Fikret Başkaya / Yüzleşmek zorunda olduğumuz sorunlar “kötü politikaların” değil, “kötü sistemin” eseri…
“Gerçek kalkınmanın dış ilişkilerin kontrolünü gerektirdiği mantıki sonucuna varıyordum. Başka türlü ifade edersek, kopuşu gerektiriyordu ve kopuş olmadan girişilecek yapısal reformların başarısızlığı kaçınılmazdı.”[1]
Samir Amin
Türkiye ekonomisi her geçen gün daha çok dibe vururken, çöküş derinleşirken ‘iyi politikalarla’ bu durumdan çıkılabileceği beklentisi ve umudu hâlâ canlı… İşte, iyi bir Merkez Bankası Başkanı ile iyi bir Hazine ve Maliye Bakanı tarafından “iyi politikalar” uygulanırsa aracın düzlüğe çıkacağı sanılıyor… Oysa gelinen aşamada artık ‘iyi politikaların’ işe yaraması mümkün değil. Dünyanın en yetenekli iki uzmanını o iki kurumun başına geçirseniz de şeylerin seyri değişmez. ‘Kötü sistem’ dahilinde ‘iyi politikalar’ mümkün olmadığına göre, sorunlar faizle, kurla oynayarak çözülebilir değildir. Eğer aracın motoru bozuksa, sürücüyü değiştirerek aracı hareket ettiremezsiniz…
O halde sadede gelebiliriz. Çöküş tablosunun gerisinde ne var? Buraya neden ve nasıl gelindi? Bu soruların cevabı 41 yıl geride saklı; 1980’de alınan virajın doğrudan sonucu… Amerikancı-NATO’cu generallerin darbesi ile hayat bulan şu ünlü 24 Ocak Kararları’nın bizi getirdiği yer… Cuntacı generallerin gerisinde NATO, ABD, CIA vardı ama 24 Ocak Kararları’nın arkasında da IMF, Dünya Bankası ve Dünya Ticaret Örgütü bulunuyordu… Tabii her zaman olduğu gibi, 24 Ocak Kararlarıileilgili tevatür başkaydı. Türkiye dışa açılacak, ihracat öncülüğünde büyüyecek, zaferden zafere koşacak, muasır medeniyetin üstüne çıkacaktı… İyi de yapılmak istenen aslında ne idi? Kapitalizm ‘yapısal krize’ girmişti. Sermaye yeteri kadar değerlenemiyordu. Kâr oranlarını restore etmenin bir yolu da Türkiye gibi kapitalist dünya sisteminin çevresinde yer alan ülkelerden kaynak akışını artırmak, sömürüyü derinleştirmekti.
Dönemin üç sloganı serbestleştirme (liberalisation), özelleştirme (privatisation) ve kuralsızlaştırma (déregulation) idi. Serbestleştirme; sermayenin yayılmasını önleyen ya da zora sokan tüm kısıtlamaları tasfiye etmek, dünyayı sermaye için korunmuş av alanı, gül bahçesi haline getirmektir. Özelleştirme; kamu kaynaklarını, kamu iktisadi kurumlarını, sosyal ve doğal müşterekleri yerli-yabancı sermayeye peşkeş çekmektir… Kuralsızlaştırma da kapitalizmin tarih sahnesine çıktığı dönemden beri işçi sınıfı ve bir bütün olarak emekçi sınıflar lehine sağlanmış tüm kazanımları tasfiye etmektir…
Özelleştirme gerekçesi evlere şenlikti… Kamu İktisadi Teşekkülleri (KİT) denilen işletmeler zarar ediyor, bütçeye yük oluyor, enflasyonu azdırıyordu… Bu kurumlar özelleştirilirse daha verimli çalışırlar, kalkınma ve refah unsurları haline gelirlerdi… Aslında özelleştirme lehine ileri sürülen gerekçelerin hiçbir mantıki tutarlılığı ve inandırıcılığı yoktu. O halde iki şey vardı: Birincisi; o kurumlar bidayette kâr etsinler diye değil, ulusal ekonomi oluşturmak, özel sermayenin yetersizliğini telafi etmek amacıyla oluşturulmuşlardı. İkincisi; özel sektör işletmelerinin yöneticileri Ay’dan, Mars’dan gelmediklerine göre, onlar da pekâlâ verimli bir şekilde işletilebilirlerdi. Bir seferinde bir politikacı, “ Hocam neden özelleştirmeye karşı çıkıyorsunuz, var olanlar satılacak, o parayla yenileri kurulacak, işsizlik, yoksulluk sorun olmaktan çıkacak,” demişti. Sermayenin değerlenme sıkıntısı çektiğinden habersizdi, asıl amacın ne olduğunu bilmiyordu…
Fakat gözden kaçan bir şey vardı: Özelleştirmeler sadece kamu işletmelerini angaje etmiyordu… Ne var ne yoksa her şey özelleştirme konusuydu… Eğitim, sağlık, sosyal güvenlik, su, iletişim, yollar köprüler, limanlar, göller, koylar, meralar… Bilinen anlamda “güvenlik” de özelleştirildi. Şimdilerde zenginlerin, varlıklı sınıfların özel polisi var ama ona polis denmiyor, “özel koruma” deniyor… Artık hemen her kurumun ‘özel güvenliği’ var… Diyeceksiniz ki zenginlerin kendi korumaları varsa, her kurumun özel koruması varsa, devletin polisi ne için? 328 bin 719 ‘güvenlikçi’ neye yarıyor? Zenginleri yoksullardan korumaya, yoksulları hizaya getirmeye yarıyor… Velhasıl ne kadar ortak yaşam kaynağı ve yaşam alanı varsa özelleştirildi, birer kâr aracına, metaya dönüştürüldü…. O kadar ki, şimdilik, bir tek hava özelleştirilmiş değil… Sıranın ona da geleceğinden şüpheniz olmasın… Oysa, her şeyin özelleştirilip birer kâr aracına dönüştürüldüğü, müştereklerden yoksun bir toplumsal yaşam sürdürülebilir değildir… Müşterekler insanları bir arada tutan tutkaldır… Onun için, “neden söz ettiğini, ne ile cebelleştiğini bilmek önemlidir,” diye boşunadenmemiştir…
Elbette ekonominin dışa açılması kötü bir şey değildir ama nerenizi, kime, nasıl açtığınız da önemlidir… Aslında 24 Ocak Kararları bir yeniden kompradorlaşma tercihiydi ve sonucun hüsran olması kaçınılmazdı. Dışa dönük modelle ekonomi dış belirleyicilerden yara alır hale geldi, kırılganlığı arttı. Farklı sektörler yüzünü dışarıya döndürdü, ekonominin iç eklemlenmesi aşındı. O tarihten sonra Türkiye ekonomisinin üretici temeli aşınmaya devam etti. Bir krizden diğerine savruldu. Aslında söz konusu olan sanayisizleşmeydi… Şimdilerde Türkiye artık kedi, köpek maması ithal eden bir ülke… Fakat hepsi o kadar değil. Tarım da çökertilmiş durumda. Herhalde, Türkiye gibi, tarihsel olarak tarımın beşiği sayılan bir ülkeyi kendini besleyemez duruma getirmek, Türkiye’nin yönetici sınıflarının büyük bir başarısı olmalıydı…
Oldum olası Türkiye’de siyaset; bütçeyi, hazineyi, aslında herkese ait olan, herkesin kullanımına sunulması gereken, hiç kimsenin özel malı olmayan müşterekleri yağmalamak ve yağmalattırmaktan ibarettir. Fakat sömürü, yağma ve talan bahsinde hiçbiri dinci AKP ile yarışamazdı… Bu ülkenin tarihiyle ilgili biri olarak, yaşadığım dönemde hiç böyle bir yağma ve talan görmedim… Bilen varsa söylesin…
Bu yıkım tablosundan çıkmak gibi bir amacı ve iddiası olanların, öncelikle nasıl bir zemin üzerinde durduğumuz, ne ile cebelleştiğimiz konusunda kafa karışıklığından kurtulması gerekiyor. Zira bugün yüz yüze geldiğimiz durumu artık kriz kavramı karşılamıyor… Bu bir çöküş hali… Bildik yöntem ve araçlarla, geçmişte yapılanları tekrar ederek bu sefil durumdan çıkmak mümkün olmayacak… Artık radikal bir paradigma değişikliğine ihtiyaç var. Eğer vakitlice harekete geçilemezse vahşete hapsolmak kaçınılmaz olacak… Müesses nizamın siyasi partileri ve akıl hocaları hâlâ ileriye değil, geriye bakıyor. Ayaklarının altındaki zeminin kaydığından habersizler… Elbette ülkeyi yaşanmaz bir yer haline getiren AKP’den olabildiğince çabuk kurtulmak gerekiyor, ama o kadarı şeylerin seyrini değiştirmek için yeterli olmaz…Vakitlice kapsamlı bir sosyalleştirmeyi hayata geçirmek, toplumdan çalınan, gasp edilen müşterekleri asıl sahibine iade etmek, ekonomik, ekolojik, sosyal demokratik planlamayı hayata geçirmek gerekiyor. Artık ‘ekolojik sorunu’ düşünce sisteminin odağına yerleştirmeyen hiçbir hareketin bir şeyler başarma şansı yok… Eğer soruyu soracak yüksekliğe çıkarsanız, çözüm de potansiyel bir olasılık haline gelir… Amaç kötü politikaları ve politikacıları değil, kötü sistemi değiştirmek olmalıdır. Başka türlü söylersek, vakitlice kapitalizmden çıkmaktan başka çare yok!..
[1] Samir Amin. Entelektüel Yolculuğum. Ütopya Yayınevi, 1999, s.163