Fikret Başkaya / “Sarı Yelekliler” Plütokrasiye karşı…
Yazının önemine binaen ana sayfada yayınlıyorum. G.Z.
“Nehir yatağından taştığında, önüne kattığı her şeyi alıp götürür”
İngiliz, Amerikan ve Fransız devrimleri sonrasında peydahlanan ‘temsilî demokrasinin’ demokrasiyle bir ilgisi yoktu. Aslında söz konusu olan hakların değil, plütokrasilerin iktidarıydı. İnsanlar plütokrasi tarafından sahnelenen ‘temsil oyununun’ figüranlarıydı sadece… 4-5 yılda bir tekrarlanan seçimler, sömürüyü, yağma ve talanı oylatmaktan-onaylatmaktan ibaretti… Esasen temsilî demokrasi bir oxymore‘dur ve oxymoreyan yana getirilmemesi gereken iki kelimeyi veya kavramı yan yana getirmektir. Olmayan bir şeyi varmış gibi göstermeyi amaçlayan ideolojik bir manipülasyondur. Neden sürdürülebilir kalkınma deniyor? Eğer gerçekten kalkınma diye bir şey olsaydı, kalkınmanın önüne “sürdürülebilir” niteleme sıfatı getirilir miydi? Eğer gerçekten demokrasi olsaydı, önüne “temsilî” niteleme sıfatı koymaya gerek olur muydu?
Aslında ‘temsilî demokrasi’, demokrasinin önünü kesmeyi amaçlayan bir manipülasyondu. Temsil, Ortaçağın bir pratiğiydi.Monarklar, Krallar, İmparatorlar, temsili,varlıklı sınıflardan vergi almanınbir aracı olarak görüyorlardı… Başka türlü söylersek, vergi alma karşılığında verilmiş bir ödündü ve zaten dönemin sloganı da temsil yoksa, vergi de yok… şeklindeydi. Burjuva devrimlerinden sonrasının yeni egemen sınıfı olan burjuvazi, temsilî demokrasi denileni dayattı. İlerleyen dönemde demokrasiyle ilgisi olmayan bir egemenlik biçimi, hikmetinden sual olmaz demokrasi sayıldı. Zaten başlarda parası olanların, servet sahiplerinin seçme ve seçilme hakları vardı. Ezilen ve sömürülen sınıfların, kadınların mücadelesiyle seçme ve seçilme hakkının genelleşmesi, şeylerin seyrini değiştirmedi. Mülk sahibi egemenler, başta işçi sınıfı olmak üzere, ezilen ve sömürülen sınıfların ‘tehlikeli sınıf’ olmaktan çıktığını düşündüklerinde seçme ve seçilme hakkını ‘tanıdılar’…
Burjuvazi, iki aşamanın sonunda egemen sınıf katına terfi etti
ve temsilî demokrasi denileni bir yönetim tarzı olarak dayattı… Birinci aşamada Soyluluğa ve Klerjey’e[Kilise’ye] karşı Prensle [Hükümdarla] taktik amaçlı bir ittifak yapılmıştı. İkinci aşamada da Prense [Hükümdara karşı emekçi sınıflarla taktik bir anlaşma gerçekleştirildi. İşte o geçiş döneminde burjuvazi ezilen ve sömürülen sınıfların desteğini almak için ‘özgürlük’, ‘eşitlik’ ve demokrasi gibi kavramları sıkça telaffuz edecekti.. Herhalde kimse bu durumu, burjuva üniversitelerinin vazgeçilmez ultra-liberal filozofu İngiliz Herbert Spencer[1820–1903] kadar açık yüreklilikle ifade etmemiştir. Spencer şöyle diyordu:”Geçmişte liberalizmin işlevi, kralın iktidarına bir sınır getirmekti. Liberalizmin gelecekteki işlevi de parlamentoların iktidarını sınırlamak olacaktır.” [1] Ultra-liberal filozofun, parlamentonun iktidarının sınırlandırılmasından, sözde halkın temsil edildiğini sandığı Meclisin işlevinin sınırlandırılmasını kastettiğini söylemeye gerek yoktur… Oysa işçiler daha XVIII’inci yüzyılın sonlarında: “Ekonomik liberalizm demokrasinin düşmanıdır”, sloganını ortaya atmışlardı. Burjuvazinin hümanist ve evrenselci söylemi bir kere Prensin iktidarını “hizaya getirdikten sonra”, artık namlu asıl düşman olan proletaryaya çevrilebilirdi… Oysa, demokrasi, ancak ‘doğrudan demokrasi’ olabilirdi. Halkın, halk için, halk tarafından yönetimi olabilirdi…
Artık sadede gelebiliriz. Fransa’da Sarı Yelekliler politika sahnesinde belirdiklerinde,ilk akla gelen soru “bunlar sağcı mı-solcu mu?” oldu… Öyle ya sömürü düzeninin örgütlerinden habersiz kimse sokağa çıkamazdı… Bu işte bir ‘yanlışlık’ olmalıydı… Akla gelen ikinci soru: “İyi de, bir örgüt yok!” dendi… Tabii örgüt yoksa hareketin ‘bir kıymet-i harbiyesi’ de olmazdı… Hızını almayan bir takım zevatın aklına da ‘bu bir renkli devrim mi’ sorusu gelmişti… Öyle ya, burjuva düzenini üreten-yeniden üreten yoz örgütlerden başkası sokağa çıkıp bir şey talep edemez, bir şeye itiraz edemez, plütokrasiye karşı ayaklanamazdı…
Lâkin, Sarı yelekliler sadece kurulu düzenin sözcülerini şaşırtmadılar. Polis şeflerini de şaşırttılar. Nitekim Polis Sendikası başkanı şöyle diyordu: “Fransa’da dönem dönem büyük eylemler olur ve eylemlerde şiddet de olur; ama partiler, sendikalar, dernekler, örgütler bizim muhataplarımızdır. Bu yapılar düzeni ve güvenliği sağlarlar. Sarı Yelekliler eyleminde muhatap bulamıyoruz. Eylemlerde bir düzen de yok. Bu yüzden büyük sıkıntı çekiyoruz, baş edemiyoruz.” Belli ki, polis şefi “biz asayişi ‘kontrol örgütleri’ sayesinde sağlıyoruz!” demek istiyor…
Yönetici yok, lider yok, hareketin ‘resmi’ bir sözcüsü dahi yok! Bu onların hareketinin bir gereği… Toplantılarını hiyerarşinin olmadığı bir tarzda gerçekleştiriyorlar… Bunlar neden mi yok? Aslında Sarı Yelekliler topluma asıl yapılması gerekeni gösteriyorlar. On yıllardır, sağcı olsun-solcu olsun fark etmez, politikacıların yalanlarından bezdikleri için, ‘temsil saçmalığının’ ne demeye geldiğinin farkında oldukları için, düzenin “kontrol örgütlerinden” uzak duruyorlar. Temsil istemiyorlar ki, aslında demokrasi orada başlar… Politika konuşmaktan vazgeçtiklerinde gerçek politikayı yapmış oluyorlar… Velhasıl doğru yerde duruyorlar ve asıl yapılması gerekeni yapıyorlar. Haysiyetli politik özneler, gerçek yurttaşlar olmak istiyorlar… Elbette aralarında sağcı da solcu da olduğunu biliyorlar ama onun sözünü etmiyorlar. Hiçbir bayrak taşımıyorlar… Hareketin ancak o zaman başarıya ulaşacağını düşünüyorlar… Halkın her zaman ‘bölünmüşlükten’ kaybettiğinin bilincindeler. Bozgunculuğa izin vermiyorlar. Seçilmişlerin her zaman oligarşinin, plütokrasinin adına konuştuğunu biliyorlar. Kendi adlarına konuşmak istiyorlar… Mevcut plütokratik sistemi gayri meşru sayıyorlar…
Elbette bir dizi itiraz ve talep ileri sürüyorlar ama o talepler içinde asıl talep: “Yurttaş İnisiyatifi Referandumu”, doğrudan demokrasi ve oyunun kurallarını kendilerinin belirlemesi…Doğrudan demokrasi istiyorlar. Devrimin ‘efendiyi değiştirmekten’ ibaret bir şey olmadığının farkındalar. Efendiyi değiştirmenin gerçek bir emansipasyon için yeterli olmadığını biliyorlar… Müştereklerin önemini hatırlatıyorlar. Milyarderlerin medyasını izlemiyorlar. Bağımsız, güçlü bir medya oluşturulmasını istiyorlar… Bu vesileyle Fransa’da 9 milyarderin medyanın %90’ına sahip olduğunu hatırlamak gerekir… Tabii öyle bir medyanın Sarı Yeleklilerin en büyük düşmanı olması da şaşırtıcı değil…
Gerçi Sarı yelekliler herkesi şaşırttı ama sol örgütleri daha çok şaşırttı… Sol örgütler örgüt fetişizmiyle malûldürler… O kadar ki, halk dediklerinde kendi örgütlerini kastederler. Devrim yapacaklarını sanırlar… Oysa, birincisi, devrimi örgüt değil halk yapar; ikincisi, devrimin ne zaman olacağı bilinmez, bilinemez, öngörülemez, aksi halde devrimler olmaz ve sürekli tekrarlanmazdı; ve üçüncüsü, devrim, devrimin özneleri de dahil, herkesi şaşırtır… Örgütler verili zemin üzerinde var olurlar, faaliyet gösterirler, oysa, devrim o zemini çökertir mücadeleyi yeni bir zemin üzerine taşır… Sakın kimse bu söylediklerimden ‘örgüt düşmanlığı’ çıkarmasın… Burada söz konusu edilen, sözde “devrimci bir retorikle” statükoyu yeniden üreten bürokratik yozlaşmaya uğramış örgütlerdir… Zira, Sarı Yelekliler örgütsüz değil. Tam tersine, amaca uygun örgütün nasıl olması gerektiğini gösteriyorlar…
Elbette bu gün itibariyle Sarı Yelekliler devriminin nereye varacağını kimse söylemez ama daha şimdiden dosta-düşmana politikanın ‘nasıl yapılması gerektiğini, demokrasinin ne olmadığını’ gösterdiler. Büyük İnsanlık Sarı Yeleklilere minnettardır, zira onlar plütokratik rejimin ipliğini pazara çıkardılar, başka şey yapmaya cüret etmenin mümkün olduğunu da gösterdiler…
—————————————————————————————————
[1] Bakınız: Fikret Başkaya, Çığırından Çıkmış Bir Dünya, ss. 279-309 ve ” Demokrasi: bir kavrama dair yanılsama ve gerçek”, Özgür Üniversite Forumu, sayı 9, Ekim-Aralık 1999…
Örgütlerden bahsetmişken, PKK ile ilgili olarak bir yazısında şunları söyleyen Nişanyan’ın yazdıkları da ilginç değil mi?
“Soru şu: PKK’nin bunda işlevi nedir? Bu adamları PKK mi dağa çıkarıyor? Yoksa zaten dağa çıkacak adamları bir ölçüde zaptu rapt altında tutan bir emniyet yastığı mıdır PKK?
…
Olaya bu açıdan bakınca TC’nin PKK’ye nasıl göbekten bağlı olduğu, göz kamaştırıcı bir netlikle ortaya çıkıyor! Hayır, komplo teorisi değil söylediğim, Ergenekon mergenekon hikayesi de değil. Gayet basit, gayet mantıklı, adeta kaçınılmaz bir diyalektik. Düşün: Her dağın başında ayrı eşkiya çetesiyle başa çıkmak mı daha kolaydır, bunca sene neredeyse kan kardeşi olduğun, huyunu suyunu bildiğin, yönetici kadrolarını yakından izleyebildiğin bir tek düşmanla mı?
…
Eğer bugün Diyarbakır’da günde otuz tane TC elemanı öldürülmüyorsa, hiç şüpheniz olmasın, PKK izin vermediği için öldürülmüyor. Üniformalı takımının basireti yüzünden değil.
Hayır, TC kadroları PKK’yle dosttur, elele çalışıyorlar filan demiyorum, bakın. Eminim ciğerine kadar nefret ediyorlardır, günü geldiğinde kan banyosunda boğmaktan zevk alacaklardır. Başka şey söylüyorum. PKK’ye muhtaçlar. Elleri mahkûm. Onsuz yapamazlar. Üstelik sadece varolması da yetmez PKK’nin. Güçlü olması, otoritesini koruması da TC için hayati önemdedir. Sahadaki militanına söz geçiremedikten sonra ne işe yaradı teşkilat?
Sahadaki militan “bizim parti de yumuşaklaştı artık, TC’nin oyuncağı oldu” diye düşünmeye başladığı gün, bölgedeki güvenlik durumu iyileşir mi, kötüleşir mi sizce? Seyrettiğiniz onca Amerikan polis filmini düşünün, ondan sonra cevap verin.
…
Anladınız mı şimdi, Karayılan “vallahi yerel unsurlara söz geçiremiyorum” diye dert yanarken aslında ne demek istiyor? Hayır, günah çıkarma değil yaptığı. TC’yi uyarıyor. “Beni bu kadar zayıflatırsan militanlarıma hakim olamam, sonuçlarına katlanırsın” diyor.
Anladınız mı neden PKK’nin bazı “şiddet” eylemleri aslında TC’nin işine geliyor, teşkilatın eksik bıraktıklarının tamamlamak için bazen onca müzaheret gösteriyorlar, kolaylık sağlıyorlar? Anladınız mı neden PKK ile ilgisi olmadığı besbelli olan bazı bireysel eylemleri, mesela önceki sene Dersim’de kamyonet dolusu patlayıcıyla karakola dalan adamı “PKK’li” diye damgalamakta o kadar acele ediyorlar?
Çünkü yalnızca PKK’ye değil, ‘street credibility’ sahibi bir PKK’ye ihtiyaçları var. Çünkü acımasız ve müntekim bir Teşkilat miti olmadan, ne taş atan çocukları kontrol atında tutabilirsin, ne jandarmanın çamurlu postalıyla evi çiğnenmiş genci, ne sevgilisinin karnı deşilmiş kadını, ne köyü yakıldığı ya da okulda sabah akşam hakarete uğradığı için hayat boyu kırık kalmış adamı, ne de “senin ataların Ortaasyadan gelmediği halde sana hoşgörü yaptık, sevin” diye ağzıyla osuran validen sıtkı sıyrılmış odacıyı. Bu kadar basit.
…
Binaenaleyh Devletin, PKK veya ona benzer bir teşkilata bağımlılığı da devam edecek.”
(Terör örgütü mü emniyet yastığı mı?)
ʻʻLe faux est susceptible d’une infinité de combinaisons; mais la verité n’a qu’une manière d’être.ˮ
[Uydurmalar sonsuz sayıda kalıba sokulabilir; hakikat tektir.]
Olağan üstü beceriler beceren olağan üstü kişiler olağan üstü veya olağan üstü emarelerle doğarlar.
Musa, Buda, İsa, Muhammed (çocukken bir rahip sırtındaki işareti görür), Büyük Kiros (Cyrus) eli kanlı doğar…
Saray dalkavukları iktidarı ele geçirenlerin asil soylarını bulup çıkarırlar.
İki basit İslam ve Osmanlı örneği:
Kocaları ganimetlerle zengin olan Arap kadınları, Bizans ve İran zengin kadınların kendilerini ayak takımı kadınlardan ayırt etme yüz örtme modasına uyarlar. Saray uleması yüz örtmeleri ilahi ayıba uydururlar. Zaten teknolojik devire kadar dünyayı sırtında taşıyan tarımcılar arasında kadınların çalışırken yüzlerini örtmesi ancak yobaz dincilerin kafasına yatar.
Selim Memlüklere karşı savaşa hazırlandığında, saray uleması aynı dinden olanların toprakları alınmaz olduğunu hatırlatınca, Selim kalıbına uydurmalarını emreder.
Çok daha kısaltır sadede gelir ve uydurmaları ayıklarsak, dürüst düşünürlerin kabul ettiği hakikate varırız: tarih, saray dalkavukları tarafından yazılmış olan kazananlar tarihidir.
Çok daha canıma yakın bir örnek: İlkokuldan lise sona kadar evimizde lamba yakardık (bazı hali vakti daha iyi olanların lüksleri vardı). Daha ilkokulda, arkadaşlarla sokak lambalarının altında ders çalışırken, aramızda “eğer becerirsek, ʻöğrenmek için sokak lambası altında çalışırlardıʼ derler; beceremezsek, ʻsokak lambası altında ders çalışandan ne beklenirʼ derlerˮ diyerek gülerdik.
Kalıbına uydurma, düzeni elinde tutanların yaltakçıları arasında sonsuz yaygındır. Son 2-3 yüz yıl diplomalı ciddi bilgelerin %99’u kalıba uydurmada ustaları oldular.
Benzeri uydurmaları sıradan halk mitler, efsaneler, masallar, ata sözleri, türkülerle dile getirirer. Kalıba uyduran ʻbilimselʼ, resmi ve diplomalı ciddi bilgeler güler geçerler. Sıradan halk, ʻWizard of Ozʼ kitabındaki allahı bulup akıl kazanmak isteyene benzerler, zekaları var ama diplomaları yok. Ama asıl suçları diplomalılar gibi saray içi veya civarında volta atmamaları.
ʻʻFikret Başkaya / “Sarı Yelekliler” Plütokrasiye karşı…ˮ saray dalkavuklarını soldan yansıtmış. Maşallah, hemen sarışın sarıları sol kalıbına uydurmuş. Pofesör, nedense, örgütlü örgütlerle bal gibi başarılı olmuş Marksist-Leninist-Troçkist-Maoist-Fidelist-Cheist falan filan devrimleri hasır altına süpürmüş. Yoksa ilhamını sarılardan alan devrim profesörü, sol devrimi tarihinde yeni bir çığır açma peşinde mi? Sarışın sarı yeleklileri YENİ VE DAHA İYİ, ANARŞİST, ÖRGÜTSÜZ, ÖRGÜTLÜ DEVRİM kalıbına mı sokmaya çalışıyor?
Profesörün YENİ VE DAHA İYİ devrimi de dahil, daha sonraki bütün devrimlere model İngiliz, American ve Fransız devrimlerinin örgütleşmeyle başarıldığını saklayamayan profesör, başarısızlık nedenini örgütleşmede bulamadığından, dil veya beyin çabukluğuyla, başka yere kaydırmış. Sorun örgütleşme / örgütleşmeme olmaktan çıkıp başarılı olduktan SONRAKİ başarılı / başarısız olma kalıbına girmiş. Profesör, İngiliz, Amerikan, Fransız devrimleri başarısızlığını solcuların bıkıp usanmadan ısıtıp ısıtıp önüne getirdikleri basmakalıp eleştirilerle becermiş. Örgütle başarılan SOL DEVRİMLERDE ise dilini yutmuş, ʻdevrimden sonraki başarısızlıkʼ becerisini becerememiş. Örgütleşerek başarılan Rus, Doğu Avrupa, Çin, G. Kore, Küba, Vietnam devrimlerinin başarısızlığı sanki ayıp örtme donu olmuş. Aslında ve bence, asıl başarıları asıl ilahi gücün Kapital olduğuna uyanmaları ama ne sağ ne sol bunu kabul eder.
Bu sol devrim profesörünün marifetinin altında yatan mantığını bilgisayar diline tercüme edersek ne kadar büyük beyinli olduğu daha bariz olur.
ÖRGÜTLEŞME – BAŞARILI DEVRİM / SIFIR – BİR
İhtimaller:
1. Örgütleşme olur, devrim başarılı olur: İngiltere, Amerika, Fransa, Rusya, Doğu Avrupa, Çin; K. Kore, Küba.
Bu şıkda, profesör, ʻneden – sonuçʼ yerine dil veya beyin çabukluğuyla ʻneden – doğru/yanlış devrimʼ muhabbetine dalmış.
2. Örgütleşme olur, devrim olmaz: Günümüzde hâlâ bakire Marksizm peşinde koşanlar. Hatta bu profesör, diğer bir yazısında, yer altına giren böyle birini göklere çıkarmıştı. Unutmayın, toprak anadır, gök baba. Kalıba sokma salt sağ ve sol devrimcilerin tekelinde değil.
3. Örgütleşme olmaz, devrim olmaz: Ezilen ayak takımlarının alın / gen yazısı, bilinçsizliği, cahilliği, örgütleşememleri falan filan …. Bitip tükenmeyen devrimci solcu önderlerin dırdırları.
Bir ihtimal daha var, o da yeni ithal edilmiş anarşizm modası mı dersin?
4. Örgütleşme olmaz, devrim olur! Ya da oldu olacak.
Eski modası geçmiş slogan: Dünya devrimcileri birleşin!
Yeni moda slogan: Dünya devrimcileri birleşmeden birleşin!
Aslında son derece acı bir durumla karşı karşıyayız. En azından son 4-5 yüz yıldır canavar kendi kendiyle konuşmakta. Ne yazık! Asıl ve her gün olan devrimi destekleyenler, devrimci – karşı – devrimci olduklarını bile görmezler. Bunlar salt ʻWORDS AND THINGSʼ dünyasının kalıbına uydurma ʻWORDSʼ mütahassızları.
İkinci bir canıma yakın masal: Annem, mahaledeki fakir kızların kahve falında o zamanın en gözde başarısını beceren subayları görürdü. İkinci devrimin taklitleri sol devrimler fakir ülkelerde oldu. At gözlüklü solcuların gözleri bunu bile görmez. Annem çok daha dürüst.
Bence, bu solcu devrimciler aynı düşmanları gibi düşünürler: 4 tekerli otobüsle 4 ayaklı at arasındaki tek fark birinin daha hızlı gitmesi. Büyük beyinli basit insanlar.
http://marksist.net/suphi-koray/fransa-almanya-anlasmasi-ne-anlama-geliyor
Eğer toplumsal devrim, kerameti kendinden menkul “devrimci örgüt”lerin “öncü”lerinin kerameti kendinden menkul “devrimci” strateji ve politikaları ile başarıya ulaşamazsa, nasıl ulaşabilir?
“Devrimci taban”ın kendiliğinden ortaya çıkaracağı birbirlerinden bağımsız çok sayıda çetenin ve hatta tek başına hareket eden kişilerin dağa çıkıp ve yeraltına inip her dağ başı ve her şehirde eşkiyalık yaparak devletin kolluk güçlerine kafa tutmasıyla mı?
Daha doğrusu bu tür eylemleri diğerleriyle de, yani genel grev, protestolar, vicdani redler, seçim boykotları ve Gezici ve Sarı Yeleklilerin eylemleri gibileriyle de birleştirerek mi?
ʻ4 Anonimʼ bu siteya katkıda bulunan sayısız tipik dahilerden biri. Mantık bilmeyen bir laf cambazı.
Herif ispat edilmesi gerekeni varsaymış, hop diye dört ayağının üstüne düşmüş. ʻ4 Anonimʼ doğal olarak farkında bile olmadan ʻBAŞARIYIʼ, kendi gibi köle ruhluları, köle olduğu için de bütün analitik düşünme yeteneklerinden mahrumları kapana koyma becerisi olarak tanımlamış.
Yazısını da “devrimci örgüt”ler, “öncü”ler, “devrimci” strateji ve politika gibi profesör-vari ve entelektüel-vari, köleliğini bilhassa sergileyen, süslü püslü laflarla donamış.
Bu tanımla, doğal olarak, ʻBAŞARISIZLARINʼ kim olduğu apaçık: FAKA BASMAYANLAR.
Herif o kadar evcilleşmiş ki, kendi sorularına kendisinin cevap verdiğinin farkında bile değil.
Yahu insan bu kadar cahil olur. İlk devrimden günümüze kadar BAŞARILI olan devrimlerden bile dersini almamış bu herif! Daha doğrusu, okul+medya mağduru. BAŞARILI olanlar bile sonradan BAŞARISIZ oldular ve sayısız solcu devrimci lak laklarına neden oldular be mubarek!
Hatta bu lak lakların bininin bir para olduğu sitede olduğundan bile habersiz bu zavallı!
Halihazırda bir Amerikalı ʻthink tankʼ ve İtalyan sağcılar aynı F. Başkaya gibi ama sağdan sarışın sarı yeleklilere sahip çıktılar.
Zaten ne zaman bir kıpırdama olsa, aynı nerede bok orada sinek çok misali, sağ/sol hemen hazır ve nazır.