Fikret Başkaya / TİHC (Türkiye İmam Hatip Cumhuriyeti)
“Dil sorununun şu ya da bu biçimde başgösterdiği her durumda, bu bir dizi başka sorunun kendini dayattığını gösterir: yönetici sınıfın biçimlenip genişlemesi, yönetici gruplarla ulusal halk kitlesi arasında daha yakın ilişkiler kurma gereksinimi, yani kültürel hegemonyanın yeniden örgütlenmesi…”
Antonio Gramsci
Her ne kadar kısa bir yazıda, TC’nin (Türkiye Cumhuriyeti) neden ve nasıl TİHC’ ye (Türkiye İmam Hatip Cumhuriyeti) dönüştüğünü anlatmak zor olsa da, bu bir deneme girişiminde bulunmamıza, bir başlangıç yapmamıza engel değil.
Osmanlı İmparatorluğu’nun son yüzyılında, özellikle de 1830’lu yıllardan başlayarak, çekingen, ikircikli ve güdük de olsa bir sekülerleşme süreci yol alıyordu. Cumhuriyet’e geçişle bu süreç hızlandı. Özellikle eğitim ve hukuk alanlarında olmak üzere, önemli gelişmeler sağlandı. Velhasıl TC, laiklik tercihi yaptığını ilân etmişti. Fakat tevatür edildiğinin aksine, retorik realiteyle pek örtüşmüyordu. Hilafetin ve onun temel aracı olan “Meşihat Makamı” ve Şeyhülislamlık tasfiye edildi ama onların yerini Diyanet İşleri Başkanlığı aldı. Başka türlü söylersek, din, devletin göbeğinde yer almaya devam etti.
Oysa, gerçek anlamda laiklikten söz edebilmek, üç koşulun varlığıyla mümkündü: 1. Devlet tüm dinler, mezhepler, inançlar, kültürler ve etnik unsurlar karşısında nötr ve eşit mesafede durmalıydı – Diyanet İşleri Başkanlığı gibi bir kurum devletin merkezini işgal ederken, bu koşul gerçekleşmezdi- ; 2. Emekçi halk kitleleri lehine dönüşümler gerekiyordu, politik-ideolojik planda yapılan reformlara, sosyal reformların eşlik etmesi, insanların yaşamında bir iyileşme yaratılması gerekiyordu. Topraksız az topraklı köylüleri topraklandırmak, işçilerin çalışma ve yaşam koşullarını iyileştirmek, ifade ve örgütlenme özgürlüğünün önünü açmak gibi; ve 3. Geleneksel ideolojiyle cepheden bir hesaplaşma gerekiyordu. Başka türlü söylersek, dinde bir reformasyon yapılması gerekiyordu. Son tahlilde din de bir ideolojidir ve bu niteliğinden ötürü de yoruma tabidir. Zamanın ihtiyaçlarıyla uyumlu, toplumun önünü açıcı yeni bir din (İslam) yorumu gerekiyordu. Öyle bir şeyin o zamana kadar yapılmamış olması, onun imkânsız olduğu anlamına gelmezdi… Aksi halde yalpalamalar ve geri dönüşler kaçınılmazdı.
Cumhuriyet rejimi ilk yıllarında ikircikli bir yol izledi ve seçici davranma yolunu seçti. Hilafetin ve Saltanatın tasfiyesiyle ayrıcalıklı statülerini, pozisyonlarını ve prestijlerini kaybeden unsurların muhtemel etkinliğini kırmak amacıyla, yer yer dini baskı altına alınırken, rejim yanlısı din uleması da ödüllendiriyordu. Nitekim, Mustafa Kemal tarafından mebus (milletvekili) tayın edilen şeyhler vardı… 1945-50’den sonra dine yaklaşım değişti. 1948 yılında ilkokulların 4 ve 5’inci sınıflarına isteğe bağlı din bilgisi dersi ve aynı yıl İmam Hatip Yetiştirme Kurslarıyla başlayan süreci, ilahiyat fakültelerinin açılışı izledi. 1949 yılında da 10 ilde 10 ay süreli İmam Hatip Kursları açıldı. 1950’de tüm vaizler maaşa bağlandı. Ayı yıl Arapça ezan okuma yasağı kaldırıldı (aslında ezanın nasıl okunacağına devletin değil, ilgililerin karar vermesi gerekirdi, dolayısıyla ezana karışmak yanlıştı), devlet radyolarında Kur’an-ı Kerim yayınları başlatıldı. İlkokul öğretmenlerine Din derslerini verme mecburiyeti getirildi… Ve 1951’de 4 ilde 7 İmam Hatip Okulu açıldı. 1953’de Ankara Radyosunda “Din ve Ahlâk Saati” başlatıldı. 1954 yılında 4 yıl olarak tasarlanan İmam Hatip Okulları’na 3 yıllık lise kısımları da eklenerek, öğretim yılı 7’ye çıkarıldı… 1959 yılında Yüksek İslam Enstitüsü kuruldu. 1961’de de Din Eğitimi Müdürlüğü kuruldu… 1976 da bir “yenilik” daha yapılarak kız öğrenciler de İmam Hatip Okullarına alınmaya başlandı…
1970 yılından itibaren, din temelli siyasi partilerin faaliyetine izin verildi. 12 Eylül askeri darbesiyle de Türk-İslam Sentezi, devletin başat ideolojisi haline getirildi. Zorunlu din dersi dayatıldı. O zamandan sonra rejimi [devlet aygıtını] ve toplumu dinîleştirmek üzere sinsi ve açık bir rota izlendi. Türkiye Cumhuriyeti islâmi rejim hüviyeti kazanma yolunda hızlı bir tempoyla yol almaya devam etti. Artık İhvan’ın [ Müslüman Kardeşler] Türkiye versiyonu gerçekleşme yolundaydı…
28 Şubat “post-modern” darbesi sonrasında 8 yıllık temel eğitime geçişle, İmam Hatip Okullarının ve öğrenci sayıları azalsa da, bu geçici bir durumdu. 2002 yılında AKP’nin iktidara gelişiyle süreç hız kesmeden devam etti. 2013-14 eğitim yılında İmam Hatip Ortaokulu ve liselerindeki öğrenci sayısı yaklaşık 700 bini, okul sayısı da 2 bin 300’’aşmıştı…
İmam Hatip Okulları, sadece İmam ve Hatip yetiştirme amacıyla açılmadı!
Eğer amaç gerçekten İmam-Hatip ihtiyacını karşılamak olsaydı, o zaman ihtiyaca cevap verecek kadar okul açılır ve öğrenci alınırdı ama asla kızlar bu okullara alınmazdı. Söz konusu olan bir meslek okuluysa ve kızların İmam-Hatip olmaları da dinen mümkün olmadığına göre… (Aslında kızların bu okullara alınması, toplumu dinîleştirmenin etkin bir aracı olarak görülüyordu). O halde bu abartılı yaklaşımın asıl nedeni ne idi? Asıl amaç, özellikle 1950’li yılların sonralarından itibaren toplumun sola meyletmesini engellemek, eşitlikçi, özgürlükçü bilincin yeşerip-filizlenmesini, toplumsal uyanışı engellemek, civcivi yumurtadayken ezmekti. İmam Hatip Okullarının açılması ve sayılarının hızla artmasıyla, devlet destekli “Komünizmle Mücadele Dernekleri” kurulmasının aynı zamana rastlaması bir tesadüf değildi… Böylece Türkiye’nin gerici mülk sahibi sınıfları kendilerini güvenceye almak istiyorlardı. Amaç genç nesillerin bilincini köreltmek, onları eleştirel düşünceden uzaklaştırmak, itaatkâr, soru sorma, şüphe etme, gerçeğin peşine düşme yeteneği olmayan, egemen sınıfların ihtiyacına cevap veren bir nesil yetiştirmekti… Elbette o zaman “asıl amaç” bu günkü netlikle ifade edilmiyordu. Açıkça “dindar bir nesil yetiştiriyoruz” demiyorlardı…
Fakat dinin solun ve demokratik yükselişin önünü kesmek üzere ‘araçlaştırılmasını’ isteyen sadece Türkiye’nin mülk sahipleri sınıfları değildi. Dönemin yeni hegemonik gücü olan ABD’nin de, sola yönelişin engellenmesi için, dinin araçlaştırılmasında çıkarı vardı. Zira, Sovyetler Birliği’ne karşı yürüttüğü “soğuk savaşın” bir de “sıcak ayağı” vardı: Üçüncü Dünya’da kabaran ulusal bağımsızlık mücadelelerini, özerkleşme iradesini ve kalkınma çabalarını engellemek, dolayısıyla emperyalizmden kopuş girişimlerinin önünü kesmek… Bunun için de tüm Müslüman ülkelerde dinin emperyalist çıkarlar için araçlaştırılmasını ve kullanılmasını sağlamak! İçerde bu amaca uygun hareket eden bir kesim de, dini [İslam’ı] bir kâr, kazanç, rant ve servet edinme aracı olarak gören ve o amaçla kullanmak isteyen, İslamcı ve/veya “Siyasal İslamcı” denilen unsurlar, tarikatlar, cemaatlerdi… Bunların ortak amacı seküler-laik-özgürlükçü-eşitlikçi-demokratik yükselişi etkisizleştirmekti… Bu vesileyle , “Siyasal İslam” denilenin aslında bir ABD-Suudi ortak yapımı olduğunu da unutmamak gerekir
Laiklik pratiğinin sakatlığından kaynaklanan bir dizi uygulama da, oportünist dincilerin ve dini kullanarak siyasi iktidarı ele geçirmek isteyen unsurların işini kolaylaştırdı…Yetişkin bir üniversite öğrencisinin başını örtmesini yasaklamak gibi… Fakat “Türban kozu”, toplumu kutuplaştırmanın bir aracı haline getirilmişti. Böylece Türban tartışmaları hem ülke gündemini meşgul etmenin, asıl sorunların tartışılmasını engellemenin etkin bir aracıydı ve hem de oportünist dincilere iktidar mücadelesinde önemli bir avantaj sağlıyordu (1). Aslında türban bu kesimler için çok zengin bir maden cevheri keşfetmek demekti… O kadar ki, 9-10 yaşındaki kız çocuklarına türbanı dayatırken, bunu hâlâ özgürlük adına savunabiliyor olmaları ibret vericidir. Aslında bu çocuklar için değil anne ve babalar için bir “özgürlüktür”… Ve kadını bir cinsel obje olarak görmek, ayrımcılığı ilkokul çağından başlatmaktır. Üstelik başını açıp-kapatmanın da özgürlükle uzaktan-yakından bir ilgisi yoktur… Sadece bireysel bir tercihtir son tahlilde… Fakat hızları bir türlü kesilmiyor. Nitekim opera ve bale sanatçılarının kolsuz penye, şort ve tayt giymelerini yasaklamaları, daha nereye kadar gidebileceklerinin de bir göstergesi sayılmalıdır. Oysa türban takmayı bir “özgürlük kategorisi” olarak sunmaya çalışanların bu dünyada ve hiç bir zaman, özgürlük, sosyal eşitlik, kadın hakları, demokrasi diye bir sorunları olmadı ve zaten olması da mümkün değildi. Zira varlıklarını ancak bunların yokluğuna borçlu olduklarını çok iyi biliyorlar… Türkiye’de kadınların yegane sorunu türban mıydı? Kadınların maruz kaldıkları onca ayrımcılığı, haksızlığı ve eşitsizliği, aşağılanmayı hiç sorun ettiklerini duydunuz mu? Oysa, asıl amacın kadınları özgürleştirmek olmadığı, eve hapsetmek, köleleştirmek olduğu ilgili herkesin malûmudur… Amaç kadınların sosyalleşmesini, sosyal yaşama aktif ve etkili katılımını, görünürlüklerini engellemektir. Akılları-fikirleri cins ayrımını kaşımak ve dayatmak, toplumu kutuplaştırarak iktidar olup, ranta el koymak… Malûm, iktidar olmanın öteki adı bütçeyi ve hazineyi yağmalamaktır. 12 yıllık AKP iktidarına bak anlarsın denecektir…
İmam Hatip Okulları’ya ilgili “resmi söylem”, asıl niyeti gizliyordu. İşte “İmam Hatip, ihtiyacını karşılamak”, “Aydın din adamı yetiştirmek!”, vb… Süleyman Demirel 1960’lı yıllarda başbakan iken, hızını alamayıp, bu okulların “taassuba karşı açılmış aydınlık pencereler” olduğunu söylemişti… Eğer öyleyse tüm okulların İmam Hatibe dönüştürülmesi iyi bir fikir olmaz mıydı?.. Nitekim bu gün bu yönde çabaların yoğunlaştığını söylemek mümkün… Cumhurbaşkanının oğlu Bilal Erdoğan ve ekibinin Türkiye’yi “aydınlık pencerelere açma” konusundaki gayretleri biliniyor…
Aslında İmam Hatip Okulları aracılığıyla “bilinç dünyasının” biçimlendirilmesi, Türkiye’deki mülk sahibi tüm kesimlerin ve yönetici politik sınıfın bilinçli bir tercihiydi… Nitekim, 1960- 1966 yılları arasında Genel Kurmay Başkanı, 1966- 1973 yılları arasında da Cumhurbaşkanı olan Cevdet Sunay: “Bu günkü okullar birer anarşi yuvası haline geldi. Bu okullardan mezun olan gençlere Devlet idaresi teslim edilemez. On yıl sonra bunların hepsi iş başına geçecekler. Onlara nasıl güvenebiliriz? Hem biz laik okullara karşı İmam Hatip Okullarını bir “alternatif” olarak düşünüyoruz. Devletin kilit mevkilerine yerleştireceğimiz kişileri bu okullarda yetiştireceğiz”, demişti… Netice itibariyle yetiştirdiler ve yerleştirdiler… Devlet aygıtına öylesine yerleştirildiler ki, şimdilerde “yerleşikler” arasında şiddetli bir iktidar ve rant savaşı devam ediyor… Birlikte “yerleşenlerin” bir bölüğü diğerini tasfiye etmeye çalışıyor. Bu iktidar mantığının bir gereğidir… Cumhurbaşkanı olan bir zâtın, bu ülkenin gençlerini düşman olarak görüyor olması acaba hiç sorun edilmiş midir?
Tümgeneral Mahmut Boğuşlu’ da Amerikancı cunta yıllarında (1981) etkin bir mevkide iken, şöyle diyordu: “ Din adamı tipinde değişikliğe gidilmeli, her türlü meslekten; hakimden, savcıdan, avukattan, lise öğretmeninden, doktordan, gemi kaptanından, yeni tür bir din adamı yetiştirilmelidir. Bu arada sayıları son yıllarda artan İmam Hatip Okulları reorganize edilmeli, bu okullara endüstriyel, ticari, turistik, vs. hüviyetler kazandırılmalıdır”…Aslında artık generalin arzusunun gerçekleştiğini, reel olarak tüm okulların adı konmamış birer İmam Hatip Okulu’na dönüşmekte olduğunu söylemek bir abartma sayılmaz… Eğer bu rotada ve bu hızla ilerlenirse, yakın bir gelecekte Cami ve mescitlerle okullar arasındaki ilişki bütünüyle değişecek ve okullar camilerin birer mütemmim cüzü haline gelecek…
Din, inanç, bireyin özelini, kişisel alanı angaje eden bir şeydir ve öyle kalması gerekir. Dinin başka amaçlar için araçlaştırılması kabul edilebilir değildir. Din kamu alanına “karıştığında”, işlerin sarpa sarması kaçınılmazdır. İşte bu nedenle laiklik ilkesi son derecede önemli ve vazgeçilmezdir. Laikliğin olmadığı yerde özgürlükler güvence altında olmadığı gibi, demokrasi de mümkün değildir. Dolayısıyla neden söz ettiğini bilmek önemlidir…
Demokrasi diye diye: Faşizme koşar adım…
AKP, 2010 anayasa referandumundan sonra artık gerçek niyetini gizlemeyi bir yana bıraktı ve rejimi hızla bir parti-devlet rejimine dönüştürdü. Zaten etkisiz olan parlamento bütünüyle by-pas edildi ve TBMM bir tür parti-devletin yasa fabrikası haline getirildi… Parti-devlet rejimi geçerliyken, kuvvetler ayrılığının da artık esâmesi okunmaz. Özgürlükler de parti-devletin ağzıyla konuşanların özgürlüğüne indirgenir. Basın özgürlüğü “birlik ve beraberliğin” ve “istikrarın” düşmanı olarak görülür. Yargı, parti yargısına dönüşür. 17-25 Aralık rezaleti sonrasında yargının ne menem bir şey olduğu âyan-beyan ortaya çıktı… Artık tek adam, tek parti rejimi çoktan yerleşmiş bulunuyor. Gerçek durum böyleyken, parti-devletin adamları ve akademinin bazı çok ünvanlı üyeleri, her ağızlarını açtıklarında “demokrasiden” söz ediyorlar ama “her söz her ağıza yakışmaz” denmiştir. Türkiye’nin içine sürüklendiği durum artık, “sivil vesayet”, “otoriterleşme” gibi kavramlarla ifade edilebilir cinsten değil. Hızla faşizme doğru yol alınıyor. Gerici, halk düşmanı neoliberal politikalarda böylesine bir inatçı ısrar söz konusuyken, faşizme yelken açmak kaçınılmaz ama bu gidişatın karşısına dikilmek ve oyunu bozmak da gayet mümkün… Bunun için de gerçekten sorumlu yurttaşlar gibi davranmak ve haysiyetli bir tavrın gereğini yapmak yeterli… Eğer birileri böyle yapıyorsa, siz de neden başta türlü yapmayasınız? Böyle kritik bir durum söz konusuyken, iki türlü tavır mümkün: Şeyleri, olup-bitenleri uzaktan seyretmek, “istikrarlı” birer sayın seyirci olmaya devam etmek; veya bu kepazeliğe müdahale etmek üzere ayağa kalkmak… Velhasıl bir üçüncü yol yok!
(1). Bkz: Fikret Başkaya “Başörtüsü üzerinden yürüyen iktidar mücadelesi veya Siyasal İslam’ı anlamak! ”, www.ozguruniversite.org
Türkiye deki solu düşününce,nereden başlamalı diyorum,sözümona Kominist parti olduğunu iddia edenler yine bölündü.Bu mücadeleyi,derelerine sahip çıkan köylüler,iş cinayetlerinde ölen madenciler,inşaat işçileri götürecek gibi.Zorunlu din dersine, sanki sadece alevilerin sorunuymuş gibi, seküler sünniler ses çıkarmıyor.Orta sınıf borç batağında debeleniyor,battıkça da yalnızlaşıyor.Umudum yok mu,elbette var,ekonomi kontrol edilemez şekilde bozuluyor,bu nedenle dini daha çok kullanmaya başladılar.İnsanım diyen herkesin enufak bir mücadele alanını bile değerlendirmesi gerekiyor,herkes çevresini dönüştürmeli,büyük hedef,laflar yerine küçük dönüşümler…
Seküler Sünnilerin hatta ateist ve dinsizlerin zorunlu din dersini savunmalarının nedeni açık; Türk ulus-devletinin İslam’dan Türk uluslaşması amacıyla yararlanması.
Kemalistlerin bir taifesi Sünni Müslüman Türk çoğunluğun diktatörlüğünü savunmakla birlikte dinsizdir, İslam onlar için laf ola beri geledir.
Fakat gayrimüslimleri tasfiye edip ülke nüfusunun %99,9’unu Müslüman yapıp, sol, Alevi ve Kürt gibi seküler toplum güçlerini de düşman görüp ezince, karşına heyula gibi dikilen İslami kesim “e bari Müslümanlığın gereğini yapalım o zaman” diye akıl yürütür, verecek cevap bulamazsın.
Toplumu ve bireyi tümüyle kuşatan İslam dini, inancın kişisel bir sorun olduğu laikliğe tamamen aykırıdır. İslam hukukundaki hadd cezaları, yani zina, içki, hırsızlık gibi suçlara verilen recm, celde ve el kesme cezaları, namaz ve oruç gibi ibadetler yerine getirilmediğinde verilen hapis, dayak ve hatta idam cezaları bunun kanıtıdır.
Laikmiş gibi yapmak
Ümit KARDAŞ
Taraf GAZETESİ
Anayasa’nın 2. maddesi Cumhuriyet’i, devletin nitelikleri üzerinden tanımlamakta. Madde karmakarışık, içerik ve anlatım olarak sorunlu. Buna göre devletimiz toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde. Bir taraftan insan haklarına saygılı diğer taraftan Atatürk milliyetçiliğine bağlı. Ayrıca demokrasi açısından hayli sorunlu başlangıç metnine atıf yapıyor ve sonunda devletin dört niteliğini belirtiyor. Demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti. Devlet bu niteliklere sahip mi? Kuşkusuz hayır. Ama mış gibi yapmaya devam ediliyor.
Laikliğin din özgürlüğü ve din ve devlet işlerinin ayrılığı olmak üzere iki boyutu var. Anayasa’nın 24. maddesi laiklik ilkesini düzenliyor. Maddenin 1. fıkrası laikliğin birinci boyutuyla ilgili. Bu boyutta din ve ibadet özgürlüğü sözkonusu.
Din özgürlüğü herkesin, vicdan, dinî inanç ve kanaat özgürlüğüne sahip olmasıyla ilgili. Bunun uzantısı olarak 3. Fıkra’da da kimsenin ibadete, dinî ayin ve törenlere katılmaya, dinî inanç ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamayacağı, dinî inanç ve kanaatlerinden dolayı kınanamayacağı ve suçlanamayacağı belirtilmiş. Kuşkusuz bu özgürlük hiçbir dinî inanca sahip olmama özgürlüğünü de içermekte. Ancak hiçbir dinî inanca veya tanrı inancına sahip olmamanın uygulamada nasıl karşılandığını izliyoruz. Yani laikliğin bu boyutu ötekileştirme nedeniyle iktidardaki zihniyet açısından geçerli değil.
İbadet özgürlüğü ise maddenin 2. fıkrasında ibadet, dinî ayin ve törenlerin serbest olduğu şeklinde belirtilmiş. Ancak bu özgürlüğün kullanımı 14. Madde hükümleriyle sınırlanmış. Bu sınırlamalar içinde devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozma gibi muğlâk bir ölçü var. Peki, Aleviler laikliğin en önemli boyutlarından olan ibadet özgürlüğüne sahip mi?
Tekke ve zaviyelerin kapatılması, dinsel unvanların yasaklanması Alevileri doğrudan etkiledi. Sünni Müslümanlar camilerde ibadetlerini yapabileceklerdi. Lozan Antlaşması gereğince azınlık statüsünde kabul edildikleri için gayrimüslim yurttaşların da ibadet mekânlarına dokunulmamıştı. Ancak bu kanunla Alevilerin pirleri, dedeleri yasaklanmış, tekkeleri ve Alevi dergâhlarının en eski ve önemlisi olan Hacı Bektaş-ı Veli Dergâhı kapatılmıştı. Bu kanun Aleviliği yasaklıyordu. Çünkü Alevilerin inanç ve ibadetlerini yaşayacağı mekânlar ve inanç önderleri yasaklanmıştı. Alevilere tek yol kalıyordu, inançlarından vazgeçerek camilere gitmek. Bu açıkça Sünnileştirmeye yönelik, manevi şiddet ve cebire dayalı asimilasyon politikasıydı. Bu kanun 1982 Anayasa’sının 174. maddesinde anayasal teminat altında varlığını sürdürmekte. Bu maddeye göre sözkonusu kanunun Anayasa’ya aykırı olduğunu anlamaya ve yorumlamaya imkân bulunmuyor. Hacı Bektaş-ı Veli Dergâhı ise Alevilerin tüm taleplerine rağmen geri verilmedi ve bu dergâh, Vakıflar Müdürlüğü’ne bağlı bir müze statüsünde açıldı. İktidar laiklik ilkesine açıkça aykırı bu duruma ilgisiz.
Laikliğin ikinci boyutu din-devlet işlerinin ayrılmış olması. Bunun da çeşitli yönleri bulunmakta. Bu yönlerden biri devletin resmî bir dininin olmaması. Yani devletin belli bir dine ya da mezhebe üstünlük tanımaması, o dinin veya mezhebin kurallarını kanunlar, işlemler ve uygulamalar yoluyla dayatmamasıdır. Diğer bir deyişle devletin bütün dinler, mezhepler, inançlar karşısında eşit mesafede durması ve nötr kalmasıdır. Bu anlamda laik bir devletin dini olamaz. 1876 Osmanlı Kanun-u Esasi’si ve 1924 Anayasa’sı “Devletin dini, din-i İslam’dır” şeklinde bir hüküm içeriyordu. Bu hüküm 1928’de yapılan bir değişiklikle Anayasa’dan çıkarıldı.
Devletin resmî bir dininin olmamasının sonucu olarak, devlet belli bir dinin veya mezhebin eğitim ve öğrenimini zorunlu kılamaz. Bu noktadan devam edeceğim.
Anadile Kilit, Zorla Din Dersi ve İmam-Hatip Taarruzu
İlkay Meriç
Yeni eğitim yılının başlangıcında, Kürdistan’da anadilde eğitim yasağını ve ırkçı eğitimi protesto etmek için gerçekleştirilen okul boykotu eylemine, halkın Kürtçe eğitim veren üç okulu faaliyete geçirmesi eşlik etti. Kürt sorununun çözümünden dem vuran AKP hükümetinin bu adıma yanıtı ise asimilasyoncu politikalarda ısrar ederek, valilikler eliyle Kürt halkının üzerine polisi salıp bu okulların kapısına kilit vurmak oldu.
AKP, anadilde eğitim yasağının yanı sıra zorunlu din dersi dayatmasını ve imam-hatip taarruzunu da sürdürüyor. Buna karşı gerek Alevilerin gerekse okulları imam-hatiplerce işgal edilen çocukların ve ailelerinin tepkileri başta İstanbul olmak üzere pek çok kentte sokağa taşıyor.
Anadilde eğitim temel bir haktır
Anadilde eğitim uzun yıllardır Kürt halkının en başta gelen demokratik talepleri arasında yer alıyor. Bu talebi kitlesel eylemlerle dile getiren Kürt halkının yarattığı basınç karşısında sıkışan AKP hükümeti şimdiye dek hep bir şeyler yapıyormuş görüntüsü verdi, ancak gerçekte göstermelik adımlarla sorunu geçiştirmeye çalıştı. Mesele sanki Kürtlerin Kürtçe öğrenmek istemeleriymiş gibi, Kürtçe dil kurslarının açılmasına izin verilmesi ve okullara Kürtçe seçmeli dil dersinin koyulması, anadilde eğitim talebinin karşılanması olarak lanse edildi. Geçen yıl “demokrasi paketi” denerek davul zurnayla ilan edilen paketten de yine çıka çıka, bu yıldan itibaren özel liselerde Kürtçe eğitimin verilmesine olanak tanıyan bir düzenleme çıkmıştı. Ama her zaman olduğu gibi AKP’nin alicengiz oyunlarıyla birlikte. Medyada Kürtçe eğitim serbest olacak diye duyurulan şey, aslında yalnızca özel liselerde ve yalnızca matematik ve fen derslerinin Kürtçe okutulmasına izin verilmesiydi. Edebiyat, dil, tarih, felsefe, coğrafya gibi sosyal derslerde Türkçe zorunlu dil olmaya devam ediyordu. Yani AKP açıkça Kürt halkıyla dalga geçiyor ve “Parasını vererek Kürtçe matematik öğrenmekte serbestsin işte, daha ne istiyorsun” diyordu!
AKP hükümeti, ilkokul ve ortaokullarda ise bu kadarına bile izin vermedi. Çünkü TC egemenleri, Kürtçe eğitim devlet okullarında ve ilkokuldan başlayarak hayata geçirilmedikçe, Kürt çocukların anadillerini yazılı bir kültür dili düzeyinde öğrenemeyeceklerini ve daha kolay asimile olacaklarını gayet iyi biliyorlar. Bu nedenle de anadilde eğitimin mümkün olduğunca önüne geçecek politikalar izliyorlar.[*]
Demokratik haklar ve Kürt halkının talepleri söz konusu olduğunda şimdiye kadar “gıdım gıdım” politikasının asla dışına çıkmayan AKP, yaptığı yarım yamalak düzenlemeleri devrimsel adımlar olarak lanse etti, bir yaptıysa bin gösterdi. Hükümetin bugüne dek attığı her adım ancak halkın patlama sinyalleri vermesinin ardından geldi. Sorunları çözmek yerine oyalama stratejisi güden burjuva hükümet yüzünden Kürt sorunundaki kilitlenme vaziyeti devam ediyor. Ne var ki daha fazla beklemeye tahammülü olmayan Kürt halkı, en meşru haklarını hayata geçirmek üzere pek çok alanda filli adımlar atıyor ve hükümeti gerekli yasal düzenlemeleri yapmaya zorluyor. Kendi çabalarıyla kurduğu ilkokullarda Kürtçe eğitimi başlatmaya girişmek de bunun son örneğini oluşturuyor.
Diyarbakır, Cizre ve Yüksekova’da açılan okullar 15 Eylül Pazartesi günü eğitime başladı. Ne var ki TC duruma vaziyet etmekte hiç gecikmedi ve ertesi sabah gün doğarken okullar mühürlenip tabelâları söküldü. Gerekçe, okulların “izinsiz ve ruhsatsız oluşları”ydı. Fakat binlerce Kürt, polis saldırısına rağmen okullarına sahip çıktı ve mühürleri sökerek çocuklarını tekrar sınıflara soktu. Bu arada mühürlemeye tepki olarak bölgede okullar boykot edildi. Hükümetse tüm bunlar karşısında bir “algı operasyonu”na girişti. Hem de Kürtleri “yasa çıktı ama adım atamıyoruz şeklinde bir algı operasyonu yapmak”la suçlayarak!
Anadilde eğitimin önündeki yasal engelleri kaldırmayan AKP, Kürtlerin kendi çabalarıyla Kürtçe eğitimi bilfiil hayata geçirmeye girişmeleri karşısında türlü yalanlara ve manipülasyonlara başvuruyor. Meselâ ortalık karışınca soluğu Diyarbakır’da alan Bekir Bozdağ, “Kürtçe eğitimine imkân veren dersler koyarak çocukların anadillerini okulda öğrenme imkânı bulmasını istediklerini” söyleyerek meseleyi Kürtlere Kürtçe öğretmeye indirgiyor. Oysa Kürtler anadilleri Kürtçe olan çocuklarının, devlet okullarında ve tüm eğitim kademelerinde Kürtçe eğitim almasını istiyorlar. Devletse Kürt çocukların yabancı dil eğitimi niteliğindeki bir Kürtçe dersiyle yetinmelerini istiyor.
Anadilde eğitim konusunda çeşitli düzenlemeler yaptıklarını söyleyen Bozdağ şöyle devam ediyor:
“Son günlerde meydana gelen okul iddiaları, yasanın öngördüğü şekilde izinler alınmak prosedürler yerine getirilmek suretiyle açılmış okullar değil. Yani getiriyor birileri tabelayı çakıyor ve ‘Burası okul’ diyor. Böyle olmaz. Hükümet yasayı çıkarmış, altyapıyı oluşturmuş. Bundan istifade etmek istemiyor birileri. Fiili durum yaratmak suretiyle Türkiye’de böyle bir sorun varmış gibi algı yaratıyorlar. Bu bir kara propagandadır.”
Ardından da, okulların açılmasına ilişkin şartların ve prosedürlerin belli olduğunu, kurallara uyulursa herhangi bir engel olmadığını, okul açmak isteyenlere izin vermeye hazır olduklarını söylüyor. O şartların ve prosedürlerin, ilköğretim kurumlarında Kürtçe eğitim verilmesini yasakladığını, liseler içinse sadece özel olanlarda ve fen ve matematik derslerinde buna izin verildiğini söylemiyor elbette.
AKP’ye göre Türkiye’de böyle bir sorun yok; varmış gibi bir algı yaratılıyor sadece! Geçtiğimiz günlerde Eğitim-Sen Kürtçe eğitim verilen okullar konusunda Milli Eğitim Bakanlığına başvuruda bulunurken, HDP de resmi başvuruda bulunacağını açıkladı. Şimdi Türkiye’de böyle bir sorun olup olmadığını bir kez daha göreceğiz. Hükümetin meydan okumalarına “eğer devlet Kürtçe eğitim vermek için açılan bu okullara kanunsuz açılan okullar diyorsa o zaman kendisi Kürtçe eğitim veren okullar açsın” diyerek yanıt veren Kürt halkı, gerçekleri tüm çıplaklığıyla biliyor ve AKP’ye biat etmek yerine haklarını söke söke alma yoluna gidiyor. AKP’nin yalan ve oyalama hamlelerinden oluşan sığ politikası ise lime lime dökülüyor.
Zorunlu din dersine ve eğitimin dinileştirilmesine hayır!
Anadilde eğitimin önündeki engelleri kaldırmaya yanaşmayan AKP hükümeti, zorunlu din dersi dayatmasını da ısrarla sürdürüyor. Şark kurnazı hükümet, özellikle Alevilerden gelen tepkileri savuşturmak için, geçtiğimiz yıllarda zorunlu din dersinin adını değiştirip, içeriğine Aleviliğe ilişkin kısa bir bölüm ekleyerek meseleyi çözmüş görüntüsü vermeye çalışmıştı. Ne var ki bu numaraya kimse kanmamış ve zorunlu din dersinin kaldırılması için hukuki girişimler sürdürülürken, bu talep kitlesel eylemlerle de sürekli gündemde tutulmuştu. Bu yıl okulların açıldığı günlerde Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) Türkiye’de uygulanan zorunlu din dersine karşı açılmış bir davayı karara bağlaması, bu konuyu bir kez daha gündemin sıcak maddelerinden biri haline getirdi.
AİHM, 14 Alevi ailenin 2011 yılında açtığı davayı karara bağlarken, Türkiye’de eğitim sisteminin ebeveynlerin inançlarına saygı konusunda hâlâ Avrupa standartlarında olmadığına ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin eğitim hakkıyla ilgili maddesinin ihlâl edildiğine hükmetti. Kararda, Avrupa ülkelerinin çoğunluğunun öğrencilere din derslerine girmeme veya bu ders yerine başka bir dersi seçme hakkı tanıdığı hatırlatıldı. Türkiye’nin de en kısa sürede, din ve ahlâk kültürü dersini zorunlu olmaktan çıkartıp, öğrencilerin hiçbir gerekçe açıklamaksızın muaf olabilecekleri bir sisteme geçmesi gerektiği belirtildi.
Bu karar karşısında hükümetten bildik sesler yükseldi: Biz bir baskı unsuru görmüyoruz ama AİHM kararını inceleriz, gerekiyorsa içerikte değişiklik yapabiliriz, dersin ismini değiştirebiliriz ama dersi kaldırmayız… Yani AKP bir kez daha, palyatif değişikliklerle göz boyama politikasını sürdüreceğinin sinyallerini verdi.
AİHM kararına ilişkin açıklamalarda bulunan Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez, “Batı’da pek çok ülkede zorunlu din kültürü ve ahlâk bilgisi dersi vardır. AİHM’in gördüğü sorun zannediyorum zorunlu din eğitimiyle din kültürü ve ahlâk bilgisi dersinin zımnen de olsa birbirine karıştırılmasından kaynaklanmaktadır. İnanıyorum ki eğitimciler bunu çok iyi tefrik ettikleri zaman böyle bir sorun yaşanmayacaktır” diyerek öncelikle Batı’daki gerçek durumu çarpıttı. Görmez, Avrupa ülkelerinin ezici çoğunluğunda devlet okullarında zorunlu din dersi uygulaması olmadığı halde, “Batı’da pek çok ülkede var” diyerek, zorunlu din dersi dayatmasında bir sorun olmadığı izlenimini yaratmaya çalıştı. İçerik konusunda ise, meseleyi eğitimcilerin “zorunlu din eğitimi” ile “din kültürü ve ahlâk bilgisi dersi”ni birbirinden ayırmalarına indirgedi. Oysa bu dersin koyulma mantığı da, içeriği de ve buradan kaynaklı olarak pratiği de, Diyanet’in çerçevesini çizdiği bir Sünni İslam anlayışını devlet dini olarak kabul edip bunu çocuklara dayatmaya dayanmaktadır. Yine bu anlayışla yetişmiş din öğretmenlerinin söz konusu çerçevenin dışına çıkmaları beklenemeyeceği gibi, bunun da ötesinde AKP hükümetinin bu konudaki zihniyeti de, icraatları da apaçık ortadadır. Zorunlu din dersiyle yetinmeyip, okul müdürleri eliyle sözde seçmeli din derslerini çocuklara dayatarak fiilen zorunlu hale getirmeye ve attığı çeşitli adımlarla eğitimi dinileştirmeye çalışan bir iktidar partisinden, bütün dinlere ve inançlara objektif ve dengeli yaklaşan bir din bilgisi dersi ya da dinler üstü bir ahlâk dersi müfredatı hazırlamasını beklemek eşyanın tabiatına aykırıdır.
Başbakan Davutoğlu da AİHM kararı karşısında, “dini baskı amacı gibi yansıtma çabalarını kabul etmemiz mümkün değil” diyerek benzer argümanlarla zorunlu din dersini savunuyor. Ancak onun argüman çerçevesi daha geniş!
TC’nin dini ve dinsel eğitimi tekeline alan geleneksel yaklaşımını yineleyen Davutoğlu, “Dini telakki ailede öğrenilir. Ama doğru ve sağlam bir dini bilgi eğitim müesseselerimiz aracılığıyla verilmezse, işte çevremizdeki radikalleşme eğilimlerinin kaynağını teşkil eden düzensiz ve sağlıksız dini bilgiyi denetleme imkânı kalmaz” diyor. Böylece bir kez daha, işlerine geldiğinde Kemalizmi dini devlet tekeline almakla eleştiren AKP’lilerin de gerçekte aynı kafada oldukları görülüyor: Devlete sen hâkimsen dayatmacılıkta ve zorbalıkta bir mahsur yoktur!
“Ben nasıl Marksist değilsem ama Marksizmi bilmek iktisat okurken zaruretse, bir ateistin dahi din kültürü bilgisi sahibi olması zarurettir” diye buyuran ve bir iktisat öğrencisinin üniversitede “Marx’tan haberdar kılınması” ile çocukların 9 yaşından 18 yaşına dek aralıksız zorunlu din dersi dayatmasına maruz bırakılmasını aynı kefeye koyacak kadar izansız olan Davutoğlu, sözlerine şöyle devam ediyor:
“Türkiye’de ve Ortadoğu’da, Balkanlar’da hiçbir sosyal olayı din olgusu dışında anlamak mümkün değil, gelişmeleri görüyorsunuz. Çevremizdeki ülkelerde doğru bir din kültürü, dinleri karşılıklı anlayışa dayanan şekilde öğretilmiş olsaydı bazı olaylar yaşanmazdı.”
Aralarında Türkiye’nin de bulunduğu emperyalist ve kapitalist güçlerin kendi çıkarları doğrultusunda çıkardıkları savaşları ve yarattıkları karışıklıkları “din olgusu”yla açıklayan “stratejik derinlikli” uluslararası ilişkiler üstadımız, üniversitede gördüğünü iddia ettiği “Marksizm” dersini bir ilahiyatçıdan almış anlaşılan! Ona göre, söz konusu bölgelerde çocuklar doğru bir din kültürüyle yetişmiş olsalardı, savaşlar çıkmaz ve her gün tanık olmaya devam ettiğimiz katliamlar yaşanmazdı. Ortadoğu’da İslamcı örgütler Müslümanları doğramaz, İslam ülkeleri birbirleriyle gırtlak gırtlağa gelmez, mezhep eksenli kutuplaşmalar olmazdı. Yani her şey din öğretiminin yanlışlığından ya da eksikliğinden kaynaklanıyor ve AKP bu eksikliğin doğmaması için didiniyor! Peki bu din ulemasının on iki yıllık iktidarı altında polis ve asker kurşunuyla yüzlerce insanın katledilmesi, İslamcı kapitalistlerin madenlerde, fabrikalarda, inşaatlarda binlerce işçinin canını alması vb. de “doğru dini eğitim” yetersizliğinden veya zındıklıktan mı kaynaklanmaktadır acaba? Eğer öyleyse 34 yıldır verilen zorunlu din dersinin bir işe yaramadığı, dolayısıyla Davutoğlu’nun ileri sürdüğü işlevi yerine getirmediği ortadadır ve her halükârda devamında bir fayda yoktur.
AKP’nin zorunlu ve “seçmeli” din dersi dayatmasıyla, imam-hatiplerin eğitimdeki ağırlığını arttırma çabalarıyla ve Milli Eğitim Bakanlığı’nı fiilen TÜRGEV, Ensar Vakfı, İlim Yayma Cemiyeti gibi İslamcı kuruluşların eline teslim etme politikasıyla yapmaya çalıştığı şey bellidir: Eğitimi kendi milliyetçi ve Sünni anlayışı doğrultusunda dinileştirme. Tüm müfredatı belirleyen bu ırkçı, mezhepçi anlayış, azınlıkları, ateistleri, Alevileri, kısacası kendinden olmayanları dışlamaya, karalamaya ve kendi dini ideolojisini devlet eliyle dayatmaya dayanmaktadır.
Laikliğe ve demokrasiye her açıdan aykırı olan bu dayatma elbette haklı bir tepkiyle karşılanmaktadır. Alevilerin, sosyalistlerin ve demokratların zorunlu din derslerinin kaldırılması için verdikleri mücadele giderek daha güçlü bir taban bulmaktadır. AKP’nin eğitimi dinileştirmek için yeni imam-hatip okulları açması, var olan okulları imam-hatipe dönüştürmesi ve son olarak da “var olanlar ihtiyacı karşılamaya yetmiyor” gerekçesiyle pek çok okulun içine imam-hatip sınıfları açması da giderek yayılan bir mücadelenin fitilini tutuşturmuştur.
Sosyalistler ve tutarlı demokratlar, bu mücadelenin gerçek bir laikliği hedeflemesi için öncelikle şu temel talepleri yükseltmelidirler: Nüfus cüzdanlarından din hanesinin kaldırılması, Diyanet İşleri Başkanlığının kapatılması, devlet okullarında zorunlu ya da seçmeli tüm din derslerinin kaldırılması, müfredatın dinsel ve ırkçı içerikten tümüyle arındırılması, imam-hatip okullarının kapatılması ve dini eğitimin tamamen kişi ya da cemaatlerin finansmanında özelleştirilmesi, Sünni camilerin, aynen gayrimüslimlerin ibadethanelerinde ve Şii camilerinde olduğu gibi tümüyle gönüllülerin finanse ettiği ibadet yerlerine dönüştürülmesi. Hem çocuklarının dini eğitim almasını isteyen ailelerin hem de böyle bir eğitime karşı çıkan ailelerin talepleri demokratik ve laik bir temelde ancak bu şekilde karşılanabilir.
Eğitimi ticarileştirme politikalarına, imam-hatipleştirmeye, zorunlu din derslerine, anadilde eğitim yasağına hayır!
Herkese anadilinde, parasız, laik, demokratik ve bilimsel eğitim!
[*] Bkz. Utku Kızılok, AKP ve Anadilde Eğitim, MT, Kasım 2013
http://marksisttutum.org/anadile_kilit_zorla_din_dersi_ve_imam_hatip_taarruzu.htm
AKP’nin “Yeni Türkiye” Söylemi
Levent Toprak
Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığına seçilmesi ve ardından Davutoğlu’nun başbakanlığı üstlenmesiyle birlikte yeni hükümet kuruldu ve programı da açıklandı. Tüm bu süreç boyunca yapılan propagandada, konuşmalarda ve peşi sıra sökün eden tartışmalarda “Yeni Türkiye” söylemi ön plana çıkıyor. Her ne kadar yeni olmasa da, özellikle Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığı makamına oturmasının “Yeni Türkiye” söylemi için bir milat haline geldiği görülüyor. Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olmasıyla birlikte Türkiye’de burjuva siyaset alanının yeni bir formata kavuşmakta olduğu ve bunun bir öğesinin de bu “Yeni Türkiye” söylemi olduğu açıktır.
AKP ve onun yanında yer alanlar şevk içinde “Yeni Türkiye”den bahsedip bunu kitlelere pompalarken, AKP’nin politikalarına, çizgisine vs. muhalefet eden herkes de “eski Türkiye”den yana olanlar ya da “eski Türkiye’yi isteyenler” olarak damgalanmaya çalışılmaktadır. Bu söylem önümüzdeki dönemde politik alandaki tartışmalarda da kullanılacağa benzemektedir. Sadece burjuva muhalefetin tutumları değil, işçi sınıfının kendi çıkarları için verdiği mücadele de bu çerçevede, özellikle “kargaşa” ile özdeşleştirilen “eski Türkiye”ye dönmek istemekle, Türkiye’nin büyümesini istememekle vs. suçlanacaktır. Örneğin anti-demokratik bir başkanlık sisteminin getirilmesine karşı çıkmak, ya da doğanın acımasızca tahrip edilmesi anlamına gelen enerji santralı projelerine karşı çıkmak, hâlihazırda da olduğu gibi, bu tür suçlamalara maruz kalmak anlamına gelecektir. Kısacası “Yeni Türkiye” söylemi ve buna eşlik eden argümanlar bir ideolojik umacı olarak işçi sınıfının ve demokratik talepleri için mücadele eden tüm kesimlerin mücadelelerinin üzerine salınmaktadır ve daha da salınacaktır.
Söylem
AKP’nin söylemi onun arkasına dizilmiş belli bir medya ordusu tarafından benimsendiği gibi, geniş emekçi yığınlarda da yankı bulmaktadır. Yığınlar, içinde bulundukları genel örgütsüzlük ve seçeneksizlik şartlarında AKP’nin söyleminin etkisinde kalabiliyorlar. Hiç şüphesiz AKP bu “yeni” söylemini bir boşluğun üzerine inşa etmiyor. “Yeni” denilen şeyin içeriği iki sütun üzerinde yükseliyor. Bir sütun, geleceğe dönük “gurur okşayıcı ve göz alıcı” büyük hedefler iken, diğer sütun, belirli yönleriyle bilfiil yaşanmakta olan değişimlerden oluşmaktadır.
Bu iki sütun birbirini bütünlemektedir. AKP’nin 12 yıllık iktidar süreci içindeki icraatının kitlelerin gözünde belli bir anlamı olmasaydı, onun gelecek adına ileri sürdüğü umutların ya da projelerin tek başına bir cazibesi ve sürükleme gücü olamazdı. AKP, söyleminin gücünü esas olarak buradan almaktadır. Kitlelerin gündelik yaşamını ciddi biçimde sarsacak türde bir ekonomik kriz ya da yine benzer bir etki yaratacak türde siyasi kriz olmadıkça (ve elbette başka bir alternatif çıkmadıkça) AKP’nin kitleler üzerindeki nüfuzu sürecektir. Tüm yolsuzluk skandallarına rağmen yaşanan seçim sonuçları bunun en çarpıcı kanıtıdır.
AKP ilk iktidara geldiği 2002 yılından önceki döneme göre nispi bir ekonomik istikrar sağlamış, bürokratik-askeri vesayet olarak anılan mekanizmaları ciddi ölçüde geriletmiş ve burjuva iktidarın yürütümünün seçim yoluyla gelenlerin elinde toplanmasını sağlamıştır. Ağır ekonomik krizler yaşanmamış, istikrarsız koalisyon hükümetleri dönemi son bulmuş, ulaşım ve sağlık gibi alanlarda ve kendi tarzında sosyal yardım alanında eskiye göre belli iyileştirmeler yaparak, gündelik yaşamda hissedilen bazı değişimler yaratmıştır. Bu bağlamda karayolları, havalimanları, hava taşımacılığı, metrolar, raylı sistemler, hızlı tren vb. büyük bayındırlık projeleri özellikle bir gelişme/ilerleme hissi yaratmıştır. Son tahlilde tüm bunların genel bir sonucu olarak Türkiye dünyada en büyük 17. ekonomi düzeyine yükselerek G20 grubunu oluşturan ülkeler arasında yer almış ve esasen bir alt-emperyalist güç haline gelmiştir. AKP’nin icraatları her ne kadar bir yandan da ciddi bir yıkım ve otoriterleşme tablosu ortaya koysa da, yoksul emekçi kitlelerin gözünde oluşan algı çoğunlukla olumlu yönde olmuştur.
İşte temelde bu olgulara dayalı olarak oluşan algıya yaslanan AKP, bu algıyı aynı zamanda geleceğe dönük büyük hedeflerle, hayallerle beslemektedir. Genel olarak söylenecek olursa, AKP Türkiye’yi gelecekte dünyanın en güçlü birkaç ülkesinden biri yapmayı vaat etmektedir. İşte “Yeni Türkiye” söylemi en kaba çizgileriyle bu hedefin bir dillendirilişidir. AKP bu çerçevede örneğin cumhuriyetin kuruluşunun yüzüncü yılı olan 2023 yılını, resmi tarihte Türklerin Anadolu’ya giriş yılı olarak kabul edilen 1071 yılının bininci yılı olan 2071 yılını ve son olarak da İstanbul’un Osmanlı tarafından fethinin 600’üncü yılı olan 2053 yılını birer hedef olarak koyuyor. Somutlamak gerekirse, sözgelimi 2023 yılı için 2 trilyon dolar büyüklüğünde bir ekonomi, kişi başına 25 bin dolar milli gelir, dünyanın en büyük ilk on ekonomisi içine girmek, nükleer santraller, “enerji koridoru” olmuş bir Türkiye ve “dünyada sözü dinlenen Türkiye” gibi vaatler sıralanmaktadır.
Zikredilen yılların tümüyle tarihsel göndermeler içermesi bir tesadüf değildir. Zaman zaman “yeni Osmanlıcılık” olarak da nitelenen anlayış çerçevesinde AKP esasen geçmişteki Osmanlı İmparatorluğuna öykünen büyük bir devlet kurmayı hedeflemektedir. Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun son konuşmalarından birinde bu, “cihan devletinin doğuşuna şahit olacağız” şeklinde ifade edildi. AKP medyasının kalemlerinden biri olan Mustafa Yürekli, henüz 2053 ve 2071 hedefleri Erdoğan tarafından resmen ilan edilmemişken yazdığı bir yazıda, AKP mahfillerinde nasıl bir fikir jimnastiği yapıldığını ortaya koyuyor: “Türkiye, 2023’te dünya ekonomisinde ilk 10 devletin arasına mutlaka girmeli. Bu irade ve kararlılığı görmek, milletimizi çok mutlu etmektedir. Neden 2053 hedefi olarak ilk üç devletinden biri olmayı koymayalım. 30 yılda çok şey yapılabilir. Bütün yapılması gereken şey, inançlı olma, doğru planlama, güçlü demokratik irade ve canhıraş çalışma. 2071’de İslam birliğini sağlamış, sosyal yapısıyla, ekonomisiyle ve siyasetiyle, dünya devletler sıralamasında birinci sırayı tutmuş devleti, dünyayı yöneten ülke niçin olmayalım.” (1 Mayıs 2011, haber7.com)
İnsanların yıpratıcı bir varolma savaşı içine doğduğu ve çocukluktan itibaren rekabet, hırs, güç, milliyetçilik gibi kavramlar içinde yoğrulduğu kapitalist toplumda bunların gurur okşayıcı gelmesi doğaldır. Özel ideolojik sebeplerle AKP’ye karşı duran geniş bir kitle her ne kadar AKP’nin dediği her şeye şüpheyle baksa da, bu faktör ayıklandığında söz konusu hedeflerin toplumun ezici çoğunluğuna hoş geleceği açıktır. Zaten AKP de bu bilinçle hareket etmektedir.
Söylemin içyüzü ve gerçek
AKP’nin “Yeni Türkiye” söylemi emekçi yığınların sınıf çıkarları açısından büyük aldatmacalar ve tehlikeler içermektedir. Geleceğe yönelik olarak çizilen hedeflerin işçi sınıfı için içerdiği sömürü ve baskıyı şimdilik bir kenara bırakıp da, bu hedefler doğrultusunda bilfiil yürümekte olan sürece baktığımızda “Yeni Türkiye” denilen şeyin işçi sınıfı için gerçek anlamını görmek zor değildir. Çok basit olarak, dünyanın en büyük on yedinci ekonomisine, iş cinayetlerinde dünya üçüncülüğü kürsüsünden geçilerek varılmıştır! Bir başka ifadeyle Türkiye kapitalist sınıfı on yedincilik kürsüsüne karın tokluğuna çalıştırıp posasını çıkardığı işçilerin cesetleri üzerine basarak yükselmiştir.
İşçiler açısından yükselen tek şey sermaye tanrısına verdikleri kurbanların sayısı olmamıştır AKP döneminde. Ortalama gündelik çalışma süresi artık standart denebilecek ölçüde 12 saate çıkmıştır. Ve bütün bunlar sefalet ücretleri pahasına, işçiler için sosyal hayatın neredeyse sıfırlanması pahasına, dört bir yanı saran taşeron kanseri pahasına, emekliliğin bir hayal haline gelmesi, emeklilik koşullarının daha da zorlaşması pahasına olmaktadır. İşsizlik resmi rakamlarla bile yüzde 10 düzeyinde iken, işsizlik sigortası fonu sürekli yeni düzenlemelerle artan ölçüde sermaye sınıfının tasallutuna açık hale getirilmekte, AKP hükümeti kıdem tazminatı hakkını da işçilerin elinden almak için pusuda fırsat kollamaktadır. Sendikal alandaki baskı ve yasakların asıl önemli yönleri, sendikasızlaştırma ve grev yasaklama gibi saldırılar “eski Türkiye”deki gibi devam ettirilmekte, ayrıca sendikalar adeta AKP’nin korporatif uzantıları haline getirilmeye çalışılmaktadır. İşçi sınıfının dünyanın dört bir yanında verdiği tarihsel mücadeleler sonucu elde ettiği ve evrensel haklar düzeyine yükselttiği kazanımlara yönelik saldırılar durmaksızın sürmekte ve bu demokratik ve sosyal haklar yerine başkan babanın ve hayırsever kapitalistlerin kaprislerine bağlı bir sadaka ve inayet düzeni hayata geçirilmeye çalışılmaktadır.
Bu olgular ve bu temeldeki gidişat, göz boyayıcı hedeflerle sürekli propaganda edilen “Yeni Türkiye”ye ulaşmanın işçi sınıfı açısından daha nelere mal olacağı hakkında açık bir fikir vermektedir. Dünyanın en güçlü ülkelerinden birisi haline gelme hırsının anlamı Türkiye burjuvazisinin dünyanın en güçlü burjuva sınıflarından birisi haline gelmesidir. Bunun doğal sonucu da, başta Türkiye işçi sınıfının daha fazla kanını emmek ve dünya işçi sınıfının sömürüsünden çok daha büyük pay kapmaktır.
Böylesi bir süreçte sermaye tanrısına verilen kurbanlar işçi sınıfının neferleriyle sınırlı kalmıyor. Doğa ve kent yaşamı da bu azgın sömürü ve talan hırsından nasibini alıyor. Doğanın ve kentsel yaşam alanlarının acımasız tahribi, afetlere artan ölçüde davetiye çıkardığı gibi, kentin işçiler için çekilmez bir cendere halini almasıyla da sonuçlanıyor. Betonlaşma, asfaltlaşma, sürekli inşaat hali, çekilmez trafik, doğanın boğulması anlamına gelen ölçüsüz sera gazı salımı vb., tüm bunlar bir başka yıkım manzarası ortaya koymaktadır. İşte “Yeni Türkiye”ye gidişin çizdiği tablonun bir boyutu da budur.
Böylesi bir Türkiye’ye varmak için azgın bir işçi sınıfı sömürüsü gerektiğinden, bu aynı zamanda işçi sınıfının itirazlarını azgın biçimde bastıracak bir siyasi rejimi de gerektirmektedir. Nitekim sıkça dikkat çektiğimiz üzere bir otoriterleşme süreci istikrarlı biçimde yürümektedir. MİT gibi aygıtların tahkim edilerek süper yetkilerle donatılıp koruma zırhına sarılması gibi düzenlemeler bir yana, insanların tüm hayatının, iletişiminin fütursuzca takibi, fişlenmesi, internetin cendereye alınması, “darbe girişimi” bahanesiyle emekçilerin demokratik hak ve özgürlüklerini kullanmalarına getirilen kısıtlamalar bu bahiste bir çırpıda sayılabilecek hususlar.
Bunlar basit biçimde keyfi uygulamalar olarak görülmemelidir. İddialı hedeflere ulaşmak için genel olarak yürütmenin elinin daha serbest olması gerektiğinden, farklı muhalefet odaklarından yükselebilecek çatlak seslerin süreci engellemesi ya da yavaşlatması da giderek daha tahammül edilmez görülür. Anayasa ve yasalar, ya da burjuva demokrasisinin muhtelif yönleri, başkan baba rejiminde giderek can sıkıcı lüksler olarak görülmeye başlanır. O nedenle icraatın önünde bu tür engeller doğduğunda, bu engeller yürütme gücü tarafından alenen çiğnenmekte, mahkeme kararları hiçe sayılmakta vs.
“Erdoğan’ın «Yeni Türkiye»si, bir yandan fiiliyatta başkan babanın, kuvvetler ayrılığı prensibini de hiçe sayarak, tüm devlet gücünü tekelinde yoğunlaştırdığı bir otoriterleşmeyi ifade ediyor. Erdoğan hiçbir yasal ya da anayasal, idari ya da kurumsal engelin herhangi bir konuda elini kısıtlamasını istemiyor. Her popülist otoriter liderin arzuladığı gibi, plebisiter yöntemlerle, kendisinin uygun gördüğü her şeyi engelsiz hayata geçirmek istiyor. Bu otoriterlik, burjuva demokrasilerinin normu olan kuvvetler ayrılığının hiçe sayılması ile sınırlı olmayıp, bunun doğal bir uzantısı olarak, siyasal ve toplumsal yaşamın gitgide tüm alanlarına nüfuz eden bir yapılanmayı işaret etmektedir. (..) Bu otoriter Türkiye’de basın da her türlü devlet baskısıyla zapturapt altına alınıp başkan babanın gösterdiği hizaya sokulmakta, başkan babanın canını sıkan burjuvalar bile (hatta en büyükleri bile olsa) aynen Putin’de olduğu gibi, devlet tacizleriyle esas duruşa sokulmaktadır. İktidara aç nevzuhur bir burjuvazinin tüm ölçüsüzlükleri hayat bulmakta ve bunlar daha sistematik, genel bir hal almaktadır.” (Levent Toprak, MT, Eylül 2014)
“Yeni Türkiye” yolunda otoriterleşme eğilimi, eğitim ve din alanında devlet eliyle yürütülen baskıcı politikalarda da su yüzüne çıkmaktadır. AKP’li egemenlerin gözünde “Yeni Türkiye”nin işçi nesilleri biat ve itaate daha yatkın nesiller olmak durumundadır. Bu eğilimleri derinleştirmek üzere, yeni dindar-muhafazakâr nesillerin yetiştirilmesi önemli bir hedef olarak güdülmektedir. O nedenle kamu eğitimi gitgide daha fazla dinileştirilmekte, imam-hatip okullarının sayısı patlamalı biçimde arttırılmakta, normal okullar zorla imam-hatiplere çevrilmekte, normal okulların içine imam-hatip sınıfları açılmakta, dini içerikli derslerin sayısı ve yoğunluğu arttırılmakta, Diyanet İşleri’nin bütçesi ve etkinliği arttırılmakta, Alevilerin demokratik hak ve talepleri karşılanmamakta, ibadethaneleri tanınmamakta, dinsel ve mezhepsel asimilasyon tüm hızıyla sürdürülmektedir.
“Yeni Türkiye” söylemi ve hedeflerinin başta Ortadoğu olmak üzere öncelikle İslam dünyasını ve giderek tüm dünyayı hedef alan emperyalist politikaları beraberinde getirdiği açıktır. Zaten esasen “Yeni Türkiye” söylemi emperyalist hiyerarşide henüz bir alt-emperyalist güç düzeyinde olan Türkiye kapitalizminin hiyerarşinin tepelerindeki bir büyük emperyalist güç haline getirilmesi arzusunu ifade etmektedir. Bu emperyalist hırs ve politikaların özel olarak dinsel ve mezhepsel bir boyutu olduğu da açıktır. Nitekim yukarıda aktardığımız Mustafa Yürekli’nin tipik satırları İslam dünyasının birliğini sağlamaktan ve liderliğini ele geçirmekten söz etmekte.
İslam birliği ve liderliğinin sağlandığı bir dünya hedefinin ne anlama geldiği çok açıdan ele alınabilir. Sadece hayati bir yönünü ele alacak olursak; bununla, dinsel ve mezhepsel ayrımcılığın körüklendiği mevcut politikaların çok daha ileri boyutlara ulaştırıldığı bir dünyadan söz ediyoruz demektir. Gelecek için tasarlanan dünyanın, tam da gerici Medeniyetler Çatışması fitnesinin İslamcıların kendi cephesinden benimsendiği anlamına gelir. İslamcılar Medeniyetler Çatışması tezine veryansın etseler de, gerçekte veryansın ettikleri şey tezin temel kabulleri olmayıp sadece Batılı büyük emperyalist güçlerin çıkarları ekseninde ve buna mukabil İslam ülkelerinin egemenlerinin aleyhine sonuçlar doğurabilecek tarzda formüle edilmiş olmasıdır. Buna karşı sözde Medeniyetler İttifakı gibi söylemler ve projeler, gerçekte, vermeye çalıştığı mesaj açısından göstermeliktir ve somutta ise sadece Medeniyetler Çatışması tezi ve söyleminin kendi aleyhine doğurabileceği sonuçlardan sakınma amacını gütmektedir. Söylem ne olursa olsun, sömürücü egemen sınıfların devletlerinin kendi aralarında gruplaşmalarının, hele de din temelinde gruplaşmalarının, ne anlama geldiği tarihten yeteri kadar bilinmektedir. Bu, başka birçok örneğin yanı sıra, Haçlı Seferleri örneğinde görülebileceği üzere, gerçekte egemen sınıfların çıkarlarının dinsel kılıflara büründürülerek insanlığın büyük acılara sürüklenmesi demektir.
İslamcı tahayyülde bundan 50-60 yıl sonraki dünyada Müslüman ülkeler Türkiye liderliğinde bir birlik oluşturuyorlarsa ve bu konumdaki Türkiye dünyaya hükmediyorsa, bunun anlamı bugünün dünyasındaki o çok kızılan ABD emperyalizminin egemenliğinden daha da kötü bir kara ütopya tasarlandığıdır. Bir başka ifadeyle, ABD süper emperyalizmi gitsin, yerine Türkiye hiper emperyalizmi gelsin! Bu gerici ütopya karşısında Türkiyeli işçi-emekçilere düşen şey, benimseyip hoş karşılama ve böylece gaflete düşme değil, sonuna kadar mücadeledir, hem de amansız mücadele.
İşçi sınıfının yolu
“Yeni Türkiye” söyleminin içyüzü ve gerçek anlamı işçi sınıfı açısından önemli tehlikeleri içermekle beraber, bu yönler geniş kitleler açısından henüz kavranmış değildir. Aksine, AKP’ye yönelik özel bir karşıtlığı olan toplum kesimleri bir yana bırakılacak olursa, büyük bir çoğunluk için “güçlü Türkiye”, “dünya lideri Türkiye”, “zengin Türkiye” gibi söylemlerin cezbedici olduğu açıktır. Kuşkusuz emekçi kitleler bu söylemlerde kendilerinin güçlü ve zengin olacakları bir durumu hayal etmektedirler.
Böyle bir şey kısmi anlamda bile gerçekleşecek olsaydı, bu, dünyanın diğer bölge ve ülkelerindeki işçi-emekçilerin acımasızca sömürülmesi ve ezilmesi pahasına olurdu. Bugünün büyük emperyalist güçlerinin tarihi buna açıkça tanıklık etmektedir. Emperyalist niyetlerle hareket eden TC’nin son yıllardaki Suriye politikası bunun işaretlerini fazlasıyla vermektedir. Suriye’de akan kanın, canına kıyılan yüzbinlerce yoksul emekçinin, yerinden yurdundan edilen, sefalete sürüklenen milyonlarca emekçinin çektiği çilede bu politikaların büyük payı ve vebali vardır.
Emekçi kitlelere pompalanan güç ve zenginlik hayalleri açısından gerçek şudur ki, “Yeni Türkiye”de güçlü ve zengin olacak olanlar, aynı “eski Türkiye”deki gibi, daima küçük ve ayrıcalıklı bir azınlık oluşturan kapitalistlerdir. İşçiler-emekçiler en iyi durumda sus payı olarak ganimetten kırıntılarla yetinmek zorunda bırakılırlar. Eşitsizlik, adaletsizlik, baskı ve sömürü tüm hızıyla devam eder. Ve öte yandan emekçilerin durumunda bu tür nispi iyileşmeler bile, son onyıllarda zengin kapitalist ülkelerin işçi sınıflarının tecrübe etmekte oldukları gibi, kalıcı olmazlar. Sermaye birikiminin uzun erimli yasaları hükümlerini icra ederek eninde sonunda işçi kitlelerin yarattıkları zenginlikten aldıkları cüzzi paya saldırırlar.
İşçi sınıfının devrimci mücadelesi açısından mesele eski ya da yeni Türkiye şeklindeki adlandırmaların ötesinde, yeni bir düzen meselesidir. O halde bu mücadele hiçbir biçimde eski Türkiye’nin savunusu anlamına gelecek türde bir yönelim içeremez. İşçi sınıfı eskisiyle yenisiyle kapitalist Türkiye’ye karşıdır. Kapitalist düzende burjuva politikacının ağzındaki “yeni”, daima düzenin sınırları içinde kalan bir “yeni”dir. Yani her halükârda sınırlı bir “yeni” söz konusudur. Her nedense şu eski mi eski, köhnemiş mi köhnemiş kapitalizmi ortadan kaldırmaktan söz etmezler. Soralım o zaman, madem bu kadar yenilikçiyiz, neden eskiyi kökten değiştirmiyoruz?
Yeni bir düzen, eski düzeni, yani kapitalizmi aşan bir düzen demektir. Kapitalizm uluslararası işbölümüne dayanan bir düzen olduğundan, onu aşmak da ancak dünya ölçeğinde olabilecek bir şeydir. İşçi sınıfının ve dolayısıyla insanlığın kurtuluşu yerel ya da ulusal bir sorun olmayıp, uluslararası bir sorundur. İşçi sınıfının mücadele hedefi de o nedenle “yeni bir dünya” olarak tarif edilmiştir. “İşçilerin zincirlerinden başka kaybedecekleri bir şey yoktur, ama kazanacakları yeni bir dünya vardır!” Bu dünya, içinde sömürünün, baskının, sefaletin, eşitsizliğin, savaşların, sınırların, ayrımcılığın, doğa yıkımının olmadığı, kardeşliğin hüküm sürdüğü sınıfsız bir özgürlük dünyasıdır ve mücadelemiz böylesi bir dünyayı kurma mücadelesidir.
http://marksisttutum.org/akpnin_yeni_turkiye_soylemi.htm