Fikret Başkaya / “Kutsal Devlet” Refleksi…
Son dönemdeki faşist tırmanışı ve rejimdeki savrulmayı, sadece Tayyip Erdoğan’ın hırsları ve hezeyanlarıyla açıklamak yaygın bir anlayış halini almış görünüyor. Bu tür bir “anlayış”, realitenin bütünün kavramak için yeterli olmaz. Zira, şeyler, toplumsal olgular ve süreçler hiç bir zaman sadece “görünürlüklerinden” ibaret değildir. Bu günkü durumu anlayabilmek için, geride kalan yaklaşık 15 yılda olup-bitenleri kısaca hatırlamak gerekiyor. Sadece hatırlamak da değil, her bir “kritik” anın veya “dönemecin” sonrakilerle bağını kurmak da gerekiyor.
O halde sadede gelebiliriz. Ortaya çıkan bu yeni durumun aktörleri, failleri, “stratejistleri” neyi amaçlıyorlar? Neyi neden ve nasıl yapmak istiyorlar? AKP’nin ve bizzat onun lideri olan Tayyip Erdoğan’ın izlediği rotayı nasıl okumak gerekiyor?
1. AKP bir “Ilımlı İslam” modeli olarak dizayn edildi. Tabii ABD ve şürekası ve Türkiye’nin mülk sahibi sınıflarının ortak yapımı olarak… Müslüman-Arap dünyasında (Büyük Ortadoğu diyorlardı) pro-Amerikan, pro-emperyalist otokratik rejimlerin miyadını doldurduğu bir dönemde, onların yerini alacak “yenilerini” iktidara taşıma zamanı gelip çatmıştı. Bölgede yeni bir emperyalist statusquo’yu dayatma arayışı içindeydiler. Dolayısıyla,’AKP projesi’ sadece Türkiye’yi ilgilendirmiyordu. Bölgede Türkiye’yi model alan ve ne demekse, “Ilımlı İslamcı” rejimler iktidara taşınacaktı. AKP’nin iktidara taşınması, bölgede başkalarının da iktidara taşınması için gerekli bir ön aşama olarak görülüyordu. ABD (emperyalist blok) böyle bir projenin realize olmasıyla, bölgedeki hegemonyasını istikrara kavuşturmayı umuyordu…
2. Fakat, Türkiye’deki rejimin diğerlerine örnek olabilmesi için, onlara “ağabeylik” yapabilmesi, yol gösterici bir “model” olabilmesi için, sadece hükümet olması değil, aynı zamanda iktidar olması da gerekiyordu. Ve öyle bir şeyin önünde Kemalist ordu bir engel olarak görülüyordu. Zaten orduda bir “operasyon” yapmak da iyice kolaylaşmıştı. Zira, 1970’li yılların sonundaki “sıkı yönetim” uygulamaları, 1980 askeri cuntası ve 1984 sonrası Kürt savaşı dönemlerinde ordu nerdeyse her şeyi belirler duruma gelmişti. Her şeye karışıyordu, her konuda fikir beyan ediyordu, kimseye hesap vermeye yanaşmıyordu. Üstelik kirli ve karanlık işlerle birlikte anılır da olmuştu. Velhasıl, “geleneksel belirleyiciliğinin” de çok ötesine geçmişti. Başına buyruk işler yapar hale gelmişti. Ordu üst kademelerinde NATO’ya mesafeli durma yanlısı unsurlar da ‘belirmişti’. Bu durum orduda bir operasyonu kolaylaştırmıştı. Operasyon da asla AKP’nin marifeti değildi. AKP belki öyle bir şeyi hayal edebilirdi ama asla kotaramazdı. Orduya yönelik operasyon tam bir ABD yapımıydı… İşte Balyoz, Ergenekon gibi davalar, orduyu “bulunması gereken zemine çekme” operasyonuydu.
Bu tür operasyonlar AKP’nin manevra alanını genişletti, özgüvenini büyüttü. Orduda yapılan operasyon,AKP’nin ‘demokrasi şampiyonu’ olarak sunulmasını da kolaylaştırdı. Liberaller ve bir kısım’sol’ da öyle bir şeye inanmış görünüyordu. Oysa “politik İslamcı” AKP ile demokrasi kavramını yan yana getirmek eşyanın tabiatına aykırıdır. Zira, politik İslam demek, iflah olmaz, özgürlük, demokrasi, sosyal eşitlik, sekülerlik, sosyalizm ve komünizm düşmanlığıdır. Ne demek istediğimi merak edenler bir yıllık Mursi iktidarında neler yapıldığına bakabilirler… Ama pek uzağa gitmeye de gerek yok. 2013 yılından bu yana AKP’nin yaptıklarına bakmak yeter de artar bile…
3. Az-çok eş zamanlı olarak Tunus ve Mısırda halk devrimlerinin patlaması, ABD’nin “Ilımlı İslamcı” projesini hayata geçirmeyi ve bu beklenmedik durumu bir fırsata dönüştürmeyi kolaylaştırmış görünüyordu. Tunus ve Mısırda parlayan ateşin alevleri tüm bölge ülkelerini ısıtma istidadı taşıyordu. Ortaya çıkan bu yeni durumda ABD iki şey yapacaktı: 1. Devrimi rotasından saptırmak, doğal seyrinde ilerlemesini engellemek; 2. “Ilımlı İslamcı” dediği Müslüman Kardeşleri (İhvan-ı Müslimin) iktidara taşımak. Zaten bölgede örgütlü yegane güç onlardı. Demokratik güçler örgütsüz ve dağınıktı. Muhalefetin örgütlenip, etkinlik sağlamasını engellemek amacıyla da hem Mısır’da ve hem de Tunus’ta ‘baskın seçimleri’ dayattılar. [Seçimlerin her zaman demokratikleşmenin önünü kesme işlevi gördüğü ekseri gözden kaçar…]. Netice itibariyle her iki ülkede de Müslüman Kardeşler iktidara taşındı. Diğer ülkelerde, Libya, Suriye, vb. fanatik dinci örgütler devreye sokularak, halk tepkisi dejenere edildi ve ‘muhalefet’ bir devlet çökertme, “rejim değiştirme” aracına dönüştürüldü.
4. Fakat hem ABD ve hem de AKP açısından iki sorun vardı: Birincisi, ABD’nin ümit bağladığı Müslüman Kardeşler’in bir toplum projesi yoktu ve olması da mümkün değildir. Dolayısıyla ‘farklı bir şey” yapma ve yönetme kabiliyeti de yok. Başka türlü söylersek, kitleleri aldatma, oyalama ‘yeteneği’ yok. Bu yüzden Müslüman Kardeşler iktidarı bir yıl bile dayanamadı, bir halk devrimiyle iktidardan düşürüldü. Sonunda ordu müdahale etti ama ordunun yaptığı, halk isyanını manipüle etmekten ibaretti. Halkın örgütsüz oluşu, bir perspektif ve programdan yoksun oluşu, kalkışmanın kendi rotasında yol almasını engelledi. Gerçi halk devrimi “şimdilik” başarısız oldu ama ABD’nin ve bir bütün olarak NATO’cu cephenin Fas’tan Endonezya’ya uzanan bir Sünnî İslam devletleri kuşağı oluşturma, ılımlı İslamcı rejimleri iktidara taşıma planı da başarısız oldu… Tabii XXI. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nu ihya etme hezeyanlarıyla yanıp-tutuşan, oluşturulacak Sünnî İslamcı devletler dünyasının hamisi ve “ağabeyi” olma beklentisi içindeki AKP ve onun liderinin hayalleri de suya düştü…
5. Gezi direnişi ve 17-25 Aralık yolsuzluk skandalı AKP’yi fazlasıyla korkuttu. Mısırda Mursi’nin başına gelenin kendi başlarına gelebileceği korkusu zihinlerini esir aldı… Gezi direnişi (2013) ve 7 Haziran seçimlerinde (2015) HDP’nin seçim barajını aşıp, 80 milletvekiliyle Meclise girmeyi başarması, benim “asıl devlet partisi” dediğim odağı, “memleketin sahipleri” cenahını da korkuttu. Zira, bu ülkenin tarihinde ilk defa demokratik, sosyalist muhalefetle Kürt hareketinin bütünleşmesi potansiyel bir olasılık haline gelme istidadı taşıyordu. Böyle potansiyelin realize olması demek, ilk defa rejimi sarsabilecek bir durumun ortaya çıkması demekti ve söz konusu iki kesimi ittifaka zorladı. Ergenekon ve balyoz davalarının ani bir kararla sonlandırılması ve AKP’nin Ergenekoncularla barışması “devletin bekasının” bir gereği olarak görüldü.
İşte, geride kalan yaklaşık 7-8 ayda, ordunun, AKP’nin, milliyetçilerin, ‘ulusalcıların” AKP dışındaki dinci unsurların, faşistlerin, vb. 1 Kasım seçimlerine giden dönemde bir “ortak cephede” birleşmeleri, AKP’nin seçim başarısıve o tarihten sonra devlet baskının dozunun görülmemiş düzeylerde seyretmesinin, gerisindeki asıl neden bu. Buna pekâlâ “kutsal devlet refleksi” diyebilirsiniz. Dolayısıyla yukarda kısaca özetmeye çalıştığım geri planı dikkate almadan yapılacak değerlendirmeler güdük kalmaya mahkûmdur…
Kürtlere yönelik amansız saldırı ve kırımla, “Kutsal devlet” cephesini tahkim etmek, her zaman yaptıkları gibi ‘safları sıklaştırmak’ istiyorlar… Medya’ya, gazetecilere, barış için akademisyenler bildirisini imzalayanlara, her türden eleştiriye gösterilen abartılı tepkinin asıl nedeni, demokratik bir açılım ihtimalinden duyulan korkudur… Durum böyle ama gülünç şeyler de olmuyor değil. Tüm hakları ve özgürlükleri askıya alan bu iktidar bir de “yeni anayasadan” söz ediyor ve Meclisteki “muhalefet” cephesi de o oyuna ortak olmakta bir beis görmüyor. İyi de ‘kiminle çuvala girdiklerini’ sanıyorlar? Elbette bir zamandır belirli çevrelerde dillerden düşmeyen, artık “ordu vesayeti” bitti söyleminin de hiç bir karşılığı yok. Bu devlet var oldukça ordu vesayeti bitmez. Siz bu devleti ne sanıyorsunuz?
Dincilerle ordu arasında bir çatışma olduğu söyleminin hiç bir karşılığı yok ve olması da mümkün değildir. Zira her ikisi için de devlet kutsaldır… Bu iki kesim karşılıklı olarak birbirlerini yeniden üretmeden var olamazlar. “Türk-İslam sentezinin arkasında ordu yok muydu? Aynı şekilde bu ülkede dincilerle milliyetçiler arasında da bir fark yoktur. Zira her ikisinin de ortak paydasında din ve milliyetçilik var. Biri “milliyetçi-dinci”, diğeri “dinci milliyetçi”… Dolayısıyla bu gün ortaya çıkan durum, Recep Tayyip Erdoğan’ın şahsında cisimleşen, “kutsal devlet refleksinden” başka bir şey değil. Nitekim, Cizre’de, Silopi’de, Diyarbakır’ın merkez Sur ilçesinde, Nusaybin’de, vb. yapılanlar, neyin nasıl yapılmak istendiği hakkında fikir veriyor…