Gün Zileli’yle anarşizm, liberter komünizm, anarkosendikalizm – Can Şafak
Sendika.org
Tarih: 11 Kasım 2015
Gün Zileli’yle 12 Ekim 2015, Kınalıada’daki evinde yaptığımız uzun anarşizm sohbetinde, Türkiye’de çok da yaygın olarak üzerinde konuşulmayan bu önemli konunun teorisini ve tarih içindeki pratiğini ele aldık.
Can Şafak: Anarşizm dediğimiz zaman aklımıza gelen kavramlar, devrim, komün, sendikalizm, anarkosendikalizm… Hatta aşk. Özgürlük çok önemli bir kavram anarşizmin hem teorisinde -yani geçmişten bu yana olan teorisinde, hem de pratiğinde. Liberter komünizm akla hemen geliveren kavramlardan biri. Bunun yanında bir de, patlayan bombalar, suikastler – hatta Emma Goldman’ın en yakınındaki insan olan Alexander Berkman’ın da, başarısız da olsa böyle bir eylemi var. Bir de böyle bir yanı var ve bu anarşizmin toplumdaki algısı üzerinde de çok etkili olmuş. Türkiye’de de böyle. ‘60’lardan başlayarak yükselen işçi ve öğrenci hareketleri, sol/sosyalist hareket de zaman zaman hâkim sınıflar tarafından ve tabii kimi kesimlerce de anarşizm olarak nitelendi, anarşizm terörle, terörizmle neredeyse özdeşleştirildi; bu hareketlere halk ağzında “anarşik” denirdi.
Gün Zileli: Evet.
Şafak: Dünyada da anarşizm bu yanıyla akla geliyor. Tarih içindeki eylemler… Amerika’da 19. yüzyılın sonlarındaki Haymarket patlaması ve sonrasında idam edilen anarşistler hemen akla geliyor. 19 yüzyılın ikinci yarısından başlayarak dünya tarihinde çok derin izler bırakan suikastlar. Bu suikastlar esas olarak devlet başkanlarına, krallara yöneliyor tabii. Ve bu da anarşizmin, yöneticilerin olmadığı bir dünya özleminin de simgesel bir ifadesi gibi sanki. Bir Amerikan başkanını öldüren genç Leon [Czolgosz], “Ben bir yöneticiye gereksinim duyduğumuzu düşünmüyorum” diyor. Diğer yandan, teorisine baktığımız zaman, geçmişten bu yana neler söylenmiş, kimler var?… Burada bir çeşitlilik ortaya çıkıyor. [Pierre-Joseph] Proudhon’un, [Mikail] Bakunin’in görüşleri, PyotrKropotkin’in… Sonraki anarşist düşünürlerin görüşleri… İşçi sınıfı içindeki anarşist hareketler, köylülük içindeki anarşist hareketler – 1917 Ekim devrimi döneminde Rusya’daki, Ukrayna’daki anarşist hareketler, Mahnovşçina hareketi… Bir büyük çeşitlilik, çok renklilik de göze çarpıyor. Bu fikir ve hareketler içinde bir fikri takip var elbette ama çok birbirini tamamlayan değil, birbirini biraz da dönüştüren fikirler ve hareketler olarak görünüyor. Sen nasıl görüyorsun? Anarşizm dediğimiz zaman bu kavramlar ve böyle bir tarih süreci çerçevesinde – ya da senin bunlara ilave edeceğin kavramlar, boyutlar da olabilir… Sen anarşizmi nasıl tanımlıyorsun? Nasıl bakıyorsun?
Zileli: Düşünce akımlarını dönemin ruhuyla bağlantılı olarak ele almak lazım. Ondan bağımsız olarak aldığımız zaman hakikaten yanıltıcı sonuçlar da çıkabilir ve çok çelişkili durumlar da çıkabilir ortaya, burada böyleydi de burada nasıl böyle oluyor gibi… Bu sadece anarşizmle ilgili değil, genel olarak bütün düşünce akımlarıyla ilgili olarak doğrudur. Anarşizmde daha da fazla önem taşır. Çünkü anarşizmin genel kabul edilen bazı düşünürleri olmakla birlikte, zaman zaman da enternasyonal örgütlenmeler, örgütlenme çabaları olmakla birlikte – bugün hâlâ bazıları devam ediyor olmakla birlikte, geleneğini sürdüren bir örgütlenmesi olduğu da söylenemez.
Şafak: Zaten partiye karşı…
Zileli: Zaten partiye karşı. Şimdi birtakım federasyon türü, sendikalar federasyonu şeklinde veya anarkokomünist federasyon şeklinde bazı örgütlenmeler var ama esasen örgütle temsil edilen bir akım değil veya örgütlerin çok fazla belirleyici olabildiği bir akım değil anarşizm, yapısı itibariyle. Bakışı, perspektifi itibariyle böyledir, senin de dediğin gibi zaten örgütle sorunu da olan bir harekettir.
Şafak: Zaten, baktığımız zaman… Mesela CNT kurulup etkin olmaya başladığı andan itibaren, İspanyol devrimi sırasında, hakikaten anarşizmin ruhunu da bir süre sonra kaybettiğini görüyoruz.
Zileli: Son dönemlerine doğru… Evet doğru. Tabii. (…) Anarşist hareketin terörle bağlantılı veya suikast eylemleriyle bağlantılı kısmına önce değinerek gideyim. O da tamamen dönemin ruhuyla ilgili bir şey. O dönemin ruhu da şu: Büyük bir yeniden oluşum var o dönem, özellikle Avrupa’da. Kadim imparatorluklar giderek çöküyor, yıkılıyor, yerlerini ulus devletler alıyor, o arada da kadim devletlerden de farklı olarak, bugün daha iyi anlayabileceğimiz devlet otoriterliği giderek yerleşiyor. 19. yüzyılın sonları, 20. yüzyılın başları… Ve insanlık aslında, geçmişte dini despotluklar veya Orta Çağ kilisesi (…) gibi veyahut da kadim imparatorlukların baskıcı yönetimini de yaşamış ama modern devlet baskıcılığını aslında daha yeni yeni tanıyor. O zamanın insanı veya o zamanın dünyası. Diyelim ki, 17. yüzyılda falan, daha henüz modern anlamda hapishane denen şey yok. Ne bileyim, derebeylerin şatolarında zindanlar var (…) ama sistematik, bütün ülkeye şamil, yasalarla belirlenmiş bir hapishaneler sistemi de o dönemlerin getirdiği bir oluşum, yerleşen ve günümüze kadar gelen. Böyle bir durumla karşılaştığı için insanlık, buna karşı bir tepki veriyor. Ve aslında anarşizm bu tepkinin de bir ürünü. Şöyle özetleyebiliriz anarşizmi: Anarşizm modern devletin alternatifidir. Çok özet baktığımız zaman olaya, modern devletin oluşumuyla birlikte anarşizm de oluşmuştur diyebiliriz. Onun zıddı olarak.
Şafak: Evet. Anarşizm sözcüğü de zaten kelime anlamı da “yöneticisiz” anlamına gelen iki Yunanca sözcükten oluşuyor.
Zileli: Evet. Tabii. Sadece ona indirgenemez ama esas belkemiğinin bu olduğu söylenebilir. (…) Anarşizm modern devletin baskı, işkence, gardiyan, hapishane yöntem ve uygulamalarına çok şiddetli bir tepki aslında. Esası, özü de bu. Böyle bir tepki olarak ortaya çıktığı zaman çok genç insanların bununla yürekleri alevleniyor. Zaten bunu yaşıyorlar. Yoksa anarşizm hiçbir zaman şiddeti önermiyor. Ama bu düşünceyi benimseyen anarşist bireyler – burası çok kritiktir, anarşist bireyler tamamen örgütlü olmayan bir biçimde, tamamen bireysel olarak eyleme yönelmişlerdir. Hani Marksist literatürde bireysel terörizmi, bireysel eylemi örgütsel eylemin karşısında bir olgu olarak koyarlar ve derler ki bireysel eyleme karşıyız. Ama onların bireysel terör dedikleri şey tam anlamıyla bireysel terör değil. Onlar, kitleden kopuk eylem anlamında söylerler bunu. Ama kitleden kopuk bir eylem de, o anlamda kitleden kopuk bir eylem de pekâla örgütlü olabilir.
Şafak: Evet. Olabilir. Olmuştur da…
Zileli: Şöyle örgütlü [olabilir]. Mesela Çar döneminde, Çar’a karşı Narodniklerin giriştikleri eylemler, örgütlü eylemlerdir. Yani, bireysel terörizm yöntemlerini kullanır ama örgütlüdür, örgütlenmişlerdir. Anarşistlerde bu da yok. Bir grup örgütlenmiş de gitmiş yapmış değil. Tamamen bireyseldir. Bak, tek tek yapılmıştır suikast eylemleri. Mesela İspanya’da insanlara işkence yapılması karşısında adam gidiyor, silahını koyuyor cebine… Berkman’ın eylemi de öyle.
Şafak: Berkman da kendi karar veriyor.
Zileli: Kendi karar veriyor. Borç harç bir silah buluyor, koyuyor cebine. Bir de o dönem bugünkünden çok farklı. Devlet başkanları da öyle muazzam bir korumalar ordusuyla gezmiyorlar. Adam kapıyı çalıyor, “Beyefendi evde mi?” diyor, karısı gidip çağırıyor, tak vurup çıkıp gidiyor. Böyle enteresan, matrak bir durum var. Çünkü daha devletler de henüz böyle şeylere karşı çok hazırlıklı değiller. Tabii, bir, iki, üç dört, beş… Bu eylemleri bu insanlar yapınca anarşizmle terörizm neredeyse insanların zihninde – bir dönem için en azından ve onun kalıntıları olarak bugüne kadar da geliyor – böyle bir özdeşleşme olmuş. Ama aslında anarşist düşünceye genel olarak bakarsan veya bu düşünceyi vazeden düşünürlere bakarsan, hiç alâkası yok. Hatta tam tersine, anarşizmin pasifist yönünden söz edilebilir, daha çok. Düşünsel anlamda meseleyi koyarken, neden pasifist yönü önde? Çünkü şiddetle çok büyük sorunu olan bir düşünce akımı.
Şafak: Anarşist düşünürlere baktığımızda, mesela Proudhon sendika örgütünü bile kabul etmiyor. Önerdiği işçi yardımlaşma örgütleri arasında sendikalara yer vermiyor. Hatta grevi vahşice buluyor, kabul edilemez buluyor.
Zileli: Evet. Evet. Tabii, Proudhon biraz daha özel bir düşünür ama şu var… Bunu bir yana koyalım ama, şu da var: Bu bireysel eylem faslını bir yana bırakırsak, anarşistlerde, yani eyleme girişmiş anarşistleri kastediyorum, [Errico] Malatasta gibi, onlarda bir nevi ayaklanma mantığı da var, bir yandan. (…) Devleti yıkacağız! Nasıl yıkacağız? Ayaklanmayla yıkacağız. Ama bu ayaklanmayı da şöyle düşünmüyorlar: Kitleler hazırlanır, toplumsal koşullar oluşur falan… Mesela Marksistler ve hatta Lenin bile bu konuda çok daha dikkatlidir. Toplumun bir hazırlık sürecini gerekli görür. Anarşistlerde bu yok. Eylem anarşistlerinde diyelim, o dönemler. Devletin yıkılması gerekiyor, o zaman ne yapalım? Örgütlenelim, sonra ne bileyim bir kasabada mesela ayaklanıp orada karakolu (…) ele geçirelim.
Şafak: Böyle şeyler de oluyor.
Zileli: Oluyor. İspanya’da özellikle. Bir de İspanya, İtalya gibi bölgelerin kültürel özellikleriyle de bağlantılı olarak bu tür bir sürü ayaklanmalar yapıyorlar.
Şafak: Fransa’da da oluyor.
Zileli: Fransa’da da oluyor, Meksika’da, Latin Amerika ülkelerinde de bu tür ayaklanmalar çok. Ama bunları daha çok, hani Lenin’in o meşhur, “çocukluk hastalığı” ifadesi var ya, o şekilde görmek lazım. Kısa sürede bunun böyle olamayacağı anlaşılıyor.
Şafak: Peki, biraz umutsuzluk da yok mu burada? Mesela Bakunin’in son eylemine baktığımızda… Ölmek için gidiyor adam.
Zileli: Evet, ama Bakunin’in biraz da kişiliğiyle de alâkalı.
Şafak: Tabii, ama bir taraftan da tek tek kişiler anarşistler ve anarşist düşünürler. Senin de dediğin gibi, örgütler ve örgütlülük içinde almadığımız için meseleyi kişilikler de çok önem kazanıyor.
Zileli: Evet. Tabii. Ama o dönem şu var. Mesela Bakunin’e gelecek olursak. Bakunin’in 19. yüzyıl Fransız devrimi ve sonrasında, 19. yüzyılı kapsayan dönemde bayağı çok ayaklanmalar var. Yani bu sadece anarşistlerle ilgili bir şey değil. İnsanların tepeleri attı mı, ayaklanıyorlar ve bir şehri ele geçirebiliyorlar. Bir süre bir geçici hükümet, bir devrimci komite falan kuruyorlar. Sonra dışarıdan bir askeri güç onları ezip geçiyor.
Şafak: Komün kurulmuş. Paris Komünü çok önemli bir deneyim, proletarya ve ezilen sınıflar, halk kesimleri için.
Zileli: Evet, Paris Komünü çok daha büyük çaplısı bunun. Ama sonuçta bir sürü pıtrak gibi ayaklanmalar var. Bugün baktığın zaman inanamayacağın, “Böyle bir şey mi yaptılar?” diyeceğin bir sürü ayaklanma var. Ama bu sırf anarşistlere özgü de değil. Dönemin ruhuyla da ilgili ve insanlarda böyle bir ayaklanma, başkaldırma eğilimi çok kuvvetli. Ama bu sonra giderek – başarısızlıklar, başarısızlıklar, kırılıyor. Bir sürü yerde kırılıyor ama mesela İspanya’da, taa İspanya iç savaşına varıncaya kadar sürüyor. Ve (…) inanılması güç bir şekilde giderek kitleleri kavramaya başlıyor. Neredeyse, doktrin gibi de bir şey çıkıyor ortaya yani öncü ayaklanmalar yaparak pekâla gerçek [ülke çapında] bir ayaklanmayı da sağlayabilirsin gibi… İspanya’da öyle bir durum çıktı ortaya. Ve maden işçileri ayaklanıyor bir yerde. İspanya’ya baktığın zaman, inanılmaz… İnsan hayretle okuyor bu olup bitenleri. Bugünden baktığın zaman, inanılmaz geliyor. Ama anarşizmin, ayaklanmalar konusunda bir teorisi de yok. Sosyal pratiğe ilişkin anarşistlerin, “Şudur” diyebileceğin bir önerdikleri veyahut da üzerinde anlaştıkları bir görüşleri yok. Çok farklı görüşler var.
Şafak: Anarşizmin tarih içindeki pratiği ve dolayısıyla ortaya koyduğu teorik yaklaşımlar açısından Nestor Mahno’nun Rusya’daki çıkışı – Mahnovşçina hareketi ile İspanya’daki devrim sırasında sendikaların, anarkosendikalizmin hâkim olması ve fabrikaları yönetmeye başlaması iki büyük deneyim. İki önemli deneyim görüyoruz. Birisi köylü hareketi olarak Rusya’da, Ukrayna’da ortaya çıkan bir süreç, diğeri de doğrudan doğruya sanayi işçisinin hareketi olarak İspanya’da ortaya çıkan bir hareket. Ama ikisi de sonuca varmıyor. Birisi Sovyetler Birliği’nin, Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin bu hareketi ezmesiyle ortadan kalkıyor, değeri de CNT’nin ve sendikaların zamanla anarşizmin ruhunu kaybetmesi ve uygulamalara bakarsak sendikaların, Sovyetler Birliği’ndeki Subotnikler gibi, Stahanovculuk gibi, fabrikalarda üretimin yükseltilmesi uğruna Taylorizmin uygulanması gibi daha önce karşı olduğu parça başı üretim gibi yöntemlere yönelmesiyle çözülüyor.
Zileli: Tabii, iç savaş koşulları var, bu çok önemli.
Şafak: Ama sonuçta İspanya’daki deneyim de böylece, başarısızlıkla, dağılmayla sonuçlanıyor. Her iki büyük deneyim de sonuca varamıyor.
Zileli: Evet. Bu söylediklerin önemli ama şöyle büyük bir katkısı var bence anarşizmin. Nedir? Hani bir şey yaparsın, süzgeçle onun özünü çıkartmaya çalışırsın, öyle bakacak olursak, bütün bunlardan çıkan anarşizmin pratiği, bu bireysel eylemler de dâhil, bu senin sözünü ettiğin deneyler, benim sözünü ettiğim ayaklanmalar şunlar bunlar falan hepsinin toplamını alıp bir süzersek, günümüze kalan ve bugünkü bütün devrimci mücadelelere ışık tutacak çok önemli bir şey çıkıyor. O da şu bence: Ancak insanların kendi özyönetimiyle bu işlerin olabileceği tezidir. Bence anarşizmin en önemli argümanlarından biri, özgürlük kadar…
Şafak: Bu da özgürlük zaten.
Zileli: Zaten özgürlük, ama özgürlüğün içinde de onu daha böyle bir somutlayan bir parçası olarak çok ışık tutucudur.
Şafak: Anarşizm kelimesinin karşılığını da veriyor.
Zileli: Veriyor. Evet.
Şafak: İnsanın kendisini yönetmesi.
Zileli: Kendisini yönetmesi, insanların kendi isteklerine sahip çıkması, neyse o yapmak istedikleri şey. Ve kendilerinin karar vermesi gibi çok önemli ve bence bugün de çok değerli bir sonuç çıkıyor.
Şafak: Benim gözümde canlanan dingin bir toplum düzeni… Biraz da bu işin rüya kısmı önemli, nasıl bir dünya istiyorsun? Proudhon’un düşündüğü gelecek kurgusu bana etkileyici geliyor. Yeni toplum düzenini geçmişte arayan, sade, yalın. Toplumun küçük birimler halinde kendi kendisini idare etmeye başlaması… Emek temelinde kurulan ve küçük işliklere, insanların yüz yüze ilişkilerine dayanan bir toplum düzeni yaratılması. Özgür ve merkezilikten uzak. Gezi olaylarında yaşadıklarımız insanın kendisini yönetebilirliği bakımından çok önemli bir deneyimdi. Orada da tepeden örgütlenmiş hiyerarşik yapıların olmadığı, herkesin söz sahibi olduğu, kararların birlikte ve anında alındığı bir yapının olabileceğini gördük.
Zileli: Bence de Gezi deneyimi gerçekten çok önemli. Diğer başka deneylerin yanında, belki bugün çok iyi bilinmeyen…
Şafak: Sen nasıl bir gelecek, toplum modeli düşünüyorsun? Anarşizm ekseninde…
Zileli: Tabii herkesin tasarladığı çok farklı. Şuraya on anarşisti getirsen her biri ayrı bir şey söyler. Ben şöyle düşünüyorum doğrusu: Ben genel reçetelere çok yatkın değilim. Her duruma göre değişik çözümler/modeller olabilir. Onun için,“Bu böyledir! Böyle olmalıdır! Başka türlüsü de olmaz!” gibi bir tutumu reddediyorum. Dogmatik bir tutum olarak görüyorum. Bununla birlikte, bir öneri, bir düşünce olarak benim de bazı tezlerim var. Gene 19. yüzyıldan alıp bu tarafa gelecek olursak, “devrimler tarihi” diyelim, şöyle bir süreç izledi:
O demin sözünü ettiğimiz 19. yüzyıldaki ayaklanmalar, ha babam durmadan ayaklanmalar ve hepsinin yenilgiyle sonuçlanması… Aslında benim kanaatimce Lenin’in parti teorisi bütün bu deneylerin üzerine inşa edilen bir teori. Lenin’in parti teorisi şunu diyor: Bugüne kadar olan bütün devrimler iyi örgütlenmedikleri için ve onu yöneten esaslı örgütlenmiş bir genel kurmayı olmadığı için yenildi ve başarısızlığa uğradı. O zaman, bundan bir ders çıkartıp, bunu sağlamak lazım. Yani sıkı örgütlenmiş, arasında gayet iyi anlaşmış, çok iyi koordine olmuş bir örgüt bu kitle hareketlerinin başını çekmelidir ve o götürmelidir. Lenin’in teorisi 1917 devriminde kanıtlanmış oldu. Çünkü hakikaten böyle bir parti iktidarı ele geçirdi. Ve eski rejimi, eski sınıfları yıkmış oldu. Fakat ikinci kısmı doğrulanamadı, çünkü o iktidarı ele geçiren parti – ki orada da tekrar anarşistler haklı çıktı, o parti bizzat devirdiği rejimin özelliklerine büründü, yöntemlerini uygulamaya başladı ve hatta daha da kötü oldu. Daha da kötü bir şekilde uyguladı, daha baskıcı bir şekilde uyguladı. Hep anlatılır, Çarlık dönemindeki hapishanelerin pencereleri, Stalin döneminde küçülmüş, hatta dışarıdan hiçbir şekilde görülemeyecek, içeriye de çok az ışık alacak şekle getirilmiş. Yani Çarlık hapishaneleri çok daha iyiymiş. Bu çıkıyor. Bu daha hakikaten insanlığın bir trajedisi diyebiliriz. Bir yönüyle kanıtlanan bir teori, öbür yönüyle de tam tersini kanıtladı gibi bir durum çıktı.
Şafak: Peki, tersi olsaydı da, Stalin 50’li yaşlarında ölseydi, Lenin uzun yıllar yaşasaydı, 70’li yaşlarına kadar…
Zileli: Fark etmezdi. Bence fark etmezdi. Çünkü bu Stalin’in şahsına ilişkin bir şey değil, rejimin niteliğine ilişkin… Stalin’in kendi şahsından da gelen birtakım şeyler var ama sırf oraya bağlamak bence doğru değil. Lenin dönemi de var.
Şafak: Lenin’in parti örgütü modeli…
Zileli: O model, tek parti… İlk başta Bolşevikler geldiklerinde, “Biz tek parti rejimi kuracağız” demediler, ama “zorunluluk” dediler.
Şafak: Oraya gitti.
Zileli: Hah! Oraya gitti. Ama bir süre sonra, oraya giden şey, “İşte! Böyledir bu!” ya dönüştü.
Şafak: Devrimin hemen akabinde Bolşeviklerle muhalifler arasındaki iç savaş, Beyaz Ordu birliklerinin ardı arkası kesilmeyen saldırıları, soldan karşı çıkışlar, Sol SR’lerin Alman Büyükelçisine karşı gerçekleştirdikleri suikast, bunun dış politikadaki yankıları… Lenin’e düzenlenen suikast…
Zileli: Birtakım kargaşa olayları… “Ne yapalım?” Basın özgürlüğünün yok edilmesi bile bir zorunluluk… Hatta Lenin başta, kısa bir süre için zorunlu olarak yapıldığını söyledi. Ama bunları bu şekilde koyduğun zaman, zorunluluklar diye, o zorunluluklar hiçbir zaman kalkmaz. Neden? Çünkü her zaman emperyalist abluka var. Emperyalist abluka ne zaman kalktı ki Sovyetler Birliği’nin üzerinden? Gorbaçov dönemine gidin, o zaman da emperyalizm… Dünya kapitalist sistemi varsa, onun içindeki bir sosyalist devlet her zaman abluka altında olacaktır zaten. Askeri savunmalar, bütçesinin yüzde 60’ı mesela. Sosyalist adını taşıyan bir ülkenin bütçesinin yüzde 60’ının savunma giderlerine harcanması korkunç bir şey.
Şafak: Sosyalizm anlayışında, devrim anlayışında da bir farklılaşma oluyor, dünya devriminden “tek ülkede sosyalizm” tezine geçiliyor.
Zileli: Tabii, tabii. Onların hepsi, hepsi zaten bir arada.
Şafak: Ama gene de şunu tespit etmek doğru değil mi? Komünistler, anarşistlere göre kendi devrim projelerini oluşturmakta çok daha başarılı oldular.
Zileli: Pratiğe geçirmek anlamında söylüyorsan doğru. Ama pratiğe geçirdikleri oranda da çuvalladılar.
Şafak: Hem sistematik olarak ortaya koymakta hem de bunu pratiğe uygulamakta. Anarşistlerde bu yok. Bu, senin de söylediğin gibi çok parça parça hareketler içinde ortaya çıktı, farklı, birbirine benzemeyen deneyler…
Zileli: Şöyle: Komünistler başarılı oldu ama o ölçüde de bence komünizm umudunun canına okudular. Hatta devrim umudunun. Bugün komünist partiler, komünist örgütlenmeler var ama artık bugün insanlık ufkunda o anlamda, yani daha önce pratiği konmuş, doktrine edilmiş anlamda bir komünizm yok.
Şafak: Bu umudu soğuk savaş taşıdı bir dönem… Sonra reel sosyalist sistemin çözülmesi…
Zileli: Tabii, soğuk savaşın etkisi var ama esasen bu uygulamalar o umudu ortadan kaldırdı. Batı işçi sınıfı. Başta bayağı sahip çıkmıştı. Tamam bir ayaklanma yapamadılar, İspanya dışında. Spartakisler ayaklandı ama büyük bir ayaklanmayla Sovyetler Birliği’ne destek veremeseler de Sovyetler Birliği’ne ambargo uygulanmasına karşı işçilerin oldukça büyük direnişleri var o zaman. Yani dünyada bir umut var ilk başta, Sovyetler Birliği konusunda.
Ama bu umut, ‘50’lere filan geldiğinde tam zıddına dönüşmüş durumda. İşçiler komünizme karşı artık. Polonya’da Solidarity… Bu kadar muazzam bir kitle hareketi olabilir mi! Bir yerde komünist rejim var tırnak içinde, öbür tarafta bütün işçiler ona karşı muazzam bir sendikada örgütlenmişler, mücadele ediyorlar. O bakımdan, o uygulamalar umudu bence öldürdü. Ama bugün anarşizm hâlâ bir yol göstericidir, bir umuttur.“Anarşizm olacak, anarşist bir sistem olacak” anlamında değil ama bir yol gösterici olarak. Bence bugün komünistlerin örgütlenme şekli insanlara hiçbir umut vermiyor ama anarşizm bunu verebiliyor. Burada tabii şu avantajı da anarşizm kullanıyor bir bakıma: Onlar [komünistler] iktidara geldiler ve iktidarda somut olarak gözüktü ne yaptıkları. Anarşistlerin İspanya gibi birkaç tecrübesi var ama bir yerde sistematik bir biçimde uygulanmışlığı yok. O da bir avantaj olarak anarşizm için geçerli olabilir. Ama esasen şunu söyleyebilirim ki, anarşizmin koyduğu temel [argümanlar/tezler] bugün hâlâ bence insanlığa ışık tutuyor.
Şafak: Birinci Dünya Savaşı, büyük bir yeniden paylaşımı dünyanın. Bunun hemen öncesine baktığımız zaman senin de baştan söylediğin gibi dünyada milliyetçilik yükselmeye başlıyor, yükselen bir değer olarak öne çıkıyor. Kadim imparatorluklar çatırdamaya başlıyor. Aslan Asker Şvayk’ta Hašek, Avusturya Macaristan ordusu içinde Polonyalılar, Çekler, Macarlar, Almanlar, Avusturyalıların birbirlerine nasıl düşmanca baktıklarını anlatır. O yıllarda, yazarın kendi tanıklığına da dayanarak kaleme aldığı, sıcağı sıcağına yazılan bir kitap. Bitirememiş kitabı ama çok etkileyici. Romanlardan da bahsettik ya seninle daha önce, romanlar gerçekten önemli, tarihi dönemlerin anlaşılması açısından.
Zileli: Evet. Çok doğru.
Şafak: Bu yıllarda, Birinci Dünya Savaşı patlak verdiği zaman, savaş karşısında anarşistlerin ve sosyalistlerin tavırlarına, 2. Enternasyonal içindeki o değişim ve kargaşaya baktığımız zaman birbirinden seçilen, ayrılan iki tavır görmüyoruz. Kropotkin, anarşizmin babalarından biri olarak kabul edilen Kropotkin Rus milliyetçiliği safına çekiliyor. Pek çok anarşist, pek çok komünist yüzlerini kendi ülkelerine çevirip, kendi ülkelerinin savunulması…
Zileli: Kropotkin’in dışında başka bir örnek, ben hatırlamıyorum.
Şafak: Kropotkin çok önemli bir örnek, izleyicileri var…
Zileli: Tabii, çok önemli.
Şafak: Amerika’da var, Emma Goldman’ın öteden beri çekiştiği kimi çevrelerden var sanıyorum.
Zileli: Haa, olabilir. Bireyci anarşistler olabilir.
Şafak: Tabii komünistlerden de var. Bence 2. Enternasyonal’in dağılışı da budur.
Zileli: Doğru.
Şafak: Milliyetçiliğin ortaya çıkmasıdır… Burada bir şey benim ilgimi çekiyor, bilmiyorum katılır mısın? Marksist ideolojiyle anarşist ideolojinin birtakım ortak değerleri var. Çok önemli ortak değerleri var. Uzak hedefleri, devletin ortadan kalktığı sınıfsız toplum… Tabii, dahası da var.
Zileli: Tabii. Onları kardeş olarak görmek lazım. Kardeştir, ayrı yollar izlemişlerdir ama kardeştir. Gerçi devletin ortadan kalkması anarşistler için ilk ve yakın hedeftir, bu açıdan ayrılırlar Marksistlerle zaten.
Şafak: Bu ortak değerlere sahip çıkmak bakımından savaş sırasında 2. Enternasyonal’deki yaklaşımlar, tutumlar çok önemli göstergeler. Bunlardan biri tabii, enternasyonalizm. O dönemde sosyalistlerin önemli bir kesimi, anarşistlerin bir büyük kesimi de bu noktada birleşebiliyorlar. Milliyetçiliğe düşmüyorlar. Emma Goldman [ve çevresi] kesinlikle milliyetçiliğe düşmüyor. Komünistler içinde RosaLuxemburg, [Clara] Zetkin, Aleksandra Kollontay, [Karl] Liebknecht gibi pek çok sosyalist, milliyetçiliğe sapmıyor. Bu onları yakınlaştırıyor. Hatta Rosa Luxemburg kendisi Polonyalı olmasına rağmen Polonya’nın bağımsızlığı yönünde bir mücadeleye yönelmiyor.
Zileli: Hatta Lenin’le tartışıyor bile.
Şafak: Evet. Ve bu insanlar, anarşizmin ve komünizmin ortak değerlerinin gerçek anlamlarını yakalamış insanlar. Burada yakınlaşıyorlar. Emma Goldman, anılarında çok istediği şeylerden birisinin Rosa Luxemburg’la tanışmak olduğunu yazıyor. Bu iki ideolojinin bu ortak değerleri hakkında ne düşünüyorsun?
Zileli: Bir sürü ortak değerleri var. Ben zaten, demin de dediğim gibi kardeş olarak görürüm. Ama kardeş olarak gördüğüm, orijinal komünizm, yani bir bürokrat haline gelmemiş olan komünistler. Ama ana temalarda birleştikleri bir sürü hususlar var tabii. Keza, ‘68’de de Avrupa’da anarşizmin yeniden bir canlanışı var, “yeni komünizm” olarak canlanışı var. O dönemde de gene… Şöyle söyleyeyim: Devrimci canlanış dönemlerinde her ikisinde de doğal olarak – çünkü toprağı orası, o devrimci canlanış, yeniden bir paralel veya bir arada yürüme…
Şafak: Böylesi dönemlerde, anarşistler bir yana komünistler bir yana olmuyor da, her iki taraftan da karışıp ortak değerleri esas alan farklı bir saflaşma oluyor.
Zileli: Tabii, tabii. Evet. Bence öyle bir şey var. Fakat örgütsel yapılar, özellikle de komünistlerin örgütsel yapıları çok katı olduğu için bunu genellikle önleme yönündedir. Daha doğrusu, tepedeki yöneticiler hep, “Durun! Onlarla hareket etmeyin” gibi kendi örgütsel yapılarını tehdit edeceğini düşünerek buna karşı dururlar. Ama asıl tabandaki insanlar olarak aldığın zaman, komünistler ve anarşistler olarak bir sürü ortak yanlarını kendileri de keşfederler ve ortak da hareket ederler aslında. Gezi de bunun bir örneğidir. Orada komünisti, anarşisti, herkes katıldı ve herkes ortak bir şeyi inşa etmenin peşindeydi. Ama o komünistlerdeki örgütlenme teorisi, yani, “Bu iş örgütle olacak” mantığı her zaman o kardeşleşmeyi engelleyen bir faktör oluyor ne yazık ki.
Şafak: Demokratik merkeziyetçilik anlayışı…
Zileli: Hem o hem de örgüt her şey, örgütün varlığını korumak her şey. Bu sadece anarşistlere karşı da değil. Kendi içinde baskıcı olması da yine hep bu örgütü yaşatmak için. İnsanlara rahat bir nefes aldırmak – kendi örgütünün insanları açısından söylüyorum, onlara inisiyatif tanımak yerine her yerde örgüt otoritesini getirip dayatan bir mantık ne yazık ki var.
Şafak: İktidara geldikten sonra da devam eden.
Zileli: Tabii, o artık iyice… Sen bana şunu sormuştun: “Senin anarşizm konusundaki genel olarak, tasarımın ne?” Ben de oradan yola çıkarak şunu anlattım: 19. yüzyıldaki ayaklanmalar, sonra Lenin’in parti teorisi – ki ikinci kısmı ispatlanamadı… Orada kalmıştık. Bilakis tersi ispatlandı. Öte yandan, anarşistlerin bireysel suikastları. Onlar zaten anarşizmin geneli tarafından da çok benimsenmiş şeyler değildi. Ama ayaklanmaları çok denediler, o da olmadı. Ama öte yandan bir İspanya iç savaşı, o dediğin olumsuzluklar olmakla birlikte – İspanya iç savaşına varmadan önce hatta, çok büyük kitlesel ayaklanmalara da öncülük ettikleri de bir gerçek. Mesela, Franko’nun isyanından sonra Barselona’da Franko’nun generalinin yenilmesi, askeri bir darbenin bir şehirde işçi ayaklanmasıyla yenildiği tek örnektir. 1936 yılı 19 Temmuz’u başladı direniş, üç gün filan süren ve ilk çıktığında çekiçler, basit aletlerle falan… Ama giderek o muhafız birliklerinin katılmasıyla yenilgiye uğratıyorlar. Mahno’ya gelirsek…
Şafak: Mahno’ya gelmeden önce, sendikaları konuşalım mı? İspanya’da 1936’da sendikalar ele geçiriyorlar fabrikaları, Barselona’da, Katalonya’da. Ve fabrikaları, işçileri yönetmeye başlıyorlar. Bu noktadan sonra yapılanların Sovyet sendikacılığından hiçbir farkı yok.
Zileli: Doğru. Tabii. Tabii. Yani, orada ne oluyor? Reel sosyalizm diyoruz ya, “reel anarşizm” oluyor.
Şafak: Reel anarşizm. Fabrikaların eski yöneticilerini başa geçiriyorlar…
Zileli: Ben bir kitap çevirdim, İşçiler Çalışmaya Karşı diye.
Şafak: Okudum, [Michael] Seidman’ın.
Zileli: Evet. Anlatır orada da. Yani bunlar var. Bence reel anarşizm dediğimiz şey. Somutlaştığı zaman. Neden? Çünkü orada da üretim sürecek, savaş var. Nereye yükleneceksin? İşçiye yükleniyorsun gene. Orada bütün idealler, anarşizmin idealleri ortadan kalkıyor.
Şafak: Başka türlü olabilir miydi? Tabii, çok spekülatif bir soru ama…
Zileli: Hah! Ben tam da oraya geleceğim. Bence orada anarşistlerin bir şeyi önermesi veya yönetmesi… saçma zaten. Ve anarşizmin ruhuyla çatışıyor. Neden? Çünkü anarşistler ne diyor? “Sen yöneteceksin kardeşim” diyor. “Sen kendi özyönetimini kuracaksın. Sen kararlarını alacaksın.” Ama ne oluyor orada? “Hayır! Sen bunu böyle yapacaksın” dediğin an, tipik yönetici oluyorsun.
Şafak: CNT kocaman bir sendika. Demokratik mekanizmaları olan dev bir örgüt…
Zileli: Evet. Ama CNT ilk başta, hakikaten büyük bir kitle örgütü, büyük bir işçi sendikası ve ilk başta bürokratizme karşı çok da uyanık. Bir milyon üyesi var, bir profesyonel çalışanı var, ilk başlarda. Ama o somut pratikte şunu yapamamışlar bence: Anarşist ruh orada şudur; fabrikaları işçiler ele mi geçirdi? Tamam! Onlar karar alacak. Onlar çok ters kararlar da alabilir, senin düşündüğüne çok aykırı kararlar da alabilir. Ama onlar alacak. Mesele burada zaten. Yanlış almış, bırak. Yanlış almışsa sonra düzeltir veya düzeltmez o yolda gider, demek ki onun iradesi o yolda. Veya içinde bir mücadele çıkabilir, öyle yapmak isteyenlerle başka türlü yapmak isteyenler arasında, işçiler olarak… Çekişirler, oylamalar yapılır, bir şeyler olur. Burada bırak serbest, o kendi mecrasını bulsun. Ama siyasi oluşumlar – anarşizmi de buna dâhil edelim – hiçbir zaman buna izin vermezler. Ve zaten bütün, işin püf noktası da budur.
Şafak: Anarşizmin bu çeşitliliği içinde öne çıkan şey, gelecekteki parti örgütü yerine sendikayı koyan anarkosendikalizm…
Zileli: Anarkosendikalizm.
Şafak: Anarşizmin uygulandığı en önemli alan da anarkosendikalizm ve İspanya devrimi. O zaman, bir sendika modeli de geliştirememiş anarşizm.
Zileli: Doğru.
Şafak: Hani, birtakım temel kriterleri söylemiş, birtakım değerleri ortaya koyabilmiş, hatta bunu çok iyi bir şekilde de gerek Birinci Dünya Savaşı sırasında gerek sonrasında savunabilmiş, bunların hakkını vermiş ama önerdiği bir sendika işleyiş modeli de yok. Mesela Fransız sendikalarına, CGT’ye baktığımız zaman, komünistlerin etkili olduğu sendika modeli –tabii Sovyet sendikalarını bir tarafa bırakalım onlar devrimden sonra devlet sendikası oluyorlar, ama komünist sendikaların Fransa’daki, İtalya’daki komünist sendikaların geliştirdikleri bir modeli anarşistler geliştirememişler. Burada da geride kalıyor anarşizm. Hem devrim anlayışında, bunun sistematize edilip uygulanmasında hem de kendi önerdikleri sendika örgütünün nasıl işleyeceği konusunda ki prensiplerinin yaratılmasında geride kalmış.
Zileli: Evet. İşin kritik noktası, püf noktası bence, esas işin sahiplerine bırakmak. Onlara bıraksalar belki çok daha yaratıcı bir şeyler ortaya koyabilirlerdi. Yani şöyle bir şey yok: Anarşizm birtakım şeyleri – anarkosendikalizm diyelim, biliyor, bilecek ve önerecek. Bence öyle bir şey yok. Oradaki işçi kitlesi, o fabrikada örgütlü olan işçiler kendi konseylerini kursunlar, kendi komitelerini kursunlar, demokratik biçimde seçsinler ve ne istiyorlarsa, hem genel olarak işçi sınıfının lehine olmak, hem de kendi fabrikalarını yönetmek anlamında ne istiyorlarsa buna karar versinler ve uygulasınlar. Bence bu, anarşistleri veya kimse bu işe ön ayak olan o kişileri de bir sıkıntıdan kurtarır. Bence budur. Olağanüstü insanlar, olağanüstü şeyler icat edecek değil. Oradaki kitle, insanlar… Haa, belki çekişecekler, belki kavga edecekler. Her şey harika olacak diye de bir şey yok. Ama bırak yapsınlar. Hani, çocuğu bırakırsam prize parmağını sokar gibi bir şey. Bırak kendisi kendi deneyimleriyle bulsun. O özgüveni kazanması zaten önemli olan. Haa, kaş göz de çıkarabilir bu arada, yanlış da yapabilir veya ikiye de bölünebilir. O kargaşayı da göze alacaksın. Bu nedenle anarşistlerin oradaki rolü, kolluk kuvveti gibi olmamalı, böyle yaptığın zaman zaten orada anarşizm biter. “Böyle yapacaksın arkadaş, bunu böyle üreteceksin!” Orada reel anarşizm ya da yeni bir bürokrasi, yeni bir sendika bürokrasisi kaçınılmaz olarak ortaya çıkar ve kaçınılmaz olarak kitleyle senin aranda gerilim doğar.
Şafak: Bunu biraz daha konuşalım. Sendikalar günümüzde büyük güç kaybına uğradılar. Uzun zamandır bir çözülüş yaşıyorlar. Dünya üzerinde de, Türkiye’de de. Var olan sendika politikaları da, bugüne kadar uygulanan, bildiğimiz, öğrendiğimiz sendika politikaları da buna deva olmadı. Sendikalar erimeye devam ediyor. Bir çıkış ortaya koyamıyorlar. Anarşist yaklaşımlar bu noktada neler önerebilir sendika hareketine? Bu çöküşün durdurulması, geri çevrilmesi konusunda.
Zileli: Aynı şey. Fabrikalarda işçiler inisiyatifi almalı. İşçiler derken… Bir fabrikada bütün işçiler devrimci değildir ama devrimci olan işçiler vardır. Veya oraya, o işyerine devrimciler hâkimdir diyelim, çoğunluktadır. Oradaki işçiler sendika örgütü içinde karar vermekte kendileri inisiyatif almıyorlarsa, almayacaklar demektir. Bu kadar basit. Belki de almamalarının sebebi de devrimcilerdir!
Şafak: Bizim hep söylediğimiz: “Söz ve karar sahibi tabandır.”
Zileli: Ama o fiiliyatta geçerli olmuyor ki.
Şafak: Fiiliyatta uygulansa, hakikaten sol sendikaların, sol tandanslı sosyalist sendikaların ortaya koyduğu “demokratik merkeziyetçilik” yanında “söz ve karar sahibi tabandır” diye de bir ilkeleri var. Bu ilke mi gene bu işi kaldıracak olan?
Zileli: Ama bu ilkeler bütününün muhtevası ne? Bir kere bence demokratik merkeziyetçilik yanlış. Bu zaten Leninist parti modelinden alınma. Demokratik merkeziyetçilik ne, biliyor musun? Ben merkezim, sen de demokrasisin. Merkez demokrasiyi yönetiyor. Tamam, sana da demokrasi. Bu şunun gibi: Devletlerdeki… Sen parlamentoya oy veriyorsun, sonra da ben seni yönetiyorum. Bu da demokratik merkeziyetçilik o anlamda alırsan. Sen bana onay ver ben de yöneteyim. İşin aslı bu. (…) Demokratik merkeziyetçilik olarak koyduğun zaman gene ikili bir ayrım koyuyorsun. Halbuki esas olan odur.
Şafak: Demokrasidir.
Zileli: Demokrasidir. Ve o insanlar ne yapacaksa, yapacaktır. Haa, kaş yaracaksa, göz çıkaracaksa da gene o insanlar o kaşı yaracak, gözü çıkaracaktır. Bırak oradaki kendi oluşumuna. İnsanlar inisiyatif kullanmıyorlar… Belki o inisiyatif almamasının sebebi sensin. Hiç düşündün mü? Neden? Çünkü insanlar, “Yöneticiler var, onlar yapsınlar” diyor. Böyle bakıyor doğal olarak.
Şafak: Aslına bakarsan sendikalar içinde yasal şube ve temsilcilik organlarının yanında – bu yasal temsilcilerin seçimle işbaşına gelmeleri zorlanması şart – ama bunların yanında demokratik biçimde doğrudan tabanda oluşturulan ve seçimle görevlendirilen fiili ve çok dinamik işyeri komitelerinin kurulmasının önünde bir yasal engel de yok. Bu, sendika hareketine çok büyük bir hareketlenme, ilerleme getirecektir. Demokratik örgütlenmelerin doğal, kendiliğinden örgütlenmelere dönüşmesine yol açacaktır, tabanda yaratılan böyle yapıların ortaya çıkması.
Zileli: Doğal örgütlenmeler… kendi komitelerini kursunlar, kendileri karar alsınlar. Bir kere insanların kendilerinin bir şey yapabildiklerini görme zevki, çok insani bir duygudur. Onu gördüğü zaman, o zaten teşvik olacaktır. Bırak! Haa, “Yanlış yaparsa?” Yanlış yapsın. Bırak, yanlış da hayatın bir öğretici gerçeği. Sen bugüne kadar hep doğru mu yaptın?
Şafak: Bir de, sana göre yanlış. Belki de yanlış değil.
Zileli: Evet. Belki de sana göre yanlış olan şey, doğru. Bilemezsin ki. (…) İşçiler kendi temsilcilerini seçsinler. Yönetici komiteleri olacak tabii, çünkü insanlar her an her şeyi yapamayabilirler. Ama temel kararlar, tabandaki işçi konseyleri tarafından verilmeli. Sen bu perspektifi ver, çekil ondan sonra veyahut da sen de onun içinde – eğer işçiysen orada, sen de onun içinde yer al. Bu kadar. Ama sen bir üst merci olma.
Şafak: Hemen yakın geçmişte Bursa’da böyle bir kalkışma oldu. Biliyorsun. Otomotiv sektöründe, Türk-İş’e karşı bir büyük kalkışma oldu. İşçiler birçok fabrikada kendiliğinden ve çok etkili, gündemi sarsan karşı çıkışlar örgütlediler Türk-İş’in sendikasına karşı. Üretimi durduranlar oldu, büyük mitingler, gösteriler, eylemler yapanlar oldu. Hareket çığ gibi büyüdü, Kocaeli’ne, Ankara’ya, başka bölgelere yayıldı. Bu pratiğe baktığımız zaman, yeni şeyler de görüyoruz. Hareket, hep alıştığımız sendika rekabetine dönüşme eğilimi göstermedi. Bildiğimiz DİSK ve Türk-İş çatışması olarak gelişmedi. Farklı ve yeni arayışlara yöneldi işçiler. Tabanda işyeri komiteleri denendi, toplu pazarlık mücadelesinin sendikalar dışında bu komitelerle yürütülmesi fikri tartışıldı. DİSK de bu konuda çok tutarlı bir tavır içine girdi. İşçileri kendi içine çağırmaktan çok, bu hareketi destekleyen bir tutum sergiledi, öyle gözledik. Bazı yerler DİSK’e geçti tabii, bazıları da farklı arayışlara yöneldi. Sonunda bu da her kabaran hareket gibi sönümlendi, gündemden çıktı ama birtakım izler de bıraktı. Böyle, aşağıdan başlayan hareketler büyük ölçüde öğretici olabiliyor, çözüm arayışı açısından ipuçları veriyor; yukarıdan empoze edilen ya da zorlanan hareketlere kıyasla…
Zileli: Kesinlikle. Bu noktalarda da eskiye göre muhakkak ilerlemeler var. İnsanlığın ben bir hafızası olduğuna inanıyorum. Olumsuz şeyleri de bir tarafa yazıyor, olumlu şeyleri de…
Şafak: Kolektif bilinçaltı…
Zileli: Toplumsal bilinçaltı diye bir şey var. Gezi de aslında onun bir göstergesi. Nereden insanlar bunu birden bire icat etsin ki? Demek ki, bir şeyler birikmiş, birikmiş, böyle bir patlama anında o hemen tak, tak, tak, pratiğe geçti. O çöp toplamalardan tut da bilmem neye kadar falan bütün kararlar bir kolektif anlayışla yürütüldü. Yayınlar, kütüphaneler… Seminer versen bunları ortaya koyup uygulatamazsın. Demek ki o bir gizli hafıza, toplumsal bilinçaltı olarak birçok şey farkında olmadan yerleşiyor ve bir kabarış anında ortaya çıkabiliyor.
Şafak: Yakınlaşıyor insan kitleleri… Bu tür olaylarda insanlar giderek birbirlerine daha hoşgörülü, daha yakın oluyorlar. Burada sihirli kelime, sendika hareketi için, herhalde “işyeri örgütü.” İşyerinden çıkan, doğrudan ve tabanın kendi yarattığı örgüt modellerinin giderek bürokratik sendika yapısına galebe çalması, hâkim olması ve hareketi yönetmeye başlaması. Çıkış yolu herhalde bu.
Zileli: Doğru. Doğru. Benim anarşizm yaklaşımıma gelecek olursak, (…) böyle bir genel model önerim veya katı kalıplarım yok. Ama ben kapitalizmin böyle bir genel ayaklanmayla yıkılabileceğini, pek düşünmüyorum doğrusu. (…) Benim gördüğüm kadarıyla, bu dünya çapında biraz zor; bir yerde batıyor, bir yerde çıkıyor.
Şafak: Çok değişik koşullar altında ve çok sayıda ülke var, çok değişik dengeler var…
Zileli: Var. Onun için olmuyor. Bir ülke çapında olabilir. Ona da yine olmaz diyemem ama ben onu denemek yerine… Çünkü o da bir iktidara karşı iktidar mantığı; ona karşı ayaklanıyorsun, deviriyorsun ve yerine bir başka iktidar getiriyorsun kaçınılmaz olarak. Tabii, illa öyle olacak diye bir kural olmayabilir, devrilir, mesela oradaki insanlar bir özyönetim deneyimine de girebilirler, ayrı mesele. Ama benim bugünden gördüğüm, parça parça değişimlere/devrimlere gitmenin daha doğru olduğu. (…) İnsanların, bu devlet denilen şeyin pisliğini, kapitalizm denen şeyin pisliğini kavradıkça kendi yerel – diyelim bir fabrikada olduğu gibi bir mahallede de olabilir, bir bölgede de olabilir, kendi yerel özyönetimlerini kurmaları…
Mesela Kürtlerin bu özyönetim tasarısı bu bakımdan ilginç. Zamansız ve saçma bir şekilde ortaya koydular son dönemde ama genel proje olarak hiç de fena değil ve bence Kürt bölgelerinde uygulanma şansı daha da fazla. Neden? Çünkü Kürt olmaktan gelen, devletle zaten bir çelişki halindesin, bu arada sen pekâla kendi ilişkilerini oluşturabilirsin. Yani insanların kendi özilişkilerini kurmaları, dayanışma ağlarını kurmaları… Binlerce çeşit yapı olabilir. Bir merkezden yönetilen falan değil, çok farklı, devlet dışı, iktidar dışı bir sürü örgütlenmeler olabilir, buna spor örgütlenmelerini de dâhil edebilirsin. Böyle örgütlenmelerle parça parça ilerlemek… Mesela öyle bir noktaya gelinir ki, artık giderek devletin orada hiçbir şey yapamadığı, hatta giderek kapitalizm dışı ilişkilerin ortaya çıktığı küçük komünler diyelim, bunlar olabilir. Benim tasarımım daha çok bu yönde. Ve bunların da kendi aralarında giderek – mesela burada bir komünal örgütlenme olmuş, başka bir yerde de olmuş, onların kendi aralarında giderek bir dayanışma ağı oluşturmaları. Böyle, bir çeşit, altta toplumu saran ağlar şeklinde. Mesela – Kürt bölgelerinden konduğu zaman daha anlaşılabilir oluyor, mesela ne yaptılar? Çıktılar, “Özyönetim ilan ediyoruz!” Çok saçma. Bir kere böyle bir ilan saçma. Başka amaçlarla yapıldı, ayrı mesele… Ama sen gerçekten özyönetim yapmak istiyorsan, bunu hiçbir şekilde ilan etmeyeceksin. Ne gerek var? Niye sen üstüne çekiyorsun? İnsan ilişkileriyle bunu yay alttan alta… Nasıl Cizre’de devletin baskısına karşı evlerin altından kanallar yapmışlar, aynı onun gibi, kur. Ve orada, öyle bir hale getir ki, Kaymakam, polis, jandarma, bunları hiçbir işlevi olmayan, kimsenin takmadığı kurumlar haline getir. (…) Hiç bence, devletle çatışmaya, silahlı mücadeleye girişmeye gerek yok. Şu başka bir şey, herifler günün birinde gelebilir seni bastırmaya, zorla… Özsavunmayı ben reddetmiyorum ama onun dışında, adamları üstte yüzen adacıklar haline getir, hiçbir fonksiyonu olmayan, kimsenin takmadığı… Otoritesini geçersiz kıldığın bir hale getir, ayrı ilişkilerle… Adam o şehri veya kasabayı her neyse, yönettiğini sansın ama aslında sen başka bir şeyi örgütle, götür. Benim tasarımım daha çok bu şekilde ve bunun daha makul olduğunu düşünüyorum. Bir de şu var: Silahlı mücadele veya şiddet bence bu tür insan ilişkilerini epeyce zedeleyen ve otoriterleşmeyi, senin safında da otoriterleşmeyi getiren bir faktör. Neden? Çünkü, hemen orada komutanlar, şunlar, bunlar çıkıyor ortaya… Ne kadar demokratik bir biçimde yapmaya çalışayım da desen, silahlı mücadelenin özünde var otoriterlik. İspanya iç savaşında bizim meşhur anarşist Durruti bile, yer yer despotik müdahaleler yapmak zorunda kalmış. Kendisi de söylüyor, “Savaş çakallıktır” diyor. Onun için mümkün olduğu kadar barışçı bir ortam yaratmaya çalışmak lazım. Yaratabilirsin, yaratamazsın, ayrı mesele ama sen savaştan, en azından kaçınmalısın. Şiddete, bastırmaya hiç gerek yok. Hatta –bunu bizim solculara anlatmak biraz zor olabilir ama bence karşıdevrimcilerin de söz hakkı olması lazım, kardeşim. Bak, karşıdevrimcilerin söz hakkı olması gerekir demek, aslında karşıdevrimcilere vurulabilecek en büyük darbe. Çünkü bütün silahlarını elinden alıyorsun. (…) Tabii anarşistler özgürlükçüdür ama sosyal pratikte böyle davranmazlar. Bir bakmışsın eline sopayı almış girişmiş. Halbuki yanlış. Haa, özsavunma ayrı, herif sana saldırıyorsa tabii ki kendini savunacaksın, ayrı mesele. Ama bunun dışında saldırganlığa gerek yok.
Şafak: Türkiye’de nasıl gelişti anarşizm? Türkiye’de anarşizmin tarihine bakarsak, ne görüyoruz?
Zileli: ’80 sonrasının bir olgusu. Şöyle bir şey oldu: Önce bir kere onun ruh halini veya dönemin ruhuyla bağlantısını kurarak kavramak lazım. ‘80’e kadar, yani 12 Eylül’e kadar herkes şu havadaydı, Türkiye’nin sol kesimi diyelim, klasik, Marksist-Leninist öncü partiyle devrim yapılacak. Fakat talihsizlik şurada, elli tane öncü parti çıktı ortaya. Ve, “Benim. Hayır, sen değilsin benim” kavgası en korkunç kavga. Bölgesel hâkimiyet: “Benim bölgemde, ben konuşurum, diğer bölgede o güçlüyse, ne yapalım o konuşsun” filan gibi ama orayı da mümkünse ele geçirmek… Böyleydi biliyorsun 12 Eylül öncesi ortamı, sadece faşistlerle komünistlerin çatışması değil… Faşist cephede de Akıncılarla faşistler arasında vardı çatışmalar. Bu tarafta da [solda] bir sürü [fraksiyon] vardı, bir de Kürt solu girdi işin içine. Bilinen şeyler. Bu ortam sona erdi 12 Eylül’le. Ne oldu? Devlet geldi, hepsini birden bastırdı. Ama mesele burada devletin bastırması değil, tek başına. Çünkü 12 Mart’ta da devlet bastırmıştı ama psikolojik olarak bastıramamıştı. İnsanlar baskı gördüler, biraz gerilediler, sindiler ama umutlarını kaybetmediler. “Biz gene bunlara karşı mücadele ederiz ve devrim yaparız.” 12 Eylül’de bu bitti. 12 Eylül’de devletin baskısından daha önemli olarak…
Şafak: Sovyetler Birliği’nin çökmesi ideolojik anlamda büyük bir kırılma noktası oldu.
Zileli: Ama Sovyetler Birliği, ‘91’de çöktü. Aslında öncesinden başlamıştı o çöküş. Bütün dünyada sosyalizmin bir umut olması meselesi…
Şafak: Zayıflamıştı. Ama ‘80’lerin ortalarından başlayarak 1989 yılına kadar Türkiye’de işçi ve sol hareket içinde kısa süren bir toparlanma da yaşadık. Buradan bir büyük gerileme başladı ve çöküş geldi.
Zileli: Zayıflamıştı… Artık Sovyetler Birliği, kendisi de içe döndü. Gorbaçovlar da oradan çıktı, “İçerden bir çözüm bulabilir miyiz?” diye. Ondan öncesinde hatırlarsın Sovyetler Birliği’nin çok saldırgan politikaları vardı, dışa yönelik. Afganistan… Aslında bu içteki bunalımın dışa bir saldırı şeklinde yansımasıydı ama herkes onu öyle algılamıyordu tabii. Fakat o da bitti, bu sefer içteki bunalım kendisini iyice hissettirmeye başladı. Sosyalizm denilen şey… “Burada bir sorun mu var?” Sadece Sovyet cephesinde değil Çin cephesinde de. Ben Çin cephesini çok iyi bildiğim için… Çin cephesinde de biz şöyle ayakta dururduk: Sovyetler Birliği revizyonist ama Çin var! A, bir baktık ki, “Çin var” dediğinde Coca Colalar… Artık kızıl bayrak değil Coca Cola dalgalanıyor Çin’de. Kapitalizme doğru hızla bir gidiş… Bütün bunlar insanlarda, “sosyalizmde bir sorun var galiba”yı getirdi. Bunu getirmekle kalmadı, “burada bir sorun varsa, bunun bir geçmişi olması lazım”a götürdü. Ve sosyalistlerin en uyanık unsurları bunlar üzerinde düşünmeye başladı. Öbürleri ne kadar uydurma tarih yazarlarsa yazsınlar. Onlar şöyle yazıyorlar: Devlet bastırdı, yılgınlık baş gösterdi, sonra insanlar dönekliğin yollarını aramaya başladılar, “Sosyalizm zaaf içinde” filan diyerek neo-liberalizme hatta sivil toplumculuğa kaydılar… Tamam! Bir kısım insan sivil toplumculuğa da kaydı. Doğru. Ama onlar bile aslında bu bunalımın ürünü. Bu bunalım çeşitli sonuçlar yaratıyor. Bir kısmı diyor ki, “Bu hayalmiş, palavraymış, onun için en kısa yoldan gemiyi terk edelim.” Ama herkes öyle değil. Bir kısmı da diyor ki, “Evet burada bir sorun varmış, o zaman bu sorunun araştırılması lazım.” Onlar terk edenlerle aynı kategoride değil ki. Ama örgütlerin işine geliyor böyle göstermek:
“Bunların hepsi zaten terk etme yanlısıydı.” Halbuki, tam tersine. Üç kesim vardı: Bir, gerçekten terk edenler. İki, örgüt bürokratları ve o örgüt bürokratlarına tabi olmuş kesim. Bir üçüncüsü de, “Meseleleri ciddi bir şekilde araştırmak gerek” diyenler. Bunların illa anarşist olması şart değil, zaten anarşizm o sırada henüz yoktu Türkiye’de. Ama bu insanlar – ben biliyorum çok yakından, ben de onlardan biriyim ayrıca – bu insanlar bir yere kaçmak veya burjuvaziye iltihak etmek peşinde olan insanlar değildi. Sonradan bazıları olmuş olabilir ama esası bu insanların yani 1981’i aldığın zaman, bu insanlar “devrimci bir çözüm bulabilir miyiz?” kaygısıyla buraya yöneldiler. Şunu da göze alarak: Hem düzenin baskısı altındasın, hem o sivil toplumculuğa gidenlerin taarruzu altındasın, hem örgütlerin baskısı altındasın. Ona rağmen, buradan bir çıkış yolu aradılar. İşte bu çıkış yolu arayanların bir kısmı, anarşizme vardı. Bak, Kara’yı çıkaranlar, onlardan biri de Reha Çamuroğlu, sonra giderek adam nerelere vardı, ayrı mesele. İyi bir kafadır ama ruhu iyi değilmiş o ayrı mesele. Anarşizme varanların çoğu, tam benim kuşak da değil, benim kuşaktan aslında çok fazla yok, ’68 kuşağından (…) ama benden bir sonraki kuşak, ‘50’liler denilen – sen de oradansın galiba, senin kuşak – o kuşak esas bu işi taşıdı. Ve bunlar o zamanlar, çeşitli sol örgütlerde bulunan gençlerdi. Kaç yaşındaydın mesela ‘80’de?
Şafak: 25 yaşındaydım.
Zileli: 20’lerinde olan insanlardı. Bu genç insanlar, bu işe daldılar. Ve bir kısmı anarşizme vardı. Önce Sokak Yayınları, o birkaç tane yayın yaptı, İda Met, Kronstadt 1921 gibi. (…) Bizim, Tayfun Gönül, onlar yavaş yavaş pratik, komünal uygulamalar – komünal derken, komün halinde yaşamalar falan… Oradan, esas 1986 yılında Kara dergisiyle vücut buldu. Anarşizmin Türkiye’deki ilk dergisi Kara’dır, bir yıl çıktı, bir yıl düzenli 12 sayı çıkardılar, sonra kapandı. Ama başlangıç olarak bayağı iz bırakan bir yayındı. Ben anarşist değildim o sıralar fakat araştırıcılardandım, Marksizmin, sosyalizmin sorunlarını araştırmaya yönelenlerdendim. Bizim hareket içinde bu iş ilk başladı, Aydınlık hareketi içinde Stalin tartışmasıyla başladı. Neden? Çünkü biz, ben ve birkaç kişi aslında, “Bir sorun var, nedir bunun kökeni?” diye baktığımız zaman Stalin’le karşılaştık. Orada, “Geri dönüş filan deniyordu Kruşcev döneminde ama bak daha öncesi varmış bu işin” dediğimiz an Parti yönetimiyle karşı karşıya geldik, yani Doğu’larla. Hatta o sırada Parti’nin dışardaki – çünkü onlar içerdeydi – sorumluluğu bana aitti. Ben bir sorular metni hazırladım – uzun bir metindir o Sosyalist Birlik’te yayımlanmıştı. Taa, Fransız Devrimi!nden başlayarak bir sürü sorular soruyorum. Böyle bir şey yayımladım, onu durdurdular içerden. Çünkü tehlikeli buldular. O iş öyle patladı. Ne kadar durdurursa durdursun, o gene yayıldı. Esas Stalin meselesinden başladı. Sonra ben anarşistleri gördüm. Hatta bana gençliğimde de anarşist falan derlerdi, şakayla, “Ne anarşist adamsın!” Bizim kuşakta anarşizm şöyle de anlaşılırdı, kavgacı, dövüşçü, biraz isyankâr. Böyle tiplere, “Ne anarşist adamsın” derlerdi, “gene yaptın anarşistliği” falan gibi. Oradan da gelen bir kulak aşinalığı var… Ama ben hiçbir şey bilmiyorum, bir tek bildiğim Bakunin, Kropotkin, isim olarak biliyorum ama. Bir şey de okumuş değilim. Bir tek Mete Tunçay’ın akademik bir kitabında Bakunin’in bir makalesini okumuştum ama o da yine ‘80’den sonra. O kadar bilgim. Ama onları görünce, bir de çıkışları filan hoşuma gitti… Hatta o dönemlerde ben Saçak’ta yazıyordum, şöyle yazmıştım: “Anarşizm insanlığın geleceğe yönelik bir çığlığıdır,” yani romantizmdir ama olumlayan, olumsuzlamayan en azından ama pratikte de uygulama imkânı pek görülmeyen bir düşünce akımı olarak ele alıyordum. Öyle gitti… Esasında ’92 yılında, yurt dışına gittikten sonra…
Şafak: O zaman anarşistim demeye başladın?
Zileli: Evet. Çünkü orada ben epeyce aradım, bir çıkış olabilir mi? Biraz Troçkizan bir yöne de gittim ama Troçkist olmadım da Stalin meselesinden dolayı Troçki’ye sempati duydum. Hatta DİP var ya, Sungur Savran’ların Devrimci İşçi Partisi, ona (…) ismini öneren de benim. (…) O Kuruçeşme toplantılarından sonra yeniden başlayacaktı birleşme süreçleri, ben yani hâlâ o yönelimdeyim. Fakat sonradan – hem de o arada okuyorum tabii – sonradan baktım ki nereye gitsem insanlarda, örgütlü kesimin dışında halk kesimlerinde, yani sola da sempati duyan halk kesimlerinde bir umut yok. İtibarı kalmamış olarak algıladım ben, sosyalizmin. O dönemde başlamıştım da anarşizmi okumaya, Birinci Enternasyonal’de Marx’la Bakunin’in çatışmasını okudum. Bakunin orada, “Beni de iktidara getirseydiniz, ben de aynı şekilde despot olurdum” diyor. “Adam doğru söylemiş” dedim. Deneyimler de bunu gösteriyor. Hakikaten yönetim olduğunda, kim olursa olsun, en iyi niyetlisini de getir… Devlet oldu mu, bu nedir? Baskıcı bir mekanizma. Demek ki Bakunin baştan itibaren, “Bu devleti ortadan kaldırmak lazım” demekte haklıymış, yüz elli yıl önce. Ve kararımı verdim. Derneklere gidiyordum, mesela TİKKO’cuların derneklerine filan, İngiltere’de, onlar iyi çocuklardı. Bisiklete atlayıp gidiyordum. “Buyur Gün abi” filan… Bazıları, şimdi EMEP’ciler var ya onlar biraz daha mesafeliydi, onlarla da tartışırdım. Ama Kaypakkayacılar daha samimi, onlar köylü oluyorlar ya, “Buyur Gün abi.” Ben onlara şöyle sorardım, aralarında da tartışmalar var ben onlara zaten girmiyorum, “Ben size bir soru soracağım” diyordum. “Sor abi” diyorlardı. “İktidara geldiniz, polis kuvveti kuracak mısınız?” Şaşırıyorlardı… “Yok abi, polis kuvveti kurmayacağız.” “Ne kuracaksınız?” “Milis kuracağız.” “Yani, polisin adını milis yapacaksınız.”
Öyle gittim geldim, oralara. Ne kadar etkisi oldu bilmiyorum tabii de… Ama o kesimde anarşizme bir sempati vardır, Kaypakkaya kesimindeki arkadaşlarda.
Şafak: Sosyal tabanı gereği belki…
Zileli: Sosyal tabanı. Biraz köylücü ya onlar, o köylücülük de anarşizme, Mahno hareketi gibi biraz yol veriyor. Proletarya diktatörlüğü gibi, daha böyle işçici, Sovyetçi kesimden biraz daha yakın olabiliyorlar onlar anarşizme. TKP-ML’lilerde bürokratizm zayıftır. Durmadan onların merkez komitesi sekreterleri değişir mesela, ilginçtir. Bu çok fazla bilinmez illegal olduğu için ama ben biliyorum. Nasıl değişir? Ya öldürülerek değişir, devlet güçleriyle olan çatışmalarda ya da tabandan bir dalga gelir, eleştirir ve devirir. Mao karargâhı bombalayın demiş ya, onlar da bunu yapıyorlar. Onlarda, “önderliği korumak lazım” anlayışı yok…
Şafak: Kaypakkaya’nın kendisi de öyle.
Zileli: Kaypakkaya da öyle, gerçi o zaman fazla kurumlaşmamıştı ama sonraki dönemde daha bir kurumlaşmışlardı…
Şafak: Yani Mao’yu hayata geçiriyorlar.
Zileli: Öyle. Onların bana nasıl sempatileri varsa benim de onlara vardır. Gerçi onların içinde de çok kötü olaylar olmuş. Birbirlerini tasfiyede… O ayrı mesele. Hani iki sene önce galiba oldu 8 Mart’ta Kaldıraççılarla… “Kadınların toplantısına biz de katılacağız” demişler, Taksim’de. Kadınlar da, feminist kadınlar tabii, bırakır mı! “Katılamazsınız” falan, orada bir çekişme olmuş. Sonra feminist kadınlar eleştirdi bunları. Kaldıraç, kendini savunuyor, biraz üste çıkmaya çalışıyor. MKP’ciler, “Ya, kusura bakma abla” falan diye özür diliyorlar hemen. Fark var…
Şafak: Ne güzel aslında değil mi?
Zileli: Tabii. Ama bu da bir erdem. “Tamam. Tamam” demişler, “doğru, valla haklısınız, sizin yürüyüşünüz, bizim ne işimiz vardı orada?” demişler, kabul etmişler. Bitti yani. Bu kadar.
Şafak: Bugün nasıl anarşist akım Türkiye’de?
Zileli: Çok parçalı. Şöyle: Anarşist örgütlenme diye bakıldığı zaman, sakat. Ama bir akım olarak alırsak çok büyük etkisi var bence. Pek gözükmüyor ama… Bence sol kesimde yer alan, şu veya bu biçimde, CHP’li bile olabilir veya genelde solcu, örgütlere bağlı da olabilir, sol kesimde yer alan insanlarda anarşizme karşı bir antipati yok. Hatta tam tersine, bir ilgi var. Kürt hareketi üzerinde oldukça etkisi var, anarşizmin, bu özyönetim, özerklik yaklaşımları etkiliyor. Kürt gençliğinde bir arayış da var, çok radikalize olmuşlar. Biraz bence, dogmatik ve doktriner bir şekilde de olabilir ama bir merak var. Radikalize olan insanlarda bir arayış da başlar bir yandan, bürokratizme gitmeden öncesinde…
Şafak: Sosyalist sol da eskisi kadar karşısına almıyor bugün. Eski antipati yok.
Zileli: Yok. Antipati yok. Yaratmaya çalışanlar var. Örgütler bazen makaleler falan da yayımlıyorlar. En fazla o konuda yazı yayımlayan, Doğu Perinçek’in partisidir. Şimdi artık pek fazla yayın yapmıyorlar ama… Onlar çünkü çok uyanıktır, anladılar bu cenahtan bir şey gelebilir, tehlike olabilir diye. Bende o yazılar hâlâ var. 90’larda, hatta 2000’lerin başlarında bayağı yazılar yazdılar.
Şafak: Bizim zamanımızda, ’80 öncesi düşmanlığa varacak kadar bir karşıtlık vardı. Anarşizm, kategorik olarak sapkın bir akım olarak görülürdü, bu konuda bir tartışma yoktu.
Zileli: ’80 öncesinde, düşmanlıktan da öte, anarşizm karşıdevrimci olarak – Troçkistler de öyle – kabul edilirdi, bir kategori olarak zaten oraya konmuştu. Bu kırıldı.
yav kaç saat konuştunuz? oku oku bitmiyor.
ara vererek okuyabilirsin 🙂
Gun sen palavra atmaktan yorulmadın ben de düzeltmekten yorulmayacağım.SSCB nin bütçesinin yüzde 60 ınınsavunmaya gittiği palavrasını kimden duydun? Çünki CIA bile yüzde onbeşlerde olduğunu söyler. Ama SSCB yönetiminin verdiği rakamlar ise yüzde 5-6 civarindadır. Üstelik hiç bir devleti mesela askeri bir ekonomiye sahip ABD nin bile yüzde 25 civarindadır.
Bu bilgi çok sağlam olmayabilir, bu bakımdan uyarı için teşekkürler. Fakat SSCB’nin askeri harcamalarının hiç gerek yokken, emekçilerin sırtından elde edilen artıdeğerle fazlasıyla şişkin olduğunu herkes biliyor. Bence yorulma Ahmet. Senin görevin, ölmüş bürokratik reel sosyalizmin hatıralarını yaşatmak değil mi? 🙂
” Fakat SSCB’nin askeri harcamalarının hiç gerek yokken, emekçilerin sırtından elde edilen artıdeğerle …”
Afedersiniz ama SSCB savunma harcamalarını nereden yapacaktı?
savunma harcamaları yapmayacaktı.
Evet sosyalistler savunma harcamasi yapmazlar, cunku sosyalistler salak zaten! beklerler fasistler gelsinler hepsini dograsinlar diye:-) Bakin kurt gencleri ne kadar yanlis yapiyor, tutmuslar mahalle mahalle dovusuyorlar, halbuki dovuseceklerine teslim olsalar HDP nin oyu yuzde 60 larda dolanir ama bilmiyorlar ki!
SSCB cokunce Kuzey Kore de Irak, Libya, Afganistan gibi emperyalist isgal tehditi altina girmisti, bu yuzden koreliler tum yoksulluklarina ragmen hizla nukleer silah etmeye etmeye calistilar. Eh Irak Libya ya da Suriye nin durumunu gorunce ise de yaradi sayilir. Bir kac sene once ODP ve EMEP basin aciklamasi yapmislardi, ( Bu arada bir cok ODP li o zamanlar kicina kadar nukleer de dahil silahlanmis olan AB ye uye olmayi savunuyorlardi) “Kuzey Kore cok ayip ediyor, niye silahlaniyor, bak halki da yoksulmus” diye. demec vermislerdi.
SSCB o kadar savunma harcaması yaptı da çökmedi mi? Tersine, bu savunma harcamaları yüzünden de de çöktü bir bakıma.
Kuzey Kore’ye gitsene sen, neden Avrupa’ya gittin ki. Oraya sığınsaydın ya.
Yani madem Avrupa ya sigindik onun turkusunu cagiralim mi diyorsun. Sen cagir, ben istedigim ulkeye giderim ama hic bir emperyalistin turkusunu cagirmam. Emperyalist ulke isgalinden korktugu icin savunma harcamalarini artiran hic bir ulkeye de K Kore, Kuba, ya da Iran, emperyalist saldirganligi gormezden gelip saldirmam. Bu arada Kurt gencleri fasist saldirilara karsi direndigi icinde onlari MIT isbirlikcisi ilan etmem. Adamlar dovusuyor, ee send e dovus ya da dovusme ama adamlara niye kiziyorsun ki?
ben o gençlere kızmıyorum, uydurma, her zamanki gibi iftiracısın. Ben, bu kirli savaşa alet olan örgüt şeflerine kızıyorum. Diğer söylediklerin ise cevap vermeye bile değmez. Bedava kahraman seni.
Merhabalar Gün ağabey. “Hep anlatılır, Çarlık dönemindeki hapishanelerin pencereleri,Stalin döneminde küçülmüş, hatta dışarıdan hiçbir şekilde görülemeyecek, içeriye de çok az ışık alacak şekle getirilmiş.Yani Çarlık hapishaneleri çok daha iyiymiş.” denilmiş.Benim sorum da söylenene göre neden Stalin dönemindeki hapishane yapısı daha kötü olmuş olsun ki?
Diğer sorum da neden “örgüt”,”örgütsel yapı” kavramları kullanılır genelde sol jargonda.Zira bizde günümüzde de dahil olmak üzere geçmişimizde de “teşkilat” (ya da benzeri) kavramı ve “örgüt”,”örgütsel yapı” zihnimde ve zihinlerde farklı kutuplar olarak yerleşmemiş mi?Malum olarak sormak istedim.
Bir de Hutbelerde “anarşi,terör” sırasıyla peşpeşe gelen anlatımlar olduğuna göre ben ve benim gibiler ne yapsın?Yeri gelince yeşil kuşak meselesine karşı antikapitalist,batı karşıtı,inançlı insanlar ne düşünüp,nasıl hareket edebilir ki.
Bende yaşattığı his korku,endişe ve sıkıştırılmışlık.Çokça zorlanıyorum.Nasıl bi pozisyon alırsam alayım,neresinden bakarsam bakayım.
Teşekkürler.
Bu sitedeki Stalin kategorisinde yer alan yazılara bir göz atın.
Stalin kategorisindeki yazilarin sana bir faydasi olmamis millete ne faydasi olucak. Pencere meselesi de en az yuzde altmis olan savunma harcamalari kadar sacma idi ama bir sey yazmaya usendim. Herkes bilir ki Sovyet cezaevi sistemi Gulag denilen calisma cezaevleri uzerine kuruludur. Bu cezaevleri ise acik alanlardadir, bir cok yerde cezaevi duvari bile yoktur, kadin erkek mahkumlar yanyana binalarda kalirlar ama surekli olarak gorusebilirler, hatta beraber olup cikabilirler. Calismak zorunlu degildir, ama calisanlar maas alir ( mahkumlarin anilarinda mesela Shalamov mahkumlarin 1936 da bir kac bin ruble maas aldiklarini belirtir) Sovyet calisma cezaevleri rehabilitasyona donuktur, Carlik cezaevleri ise cezalandirmaya. Senin yayinladigin anti sovyet kitaplar bile bu dediklerimi gosterir. Bbz Neumann Buber Ginzburg ve daha bir cok cezaevi anisi.
tartışmasına bile girmem seninle. Ama şunu iyi biliyorum ki, iyi bir gulag müdürü ya da komutanı olurdun.
Boşuna Gulag takımadaları demiyorlar, Bahamalar gibiymiş be! Keka!
Ahmet ilginç biri. Güya zırva olduğu bir şeyi gösterirken, ondan milyar kat daha zırva şeyleri inanmamızı istiyor. Kanıt ise tek yanlı Sovyet arşivleri, kafasına göre yorumladığı yazılar.
Ortada Sovyet diye bir şey kalmamış, ondan kalan otoriter bir devlet düzeni. Bu düzen ise şimdi kapitalist düzeni savunuyor. Ahmet hala Sovyet, Gulag, Stalin diyor, bu zırvalıklara inanmamızı istiyor.
neden o kadar çok insan doluştu o takımadalara sanıyorsun Mülayim 🙂
Bu arada şu eklemeyi yapayım ki yanlış anlaşılmasın: milyar kat zırva derken çok daha zırva şeyler demek istedim.
Eugenia Ginzburg’ın Gulag anıları.
https://en.wikipedia.org/wiki/Within_the_Whirlwind
Mulayim sen bu islerden Gun kadar bile anlamazsin, topa niye cikiyorsun? Ustelik Bahamalardan da anladigin yok, Bahamalar cennet filan degildir, cehennemdir. Bahamalar diger kapitalist karayip ulkeleri gibi mahkumlar icin bir cehennemdir. Ufak bir ada, hesapta bagimsiz ama Kralicenin atadigi vali ile kontrol edilir, Dunya nin en zengin ulkelerinden birisi, kara para cenneti, kisi basina gelir 30 bin dolarin uzerinde ama buna ragmen halk acliktan geberiyor.
Nufusuna gore en fazla mahkumun bulundugu ulkelerden birisi, yoksulluk kendisini mahkum sayisinda gosteriyor. Sadece gecen yil polisin vurarak oldurdugu kisi sayisi bes. Iskence oldukca yaygin. Nufusu 300 binlik bir ulkeden bahsediyoruz. Ulkenin tek cezaevi Fox Hill Cezaevi, mahkumlar gunde sadece yarim saat ya da bir saat avluya cikabiliyorlar, 2010 yilina kadar hucrelerde tuvalet bile yoktu, millet kovalara ediyordu buz engin ulkede, iki kisilik hucrelerde 5-6 kisi kaliyorlar, cocuklar icin ayri koguslar yok, bu yuzden tecavuze ugruyorlar, yemekler elle dagitiliyor, kosullar o kadar kotu ki Gardiyanlar mahkumlardan kendilerine tuberkuloz ve verem bulastigini iddia ediyorlar.
Gun bu arada 9 numarali anonim sana arka cikmaya calisiyor ama senin kitaplarindan hic birisini okumamis, Ginz burg ve Buber Neumann”i adam sovyet resmi gorevlisi saniyor
Samuel Leibowitz amerikali bir avukat ve savci. Adam ozellikle cinayet davalarinda unlenmis, bazi sucsuz siyahlarin savunmalari almis, liberal bir amerikali. Bu arada 9 nolu anonim, Amerika rusya da degil. Leibowitz siyahlari savundugu icin irkcilarin boy hedefi olmus birisi.
Leibowitz 1959 yilinda karisi ile Moskova”ya gider tatil icin, ama orada iken cezaevlerini ziyaret edip edemeyecegini sorunca olumlu cevap alir, o da bazi yerleri gezer ve daha sonra izlenimlerini amerikan LIFE gazetesine yazar. Onu okusaniz tepkiniz ne olur bilmem. Meraklisina makale burada okumaniz icin satin almaniz lazim. The Two Faces of Justice in Russia, a Famous U.S. Judge’s Eyewitness Report: Archaic Soviet Court Methods Grant Shockingly Few Rights to Defendant, by Russia’s Good Prisons are Far More Advanced than Any in the U.S. By Judge Samuel S. Leibowitz . Okuyamayanlar icin bir biraz anlatayim, Bunun ziyaret ettigi cezaevinde gunduz mahkumlar oldukca temiz kendi elbiseleri ile disardalar ve beraberler. Esleri geldiginde mahkumlarla beraber bir kac gun kalabiliyor. Cezaevi ic idaresi 10-12 mahkumlar tarafindan secilmis 10-12 mahkum tarafindan yonetiliyor. Bana asil carpici gelen ise Life’in basligi cezaevi turizmi, cunki o kadar cok kisi ziyaret ediyor ki sovyet cezaevlerini, Life bu manseti atiyor. Soljenitsin, bu unlu ceza avukatina kitabinda saldirir.
O donemlerde bir cok unlu de cezaevlerini ziyarat eder, bir kac gun kalirlar, fotograflar cektirirler. Bunlardan birisi de Niels Bohr dur. Anonim Bohr da Rus degil. Bohr da over gulaglari. Bohr sanirim 1934 de bazi cezaevlerini gormus.
Diğer sorularımda ısrarcı olabilir miyim.Lütfen.
” Diğer sorum da neden “örgüt”,”örgütsel yapı” kavramları kullanılır genelde sol jargonda.Zira bizde günümüzde de dahil olmak üzere geçmişimizde de “teşkilat” (ya da benzeri) kavramı ve “örgüt”,”örgütsel yapı” zihnimde ve zihinlerde farklı kutuplar olarak yerleşmemiş mi?Malum olarak sormak istedim.
Bir de Hutbelerde “anarşi,terör” sırasıyla peşpeşe gelen anlatımlar olduğuna göre ben ve benim gibiler ne yapsın?Yeri gelince yeşil kuşak meselesine karşı antikapitalist,batı karşıtı,inançlı insanlar ne düşünüp,nasıl hareket edebilir ki. “
İnsan utanır bu iğrenç yalanları buraya aktarırken. Sen gerçekten ilah olmazsın Ahmet. İnsan milyonlarca insanın acısı üzerinde nasıl böyle tepinebilir anlamıyorum. Biri kalkıp 12 Eylül’daen sonraki Diyarbekir cezaevlerinin ne kadar insani yerler olduğunu söylese… ne hissederdin acaba? Gerçi sende his var mı ondan da kuşkuluyum ya. Sen bir yazımdan başka bir şey değilsin.
herkes kendi yolunu bulacaktır
Ahmet, ben gerçekleri sadece kitaplarda aramıyorum. Aynı zamanda mantıklı, rasyonel ve bilimsel ve özgür düşünmede gerçekleri ararım.
O yüzden o dediğin kitapları okusam bile aklımı, mantığıma yatmayan zırvalara inanacak, bunlarla boş yere zaman harcayacak değilim. Burada dediğin şeylerin önemli ölçüde tersini söyleyen bir sürü kitap da okudum. Neyse bence bunların da şimdilik çok önemi çok.
Bu arada gerçeği alabildiğince çarpıttığını düşünüyorum. Zamanda yolculuk yapmak mümkün olsa ve sana Stalin hapishanelerinin söylediğin gibi olmadığını, aslında beş para etmez bir rezillikte olduğunu göstermek veya orada bizzat yaşayarak gerçekleri anlatabilmek mümkün olsaydı sen yine bu gördüklerini bu mantık ve bakış açısıyla kabul etmezdin ve hala derdin ki şu kitabı okumadan konuşuyorsun, ama Stalin böyle demişti vb. Gerçekten de bu mantıkla böyle davranacağını düşünüyorum. Gerçi yine böyle bir şeyin gerçekleşmeyeceğini düşündüğün için yine retorik yaparak böyle davranmayacağını söyleyebilirsin.
O yüzden senin burada benim gibi anarşistlerle bir şey anlatman veya anarşistlerin sana bu konuda bir şey anlatması mümkün değil.
Edit: 15 nolu yazıda “Neyse bence bunların da şimdilik çok önemi yok.” olacaktı.
Bahamalar konusunda cok haklısın ahmet, neyse ki bu demagojini öngörmek o kadar kolaydı ki özeleştirim hazır: Kolay para ve sosyal ortamlarıyla Gulaglar, kuzeyin Parisler’idir!
Gun Yalan mı? Soylediklerimin hangisinin yalan olduğunu dahi söyleyemezsin, o yüzden lafı kapatmaya çalışıyorsun. Cezaevlerinde mahkumların birbirleri ile sürekli görüşebildikleri hatta aşık olup evlendikleri mi yalan? Ginzburg kendisi söylüyor kendisi evlenmiş kadın? kadının anılarını yayınlayan sensin, peki Gulag da çalışan mahkumlara maaş verildiği mi yalan? Buber söylüyor bunu, Ginzburg söyler daha bir sürükişi söyler, sence onlarda mı yalan söylüyor. Sen de buradaki arkadaşların da artık çok iyi biliyorsunuz ki Gulag rehabilitasyona dönük bir ceza sistemi idi. Cezalandırmaya değil. Ama bunu kabul edemezsiniz, 9 numaralı anonim tam da bunu anlatmaya çalışıyor, yoksa dinden çıkmış olursunuz
Yalan değil zırva. Bir şeye yalan diyebilmek için gerçekle mantık ölçüleri içinde bir bağı olması lazım. Zırvaya ise yalan değil, zırva denir. Ahmet sen bir psikoloğa görünsene.
Mülayim dedim ya sen bu işleri bilmiyorsun bu işleri tartışmasan iyi olur, eğer bu konudaki tartışmaları okuyarak bilgi dağarcığını geliştirebiliyorsan ne ala, yoksa Kuzey Avrupa önerin Bahamalardan daha az saçma değil. Sana söyle söyleyeyim, Ben İngiltere de yaşiyorum, burjuva demokrasisi deyince akla burası gelir. Eğer istiyorsan seninle kaynaklara dayalı olarak İngiliz cezaevi sistemi ile gulagları karşılaştıralım.
Hatta boşver cezaevi sistemini, isterseniz Gulaglardaki yaşam, çalışma ve ücret koşullarını mesela Apple nin taşeronu Foxton ile karşılaştıralım. Ya da NIKE iın vb tekellerin işçilerinin çalışma ücret ev vb koşulları ile.
Ama siz bu tartışmalara giremezsiniz, çünki dinden çıkmaktan korkarsınız.
Zırva mı yanı Gınzburg cezaevınde tanıştığı bir kişi ile evlenmemişmi, Gınzburg cezaevinde herkesle görüşüp konuşmuyor mu? BUber çalışanların maaş aldığından bahsetmiyor mu? Yani zırva ne? Bunları sen çevirdin, sen kendi cevirdiklerini bile okumuyorsun?
Muş Valisi Seddar Yavuz, Facebook hesabından paylaştığı mesajda, “Diktatör Stalin 71 yıl önce Ahıska Türkleri’ni sürgüne gönderirken, yüzde 70’inin iklim koşulları nedeniyle öleceklerini öngörmüştü. Rabbim öldürmeyince öldürmez. Sürgünde hayatını kaybeden büyüklerimize Allah’tan rahmet diliyorum. Tarihini bilmeyen milletler yok olmaya mahkumdur. Unutmayın ki küfür tek millettir” ifadesine yer verdi.
“Kadın erkek ilişkisinden suçlu olduğundan” diye okumasını sürdürdü görevli muhafız. “İki saatlik at duruşu cezasına çarptırıldı.. Beş gün tecrit..işe katılmama…”
Eziyet sürdü elbette…
“… bir araya geldiler… Neşe ve kederden dilleri tutulmuş.. bir deri, bir kemik kalmış kadın. Yirmi altı yaşın çok üzerinde gösteriyordu.. “Eugenia Gizburg Anaforun içinde .. sf 35-36..
**
Bu kamplar ölüm kamplarıydı. Açlık, kölece çalışma, hastalıklarla ölüp gidilen..
bir gerçeği ifade eden validir diye o şey gerçek olmaktan çıkmaz arkadaşım.
zırva olan, bu tür şeyleri konseptinden koparıp Gulagları bir cennet gibi göstermeye çalışan senin tavrın.
Sana Vali olamazsın demedim…
Ne Kuzey Avrupa’sı ahmet error verip duruyorsun. Ben senin Bahamalar demagojisini yapıcağını ilk mesajı atarken zaten biliyordum çünkü sen bir otomatonsun. Sana yemin ederim ki harfiyen bu şekilde yanıt vereceğini biliyordum. Bu seni düşündürmeli. Acıyorum sana gerçekten.
“Bilmemnerenin Paris’i” ifadesini de Paris daha yeni kan gölüne döndüğü için verdim. Onu süzememişsin.
Foxconn yerine Foxton yazmışsın mesela, karşındaki biri yapsa Asya işçi sınıfının mücadelesinden ne kadar kopuk olduğuna dair 3 paragraf zırva saçardın. Senin tarzın bu. Ama daha kötüsü senin özün bu, Foxconn’da çalışma koşulları kötü diye Gulag’ı mı aklayacaksın? İkisine de karşı çıksana çapsız…
Gun ben hic bir zaman gulaglar cenettir demedim, ama siz benim oyle dedigimi iddia ettiniz, gulag ceza sistemi rahabilitasyona donuktur dedim, ama size gore rehabilitasyona donuk ceza kurumlari cennet olarak algilaniyorsa bu sizin sorununuz benim degil. Ginzburg diyorki bEn Kolyma calisma kampinin hastahanesinde hemsire olarak calistim, orada bulunan bir doktorla evlendim, gursel hala orada kadin kiz erkek iliskisi yuzunden insanlarin cezalandirildigini hem de Ginzburga dayanarak kanitlamaya calisiyor.
Adamin birisi otele girmis .ve kekeleyerek Bo bo bos bir odaniz var mi diye sormus. Resepsiyon gorevlisi de kekeeyerek ta ta bii efendim demis. Bu arada islemlerini yaparken bir ikinci musteri iceri irmis ve normal bir konusmayla bos bir odaniz var mi demis, resepsiyon gorevlisi cok normal bir konusmayla tabi efendim kacinci katta isterseniz diye sorunca, kekeme musteri gorevlinin yakasina sarilmis, ‘ se se sen benimle dal dal gami geciyorsun, pu pu pus! Ha Ha hayir diye kekelemis gorevli be be ben onunla da da dalga geciyorum. simdi Gursel sence ginzburg.un hangi dedigi dogru, birbirinI seven genclerin cezalandirildigi mi yoksa kendisine Bir co erkegin sarktigi ama sonunda doktorla evlendigi mi…
Mulayim foxton yazdim ya cok mutlu olmalisin sonunda bir hatami yakaladin, tartistigimiz konu acisindan sanki cok onemli. foxton degil de Izmir yazsam ne olur. Bu arad elim degmisken Paris meselesini de yazayim, gulaglar kolay para kazanma yeri degil, buralar ceza kurumlari, ama rehabilitasyona donuk ceza kurumlari. paris te kolay para kazanma yeri degil. bak Paris te ve diger avrupa sehirlerinde buyuyen binlerce genc parasizlitan gordukleri asagilanmadan dolayi kendilerini patlatacak yerler arayip duruyorlar. Pariste ki bu genclerin ne calisacak isleri var ( var aslinda ama hepsi ,casula isler yani guvencesiz ve cok ucuz) gulaglarda calisma zorunlu degil ama calisrken en azindan ginz burg orneginde oldugu gibi cocuklarina para gonderebilecek kadar kazaniyorsun. Bu cocuklarin egitim gormE olanaklari bile yo, ama en azindan gulaglarda insanlarin egitim gorme olanagi var. Bakiniz ginzburg un bulundugu hastahanede daha bir cok kisi calisir ve bunlar aldiklari egitimlerle tip fakultesine girer. Sayisi coktur ama en onemlisi dunyanin sayili estetik cerahlarindan janush bardach bu konuda en onemli ornektir, o da savas sirasinda tutuklanir ve kolymaya gonderilir orada hastahane de calismaya baslat ayni zamanda egitim alir 1950 de Moskova tiptan mezun olur. Bahsetigimiz 42-43 te tutuklanan bir geNc. Tip egitimine Koly mada baslar ama daha sonra oradan dogrudan en pretijli okulardan moskova tipa girer. Pariste ki cocuklarin, mahkumlarin demiyorum cocuklarin birak iyi bir universiteye girme sansi, universiteye guvenceli olarak temizli iscisi olarak bile giremezler. Paristeki genclerle gulagin daha nesini karsilastirmak istiyorsun?
Bu arad belirteyin paristeki gencler derken yoksul genclerden bahsediyorum, isci sinfindan yani
Kamplara yonelik bir noktaya acmak icin; Daha once belirtigim gibi sovyet ceza sistemi rhabilitasyina donuktu, ve insanlarin calismasi tesvik ediliyordu ama zorunlu degildi. Ancak calisan mahkumlar hem maas aliyor hem de iyi hal gosterdikleri icin erken tahliye diliyorlardi. Baslangicta idamdan sonraki en yuksek ceza bes yildi, sonra bu ceza on yila cikarildi, buna tecavuzculer katiler vb dahilldi. Idam cezasi devrimin hemen ertesinde kaldirildi ama ic savasw baslayinca geri getirildi, yine ikinci dunya savasi sonrasi idam cezasi once kaldirildi sonra yine geri getirildi. Yalniz ikinci dunya savasi oncesi idamlik bir cok cezadam idan kaldirildi yerine 20 yil hapis cezasi getirildi. Bardash da bu mahkumlardan birisi , savasa
Tankci olarak katiliyor, ama tankini tahrip edince askeri mala zarar vermekten tutuklanaip kamplara gonderiliyor, sanirim 8 yil icin. Bu o zamanlar oldukca yaygin bir sey, savas zam,ani ask
Erden yirtmak isteyenler ya askeri bir mala zarar verip ya da mektiupalrinda staline vb sovup tutuklanip savastan
Yirtiyorlar. mesela Soljenitzin de mektiplarin okundugunu bildigi halde mektupta staline sover ve o yuzden tutuklanir.
Bardach o zaman ki mahkumlarin tipik orneklerinden birisdir, o kafar yila mahkum ldugu halde, kamplari egitimi icin kullanmistir ve ceza suresi icinde moskova tiptan mahkum olmus bu arada cezasi bitmeden cok once affedilmistir. 1962 de ABD ye goc etiginde mezun olali 12 sene oldugu halde dunya capinda taninan bir plastic cerahti ve bazi yontemler kendi adi ile aniliyordu.
Şu gerçek, Stalin konusunda Ahmet’le tartışmak yararsız. Bu yazılar 3. şahıslar içindir.
Ben o yazıyı kitaptan alıntıladım. Ve kamp koşullarına aitt; hastane koşulları değil.
“calisma kampinin hastahanesinde hemsire olarak calistim, orada bulunan bir doktorla evlendim..”
Her zaman bu tür kamplar ile hastaneleri arasında çok ama çok farklı koşullar vardır. Yanlış anımsamıyorsam o hastaneler için olumlu anlatılar da vardı. Ama kamplar için değil..
**
Yazdığım gibi; Ahmet o kamplardan birine gönderilse de korkarım “düşük kalorili diyetin”, burjuvalar gibi semirmenin önlenmesi ve sağlıklı yaşam için verildiğini savunacaktır.. “Aşkın gözü kör!” Aklı da. Bu da öyle bir sevda işte.
Ya bu ne şiddet bu celal. Adam alt tarafı fikrini söylüyor Ahmet’e bu kadar ak-troll muamelesi yapıldığını anlamak mümkün değil. Yıllardır bu siteyi takip ederim ne aykırı fikirler yazıldı bu kadar tepki konmadı.
Ahmet bir tane iyi örnek bulmuşsun, hep onun demagojisini yapıyorsun. Bak, senin Tkp ikiye bölündü, sonra yine ikiye bölündü, otur ona ağla.
Arap Baharı ile ilgili şu karikatürleri paylaşmak isterim:
http://www.salemka.com/ska/wp-content/uploads/2012/03/President-chair.jpg
Yukarıdaki iktidar koltuğuna çıkan merdivenin yanında “demokrasi” yazıyor. Merdivenden çıkan adama “Bize demokrasi haramdır dememiş miydiniz?” diye soruluyor. O da “zaruretler haramları mübah yapar” (İslam hukukunda böyle bir söz var) diye cevap veriyor.
http://www.salemka.com/ska/wp-content/uploads/2012/03/lie-freedom.jpg
Bisiklete benzeyen Arapça devrim kelimesinin üzerine binen adamın altında şu yazıyor: “Devrimin ve halk hareketinin sırtına binen fırsatçı”
anarşi mi kaldı? anarşistler chpye hdpye oy topluyorlar. röportajda andığınız anarşistler görse yüzünüze tükürürlerdi.
anarşizmin düzen içi siyasete en yakın unsurları dahi çok daha güç ve çetin tarihsel şartlarda halk cephesine siyasi desteği reddetmişlerdir.
günümüzde ise sözümona en radikal anarşistler, çok daha olağan şartları abartarak halk cephelerinden on gömlek daha sağcı partilere oy istiyorlar 🙂 tam komedi.
Şu yüzüne tükürme edebiyatını bir yana koy hele. Tartışacaksan doğru dürüst tartışalım. Ne yapsaydık ya? Meydanı AKP’ye mi bıraksaydık tamamen. Onlar da bunu isterdi zaten. HDP barajın altında kalsaydı başkanlık sistemi kurulmuştu bugün. Her direniş mevzisi değerlidir. Anarşistler özgürlük için her gıdım kazanımı savunurlar. Anarşistlikle keskinliği birbirine karıştırmışsın sen.
Anarşizm ve Komünizm… Bir de Blanquizm var. Nedense kimse onun taraftarlığını yapmaz, adı bile alınmaz. Nedir bu akım? Bilgi veren Türkçe kaynak arıyorum ama yok. Sadece bu akımın ”komplocu” olduğunu söyleyen, buna indirgeyen Marksist söylem var. ”Komplocu Blanquizm” karikatürünün ötesinde, Blanquizm nedir? Merak ediyorum. Bana anarşizm ile marksizmin arası bir şey gibi göründü. Sınıf mücadelesi, proleterya diktası, örgütlenmenin önemi, materyalizm kabul ediliyor ama sanırım diyalektiği, tarihin aşamalandırılmasını, devrim için objektif koşulun da uygun olmasını kabul etmiyorlar (mı?). Gün Zileli, Blanquizm konusundaki Türkçe kaynak eksiğini kapamayı düşünür mü acaba?
uzunca bir mevzu. Kısaca söyleyecek olursam, darbeci ayaklanmacılık. Darbeci derken ordu darbesini kastetmiyorum. Sıkı ve merkezi bir şekilde örgütlenmiş ihtilalciler aniden harekete geçer, şehrin sinir merkezlerini (posta, telgraf, belediye binası, hükümet binası, kışla vb) silah zoruyla aniden ele geçirir ve ihtilalci bir hükümet ilan eder. Bu, ihtilalci bir diktatörlüktür. Blanqui, onlar bizi yüzyıllarca diktatörlükleri altında tuttular, biz de onları 70 yıl diktatörlüğümüz altında tutmuşuz, çok mu?, der. Marksistler her ne kadar bu yöntemi eleştirirlerse de Lenin’in Blanqui’den belli ölçülerde etkilendiği düşünülebilir. Hatta o dönemin anarşistleri de etkilenmiştir ve mesele Malatesta, İtalyan ve İspanyol anarşistleri birçok Blanquist denebilecek ayaklanma girişiminde bulunmuşlardır. Bu, 19. yüzyıla ilişkin bir ayaklanma yöntemidir. Epeyce çocukçadır, 70 yıllık diktatörlük önerisi ise deneylerin yokluğunda affedilebilir belki ama ihtilalcilerin halkın tepesinde boza pişiren zorbalara dönüşeceğini öngöremediği için geçersizdir. Blanquizm, Fransız devrimi atılımının ve yenilgisinin ürünüdür.
Stalin’siz Trotskiy
Sungur Savran
Ocak 27, 2016
2015 yılı geride kaldı. 2015 bizim için Trotskiy yılıydı. Çünkü Trotskiy tam 75 yıl önce Stalin’in kişisel olarak verdiği talimat çerçevesinde GPU’nun bir ajanının suikastine uğrayarak yitirmişti hayatını. Bu olayı önemsedik çünkü bürokrasinin, iktidarda kalmasını olanaklı kılan önemli bir hamlesiydi. Sovyet devrimi de dünya devrimi de, Ekim’in deneyimini cisimleştiren tek önderini böylece yitiriyordu. Bu yüzden Trotskiy’i 75. ölüm yılında andık. Ama bununla birlikte artık Stalin’i arkamızda bırakmanın zamanı geldi!
Stalinistler ve onların okulunda yetiştiği hâlde Stalinizm batağına battığını fark edemeyenler, bizim Sovyet tarihinde olan biteni bir Stalin-Trotskiy çatışması olarak algıladığımızı zannetmekte ısrar ederler. Külliyen yanlıştır! Biz, Lenin ve Trotskiy’i izleyerek, Sovyetler Birliği’nin kaderini dünya çapında sınıf mücadelelerinde 1920’li yıllardan 1940’lı yıllara kadar ortaya çıkan dengelerin ve bunun bir uzantısı olarak Sovyet ülkesinin kendisinde doğan değişimin ürünü olarak anlamışızdır her zaman. Ama bu, karşı tarafın işine gelmez. Onlar daima tartışmayı Stalin-Trotskiy tartışmasına çekerler. Biz bürokrasinin kurduğu diktatörlükten söz ettikçe onlar hep Stalin’in adını duyarlar.
Tarihte bireylerin rolü özellikle büyük çalkantı ve kriz dönemlerinde, büyük savaşlarda ve devrimlerde önemli olmuştur. Bir Sezar, bir Kanuni, bir Napolyon, bir Lenin, bir Hitler, bir Mao hiç kuşku yok sadece kendi ülkelerinin değil, dünyanın kaderini de önemli ölçüde etkilemişlerdir. Ama bu bireyler ancak belirli sosyal güçlerin karşı karşıya geldiği koşullarda o güçlerin birinin ya da bir bileşiminin çıkarlarını savundukları, ilerlettikleri, üstün kıldıkları ölçüde tarihte kendilerine bir yer edinirler. Bir bakıma onların kişisel etkileri, karşılıklı güçlerin savaşında son vuruştur.
Zaman geçtikçe nesnel faktörler tarihin esas unsurları olarak ön plana çıkar, bireyin rolü gittikçe geri düşer. Kanuni mi önemlidir, Osmanlı’nın kendine özgü iktisadi-idari-askeri yapısı mı? Napolyon mu önemlidir, feodalizme karşı yükselen burjuva devrimi mi? Hitler mi önemlidir, gerileme çağına girmiş emperyalist burjuvazinin faşizm ve barbarlık üreten doğası mı? Soruyu sormak cevabını vermektir. Tarihsel olarak birbirine yakın güce sahip toplumsal odakların mücadelesindeki en hassas anda “son vuruş” bazen öznel faktörle belirlenebilir ama uzun vadede maddi sosyo-ekonomik yapı ve onun ürünü olan toplumsal güçler esas belirleyicidir elbette.
Stalin’in Sovyet bürokrasisinin çıkarlarını emperyalist burjuvazi ile uluslararası proletarya arasındaki bir denge anında geçerli kılmış olması o dönem için önemlidir. 20. yüzyılın geri kalanı açısından da belirleyici olmuştur. Ama artık, 20. yüzyılda ortaya çıkmış bütün bürokratik işçi devletleri çökmüşken Stalin ve bir ideolojik-politik sistem olarak Stalinizm önemini yitirmiştir. Onun önemi her zaman arkasındaki devletlerin (en başta Sovyetler Birliği, ama aynı zamanda Çin ve diğerleri) büyük gücünden geliyordu. Yoksa fiske vursanız dağılacak koflukta bir ideolojik-politik sistemden söz ediyoruz. Devrimci Marksizmle yarışması mümkün mü?
Öyleyse artık Trotskiy’i Marx, Engels ve Lenin’le birlikte Stalin’siz olarak ele almalıyız. Stalin ve Stalinizm gündemimize ancak geçmişin hesabı yapılırken girmeli. Devrime yeni gelmekte olan gençliğe Trotskiy’i Ekim devriminin iki büyük önderinden biri ve 20. yüzyıl devriminin bürokratik çürümesinin baş düşmanı olarak tanıtmalıyız. Stalinistler ve onların bilinçsiz izleyicileri tartışmayı yine Trotskiy-Stalin zıtlaşmasına çekeceklerdir. Trotskiy’in tarihte neyi temsil ettiğini anlayamayan Trotskistler de buna çanak tutacaklardır. Kapılmayalım.
Stalin, Marksizmin devasa önemi karşısında tarihte bir küçük ayrıntıdan başka bir şey değildir. Trotskiy ise sadece bürokrasinin değil emperyalist kapitalizmin de büyük kâbusudur.
Bu yazı Gerçek Gazetesi’nin Ocak 2016 tarihli 75. sayısında yayınlanmıştır.
http://gercekgazetesi.net/teori-tarih/stalinsiz-trotskiy
Bu ne biçim röportaj. röportajı yapan beyefendi sizden fazla konuşmuş 🙂