil) Sünni İslamcı temelde örgütlenmiştir. Komünizm düşmanlıkları o kadar güçlüdür ki, Rusya’da artık komünizm olmadığı halde, geleneksel Rus düşmanlıklarıyla anti-komünizmleri bugün bile sarmaş dolaş bir vaziyettedir.
Alman faşizmi gibi, İslami faşizm de batının burjuva demokrasilerine ve liberal burjuva değerlerine düşmandır. IŞİD’in Paris saldırısının, özellikle yaşam tarzı alanlarında gerçekleştirilmesi, bu değerlere düşmanlığın en açık belirtisidir. Keza İslami faşizmin tabanını oluşturan Sünni kesimlerin tribünlerdeki gösterileri, bu kesimlerin hem devrime, hem batının liberal değerlerine azılı bir düşmanlık içinde olduğunu ortaya koymuştur.
Alman faşizmi gibi, İslami faşizm de ırkçıdır. Irkçı olmak için illa bir ırkın üstünlüğünü ileri sürmek gerekmez. Türk-İslamcılık ve Arap-İslamcılık da bir tür ırkçılıktır ve hedefinde, Yahudiler, Müslüman olmayan diğer azınlıklar, Aleviler ve Kürtler vardır. Kürtlerin sokağa çıkma yasaklarıyla hapsedildikleri şehir ve kasabalar, Almanya’da Yahudilerin hapsedildiği gettoları ne kadar çok hatırlatmaktadır.
Alman faşizmi gibi, İslami faşizm de, hegemonyacı, yayılmacı, fetihçi ve işgalcidir. Alman faşizminin “hayat sahası” için savaş ve işgal politikasına son derece benzer bir şekilde, İslami faşizm de “dini yaymak” adına cihat ve fetih peşindedir. AKP diktatörlüğü altında Türkiye, bölgesel hegemonyacı ve yayılmacı bir yönelime sokulmuştur. MİT tırları üzerinde koparılan gürültü, özgür basının bu yayılmacı emelleri açığa çıkarmasından kaynaklanmıştır.
İşte bu altı temel özellik (totalitarizm, toplumsal devrim düşmanlığı, anti-komünizm, liberal burjuva değerlere düşmanlık, ırkçılık, hegemonyacı yayılmacılık), ister Alman-İtalyan, ister Türk-Arap kitle temeline dayandırılsın, sonuçta faşizmdir.
Gün; Türk-Arap veya İslam faşizmine karşı mücadele günüdür. AKP diktatörlüğünün bürünmeye çalıştığı IŞİD’e karşıymış pozlarına asla yüz vermemek gerekir. IŞİD de, Suudiler de, Suriye’deki Sünni “muhalif”ler de, Türk-İslam temelli Saray diktatörlüğü de aynı İslami faşist cephenin unsurlarıdır. Bunu anlayamazsak, Suriye’de Rusya’nın Sünni-faşist cephesine karşı başlattığı taarruzdan AKP diktatörlüğünün neden öylesine korkuya kapıldığını, “Türkmenlere saldırılıyor” diye cıyaklamaya başladığını ve her şeyi göze alıp Rus uçağını düşürdüğünü anlamamız mümkün olmaz.
Türk-Sünni faşizminin iktidara yeniden hâkim olduğu 1 Kasım seçimlerini, Hitler diktatörlüğünün faşizmi hâkim kılmakta en büyük atağını oluşturan 23 Mart 1933 seçimlerine benzetebiliriz. Eğer bu benzetme doğruysa, Hitler’in totalitarizm konusunda dev adımlar atmaya başladığı döneme benzer bir şekilde, Saray’ın da ileri hamleler yapacağını öngörebiliriz. Bu yüzden, dün gece, Can Dündar ve Erdem Gül’ün tutuklanmasından sonra attığım twit karşısında konformist şakalar yapmaya kalkan arkadaşları uyanıklığa ve sorumluluğa davet etmek zorundayım. Twit şöyleydi:
“HDP, CHP, BHH, Komünist, Anarşist, Liberal, Kemalist, Alevi, Kürt, Türk, Müslüman, Hristiyan, Anti-Faşist Direniş Cephesinde Birleş.”
Bu mesajdan da anlaşılacağı gibi, herkes gibi, Müslüman inancına sahip olanları da İslami faşizme karşı mücadele cephesine çağırıyoruz.
Gün Zileli
27 Kasım 2015
www.gunzileli.com
gunzileli@hotmail.com
Abi, İslami faşizm konusunda söylenenler çok doğru lakin diğer saydığın kesim çok mu demokratik.Ayrıca İslamcılıkta ırki bir ayırım ben göremiyorum.siyasi yada dinsel bir ayırımcılık demek daha doğru olur..Ve laiklik devrimi bir kültür devriminden çok öte bir baskı aracı olmuştur ve bugün İslami faşizmden bahsediyorsan bunun kaynağı da bu baskıcı laikliktir..Ayrıca tayfun Gönül’ün dinle kemalist isimli yazsı da bunu güzel anlatır.O yazıda derki tepede ki adamlar haricinde Anadolu Müslümanlığın da değil saray ve çevresinde islami faşizm vardır..Bugün şayet İslam içinden entelektüel çıkıp AKP eleştirisi yapamıyorsa bu o Ceberut laik kafanın yüzündendir.Dip not olarakda şunu belirteyim;İslami kesim içinde AKP ve uygulamalarına çok net eleştiri getiren entelektüeller var ama azlar hemde soldan gelen ideolojiler bir türlü kabullenemediği için yok saymaktadırlar..
Bombalar olmasa %50 zordu.
Cahil: yoksulluktan ,savaştan burnu sürtmüş kitlelerin oyları bombalarla akp ye taşındı.
Bombayla gelen bombayla gider, enseyi karartmamak gerek.
Mısır ‘dan daha köklü bizde laiklik.mısır gibi isyan çıkmama nedeni ekonomi ve akp nin sinsiliği.
Uçağı vurup ‘rus uçağı oldugunu bileydik farklı olurdu’diyor sinsiler.
Kaldı ki ortadoğudaki duruma göre geri adım da atacaktır zübük tayyip.
Yeni geziler yaratmalı ya da kendiliğinden var olanı adam gibi yönlendirmeli. kürtlerle yan yana gelmeli.
Yoksa savaş bize de bulaşacak.
HDP, CHP, BHH, Komünist, Anarşist, Liberal, Kemalist, Alevi, Kürt, Türk, Müslüman, Hristiyan, Anti-Faşist Direniş Cephesinde Birleş.”
Sanırım bu önerinin hayata geçmesi için pazarlıksız, koşulsuz, en küçük bir parti, ideoloji, etnik çıkar, taraf gözetmeksizin “liberal burjuva” özgürlükler dahil, soyut da olsa, sanki “sınıfsız” gibi “çağdaş demokrasi” paydasında, en azından diktatörlük iktidardan gidinceye dek KENDİLİĞİNDEN ortak hareket bilinci içinde davranmak!
Yüzde 35-40 blok davranmak! Bu blok çekim gücü de yaratarak, karşıda çözülme de yaratabilir.
Bu KÜLTÜREL bir mücadele, bir direniş hattı olmalıdır. Seküler, Laik, özgürlükçü, demokrat!
Her yapı “daha ileri” taleplerini “bir süre” ertelemelidir. Hiç bir yapı bu “birleşik hareketi” kendi “tarafına” yedeklemeyi; bu hareketten “taraf” olarak kendi adına en küçük bir “destek” almayı aklına bile getirmemelidir.
Hiyerarşisiz, birey olarak, egosuz ve “örgüt kimliksiz” bir araya gelmelidir.
Bu ve buna benzer ilkeler temelinde “faşizme karşı birlikte” güçlü ama “şekilsiz” bir güç birliği için acilen bir sayfalık metin hazırlanarak, CHP, HDP ve sosyalist partilerin yine “kendiliğinden” bulunabileceği teorik bir metin hazırlanması başlangıç olarak çok yararlı olabilir…
(Tam da bence iktidarın “zor durumda” kaldığı günlerde.. Psikolojik egemenliğini sürdürme adına saçmalamaya hazır olduğu şu zamanda…)
Sanırım, bu ACİL BİR GÖREV…
secimlere daha cok var, bence 3 yil daha sabretin sonra baslarsiniz bas geclere ve cephe onerilerine 🙁
Almanya örneğinden gidecek olursak bir sonraki adimda muhalif parti ve derneklerin de kapatılması gerekir.
İslami Faşizm bir yana, İslamcılık bile tartışılır bir kavramdır. Buna değinen bir yazı:
http://www.gazetevahdet.com/islamciliklar-4224yy.htm
Kemalistler, taş kafalı Laikçiler, liberal burjuvazi, kapitalist aydınlar da dışlanmasın!
*
Savaşa Hayır!
Dinci İktidara Hayır.
Gençler ölmesin; Halife de olmayıver!
Suriye senin işin; bizim değil!
Halife’nin suç ortaklarını unutmayacağız…
…….gibi “ortalama”, ortak taleplerin yoğunlaştığı “STANDART SLOGANLAR” bu birliği pekiştirecek; ortak duyguyu ve ortaklaşılan mücadeleyi netleştirecektir…
***
Hadi ekleyeyim.. Bu mümkün mü?
Doğrusu bizde de bulunan “taş kafalı” solculuk haline baktığımda nedense iyimser olamıyorum..
Çok bilmiş, çok etkili “Ağır abiler”, tarihte örnekleri çok olduğu üzere on sene sonra “böyle yapmadıkları” için özeleştiri vererek yine o koltuklarda oturmaya devam ederler!
İslamda “fırka” (şimdi parti deniyor) yoktur, gerçek bir Müslüman “parti/fırka” kuramaz, bölücülüktür, araya ikilik sokmaktır. Oysa İslam bütüncüldür, evrenseldir. Peki, Kuran’ın uygun görmediği, suçladığı bir girişimle, bir kurum oluşturmak (parti kurmak) hangi dinsel ilkeye, kaynağa dayanıyor? Bu da yanıtsızdır.
İslam dini kadınlara, kızlara toplumsal kurumlarda, kesinlikle yer vermemiştir, erkeklerle eşitlik tanımamıştır. Nitekim İslam uygulamalarına göre kadın müftü olamaz, imamlık edemez, minareye çıkıp ezan okuyamaz, kaymakam, vali, bakan, dahası kamu kurumlarında görevli olamaz, kadının başlıca görevi evinin içindedir, eşine bağlılıktır. Peki, “türban”ı bir inanç simgesi sayan kızların yükseköğretim kurumları, İmam-Hatip okullarında ne işleri vardır? İslam dininin, Kuran’ın kendilerine vermediği bu yetkileri nereden, kimden alıyorlar? İslamın kaynağı olan Kuran’da böyle bir yetki tanınmazken, Tanrı böyle bir bildiri, buyruk vermemişken, Tanrı’nın yapmadığını, yine Tanrı adına yapmaya kalkışmak dinle bağdaşır mı? İslam dinine göre Tanrı’nın buyurmadığını, Tanrı buyurmuş gibi göstererek, Tanrı’ya başka bir nitelik yüklemek suç değil mi? (Üstelik çok ağır suç.) Sıkışınca “Ben inancım gereği türban takıyorum” diyen bu yüksekokul öğrencisine soralım: Kızım sana Tanrı toplumsal kurumlarda, erkekler arasında görev alma yetkisi verdi mi? Bu sorunun yanıtım üniversiteli kızımız değil, İslam bile veremez. Bunun yanıtını Kuran’la, İslamla yetinmeyen, İslamın özüne aykırı düşen uygulamalarla toplumsal inanç bunalımı yaratarak çıkar sağlayan Nakşibendi yandaşı verebilir, o da Müslüman sayılırsa.
Bir din, doğuşundan 1400 yıl sonra sürekli tartışmalara konu oluyorsa ona bağlanmak us ilkelerine aykırıdır. Us, kendi ölçüleri içinde, kesinlik, tutarlılık ister.
(İsmet Zeki Eyüboğlu-İrticanın Ayak Sesleri)
İlk defa Müslümanlarında anti-faşist anti-kapitalist egemen hegemonik ceberut düzenin karşısında mücadele edbileceğine inanıp samimi çağrı yapabilmesi site müzakereli tartışma süreçlerinin olumlu katkısını sayın zileleli kendi kişisel gelişim sürecine de çok olumlu katkısı olarak görüp takdir ediyorum.
Faşizmin bizde çok rahat kullanılıp olur olmaz bütün sistem yönetim şekillerine faşist dediğimiz sorunlu geçmişimizde aslında faşizmin kitle tabanına dayandığı sadece devlet merkezli örgütlenmenin faşizmi açıklayamadığını hatırlayınca ülkemizdeki geleneksel türk millici ırkçı şöven vatan millet edebiyatıyla devletin ardına dizilen kitlesel faşizm çabalarının buna yetmediği buradan devşirilenlere ilaveten islamın biriktirmeye çalıştığı milli ırkçı şöven duyguları aşan hümanist insani değerlerin dışına düşen radikal cihatçı selefi sunni islami hegemonyacı faşist tepkisel damarın kitlesi ile birleştirip reel politik pratikte yerel ve küresel ciddi bir birikime ulaştığını giderek insanlık ailesinin biriktirdiği özgürlükçü toplumsal demokratik devrimci birikimlere ve fiziki olarak insanlığa cıddi bir tehdit oluşturduğu pratikleriyle önümüzdedir.Toplumsal muhalefetin çürüyen kapitalist-emperyal hegemonik düzenle mücadelesinin yanında bu önemli sorunla mücadele etmesi sadece ideolojik mücadelenin yetmeyip pratik fiziki mücadele etme gereği ortadadır.zilelinin bütün kesimleri bu sunni-islami faşizme karşı ortak mücadele çağrısı çok yerinde olmasına rağmen çağrılanların maalesef bir kısmı devletçi- milli yada manevi duygular gibi çeşitli nedenlerle sunni islami faşizmin karşısına değil o cepheye savrulma ihtimali yok değildir bakınız zilelinin düzeltmeye çalıştığı perinçek örneği.
Bu yerinde zamanında yazıya çok olumlu katkı ve eleştirilerin önemli olduğunu düşünüyorum.daha önceki yorumlarımda türkiyenin emperyal bir ülke olduğunu dünyanın 30 a yakın ülkesinde askeri olup bütün kıtalarda ekonomik ilişkileri yatırımları olduğunu 80 den sonra finans-kapitalin önemli bir birikim sağladığını yıllardır yürüttüğü kontrollü kürdistanda ki savaşla biriktirdiği deneylere bölgenin kaybetmiş sorunlu pisikolojik tepkilerde biriken sunni-islam ın evrensel insani değerlerle buluşamayan arkaik tepkisel kesimlerinide arkasına alıp ciddi hamleler yapacak seviyede kendini hissedip beklenmedik çıkışlar yapacağı belli olmuştur.Ben türkiyenin emperyal ülke olduğunu söylediğimde kürdistanında da yeni sömürge kolonyal ilşkileri yüzünden milli duygularla itiraz edenler olmuştu.
Aslında bu geleneğin bizde bu seviyede gelişmesinde biz toplumsal muhalefetin de sorumlululuğu yetmezliklerimizden bu günlere gelindiğini de söylemeliyiz.insanların inançları ülkemizdeki inanç sorunlarına olan toptancı yaklaşımlarımız bir türlü kendi milli duygularımızla yüzleşip olumlu tüketemeyen cılız bir muhalefet pratiği akp ve bu sorunlu geleneğin giderek ideolojik politik pratiklerle kitle desteği oluşturup bu kitleyide hem devletçi- milici duyguları cıhatçı sunni islamla buluşturup egemen hegemonik modernizme alternatif yaratmıştır.Tam burada toplumsal muhalefetin politik örgütlerinin mücadelesinin sadece kapitalizm ve ideolojisi liberalizmle mücadelesi yetmeyip bütün bunların üstüne inşa edildiği modernitenin de alternatifi tam bir kopuşu temsil edecek seviyede geleceğin alternatif başarı siyaset teori ve pratiğinin nüvesi Toplumsal ekolojik kömünalizm mücadelesinin evrensel yerel pratiklerini bütünlüklü program seviyesine yükseltip insanlık ailesinin görünür geleceği olarak sunmamız gerekmektedir.
Şu konjönktürde laiklikle boğuşmak saçmalık olur.
Anlamıyor musun, anlamazlıktan mı geliyorsun, yoksa sekterliğe mi oynuyorsun, anlayamadım Mikail arkadaşım.
öyle olacak zaten.
Tayfun Gönül bir CUMHURİYET CEPHESİ-ni daha anlamlı bulurdu.
Hele PKK uzantılarının olduğu bir cepheyi kesinlikle onaylamazdı.
Tayfun Gönül,Amerikan planlarında görev alan güçlerle bir arada olmayı savunur muydu?Kesinlikle hayır.
İspanya iç savaşında anarşistler en geniş cumhuriyet cephesinde yer aldılar.
Emma Goldman,İspanya-da Franko Faşizmine karşı en geniş cumhuriyetci cepheyi red ederek İspanya-yı terk etmişti.
Zileli-nin bu yazısı kimseyi yanıltmasın,Zileli,Goldman-ın izinden gidiyor.
Acaba “islamın özü ve eninde sonunda varacağı nokta islami faşizmdir” tezini öne sürmek şu anda cepheyi yarar ve direnişe zarar mı verir? Buna rağmen savunulmalı mıdır? Ya da hatalı bir tez midir?
Türkiye’de “Vicdani Red” gerekçesiyle askere gitmeyi reddeden ilk kişi Vedat Zencir’dir. “İslami Faşizm” kavramı ise daha önce Kara dergisinde Reha Çamuroğlu tarafından kullanılmıştır.
Düzeltiyorum, Kara değil Efendisiz olacak.
“liberal burjuvazi, kapitalist aydınlar” sadece ama sadece piyasanın dingin sularda, asla dalgalanma olmadan akmasını ister!
Yanlış kişilere çağrı yapmayınız!
“Hadi ekleyeyim.. Bu mümkün mü?
Doğrusu bizde de bulunan “taş kafalı” solculuk haline baktığımda nedense iyimser olamıyorum..”
Eğer hâlâ ama hâlâ “liberal burjuvazi, kapitalist aydınlar da dışlanmasın!” denebiliyorsa, bu, taş kafalı solcu’luk değil; “gel şu faşizmi ortadan kaldırmamıza bir omuz ver hele, ondan sonra şirketlerine döner, yine hepimizi sömürmeye devam edersin!” demektir!
Ford’un tarihini de, Volkswagen’in tarihini de, ve hâttâ Rothschild’ın tarihini de okuyunuz…
1848 Şubat devrimi, Fransız bankacı “Jacques Laffitte”:
“From now on, the bankers will rule.”
Sosyalist solda “Kuram” isminde yeni bir düşün dergisi yayın hayatına başladı.
Logosunun üzerinde “Bütün Ülkelerin İşçileri ve Ezilen Uluslar Birleşin” yazan derginin 2. sayısı olan Kasım-Aralık sayısı kısa bir süre önce kitabevlerinde yer aldı.
Milli Demokratik Devrim çizgisindeki Kuram’da Türkiye ve bölgemizdeki gelişmeler inceleniyor. Prof. Dr. İlyas Yılmazer’in “Bilim Topluma Geçiş Yolu (Eğitim)”, İsmail Durna’nın “Avrasya Medyan Okuyor”, İnşaat Mühendisi Naci Özen’in “Akarsu Yönetimi, Enerji, Barajlar ve Kurulan Büyük Tuzak”, Dr. Mustafa Kozan’ın “Türk Tarımının Üstünlükleri”, Yurdagül Öğülmüş’ün “80’li Yıllarda Anadolu’da Aile İlişkilerimiz”, Mehmet Beşeri’nin “Siyonizm ve Arz- Mevud” yazıları ile 1 Kasım Seçimleri üzerine değerlendirme yazısı yer alıyor.
80 sayfa basılan derginin bir süre 2 ayda bir yayınlanacağı daha sonra ayda bir olarak yayınına devam edeceği belirtiliyor.
İlk sayısı Eylül ayında “Millli Demokratik Devrim ve Kürt Sorunu” başlığıyla yayınlanan derginin yayın kurulunda Prof. Dr. İlyas Yılmazer, İsmail Durna, Edip Berkay Bulut, Mehmet Güven, Haluk Başaran ve Bayram Hazar bulunuyor.
Dergi kendisini; “Kuram, Cumhuriyet devriminin kazanımlarına sonuna kadar sahip çıkacaktır. Kuram, bilimsel sosyalizmin ışığında, emekçi halkın mücadele ve örgütlenmesini teorileştirecek. Milli Demokratik Devrim çizgisinde yayın yapacaktır” sözleriyle ifade ediyor.
Derginin kapağı (Eylül 2015)
http://odatv.com/images/resimler/KURAM%20SAYI-1.jpg
Derginin kapağı (Kasım-Aralık 2015)
http://odatv.com/images/resimler/KURAM%20SAYI-2.jpg
http://odatv.com/mddci-soldan-yeni-proje-2711151200.html
Tarihsel olarak bakarsak, diğer inançlar gibi gerçekte İslam diye de bir şey yok. Olan, Mekke liderliğini ele geçirmek isteyen Muhammed ve yandaşlarının Medine’ye göçü, ardından tüm Arabistan ve çevre ülkelere yayılmalarıdır. Bunun ideolojik kılıfı olarak, Arapların önceden de inandığı Allah’ı, Yahudi-Hıristiyanlığın devamı evrensel bir tek tanrı şekline sokup kullandılar. Daha önce yayılan Hıristiyanlar da Yahudilerin tek tanrısını evrenselleştirmişti zaten. Tanrı, din, inanç kitleleri motive etmede kullanılan araçlar sadece. Bu araçları kullanan siyasetçilere, din adamlarına-okullarına-kurumlarına gerek yok. Yakında tamamen tükenecekler. Tarihsel ömürleri dolmak üzere.
Tayfun Gönül’ün okuduğun bir yazısını söylesene sen.
bu yazıda öyle bir şey denmiyor.
Reha ÇamuROĞLU’NUN Efendisiz’de yazdığını sanmıyorum.
O sırada Çamnuroğlu “Alevicilik” yapıyordu sanıyorum. Çamuroğlu’nun yazısını okumadım ama Tayfun Gönül’ün yazısı bu konuda son derece öngörülü bir yazıydı.
“Eğer hâlâ ama hâlâ “liberal burjuvazi, kapitalist aydınlar da dışlanmasın!” denebiliyorsa, bu, taş kafalı solcu’luk değil; “gel şu faşizmi ortadan kaldırmamıza bir omuz ver hele, ondan sonra şirketlerine döner, yine hepimizi sömürmeye devam edersin!” demektir!”
Her bir yapı-örgüt kendi mücadelesinden vazgeçsin denilmiyor ki.. Sınıfsal, sömürüye-tahakküme karşı mücadele temel ve süreklidir; anılan-önerilen dönemsel bir “taktiktir”! Strateji değil!
Çağ öncesi değerlerden kurtularak olması gereken Seküler “meydanda” mücadele koşullarının yaratılmasıdır.
Bakınız.. AKP’ye oy verdim yazısı!
Ve 300’ü aşkın insanı Soma’da öldürüldüğünde İşçi kitlelerin tepkisine.. Bu ülkede işçi sınıfı yok!
Kendini önce Müslüman/Türk olarak tanımlayan, sonra kendini işçi olarak gören ve efendisinin “ekmek verdiğini” düşünen; sendikası bulunmayan.. “kul’ların” ülkesinde bugüne dek üretilmiş siyasi taktiklerin eleştirisi yapılmadan yol almak mümkün mü?
Ezberci zihniyet Batı’nın tarihsel, ekonomik, siyasal-etnik yapısını görmeden dönemine özgü düşünceleri şablonu ile günümüze aktarmaya çalışıyor. Kitapları okuyor; önündeki hayatı ıskalıyor. Kitaplar gerçeği anlatmaz; gerçeğin anlaşılmasına yardımcı olur! Ya da engel!
İslamcı Faşizm yerine Seküler faşizmi seçmek ise düşüncelerim.. evet; ikincisi daha iyi!
Faşizm öncelikle bir devlet-ruhudur. devletin(mülkiyetin) varoluşunu ve egemenliğini tehlike altında gördüğünde ya da bu zehaba kapıldığında ortaya koyduğu reflekstir…
bunu hangi “biçimde” ya da kılıfta ortaya koyduğundan daha önce bu gerçeğin altı kalınca çizilerek teslim edilmesi gerekir.
günümüzde bu kılıf ve biçimin islamcılık olduğu bence de doğrudur …devletler her din, inanış, felsefe ya da dünya görüşünü”bekaası için” “ideolojik kılıf” haline getirebilmektedir.(galiba anarşizm tek istisnadır).ama islam ile sünni siyasal islamcılığı ayırdetmek de gerekmez mi….ki kendini islam dairesinde gören alevillik, kakeilik, yaresanilik, melametilik gibi pek çok akıma da haksızlık olmaz mı?
sadece muvaiye değil islam…..ebuzer i nereye koyacağız?
Solun gündeminde yer alan bütün mücadele başlıkları (gericilik, diktatörlük, emperyalist savaş, iç savaş tehlikesi vs.) çok değerlidir. Fakat dindar, şoven ve apolitik kategorilerinde yer alan (ve karşı cephenin potansiyel tabanını oluşturan) insanları kapsayan çok geniş bir yığın, bu konu başlıklarının kendi yaşamının güncel koşullarını nasıl etkilediğinden veya gelecekte nasıl etkileyeceğinden bihaberdir. Solun güncel tartışma, propaganda, haber, ajitasyon vb. iletişim araçlarında kullandığı dilin soyutlama düzeyi, ortalama bir Anadolu insanın anlayabileceği seviyenin çok çok üstündedir. Halkın dili ile solun dili arasındaki boşluğu fırsata çevirenler ise Türk-İslam sentezci ideolojinin halihazırdaki sığlığını, popülizm ve lümpenlik ile başarılı bir şekilde harmanlayan AK-faşizmdir. Solun bu durumu tersine çevirip faşizmin kitle desteğini dağıtabilmesi (veya en azından pasifize edebilmesi) için yapması gereken şeylerden biri, kullandığı iletişim araçlarını Hikmet Kıvılcımlı’nın tabiriyle “en cahil insanımızın bile anlayabileceği” seviyede yeniden yapılandırmaktır. Öte yandan, soldaki öznelerin bunu yaparken de arka plandaki teorinin kalitesinden ve radikalliğinden ödün vermemesi şarttır (çünkü “halkın seviyesine inelim” derken halkın bazı geri ve yozlaşmış yönlerini devralıp sağcılaşan ve çürüyüp giden başarısız örnekler de Türkiye solu tarihinde epeyce fazladır). Bu iletişim yöntemini, bilgisayar bilimindeki “kayıpsız veri sıkıştırma” (lossless compression) işlemine benzetebiliriz. Bu yöntem sadece politik argümanlarımıza değil, halka tekrar tekrar anlatılması gereken bütün bilim dallarına uygulanmalıdır ki aşağıdan yukarıya doğru yükselecek olan bir Aydınlanma hareketi için uygun bir zemin hazırlayabilsin. Bunun, 12 Eylül ile başlayan ve AKP ile ivme kazanan gericileştirme-sürüleştirme politikasının etkili bir panzehiri olacağını düşünüyorum.
Sayın “ogürsel”,
İslamcı faşizmi de,
Seküler faşizmi de,
Hristiyancı faşizmi de,
Siyonist faşizmi de,
Kürtçü faşizmi de,
Türkçü faşizmi de,
Ateist faşizmi de,
Dinci faşizmi de,
…
besleyen “kapitalizm”dir!
Odak kayması yaşamayınız!
19’a katılıyorum.
20.. elbette doğrudur; Kapitalizm’dir. 1000 yıl önce de feodalizmdi. 2000 yıl önce de köleci, despotik sistemdi.
eee… Binlerce yıllık sorun adım, adım çözülecek?
Soru şu.. İlk adım, ilk hamle ne yaplılmalı?
NE YAPMALI?
Bu anlamda “seküler-Laik-demokrat blok” bir başlangıç, ilk adım olarak bence çok iyi!
Hayal edelim.. Oldu!
Ne çok şey öğreniriz.. Öyle ki hedefleri büyütmek gerekebilir! Bu topraklarda böyle bir toplumsal muhalefete ancak Gezi İsyanı örnek gösterilebilir.
Bu İsyana Kürt isyanın da katılması halinde süreç kestirilemez! “Olumlu”, daha olumlu evrimleri içerir…
Gün,
Rus uçağının düşürülmesi ile AKP’nin IŞİD’le doğrudan/dolaylı ilişkisinin olduğu daha görünür, duyulur, konuşulur oldu.
Hemen ardından Can Dündar & Erdem Gül’ün tutuklanması da AKP-IŞİD ilişkisinin varlığını perçinledi.
Dikkat edersen, Tahir Elçi’nin öldürülmesi, tam da bu AKP-IŞİD ilişkisinin varlığı haberinin yayılma eğilimi gösterdiği şu çetrefilli haftada meydana geldi!
Senin tecrübelerine ve gözlemlerine göre, şimdilik Tahir Elçi’nin öldürülmesi olayına bakarsak, AKP-IŞİD ilişkisinin varlığını gündemden uzaklaştırmaya yönelik planlanmış bir hamle (suikast, öldürme) olabilir mi?
Sayın “XYZ” 21,
Soru şu.. İlk adım, ilk hamle ne yaplılmalı?
NE YAPMALI?
İLK ADIM:
“Kapitalizmin hepimize dayattığı ‘ölümcül rekabeti’ terketmeyi deneyebiliriz!”
Belki; “ekmek parası kazanmak için mahkûm edildiğimiz iş yerlerimize hiç gitmeyerek” bir deneme yapabiliriz!
Belki; “ekmek parası kazanmak için mahkûm edildiğimiz iş yerlerimizde kalıp; üretimi durdurarak” bir deneme yapabiliriz!
Henüz “rekabet etmeden yaşamayı” öğrenmiş değiliz; bu sebeple devamını getirmemiz pek mümkün gözükmüyor!
Yukarıda okuduklarınız, size çok uzak gözükebilir sayın “XYZ”!
“Şirketokrasi (corporatocracy)”nin tahakkümüne isyan etmediğimiz sürece,
“Kapitalizmi öksürmekten vazgeçtiğimiz” sürece;
Yukarıda okuduklarınız, hep çok uzakta kalacak!
Bebekliğimizden itibaren “mutluluğu para ile eşdeğer tutmak” düşüncesiyle yetiştiriliyoruz!
Alışkanlıklarımızı terk etmek o kadar kolay olmayacak!
“Kapitalizmi öksürmeyi tekrar öğrenmemiz” o kadar kolay olmayacak!
“Başlangıç için daha fazla cesarete ihtiyacımız var!”
Konu hakkında detaylı kaynağı aşağıdaki adresten gözlemleyebilirsiniz:
( http://www.gunzileli.com/2015/05/28/diktatorluge-karsi-direnis-barikatina-bir-tas-da-sen-koy/ )
valla her şey olabilir.
http://marksist.net/engin-gundogdu/kapitalizmi-ali-koc-degil-isciler-yikacak.htm
http://marksist.net/okurlarimizdan/kaos-bitti-mi.htm
http://nisanyan1.blogspot.com/2012/11/de-ki-onlar-mumindir-inanmazlar.html
sayın 23.. Bu makalenin altını da berbat etmeyelim. Tesadüf “otladığımız”, “geviş getirdiğimiz” o makale, o “mera” gölgesini biliyorsunuz.
“Diktatörlüğe Karşı Direniş Barikatına Bir Taş da Sen Koy!”
*
Burada devam edelim bu “geyik muhabbetine”. Burayı da kirletmeyelim!
http://issuu.com/sacittademir/docs/__smet_zeki_ey__bo__lu_-___slamda_b
orgutlenmis silahli mucadeleyi kücük dusuren her sosyalist birey orgut grup alcaktir.
Sayın “XYZ” 27,
Siz de mi konformistsiniz?!
Ne yazdığınızı gözleriniz görüyor mu, kulaklarınız duyuyor mu, aklınız idrak ediyor mu: [Tesadüf “otladığımız”, “geviş getirdiğimiz” o makale, o “mera” gölgesi] & [Burada devam edelim bu “geyik muhabbetine”. Burayı da kirletmeyelim!]
Demek ki; ( http://www.gunzileli.com/2015/05/28/diktatorluge-karsi-direnis-barikatina-bir-tas-da-sen-koy/ ) adresinde yazılanları [geyik muhabbeti] ve [kirlenmiş] olarak addediyorsunuz!
Acıyoruz size! Tahayyül edemeyeceğiniz kadar çok acıyoruz hem de!
Ümit ederiz; siz de konformist değilsinizdir?!
Ümit ederiz; siz de “kapitalizmi öksürmeyi unutmuşlar ve bu hâlinden gayet memnunlar kervanı”nın bir üyesi değilsinizdir?!
Yazıklar olsun!
RUSYA İLE YAŞANAN KRİZİN ETKİLERİ
Rusya Federasyonu (Rusya) uçağının düşürülmesi sonrasında Rusya-Türkiye ilişkilerinde hızlı bir bozulma yaşandı.
Önce Rusya bir dizi yaptırım açıkladı, ardından Türkiye misilleme yapacağını açıkladı. Bu gergin ortamda Rusya ile karşılıklı ekonomik ilişkilerimize bakmakta yarar var.
Türkiye ile Rusya’nın ekonomik ilişkileri (askeri alandaki işbirliği bir kenara bırakılırsa) maddi anlamda beş kategoride toplanabilir:
1. Dış ticaret ve bavul ticareti (karşılıklı mal alım-satımları).
2. Turizm (Rus ve Türk turistlerin ülkelere bıraktığı dövizler).
3. Müteahhitlik hizmetleri (Türk inşaat şirketlerinin Rusya’da yaptıkları çeşitli inşaatlar karşılığında elde edilen döviz gelirleri).
4. Proje işleri (Türk ve Rus firmalarının diğer ülkede yaptığı projelerden elde edilen döviz gelirleri).
5. Türkiye ve Rusya’da çalışan diğer ülke firmalarının durumu.
DIŞ TİCARET VE BAVUL TİCARETİ
İhracat=Dışarıya satış
İthalat=Dışarıdan alım
2014 verilerine göre Türkiye, Rusyadan 25,3 milyar Dolar tutarında ithalat yapıyor, buna karşılık 5,9 milyar Dolarlık ihracat yapıyor.
Bu değerlerle Rusya, ithalatımızda birinci sırada (ikinci Almanya 22,4 milyar Dolar, üçüncü İtalya 12,1 milyar Dolar), ihracatımızda beşinci sırada (birinci Almanya 15,1 milyar Dolar, ikinci İngiltere 9,9 milyar Dolar, üçüncü İtalya 7,1 milyar Dolar) yer alıyor.
2013’le kıyasladığımızda Rusya’dan ithalatımızda yaklaşık 200 milyon Dolarlık bir artışa karşılık ihracatımızda yaklaşık 1 milyar Dolarlık bir düşüş yaşanmış bulunuyor.
2015’e ilişkin son verilere bakarsak:
Ocak-Eylül döneminde Rusya’ya ihracatımızın 2,7 milyar Dolarda kaldığını görüyoruz (2014’ün aynı döneminde bu tutar 4,5 milyar Dolardı). 2015’de söz konusu dönemde Rusya’dan ithalatımız 15,8 milyar Dolar olarak gerçekleşmiş (2014’ün aynı döneminde bu tutar 19,4 milyar Dolardı.)
Demek ki 2015’de ekonomik büyümemizdeki düşüş, küresel büyümedeki gerileme ve küresel ticarette yaşanan düşüş; Türkiye-Rusya dış ticaretinde de benzer etkiler yaratmış ve Rusya ile olan ticaret hacmimiz 2014’e göre %22’den fazla bir gerileme göstermiş bulunuyor.
2014 verilerine göre Türkiye’nin Rusya’ya ihracatında ilk beş sırada yer alan ürünler:
1. Taze ve kurutulmuş turunçgiller (310 milyon Dolar).
2. Binek otomobilleri ve insan taşımaya yarayan araçlar (290 milyon Dolar).
3. Taze ve soğutulmuş domates (276 milyon Dolar).
4. Karayolu taşıtları için aksam, parça ve aksesuarlar (221 milyon Dolar).
5. Sentetik filament ipliklerinden dokunmuş mensucat (160 milyon Dolar).
2014’de Türkiye’nin Rusya’dan ithalatında ilk beş sırada yer alan ürünler:
1. Petrol yağları bitümenli minerallarden elde edilen yağlar (3,8 milyar Dolar).
2. Buğday ve mahlut (1,2 milyar Dolar).
3. İşlenmemiş alüminyum (1,1 milyar Dolar).
4. Dökme demirin, demirin ve çeliğin döküntü ve hurdaları (1,1 milyar Dolar).
5. Petrol gazları ve diğer gazlı hidrokarbonlar (922 milyon Dolar).
Yukarıdaki verilerden çıkarabileceğimiz genel sonuç şudur:
Türkiye, Rusya’ya daha çok tarım ürünleri ve otomotiv ve tekstil sanayisi ürünleri satıyor, Rusya’dan ağırlıklı olarak emtia satın alıyor. Türkiye aldığı bu emtiayı kendi sınırları içinde, üretimde kullanıyor ve ürettiklerini hem iç piyasaya hem de dış piyasaya (Rusya dahil) satıyor.
Bavul ticareti, çeşitli ülkelerin yurttaşlarına, başka ülkelerden, ailesinin ve kendisinin ihtiyaçları için yurt dışından bir çeşit “yolcu beraberi eşya statüsü” tanımak suretiyle eşya getirmelerine izin vermesi şeklinde ortaya çıkan bir ticaret çeşididir. Bu rejimi uygulayan ülkelerin yurttaşları, başka ülkeleri ziyaretleri sırasında, kendi ülkelerinin yetkili makamlarının belirlediği bir tutara kadar (örneğin 2.000 Dolar) satın aldıkları malları, yanlarında (bavullarında) taşıyarak gümrüksüz olarak kendi ülkelerine sokabilmektedirler.
Türkiye açısından bu uygulama uzun süre İstanbul’da “Laleli” ve Rus turistlerle özdeşleşmiş bir uygulamaydı. Önceleri Rus hükümetinin kolaylıkla izin verdiği ve Rus turistler tarafından yaygın olarak yapılan bavul ticareti her geçen gün biraz daha zorlaştırılmaktadır. Bu konuda karar yetkisi tümüyle Rus hükümetinin elindedir ve istediği anda bu rejime son verebilme yetkisi bulunmaktadır. Bavul ticaretinde son yıllarda Rusya’nın yanı sıra İran, Libya gibi yeni bazı alternatifler devreye girmeye başlamıştır.
2014’de bavul ticaretinin tutarı 8,6 milyar dolar olmuştur.
DEĞERLENDİRME
2015’de Türkiye’nin Rusya’dan yaptığı ithalatta ortaya çıkan azalma Türkiye ekonomisinde yaşanan potansiyel altındaki büyüme ile açıklanabilir. İç talepte yaşanan durgunluk, dış talepte ortaya çıkan düşüşler sonucu reel sektör üretiminde yaşanan gerileme Türkiye’nin genel olarak ithalatında ve dolayısıyla Rusya’dan ithalatında düşüş yaşanmasına yol açmış bulunuyor.
Türkiye’nin ihracatında da benzer nedenlerle düşüşler ortaya çıkmış görünüyor. Dünyada genel olarak yaşanan durgunluk (yani “talep daralması”) bizim ihracatımızın da düşmesine yol açmış bulunuyor. Buna karşılık 2015’de Rusya, (Ukrayna’da yaptığı hamleler neticesinde) batının ekonomik ambargosu altında olduğu için bizim Rusya’ya ihracatımızın artması gerekirken azalmış olması da ilginçtir. Bu gelişmeyi de kısmen Rusya’nın ambargo nedeniyle içine girdiği sıkıntılara bağlayabiliriz.
Bavul ticaretinde Rusya’nın ağırlığı son yıllarda azalmış durumdadır. Bunun iki nedeni var:
1. Rusya, bu ticarete konu olan malların kendi ülkesinde üretilmesini istiyor.
2. Çoğu kuruluş, bu ticaretin sona ereceğini gördüğü için üretim birimlerini Rusya’ya taşıyarak orada üretim yapmaya yönelmiş bulunuyor. Buna karşın bavul ticaretinin ve Rusya’nın halâ bu işlemde ağırlığı söz konusu.
TURİZM
Rus turistler, Türkiye’ye gelen yabancı turistler içinde son derecede önemli bir paya sahip.
2014’de Türkiye’ye 35,9 milyon yabancı turist gelmiş. Bu sayının 4,5 milyonu Rus turist (%12,5). Yabancı turist başına ortalama harcama 2014’de 828 Dolar olmuş. Bunu Türkiye’ye gelen 4,5 milyon Rus turist sayısıyla çarparsak Rus turistlerin bıraktığı döviz gelirini yaklaşık 3,7 milyar Dolar olarak hesaplamış oluruz. Yabancı turistlerin bıraktığı toplam döviz gelirinin yaklaşık 27,8 milyar Dolar olduğunu dikkate alırsak; demek ki Rus turistler, Türkiye’nin yabancı turistlerden elde ettiği döviz gelirinin %13’ünden fazlasını ülkemize bırakıyor.
2014’de Antalya’ya giden yabancı turist sayısı 11,5 milyon kişi. Bunun 3,5 milyonu (yani aşağı yukarı üçte biri) Rus turist. Demek ki, yukarıdaki ortalamalardan gidersek; Antalya’nın yaklaşık olarak toplam 9,5 milyar Dolar dolayındaki turizm gelirinin 2,9 milyar Dolarlık bölümü (yani yaklaşık üçte biri) Rus turistlerden geliyor.
Yurt dışına turist olarak giden Türk sayısı 2014’de 8,4 milyon kişi olmuş. Bunların 143.448’i Rusya’ya gitmiş. 2014’de yurt dışına giden Türkler toplamda yaklaşık 8 milyar Dolar harcamışlar. Kişi başına harcama ortalama olarak 685 Dolar ediyor. Bu ortalamada hareket edersek; Türk turistlerin 2014’de Rusya’da yaptığı harcama toplamı 98,5 milyon Dolar ediyor.
DEĞERLENDİRME
Burada dikkatinize sunmak istediğim iki mesele var:
1. Yukarıda sunduğum veriler farklı kaynaklarda farklı olarak yer alıyor. Genel verileri TCMB Ödemeler dengesi istatistiklerinden ve Kültür ve Turizm Bakanlığı raporlarından aldım.
2. 2014’de Türkiye’ye gelen yabancı turistlerin kişi başına yaptığı harcama TÜİK hesaplarında ortalama 828 Dolar olarak yer alıyor. Rus turistler için ayrı bir ortalama harcama yayınlanmadığı için bu ortalamayı alarak hesaplama yaptım.
Nereden bakarsak bakalım; Rus turistlerin Türkiye’nin turizm gelirleri içinde ciddi bir yeri var. Rus turistlerin Türkiye’nin toplam turizm gelirleri içindeki payı %13, buna karşılık Türk turistlerin Rusya’nın toplam turizm gelirleri içindeki payı sadece %0,8.
MÜTEAHHİTLİK HİZMETLERİ
Türkiye uzun süredir “yurt dışı müteahhitlik hizmetleri” çerçevesinde dünyada önde gelen ülkeler arasında yer alıyor.
Özellikle komşu ülkelerde verdiği müteahhitlik hizmetlerinden ciddi bir döviz geliri elde ediyor. 2014’de Türk müteahhitlerin üstlendikleri 27,1 milyar dolar tutarındaki yurt dışı projelerin dağılımına bakarsak; ilk sırada 6,5 milyar dolarlık proje bedeliyle Türkmenistan yer alıyor. Onu 3,9 milyar dolarla Rusya, 3,3 milyar dolarla Cezayir ve 2,7 milyar dolarla Katar izliyor.
1972’den 2015 ortasına kadar toplam proje bedeli olarak üstlenilen 312 milyar dolarlık işlere baktığımızda; Rusya’nın 61,36 milyar dolarla ilk sırada olduğunu görüyoruz.
Rusya’nın Türkiye’deki projeleri arasında en önemlisi “Akkuyu nükleer elektrik santralı inşaatı”dır. Maliyeti 20 milyar dolarak belirlenmiş olan bu inşaatın finansmanı da Rusya tarafından sağlanmaktadır.
DEĞERLENDİRME
Her iki ülkenin birbirlerinde karşılıklı olarak büyük projeleri bulunmaktadır.
Geçmişten bugüne doğru bir değerlendirme yapacak olursak:
Türkiye’nin bu tür yatırım projelerinden elde ettiği döviz gelirleri çok daha yüksek olmakla birlikte, özellikle Akkuyu nükleer santralıyla birlikte projeler birbirine yaklaşmış görünmektedir.
RUSYA’DAKİ TÜRK ŞİRKETLERİ & TÜRKİYE’DEKİ RUS ŞİRKETLERİ
Her iki ülkenin birbirlerinde iş yapan şirketleri vardır.
Türkiye’de iş yapan başlıca Rus şirketleri:
Aeroflot (havayolu şirketi),
Gazpromexport (doğal gaz şirketi),
Lukoil (petrol şirketi),
Siberbank (Denizbank’ın büyük ortağı).
Rusya’da iş yapan başlıca Türk şirketleri:
Rusya’da iş yapan 500 dolayında Türk şirketi var. Bunların 150’si müteahhitlik şirketi. Rusya’da iş yapan Türk şirketlerinin bazılarını sıralayalım:
Zorlu Enerji,
Enka,
Anadolu Grubu,
Koç,
Şişe Cam,
Eroğlu Giyim,
Denizbank,
Arçelik (Beko),
Vestel,
Ant Yapı,
Rönesans,
Gama,
Soyak İnşaat,
Tepe İnşaat,
Alarko Şirketler Topluluğu.
DEĞERLENDİRME
Her iki ülkenin şirketlerinin birbirinde önemli faaliyet ve yatırımları olmasına karşılık bu alanda Türklerin çok daha ciddi bir varlığı söz konusu.
UÇAK DÜŞÜRÜLMESİ SONRASI YAŞANANLAR
Türkiye’nin Rus uçağını düşürmesinin ardından Rusya, çeşitli yaptırımlar uygulamaya başladı.
Öncelikle Türkiye’den Rusya’ya mal taşıyan tırları gümrüklerde bekletmeye başladı. “Taşınan malların denetimi” amacına dayandığı ifade edilen bu uygulama dış ticaret politikasında “tarife dışı engeller” arasında sayılan bir uygulama.
Rusya Federasyonu Devlet Başkanı Vladimir Putin, Türkiye’ye karşı uygulanacak 6 maddelik bir “yaptırımlar listesi”ni imzalayarak yürürlüğe soktu. Bu listede yer alan yaptırımlar şöyle sıralanıyor:
1. Merkezi Türkiye’de bulunan ve hukuken Türkiye’ye bağlı olan şirket ve kuruluşların Rusya’da güvenliği ilgilendiren alanlarda faaliyet yürütmesi yasaklanıyor.
2. “1 Ocak 2016″dan itibaren Türk vatandaşlarının, Rusya’da işe alınmasına yasak getiriliyor. Fakat: 31 Aralık 2015’e kadar Rusya’daki işveren ile imzalanmış sözleşmesi bulunanlar Türk işçiler çalışmaya devam edebilecek.
3. Türkiye’de üretilmiş belirli ürünlere Rusya’ya giriş yasağı getiriliyor. Yasağa dâhil olacak ürünlerin Rusya hükümeti tarafından daha sonra belirlenecek listede duyurulması bekleniyor.
4. Rusya’ya taşımacılık yapan araçlar, sıkı kontrol ve denetim altına alınacak. Ayrıca, Rusya (turizm sektöründe) tur operatörlerinden Türkiye’ye tur satmaktan kaçınmaları isteniyor.
5. İki ülke arasında sefer sayısı uçuşlar dışındaki (charter) seferlerinin tamamı askıya alınıyor.
6. Rusya ile Türkiye arasında “1 Ocak 2016″dan itibaren vizesiz seyahat uygulaması askıya alınıyor. Rusya’nın milli güvenliğinin koruma altına alınması için “Karadeniz” ve “Azak denizi”ndeki tüm limanlarda güvenliğin arttırılması esası getiriliyor.
Türkiye, bu yazı yazılıncaya kadar henüz resmi bir engelleme eylemine karar vermemişti. Yalnızca yetkili ağızlardan yapılmış resmi olmayan bazı beyanlar söz konusuydu.
SONUÇ VE GENEL DEĞERLENDİRME
Askeri araç, gereç ve yatırımları dışarıda tutarak yaptığımız yukarıdaki inceleme sonucunda:
Türkiye ile Rusya’nın çok sıkı ekonomik ilişkileri ve çıkarları olduğunu ortaya koyduk. Ticaretten turizme, inşaattan sanayiye kadar karşılıklı olarak yaygın ekonomik ilişkileri ve yatırımları var. Her iki ülkenin de bu ilişkilerden elde ettiği önemli yararlar söz konusu.
Türkiye ve Rusya arasında, uçak düşürülmesiyle başlayan krizin tırmanması hâlinde her iki ülkenin de karşılıklı kayıpları olacağı çok açık.
Böyle bir durumda Rusya’nın kayıplarının başlangıçta yüksek, ani kayıplar olacağını;
Türkiye’nin kayıplarının ise zamana yayılı (ve zaman içinde artan) kayıplar olarak ortaya çıkacağını ifade etmek yanlış olmaz.
Örneğin; Rus turistler nedeniyle büyük gelir kaybına uğrayacak olan “Antalya”, turizm mevsiminin geçmiş olması nedeniyle 6 aya yakın bir süre bu kayıptan fazla etkilenmeyecek. Ama eğer kriz çözülmezse; 2016’da (özellikle ilkbahar ve yaz mevsiminde) Türkiye ciddi darbe alacak gibi görünüyor.
Bavul ticareti ve “Laleli piyasası” için de aşağı yukarı aynı durum geçerli.
Konuya salt ekonomik ilişkiler açısından bakıldığında; iki ülke arasındaki gerginliğin sona erdirilmesinin ve bir an önce krizden önceki duruma dönülmesinin iki ülkenin de lehine olacağını söyleyebiliriz.
Bu incelemeyi iki taraf için de geçerli olacak bir Çin sözüyle bitirelim:
“Kör körü yenerse birlikte suya düşerler.”
***
Veri Kaynakları:
Dış ticaret verileri: “Ekonomi Bakanlığı”, “TÜİK”, “TCMB” ve “LASİAD” siteleri.
Bavul ticareti verileri: “TCMB” ve “LASİAD” siteleri.
Turizm verileri: “TCMB”, “TÜİK”, “TURSAB”, “Turizm Bakanlığı” ve “Antalya İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü” siteleri.
Müteahhitlik hizmetleri verileri: “Ekonomi Bakanlığı” sitesi, “Türkiye Müteahhitler Birliği” sitesi.
(Mahfi Eğilmez
İktisatçı, hazine eski müsteşarı, Kadir Has ünv. öğretim görevlisi
29 Kasım 2015 Pazar)
sayın 30..
gerçekten,tüm samimiyetimle söylüyorum. Duygularınıza, isyanınıza saygı duyuyor, özünde düşüncelerinize tümüyle katılıyorum.
Ama mevzuyu uzattık. Yinelemeler içindeyiz. Bu nedenle konuyu ve kendimi de katarak “aşağıladım”. (Bu aşağılama konusunda zaman-zaman ne kadar acımasız olduğunuzu da anımsatırım. Konu dışı sapmalarınızı da anımsatırım..)
Yaşadığımız berbat hayatın, onca katliam, cinayetle sürdürülen diktatörlüğün koşulları altında teorik ve pratik yöntemlerinize ait fikir ayrılığı genel bir tartışma..
Ve çok uzadı. 3. şahısları da bıktırdığını düşünüyorum..
Bu nedenle orada konuşalım, diğer makalelerin altında 3-5 cümle ile düşüncelerimizi söyleyelim.. ve geçelim önerisini biraz kabaca söyledimse de “olan-bitenden” sonra bu hakkı kendimde gördüm..
Lütfen düşünceleri kişilik çarpışmasına, hatta “aile” kapışmasına döndürmeyelim.
Polemik arzuluyorsanız onu da yaparız ama bu “sağlıklı” değil.
Bakın; “kitap kapakları uzmanı” ve “Türk ırkı düşmanı” ile polemiklerimize.. Ona karşı da inanın, üzülerek yazıyorum çoğu cümlemi; kendimi kayırıyor olabilirim ama bana bu onun suçu gibi geliyor. Kibirli, megeloman, ukala.
Burada “sidik yarışı” yerine yalnızca düşüncelerimizi ifade etsek.. Ben de bu “kurala” uymazsam, uyarın..
Hoşçakalın… (Ve bu iletişimi de yine aynı “mera’da” yapalım lütfen..)
evet gün bey bende sizin gibi yaziyorum:
chp,hdp,bhh ,kömunistler,demokrat,liberaller,sosyalistler,
sosyaldemokratlar, dindar müslümanlar dinci olan degil burada
y.nuri öztürk gibi bende bunu ayriyorum ve tabii ki kemalistler.
hatta ileri gidiyorum yurdunu seven mhplileri bu olusuma davet ediyorum zannetiyorum ki onlar icindede bu durumdan rahatsiz
olanlarda vardir,artik konunun ciddiyetini anlamak zorundayiz ve bugünün sorunu islami fasizimidir.dünyaya göz atiltindan anlasilir ki en büyük ve bela olduna hepimiz fikirdariz.birlesik bir güclü halk muhalefeti dogmazi sart bence artik insanlar bütün enerjisini bu yönde kullanmazi gerek ve bunuda belirtim disardan hic birsey beklemeyen!!!bu konuyu ancak cesur ve yürekli türkiye insanlari cözecektir.
http://marksist.net/marksist-tutum/can-dundar-ve-erdem-gul-tutuklandi.htm
Sayın “anonim” 31,
Bakınız; “kapitalizm hastalığı” konusunda o kadar “normal hisseder” olduk ki, sanki o “iyi hastalık”tır, “iyi niyetli tümör”dür, “afacanlık yapan şeytan”dır gibi düşünmeye başladık!
Eğer zahmet eder de ( http://www.gunzileli.com/2015/05/28/diktatorluge-karsi-direnis-barikatina-bir-tas-da-sen-koy/ ) adresinde yazdıklarımıza dönüp bir kez daha odaklanırsanız; bizlerin de, yani olmaktan nefret ettiğimiz “Beyaz Ya-LA-ka”ların da, (şahsınızın ifadesiyle) [Bu nedenle konuyu ve kendimi de katarak “aşağıladım”. (Bu aşağılama konusunda zaman-zaman ne kadar acımasız olduğunuzu da anımsatırım.] KENDİLERİNİ “ELEŞTİRDİĞİNİ”, “AŞAĞILADIĞINI” HATIRLATIRIZ! KENDİ KENDİMİZİ ELEŞTİRDİĞİMİZİ GÖRÜP ŞAHİT OLMANIZ İÇİN 28 MAYIS 2015’E KADAR ÇEKİLİP BÜTÜN YAZILANLARI YENİDEN OKUMALISINIZ.
[Lütfen düşünceleri kişilik çarpışmasına, hatta “aile” kapışmasına döndürmeyelim.]
Sayın “pipsqueak”in öfkesi dehşet seviyelerde olduğundan, hararetini dindirecek bir cihaz henüz icat edilmedi! Fakat: Yazdıklarına dönüp bir kez daha dikkat buyurursanız; öfkelenmekte haklı olduğunu da göreceksiniz! Biz bunu (en net) Ağustos 2015 ortalarında anladık!
Şu [“aile” kapışması] meselesine gelince:
O sayfada sayın “pipsqueak”in, diğer katılımcıların çoğunun, sayın Gün Zileli’nin ve sayın “ogürsel”in tecrübeli kişiler olduğu, kitabi kapasitelerinin muazzam olduğu, görmüş-geçirmiş kişiler olduğu, feleğin çemberinden geçmiş kişiler olduğu, ve hem “bedensel” yönden hem “düşünsel” yönden bugün manipüle edilmesi çok zor kişiler olduğu ifademizi (defalarca!) yazmıştık.
Yukarıdaki paragraftaki kişilerden biyolojik olarak yaşça genç olan bizlerin (yani [her renk dahil olmak üzere] olmaktan nefret ettikleri “Beyaz Ya-LA-ka”ların) kapitalizme biat edecek şekilde; bizzat “sizler!” tarafından yetiştirildiği uyarısını yapmıştık, bu uyarıyı hâlâ yapıyoruz!
Sayın “ogürsel” ile “Beyaz Ya-LA-ka”laşmış evladı arasındaki bağ; bir ebeveynin evladını kapitalizme boyun eğecek şekilde yetiştirmesinden ibaret! Tıpkı; bizlerin de kendi ebeveynlerimiz tarafından kapitalizme boyun eğecek şekilde yetiştirilmesi gibi!
Kusura bakmayın sayın “anonim” 31:
Sayın “pipsqueak”; bir [kitap kapakları uzmanı] değil! [“Türk ırkı düşmanı”] hiç değil!
Sayın “pipsqueak”; ırkçılık başta olmak üzere her tür “fetişleştirme eğilimi”ne karşı! “Emek fetişizmi”nden tutun “medeniyet fetişizmi”ne kadar gelin… Sayın “pipsqueak”in işaret ettiği bütün bunları görebilecek kadar tecrübe sahibi olduğunuzu ümit etmek istiyoruz sayın “anonim” 31!
[Burada “sidik yarışı” yerine yalnızca düşüncelerimizi ifade etsek.. Ben de bu “kurala” uymazsam, uyarın..]
Hiçkimse hiçkimsenin tenasül uzvundaki idrarın ne kadar tazyikli çıktığını ölçme meraklısı değil sayın “anonim” 31! İçinizde kuruntu yapmaktan vazgeçmenizi tavsiye ediyoruz!
Sayın “pipsqueak”, 28 Mayıs 2015’ten beri “ad hominem”in feriştahını yaptı (hâlâ devam ediyor!) Ona aynı üslupla cevaplarımızı, Eylül 2015 yazışmalarımızla verdik. Sonra “ad hominem”in yersiz olduğunu anlar gibi oldu, ve tekrar aynı üslubu körükleyerek yazmaya devam etti! Bu davranışına takılıp kalmamanızı öneriyoruz…
[(Ve bu iletişimi de yine aynı “mera’da” yapalım lütfen..)]
(Şahsınızın ifadesiyle) [“mera”] her yer! Sadece o sayfa değil!
Şimdi:
İslamcı faşizmi de,
Seküler faşizmi de,
Hristiyancı faşizmi de,
Siyonist faşizmi de,
Kürtçü faşizmi de,
Türkçü faşizmi de,
Ateist faşizmi de,
Dinci faşizmi de,
…
besleyen “kapitalizm”dir!
Odak kayması yaşamayınız!
Soru şu.. İlk adım, ilk hamle ne yaplılmalı?
NE YAPMALI?
İLK ADIM:
“Kapitalizmin hepimize dayattığı ‘ölümcül rekabeti’ terketmeyi deneyebiliriz!”
Belki; “ekmek parası kazanmak için mahkûm edildiğimiz iş yerlerimize hiç gitmeyerek” bir deneme yapabiliriz!
Belki; “ekmek parası kazanmak için mahkûm edildiğimiz iş yerlerimizde kalıp; üretimi durdurarak” bir deneme yapabiliriz!
Henüz “rekabet etmeden yaşamayı” öğrenmiş değiliz; bu sebeple devamını getirmemiz pek mümkün gözükmüyor!
Yukarıda okuduklarınız, size çok uzak gözükebilir sayın “anonim” 31!
“Şirketokrasi (corporatocracy)”nin tahakkümüne isyan etmediğimiz sürece,
“Kapitalizmi öksürmekten vazgeçtiğimiz” sürece;
Yukarıda okuduklarınız, hep çok uzakta kalacak!
Bebekliğimizden itibaren “mutluluğu para ile eşdeğer tutmak” düşüncesiyle yetiştiriliyoruz!
Alışkanlıklarımızı terk etmek o kadar kolay olmayacak!
“Kapitalizmi öksürmeyi tekrar öğrenmemiz” o kadar kolay olmayacak!
“Başlangıç için daha fazla cesarete ihtiyacımız var!”
Sn Zileli,Tayfun Gönül-ü tanıyorum.
Ayrıca Tayfun Gönül,AYDINLIKCI düşmanı değildi.
Yine Tayfun Gönül,Amerikan planlarında görev alan PKK yanlılarıyla kesinlikle bir arada olmazdı ve birlikte anılmak istemezdi.
http://www.sabah.com.tr/yazarlar/hanioglu/2015/11/29/bati-karsitligi-sozcusu-olarak-dais
nasıl olsa öldü yalanlayamaz diyorsun değil mi? At atabildiğin kadarıyla.
Sn Zileli,Tayfun Gönül arkadaş konusunda kendi öznel yargılarınıza göre bir çağrışım yaratmak istemeniz doğru değil.
Ben kendisini tanıyordum ve İzmir-de görüşüyordum.
Benim değerlendirmem bu.
Sizin değerlendirmeniz benim tanıdığım Tayfun-la uyumlu değil.
Tayfun abiyi tanıdım. Efendisizler dergisine gider gelirdim. tayfun abi kürt ve kürdistan sorunu konusunda asla yukarıdaki arkadaşın iddia ettiği gibi düşünmezdi. Efendisizlerin bir sayısında öcalan ın savunması işlendi aç da oku yalancı Ayhan demir.tayfun abinin tek başına vicdani redci olması bile kürt sorununa bakışını ortaya koyar.o vicdani red konusunda şöyle derdi ; “Vicdani red yaygınlaşırsa sömürgevi savaş büyük darbe alır,ama pkk bu konuda isteksiz cünki o da bir iktidar”
Sen başka bir Tayfun tanımışsın arkadaş. Bence karıştırıyorsun. Ayrıca Tayfun Gönül’ün senin gibilerle muhatap olmuş olacağını hiç sanmam.
Sayın Gün Zileli, Reha Çamuroğlu’nun efendisizde yazdığını sanmıyorum demişsiniz. Sanırım “efendisiz” ile “efendisizler” dergilerini karıştırdınız. Kara dergisi 12 sayı yayımlandı, Tayfun Gönül 10. sayıdan itibaren, bir tür davet sonucu dergide yazdı. O tarihte kendine henüz “anarşist” demiyordu. Daha sonra 6 sayı yayımlanan “efendisiz”in yayıın kolektifinde ise hiç yer almadı. A-politika dergisinden itibaren tabii ki anarşist çalışmalarda büyük emeği vardır. Ama vefatının ardından öyle bir resmi tarihçiliğe girişildi ki.o dönemi yaşamamış olanlar nerdeyse “Kara”yı Tayfun Gönül’ün çıkarttığına inanacaklar.
http://marksist.net/gulhan-dildar/akpnin-cifte-standardi.htm
ŞENGAL
Musul, Haziran 2014’te IŞİD tarafından ele geçirildi. IŞİD taarruzu karşısında Irak ordusu IŞİD’le çatışmaya girmedi, hemen geri çekildi. Silahlar, araçlar, gereçler, depolar vs. IŞİD’in eline geçti. Hâlbuki ABD 2011 sonunda Irak’tan çekilirken Irak ordusuna milyarlarca dolar yatırım yapmıştı ve Irak ordusunun ikinci büyük karargahı Musul’daydı.
IŞİD Ağustos 2014’te Şengal’e saldırdı. Şengal, Kürdistan’dan koparılmış alanlardan biriydi, Hanekin, Kerkük gibi Irak devletinin koruması gereken bir alandı. Ama Irak Şengal’i korumadı. Peşmergeye de silah vermedi. Özellikle ağır silahlar vermedi. Peşmergenin ağır silahlar edinmesini engelledi. IŞİD, Irak ordusundan Musul’da ele geçirdiği ağır silahlarla Şengal’e saldırdı. Şengal’de peşmerge de vardı ama küçük bir birlikti. Ayrıca ağır silahlara sahip olmayan bir birlikti. Peşmerge saldırının ilk günlerinde IŞİD’in ağır silahları karşısında tutunamadı, geri çekildi. Ama kısa zamanda toparlanmayı başardı.
IŞİD Şengal’i ele geçirdi. Korumasız kalan Ezidiler, IŞİD’in saldırganlığı karşısında Şengal Dağı’na sığınmaya çalıştılar. IŞİD, yakaladığı Ezidi erkekleri kurşuna dizdi. Ezidi erkekler, yaşlılar kitleler halinde katledildiler. IŞİD, Ezidilere İslam’ı dayatıyordu. İslam’ı benimsemeyenler çok ağır baskılarla zulümlerle karşı karşıya kaldılar. Bugün Şengal’in her tarafında toplu mezarlar var. Bu mezarların bazılarında 80, bazılarında 70, bazılarında 130 civarında ceset var.
IŞİD yakaladığı kadın ve çocukları ayrı yerlerde topladı. Hemen esir pazarları kurdu. Esir pazarlarında, bu kadınları, çocukları, yaşlarına göre değişen fiyatlarla satmaya başladı. IŞİD, esir pazarlarını Musul, Telafer, Rakka, Ramedi gibi denetim kurduğu alanlarda kuruyordu. Esir kadınları ve çocukları satın alanlar da daha çok Araplar oluyordu. Genç Ezidi kadınlarına tecavüz sık sık yaşanan bir olay oldu. Esir pazarlarında yaşlı Ezidi kadınlara bir talep olmadığından onların çoğu açlıktan v e susuzluktan öldüler. Bugün de (Kasım 2015) örneğin Musul’da esir pazarları kuruluyor. Arap imamlar Cuma hutbelerinde Endonezya’dan Fas’a kadar bütün İslam halkları için, İslam ülkeleri için dua ediyor. Cuma namazının hemen bitiminde, cami önlerinde esir pazarları kuruluyor. Ezidi kadınlar ve çocuklar yaşlarına göre değişen fiyatlarla satışa çıkarılıyor. Bütün bunlara halifenin onay vermesi yeterli oluyor. “Halife onay vermiştir, Ezidilerin kadınları, çocukları helaldir. Ezidilerin mallarına mülklerine el konulması helaldir” şeklinde bir halife onayı her operasyonu mübah kılmaktadır.
Bu şekilde IŞİD’in elinde olan kadınların, çocukların beş bin civarında olduğu vurgulanmaktadır.
Şengal’in işgalinden sonra gelişen süreç tam anlamıyla soykırımdır. Ezidilerin dinsel varlığını yok etmek için kapsamlı bir saldırı gerçekleşmiştir. Ezidiler Kürt’tür. Farklı dini inanca sahip Kürtlerdir. IŞİD saldırılarıyla Ezidi inancına sahip kitleleri yok etmek önceden hesaplanan, planlan bir süreçtir.
İslam ile Ezidi ilişkilerinin irdelenmesi, İslam inancına sahip olanların Ezidi inancına sahip topluluklarla ilişkilerinin irdelenmesi önemlidir. Bugün İslam konferansına üye 57 devlet vardır. Bu devletlerin yöneticilerine IŞİD’le ilgili bir soru sorulduğu zaman “IŞİD İslam’ı temsil etmez” diyorlar. Herbir devlet yöneticisi böyle söylüyor. Bugün İslam inancına, İslami anlayışa sahip olan milyonlarca gazeteci yazar, üniversite mensupları… vardır. Teker teker bunlarla konuşulduğu zaman, bunlar da “IŞİD İslam’ı temsil etmez” diyorlar. Ama IŞİD her yaptığını İslam adına yapmaktadır. Bunun için de bazı İslam devletleri tarafından, el altından desteklendiği bilinmektedir.
Bu çerçevede İslam Konferansı, Arap Birliği gibi örgütlerin IŞİD’in barbarlıklarına, vahşetine örgütsel güçlü tepkiler verdikleri de görülmemiştir. İslam anlayışına sahip gazeteci, üniversite mensubu, yazar vs. örgütlerinin de IŞİD vahşetine karşı güçlü bir tepkisi olmamıştır. IŞİD yaptığı her şeyi İslam adına yaptığını vurgulamaktadır.
Bütün dinlerin temelinde ahlak vardır. Bir varlık olarak insanın yüceltilmesi, korunması vardır. Esir pazarları kurmak, insanları alıp satmak, insanları köleleştirmek, genç kadınlara tecavüz etmek, İslam anlayışına, dinlerin dayandığı ahlak anlayışına uygun mudur?
İslam, dünyaya, insanlığa huzur getirdiğini vurgulamaktadır. Ezidi inancına sahip insanları yok etmeye çalışarak, Ezidi kadınları, çocukları esir pazarlarında satarak, Ezidi kadınlara tecavüz ederek, köyleri yakarak yıkarak, Ezidi erkekleri kurşuna dizip toplu mezarlara gömerek huzur yaratılabilir mi? Bugün savaş nedeniyle Suriye’den kaçmaya çalışan yüz binlerce insan Avrupa ülkelerine girebilmek için yoğun bir çaba içindedir. Hem de Ege denizinde sık sık gerçekleşen boğulmalara rağmen böyle bir çaba içindedir. Suriye’den kaçmaya çalışan insanlar neden Suudi Arabistan, Kuveyt, Katar, Bahreyn gibi zengin Arap ülkelerine veya Mısır, İran gibi İslam ülkelerine değil de Avrupa’ya girebilmek için çaba harcıyorlar? Dünyaya huzur getirdiğini iddia eden İslam’ın, İslam inancını yaşayan yazarların, gazetecilerin, üniversite mensuplarının bu gibi ilişkiler üzerinde düşünmesi gerekir.
Ezidiler hiç kimseyi Ezidi dinine davet etmemektedir. Müslümanları, Hıristiyanları, Musevileri Ezidileştirmek diye bir sorun yoktur. Bu zaten Ezidi inancına da aykırıdır. Ezidilerin bütün isteği Müslüman, Hıristiyan, Musevi komşuları arasında kendi inançlarını özgürce yaşamaktır.
Ama Ezidiler tarih boyunca, özellikle Müslümanlardan büyük eziyet görmüşlerdir. 7. Yüzyılın ortalarından itibaren Müslümanlığın geliştiğini, yaygınlaştığını görüyoruz. Bu süreçte, Arap fatihler Irak’ta, Suriye’de, İran’da Ezidi inancını yaşayanlara karşı çok zulüm yapmışlardır. Onları Müslümanlaştırmak için her türlü önlemi almış, yaşama geçirmişlerdir. Müslüman olmak istemeyenleri, Ezidi kalmak isteyenleri kitleler halinde katletmiş, mallarına, mülklerine el koymuşlardır.
19. yüzyılın ilk yarısında Güney Kürdistan’da Rewandiz miri Mir Muhammed Paşa 1810’larda, Botan miri Mir Bedirhan Paşa 1930’larda, 1840’larda Ezidileri Müslümanlaştırmak için çok eziyet yapmışlardır.
1912-13 Pontus sürgünleri, 1915 Ermeni soykırımı sırasında Ezidiilere de sürgün politikası uygulanmıştır. Cumhuriyet döneminde Ezidilerin Müslümanlaştırılması için her yol denenmiştir. Örneğin Suruç, 1915 öncesine kadar baştanbaşa bir Ezidi şehriydi, Viranşehir öyleydi… Bugün Suruç’ta tek bir Ezidi aile bile kalmamıştır. Müslümanlaşan Ezidilerin, Ezidi kalanlara karşı aşağılayıcı davranışlar sergiledikleri de gözlenmektedir.
Ama bugün durum farklıdır. Kürdistan Bölgesel Yönetimi ve Kürdistan Başkanı Mesut Barzani, Ezidilere karşı çok sıcak bir ilgi göstermektedir. Şengal savaşı sırasında Mesut Barzani Şengal köylerini birer birer ziyaret etmiştir. Ezidilerin bir kısmının köylerini terk etmemesinde Başkan Mesut Barzani’nin bu tutumunun büyük rolü vardır. Şengal savaşı sırasında Mesut Barzani her zaman cephede, peşmergelerle birlikte olmuştur. Güven verici bu tutum karşısında yıllardan beri Avrupa’da yaşayan Ezidilerin bir kısmı Kürdistan’a dönerek Şengal savaşına katılmıştır. Kürdistan Bölgesel Yönetiminin ve başta Mesut Barzani’nin tutumu İslam tarihinde yeni bir tutumdur. Öbür İslami hareketleri etkileyeceği de açıktır.
Gerillanın da Ezidilere karşı olumlu bir ilişki geliştirdiğini vurgulamak gerekir.
Mültecilik Halleri
IŞİD saldırısı sonucunda Suriye’den Kürdistan Bölgesel Yönetimine yüz binlerce mülteci sığındı. Bugün Kürdistan Bölgesel Yönetiminde iki milyona yakın mülteci yaşıyor. Bunların çok büyük bir kısmı da Suriye’den geldi.
Mültecilerin bir kısmı Müslüman Kürtlerdir. Bunlar Kürdistana Rojava’dan geliyorlardı. Genel olarak da kamplara yerleştiler. Mültecilerin bir kısmı Hıristiyanlardı, Süryanilerdi. Hewler’de oturan ve mülteci kamplarını sık sık ziyaret edenler, Güney Kürdistan’da Kürdistan Bölgesel Yönetiminde yaşayan Süryanilerin Suriye’nin çeşitli şehirlerinden, Kürdistana Rojava’dan gelen Süryanilere fazla ilgi göstermediklerini söylemektedir. Bu Süryanilere daha çok Müslüman Kürtler ilgi göstermiştir. Müslüman Kürtler onların ihtiyaçlarını karşılamaya çalışmışlardır. Mültecilerin üçüncü bir grubunu da Ezidiler oluşturmaktaydı. Ezidi Kürt mültecilere daha çok Güney Kürdistan’da Laleş ve çevresindeki köylerde yaşayan Ezidi Kürtler sahip çıkmışlardır. Buralardaki her Ezidi aile, birkaç mülteci aileyi evine almış, olanaklarını onlarla paylaşmıştır. Bu, Ezidiler arasındaki dayanışmayı göstermesi bakımından dikkate değer bir ilişkidir.
Şengal, İnsanlık Sorunu
IŞİD’in Şengal’e saldırısı ve gerçekleşen soykırım bir insanlık sorunudur. Bu sadece İslam ve Ezidiler arasındaki bir sorun değildir. Bir insanlık sorundur. Bu bakımdan, İslam Konferansı, Arap Birliği gibi örgütlerin yanında Uluslararası Af Örgütü, Avrupa Konseyi, Avrupa Birliği, Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı gibi örgütlerin de, Birleşmiş Milletler’in de bu sorunla yakından ilgilenmesi gerekir.
Şengal’in İmarı
IŞİD savaşı sırasında Şengal yakılıp yıkılmıştır, yerle bir edilmiştir. 12 Kasım 2015 günü Şengal’e ilk giren peşmerge güçlerinden Sait Çürükkaya durumu şöyle anlatıyor: “Şengal’de hiçbir canlı yoktu. Yaşlı insanlar, kediler, köpekler, kuşlar… hiçbir canlı yoktu. Sadece IŞİD vardı onlar da peşmerge güçlerinin operasyonuyla kaçış halindeydi. Her yer mayınlanmıştı. Tuzaklar vardı. Harabe halindeki evlere girmek, mayınları sökmek önemli bir sorundu.”
Hitler, 1939’da, 40’larda Polonya’ya, Avusturya’ya, Fransa’ya vs. saldırdığı zaman insanlar bu saldırıdan korunmak için kaçıyorlardı. Ama yine de terk edilen bu yerleşim yerlerinde yaşlı insanlar, kediler, köpekler, kuşlar kalıyordu. Şengal’de ise IŞİD saldırısıyla birlikte hiçbir canlının yaşamadığı vurgulanıyor. Bu, IŞİD’İn çok daha vahşi, barbar olduğunu gösteriyor. Bu bakımdan Şengal’in imarı da önemlidir. Kanımca Şengal bu haliyle, açıkhava müzesi olarak kalmalıdır. Onun yanında yeni bir şehir kurulabilir. Uluslararası yardım kuruluşları bu durumu gündeme almalıdır. Kobane gibi Şengal de bu bakımdan önemli bir sorundur.
Şengal, Kürdistan’a bağlanmalı ve Kürdistan’da özerk bir yapıda olmalıdır. “Şengal’i Ziyaret” yazısında bu konuyla ilgili düşüncelerimi dile getirmeye çalışacağım.
İsmail Beşikçi
http://gelawej.net/index.php/yazarlar/ismail-besikci/2301-sengal
DEVLET VE GAZETECİ
Ahmet Altan
Devlet, toprakta yetişen nebatattan değildir, doğada bulunmaz.
Tümüyle insan yapımıdır.
Birbirini tanımayan milyonlarca insanın, enerjilerini bir arada ortaklaşa kullanabilmeleri için geliştirilmiş bir kurallar çerçevesinden oluşur.
Doğada dağınık halde bulunan tek tek insanların ya da grupların kendi başlarına gerçekleştirebileceklerinden daha fazlasını elde edebilmek için insanlar tarafından on binlerce yıl içinde adım adım geliştirilmiştir.
Hammurabi’den bu yana da yasaları yazılıdır.
O yasalar zaman içinde değişir ama yasaların ve kuralların varlığı asla yok olmaz.
Çünkü milyonlarca insanı bir yasa ve kural çerçevesi olmadan bir arada tutamazsınız.
Şimdi AKP iktidarı, insanlığın binlerce yıllık birikimini tersine çevirmeye, kuralsız ve yasasız bir yönetim oluşturmaya çabalıyor.
Böyle yaparak, yönetmeye talip oldukları devleti yokediyorlar.
Bunca insanın içinde güvenle yaşamasını sağlayacak kurallar çerçevesini kırdığınızda, içinde toplanacakları bir çerçeve bulamayan o insanlar, gruplara bölünerek yeni kurallar oluşturacakları bir parçalanmaya giderler.
O parçalanmanın yolu açılıyor.
Bu yol açılırken, siyasi iktidar da yok ettiği kuralları zorbalık ve şiddetle ikame etmeye çalışıyor.
Kurallar yok edildikçe şiddetin boyu artıyor.
En son yaşadığımız kuralsızlık ve şiddet, kamuoyunun “MİT TIR’ları” dediği karanlık olay.
Kimin kime yolladığı belli olmayan içi “silah” dolu kamyonlar yakalandı.
Siyasi iktidarın çeşitli üyeleri bu kamyonların içinde önce “insani yardım” olduğunu söylediler, sonra bunların silah olduğu kanıtlarla ve fotoğraflarla ortaya çıkınca bu sefer de bu silahların “Bayırbucak Türkmenlerine” gittiğini söyledi bir kısmı, bir kısmı da “Özgür Suriye Ordusuna” gönderildiğini söyledi.
İnsanlığın bugün vardığı aşamada oluşturduğu devlet düzeni içinde, hiçbir devlet görevlisi, parlamentonun onayı olmadan “yabancı” bir güce silah gönderemez.
Yakalanan silahların “yabancı” bir güce kimin kararıyla gönderildiğini bilmiyoruz.
“Yabancı” bir güce gittiğini biliyoruz ama “yabancı” gücün gerçek kimliği de bizim için meçhul.
Sadece bizim için değil, parlamento için de meçhul… Sadece parlamento için değil “MİT bölge başkanı” ve “bölge jandarma komutanı” general için de meçhul.
Bir yabancı güce parlamentodan habersiz silah yollamak suçtur.
Devletin parlamentoda kesinleşmiş ve resmileşmiş bir kararı yok ortada.
Zaten böyle bir “karar ve emir” olmadığı için bizzat “devletin” görevlileri bu kamyonları yakalayıp zabıt tutmuşlar.
Şimdi, bu kamyonları yakalayan generalleri tutukladılar.
O adamların görevi bu kamyonları yakalamak.
Yakalamasalar suç işlemiş olurlardı.
Devletin içinde bir grup örgütlenip “silah kaçakçılığı” yapsaydı, kaçakçılığı yapanlar “devlet görevlisi” diye yapılan iş suç olmaktan çıkacak mıydı?
“Silah kaçakçılığı” ile “devlet görevi” arasındaki fark, bu silahların “yabancılara” gönderilmesi için parlamentonun karar vermiş olmasıdır.
O karar olmadığına göre bu açıkça “silah kaçakçılığı” suçudur, suçu işleyenin devlet görevlisi olması suçun vasfını değiştirmez.
Ayrıca, silahlar “yabancılara” gittiği için daha başka yasa maddeleriyle de değerlendirilebilir.
Bunu, “yabancı güçlerle gizli işbirliği” faaliyeti olarak da kabul edebilirsiniz…
Ki bu da çok ağır bir suçtur.
Bu olayda bütün kuralları çiğneyen, suç işleyen ve bizzat “devlet görevlileri” tarafından yakalanan siyasi iktidar, suçluları yakalayanlarla birlikte bu suçun kanıtlarını yayınlayan gazetecileri de “casuslukla” suçlayarak tutukluyor.
Burada eğer “casuslukla” suçlanabilecek biri varsa o da silahları parlamentodan gizli olarak yabancılara gönderenlerdir, bu silahları yakalayanlar ya da kanıtları yayınlayanlar değil.
Ayrıca bu olay “devlet sırrı” kavramının ardına da saklanılamaz çünkü “suç” devlet sırrı olamaz.
Birileri kendi çıkarları için bu silahları yollamış olabilir.
Ya da bu yasadışı işin “devletin çıkarına” olduğuna hükmederek bu silahları yollamışlardır…
İki durumda da yaptıkları suçtur.
Bu suçu saklayabilmek için şimdi “hukuk” kılığında şiddet uyguluyorlar.
Silahları yakalayan generalleri ve haberi yayınlayan gazetecileri tutukluyorlar.
Can Dündar ve Erdem Gül, bu silahların haberini yaptıkları için hapisteler.
Yaptıkları, gazeteciliğin tarifine tamamen uygundur.
Ve kendisine “gazeteci” diyen herkes de bunu haber yapmak ve yayınlamak zorundadır.
Gazeteciliğin görevi, böyle suçları ortaya çıkarmaktır.
Suçu işleyenlerin “devlet görevlisi” olup olmaması gazeteciyi hiç ilgilendirmez, suçu işleyenlerin amacı da ilgilendirmez gazeteciyi, gazeteciyi saklanan suçun kanıtları ve belgeleri ilgilendirir.
Zaten Dündar’la Gül de belgeleri ve kanıtları yayınladılar.
Silahları gizlice yabancı bir güce yollayanlar “casusluktan” ya da silah kaçakçılığından yargılanmıyor ama bunun belgelerini yayınlayanlar “casusluktan” tutuklanıyor.
İşte bu, yasaları, kuralları ve devleti yok etmektir.
Zaten devletin yokedilişi “sistematik” olarak gerçekleştiriliyor.
Yirmiden fazla “faili meçhul” cinayetten sorumlu olarak yargılananlar serbest bırakılıyor, darbeyle suçlananlar aklanıyor ama “kaçak silahları” yakalayan generaller tutuklanıyor.
Faili meçhullerin sanıklarına ve darbecilere sahip çıkanlar bu generallere sahip çıkmıyor.
Bu, kuralsızlığın siyasi iktidardan medyaya ve topluma da yayıldığını ve kurallar çerçevesinin her düzeyde parçalandığını gösteriyor.
Bir darbe hazırlığının belgelerini yayınladığı için Mehmet Baransu’nun tutuklanması da bu kuralsızlığın ve yasasızlığın önemli parçalarından biriydi…
Baransu da sahipsiz bırakıldı.
Kanıtlanmış, belgelenmiş suçların sahipleri serbest bırakılırken, suçları ortaya çıkaranların, bunların kanıtlarını ve belgelerini yayınlayanların yakalanması, devletin yasal çerçevesinin parçalanması anlamına gelir.
Biz aynı görüntüyü 17/25 Aralık yolsuzluğunda da gördük, sanıklar bırakıldı, sanıkları yakalayanlar, belgeleri ve kanıtları ortaya çıkaranlar cümbür cemaat içeri atıldı.
Suçları ortaya çıkaranlara karşı uygulanan şiddet, siyasi iktidarın suçlarını yok etmiyor, aksine artırıyor…
Yasaların ve kuralların çerçevesini parçalayan siyasi iktidarın meşruiyetini de yok ediyor.
Yasalara, kurallara, hukuka uymayan hiçbir iktidar meşru olamaz.
Bir iktidarın meşruiyeti ancak yönetmeye talip olduğu devletin kurallarına ve yasalarına uymasıyla gerçekleşir.
Bugün karşılaştığımız tablo da iktidar o yasalara ve kurallara uymuyor.
Bu gerçeğin söylenmesini engellemek için de gazeteciliğin ve dürüstlüğün gereklerini yerine getiren herkesi hapse atıyor.
Hapishanedeki gazetecilerin, daha da artacağı anlaşılan sayısı büyüdükçe, iktidarın meşruiyeti daha da tahrip olacak ve uygulamaların şiddeti artacaktır.
Toplumun parçalanması da hızlanacaktır.
Bunu önlemek isteyenlerin yapacağı en önemli iş bir araya gelerek demokratik bir direnci ortaya koymaktır bence.
Hiç ayrım yapmadan, kuralsız bir şiddetin kurbanlarına sahip çıkmaktır.
Bu yapılmadığı takdirde, milyonlarca insanı bir arada tutmak için bulunmuş kurallar çerçevesi iyice parçalanacak ve toplum hiç beklenmeyen bir anda olmadık bir olayla kırılıp parçalara ayrılacaktır.
İktidarın uyguladığı şiddet de bunu hızlandıracaktır.
Gittiğimiz yol, bu yol işte.
http://www.haberdar.com/devlet-ve-gazeteci-makale,524.html
http://eksisozluk.com/entry/56680597
http://www.hurriyet.com.tr/elijah-wooddan-bilgin-ciftci-yorumu-40022521
http://www.hurriyet.com.tr/yuzuklerin-efendisinin-yonetmeni-peter-jackson-resimdeki-gollum-degil-smeagol-40022230
37 numarada sözü edilen sabah gazetesi yazarının şu sözü dikkatimi çekti:
“DAİŞ’in “medeniyetler çatışması”nın İslâm kutbu haline getirilmesi, içinde fazlasıyla marjinal bir konuma sahip olduğu İslâm dünyasına büyük zararlar vermektedir.”
IŞİD, yani yazarın sözünü ettiği DAİŞ fazlasıyla marjinal konuma sahipmiş. Peki o zaman soralım Suudi Arabistan rejimi, Afganistan ve Pakistan’da Taliban daha birçok ülkede buna benzer ve sürüyle var olan, yobazlığı ve bağnazlığı referans alan rejimler de mi fazlasıyla marjinal? Aslında fazlasıyla marjinal filan değil. Yazar burada somut gerçeklerden ziyade, gerçekleri elden geldiğince çarpıtarak gerçeklere ve eldeki verilere aykırı soyut düşünceleri gerçekmiş gibi göstermeye çalışıyor.
Gerçek olan şu: egemen İslam inancı IŞİD’in benzeridir ve aralarında sanıldığı kadar büyük fark da yoktur. İkisi de asıl gücünü yobazlıktan alır. Toplum bu yobaz düşüncelere iman edince her türlü sömürüye razı olur. Ve yine bu egemen İslam düşüncesinin sonunda varacağı yer bir şekilde IŞİD vb. olacaktır. Bunun birçok kanıtı dolaylı veya dolaysız olarak bulunabilir. Örneğin Ankara’da IŞİD’in yaptığı katliamı protesto etmek isteyenlere karşı Konya’da binlerce insanın aldıkları akıl almaz tutum ve buna benzer binlerce olay bunun çok açık göstergesidir.
İşlerine gelmeyen nedir? İslam’ın arkasına saklanarak toplum üzerinde egemenlik kurmak ve toplumu en acımasız ve vahşi biçimde sömürmektir. Tabii sömürü ve toplum üzerinde egemenlik kurmak zorlaşınca egemen İslam gerçek yüzünü yani IŞİD’ten farkı olmadığını ve bunun da aslında hiç de marjinal olmadığını gösterecektir. Yine burada asıl mesele Batı karşıtlığı da değildir, Batı karşıtlığı, İslam vb. kılıfların arkasına saklanarak insanlar üzerinde egemenlik kurmak, egemenlik alanını genişletmek ve yayılmak ve insanları sömürmektir.
Kenan Evren gibi yobazlığın en büyük savunucusu ve destekçisi Kemalist generaller de bunu görmedi, çünkü en başta çıkarları ve konumları buna görmeye engeldi ve üstelik beyinleri de yobazlığa iman etmekten körleşmişti. Din dersini zorunlu yapıp Sünni İslam’ı aşırı derecede yücelterek, ona dayanarak bir şeyler yapmaya çalıştılar. Yani ilerici geçinen Kemalistler ülkede aslında yobazlığın bir numaralı destekçisi idiler. Kafalarında ise yobazlık ve ülkeyi, ABD ve emperyalizmin uşağı haline getirmenin dışında en ufak bir fikir kırıntısı dahi yoktu. Böylece yobazlığa iman etmek hakka ve en doğruya iman etmek gibi gösterildi. Bu kadar sefil ve beş para etmez düşüncelere sahip olmalarına rağmen çok büyük fikirlere sahip olduklarını, mutlak doğruya ulaştıklarına inandılar. Bugün ise kendi oluşturdukları ve sürekli övgüler düzdükleri bu yobazlık ve cehalet bataklığında boğulmalarına ramak kalmıştır. Bunların bildikleri en iyi şey İslam’ın arkasına saklanarak dakika başı yalan söylemek, habire laf cambazlığı ve hokkabazlık yapıp haklı çıkmaya çalışmak ve bu laf cambazlıkları ve hokkabazlıklar ile işlerine gelmeyen tüm gerçekleri inkar etmek, bu yolla toplumu sürekli kandırmak, manipüle etmek ve toplumu sömürmektir. Bu hokkabazlar İslam’ın arkasına saklanarak, Allah Allah diyerek, güya Allah’ı adını kullanarak, onu sonuna kadar sömürerek, en rezil ve en adi yalanlarla toplumu sömürebileceklerini biliyorlar, bunun için de yalan makinesi gibi dakika başı yalan söylemekten çekinmiyorlar.
Gerçi bu topraklarda bin yıldır yapılıyor. Farabileri, İbn’i Sinaları ve daha nice düşünür ve büyük filozofları bin yıldır aşağıladılar, onlara amansız biçimde hakaret ettiler, yobazlığı, bu yolla egemenlerin, Yezidlerin çıkarlarını savundular. Bunu 1000 yıl boyunca yaptılar. Gücünü Tanrı’dan aldıklarını söyleyenler bunu çok uzun yıllar boyunca sürdürebiliyor. Firavun düzenleri de binlerce yıl boyunca sürmüştü. Ama bu şekildeki yobazlık daha çok Firavunların ve Yezidlerin çıkarını savunmaktan öte anlam taşımıyor. O yüzden toplum için bunlar başarı abidesi değil, sömürü, amansız korku, baskı ve utanç tapınaklarıdır. Varklıklarını binlerce yıldır devam ettirmeleri bu gerçeği değiştirmez.
Fakat bu defa IŞİD’ten farklı olduklarını binlerce defa söylemek de onları kurtaramayacak, çünkü IŞİD gibi olup bu kez ülkeyi tümüyle zombiler cumhuriyeti haline getireceklerdir.
sayin zileli, fasizm konusunda belli ki kafaniz cok karisik. güncel olaylari analiz etmeye calisirken sürekli olarak tarihsel analoglar -nazi fasizmi- yapmak neyin isaretidir: olan biteni anlayamamak yada burjuva biliminin insanlara bellettigi “tarih tekrardan ibarettir” dogmasina iman edildigine.
-fasizm, demokrasisinin düsmani olmadigi gibi demokrasinin alternatifi falan da degildir. fasizm ve demokrasi burjuva egemenliginin iki farkli bicimidir. sayin zileli’nin burjuva demokrasisini fasizme karsi savunulmasi gereken bir deger olarak gördügü belli oluyor. fasist yönetim bicimi, devleti ve toplumu demokratik yöntemlerle yönetmenin imkansiz oldugu durumlarda gündeme gelir. yani “AKP yada islam, özü-tabiati geregi fasisttir, ondan dolayi islami iktidar kacinilmaz olarak fasizme cikar” gibi bir tez yanlistir. AKP iktidari döneminde, kapitalist-emperyalist AB klübünün normlarina uymak icin yapilan yasal-demokratik reformlari ne cabuk unuttunuz sayin zileli? kemalist laik diktayi “kültür devrimi” diye satmaya calisiyorsunuz. yüzde elli oy ile iktidar olan islamcilarin iktidari fasizm oluyor da, askeri-kemalist tek parti diktasi neden “kültür devrimi” oluyor? burda genel olarak bati demokrasisinin degerlerini, özel olarak da laikligi savunulmasi gereken bir deger olarak gördünüz belli oluyor. laiklik, marxizm adina savunulacak bir deger falan degildir. burjuvazi, kendi egemenligi icin din-kilise ile uzun bir mücadele sonucunda din’i kontrol altina almistir. burjuva demokrasileri dini düsünceyi yok etmedigi gibi, toplumu yönetmek icin din’den afyon olarak faydalanmaya devam ediyorlar. bunun icin avrupa ve amerika da ki devlet-din iliskisine bakmak yeterli. simdilik bu kadar yazayim, yazilacak cevaplara göre tartismamiza devam edelim.
Komintern’in neredeyse yüz yıla yaklaşan ve hayat tarafından tamamen geçersiz kılınmış faşizm teorilerini yeni bir şeymiş gibi ortaya sürmüşsünüz ama nafile. Özellikle günümüzde faşizm bambaşka biçimler almış bulunuyor. Kemalist diktatörlük, ulus devletçi ve baskıcı bir diktatörlüktür ama faşizm olarak görülemez. Dersim katliamı vb gibi suçları vardır, fakat birçok özelliğiyle de faşizmden ayrılır. Türkiye’nin kültür devrimini Kemalizmin hesabına yazmak ise sadece Kemalist .bir bakışın ürünü olabilir. Türkiye’nin kültür devrimi, 19. yüzyılın ortalarında başlayıp 20. yüzyılın ortalarına kadar sürmüştür.
sayin zileli kendince bir fasizm tanimi yapmis; fasizmin karakteristik özelliklerinin islamciideoloji ile tami tamina uydugunu kesfetmis ve islamci hareketlere “fasist” etiketi yapistirip isi bitirmis. bu karakteristik özelliklerden mesela anti-komünizmi ele alalim. komünistler dini düsünceyi hakli olarak afyon olarak görürler ve bilim, akil ve mantik ile alakasi olmayan dini dogmalari elestirirler. hangi din oldugu farketmez, dincilerin komünistlere düsmanlik yapmalari anlasilir bir durum degil midir? hristiyan dinciler yada budistler anti-komünist degiller mi? kiliseler nazi fasizmini desteklemediler mi? anti-komünizm fasizme özgü birsey degildir. ikinci dünya savasindan sonra alman burjuva politikacilarinin yaptiklari ilk is alman komünist partisini yasaklamak olmustur. dünyanin en gelismis demokrasisi olan A.B.D.’nin anti-komünistligi de zaten dillere destan. soguk savas döneminde anti-komünist cephe kimlerden olusuyordu sayin zileli? bati demokrasileri dedigimiz amerika ve avrupa’dan olusmuyor muydu? simdi burda bize “fasizm anti-komünisttir ama burjuva demokrasileri anti-komünist degildir” anlaminda sacma bir iddiayi gercek diye satmaya calisiyorsunuz. diger bir karakteristik özellik diye “hegemonyaci yayilmacilik” diye belirtmissiniz. bu da yanlis. günümüz dünyasinda hegemonyaci yayilmacilikta amerikanin eline kim su dökebilir? hegemonyaci yayilmacilik demokratik kapitalizme degilde sadece fasizme özgü ise, dünyanin en gelismis demokrasisi olan amerikanin dünya hegemonyasini nasil aciklayacaksiniz? sayin zileli, kapitalist hegemonyaci yayilmaciligin kaynagi marxistler acisindan bir sir degildir, fakat sizin fasizm teoriniz tam bir bulamac. kapitalist hegemonyaci yayilmaciligin kaynagi ulusal sermayenin yeni pazar ihtiyacindan baska birsey degildir. bundan dolayi ulusal sermayeye ulus-devlet sinirlari dar gelir. almanya da hitler’in fasizm ile basaramadigi avrupanin lider gücü olma hedefini, alman burjuva politikacilari NATO’nun askeri semsiyesi altinda ulasmis durumdalar. hitler’in emperyalist emelleri icin askeriyeyi tercih etmesi tamami ile tarihsel kosullar ile alakalidir. bugün merkel’in alman sermayesinin gücü ile avrupali bas emperyalist olma basarisi hitler icin sözkonusu olamazdi, cünkü almanya kapitalist zenginliginin en az yarisini savas tazminati olarak ödemek zorundaydi. bu konuda hitler ile alman burjuva politikacilarinin yaptiklari tartismalar alman arsivlerinde mevcut. kisacasi hitler savas delisi falan degildi, tam tersine diger alman politikacilarindan daha “gercekci” biriydi. tayyip erdogan da bütün diger burjuva politikacilari gibi kendi devletini en azindan bölgesel emperyalist bir güc haline getirmeye calisiyor. burjuva politikacilari icinde kendi devletinin nufüs-etki alanini genisletme amaci gütmeyen tek bir siyasetci bana gösterebilir misiniz? kapitalist devletlerin sözkonusu bu yayilmaci emellerinin tek tek liderlerle, partilerle, islam ile, din ile alakasi yoktur. yayilmaciligin kaynagi kapitalist ekonomidir. diger yazdiklariniz da isabetli degil fakat simdilik bu kadar elestiri yeter.
Bu yazının hiçbir yerinde, bu özelliklerden her biri sadece islamcı faşistlere özgüdür diye bir cümle kullanmadım. Bunların her birini ayrı ayrı ve tek tek başka hareketlerde de bulabilirsiniz. Ama hepsini birden bağrında toplayan işlemi faşimdir. Yani günümüzün faşizmi.
burda ille de birilerine “fasist” etiketi yapistirilacaksa bunun islamcilardan cok kemalistlere daha yakistigi bir gercek. nazi ve italyan fasizmini dikkate alarak söylersek, fasizmin en karakteristik özelliklerinden birisi tek parti diktatörlügüdür. -parantez aciyorum: burdan hemen bati demokrasilerinde ki cok partili “demokratik sirk-tiyatro” yönetimini idealize ettigim sanilmasin, yöneten-yönetilen iliskisinin bizzat varligini ret ediyorum.- ikincisi, ulus-millet irkciligidir, ücüncüsü, devletin kutsalligi; devletin varliginin tartisilmazligi; devlet cikarlarinin herseyin üstünde tutulmasi, dördüncüsü, askeri dikta. bu özelliklerin hepsi kemalist tek parti diktatörlügünde mevcut. kemalistlerin ice dogru yayilma yani kürdistani isgal ederken, disa dogru bariscil bir politika izlemeleri “barissever” tabiatlarindan degil, disa dogru yayilmaci bir siyaseti hayata gecirecek ekonomik ve askeri gücten yoksun olmalari sebebiyledir. türkiyede ki islamci gelenek ise sizin iddianiz tam tersine ekonomi de liberal, toplum modeli olarak muhafazakardir. ISID, el kaide gibi cihadci örgütler avrupa ve amerika da terör eylemleri yaptiklarinda burjuva politikacilarinin ilk aciklamalari söyle oluyor: “bunlar bizim demokratik degerlerimize düsmanlar.” sayin zileli, siz de burjuva politikacilari ile ayni tezleri dillendirdiginizi farkinda misiniz? cihadcilar bati degerlerine düsman olduklari icin o eylemleri yapiyorlarsa, cihadcilarin isvicre yada iskandinav ülkelerinde degil de, NATO semsiyesi altinda ortadoguya asker, ucak gönderen amerika, ispanya, fransa, ingiltere gibi ülkelerde eylem yapmalarini nasil aciklayacaksiniz? demek ki islamcilar her ne kadar bütün hristiyan alemini “haclilar” olarak görüyorlarsa da, buna ragmen rastgele her ülke de eylem yapmiyorlar. batili burjuva politikacilari emperyalist siyasetlerini gizlemek icin öyle konusuyorlar, sizin derdiniz nedir? cihadcilara “fasist” etiketi yapistirmak icin gercekleri zorlamaktan vazgecin, sürekli kendinizle celisiyorsunuz. cihadcilarin yaptiklari igrenclikler ortada, buna ille de “fasist” etiketi gerekmez.
Devleti, devlet başkanlığını kutsama faşizmin ayırdedici bir niteliği ise, bu durum Kemalist cumhuriyet kadar Osmanlı devleti ve öbür İslam saltanatları için de geçerlidir. Devleti, Devlet-i Aliye, Devlet-i Ebed-Müddet diye kutsayan, padişahı Allahın yeryüzündeki gölgesi sayan devletçi ideolojiye de faşizm denebilir bu durumda.
Kemalizmin Türkleri millet-i hakime sayan şoven, ırkçı milliyetçiliğinin kökü de – dönemin Avrupa’sından etkilenmeler olsa da- Osmanlı’nın Sünni Müslümanları birinci sınıf, diğerlerini ikinci sınıf sayan ümmetçi ideolojisinde aranmalı.
Yazıdaki Suudi ve Katar örneklerinden aklıma geldi;
Suudi Arabistan Kralı Abdullah ve Katar Şeyhi El Tani, Suriye’ye demokrasi gelmesi konusunda hemfikir…
Zaytung’da geçen bir haberdi bu. Bunların yerinde Kral Selman ve Katar Şeyhinin oğlu var şimdi. Bunlara RTE’yi de eklemeli. Cumhurbaşkanlığından sonra onlar gibi artık.
anonim’e cavap:
-devlet, yönetenlerin-egemenlerin kumanda aracidir. devletin varligini mesrulastirmak icin hem dogu da hem de bati aleminde cesitli teoriler üretilmistir. bugün insanlar devletsiz bir toplumu-hayati artik hayal bile edemiyorlar. ben devlet derken günümüz modern ulus-devletlerini, diger bir degisle kapitalist-burjuva devleti kastediyorum. devlet teorisinin tarihi konumuz acisindan cok önemli degil. insanlarin 500 yil önce nasil yasadiginin bugün icin hicbir kiymeti yoktur. günümüzde siyasi-askeri-ekonomik gücü elinde bulunduran insanlar 500 yil önceye bakip karar vermiyorlar. ayrica sadece fasizm de degil, demokrasilerde de devlet kutsal olarak görülür. demokrasi ile fasizmin ortak noktalarindan biri de devletin dokunulmazligidir. reel sosyalistlerin de devleti ve para’yi aynen kapitalizmde oldugu gibi egemenlik araci olarak kullanmaya devam etmeleri marxist düsünceden sapmadir. senin yazdiklarin dogru degil, yaniliyorsun. birincisi, kenan evren dindar bir insan oldugu icin degil, insanlari kömünist düsüncelerden uzaklastirmak icin dini tesvik etmistir. ikincisi, ulus-millet diye dogal bir kolektif yoktur, ulusculuk-milliyetcilik de bir ideolojidir ve kapitalist toplum ile ortaya cikmistir. daha dogrusu kapitalist bir devlet dünyada ki bir toprak parcasi üzerinde tel örgü cekip sinir cizdikten sonra, o toprak parcasi üzerinde yasayan insanlari kendi vatandasi ilan eder, o insanlari milliyetcilik-ulusalcilik ideolojisi ile yogura yogura millet-ulus denilen kolektifi meydana getirir. 150-200 yil önce anadolu da yada dünyanin herhangi bir yerinde bir insana “sen kimsin” diye sorulunca ya sülalesinin ismini ya asiretinin ismini söyler veyahut da ait oldugu din-mezhep ile kendini tanimlardi. bugün herkes vatandasi oldugu ulus-devletin ulusal kimligi ile kendini tanimliyor: “türküm, alman’im, amerikan’im vs.”
Ulus denilen topluluklar aniden ortaya çıkmadı. Kapitalizm de öyle. Her şey gibi bunların da geçmişe dayanan bir temelinin olması gerekir. Aynı dili konuşma, aynı dine, mezhebe mensup olma, aynı coğrafyada yaşama uluslaşmayı kolaylaştırır. Devletin tepeden müdahalesinin etkisini abartmamak gerekir.
Bazı ulus-devletlerin tamamen yapay olduğu doğrudur. Bunlar tarihlerinin neredeyse tamamında başka devletlerin egemenliğinde yaşamıştır. Ukrayna, Yemen, Libya gibi. Bunların bazılarının sınırları da 1. Dünya Savaşı’ndan sonra yapay bir şekilde çizilmiştir. Suriye ve Irak gibi. Bu nedenle ancak diktatörlükler ve tek-parti rejimleriyle bir arada tutulabilmiştir.
anonim, sapla samani birbirine karistirmissin, düsüncelerin net degil. fakat dünyayi anlamaya calisan biri oldugun belli, bu sevindirici.
1-) devlet’in nüfus, pasaport, binlerce yasasi, okul egitimi, medyasi ile yediden yetmise bütün vatandaslarinin kaderini, düsüncesini nasil belirledigini-sekillendirdigini belli ki farkinda degilsin.150 yil önce daha T.C. devleti yokken anadoluda bir insana “türk müsün” diye sorsan, bunu hakaret, küfür gibi algilardi. T.C. kurulduktan sonra, devletin tornasindan ister istemez gecen insanlar simdi gururla “türküm” diyorlar. türkiye de etnik köken olarak türk olmayan ama devlete-topluma entegre olmus ve kendini “türk” kimligi ile ifade eden milyonlarca insan var. dünyanin geri kalaninda da durum farkli degil. bir milleti olusturan ögeler diye siralanan safsatalara, efsanelere gelince. mesela dil. avusturyada da almanyada da almanca konusulur ama, almanya da yasayanlar alman iken avusturya da yasayanlar avusturyali oluyor, bu nasil oluyor? ayni örnek ingilizce konusan ama farkli uluslar olan ingiliz, amerikali, avusturalyali icin de gecerli. avusturya ikinci dünya savasindan sonra almanya sinirlari dahilinde kalsaydi, bugün kü avusturyalilarin hepsi alman olacaklardi. burda asil belirleyici olanin devlet ve devlet sinirlari oldugunu bilmem ki anlatabildim mi? dersim de 30 yil önceye kadar kimse newroz kelimesini, efsanesini bilmezdi. kürt ulusal hareketinin ulusal propagandasi sonucu dersimlilerin en azindan bir kismi bugün newroz’u “ulusal bayram” olarak kutluyor. dersimli bir alevi kensini bingöl’lü bir safi yada erbil’li bir kürt ile ayni topluluk olarak görmüyor. böyle uydurma, suni duygu bagi ancak ulusal hareketlerin, ulusal devletlerin bu safsatalari insanlara empoze etmesi ile ortaya cikiyor.
2-) ben ulus-millet denilen topluluklarin yapay oldugunu söylüyorum, sen bazi ulus-devletler yapaydir demissin. devletin yapayi olmaz, bir devletin nasil kuruldugu cok mu önemli? ben devleti bir baski araci olarak ret ediyorum, sen mesru devlet-mesru olmayan devlet arayisindasin. dünya da hegemonya kurmus devletlerin izni olmadan yeni devletlerin kurulmasi imkansizdir. yeni devletin kurulusuna onay veren devletler eskiden ingiliz, fransiz gibi sömürgecilerdi. bugün ise beyaz saray’dan onay-lisans almadan kimse mevcut sinirlari degistiremez. senin yanlis bir sekilde “yapay” olarak adlandirdigin ve batili emperyalistlerin ön ayak olmasi ile kurulmus devletlere örnek: kosova. bu devlet, diger devletler tarafindan taninmis-mesru-egemen bir devlettir. fakat ekonomik olarak iflas etmistir. siyasi literatürde böyle devletlere “failed state” deniliyor. bulgaristan’dan tutalim, afrikan’nin bircok devleti bu kategoriye girer.
yukarda ki nota ekleme: ulusculugun-milliyetciligin bir ideoloji oldugunu tespit ettikten sonra, real sosyalistlerin “uluslarin kendi kaderini tayin hakki” teorisinin marxist düsünce ile alakasi olmayan bir efsane oldugunu gönül rahatligi ile söyleyebiliriz. mao da dahil, reel sosyalistlerin kapitalizm ile baglarini tamami ile koparmayip, kapitalizmden devr aldiklari miras: ulus-millet ideolojisi, devletin gerekliligi, para’ya, arti degere dayali ekonomik üretim.
kapitalist ekonominin ortaya cikma süreci, para’nin önemli bir rol oynamadigi kapali pazar ekonomisinden, ulusal para’ya endekli ulusal-uluslararasi pazar ekonomisine gecis süreci olarak kisaca tarif edebiliriz.
Marksistlerin devleti reddetmesi diye bir şey olmaz, olamaz. Olsa bile lafta olur. Marksizm devletçi bir düşüncedir ve hep öyle olmuştur. Hatta Marksizm devleti yücelten bir düşüncedir. Uygulamaları da hep öyle olmuştur.
“Ama başka türlü Marksizmler de var” denilebilir. Olabilir. Ama ben ona Marksizm demiyorum. Çünkü Marksizm devletçidir.
Bu söylediklerimi bizzat doğrulayan Karl Marks’ın söyledikleri ve yazdıklarıdır.
Marksizm devletçi olduğu için Marksist değilim. Ve asla da olmayacağım. (Tabii buna karşı hayır öyle değil Marksizm şöyledir filan denebilir; doğrusu bu söylemleri de ikna edici bulmuyorum. Hem uygulama açısından hem de Marks’ın yazdıkları açısından durum nettir. Ayrıca Marks devleti yeterince anlayamamış ve doğru bir şekilde analiz edememiştir. Bunun için Bakunin okumak gerekir.
Gerçi bu konuları Marksistlerle tartışmanın çok fazla bir faydası yok. Marksistler yüz elli yıldır aynı palavraları söyleyip duruyor: devletçi değiliz, devleti merkeze almadık vb. Ama vardıkları yer ve sonuç belli: devlet kapitalizmi ve totaliter devlet.
Kısaca Bakunin haklı. Boş yere tartışmanın da anlamı yok.
Devletin ulusları oluşturmadaki rolünü inkar etmiyorum. Devlet kadar kültür, dil, dini-mezhebi hareketler de bunda yer almıştır diyorum sadece. Mesela, Suud hanedanıyla birlikte hareket eden Vehhabi hareketi Suudi rejiminin temellerini atmadı mı? Verdiğiniz Bulgaristan örneği de buna benzer. Bulgar kilisesinin Rum Ortodoksluğundan ayrılması, yani Bulgarların mezhepleri uluslaşmalarına katkıda bulunmadı mı? Veya İran’a kimliğini veren Şiiliğin İran devletinin şekillenmesinde payı olmadı mı? Boşnakların Müslüman olması onları diğer Slavlardan ayrı bir ulus yapmadı mı? Dilin, edebiyatın etkisi de böyle olmadı mı? Avrupa’da Latince’nin yerini ulusal dillerin alması, Osmanlı’da dilde sadeleşme ve halka yönelmeyi savunanlar gibi.
bu sayfanin konusu islami fasizimdir neden bazi insalar burada gelip marksist veya diger konulari isliyor anlamak zor……ben islami fasizimden yaziyorsam bunu bizim yasatimiz
toplum ver kültürden gelen islamdan referans olarak aliyorum.
bunun bilimsel ve gercek bir din anlaysindan gelmedini olarak
da söylemem gerekiyor butün dinler insanlarin kendi icgüdüne
ve güc unsürü olarak kullanildi ve isteklerine cevirildi bir tarihi
gercek.o yüzden bugünün islamindan bahsediyorsak bir fasizim anlayisi ve yasam tarzidir bir baskici toplum inancidir bugün anlayisila.nedense medine toplum anlaysina hic yanasmiyor kendini dinci söyleyen insanlar……aslen bunun üzerinde durulmazi gerek.devletci anlaysina ben kendim karsi cikiyorum benim arzuladim ise bir konseyler cumhuriyeti veya demokrasisi bunun bir utöpya oldu bir baska bir gercek.
İslami faşizm kavramı çok soyut. Kimleri tanımladığı net değil. İslamcı faşistler kimlerdir? Neden, mesela bir IŞİD faşizmi, El-Nusra faşizmi, Boko Haram faşizmi, Suudi faşizmi, Vehhabi faşizmi denilmiyor? O zaman somut konuştuğumuz için İslami faşizm demeye gerek kalmaz.
İslamofaşizm
TÜRKER ALKAN
Amerikalılar sözcük üretmede pek mahirdir. Şimdi yeni ürettikleri bir sözcüğü tartışıyorlar:
İslamofaşist! Bununla ne demek istediklerini tam olarak bilmiyorum. Belki kendileri de henüz bilmiyordur. Terim Amerika’da ortaya atılır atılmaz bizde de tartışma yarattı.
Genel tepki olumsuz: ‘Müslümanlar faşist olamaz!’
Her şeyden önce anımsamakta yarar var. ABD benzer isim koyma işini ilk kez yapmıyor. Daha önce de savaştığı düşmanlara karşı benzer isimler koydu. Bu işi CIA’ye bağlı psikolojik harp dairesinin yaptığı söylenir. Örneğin Vietnam’da kendisine karşı savaşanlara ‘Vietkong’ demesi, uzun inceleme ve tartışmalardan sonra verilmiş bir karardı. İslam dünyasında kendisine karşı savaşanlara ‘İslamofaşist’ demeye başlaması da bir rastlantı eseri değildir sanırım. İşin kötüsü, Ortadoğu’yu yeniden biçimlendirme niyetlerinin gelip geçici bir heves olmadığını, uzun vadeli hesaplar içinde olduklarını göstermeleri açısından endişe vericidir.
‘İslamofaşist’ deyiminin olumsuz bir yanı, büyük ve yaygın bir din olan, 1 milyarın üzerinde inananı bulunan bir dini ve taraftarlarını bir çırpıda ‘faşizm’ gibi ilkel ve saldırgan bir ideolojiyle özdeşleştirme tehlikesini içermesidir. Bu terimi önerenlerin niyeti bu olmasa bile, yaratacağı sonuç bu olabilir. Böyle bir şeyi Amerika’nın da isteyeceğini sanmıyorum. Durup dururken bu kadar büyük bir düşman edinmek istemezler sanırım.
İslam dünyasında demokrasi pek yaygın olmasa da, Türkiye gibi liberal demokratik ülkeler de var. ‘İslamofaşist’ teriminin bu ülkeleri de kapsayacak şekilde kullanılması kimseye yarar sağlamaz, olsa olsa sakat ve yanlış çözümlemelere kapıyı açar.
İyi de, İslam adına faşizan uygulamalar yapan ülkeler ve yönetimler yok mu? Var elbette. Taliban yönetimindeki Afganistan’ı anımsayın. Erkeklerin sakal bırakmak zorunda olduğu, kadınların burkalara hapsedildiği ve yalnız başına sokağa çıkamadığı, kadınlara okuma yazma öğretmenin yasaklandığı Afganistan’ı.
Daha güncel örnek isterseniz Somali’ye bakabilirsiniz. Birkaç ay önce başkent Mogadişu’yu ele geçiren dinciler ‘beş vakit namaz kılmayana idam cezası’ öngörüyor. Geçenlerde bir düğün evini basan dinciler müzik çalanları ve dinleyenleri dövdüler, ‘şeytani müzik aletlerini’ parçaladılar. Düğün sahibi şaşkındı: “Sabah izin verdiler, öğleden sonra düğünü basıp dağıttılar” diyordu. Almanya’da yapılan Dünya Kupası futbol maçlarını izlemek yasaklandı. İzlemek isteyeler gösteri yapmaya kalkınca üzerlerine ateş açıldı, iki gösterici öldürüldü. 11 genç, ‘İslam dışı davranışlarda bulundukları için’ 40’ar kırbaçla cezalandırıldılar
Sakız çiğnemenin bile yasaklandığı Taliban dönemi Afganistanı’na ‘faşit’ demeyeceğiz de neye diyeceğiz?
Dini bir ideolojiye indirgerseniz ve bir ülkeyi dini kurallarla yönetmeye kalkışırsanız (bu hangi din olursa olsun) sonunda otoriter bir yönetim biçiminden başka bir şey kalmaz elinizde. Bu yönetime ‘faşizm’ denip denmeyeceği bir tanım sorunu olarak tartışılabilir, fakat otoriter niteliği açıkça ortadadır.
İslam ülkelerinin bir kısmında otoriter yönetimlerin olduğu yadsınamaz bir gerçek. Fakat bundan yola çıkarak İslam âlemini faşitlikle suçlayabilecek bir terimle konuşmaya başlamanın neye hizmet edeceğini anlamak zor.
http://www.radikal.com.tr/yazarlar/turker-alkan/islamofasizm-787996/
Faşizm kelimesi çok sıradanlaştı. Bütün dikta rejimlerine, totaliter devletlere ve örgütlere faşist deniyor. Bu mantığa göre hepsine faşist denebilir: Baas faşizmi, Sovyet faşizmi, Kuzey Kore faşizmi, Pol Pot faşizmi, PKK faşizmi, Hamas faşizmi, Taliban faşizmi, El-Kaide faşizmi.
Bu durumda faşizm tartışmalarına gerek kalmaz. Bunların hepsine faşist der geçeriz.
anonim arkadas t. alkan’in sözümona islamofasist deyimini elestiren yazisini yukariya asmis. anonim arkadas böyle sacma elestiri yazilarini buraya neden asiyor bilmiyorum ama, bize bu elestirinin yanlisligini ortaya koymak icin firsat sunuyor. t. alkan, islam dini bir milyardan fazla taraftari olan bir din oldugu icin böyle adlandirilamaz, demis. dikkat: demek ki islam dini birkac bin kisiye hitap eden kücük bir din olsa “islamofasist” diye adlandirilmasinda sorun yok. dikkat edilirse yazar genel olarak din, özel olarakta islam dininin ilkelerini-prensiplerini siralayip, bu ilke ve prensipler fasist olarak adlandirilamaz demiyor. mesele kelle sayisi ise, dünya capinda fasist partilerin taraftarlarini alt alta toplarsak o da bir milyari bulur. t. alkan fasizmi ilkel ve saldirgan olarak niteleyip, genel olarak dinlerin özel olarak da islamin fasizm ile karsilastirilamayacagini söylüyor. birincisi, fasizm ilkel degil son derece modern bir ideolojidir. fasizmin yeserip hayat buldugu kaynak modern ulusalcilik-milliyetcilik ideolojisinden baskasi degildir. yani fasizmin fideligi “ulusal devlet” denilen batakliktan baska birsey degildir. fasistler, ulusalci-milliyetci ideolojiye gönül vermis ama cesitli sebepleden dolayi hayal kirikligina ugramis “mutsuz milliyetcilerdir.” “saldirgan” nitelemesine gelince, amerikan ve avrupa demokrasilerinin saldirganliginin fasist saldirganliktan asagi kalir yani yoktur. amerikan’in, ulusal pazarini dis sermayeye acmiyor diye japonya limanlarini topa tutmasindan tutalim günümüzde ki suriye-yemen-ukrayna ic savaslarina kadar, demokrasi ve insan haklari adina yürütülen bütün bu savaslarin da amaci tipki fasizm gibi siyasi-ekonomik-askeri hegemonya kurmak degil midir? ikinci dünya savasini naziler baslatti,dogru, peki birinci dünya savasinin aktörleri kimlerdi? t. alkan fasizmi ilkel ve saldirgan olarak nitelerken, dini düsünceyi korumaya aliyor. bu bir saka degilse t. alkan aklini peynir ekmekle yemis. bilimin bu derece gelistigi bir cagda, taa bilmem kac bin yil önceden kalma ve akil-mantik ile uzaktan-yakindan alakasi olmayan dini dogmalara-hurafelere iman etmek ilkellik-cahillik-körlük olmuyor öylemi sayin alkan? din adina yürütülen savaslari ve yapilan katliamlari siralamaya kalksak, fasizm, dinin yaninda devede kulak kalir. “mutlak egemenlik-mutlak hakimiyet” ilkelerine dayanan fasizm ile tanriya sorgusuz-sualsiz mutlak itaat ilkelerine dayanan dinler arasinda hicbir benzerlik görmüyor musunuz sayin alkan?
t. alkanín yazisinin elestirisine ek:
“dini bir ideolojiye indirgerseniz…” diye yazmis yazar. din zaten bir ideolojidir. dünyaya yeni gelen bir cocuga aile, devlet yada dini kurumlar tarafidan “tanri” kavrami empoze edilmese, o cocuk kendi kendine “yeri gögü yaratan bir tanri olmali” diye fantastik bir sonuca varir mi? hem inanan siradan insanlar icin, hem dini arac olarak kullanan devlet icin bir fonksiyonu olmasa, dini düsüncenin yasamasi-yayginlasmasi mümkün degildir. devlet, zenginler ve din adamlarinin insanlari yönetmek icin dini kullandiklari ortada. fakir-fukara siradan insanlar icin ise din “zügürt tesellisidir.” sene on iki ay ekmek pesinde kosturup bu dünyanin nimetlerinden faydalanamayan emekci insan “hayat hepsi bu kadar miydi, ben daha ne yasadim ne gördüm kü?” sorusunu ister istemez kendisine sorar ve “yasadigim bu cileli hayatin mutlaka bir anlami olmali” diyerek mana-maneviyat denilen hayal-illüzyon dünyasina dalar…
Marksizm de dincilik ve milliyetçilik kadar totaliter bir ideolojidir. Marksistlere göre ya kapitalizme, emperyalizme karşısındır ya da onlardan yanasındır. Üçüncü bir seçeneğin olmaz. Ya devrimden yanasındır ya karşı-devrimcisindir. Dincilerin, milliyetçilerin “ya benimlesin ya düşmanımsın” mantığı burada da geçerli gördüğümüz üzere.
Bu mantığa göre bir şey ya doğrudur ya yanlıştır. Bir şey yanlışsa zıttı doğrudur. Bir şeyin hem doğru hem yanlış tarafları olamaz.
Gerçek bunun tam tersidir.
Totaliter düşünce biçimleri her şeye tek bir bakış açısından bakar. İnsan hayatı çok yönlü, çok boyutludur halbuki. Örneğin sınıfların, eşitsizliğin, yoksulluğun, emek sömürüsünün ortadan kalkmasıyla bütün sorunların çözüleceği varsayılır. Bunlar olmadığı zaman da sorunlar oluyor. Hayata sadece sınıfsal bakarsanız, “kapitalist” veya “burjuva” diye homojen bir bütün saydığınız zengin insanların hepsini aynı kefeye koyarsınız. Onların içinde de şiddeti, acıyı, yalnızlığı, mutsuzluğu yaşayan insanların olduğunu unutursunuz. Emekçi ve işçi denilen insanlardan mutlu, iyi bir hayat yaşayanlar olduğu gibi.
bu kadar teori tartismalar hos ve güzel ben halkin bizlerin neyi tartisiyor diye haberi yoktur……etik anlayisi zayif olan bir toplum
onu kendine baylayan bir inanci sorgulamaz ve elestiri anlayamaz.kusura bakmayin dostlar ben bunlarin topluma hic
yansimadini düsünüyorum bu kadar haksizligi ve katliamlara karsi bir gösteri yapilmiyorsa biz ne konusuyoruz???
belki türkiye insanina karamsar bakiyorum ama türkiyede ki kapitalist ve bununla olan birlikte islamci ve kemalist catismasi insanlari yozlastirdi benim gördüm insan ancak gündelik hayatina bakiyor bizim gibi felsefeyi konularla ilgilenti yok sadece öyle ilgi gösterdini belli etiyor.akp fasizimi artik kendini tamamen savas strajedisine cekti cünkü yüzde 55 halkin bunu destekliceni bildi icin.ben öyle görüyorum ve aynen yine diyorum bugünün dünya sorunu islami fasizimidir ve onunla birlikte olan dini savas.
Bugün gerici olsa da İslamın geçmişte oynadığı ilerici rolü inkar edemeyiz. Görünüşe aldanmamak lazım. Herşey göründüğü gibi değil. T. Alkan’ın yazısını eleştiren yorumda olduğu gibi, tarih bilgisi eksik olanlar bunu iyi kavrayamaz. Bugünkü uygarlığın oluşumunda, bugün için hurafe olan ideolojiyi araç olarak kullanan Arapların payı büyüktür. İslam sayesinde devletleşip yayılan Araplar doğuyla batı arasında bir köprü olmuştur. Eski Yunan’ın felsefesini, Çin’in kağıdını, barutunu, Hintlilerin sıfır rakamını, bunun gibi pek çok şeyi Avrupalılara onlar aktarmıştır. İslam olmasa belki bugünkü Batı uygarlığı olmazdı bile veya daha geç gelişirdi.
anonim arkadas önce utanggac bir sekilde islami savunuyordu, simdi acik savunmaya gecti. insan dinde keramet, ilericilik bulmak istedikten sonra tarihi keyfine göre yorumlayip bunu pekala yapabilir, tipki anonim gibi. mesela bir alman fasisti, bir yahudiye: “hitler sizi katletmeseydi siz israil’e toplanip devlet kurmazdiniz, hitler’e tesekkür edeceginize, lanet okuyorsunuz nankörler!” diyebilir, bu da bir tarih yorumudur, tipki anonim arkadasin mantigi gibi.
Marksist arkadaşa bir soru
Sadece İslam değil bütün uygarlıklar için soruyorum
Eğer Mekkeli müslümanlar, önce Medine’ye, ardından bütün Arabistan ve çevre ülkelere yayılmayıp evlerinde otursalardı,
Eğer Romalılar, önce İtalya’ya, ardından bütün Avrupa’ya, Kuzey Afrika’ya, Yakın Doğu’ya yayılmayıp Roma’da otursalardı,
Eğer Büyük İskender, dolayısıyla Helenistik dönem olmasaydı,
Eğer Avrupalılar okyanusun ötesine geçip dünyanın keşfini tamamlamasalardı,
Bugün bütün insanlar dünyanın çeşitli yerlerinde birbirlerinden habersiz ve izole, ilkel bir yaşam sürmez miydi?
Bu durumda sizin savunduğunuz “bilim” nasıl gelişirdi?
degerli anonim arkadas, birincisi, ben tarihe senin bakis acindan bakmiyorum, perspektiflerimiz ayri olunca gördügümüz manzara da farkli oluyor. ikincisi, bir burjuva bilimi olan tarih’in insanlara bellettigi bir dogma var: “bugünü anlamak icin tarihe bakmak lazim.” sedece sen degil bircok marxist, anarsist vs. de bu dogmaya iman ettikleri icin sürekli yanlis bir mantik yürütme ile yanlis sonuclara variyorlar; bu dogmaya iman etmis insanlar bugün olan-biteni anlayamayinca dönüp tekrar tekrar tarihe bakiyorlar. sen öyle bir konusuyorsun ki sanki bilimin gelismesi ile dünya cennet olmus. burdan senin bilimsel gelismelerden kimler faydalaniyor, bunun insan ve tabiat icin getirisi-götürüsüne bakmadan bilimi idealize ettigin belli oluyor. bilimsel gelismenin din, ideoloji ile direkt bir baglantisi yok. bilimsel gelismeyi tesvik eden bircok faktörler vardir, ayrintilara burda girmeyelim. din de dahil ideolojiler bilimsel gelismeyi pratik yararini göz önünde bulundurarak duruma göre tesvik ederler yada engellemeye calisirlar. bilimsel gelismenin ideolojilerüstü olduguna kanit: bilim-teknik sadece kapitalizm de degil, eski sovyetler birligi ve eski komünist cin de olmustur, senin belirttigin gibi eski islam uygarliginda da, yine diger eski uygarliklarda da vs.
-bilim-teknik ve ekonomik üretim verimliliginin geldigi asama itibari ile tarimda yilda birkac defa hasat mümkün; iklimden bagimsiz olarak seralarda her türlü üretim yapiliyor; birkac ayda bir apartman dikmek mümkün; yeralti-yerüstü kaynaklari yüksek teknik sayesinde ekonominin hizmetine sunuluyor; salgin hastalik, kuraklik gibi insanlari acliga, ölüme mahkum eden sorunlara bilimsel-tibbi careler bulunmus durumda vs. vs.
simdi sana sorum: bütün bu bilimsel gelismelere ragmen birlesmis milletlerin verilerine göre yilda bilmem kac milyon insan acliktan, yoksulluktan, susuzluktan, savaslardan vs. ölüyor. 60 milyon insan su anda mülteci olarak göc yollarinda. bütün bu veriler su anlama gelmez mi: bilim-teknigin gelismesi insan ve tabiat icin otomatikmen iyilesme anlamina gelmez, hatta bazi durumlarda tam tersi. bunun sebebi de dünyaya hakim olan global kapitalist düzen ve bu düzenin bilim-teknigi hangi amaclarla kullandigi ile alakali olabilir mi acaba?
Türker Alkan’ın yazısında iki temel sorun var. İlk olarak sanırım Alkan’a göre insanları ve toplumları incitmemek için asıl sorunu onlara söylememek gerekiyor.
Ama sorunu çözmek için önce sorunu ortaya koymak gerekir. Diyelim birisinin ciddi bir hastalığı var, diyelim ki bu kişi kanser oldu, morali bozulmasın diye ona bu mantıkla kansersin diyemezsek o kişi de kanser hastası olduğu halde durumu kabul etmemekte ısrar ederse sorun çözülecek mi?
Bu mantığın baştan sorunlu olduğu kesin. Çünkü birileri incinmesin, morali bozulmasın diye en temel gerçekler bile konuşulamazsa, dile getirilmezse o sorun çözülmez, çözülmediği gibi daha da derinleşir. Sorunun çözümü için onun dile getirilmesi önemli bir adımdır.
Alkan’ın yazısında ikinci sorun, Alkan’ın sorunun diğer bağlantılarını görmezden gelmesidir. Bugün politik yaşamda neden insanlar giderek daha çok politik İslam’a yöneliyor, sorunun çözümlerini neden daha çok orada arıyor, bunun nedeni ne? Neden politik İslam giderek güçleniyor? Alkan bu sorulara yanıt aramadığı için resmin sadece bir kısmını görüyor ve diğer önemli kısmını görmezden geliyor.
Bunun en önemli nedeni şu: egemen İslam düşüncesi ile kapitalizm bugün müttefik olmuşlardır. Ve kapitalizm, egemen sınıf egemenliğini ve sömürü ilişkilerini İslam aracıyla kurmak istemekte, İslam’ı kullanarak insanları daha çok sömürmek istemektedir. İşte aynı zamanda bu yüzden politik İslam bu kadar güçlüdür ve aynı zamanda büyük sorunlar oluşturacak bir düşüncedir. Egemen sınıf ve kapitalizm bugün İslam’ı kullanarak topluma her istediğini yaptıracağını anlamıştır. Fikret Başkaya’nın bu forumda yakın zamanlarda yayınlanan yazısında sözü edildiği gibi Suudi Arabistan gibi ülkeler İslami düşüncelerin yayılması için büyük miktarlarda paralar harcamaktadır. Yani egemen güçler siyasi İslam’ı kullanarak, bunun için büyük paralar harcayarak, yatırım yaparak toplumlar üzerinde egemenlik kurma derdindedir. Yani bir anlamda egemen sınıf İslam’ı kullanarak toplumun beynini yıkamaktadır. O yüzden bu iki resme, kapitalizm ve İslam’a, ayrı ayrı bakarsak ayrı ayrı şeyler görüp yanlış analizler yapabiliriz. Sorunu anlamak için resmin bütününe bakmak gerekecektir. Şimdi durum buyken ama toplumu incitmemek, onu kırmamak için bunu söylemeyelim demek, bir anlamda egemen sınıf işine kaldığı yerden devam etsin demekle eş anlamlıdır.
Tek tanrılı dinlerin ortaya çıkış sürecini iyi açıklayan yazılar var şu linklerde:
http://nisanyan1.blogspot.com.tr/2013/12/peygamberlik-meslegine-dair.html
http://nisanyan1.blogspot.com.tr/2013/12/peygamberlik-konusuna-devam.html
http://nisanyan1.blogspot.com.tr/2013/12/isa-da-peygamber-degilmis-tuh.html
http://nisanyan1.blogspot.com.tr/2013/12/firavun.html
“alkan’a yanit”a yanit:
türker alkan kapitalist sistem ile sorunu olan bir insan degil, dolayisiyla sanki t. alkan yönetenleri-egemenleri elestirmek istemiste bunu iyi yapamamis gibi elestirmek isabetli degildir. yani t. alkan zaten “egemenler isine kaldigi yerden devam etsin” diyen biri, yalniz islamci fraksiyon degilde kemalist fraksiyon egemen olsun diyor. senin toplumu incitmemek, kirmamak dedigin sey t. alkan’in kibarligi ile alakali degildir. ne ile alakalidir: bir insanlik degeri olarak idealize edilen demokrasi yönetiminin “fikir özgürlügü, düsünceye saygi” ilkesi ile alakalidir. demokrasilerde düsünceyi etkisiz kilma, relative etme yöntemi söyle oluyor: “o senin fikrin bu da benim fikrim, sen benim fikrime saygi duy ben de senin fikrine” demokratik devlet bütün kullarina-vatandaslarina fikrini aciklama hakkini lütfetmistir, -bundan dolayi demokratik devlete ne kadar tesekkür etsek azdir- yalniz bu fikir-düsünce, sistemin kökten degistirilmesi, sistemin sorgulanmasi gerektigi gibi bir fikir ise istisnasiz bütün demokratik devletler böyle fikirleri “asiri, tehlikeli, sistem düsmani” olarak kategorize edip kriminalize ederler.
T.C. gibi en radikal seküler devletler bile toplumu yönetmek icin din’i bir arac olarak kullanmaktan geri durmazlar. kemalistler dindar olduklarindan ya da din’e saygili olduklarindan dolayi diyanet bakanligini kurmamislardir, birincisi, dini düsünceyi kontrol altinda tutmak, ikincisi, toplumu yönetmek icin din’den faydalanmak amaci ile diyanet bakanligina ihtiyac duymuslardir. bati demokrasilerinde de durum farkli degildir. din, burjuva devletin-ulus devletin otoritesini kabul etmesi sarti ile devlet tarafindan tesvik edilir. örnek, almanya da kiliseye gönüllü olarak vergi vermek isteyen calisanlarin brüt ücretlerinden devlet belli bir miktar kesip kiliselere aktarir. bundan dolayi da kiliseler hicbir zaman “nakit sorunu” yasamazlar.
74 numaralı anonim yazıyor.
Ben Türker Alkan’ın yazdıklarına genel olarak yanıt verdim. Onun kapitalizme sorunu yok, ki zaten olmadığı da yazısından belli. Ben de zaten dolaylı olarak Alkan’ın sorunun bu olduğunu söylüyorum. Bunu görmezden geldiği için dine bakışı da sorunlu. Ve yine Alkan bunu görmezden geldiği için yazısı da sorunlu. Yani yazımın ikinci kısmında bu açık olarak zaten belirtiliyor. Diyebilirsin ki ben bunu problem olarak görmüyorum. Size katılmadığımı söylemekle yetineceğim.
Marxisr argüman’a yanıt:
74 numaralı anonim yazıyor.
Ben Türker Alkan’ın yazdıklarına genel olarak yanıt verdim. Onun kapitalizmle sorunu yok, ki zaten olmadığı da yazısından belli. Ben de zaten dolaylı olarak Alkan’ın sorunun bu olduğunu söylüyorum. Bunu görmezden geldiği için dine bakışı da sorunlu. Ve yine Alkan bunu görmezden geldiği için yazısı da sorunlu. Yani yazımın ikinci kısmında bu açık olarak zaten belirtiliyor. Diyebilirsin ki ben bunu problem olarak görmüyorum. Size katılmadığımı söylemekle yetineceğim.
Marxist argüm şöyle yazmış:
“senin toplumu incitmemek, kirmamak dedigin sey t. alkan’in kibarligi ile alakali degildir. ne ile alakalidir: bir insanlik degeri olarak idealize edilen demokrasi yönetiminin “fikir özgürlügü, düsünceye saygi” ilkesi ile alakalidir. demokrasilerde düsünceyi etkisiz kilma, relative etme yöntemi söyle oluyor: “o senin fikrin bu da benim fikrim, sen benim fikrime saygi duy ben de senin fikrine” demokratik devlet bütün kullarina-vatandaslarina fikrini aciklama hakkini lütfetmistir, -bundan dolayi demokratik devlete ne kadar tesekkür etsek azdir- yalniz bu fikir-düsünce, sistemin kökten degistirilmesi, sistemin sorgulanmasi gerektigi gibi bir fikir ise istisnasiz bütün demokratik devletler böyle fikirleri “asiri, tehlikeli, sistem düsmani” olarak kategorize edip kriminalize ederler.”
Gerçekten öyle olduğu için Alkan bu şekilde bir yazı yazmış olabilir. Eğer Alkan’ın ölçüsü dediğin gibi ise, yani sistemin sorgulanması ve gerektiğinde kökten değişmesini savunan fikirleri kriminalize ediyorsa bunun da sorunlu olduğu açık. Yalnız benim ölçüm bu değil.
Bu adam kadar meseleyi insanî açıdan ele alarak, olgunun tüm damar ve sinirlerini yalın bir dille “tarafsız” bakıç açısıyla analiz yapanı anımsamıyorum.
Vicdanı olanlara sesleniyor… İnsanlık erdemi hala biraz olsun kalmış olanlara.. Ve azınlığa!
Acı ile kabul etmeli, toplumsal çürüme çok yoğun!
http://www.diken.com.tr/reis-baskan-olursa-ne-degisecek/
****
Adam var gücüyle ülkeyi savaşa sokmaya çalışıyor ama, Suriye, Rusya, Irak, Çin (belki Batı’da şimdilik!) durduruyor;
“İç dinamikler” değil; ancak dış dinamikler önleyecek savaşa girmesini.. o da belki..
Türker Alkan’ın yazdıklarına genel olarak yanıt verdim derken aynı zamanda şunu söylemek istiyorum: Sadece Alkan’a değil, Alkan’ın argümanlarına da yanıt veriyorum. Ve Alkan ve onun gibi düşünenlerin her zaman kapitalizmi savunmayabileceğini, argümanları ve koşulları dikkate alarak görüşlerinden vazgeçebileceğini, böyle bir olasılığı da dikkate alarak yazdığımı belirtmek istiyorum.
AKP’den daha kötüsü budur:
http://www.hurriyet.com.tr/bahceliden-cizre-ve-silopi-aciklamasi-40027294
CHP’nin ve tabanının bir bölümü de bunlar gibidir. Muhalefetteyken bile çok tehlikeli bunlar. Şimdiden ezilmeleri yanlış değildir.
İslamcı faşizm veya AKP faşizmi denilen bu iktidarın önceki iktidarlardan bir farkı yok. Bu devlet zaten faşist.
İlla bir tanım lazımsa şöyle denebilir:
Türk (CHP-DP-AP-MHP-12 Eylül-90’lar-AKP) Faşizmi
Devlet-din ilişkisi üzerine;
–
“Devlet dini” acele bir deyim olmuş, düzeltmem gerek.
Evrensellik iddiasına yaklaşan ilk din, belki Ahemenişler zamanından beri İrandaydı. (Mısır’da Akhenaton istisna olabilir, ama etkisi ve süresi kısıtlı.) Devlet gücüyle din yayma adeti,ilk Sasanilerde çıkmış görünüyor.
Daha önceki dinler Devletin tanrılarına saygı talep etmişler, ama hükmettikleri halkların ilahlarını da kolayca pantheon’a dahil etmişler. Sasaniler ilk kez gelişmiş bir teolojisi, tek veya sınırlı sayıda ilahı ve bağımsız ruhban sınıfı olan bir dini tüm uyruklarına kabul ettirmeye çalışmışlar. Romalıların imparator kültüne saygı göstermeyeni yakması ile İranlıların ahaliyi cebren din değiştirmeye zorlaması arasında cins farkı var sanıyorum.
Mezopotamya ve Ermeniye’de 250 yıllarını izleyen kargaşalık bunun eseridir. Roma İmparatorluğu’nun da 285’ten itibaren zorla dini birlik sağlamaya çalışması ve bu tutmayınca 320’lerden itibaren yeni bir devlet dini (Hıristiyanlık)benimsemesi Sasani modeli üzerinedir derler.
Arapların politeizmden monoteizme meyletmesinde hep Hıristiyan/Yahudi geleneğinin etkisi üzerinde durulur. Oysa devlet dini ve cihad kavramlarında belki İran etkisi de aranmalıdır.
(Kelimebaz – Sevan Nişanyan)
türker alkan gibi demokrasiyi özümsemis burjuva aydinlarinin dini düsünceye köklü bir elestiri yapmak, din’in devlet icin fonksiyonunu teshir etmek gibi bir dertleri olmadiklari ortada. t. alkan ne diyor: isteyen istedi sacmaliga din adina inansin, bize de demokrasi adina buna “saygi” duymak düser. yalniz isid, taliban, iran molla rejimi, suudi arabistan örneklerinde oldugu gibi din’in devlet ideolojisi olmasi kabul edilir birsey degil, demokrasi prensiplerine ters düser. dikkat edilirse elestirinin ölcüsü hep bati demokrasisi. kendisini anarsist devrimci olarak tanimlayan sayin zileli’nin olaya yaklasimi ile t. alkan gibi burjuva aydinlari arasinda ben köklü bir fark görmüyorum. yaniliyor muyum sayin zileli?
“Haçlı savaşlarının nedenlerini Hıristiyanlığın yayılmasında, Kudüs’ün kurtarılmasında aramak yüzeysel bir düşüncedir. Bu savaşların başlıca nedeni o çağın Avrupa’sında geçim sıkıntılarının çoğalması, büyük açlar sürüsünün dört yana saldırması gibi üretim-tüketim dengesizliğinden gelen bunalımdır. Nitekim din adına savaşanlara katıldıkları söylenenlerin, başta İstanbul olmak üzere, gittikleri bütün illeri soyup soğana çevirdikleri, kadın-kız ne olursa saldırdıkları bilinen bir olaydır. Bu olayın ayrıntılarını da yine Avrupa tarihçilerinin yapıtlarından öğreniyoruz. İslam ordularının İran’a, Hindistan’a, Asya içlerine değin saldırmalarında dini yaymak düşüncesinin ne denli boşlukta kaldığı, tanrı adına savaşanların bu ülkeleri soymalarından anlaşılmıştır. Çöllerde aç dolaşan Arap sürüleri, ulaşım-iletişim olanaklarının gelişmesiyle yeni bilgiler edinmişler, hangi ülke bolluk içindeyse oraya saldırmada gecikmemişlerdir. Bu tür olayları yaratan nedenleri görebilmek için yüzeye vurana değil, tabanda yatana bakmayı becermek gerekir, bu da bilimsel bir yöntemle, sağlıklı bir bakış açısı edinmekle olabilir.”
İsmet Zeki Eyüboğlu – Sömürülen Alevilik s. 118
dini inanc bir serbestliktir ister inan ister inanma bence git tasa inan……..sevgili marxist argüman arkadasin istedi sistem ise
insanlarin secme özgürlügünü elden alma yani dayatma!inanmicaksin……marxist fasizimi!
her türlü fasizme karsiyim ben suudi arabistana yasamak istemem o bir islami fasizimdir…..galiba anliyoruz fasizim ne oldunu dayatma kültürü. özgürlük ve hürriyetlik insanin en deger kilaca degerdir bu olmaza hangi sistemi korsaniz koyun cöker!!!mevcut islam dinin anlayisi laik olma sorundur yani sekülär olmak,o yüzden fasizim dogabiliyor ve dogdu.
Ortadoğu bataklığı nasıl kurutulur?
Levent Dölek
Ortadoğu bataklığından bahsediliyor. Suriye’de kanlı bir iç savaş yaşanıyor. Yemen’de de öyle. Irak’ta Amerikan işgalinden bu yana kan hiç durmadı. Darbeler, mezhep çatışmaları, tekfircilik, barbarlık, yoksulluk, kadınların hiçe sayılması ve petrol zenginliği ile iç içe geçmiş muazzam bir yozluk ve yobazlık…
Ortadoğu’nun bu hâline bakıp da Araplara ya da İslam’a suç bulanların sayısı oldukça fazla. Özellikle Paris katliamının ardından Batı’da Araplar ve genel olarak Müslümanlar yeniden potansiyel terörist ve barbarlar olarak yaftalanıyor. Gerçek İslam bu değil diye ırkçılığa ve ayrımcılığa itiraz edenlere, yukarıdan ve alaycı bakışlar atanlara, gerçek İslam bu değilse nedir diye soranlara sıklıkla rastlıyoruz.
Biz kendimizi “gerçek İslam nedir” sorusuna yanıt verecek bir konumda ve yetkinlikte görmüyoruz. Ancak bu sorunun yanlış bir soru olduğunu ve yaşadığımız gerçekliği anlamakta hiçbir fayda sağlamayacağını rahatlıkla söyleyebiliriz. Biz bütün Ortadoğu halklarının başka bir soruya odaklanması gerektiği kanaatindeyiz: Gerçek Batı uygarlığı nedir? Emperyalizm nedir?
Ortadoğu’nun hâli vahim. Ama bu, Ortadoğu halklarının Batı uygarlığından uzak kalmasından kaynaklanmıyor. Tam tersine, coğrafyamız üzerinde lanetin adı Batı uygarlığı! Suriye’de mezhep savaşı var. Evet! Peki, Suriye’nin ilk defa Fransız mandası altına girdiği 1922’den sonra mezhepsel temelde, Nusayri, Sünni, Dürzi vb. bölgelere ayrılarak bölündüğünü biliyor muydunuz? Ortadoğu’da çağdışı krallıklar mı var dediniz? Avrupa’da, Britanya, İspanya, İsveç, Norveç, Hollanda, Belçika’nın aralarında bulunduğu 11 ülkenin “çağdaş” monarşilerce yönetilmesine ayrıca bir de din devleti (Vatikan) olmasına ne diyeceksiniz? Tüm bu “çağdaş” ve “uygar” Batılı devletlerin, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra bizzat sınırlarını cetvellerle çizdikleri petrol zengini körfez şeyhliklerini, Katar emirliğini ve Suudi ve Ürdün krallıklarını sonuna kadar desteklediklerini biliyor muydunuz?
Ortadoğu halklarının birbirlerini boğazlamasından mı bahsediyorsunuz? Birbirini boğazlayan halklar silahlarını kimden alıyor? Hangi petrolün dolarlarıyla besleniyor? Hâlâ Irak’ta üç binden fazla, Ürdün’de binden fazla Amerikan askerinin bulunduğundan, Katar’da, Kuveyt’te, Suudi Arabistan’da, Umman’da var olan Amerikan üslerinden, Kıbrıs ve Bahreyn’de İngilizlerin, Birleşik Arap Emirlikleri’nde Fransızların askeri üsleri olduğundan haberiniz var mı?
Peki IŞİD ya da DAİŞ ismiyle anılan kendine İslam Devleti diyen tekfirci mezhepçi barbarlar güruhunun, İsrail’den ne kadar farklı olduğunu düşünüyorsunuz? DAİŞ’in bir anayasası yok. Dini kurallar dışında yasa kabul etmiyorlar. Biliyor musunuz İsrail’in de yok! İsrail de kendisini bir Yahudi devleti olarak dünyaya kabul ettirmeye çalışıyor. DAİŞ, kendisi haricinde kimseye yaşama hakkı tanımıyor! İsrail tanıyor mu? Filistin halkı silahlı direnişle kendini korumasa kadim Filistin topraklarında tek bir Arap, tek bir Müslüman kalmazdı, buna emin olabilirsiniz. İnanmıyorsanız Siyonistlerin kendi yazdıkları belgeleri okumakla işe başlayabilirsiniz. Uygar Batı, İsrail’i medeni bir ülke diye destekleyip, Filistinlileri de terörist olarak yaftaladı yıllarca. Hâlâ kendisine kölece biat etmeyen, direnen Filistinlileri aynı şekilde yaftalamaya devam ediyor. Bugün DAİŞ, nükleer bombası olmayan ve Batı uygarlığı tarafından henüz diplomatik olarak tanınmamış, Yahudilik yerine İslam’ı paravan olarak kullanan bir İsrail’dir.
İşte gerçekler! Batı uygarlığı Ortadoğu’ya hiç de uzak değil. Tam tersine Ortadoğu ile et ve tırnak gibi iç içe geçmiş. Emperyalizmden ayrı bir Ortadoğu bataklığı yok! Nihayet tüm hava üsleri NATO’ya ait olan topraklarındaki iki büyük jet üssünü, İncirlik ve Diyarbakır’ı Amerikan emperyalizminin hizmetine sunmuş olan, dağlarına Amerikan üslerini, Avrupa topraklarını ve İsrail’i korumak için füze kalkanı yerleştirilen Türkiye’nin de giderek Ortadoğu bataklığına çekilmesinde şaşılacak bir şey de yok.
Ortadoğu bataklığını kurutmak gerek. Ama bunun için Ortadoğu halklarından ya da bu halkların inançlarından kurtulmaya gerek yok. Emperyalizmden ve Siyonizm’den kurtulduğumuzda bataklık da kuruyacaktır. Bizim hangi halkadan tutmamız gerektiği açık. Bu yüzden ısrarla yineliyoruz: Türkiye NATO’dan çıksın! Füze kalkanı kırılsın! Üsler kapatılsın!
Bu yazı Gerçek Gazetesi’nin Aralık 2015 tarihli 74. sayısında yayınlanmıştır.
http://gercekgazetesi.net/uluslararasi/ortadogu-batakligi-nasil-kurutulur
http://www.birgun.net/haber-detay/sol-un-fasist-olma-ihtimalini-sevmek-97696.html
İran’dan Suudi Arabistan’a nota
Suudi Arabistan’ın önde gelen Şii din alimi Şeyh Nemr Bakır en-Nemr’in idam edilmesini değişik düzeylerde yapılan açıklamalarla kınayan İran, Suudi Arabistan’ın Tahran’daki maslahatgüzarını Dışişleri Bakanlığı’na çağırdı.
İran Dışişleri Bakan Yardımcısı Hüseyin Emir Abdullahiyan, Tahran yönetiminin olayı “şiddetle” kınadığını bakanlığa çağrılan Suudi temsilciye ilettiklerini bildirdi.
DEVRİM MUHAFIZLARI: SUUDİ ARABİSTAN BEDEL ÖDEYECEK
İran Devrim Muhafızları Ordusu da yayılanlığı yazılı açıklamada, “Suudi Arabistan rejimi bu utanç verici eylemin bedelini kesinlikle ödeyecek” diye tepki gösterdi.
Riyad yönetimi için “terörist besleyen gerici ve vahşi bir rejim” benzetmesinde bulunulan açıklamada, “DAEŞ benzeri bu davranış, Suudi ailesinin yakın gelecekte çöküşünü hazırlayacak” denildi.
LARİCANİ: SUUDİ YÖNETİMİ GİRDİĞİ GİRDAPTAN ÇIKAMAYACAK
İran Meclis Başkanı Ali Laricani, Suudi Arabistan’ın Şeyh Nemr’i idam ederek girdiği girdaptan kolay kolay çıkamayacağını savunarak, “Riyad yönetimin vahşi eylemi, İslam dünyasının yüreğini dağladı” diye konuştu.
Şeyh Nimr’in Suudi Arabistan tarafından idam edilmesine ilişkin yazılı bir açıklama yapan İran Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Hüseyin Cabir Ensari, olayı kınayarak Suudi Arabistan’ın “ağır bedel” ödeyeceği söyledi.
Suudi Arabistan ve Bahreyn’de yönetim aleyhine düzenlenen protestoları teşvik ettiği gerekçesiyle 2012’den beri tutuklu bulunan Şeyh Nemr’in bugün idam edildiği açıklandı.
http://www.hurriyet.com.tr/irandan-suudi-arabistana-nota-40034926
İran’daki Suudi Arabistan konsolosluğu ateşe verildi
İran’ın en büyük ikinci şehri Meşhet’te, Suudi Arabistan’ın önde gelen Şii din alimi Şeyh Nemr Bakır en-Nemr’in idam edilmesi protesto eden bir grup şehirdeki Suudi Arabistan Konsolosluğu’nu ateşe verdi.
Akşam saatlerinde Şii din alimin infazını protesto etmek için konsolosluk binası önünde toplanan kalabalık, Suudi Arabistan bayrağını indirip binaya taş ve ateşleyici maddelerle fırlattı. Protestocular konsolosluk binasının bir kısmı ateşe verip camlarını kırdı.
Kalabalıktaki birçok kişinin Lübnan’daki Hizbullah bayrağını taşıdığı ve sürekli “Maşallah, Hizbullah” sloganı atması dikkat çekti.
Öte yandan Şii din aliminin idam edilmesi değişik düzeylerde yapılan açıklamalarla kınayan İran, Suudi Arabistan’ın Tahran’daki maslahatgüzarını Dışişleri Bakanlığı’na çağırdı.
İran Dışişleri Bakan Yardımcısı Hüseyin Emir Abdullahiyan, Tahran yönetimin olayı “şiddetle” kınadığını bakanlığa çağrılan Suudi temsilciye ilettiklerini bildirdi.
İran Devrim Muhafızları Ordusu ise yayınladığı yazılı açıklamada, “Suudi Arabistan rejimi bu utanç verici eylemin bedelini kesinlikle ödeyecek ” diye tepki gösterdi.
http://www.hurriyet.com.tr/irandaki-suudi-arabistan-konsoloslugu-atese-verildi-40034942
http://www.hurriyet.com.tr/irandaki-suudi-arabistan-konsoloslugu-ve-elciligi-atese-verildi-40034942
http://gercekgazetesi.net/karsi-manset/suudi-arabistan-sii-kellesi-aldi
http://gercekgazetesi.net/isci-hareketi/odtu-yolunu-ariyor
http://eksisozluk.com/entry/57437489
http://eksisozluk.com/entry/57437609
Cuma genelgesi için iptal davası
Cuma namazı saatinde kamu kurum ve kuruluşlarında çalışanlardan isteyenlerin izinli sayılmasına ilişkin genelgenin yürürlüğünün durdurulması ve iptali için Danıştay 16. Dairesi’ne dava açıldı.
Eski YARSAV Başkanı, avukat Ömer Faruk Eminağaoğlu tarafından açılan davanın dilekçesinde, genelgenin, laik hukuk sistemine aykırı olduğu savunularak, “Yapılan işlem, çalışma saatleri uygulamasında alafranga / modern saat sisteminden kopuşun başlangıcıdır” dedi. Dilekçede, uygulamayla namaza gitmeyen kişilerin ifşa edildiği, din boyutuyla fiilen bir fişlemenin meydana geleceğine de dikkat çekildi.
http://www.hurriyet.com.tr/cuma-genelgesi-icin-iptal-davasi-40037903
Suudi barbarlığının muhafızı ABD
Gerçek
Ocak 8, 2016
Suudi Arabistan’ın Şii din adamı Şeyh Nimer Bekir el Nimer’in kellesini uçurması, demokrasi havarisi ABD’nin ve başta Ortadoğu’nun eski baş sömürgecisi Britanya olmak üzere Avrupa Birliği’nin (AB) dut yemiş bülbüle dönmesine yol açtı. Haydi, ABD’de idam cezası hâlâ uygulanıyor diyelim. Ya o demokrasi timsali gösterilen AB? Kendisi idamı uzun süre önce yasaklamış ülkelerden oluşan bu “barış ve demokrasi projesi” neden 47 insanın bir günde idam edilmesi karşısında ayağa kalkmadı? Charlie Hebdo adlı mizah dergisine saldırının ertesinde République meydanını “ulusal birlik” yürüyüşü ile dolduran Fransız uygarlığı neden tam da o saldırının yıldönümüne rastlayan bu günlerde Suud’u yerden yere vurmadı?
İşin aslı şudur: başta Suudi Arabistan olmak üzere, Basra Körfezi’nin gerici krallıkları, şeyhlikleri, emirlikleri ABD ve AB’nin (en başta Britanya’nın) Ortadoğu’daki hâkimiyet sisteminin merkezinde yer alır. ABD Aramco adı verilen petrol şirketi ile 1930’lu yıllarda Suudi Arabistan’a gireli beri, bu ülke Amerika’nın petrol tedariki bakımından güvenliği, istihbarat kaynağı, ABD karşıtı güçlere (geçmişte Nasır, dün Saddam, ardından İran) yönelik en önemli karşı ağırlığı, son yıllarda da önemli bir silah pazarı olmuştur.
Şimdi silah satışı konusunda rakipler de güçleniyor. Fransa’nın tabii sesi çıkmaz, çünkü Rusya’ya satmaktan vazgeçtiği denizaltıyı Katar’a sattı, şimdi de güçlü silah şirketi Dassault’nun Rafale savaş uçağını ABD ve Britanya ile rekabet halinde Suud’a satmak için çırpınıyor! İşte size “sosyalist” (siz bunu “sosyal kapitalist” olarak okuyun) cumhurbaşkanı Framçois Hollande’ın öncelikleri!
Bütün bunlardan dolayı Suudi Arabistan’ın ve öteki Körfez ülkelerinin bütün gericiliği ve ortaçağ karanlığı “uygar demokratik dünya”da (!) hoşgörülür. ABD ve AB “köktendinciliğe” karşıdır, ama Suudi Arabistan’ın devlet dini olan Vahhabiliği hoşgörülür. ABD ve AB “terörizme” karşıdır, ama Suudi hâkim sınıfının önce El Kaide’yi, şimdi de DAİŞ’i el altından finanse etmesi, Suudi devletinin ise Suriye’de cirit atan mezhepçi grupları (Cayş el İslam, Ahrar üş Şam vb.) desteklemesi, sorun değildir. ABD ve AB İran ve Afganistan’da kadın haklarını ihlal eden rejimleri ayıplar, ama Suudi Arabistan’da kadınların yaşamının ayaklar altına alınması, otomobil kullanmalarının bile yasaklanması, Sri Lanka’dan, Filipinler’den, başka ülkelerden gelen ve neredeyse köle gibi çalıştırılan hizmetçi ve bakıcı kadınlara gündelik olay olarak tecavüz edilmesi konusunda sessiz kalır. ABD ve AB Zimbabve’de ya da Venezüella’da en ufak demokrasi ihlalinde yeri göğü inletir, ama Suudi Arabistan ve öteki Körfez ülkelerinin ortaçağ tarzı siyasi rejimlerine dil uzatmaz.
Ama şimdi bazı bakımlardan bu ittifakın temeli sarsılmaktadır. ABD kaya petrolü ve gazıyla birlikte petrol bakımından şimdilik kendine yeterli hâle gelmiş görünüyor. (“Şimdilik” diyoruz, çünkü kaya gazı çok pahalı. Petrol fiyatlarındaki çöküş devam ederse yakında bir dizi iflas gündeme gelebilir.) Kaya petrolü ve gazı Suudi Arabistan’ın bu bakımdan önemini azaltıyor. 2011’de patlak veren Arap devrimi karşısında ABD’nin özellikle Mısır’da “düzenli geçiş” stratejisini benimsemesi, buna karşılık Suud’un karşı devrimin aktif merkezi olma politikasını saldırganca uygulaması (en ileri örnek Bahreyn’in askeri işgalidir) ilişkileri daha da germiştir. (Zaten el Nimer’in esas suçu da 2011’den itibaren Suud’a bu aktif ve saldırgan politikası dolayısıyla muhalefet etmektir, nüfusunun çoğunluğu Şii olan Bahreyn’in devrimci hareketini savunmaktır.) ABD son dönemde Suud’un Şii Husi’lerin iktidarı almaları karşısında Yemen’i sivil muharip tam bir katliamdan geçirmeye yönelik hava bombardımanına maruz bırakmasına da çarnaçar destek verse de perde arkasından uyarılarda bulunmuş gibi görünmektedir. Yine son dönemde İran’la Temmuz 2015’te nükleer konusunda varılan anlaşma, Suudi Arabistan’ın (aynen İsrail gibi) ABD’ye çok ciddi bir tepki duymasına yol açtı. Geçen yıl ölen eski kral Abdullah, 2008’de İran konusunda Amerikan yönetimine “yılanın başını kesmek gerek” demiş, bu da WikiLeaks yoluyla sızmıştı. Suudi Arabistan İran konusunda bu kadar hassas. Dolayısıyla anlaşma ABD-Suud ilişkilerini olumsuz etkilemiştir.
Bir bakıma el Nimer’in idamı doğrudan doğruya ABD’nin elini zorlamak için atılmış bir adımdır. Şiileri ayağa kaldırması kaçınılmaz olan bu adımla Suud İran’ı kışkırtmayı, ABD ile İran’ı karşı karşıya getirmeyi, böylece Ortadoğu’da doğmuş olan alışılmamış yeni duruma, yani ABD ile mollalar İran’ının birbirine yakınlaşması sürecine son vermeyi hedeflemiştir. ABD elbette el Nimer’in idamının Sünni-Şii gerilimini yükselteceğini ve kendisini zor duruma düşüreceğini biliyordu. Dolayısıyla, şimdi Beyaz Saray sözcüsü idamdan önce Suud’u çok uyardıklarını söylüyor ve haklı çıktıklarını ekliyor. Bütün eleştiri bu!
Ortadoğu’da barbarlığın uç görünümleri ortaya çıktığında hemen ayağa kalkanlar ABD, Britanya ve AB’nin Suud’la ilişkisini iyi düşünsünler. DAİŞ, tekfirci mantığıyla, kendisi gibi düşünmeyen herkesin kellesini uçurur, grup infazları yaparken dehşete düşenler, bir günde 47 kişinin kellesini alanlara da hiddet duymalı. Ama o kelleleri alanlar ABD ve öteki emperyalist ülkelerin Arap dünyasındaki en yakın müttefikidir!
http://gercekgazetesi.net/karsi-manset/suudi-barbarliginin-muhafizi-abd
Geçmişteki totaliter rejimlerin ve bugünkü otoriterleşme sürecinin (özellikle Türkiye’deki) temel nedeni o ülkelerde monarşinin yıkılmasının doğurduğu boşluğu bu iktidarların alması değil midir?
Liberal düzenin en gelişmiş olduğu ülkelerin Avrupa’daki meşruti krallıklar olduğunu düşünürsek?
Onları savunmuyorum, kötünün iyisidir, tercih edilmeli demiyorum, bir tespit yalnızca.
İyi veya kötü, siyasal düzenleri daha köklü ve devamlı.
Köksüzlük ve kopukluğun olduğu yerde kriz kaçınılmaz.
Özellikle Türkiye’deki sistem krize mahkum değil mi?
Hükümet ve cumhurbaşkanlığı krizleri, tekrarlanan seçimler, uyumsuz koalisyonlar, kökleşmemiş ve ülke geneline yayılamamış partiler arası düşmanlık ve parlamentodaki kavgalar, yargı, MİT, cumhurbaşkanı, hükümet ve parlamento gibi erkler arasındaki uyumsuzluklar vb.
http://ilerihaber.org/yazarlar/metin-culhaoglu/cimanimani-daglari-nda-neler-oluyor/1870/
http://www.suriyegercekleri.com/2016/02/17/afganistan-milletvekili-turkiyeden-afganistana-50-bin-isid-teroristi-gelebilir/