Fikret Başkaya / “Neoliberal köktencilik”, komprador devlet, eş-dost-akraba kapitalizmi ve çöküş.
1. Kapitalist dünya sistemi 1970’lerin başında krize girdi ve 1974-75’den itibaren de kriz, tüm kapitalist ülkeleri etkisi altına aldı. Fakat kriz, bildik devrevî [konjonktünel] krizlerden biri daha değildi, yapısal krizdi… Krizden çıkmak üzere sermaye saldırıya geçti. Amaç İkinci Emperyalist Savaş sonrasında oluşan, refah devleti, sosyal devlet, kayırıcı devlet, ulusal kalkınmacı devlet… denileni tasfiye etmekti. Başka türlü söylersek, ezilen-sömürülen sınıflara, yeryüzünün lânetlilerine yönelik kapsamlı bir saldırı söz konusuydu. İşte o saldırının adı neoliberalizmdi… 1980’den başlayarak, adım adım neoliberal reçeteler dayatılacaktı. Aslında 1980 yılı hem kapitalizmin ve hem de insanlığın tarihinde bir dönüm noktasıydı, bir ‘kırılma anıydı’… Belirli merkezlerde oluşturulan neoliberal tezler bir de alternatifsiz ilan edildi… Bunun alternatifi yok dendi… There is no alternative [TINA] dendi ve üstelik bu uyduruk neoliberal model tüm dünyada geçerli olacaktı…
Buna göre ekonominin yönetimi münhasıran özel şirketlere bırakılmalıydı… Böylece rekabet ortamında kaynakların etkin kullanımı mümkün olurdu… Bu yüzden kamuya ait işletmeler özelleştirilmeliydi. Devlet birkaç sınırlı işlev [iç ve dış güvenlik, yargı] dışındaki alanlardan elini çekmeliydi. Geriye kalan ne varsa, işte sosyal hizmetler, eğitim, sağlık. sosyal güvenlik , su, elektrik, ulaşım, iletişim… her şey özelleştirilmeliydi… Bütün bunların bedeli kullanıcılar tarafından ödenmeliydi. Vergilerle karşılanmamalıydı…İyi de o zaman onca vergi neden alınıyordu? Çalışma [iş] piyasası liberalize edilmeli, “serbestleştirilmeliydi”… Asgari ücret gibi şeylere tevessül edilmemeliydi. Sendikal haklar sınırlandırılmalı, sendikalar etkisizleştirilmeli, ücretler işçiyle işveren arasında ‘özgürce’ belirlenmeliydi…
Sermayeden alınan vergiler olabildiğince azaltılmalıydı, zira, yüksek oranlı vergiler sermaye sahiplerinin, kapitalistlerin yatırım hevesini kırar, onları caydırırdı… Kredi sorunu da özel sektöre havale edilmeliydi ki, böylece kredi arzı ve talebi rasyonel bir işleyişe kavuşsun… Tabii Merkez Bankaları da ‘bağımsız’ olmalıydı… Bununla iş garantiye alınmak isteniyordu. Bütçe asla açık vermemeliydi, verirse vergilerle değil, borçlanarak finanse edilmeliydi… Böylece kapitalistlerden alınması gerekirken alınmayan vergilerin karşılığı olan finansal kaynak kamuya [devlete] ‘borç olarak’ verilebilirdi, verildi ve veriliyor… Ve bütün bu “ilkeler” sadece tüm devletler tarafından uyulmakla kalmamalı, bölgesel ve uluslararası ilişkiler için de geçerli olmalıydı… Bunun için de sermayenin hareketini sınırlayan tüm ‘engeller’ bertaraf edilmeliydi… Neoliberal köktenciliğin üç sloganı, Liberalizasyon, deregülasyon, privatizasyon’du. [Serbestleştirme, kuralsızlaştırma ve özelleştirme]. Lâkin, geride kalan yaklaşık dört on yılda, neoliberal reçete, hastalığın tedavisinde beklenen sonucu vermedi, en kapsamlısı 2008’de olmak üzere kapitalist sistem bir krizden diğerine savruldu… Tam bir dengesizlik ve iğretilik sarmalına hapsoldu… Artık duvara toslamış bulunuyor…
2. Türkiye neoliberalizm trenine 1980 yılında ünlü 24 Ocak Kararları ve onu tamamlayan, Atatürkçü/NATO’cu ordunun 12 Eylül Amerikancı faşist darbesiyle bindi… Trene ilk atlayanlardandı… 24 Ocak kararlarıyla Türkiye ekonomisi dışa açılacak, ihracat öncülüğünde büyüyecek, kalkınacak, ‘muasır medeniyet seviyesine hızlı adımlarla tırmanacak ve en tepeye çadır kuracaktı…
Aslında 24 Ocak Kararları ve Amerikancı/NATO’cu faşist darbeyle Türkiye’nin egemenleri, mülk sahibi sınıfları densin, her türlü ulusal kalkınmacılığa elveda demişlerdi. Yeniden kompradorlaşma tercihi yapmışlardı. Her türlü ulusal/kalkınmacı/sosyal kaygıya elveda demişlerdi… Elbette ‘dışa açılmak’ fena bir fikir değildir ama, nerenizi, nasıl ne kadar kime açtığınız da önemsiz değildir… Aslında dışa açılma retoriğiyle, ülkenin kaderi dışarıya, emperyalist sermayeye ihale edilmişti… Kompradorlaşmış ekonomi ve devlet demek, esas itibariyle dış belirleyiciklere, dışarıya tabi bir ‘yeniden yapılanma ve işleyiş’ demektir. Artık ekonominin iç eklemlenmesi ortadan kalkmıştır. Ekonominin farklı sektörleri arasındaki karşılıklılık ve tamamlayıcılık ortadan kalkmıştır… Her bir sektör yüzünü ‘dışarıya’ çevirmiş durumdadır… Tabii her ileri aşamada ekonominin daha da kırılganlaşması, dış belirleyiciliklerden daha çok ve kolay etkilenir, yara alır hale gelmesi de kaçınılmazdır… Siz Türkiye’nin şimdilerde neden sığır ithal eder hale geldiğini sanıyorsunuz? Bu durum, doğrudan kompradorlaşmanın sonucudur ve başka türlü olması da mümkün değildir… Özetle söylersek, şimdilerde Türkiye’nin içine sürüklendiği sefil durum, neoliberalizme koşulsuz teslimiyetin, rejimin kompradorlaşmasının doğrudan sonucudur…
Fakat, 12 Eylül faşist darbesiyle bir şey daha yapıldı: Dinci gericiliğin ve Siyasal İslam’ın önü sonuna kadar açıldı. Bu gün yaşananlar 1980 yılında yapılan bu iki tercihin, kompradorlaşmanın ve dinci gericiliğin önünün açılmasının sonucudur. Ülkenin yönetilemez duruma gelmesinin asıl nedeni budur… Dolayısıyla, neden söz ettiğini bilmek önemlidir…
3. Türkiye ekonomisinin temeli 1980’den sonra aşınmaya devam etti. Fakat, aşınma Politik İslamcı AKP’nin 16 yıllık iktidarı döneminde hızlandı, derinleşti, yoğunlaştı… Küresel planda sermayenin “yeni değer”, “fazla değer”, “artı-değer” üretmekte/yaratmakta zorlandığı, finanslaşmanın tarihte görülmemiş boyutlara çıktığı ve değersizleşme riskiyle yüz-yüze geldiği bir dönemde, ucuz ve kolay borçlanmak da kolaylaşmıştı…Reel sektörde değerlenme sıkıntısı çeken küresel sermaye, Türkiye gibi ülkeleri borçlandırarak, kredi vererek, kendini güvence altına alma yoluna gitmişti… AKP dönemindeki aşırı borçlanma böylesi bir konjonktürün sonucuydu…
Değer üretmekle zorlanan Türkiye ekonomisi [AKP hükümeti] çözümü daha çok borçlanmakta gördü ve ülke aşırı borç altına sokuldu. İkincisi, ülkenin varı-yoğu özelleştirme adı altında eşe-dosta-akrabaya-yandaşa peşkeş çekildi… Bunun anlamı, yeni üretim alanları yaratmak şurada dursun, var olanı da yağmalamak, talan etmek, yok etmek demekti… Artık sistem “yeni değer”, “fazla değer”, “artı-değer” üretemez durumda… Alınan dış krediler, toplanan vergiler ve özelleştirmelerden gelen kaynaklar eşe-dosta-akrabaya-yandaşa peşkeş çekildi, geri kalanı da inşaata (yol, köprü, konut, rezidans, AVM, devasa camiler, vb.] yatırıldı. Lâkin bir sorun vardı: İnşaat değer yaratmazdı… Daha önce yaratılmış değeri kullanırdı… Ve borçlanmayı da belirli eşik aşıldığında sürdürmek artık mümkün değildir… Borçlanmayı sürdürebilmek için asgari (yeterli) bir büyüme oranı gerekir. Borcu borçla ödemenin de bir sınırı vardır ve şimdilerde o sınıra dayanıldı…
4. Üç nedenle artık Türkiye’nin içine sürüklendiği durumu kriz kavramı karşılamıyor: Birincisi, kriz ‘normal durumdan’ bir sapma demeye gelse de, ‘normale dönüşü de ima eder… Türkiye’nin içine sürüklendiği durum artık ‘bir önceki’ duruma, “normale” dönüşe uygun değil. Nobel ödülü sahibi de olan, Rus kimyager-fizikçi Ilya Prigogine [1917-2003], “Eğer bir kimyasal, biyolojik veya sosyal sistem, genel denge durumundan fazlaca saparsa ve bu sıklıkla tekrarlanırsa, artık bir daha sistem yapamaz” demişti… Dolayısıyla Türkiye için eskiye dönüş mümkün görünmüyor ama yeni bir şey, farklı bir şey yapmak mümkün…
İkincisi, kriz dendiğinde ekseri ekonomik kriz kastediliyor… Oysa, Türkiye bir dizi krizler [sosyal, politik, ekolojik, jeopolitik, etik. vb.] sarmalına hapsolmuş durumda… Artık bir sorunu çözmek, başka bir sorunu azdırmadan mümkün değil. Mesela, enerji sorunu “çözmeye” yeltenildiğinde, müthiş bir ekolojik yıkım [doğal çevre tahribatı, tarımın kötüleşmesi, vb.] ortaya çıkıyor… Bu tam bir boşa koysan dolmaz, doluya koysan almaz durumudur…
Kaldı ki, Politik İslamcı AKP iktidarının, bu despotik rejimin zaten hiçbir sorun çözme yeteneği yoktur… Geride kalan 16 yıla bak anlarsın… Zira, dünyayı anlamaktan acizdirler… Lâkin, haklarını yememek de gerekiyor, takiyye bahsinde ve bütçeyi, hazineyi ve müşterekleri yağmalama hususunda onlarla kimse yarışamazdı…
Ve üçüncüsü, kriz söylemi, egemenlere insanlara ‘normal koşullarda’ kabullenemeyecekleri bedelleri ödetmeyi kolaylaştırıyor… Kriz sanki birilerinin [bu ülkenin varını-yoğunu yağmalayan, talan edenlerin] eseri değil de, doğal afet’ türü bir şeymiş gibi bir algı yaratmaya yarıyor…
Eğer öyleyse, Türkiye’nin içine sürüklendiği durumu en iyi ifade eden kavram çöküş olabilir… Zira ve eğer bir sistem, bir sosyal formasyon, bir uygarlık, “verili koşullarda, toplumun temel ihtiyaçlarını [su, gıda, güvenlik, sağlık. eğitim, konut, vb.] karşılamakta zorlanırsa, orada artık krizden değil, çöküşten söz etmek gerekecektir…
– Nişanyan yazmış –
Liboşlar çeşit çeşit
Siyasi ve ahlaki bir ideal olarak Liberalizmi tartışmayacağız. Bireyin akıl ve vicdanının özgürlüğünden daha önemli bir dava ben tanımıyorum; o davayı bilmeyen ve benimsemeyenle hangi zeminde ne tartışılabilir, onu da bilmiyorum.
Kolektif kimlik, aidiyet, sadakat, dayanışma, vatan, ecdat ve saire de lazım, inkar etmem. Ama bunları kanının son damlasına kadar savunacak milyonlar her zaman bulunur. Fikir ve eylemiyle insanlığa örnek olmayı önemseyenlerin yeri orası değildir, Sokrates’le beraber baldıran zehiri içenlerin yanıdır.
*
Neoliberalizm veya kısaca Liberalizm adı verilen ekonomik teoriler manzumesi 1970’lerde Şikago Üniversitesinde Milton Friedman çevresinde şekillendi, 1980’lerde Reagan ve Thatcher önderliğinde dünyaya egemen oldu. Gerekli ve neredeyse kaçınılmaz bir şeydi. Dünya Harbinden sonraki 30 yılda Batı ülkelerinin izlediği sınırsız sosyal dayanışma politikaları devleti aşırı derecede büyütmüş, girişimciliği kösteklemiş, Batı dünyasını topyekün iflasın eşiğine getirmişti. 74’te başlayan petrol krizi o yolun çıkmaz olduğunu gösterdi. Çözüm arandı, bulundu. Devleti küçült. Sermaye üzerindeki vergi yükünü hafiflet ki yatırıma yönelsin. İçte aşırı yükselmiş ücretleri indiremiyorsan, yatırımı daha ucuza işçi çalıştırabileceğin üçüncü dünya ülkelerine aktar.
Dara girmiş tüccar siyasetiydi. Gerçekçi bir alternatifi var mıydı bilmiyorum. Sakın sosyalizm demeyin bana: zaten problem sosyalizmdi, çözüm değil. Sosyalizm demek – şairlere kulak asmayın siz – daha az yatırım, daha çok tüketim demek. Eldeki parayı sermayeye yatırmak yerine işçine ücret olarak dağıtmak demek, ki işçin gitsin eğitime, sağlığa, çamaşır makinesine, gazoza harcasın. Peki paran bittiyse ne yapacaksın?
Diğer sorun aç dünyanın uyanmasıydı. Düne kadar taş devrinde yaşamış ülkeler “kalkınma” hırsına kapılmıştı; Batı’ya yığılmış kaynakların bir kısmı oraya aktarılmazsa, Soğuk Savaş şartlarında nerelere sapacakları belli olmazdı. Aktarıldı. Bir kısmı astronomik olarak artan petrol fiyatları yoluyla petrolcü ülkelere aktı. Bir kısmı sermaye yatırımı yoluyla Doğu Asya’ya, sonra Türkiye dahil öbür orta karar ülkelere transfer edildi. O işin olması için uluslararası ticaretin ve sermaye hareketlerinin liberalleşmesi, yani serbest bırakılması gerekliydi. Bırakıldı. Dünya tarihinde görülmemiş “kalkınma” son kırk yılda bu sayede yaşandı. Dubai’sinden Kuala Lumpur ve Şanghay’ına kadar, yüzlerce yeni metropol, binlerce hava alanı, on binlerce gökdelenle dünyamız şenlendi.
Sermaye aç ülkelere akıtılmasa ne olurdu? Ya aynı sermaye, dünyanın dört bucağında tutuşacak ihtilal ateşlerini söndürmek için beslemeye mecbur olacakları ordulara akardı, eninde sonunda ateşin sorumlusu işte bunlardır denip Sovyetler ve Çin’le papaz olunurdu. Ya da sermaye o yerlere gitmese o yerler Batı’ya giderdi, hiçbir sınır güvenlik tedbiri de o insan selini durdurmaya yetmezdi. Nitekim şimdi sermaye akımı zayıflayınca aynen öyle oluyor.
Sonuç: Batı battı. Bir tek Almanya, Doğu Avrupa’yı sömürgeleştirerek kendine nefes payı açabildi. Fransa, İngiltere tükendi. ABD, nüfusunun küçük bir dilimi Karun kadar zengin, geri kalanı ecel paniğine kapılmış bir sanayi çölüne döndü.
Friedman’cıların öngörüsünün aksine, vergileri kısınca sermaye sahipleri yatırıma yönelmedi, ranta ve tüketime yöneldi. Yatırım yapıldıysa, bürokratik ve ideolojik engeller batağına batmış Batı’da değil, çok daha büyük kar fırsatları sunan aç ülkelerde yapıldı.
Devleti küçültmek için alınan tedbirler işe yaramadı. Aksine tüm dünyada kamu bürokrasileri tarihte eşi görülmemiş ölçüde devleşti, kontrolsüz bir kanser gibi toplumsal bünyeyi yutma noktasına vardı. Adım adım fark edildi ki, ekonomik özgürlük ve “kalkınma” uğruna geleneksel toplum dokularını tahrip edersen devlete olan gereksinim azalmaz, artar. Kontrolden çıkan anomi (kuraltanımazlık) eğilimlerini bastırmak için devasa polis ve cezaevi teşkilatları beslemen gerekir; sağlık ve emeklilik bürokrasileri hiçbir toplumun makul yollarla altından kalkamayacağı ölçüde büyür; yalnız ve çaresiz kalan insanlar kendilerini dinî cinnet hareketlerine kaptırdıkça, her yıl başka bir meczuplar cemaatini terörist ilan edip kılıçtan geçirmeye mecbur kalırsın.
Aç ülkeler olağanüstü bir hızla “kalkındı”. Kalkındıkça daha fazla elektrik, daha fazla petrol, daha fazla yol, otopark, uçak, metro, tatil, süpermarket, ayfon, gazoz isterisine kapıldı. Dünya yaşanmaz bir yer haline geldi. İç dengeleri iyi kurulmamış toplumlarda dehşet verici adaletsizlikler ortaya çıktı. Dün köyünde aç ve onurlu olan insanlar, dün tamah ettikleri ücretlerle şimdi elektrik faturasını ödeyemedikleri için köleden beter rezilliğe düştüler.
Bugün Batı dünyasında Neoliberal söylem iflasın eşiğinde görünüyor. Uygulamada neoliberal politikalara ciddi bir alternatif hala yok. Ama dün meydanlara çıkıp bunu göğsünü gere gere söyleyenler, şimdi saklanacak delik arayışındalar. Macron’un mumu da yansa yansa iki sene daha yanar.
Bizim gibi ülkelerin Neoliberalizmle derdi nedir, anlamak daha güç. Büyük ölçüde global (yani Batıdan esen) rüzgarın etkisidir diye düşünüyorum; moda yani. Ya da belki, bir ölçüde, “kalkınma” denilen hadisenin az önce değindiğim ahlaki ve toplumsal sonuçlarına duyulan haklı bir tepki vardır, mümkün. Yoksa Türkiye finans ve ticaret serbestliğinden Batı ülkeleri gibi zarar görmedi. Aksine, o sayede yirmi otuz yılda deliler gibi zenginleşti, “kalkındı”, bilmem kaç yüz milyar dolar bedava para gördü. Şimdi o serbestlik kalkınca başına neler gelecek ucundan gördük, devamı nasıl gelir göreceğiz.
*
Bugünlük bu yetsin. Devam edersem eğer, Neoliberalcilerin çıkardığı gaddar savaşlara, Brezilya’daki yakışıklıyla komünist kızdan neden hoşlandığıma, Venezuela’nın neden battığına, sosyalizmin neden çözüm olmadığına değinirim.
Ya da başka konuya dalar unuturum.
““Ünlü iktisatçı Milton Keynes, bugün de paradigma niteliğinde geçerliliğini koruyan çalışmalarında, sürekli olarak ‘belirsizlik’ kavramının altını çizer.” (7)
“Ünlü iktisatçı Milton Keynes” diye birini daha önce hiç duymadığım için internette araştırdım. “Milton Keynes” diye internette arama yaptığınızda karşınıza çıkan tek şey İngiltere’de bir kasabaydı!
“Milton Keynes” diye bir iktisatçı hiç yaşamamıştır. Ama Milton Friedman ya da Maynard Keynes adlı ekonomistler vardır. F. Keyman, bize bir “iktisat kokteyli” yapmıştır!”
http://haber.sol.org.tr/yazarlar/taylan-kara/hakli-dogmus-kargalar-kilavuzlar-baskin-oran-fuat-keyman-ve-nilufer-gole-193709
Liboşlar çeşit çeşit – 2
Geçen gün basit bir şey söyledim, arkadaşlar hayretlere gark oldu, vay ne demek, sen nasıl sosyalizm tüketimdir dersin, vs..
“Sosyalizm demek daha az yatırım, daha çok tüketim demek. Eldeki parayı sermayeye yatırmak yerine işçine ücret olarak dağıtmak demek, ki işçin gitsin eğitime, sağlığa, çamaşır makinesine, gazoza harcasın.”
Basit, temel bir gerçek. Elinde, misal, bir milyon liran var. İki şeyden birini yapabilirsin. Ya tüketime harcarsın: çocuğunu daha iyi okula gönderirsin, burnuna botoks yaptırırsın, Paris’te konsere gidersin, daha güzel bir hayat yaşarsın. Ya da bir kısmını saklayıp yatırım yaparsın, tohumluk stok alırsın, atölye kurarsın, şimdi dişini sıkıp yarına gelir kaynağı yaratırsın. Bu ikincisini yapana kapitalist adını veriyoruz, isterse şahıs olsun, isterse devlet yahut kamu kurumu. Umumiyetle bencil, cimri adamlardır. Ama onlar olmasa aç kalırdık.
Bütün paranı tüketsen ya da tüketmesi için işçine pay etsen ne olur? Bir süre güzel yaşarsın, sonra nefesin kesilir ölürsün. Aksine bütün paranı yatırıma ayırsan ne olur? Gene aç kalır ölürsün, ya da aç kalan işçin ayaklanır, seni yer. Demek ki mesele bir denge meselesidir. Çok tasarruf edip kemer mi sıkacağız, az tasarruf edip işçiyi mi memnun edeceğiz? O ikinciye işte “sosyalizm” adı veriliyor.
Hayatta gerçek bir iş yapmamış olan şair ruhlu arkadaşlar “hani nerede bütçe” sorusunu sormayı bilmezler. O yüzden zannederler ki sosyalizm gelince çölde güller bitecek, işçiler elele kardaşlık türküleri söyleyerek üret babam üretecekler; sabahları vida sıkıp akşam Bach konserine gidecekler. Benim bildiğim, yatırım olmadan bir kıl üretemezsin. Yatırım için sermaye gerekir, yani kapital. Gökten bedava para yağmıyorsa nereden gelecek o para?
Sosyalistlerin bu soruya iki tip cevabı var. Bir, Venezuela modeli. Babadan kalma sermayeyi halka dağıtırsın, bedava konut, bedava petrol, bedava sağlık, bedava gıda ikram edersin. Bedavayı kim sevmez, ilk seçimi açık ara kazanırsın. Sonra memleket batar, herkes aç kalır. İktidarını sürdürebilmek için mecburen meydanlara mitralyöz kurup kalabalığa ateş açman gerekir. Üçüncü dünya ülkelerinin hepsinin yönetim stratejisi aşağı yukarı budur, adlarında “sosyalist” olsun olmasın.
İki, Stalin modeli. Sermaye mi lazım? Çökersin işçinin, köylünün boğazına, öldüresiye sömürürsün, tasarruf ettiğin parayla yirmi senede dünyanın iki numaralı sanayi gücü haline gelir Almanya’ya kafa tutarsın. Batılı tüy sıklet kapitalistin rüyalarında görse inanmayacağı bir kapitalist başarı öyküsüdür. Tek problemi vardır: sürdürülebilir değildir. İnsanlar çıplak sömürüye bir yere kadar tahammül eder. Sonra çalışmayı bırakırlar. Daha zorlasan kazan patlar.
*
Eski çağdan bir öyküyle örnekleyelim.
MS 5. yüzyıl sonlarında Roma İmparatorluğunun gelir kaynakları kurumaya başladı. Asker maaşları zamanında ödenemediği için isyan üzerine isyan çıktı, askeri darbeler oldu. 491’de tahta geçen Anastasius yaşlı ve huysuz bir maliyeciydi. Kemerleri sıktı. Kamu harcamalarını kıstı. Devlet hazinesini artıya geçirdi. Asker maaşlarını zamanında ödemesiyle ünlendi. Halefi Justinus aynı politikaları sürdürdü.
527’de başa geçen Jüstinyen ilk başta benzer bir yola gideceği izlenimini verdi. Dört yıl sonra kazan patladı. İstanbul’da eşi benzeri görülmemiş bir halk ayaklanması çıktı. İmparator canını zor kurtardı. Hipodrom’da kırk bin kişiyi kılıçtan geçirip isyanı ancak bastırabildiler. (Kırk bin kişinin kemikleri hala orada, Sultanahmet Meydanı’nın altındadır derler.)
İsyanı izleyen aylarda Jüstinyen kamu fonlarıyla devasa boyutlarda bir bayındırlık seferberliğine girdi. İsyanın bastırılmasından beş hafta sonra temeli atılan Ayasofya o kampanyanın ürünüdür. İmparatorluğun her kentinde aynı günlerde benzer anıtsal yapılar inşa edildi: Efes’teki Sen Jan basilikası ile Antakya’da şimdi Habib Neccar Camii olan Vaftizci Yahya kilisesi onlardandır. Doğu Anadolu’da Rize ve Sivas’tan Diyarbakır ve Halep’e uzanan hattaki düzinelerce görkemli kale aynı yılların eseridir. 540’larda yazan Prokopius ayrıca bir sürü köprü, kaplıca, liman ve saire sayar. Özetle: para saçıldı, istihdam yaratıldı, tüketim canlandırıldı. Sosyalist bir projeydi.
Yirmi senede imparatorluk battı. 540’lardan sonra asker maaşlarının ödenemediği, en geç 570’lerde, altı yüz seneden beri imparatorluğun göz bebeği olan maaşlı profesyonel ordunun dağılıp gittiği anlaşılıyor. Yerine, orduyu bedavaya mal etme yöntemi olan pronoia (Osmanlıcası ikta) sistemini getirdiler; lazım olduğunda belli sayıda asker temin etme karşılığında ilçe ve bucakların tahsilat işlerini yerel beylere ihale ettiler. Nakit dolaşım hacmi iki üç kuşak içinde ellide bire düştü. Kaliteli ürün imalatı bıçakla kesilmiş gibi kesildi. Okuryazar zümre sıfırlandı. Paralı ordunun geliriyle yaşayan büyük taşra kentlerinin hepsi iflas etti. Anadolu ve Balkanlardaki büyük kentlerin çoğu terk edildi. Kent yaşamını yitiren Balkanları ilkel Slav kabileleri istila etti, doğuda Arapların biti kanlandı, Müslümanlık zuhur etti, vs.
Sonuç? Sizi bilmem, benim çıkardığım sonuç şu. Sosyalizm demek ki bazen lazımmış. Ama ölçüyü kaçırsan öyle bir yıkım getirirmiş ki, aradan bin beş yüz yıl da geçse iflah olmazmışın.
(Sevan Nişanyan)
Nişanyan’ın yazısının altındaki şu yorum daha doğru:
“Justinianus ekonomiyi imar faaliyetlerine gömüp batırmadı asıl batıran “kaybettiğimiz topraklar” politikasıdır. Çok başarılı savaşlar verdi, inanılmayacak ölçüde imparatorluk genişledi ve tekrar eski sınırlarına ulaşmaya ramak kaldı ama ne eski başkent Roma eski Roma’ydı nede imparatorluğun geri kalanında elle tutulur bir şey vardı. Nihayetinde askeri harcamalar hazineyi boşalttı.
Yoksa büyük tapınak yapmışsın, han-hamam yapmışsın bunlar fasa fiso.
Bugünde dünden farklı değil. Amerika, Çin, Rusya gibi ülkelerin orduya harcadığı kaynak muazzam büyüklükte. Bu paralarla dünyayı yeniden şekillendirmek mümkün ama insanoğlunun planları farklı.”
Şu da güzel bir yorum:
“Libosizm cesitli nedenlerle ( Nedeni para veya aptallık olabilir ) dünyaya sadece liberalizm penceresinden bakmak yani “yobazlık” yapmaktır……
Zeki bir liberal bireye “sadece devletin” baski uygulamadigini bilir……
Mesela Afganistan’da devlet diye birsey mi var?
Peki Afganistan’da ozgur birey var diyebilir miyiz?
Kimlikler / cemaatler / dinler / sosyal cevre / akrabalar / sirketler vs.vs. bireye cogu zaman devletten “cok daha fazla” baski uygular…..
Mesela liboslar turbanin bir özgürlük değil “ozunde dini bir yasak” olduğu gerçegini görmezden geldiler.
Peki sonuçta ne oldu?
Memleketteki butun özgürlük alanlari “yok oldu”….
Hayatta mutlak doğrular yoktur.
Bazen devletin bireyi ozgurlestirmek için baski uygulamasi (civi çiviyi söker) gerekir.
Üstelik atalarimiz boşu boşuna dememiş insan insanin kurdudur diye.
Iyi orgutlenmis bir devletin olmadigi yerde ne özgürlük kalir nede medeniyet gelişebilir……..
Üstelik Turkiye gibi az gelismis ulkeleri ozel sektor degil ancak devlet kalkindirabilir……
Zira “mesela” küresel pazarda taninan bir araba markasi yaratmak için bir yigin deneme yanilma yapmak ve “yuz milyar dolara” yakin para harcamak lazim…….
Üstelik bu kadar para harcayıp basarisiz olma riskide var….
Ozel sektör asla böyle buyuk bir riski almaz……
Guney Kore ve Japonya’yi ozel sektör değil devlet kalkindirmistir.
Mesela Samsung Guney Kore devletinin “yarattigi” bir firmadır….
Japonya sanayisini gelişinceye kadar yüksek gumruk duvarlarinin arkasina saklamistir….
Liberalizm “serbest ticaret” demektir ve serbest ticaret cogu zaman “güçlülerin” isine yarar.
Iste tamda burada liberalizmle libosizmi ayırmak lazim.
Yobaz olmayan bir liberal ( yani para veya aptallıkla “dejenere” olmamis bir liberal ) dünyaya sadace liberalizm penceresinden bakmaz zira hayatin sadece liberalizmle aciklanamayacak kadar karmasik olduğunu sezer yada bilir……”