Fikret Başkaya / Profesyonel Politikacı
Latin dillerindeki ‘politikanın’ bizdeki karşılığı siyaset, seyislik, at idare eden, idam, memleket idaresi gibi anlamlar içeriyor. Meydan-ı siyaset de, idam cezasının infaz edildiği yer. Burjuva toplumunda siyaset profesyonel politikacıların işidir, bir meslektir… Kapitalizm öncesi dönemlerde bugünkü gibi bir siyasetçiler taifesi mevcut değildi. Aslında siyasi partiler aracılığıyla mesleklerini icra eden profesyonel politikacılar taifesi, mülk sahibi sınıfların ve onların devletinin taşeronudur… Ve ‘bal tutan parmağını yalar’ denmiştir… Tabii siyaset yapma işinin bir grup profesyonele tevdi edildiği bir rejimin ‘demokratikliğinden’ söz etmek de abestir… Politikacının misyonu ve varlık nedeni, kitleleri kandırmak, aldatmak, oyalamak, egemenlik sistemini ve tabii ideolojik köleliği, üretmek, yeniden üretmektir…
Eski Rejimlerde [AnciénRégime] bu günkü gibi ayrı bir siyaset erbabı yoktu. Eski Rejimler yıkıldığında, ‘bundan sonra kim yönetecek’ sorusu gündeme gelmişti. Eski yönetici sınıflar tasfiye edildiğine, sahneden çekildiğine göre, kimin yöneteceği, nasıl yöneteceği, nasıl bir yönetim olacağı tartışma konusu olmuştu. İşçiler yönetemez çünkü, cahildirler, kadınlar yönetemez zira ‘duygusaldırlar’, kolay etkilenirler, yönlendirilirler dendi… O zaman geriye eğitimli, bilgili ve parası olanlar kalıyordu… İş onlara düşüyordu… İşte temsili demokrasi denilen bu sorunun cevabı olarak peydahlandı. Politika yapma işi bir kısım ‘orta sınıf’ unsurlarının işi haline geldi…
Kapitalist için kâr ne ise, profesyonel politikacı için de oy aynı şeydir. Kapitalist gözünü bir sonra üreteceğine çevirir, gözünü bir sonraki üretim çevrimine diker. Onun için önemli olan ürettiği değil, üreteceğidir… Politikacı da gözünü gelecek seçimlere diker. Daha milletvekili seçilip, parlamentonun kapısından girdiğinde gelecek seçim kaygısına kapılır. Durmadan yalan söyler, sürekli bir şeyler vadeder ama verdiği sözlerin hiçbirini tutmaz… Zaten verili kapitalist ilişkiler dahilinde, istese de tutamaz… Bugüne kadar hiçbir siyasi partinin programında yazılan hiçbir şeyin gerçekleştiği görülmemiştir. Mesela tüm siyasi partilerin programında ‘işsizliğin ve yoksulluğun’ ortadan kaldırılacağı yazılıdır ama işsizlik ve yoksulluk katlanarak devam eder… Kaldı ki, kapitalizm dahilinde işsizliği ve yoksulluğu ortadan kaldırmak zaten mümkün değildir… Zira, sistem işsizliği ve yoksulluğu artırmadan yol alamaz, var olamaz… Dolayısıyla işsizliği ve yoksulluğu önleme retoriği, olmayan duaya amin demek gibi bir şeydir… Ve insanlar, vadettikleri hiçbir şeyin gerçekleşmediği, sürekli yalan söyleyen bu kaşarlanmış burjuva siyasetçilerine ve burjuva partilerine oy vermeye devam ederler… Gerçi her seferinde ‘daha az kötü’ olana oy verdiklerini düşünürler ama, ‘daha az kötü olan da netice itibariyle kötü olduğuna göre!’
Profesyonel politikacı, ait olduğu, üyesi olduğu parti zemin kaybettiğinde, daha doğrusu kitleleri aldatma-oyalama yeteneği aşındığında, ya yeni bir parti oluşumuna dahil olur- ki, esasen “yeni parti” denilen eski şarabı yeni şişede sunmaktan ibarettir- ya da seçim şansı yüksek olan bir partiye kapağı atmanın yollarını arar… Eğer transfer olmayı başarırsa, eski partisine demediğini bırakmaz… İktidar partisinden gelecek bir ‘bakanlık’ teklifini koşa koşa kabul eder ve daha düne kadar etmediği küfür, hakaret kalmamış ‘yeni liderini’ öve öve bitiremez… Tabii bütün bunları da ‘vatan, millet, Sakarya…’ için yaptığını söyler. Profesyonel politikacının biricik amacı, kendisini, ailesini ve yakın çevresini zenginleştirmek, bu amaçla da bütçeyi ve hazineyi yağmalamaktır.. O sahte bir oyunun figüranıdır sadece. [Tabii aralarında az sayıda da olsa, gerçekten kamu yararı kaygısıyla bu işe girişenler de vardır ama onların iradesinin bir karşılığı yoktur].
Aslında burjuva politikacısının ve burjuva partilerinin misyonu, topluma tuzak kurmaktır. Lidere sınırsız itaat esastır. Aksi halde hiçbir şansı kalmaz. Zaten partiler başkanların özel şirketi gibidir. Ne demek istediğimi anlamak için Salı günleri Meclis’teki grup toplantılarına bakmak yeter… Milletvekilleri başkanlarını boşuna huşu içinde izlemezler…
İktidar partileri seçimleri kazanmak için sürekli olarak seçim kanununu değiştirirler, mevzuatla oynarlar. Ve bir de siyasi partilerin demokrasinin vazgeçilmezleri olduğu söylenir ve bu yalana inananların sayısı da az değildir maalesef… Oysa, tam tersi doğrudur: Siyasi partiler demokrasiyi katletmenin araçlarıdır… Bizzat kendileri anti-demokratik olan, demokrasinin kırıntısına bile yaşama şansı tanımayan bu partilerin demokrasiyle ne gibi bir ilgileri olabilir?
12 Eylül Anayasasından ve mevzuatından asla şikâyetçi değildirler. Eğer aksi söz konusu olsaydı, bu ülkeyi bir askeri kışlaya çeviren cunta anayasası hâlâ yürürlükte olur muydu? Mesela yüzde on [%10] barajı kırk yıl sonra hâlâ yerinde durur muydu? Aslında seçimlerin insanları aldatmaktan başka bir amacı yok! Kitleleri oyalamak için sahnelenen sahte bir oyun… Yüzde onluk seçim barajı daha baştan seçmenlerin önemli bir bölümünü devre dışı bırakmak demektir… Diyelim, 4 parti sırasıyla %9,5-%9- %8,5 ve %8 oy aldı… Bu daha baştan seçmenlerin %36’nın oyunun çöpe atılmasıdır… Buna bir de seçimlerde oy kullanmayanları, kullanmak istemeyenleri ekleyin… oynanan oyun ortada değil mi? Böyle bir mevzuat ve pratik geçerliyken, oyların %20’ini alan bir partinin iktidar olması pekâlâ mümkündür… Ve buna “milli iradenin” gerçekleşmesi diyeceklerdir, oysa gerçek dünyada “milli irade” diye bir şey yoktur…
Seçim barajını “yönetimde istikrar, temsilde adalet” gerekçesine dayanarak savunuyor olmaları da rahatsız edici… Tabii bununla kendilerini ele vermiş oluyorlar. Öyle ya, istikrarı sağlamak için insanların kullandıkları oyların yarıya yakınını yok saymakta bir beis yoktur… Oradaki amaç aslında “yönetimde istikrar” ama sorun kimin istikrarı olduğuyla ilgilidir… Yüzde on barajı, Kürtleri ve Solu Meclise sokmamak için konmuştu. Fakat beklemedikleri bir şey oldu, 7 Haziran [2015] seçimlerinde Kürtlerle Solun ittifakı barajı aştı… Ve gereği düşünüldü: Seçim yok sayıldı… Sonrası herkesin malûmudur…Tabii “istikrar” da tesis edildi…
Esasen, seçenle-seçilen arasında bir ‘temsil’ ilişkisi de yoktur. Siyasi parti denilen “şirketin” patronu tarafından tayin edilene oy veriliyor… Oy kullanmanın “bir vatandaşlık görevi” olduğu da söylenir… Oysa vatandaşlık görevini yapabilmek için önce ‘vatandaş olmak’ gerekir. Bir nüfus cüzdanına, bir vatandaşlık numarasına sahip olmak, vatandaş olmak için yeterli koşul değildir… Gerçek vatandaş kime, neden oy verdiğini bilen olabilir… Gerçekten vatandaş, vatandaş olsa, bu sefil partiler olur muydu? İnsanlar bu saçma oyunda figüran olmaya, itilip-kakılmaya razı olurlar mıydı?
Politika yapma işi yegâne amaçları sömürü, yağma ve talan düzenini meşrulaştırmak ve sürdürmek olan, bal tutup parmağını yalayanların işi olmaya devam ettikçe, işlerin sarpa sarması kaçınılmazdır. O zaman yapılacak şey belli: Politika yapma işini profesyonellerin elinden almak!
Son derece banal bir yazı. Başkaya yazmasa, Zileli buraya koymasa, okuyucular okumasa değişen hiçbir şey olmazdı.
Meydan-ı siyaset idam cezasının infaz edildiği yermiş.
Ali Kırca “siyaset meydanı” programına başlarken bunu biliyor muydu?
Yazı genel olarak iyi, ama şu cümleyle başlayan bölüm benim aklıma yatmadı:
“Yüzde on barajı, Kürtleri ve Solu Meclise sokmamak için konmuştu. ”
O barajın konulduğu tarihte, ve daha öncesinde, hiç bir zaman “Kürtlerin meclise girmesi” diye bir sorun olmamıştı. Dolayısıyla, bu barajı koyanların da aklında öyle bir endişe yoktu. Barajı koyan 12 Eylül yönetimidir. Kenan Evren de konuşmalarında barajın neden gerektiğini savunmuştur.
Evren’e göre, 12 Eylül öncesi istikrarsızlık (ve darbenin nedenlerinden biri olarak gösterilen, meclisin cumhurbaşkanını bir türlü seçememiş olması) MHP, MSP gibi küçük partilerin meclise girmesi ve sistemi tıkaması yüzündendi. Bu nedenle, iki partiye dayanan bir meclisin seçimde baraj yöntemiyle sağlanacağını düşünüyordu.
Evren’in aklında Kürtleri meclise sokmamak diye bir düşünce olmadığı gibi, tam aksine, eski sağcıları meclis dışı, hatta siyaset dışı tutmak konusuna odaklanmıştı.
Onlara kapıyı kapayıp, liberal Özal’ı sağın başına getireceklerdi. Getirdiler de.
Evren aslında istememiş, falan, palavra. İstemediği adama şak diye vetoyu yapıştırıyordu.
(Özal’a darbe hükumetinde Maliye bakanlığı verildi ayrıca. Liberal Özal’ın bir cunta bakanı olduğu gerçeği hep unutulur, nedense).
Kürtlerin Türkiye’deki sayısı da başka mesele. Kürtlere göre bu oran %30. CIA’ya göre %18.
Amerika’da yaşayan bir Kürt ileri gelenine göre:
“Clear example is Turkey with its roughly 25 million Kurds living under military dictatorship …”
Bu lafı 2011 yılında söylüyor, Türkiye’de askeri diktatörlük altında 25 milyon Kürt (%30) yaşıyormuş.
Bu durumda %10 barajının ne hükmü var?
Adamlarda bu barajı tam üç kere aşacak ve AKP hariç tüm partileri aşacak potansiyel varken??
“Ali Kırca “siyaset meydanı” programına başlarken bunu biliyor muydu?”
Belki de “Siyaset Meydanı’na çağırmak”, yani “meydan okumak” gibi bir anlam kastedilmiş olabilir.
Nişanyan’ın etimolojik açıklaması;
Okumak
27 Aralık 2008
Türkçe okumak eylemi esasen “çağırmak, yüksek sesle seslenmek” demek. Meydan okumak, şiir okumak, lanet okumak, künyesini okumak deyimlerinde bu özgün anlam korunmuş. Şiir okuyor derken kitaptan yahut prompter’den baktığını kastetmiyoruz. Meydan okumak deyimi de 17. yüzyıl sözlüklerinde meydane okımak diye geçiyor. Yani meydana çağırmak.
Düşünürseniz yazı yazmak ve yazı okumak işlemleri dilin evriminde çooook geç bir dönemde ortaya çıkmış. Dolayısıyla bunları ifade eden sözcüklerin derivatif, muhtemelen mecazi anlam taşıması kaçınılmaz bir şey. Daha önce başka bir anlamı olan fiil yeni işleme uydurulmuş. İngilizce read’in esas anlamı “tahmin etmek, çözmek”; Almancada halen aynı anlamda kullanılan raten ile aynı sözcük.
Arapça kara’a okumak. Kıra’at ve Kur’an oradan geliyor. Arap dilinde bu fiilin başka bir anlam veya nüansına rastlanmıyor. Ama Arapça ile yakın akraba bir dil olan Aramice’ye bakınca kara’a: 1) çağırmak, seslenmek, 2) okumak, anlamlarını buluyoruz. Bu da normal çünkü Aramice Arapçadan yaklaşık binaltıyüz yıl önce yazıya geçmiş, Araplar yazıp okuma işlerini Arami kuzenlerinden öğrenmişler. Kelimeyi de muhtemelen onlardan almışlar.
“Yazı genel olarak iyi”
Yapmayin, etmeyin..
Bu yazinin neresi ‘iyi’?
Hala daha gectigimiz yuzyilin (ki, o zaman da demode idiler) kavramlariyla bir seyler soylemege calisan, siradan bir cemkirme yazisi.
Soyle bir baktim, neresini duzeltebilirim diye.. ve, vazgectim.
Yazinin tamamini yeniden yazmak gerekir.
Gerekir dedigime bakmayin, gereksiz bir yazinin tamamini yeniden yazmak gerekmez.
Yazıyı beğendim, çünkü seçim barajı problemi, diğer önceliklerimize kıyasla, fazla kurcalanmadı.
Bence bu barajın kaldırılması “olmazsa olmaz” bir hedefimiz olmalıydı.
60’lı ve 70’li yılları incelersek, küçük partilerin de meclise rahatlıkla girdiğini görürüz. Bugünkünden daha demokratik.
Demokrasinin kalitesi küçük partilerin varlığından ve onların iktidarda ne kadar var olduğu gerçeğinden anlaşılabilir.
“Güzel” ülkelerde bakıyorsun ufacık bir parti iktidarda yer alıyor, koalisyon üyesi olarak. Biz de güzelleşelim.
‘Güzel’ ülkelerde bakıyorsun ufacık bir parti iktidarda yer alıyor, koalisyon üyesi olarak. Biz de güzelleşelim.
Bunun, ufacik bir ilde (ya da ilcede) dogmus (ve yetismis) birisinin Bakan olmasindan ne farki var?
Sonucta, butun siyasi partiler kendi iclerinde kolaisyonlardan olusmuyor mu?
Guzellesmek diyorsaniz, neden bu guzellesmekten sayilmiyor?
Parti içinde koalisyonlar (değişik hizipler arasında) oluyor da, yürümeyince parti dağılıyor. Dolayısıyla, yine başa dönüyoruz. barajı geçemeyen küçük parti sistem dışı kalıyor, kendi aldıkları oylar da.
Oysa, bir tek oy bile mecliste temsil edilemiyorsa bu anlamsız ve antidemokratiktir.
2002 seçimlerinde kullanılan oyların yarısına yakın bir kısmının seçim sonrası kurulacak olan mecliste bir karşılıkları yoktu. Skandal!
Hesaba alınmayan oyların meclisteki karşılıkları ganimet gibi yağma edildi, meclise giren partiler tarafından.
İktidar ve meclis partileri başka partilerin oylarıyla fazladan koltuk sayısı elde ettiler.
Normal bir ülkede bu tür olağanüstü durumlar başgösterdiğinde yapılacak şey basittir: geçici bir teknokratlar hükumeti kurulur, bunların ilk işi de seçim kararı almak olur, yeni bir seçime gidilir.
Bu süreçte ise kıl payı barajı kaçıranlar kendilerine yeni ve daha gerçekçi bir strateji belirlerler. Belki, iki parti birleşir, ya da başka bir seçim taktiği kullanırlar.
Ama bu yapılmadı, meclise girmiş olan parti eline kazayla (ya da hile sonucu) böyle bir olanak geçmiş, kullanacaktı sonuna kadar. Demokrasiyi, hakkaniyeti falan takmadılar tabii.
“Parti içinde koalisyonlar (değişik hizipler arasında) oluyor da, yürümeyince parti dağılıyor.”
Bu sart degil.
Son zamanlarda, bu dediklerinizin pek de gerceklesmedigine en iyi ornek, herhalde, CHP olsa gerek.
Kendi icinde muhtelif ve birbirine (bazi, ya da bazi onemli konularda) zit oldugu halde, ayrilip gitmeyen/gidemeyen gruplardan olusuyor –en azindan benim haricten gozlemledigim budur.
Bu durumun ‘yurudugu’nu soylemek zor cunku butunun (‘parti’nin) toplam oyu pek artmiyor. Ama, ona ragmen bolunmuyor da.
“Dolayısıyla, yine başa dönüyoruz. barajı geçemeyen küçük parti sistem dışı kalıyor, kendi aldıkları oylar da.”
Fakat, hangi sistemi secerseniz secin, bu hep boyle olmak zorunda degil midir?
Birakin parti seviyesini, hayatta da, herhangi bir konuda bir karar alindiginda, ona riza gostermeyenler –bir anlamda– yok sayilmis olmuyor mu?
“Oysa, bir tek oy bile mecliste temsil edilemiyorsa bu anlamsız ve antidemokratiktir.”
Ben, citayi bu kadar yuksek koymanin calisilabilir (‘workable’) bir cozume bizi goturecegini dusunmuyorum.
Yani, ‘tek oy bile’ diyerek, geri kalan herseyi onemsiz saymak bence cok da isabetli bir yaklasim degil.
“2002 seçimlerinde kullanılan oyların yarısına yakın bir kısmının seçim sonrası kurulacak olan mecliste bir karşılıkları yoktu. Skandal!”
Dogru mudur degil midir, arastirmadim.
Diyelim ki dogrudur.
Peki, ‘kullanılan oyların yarısına yakın’ini veren insanlarin reaksiyonu ne oldu?
Isyan cikardiklarini hatirlamiyorum.
Olmaya ki, onlar da, realitede, verdikleri oylarin ‘seçim sonrası kurulacak olan mecliste bir karşılıkları’ olamayacagini kabul ettiler?
Abes bir ornek oldugunun farkindayim; ama, yine de yazayim:
Ben, mesela, herkese birer adet ucan araba vaad eden herhangi bir partiye oyumu verebilirim. Diyelim ki, secmenin yarisina yakini da benim gibi davrandi (tesaduf).
Fakat, secim sonrasinda gorduk ki, bunun yapmanin imkani (en azindan bugun icin) yok.
Boyle bir durumda, baskalarini bilemem; ama, ben sokaklara dokulup isyan etmezdim.
Bir sonraki secimde de ayni vaade oy verir miydim?
Veririm.
Cunku, ben, ucan araba istiyorum 🙂
“Hesaba alınmayan oyların meclisteki karşılıkları ganimet gibi yağma edildi, meclise giren partiler tarafından.
İktidar ve meclis partileri başka partilerin oylarıyla fazladan koltuk sayısı elde ettiler.”
Bunun sistemik bir cozumu pek de yok, malesef.
Tek teselli, bunun olacagi onceden bilinen bir sey oldugudur. Yani, kurallar onceden belliydi.
“Normal bir ülkede bu tür olağanüstü durumlar başgösterdiğinde yapılacak şey basittir: geçici bir teknokratlar hükumeti kurulur, bunların ilk işi de seçim kararı almak olur, yeni bir seçime gidilir.”
Teorik olarak boyle de, arada gecen zamanin (secim ustune secim yapmakla gecen zamanin) da bir maliyeti var.
Insanlarin tek derdi ‘demokratik’ bir Meclis degil. Hatta, belki de en son siralardaki tercihi odur. Insanlar, olabildigince stabil/istikrarli bir ekonomi isterler.
Sizin dediginize en kotu ornek, bence, Hitler-oncesi Almanya olabilir..
Her kafadan bir sesin ciktigi, fikirler curcunasi olmus bir Meclis yuzunden paralize olmus bir ekonomi, insanlari, alenen otoriterlik vaad edenlere (bu ornekte, Hitler’e) yoneltir.
Oyle de oldu.
Yani… ‘Allahtan ne istediginize dikkat edin, gerceklesirse halinizin ne olacagini da dusunun’ lafinda oldugu uzere, taleplerimizin (karsilandigi durumlarda) en azindan bir adim sonrasinda hangi sonuclari doguracagini da dusunmeliyiz bence.
Kizgin tavadan atlamak istemek iyidir de, atlayinca atese duseceksek, ‘kalsin, alamayayim’ demek bazan daha evla olabilir.
“Bu süreçte ise kıl payı barajı kaçıranlar kendilerine yeni ve daha gerçekçi bir strateji belirlerler. Belki, iki parti birleşir, ya da başka bir seçim taktiği kullanırlar.”
Olsa, tabii ki, iyi olur.
Ama, gercekci olacak isek, bu dediklerinizin olacagina –baskalarini bilemem, ama ben– inanamiyorum pek. Cunku, secim oncesi kamuoyu yoklamalari filan zaten sonucun ne yonde olacagini gostermistir.
Ona ragmen, birlesmemislerse, programlarini dgistirmemislerse, secimden sonra (hemen yapilacak bir sonraki secimde) bunu yapacaklarinin bir garantisi yok bence.
“Ama bu yapılmadı, meclise girmiş olan parti eline kazayla (ya da hile sonucu) böyle bir olanak geçmiş, kullanacaktı sonuna kadar. Demokrasiyi, hakkaniyeti falan takmadılar tabii.”
Secimlerde hile yapmanin da oyunun bir parcasi oldugunu kabul ederseniz, daha sogukkanli bakabilirsiniz konuya bence.
Herkesin yaristigi bir ortamda, hile yapacak gucu ve becerisi olan, kazandigi taktirde daha basarili olmak ihtimalini de sergiler.
Teşekkürler beğendim.
Hiç kimse mükemmel değildir ama bende kimse değilim
“Hiç kimse mükemmel değildir ama bende kimse değilim”
‘Köle kimse’ nedir?
Cahil oy çoğunluğuna dayanan mevcut iktidar üretici güçlerin gelişmesinin önündeki ana engeldir.
Onların üretici güçlerden anladığı şey tüketici ve plansız bir şekilde her yeri kaplayan bir betonlaşma ve sanayileşmedir.
Ne yazık ki, sayın Zileli gibi bazı anarşistler ve diğer bir kısım sol da, aynı hatalı yaklaşımla, “Üretici Güçler Teorisi”ni toptan reddederek bir kalemde mahkum ediyorlar.
Yani, yanlış “üretici güçler teorileri”ni değil, bir bütün olarak üretici güçleri.
Bu, evrimi yanlış bir şekilde açıklayan teorileri ve onlara dayanan totaliter Sosyal Darwinist iktidarları mahkum etmek adına evrim olgusunu inkar etmek gibi bir şeydir.