Fırat Bayram / Anarşizmin Eleştirisi
Devrimci Liberte sitesinden alınmıştır.
Anarşizm ciddiye aldığım bir görüş değil açıkçası. Ama Gün Zileli, ciddiye aldığım bir yazar. Ve kendini anarşist olarak tanımlıyor. Onun ‘’artıgerçek’’ adlı platformda bulunan ve bir kısmı sosyalizmin eleştirisini temel alan bazı yazılarından alıntılar yaparak anarşizmi Zileli üzerinden eleştirmek istiyorum.
‘’Anarşist örgütlenmenin zaafı, anarşizmin çok değerli bir ilkesi olan doğrudan demokrasinin anarşist örgütlenmeye yanlış bir şekilde ve dogmatikçe aktarılmasından kaynaklanmaktadır. Anarşistler, temsili demokrasiye karşı olduklarından, örgütsel alanda da “üyelik”, “yönetim kurulu”, “denetim kurulu”, “kongre” vb. türü temsili örgütsel organ ve kurumları reddederler. İşte olanlar bu noktadan sonra olur. İngiliz anarşistleri içinde yaygın bir kullanım olan “invisible management” (yani görünmez yönetim) böylece ortaya çıkar (gerçi Batı’da başka sigortalar bu sakıncalı durumu dengeler).’’1
Zileli’yle aynı fikirdeyim. Lakin değindiği zaaf ufak ve önemsiz bir zaaf olmayıp anarşizmi olanaksız kılan bir zaaftır kanaatini taşıyorum. Yönetim kurulları, denetim kurulları, kongreler olacaksa yönetime karşı gelenleri yahut denetimin suçlu bulduklarını hizaya sokan bir kurumlar silsilesi de zaruri değil midir? Yönetim ve denetim kurulun var ama onları umursamayanlar üzerinde hiçbir yaptırımı olamıyor! Böyle şey olur mu? O vakit bu kurulların adı var kendi yok demektir.
‘’İnsan ve insan eliyle kurulan bütün yapılar kusurludur. Hiçbir “ideal” birey ya da yapı bu kusurlardan azade olamaz. O zaman, bütün insan eliyle kurulmuş yapılarda kusurları en aza indirecek karşı önlemler alınması, karşı ağırlıklar yaratılması zorunludur. Burjuva hukukunu eleştirmeden önce ondan öğrenmesini bilmek gerekir.’’1
İşte Zileli’ye katıldığım bir husus daha! Lakin insanın azade kalamadığı kusurlarını düzeltecek ve kusurda ısrarcı olanları yargılayacak bir hukuk gerekmiyor mu? Mahkeme, kolluk gücü ve hapishane olmadan hukukun bağlayıcılığı kalır mı peki? Dahası insanlar arası ilişkide kusur tanımı yapabilmemiz için bunu ‘hak ihlali’ olarak görmemiz, bunun için de hakları ilan etmemiz gerekir. Zaten üstün tutulan hukuk da bu yurttaş/insan haklarını temel alır.
‘’Görünmeyen bir yönetim, örgütün işletilmesini tekeline alır ve giderek zorba bir çeteye dönüşür. Bu klik her ne kadar “invisible management” ise de aslında zorbalığıyla fazlasıyla görünen bir yönetimdir. Bu yönetimden kimse hesap soramaz, çünkü görünürde yönetim değildir ama fiilen yönetimdir.’’1
Üstteki alıntıda Zileli, anarşizmin de dayanağı olan ‘doğrudan demokrasiyi’ temel almış örgütlerin yapısal zaafını itiraf ediyor. Esasında tüm çete ve mafya örgütleri devlet ve hukuk dışı olmaları sebebiyle bu yapıdadır. Çete reisleri yahut mafya liderleri evvela iç işleyişinde ortak karar alan ve kimseye hesap vermeyen ‘delikanlı bir arkadaş grubunun’ içindedir lakin zamanla bir ‘doğal lider’ olarak sivrilir ve grubu tümüyle domine ederler. Zira devlet ve hukuk dışı olmak hürriyetçilik değildir. Anarşizmin temel yanılgısı buradadır. Hürriyet, olası güç odaklarını –ki bunlar evvela ‘doğal liderlik’ yoluyla sivrilir- dizginleyecek ve bunların gerektiğinde hesap vermesini sağlayacak alternatif güç odaklarının inşasıyla kendine alan bulur. Doğa ve hayat boşluk kabul etmez. İktidar gökten zembille inmemiştir, her yerdedir ve daima çıkacaktır. Mesele, iktidarı kendi içinde bölme, denge ve denetleme mekanizmaları kurma, yurttaş haklarıyla sınırlama, demokrasiyle değiştirilebilir kılma, hür yargı ve hür basınla hizaya çekme meselesidir. Tüm bunlara kısaca ‘demokratik hukuk devleti’, daha da kısaca ‘siyasal liberalizm’ deniyor. Liberte, yani hürriyet, Latince bir sözcüktür ve ‘otoriteden serbest olan’ manasındadır (dikkat buyuralım, ‘otoritesiz’ manasında değildir; otorite vardır ama sınırlanmıştır, hürriyet buradan doğar). Zileli şayet DAP tecrübesinden hareketle bilincine çıkardığı doğru eleştirileri mantıksal sonuçlarına dek sürdürebilirse anarşizmi aşacaktır.
‘’Bir şoför derneğinde bile bir önceki kongrede seçilmiş yönetim, gelecek kongrede hesap vereceğini bildiği için fütursuzca davranmaya çekinir. En azından üyelere hoş görünmeye çalışır.’’1
Bravo! Hürriyet demek, otoritesizlik demek değildir. Otoritesizlik DAP gibi pratikleri ve çeteleşmeyi doğurur. Hürriyet, otoritenin bölünmesi ve otoriteler arasında denge ve denetleme mekanizmalarının inşa edilmesiyle alakalıdır. Bir yönetim şayet ‘doğrudan demokrasi’ adına hesap vermez bir nitelik edinirse –bizdeki malum şahsın ‘milli irade’ adına hukuki denetimi tasfiye edip kişisel dikta kurması gibi- otoriterleşmeye başlar. Yöneticinin hesap vereceğini bilmesi gerekir. Bunun için de ondan bağımsız bir hesap sorma otoritesine sahip kurumlar şebekesi gerekir. Hesap sormak demek, hukuk demektir; hukuk demek de kolluk gücü, mahkeme ve hapishane demektir. Tüm bunlar ise anarşizmi bırakmak demektir.
Bir örnek verelim: Suriye’deki Esad rejiminin otoriter muhtevası açıktır. Lakin iç savaş sebebiyle ülkenin önemli bölümünde devlet otoritesi ortadan kalkmıştı. Peki, o bölgelerde devletten kurtulan halk ne yaptı? Anarşistlerimizin tasavvur ettiği gibi mutluluktan havalara mı uçtular? Hayır! Esad’ı aratan bin beter bir otorite –IŞİD- ortaya çıkıp ortalığı kasıp kavurmaya başladı. Otorite boşluğu hürriyeti değil dinci örgütlerin terörünü getirerek hürriyeti daha da uzak kıldı. Suriye halkı, devlet otoritesinin ortadan kalktığı ülkelerinden kaçıp devlet otoritesinin bulunduğu ülkelere milyonlar halinde sersefil biçimde göç etti. Avrupa’daki demokratik hukuk devletlerinin gölgesinde yaşamak için başlatılan göçte denizler ne yazık ki küçücük çocukları, kadınları, aileleri yuttu. Acaba anarşistler, tüm bu süreçte hiçbir ders çıkarmadı mı?
‘’Bu mesele daha çok konuşulacak. Şimdilik bunları söylemiş olayım. Anarşistler, örgütlenme sorununu ciddiyetle ele almalı, organsız ve denetimsiz her türlü örgütlenmeyi reddetmeli, “burjuva temsiliyeti” gibi safsataları bir yana bırakıp denetime, denetim organlarına, genel kongrelere, oylamaya, görevden almaya, rotasyonlu yönetime, yani kimseye 3 aydan fazla yönetme yetkisi vermemeye, geçici olarak sorumluluk alanların, maliye başta olmak üzere tabandaki insanlara hesap vermesine, sözde değil, gerçekten hesap vermesine, toplanma ve eleştiri hakkına vb. dayanan yeni bir örgütlenme tarzı geliştirmelidirler.’’1
Çok güzel! Denetimli, kongreli, temsili demokrasili, tabana hesap verse de neticede yönetici tabakası olan bir örgütlenme tavsiye ediliyor. Üç-beş kişilik anarşist topluluklar için bu tavsiyeyi uygulayıp da hala anarşistlik iddia etmek belki mümkündür ama 80 milyonluk bir ülkede bu tavsiyeler nasıl uygulanacaktır? Devlet dediğimiz şey zaten en büyük toplumsal örgütlenmedir ve demokratik hukuk devleti de Gün Bey’in üstte kısaca sıraladığı tavsiyelerin hayata geçirilmesini içerir. Bu ölçekte anarşizm kalmaz, siyasi liberalizm başlar. Burjuvazi ilericiliğini yitirdiği için siyasal liberalizmi –demokratik hukuk devletini- sağlayabilecek sınıfsal özne proletaryadır. Hukuk devletinin ve laik cumhuriyetin ilerici kazanımlarının gericileşmiş egemen sınıfın gölgesi altında işleyen bir ‘cici demokrasi’ tarafından tasfiye edilmemesi için gerici sermaye sınıfının tasfiyesi ve NEP yahut sosyalist piyasaya dayanan bir zeminin kurulması şarttır. İşte o zaman bilhassa bizim gibi görece yoksul ve demokratikleşememiş ülkelerin gerçek demokrasiye –demokratik hukuk devletine- ve dolayısıyla özgürlüğe kavuşmasının yolu açılır. Bu, proleter devrimcilerin önderliğinde bir demokratik devrim perspektifidir. Gün Zileli ve diğer anarşistlerin, tuttukları uçuk kaçık ve kendi içinde çelişkili anarşizm yolu yerine Demokratik Devrim yolunu benimsemeleri halkın hürriyet mücadelesinde daha doğru bir konum almalarını sağlar.
Zileli örneğinde anarşistlerin ‘proletarya diktatörlüğü’ kavramını da yanlış anladıklarını görüyorum. Biraz da ona bakalım…
‘’Birincisi, “egemen sınıf” ile “proletarya” bir oksimorondur. Şu nedenle ki, proletarya, tanımı gereği, ezilen, sömürülen bir sınıftır. Bu ezilen sınıfın ezilmeye ve sömürülmeye son vermek üzere “egemen sınıf” haline geldiğini farz etsek bile böyle bir durum ortaya çıktığı an, sınıf artık “proletarya” olmaktan çıkmış demektir.’’2
Marksist teoride diktatörlük sözcüğü bir yönetim biçimini değil devletin sınıf karakterini anlatır. En demokratik kapitalist ülke bile Marksizmde ‘burjuva diktatörlüğü’ olarak görülür. SSCB örneği demokratik muhtevalı olmasa da demokratik bir sosyalizm denemesi de özünde ‘proletarya diktatörlüğü’ olacaktır. Keza demokratik devrim konusunu işlerken Lenin hedefinin İKDDD, yani İşçilerin ve Köylülerin Devrimci Demokratik Diktatörlüğü olduğunu yazar. ‘’Demokratik diktatörlük’’ tabiri belli ki anarşistlerin kafasını karıştırmaktadır. Bendeniz de savunduğum Demokratik devrim sonucu kurulacak Halk İktidarının emekçi halk için bir ‘halk demokrasisi’ ama halkı ezen ve sömüren eskinin egemen sınıfları için ‘halk diktatörlüğü’ olacağını birkaç kez yazmıştım.
Bu neden böyledir? Böyledir çünkü bir üretim ilişkisini, örneğin sömürüye dayanan kapitalizmi kaldırabilmeniz ve geri dönüşsüz aşabilmeniz için o üretim ilişkisinin ömrünü tüketmesi, yani üretici güçleri daha fazla geliştiremez hale düşmesi gerekir. O zaman ‘proletarya diktatörlüğü’ devrim süresinde ve hemen ertesinde kısa süreli kullanılır, yerini sınıfsız topluma bırakır. Lakin kapitalizm hala üretici güçleri geliştiriyorken siz üretim ilişkilerini dönüştüremezsiniz, yani piyasayı kaldırıp atamazsınız. Demokratik devrim, bunun farkındadır ve piyasayı kaldırıp atmayacaktır. Lakin devrim, birtakım ilerici ve büyük dönüşümlere girerek onu bir sosyalist piyasa haline getirecektir. Lenin buna NEP diyordu. Bu ne demektir? Piyasa sınırlanarak da olsa duracaktır ama burjuvazi bir sınıf olarak kaldırılacaktır. Lakin piyasa dururken burjuvaziyi kaldırırsanız, burjuvaziyi üreten zemin dururken onu kaldırmış olursunuz. Bu durum, bataklık kurutulamadan sinekleri kaldırmak gibidir. Devrilen sınıfın ‘doğal biçimde’ yeniden üreme ortamı her zaman vardır. Proletarya diktatörlüğünün gereği işte buradan doğar. Tam sosyalizme geçişi mümkün kılacak biçimde dünya çapında bir üretici güç gelişimi oluşursa zaten devrilen sınıf geri gelemez olur ve proletaryanın diktasına lüzum kalmaz. Mesele teorik olarak böyledir. Kapitalizm üretici güçlerin gelişimi önünde engel haline düşene, yani kapitalist sınıf devrilse bir daha geri gelemez hale düşene dek devrim sonrası kapitalizme geri dönüş tehlikesi sürecektir. Geri dönüş tehlikesi varsa elbette bunu önleyecek hukuki ve idari tedbirlerin alınması gerekir ki bu da proletarya diktatörlüğü demektir.
Marksizmde diktatörük tabiri demokrasinin alternatifi bir yönetim biçimini değil, devletin sınıfsal karakterini belirtir demiştim. Dolayısıyla ‘demokratik diktatörlük’ kavramı kullanılır yahut egemen sınıf için demokrasi olanın ezilen sınıf için diktatörlük manasında olduğu belirtilir. Yani proletarya diktatörlüğü demek, Zileli’nin sunduğu gibi proletarya adına hareket eden bir partinin yahut liderin diktatörlüğü demek değildir. Bu kavram, proletarya için demokrasi burjuvazi için diktatçrlük demektir.
Bir örnekle açıklayalım: Demokratik bir kapitalist ülke düşünün. Egemen sınıfı burjuvazidir ama üstün bir hukuk, güçler ayrımı ve çok partili demokrasi vardır. Bu demokratik biçimli bir burjuva diktatörlüğüdür. Neden hala diktatörlük de diyoruz? Çünkü üretim araçlarını özel mülkü kılıp buna dayanarak iş gücünü sömürmek ve itiraz edenleri hukuken suçlu sayıp mahkemenin önüne çıkarmak ve hapsetmek olgusu sürmektedir. Kanunlar –ki kanun demek ‘buyurmak’ demektir ve dikta sözcüğü de aynı manadadır- özel mülkiyeti meşru kabul etmekte, ona karşı harekete geçenleri ise suçlu kabul etmektedir. Kanunun demokratiği olmaz, kanun demek buyurmak demektir. İşin diktatörlük kısmı buradadır. Ne kadar demokratik bir yönetimi olursa olsun ve hatta iktidar bloğunda ara tabakalara da yer verilsin fark etmez, hukuki yönden bu bir burjuva diktatörlüğüdür.
Benzer biçimde, Demokratik Devrimle kurulacak Halk İktidarı da halk için en geniş demokrasi ve özgürlükleri getirmesine karşın anayasasında üretim araçlarında özel mülkiyete dayanarak işgücü çalıştırmayı suç sayacağı için özünde proletarya diktatörlüğüdür. Her devlet çeşitli sınıf ve tabakaları içeren bir iktidar bloğudur ama her devlet sadece bir sınıfın diktatörlüğüdür. Halk İktidarı da orta tabakaları da içeren bir iktidar bloğu olacak ama üretim araçlarının mülküne dayanarak emeği işçileştirmeyi kanunen engelleyeceği için özünde proletarya diktatörlüğüdür. Bu, proletarya diktatörlüğünün halk iktidarı formudur. Üretici güçler geliştikçe ara tabakalar silikleşir ve daha net bir proletarya diktatörlüğü görünümü arz eder. Ne zamana dek? Üretici güçlerin gelişimi artık piyasa ilişkilerini gerici kabul edene ve dünya devrimi patlak verene dek…
Tabi üretim ilişkilerini kendi keyiflerince dönüştürebileceklerine inanan anarşistlerimizin ne üretici güçler teorisinden haberi vardır, ne diktatörlük sözcüğünün yönetim şeklini değil devletin sınıf karakterini anlattığından, ne demokratik yönetim ile hukuk/anayasa alanındaki sınıfsal buyurganlık tezatından, ne devletin iş bölümünden doğduğu olgusundan, ne de halkın sekülerizasyonu ve örgütlendirilmesi tamamlanmadan devletin ortadan kaldırılışının daha beter otoriteleri türeteceğinden… Anarşistlerimiz, devletin işbölümünden doğan bir zorunluluk olduğunu idrak edememekte, bu sebeple onu keyfi olarak kaldırılabilir bir şey sanmaktadırlar. Oysa işbölümü sürüyorsa iş disiplini ihtiyacı da sürecektir ve aykırı davranışa ceza kesmeyen disiplin olmaz. İş disiplini demek hukuk, mahkeme, kolluk gücü ve hapishane demektir. Bu da devleti işaret eder. Devlet, iş bölümünden doğar. Ne zaman ki üretici güçler iş bölümünü kaldırmaya imkan verecek denli gelişir, devletten de ancak o zaman kurtulma olanağı doğar.
‘’İkincisi, proletarya hiçbir zaman “egemen sınıf” olamaz. Neden? Sınıfın üretimdeki koşulları buna izin vermez de ondan. Çünkü “egemen sınıf” olabilmesi için proletaryanın fabrika üretimi koşullarından kurtulması gerekir. Hem bütün gün fabrikada çalışıp hem de “egemen sınıf” olmak mümkün değildir.’’2
Hayatımda böyle saçmalık duymadım! Burjuvazi tüm vaktini holdinglerini oluşturan şirketin yönetimine vermiyor mu sanıyorsunuz Gün Bey? Egemen sınıf olmayı, yönetim işiyle birebir uğraşmak olarak anlıyorsunuz sanırım. Yanılgınız da burada başlıyor. Siz, mülk hakkınızı anayasal güvenceye alır, mülk hakkınızı çiğneyen eğilimleri suçlu sayan kanunlar çıkartırsınız, sonrasıyla ilgilenmeseniz de olur. Zira o işle ilgilenecek yargıçlar, savcılar ve siyasetçiler vardır. Benzer durum emekçi halkımız için de geçerlidir. Halk İktidarı demek, doğrudan demokrasi ağlarıyla halkın sürekli yönetim işinde olması demek değildir. Kamu mülkünün anayasal güvenceye alınması ve aksi girişimlerin hukuken yargılanması demektir.
Kaldı ki siz anarşistler, şayet işçi sınıfının egemen sınıf olamayacağını, çünkü ‘üretimdeki koşullarının buna izin vermeyeceğini’ düşünüyorsanız, o zaman anarşizmin hayal ettiği o doğrudan demokrasi nasıl kurulacaktır? Anarşizm gelince üretim mi duracak yahut fabrikalar mı kapanacaktır? İşçi sınıfı, anarşizm gelince, fabrikada çalışmaktan kurtulacak mıdır? Çalışma saatlerini düşürdünüz diyelim, ki bunu ben de savunuyorum, peki işçiler doğrudan demokrasi meclislerinde envai çeşit konuyu tartışıp karar almak için birbiriyle kavga etmek yerine vaktini kendine, ailesine, kitaba, tiyatroya, spora yahut uyuklamaya ayırırsa ne olacak? ‘Kader’ deyip devletin ruhunu geri mi çağıracaksınız yoksa işçileri döve döve doğrudan demokrasiye katılmaya mı zorlayacaksınız?
‘’Üçüncüsü, zaten Lenin de “egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletarya” derken sınıfın bütününü kastetmemektedir. Ona göre, “egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletarya”dan, bu proletaryanın “temsilcileri”, yani Bolşevikler anlaşılmalıdır.’’2
Proletaryanın egemen sınıf olarak örgütlenmesi demek, bir baskı aygıtı olan devletin onun menfaatlerini temel alacak biçimde yapılanması demektir. Bunun özünü de anayasal ve yasal düzenlemeler oluşturur. Proletaryanın egemen sınıf olarak örgütlenmesi demek, devrilen burjuvazinin yeniden türememesi için üretim araçları mülkiyetini kullanarak işgücü çalıştırmanın hukuken engellenmesi demektir. Bunu yaptıktan sonra proletarya diktatörlüğüdür. Yönetim işine proletaryanın ne ölçüde katıldığı, yani proletarya diktatörlüğünün ne ölçüde demokratik olduğu ise o çerçevenin içinde kalan bir meseledir. Lenin’in pratiği, demokratik olmasa da bir proletarya diktatörlüğü ortaya koymuştur. Peki, demokrasisizlik proletarya diktatörlüğünü proletaryaya yabancılaştırıp uzun vadede çürütücü-çözücü etki yapar mı? Yapmıştır lakin bu başka bir tartışmadır. Çözümü, proletarya diktatörlüğü kenara atmak değil demokratik olarak gelişkin bir proletarya diktatörlüğü kurmaktır. Bu bakıdan durum, demokratik burjuva diktatörlüklerinin demokratik olmayanlara kıyasla daha gelişkin ve uzun ömürlü olmasına benzer. Anarşizm ise bir alternatif değildir.
Kanaatimce hukuk devletinin kurumsallıklarını inşa etmiş, hükümetin emekçi halkın genel oyuyla seçildiği, hükümetçe atanan üst yöneticilerin ilgili kurum yahut işletme ağlarındaki çalışanların yarıdan bir fazla imzasıyla görevden düşürüldüğü, grev hakkının anayasal güvencede olduğu, basın organlarının özerk bulunduğu bir proletarya diktatörlüğü yegane akılcı, işlevli ve tutarlı seçenektir.
‘’19. Yüzyıl’ın, Paris Komünü başta olmak üzere bütün devrimci ayaklanmalarında kitleler şiddetten mümkün olduğu kadar kaçınmıştır ve bu tutumları doğruydu. … Halk içgüdüsel olarak, “devrim adına şiddet”in reaksiyonun şiddetini davet edeceğini bilmekteydi.’’3
Üstteki alıntıda ve alıntının yer aldığı yazı boyunca Zileli sanki ‘reaksiyonun şiddeti’ halk barışçıl kaldığı sürece doğmazmış, düzenin şiddeti daima halkın yahut devrimcilerin şiddetine cevaben doğuyormuş gibi, düzeni olumlayan bir yerden bakarak yazıyor.
‘’1968 hareketinin en sağlıklı dönemi kitlesel ve barışçı olduğu dönemdir. Özellikle 1969’dan itibaren başlayan “faşistleri döverek okuldan atma” saçmalığı sadece reaksiyoner “milliyetçi hareket”in işine yaramış ve hatta bu sağ kesim, şiddet ortamını cinayetlere tırmandırıp bilerek körüklemiştir.’’3Yine aynı çarpıtma! Sanki faşistler süt dökmüş kediymiş de devrimciler onları döverek okuldan atınca onlar da reaksiyon olarak şiddete yönelmişler gibi… Faşistler, kendi ideolojileri gereği şiddete meyyaldir. Amerikan emperyalizmi, ülkemizin de içinde bulunduğu tüm tahakküm altındaki ülkelerde benzer faşist ve paramiliter hareketler kurup sol hareketlere karşı kullanmıştır. Egemenlerin temel mantığı, solu şiddet yoluyla ezmek, solu karşı şiddete yöneltmek ve o bahaneyle daha geniş çaplı katliamlara başlamaktır. Sağcılar, solu kriminalize ettiklerinde onu hepten ezecek devlet desteğine/gücüne sahip olduklarını biliyordu. Saldıran onlar olmuştur. Yıl yıl sağ-sol çatışmasında ölenlerin dünya görüşleri incelendiğinde cinayetleri sağcıların başlattığı görülür. Üstelik Maraş gibi illerdeki sıkıyönetim ilanlarına bakılırsa solun karşı şiddetine gerek yoktur, sağcılar sol görüşlü halk kesimine katliam yapıp basın yoluyla bunu ‘sağ-sol çatışması’ diye sunmakta ve esas amaçları olan askeri yönetimi kurdurmaktadırlar. Sivil faşistler daima üniformalı faşistlerle işbirliği halindedir gayeleri onların önünü açacak şiddet eylemleri yapmaktır. Anarşistlerimiz acaba tüm bunları bilmiyor mu? Bilirler lakin solu eleştirme iştahı baskın gelip akıllarını gölgelemektedir.
‘’12 Mart sonrasında, I. Erim Hükümeti, bazı reformlar yaparak toplumsal ortamı yumuşatmaya çalışırken ve sol hareket legal çalışmalarını esasen barışçı bir tarzda sürdürürken, İsrail Konsolosu Efraim Elrom’un kaçırılıp öldürülmesi, kaçıran örgütün mantığına göre, “faşizme erken doğum yaptırılması” … Kısacası, 12 Mart, 12 Mart’la değil, aslında Elrom’un kaçırıldığı tarih olan 22 Mayıs’la başlamıştır.’’3
12 Mart’la zaten faşizm iktidara gelmiş, ordu içindeki ilerici unsurları sinsice tasfiyeye başlamıştı. Maksatları ilericilerin fazla tepkisini çekmeden orduyu tümüyle Amerikancı ve sağcı bir hale getirmekti. O dönemki bazı devrimci grupların 12 Mart’ın gerici iç yüzünü halka ve ilerici güçlere teşhir etmek ve uyanan ilerici güçlerin direnmesini sağlamak umuduyla birtakım şiddet eylemleri olmuştur. Bu durum, sonrasında faşizme hakikaten de erken doğum yaptırmış, yani ilerici kadroları devletten tam tasfiye edemeden faşist saldırılara girişmesini tetiklemiştir. Beklenilseydi tüm ilerici kadroların tasfiyesi sonrasında belki faşist saldırı daha geç başlayacak ama daha yıkıcı olacaktı. Elrom’un öldürülmesini savunuyor değilim lakin faşizmin maskesinin ilerici güçlerin devletten tasfiye süreci neticelenmemişken düşürülmesi daha sonra düşürülmesinden daha faydalı sayılabilir. Yok eğer Zileli, 12 Mart’ın sola saldırısı Elrom olayına dayanır, yoksa saldırmaya niyeti yoktu, o saldırı olmasa böyle olmazdı manasında yazıyorsa açıkça yanlış yazıyor demektir. Lakin haksızlık etmeyeyim, o manada yazdığını sanmam.
‘’Bir de 1970’li yıllar örneği vardır ki, bu daha da üzücüdür. Halk, 12 Mart rejimini kabul etmeyip, “Karaoğlan” efsanesini kendine kalkan yaparak 1974 yılından itibaren barışçı ve görülmemiş ölçüde özgürlükçü bir ortamın doğmasını sağlamıştı. Hapisten çıkan sol örgütler de bu ortamdan yararlanmış, okullarda, semtlerde büyük güç toplamaya başlamışlardı. MHP, bu barışçı ve özgürlükçü ortamdan rahatsız olup özellikle önce üniversitelerde, giderek de semtlerde şiddet eylemlerine girişti. İşte solun bu “düello” çağrısına olumlu cevap verip karşı şiddete girişmesi (rekabetten doğan sol içi şiddete hiç girmeyeyim) 12 Eylül’ü ve solun felaketini getirdi.’’3
Yani sol ‘düelloya’ karşılık vermeyip şamar oğlanı gibi dayak yeseydi, 12 Eylül gelmeyecekti! Bu nasıl bir mantıktır? O koşullarda, yani 12 Mart’la devleti Amerikancı-sağcı kadroların ele geçirdiği koşullarda solun demokratik yoldan başa gelmesi şansı var mıydı?
Sol, sürekli katledilirken hiç karşılık vermeseydi ne olurdu? Maraş’ta, Çorum’da olduğu gibi sağcı kadrolar halka katliam yapar, bu katliamı yönetimin askerileştirilmesi için argüman olarak kullanırlardı. Yani 12 Eylül gene gelirdi, tek fark katledilenlerin sadece solcular olması olurdu. Yönetime el koymak için ‘sağ-sol çatışmasının’ fiilen olmasına lüzum yoktur. Tek yanlı katliam yapar, bunu ‘sağ-sol çatışması’ diye sunarlar. Nitekim o dönemin en kitlesel hareketi DY, kendi yayınlarında ‘’Sağ-sol çatışması yok, faşist katliamlar var!’’ diye haykırıyordu. Zileli’nin, sol şamar oğlanı gibi dursa 12 Eylül olmazmış diye varsayan yaklaşımı tümüyle gerçek dışıdır.
‘’Bazı arkadaşların “peki, kitlelerin devrimci şiddetine ne diyeceksin?” dediklerini duyar gibiyim. Kısaca belirteyim, kitle şiddeti de, grup ya da örgüt şiddeti kadar tehlikelidir. Evet, bazen halkın öfkesinin kabarıp dizginsiz bir şiddete yol açtığı durumlar olabilir ama böyle zamanlarda yapılması gereken, bu şiddeti ya da intikam arzularını körüklemek değil, mümkün olduğu kadar barışçı kanallara yönlendirmektir.’’3
Zileli’de ‘şiddet nereden gelirse gelsin ona karşıyım’ diye özetlenebilecek, hayatın maddesinden kopuk, bu sebeple egemenin şiddetiyle ezilenin karşı şiddetini aynı kefeye koymaya meyyal bir yönelim seziyorum. Ezilen halkın şiddeti ile egemenlerin şiddeti aynı torbaya atılamaz. Şiddetin gerekçesi ve hedefi mühimdir, kendisi değil. Zira şiddet hayatın bir gerçeğidir. Şiddetin meşruiyeti basitçe öz savunmaya da daraltılamaz. Karşındaki aşırı dinci yahut faşist gücün sana saldırmak için güç topladığını biliyorsan saf gibi saldıracağı anı beklemez, evvel davranıp sen saldırırsın. 68’de faşistlerin dövülerek okuldan atılması bu kapsamda değerlendirilebilir.
Fırat Bayram1 https://artigercek.com/yazarlar/gun-zileli/genclik-pinari-ve-carklar-1
2 https://artigercek.com/yazarlar/gun-zileli/proletarya-diktatorlugu-vb
3 https://artigercek.com/yazarlar/gun-zileli/devrimci-siddet-diye-bir-sey
20 Kasım 2021
Çok ilginç anarşizmi yerden yere vurmuş. Üstelik çok değişik bir mantıkla. Ve güya sosyalizmi ve Marks’ı haklı çıkarmış. En ilginç olanı şurası:
“Yöneticinin hesap vereceğini bilmesi gerekir. Bunun için de ondan bağımsız bir hesap sorma otoritesine sahip kurumlar şebekesi gerekir. Hesap sormak demek, hukuk demektir; hukuk demek de kolluk gücü, mahkeme ve hapishane demektir. Tüm bunlar ise anarşizmi bırakmak demektir.”
Peki Stalin bunu başardı mı, Lenin bunu başardı mı, bunu hakkıyla başarabilen tek bir sosyalist veya kapitalist ülke gösterin, tamam diyelim. Ama arkadaş sanki tüm bunları çözmüş gibi mangalda kül bırakmamış.
Sonuçlar ortada, Stalin, Lenin ve daha nicelerini sayısız defa gördük. Milyonlarca kişi öldü. Sonuç büyük bir hüsran. Ama arkadaş tüm bunları bir çırpıda çözmüş. Veya çözebildiğini sanmış diyelim. Hiçbir şeyi çözdüğü yok gerçekte.
Tabii olaylara salt devletçi ve bürokratik bir mantıkla bakarsanız sadece görmek istediğinizi görür ve ona göre yanıt verirsiniz. Yani çekici olan her şeyi çivi olarak görür mantığının bir tür devamı.