Fikret Başkaya: ” Hükümetler değil, küresel finans oligarşisi ve Ulusüstü dev şirketler yönetiyor”…
M. Serkan Eroğlu: Hava solunmaz halde, su kirli üstelik parası olmayan içemiyor, gıdalar zehirli, toprak yorgun, hastalıklar rekor kırıyor, iklim krizi ve sizin ekolojik yıkım dediğiniz almış başını gidiyor, biyoçeşitlilik aşınıyor, her geçen gün dünya yaşanmaz bir yer haline geliyor… Dünyanın hemen her yerinde bu saldırıya karşı çok çeşitli direnişler, mücadeleler de devam ediyor. Gün geçmiyor ki, dünyanın bir yerinde sermaye ve/veya
devlet tarafından bir ekoloji aktivisti, bir hak savunucusu, bir işçi önderi öldürülmesin… Sadece geçen yıl [2018] 164 ekolojist katledildi… Bu durum karşısında politikacılar içi boş demeçlerle, hamasetle seyirciyi oyalamakla meşgul…Neden böyle oluyor?
Fikret Başkaya: II. Emperyalistler arası savaş sonrasında yaklaşık 30 yıllık dönemde devletler yönetiyordu. ‘Düzenlemeyi’ onlar yapıyordu. 1980’den sonra neoliberal küreselleşmeyle birlikte, devletler küresel finans oligarşisi ve dev ulusüstü şirketler lehine zemin kaybetti… Ekonomik’düzenleme’, dev kapitalist tekellerin ve finans oligarşisinin hizmetindeki’uluslararası’ denilen kurumların [İMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü, vb.] eline geçti. Hükümetler işlevsizleşti… Artık o tarihten sonra ‘asıl yönetenler’ sanıldığı gibi devletler/hükümetler değildi… Rotayı belirleyenlerle uygulayıcılar arasında bir kopukluk oraya çıkmıştı… Başka türlü söylersek, ‘görünen yöneticiler” “asıl yöneticiler” değildi…
Fakat bir şey daha oldu. Artık son dönemde sözünü ettiğimiz emperyalist kurumlar da işlevsizleşmekte… Ortada ‘düzenleme yapacak’ bir aktör, bir odak kalmadı. Kararlar bakanlar kurullarında değil, finans oligarşisinin, dev şirketlerin yönetim bürolarında, G7, G20, Davos, vb. gibi ‘gayri resmi’ küresel iktidar odakları tarafından ‘kapalı kapılar ardında’ alınıyor ve hükümetlere dayatılıyor…
Hocam, bu söylediklerinizi biraz açar mısınız? Bu iş nasıl oluyor?
Hatırlarsan, geçen yaz Fransa ekoloji bakanı Nicholas Hulot istifa etti. İstifası üzerine bir Fransız haber ajansına verdiği demeçte: “Daha fazla yalan söylemek istemiyorum. Aslında bu bir demokrasi sorunu! İktidar kimde? “dedi… Belli ki,finans oligarşisinin, dev tekellerin lobicileri bakanı bezdirmişti… Bakan ‘biz yönetmiyoruz, yönetemiyoruz’, demek istemişti… Nicholas Hulot, ekolojik mücadele içinden gelen biriydi… Bir şeyler yapabileceğini sanıyordu ve yanıldığını anladı…
Mesela Avrupa Birliğini [AB) alalım. Orada kim yönetiyor? Aslında AB’deki durum söylemek istediğime iyi bir örnek olabilir… Başlıca üç kurum var: Avrupa Parlamentosu, Avrupa Konseyi ve Avrupa Merkez Bankası. Rotayı belirleyen Avrupa Parlamentosu değil, Avrupa Konseyi ve Konsey seçimle gelmiyor. Seçilmişlerden oluşmuyor. Dikkat edilirse tüm konsey başkanları sermayeden geliyor ve sermayeye dönüyor. Avrupa Parlamentosu finans baronlarının ve ulusüstü şirketlerin lobicileri tarafından kuşatılmış durumda. Doğru hatırlıyorsam Parlamentonun 752 kadar üyesi var ama Avrupa’nın başkenti Brüksel’de 1500’den fazla lobici ‘bürosu’ var… Parlamenter başına yaklaşık 2 lobici düşüyor… Mesela Fransa’da kanserojen olduğu kanıtlanmış bir pestisit(böcek öldürücü) olan gliyosfat’ın kullanılma süresi, şirketin baskısıyla uzatıldı… ‘Yeni Paradigmayı Oluşturmak’ kitabımın alt başlıklarından biri: ” Avrupa Birliği [AB] büyük sermayenin imparatorluğudur.. “Gerçek öyledir ama AB bize bir dünya cenneti olarak sunulur ve öyle olduğuna inananlar da maalesef az değil…Tabii Avrupa Merkez Bankası [BCE] da finans oligarşisinin bir aracı…
Aslında hesap ortada… Dünya Bankası’nın verdiği rakamlara göre, geçen yıl [2018], en büyük 500 ulusüstü özel şirket, Dünya Gayri Safi Yurt İçi Hasılasının[GSYH], dünya toplam gelirinin – zenginliğinin densin-, %52,8’ini üretiyordu… Bu, bir yılda üretilenin yarıdan fazlası… Shell ve Apple’ın yıllık cirosu 180 ülkenin bütçesinden büyük… Toyota’nın 2016 cirosu 254,6 milyar dolardı… Bir perakende devi olan Walmart, dünya büyüklük sıralamasında Kanada’nın ardından onuncu sırada ve İspanya ve Avusturalya ondan sonra geliyor… İlk 100’ün 69’u da şirket… Sadece 31’i devlet…
Tabii durum böyle olunca da, Dünya’da yaklaşık 2 milyar insan sağlığa uygun içme suyuna ulaşamıyor. BM Gıda ve Tarım Örgütü’nün [FAO] – ki, tarımsal-endüstri tekellerinin hizmetindedir- verdiği rakamlara göre, her 5 saniyede 10 yaşın altında bir çocuk açlıktan ölüyor… Oysa dünyamız 12 milyar insanı doyuracak potansiyele sahip… Nerdeyse bugünkü nüfusun 2 katı… İşte kapitalizm böyle bir şey…
Devletlerin ortaya çıktığı dönemden beri, insanlık ve uygarlık tarihinde, hiçbir sultan, hiçbir padişah, hiçbir kral, hiçbir imparator, hiçbir papa… böyle bir güce sahip olmadı… Bu kadar güce sahip olanların nelere kâdir olduğunu tahmin etmek zor değildir… Bunların önünde hangi siyasetçi, hangi burjuva partisi, hangi parlamento, hangi hükümet durabilir? Onun için ne ile cebelleştiğini bilmek önemlidir…
Siz, mücadelenin zeminini değiştirmek gerekiyor derken, artık devletlerin etkisizleştiğini mi ima ediyorsunuz?
Artık dünyanın manzarası külliyen değişti. Hiçbir şey eskisi gibi değil ama burjuva politikacıları, küresel oligarşininsözcüleri ve akıl hocaları -tabii ‘ortalama insan da-hâlâ bu aracın bu rotada ilerleyebileceğini sanıyor… Şu anda insanlık ve uygarlık, tabir maruz görülürse, bir ‘çağ değişiminin’ sancısını yaşıyor… Burjuva uygarlığı yolun sonuna geldi… Kapitalizm parantezi kapanmakta… Dolayısıyla neden söz ettiğini bilmek önemlidir…
Dünyanın her tarafında çok çeşitli ekolojik hareketler ve direnişler var ama iklim krizi, ekolojik yıkımda derinleşmeye, sosyal kötülükler [işsizlik, yoksulluk, sefalet]de hızla artmaya devam ediyor. Burada bir çelişki yok mu?
Ekolojik mücadeleler elbette çok önemli ama iki temel zaaf söz konusu. Bir kere çok büyük çeşitlilik gösteren bu hareketler, bölük-pörçük ve aralarında bir birlik yok, ortak bir perspektife endeksli değiller. Bir kere ekolojik hareketlerin bir birliktelik sağlaması, sonra da başka hareketlerle de ortaklaşması gerekiyor… Başka türlü söylersek, çeşitlilik içinde birliğin sağlanması gerekiyor… İşte, işçi hareketi, kadın hareketi, vb. Aksi halde savunma aşamasının ötesine geçmek mümkün olmaz… İkincisi, sorunun çözümünü hükümetlerden bekliyorlar. Oysa, daha önce söylediğim gibi asıl iktidar olan, rotayı belirleyen artık hükümetler değil, şirketler…Bilinmesi gereken bir şey daha var: Neoliberalizm çağında devletlerin işlevi, münhasıran sermayenin çıkarını gerçekleştirmektir… Yıkımı durdurmak bir yana, yangına körükle gidiyorlar… Türkiye’ye bak anlarsın… Fakat, neoliberalizme karşı olmak yetmez… Kapitalizme karşı olmak gerekiyor…
Neoliberal saldırının işçi sınıfının mücadele yeteneğini aşındırması, sosyal demokrat partilerin neoliberalizme teslim olması, daha da önemlisi Sovyet Sisteminin çökmesi bir ütopya zaafı ortaya çıkardı… İnsanlar Sovyetler Birliği’ndeki rejimin sosyalizm olduğunu sanıyordu. Sovyetler Birliği’nin çöküşü, sosyalizmin iflası olarak algılandı… Oysa, orada çökenin sosyalizmle bir ilgisi yoktu… Çöken Stalinist otokrasiydi… Gerçekten sosyalizm olsa çöker miydi? Ütopyanın yeniden canlanması mücadelenin yükselmesine bağlı… Kaldı ki umutsuzluk istisna, umut kuraldır… Bu böyle sürüp gitmez… Dalga dönecektir…
Siz, ‘sosyalizm dışında bir seçenek yok’, kapitalizm dahilinde iklim krizi de, ekolojik kriz de önlemez diyorsunuz. Oysa, ekolojistler ‘durumun aciliyet arzettigini, kapitalizmin aşılmasını beklemeden sorunun çözüme kavuşturulması gerektiğini’ söylüyorlar… Bu konuda neler söylemek istersiniz?
İyi de o iş nasıl olacak? Eğer, tüm bu sorunları, kötülükleri yaratan kapitalizmse, insafa gelip, ‘kusura bakmayın, ben yanlış yapmışım mı’ diyecek? Öyle bir anlayış ve beklenti, kapitalizmin “reforme edilebilir” olduğu varsayımına dayanıyor ama kapitalizm reforme edilebilir bir sistem değil. Her üretim tarzı belirli bir mantığa göre işler. O mantığın dışına çıkıldığında sistem başka şeye dönüşür. Feodalizm reforme edilebilir miydi?Köleci sistem deforme edilebilir miydi? Kapitalizm reforme edilemez ama yıkılabilir ve vakitlice yıkılması gerekiyor… Köle sahibi insafa gelebilir miydi, feodal bey insafa gelebilir miydi… Kapitalistler de gelmez…
Her zaman hatırlattığım bir anekdot şöyle: Bir seferinde akrep kurbağaya, ‘beni sırtına al, şu nehrin karşısına geçir’ demiş. Kurbağa, ‘seni sırtıma alayım sen de beni sok, öyle mi, yağma yok!’ demiş… Fakat akrebin ısrarları karşısında pes etmiş, akrebi sırtına alıp, suya dalmış. Tam nehrin ortasına vardıklarında akrep kurbağayı sokmuş… Kurbağa başını çevirmiş, ‘bunu neden yaptın, şimdi ikimiz de öleceğiz’ demiş… Akrep, ‘başka türlü yapamazdım, bu benim tabiatım, bu benim karakterim‘ demiş… Kapitalizm de başka türlü yapamaz… Kapitalizm insana ve doğaya zarar vermeden, yaşamın bu iki temelini aşındırmadan varolamaz…
Ekolojik veçheyi yok sayan, dışlayan bir sosyalist hareketin bir kıymet-i harbiyesi olmayacağı gibi, sosyalizm perspektifine yabancılaşmış bir ekolojik mücadelenin de başarı sansı olmaz… Zira, sosyalizm dışında insanlığın bir geleceği yok!
Son dönemde Türkiye’de doğal çevreye saldırı iyice arttı ama işçi sınıfı hiç bir tepki vermiyor… İşçiler, ‘o iş bizi ilgilendirmez’ mi demek istiyorlar?
Türkiye’de işçi sınıfı örgütsüz, olup-bitenlerin bilincinde değil…Bilinç zaafı var… Sendikalarda örgütlü kesim çok düşük. Mevcut sendikalar da zaten – birkaç sınırlı istisna hariç- devletin ve sermayenin örgütleri… Bürokratik yozlaşma söz konusu… İşçi sınıfını temsil etmiyorlar. Burjuvazinin ve devletin hizmetindeler… Sendika bürokratları her zaman burjuvaziye dahildir… Karşı tarafta yani… Oysa, işçi sınıfının etkin ve sürekli müdahalesi olmadan bu sistemi değiştirmek mümkün olmaz. Zira, toplumu sırtında taşıyan işçi sınıfıdır ve şimdilerde kapitalizmin tarihinde hiç görülmediği kadar kalabalık bir sınıf… Artık nerdeyse hepimiz proleteriz…
Daha önce de söylediğim gibi, neoliberal saldırı işçi sınıfının mücadele yeteneğini aşındırdı… Bu dalganın dönmesi durumunda -ki, dönecektir- her şey değişir, yerli yerine oturur… İşçi sınıfı toplumu sırtında taşıyan bir sınıf ama şimdilerde hiçbir konuda söyleyecek sözü yok! Galiba 1886 yılı olacak, Londra’da sosyalist gençler Friedrich Engels’i ‘dünyanın genel durumuyla’ ilgili bir konferansa davet ediyorlar… Engels’in konuşmasının ardından, gençlerden biri: ” Efendim, İngiliz işçi sınıfı kolonyalizm (sömürgecilik) siyaseti hakkında ne düşünmektedir” şeklinde bir soru yöneltiyor. Engels, “İngiliz işçi sınıfının hangi konuda bir fikri var ki, kolonyalizmi sorun etsin!” diyor… Her şeye rağmen işçi sınıfının misyonunu hatırlayacağını umut edebiliriz… Dalga dönecektir… Kapsamlı saldırı karşısında işçi sınıfının daha fazla sessiz ve tepkisiz kalması mümkün değildir… Öyle bir şey eşyanın tabiatına aykırıdır… Zira, bu dünyada saldırı- direnme ve karşı saldırı diyalektiği diye bir şey var…
Çok teşekkür ediyorum hocam…
Ben de sana…
“İnsanlar Sovyetler Birliği’ndeki rejimin sosyalizm olduğunu sanıyordu. Sovyetler Birliği’nin çöküşü, sosyalizmin iflası olarak algılandı… Oysa, orada çökenin sosyalizmle bir ilgisi yoktu… Çöken Stalinist otokrasiydi… Gerçekten sosyalizm olsa çöker miydi?”
https://youtu.be/zw-FF6CPmvs
Sevgili Gün, Fikret hocanın verileri doğru ama eksik görüşleri de biraz jenerik. Çin, Rusya, Türkiye, Kuzey Kore hiç de o kapsama girmiyor bence! Yağmadan büyük pay alan Mozart’ı ve yere olgaşi(!)ler var. Jenerik emperyalizm tanımı ne kadar bizi hedeften uzaklaştırıyorsa jenerik finans kapital tanımı da öyle. Proleter enternasyonalizmine canım feda (hiç görmedim ama) herkes önce kendi kapısının önünü bir temizlese ne iyi olur! “Fil metodu” diye bir şey vardır: tamamını yiyemiyorsan dilimleyip yersin! Tabii dilimleyebilmek için elinde KESK’in ve büyük bir bıçak olmalı, bir de sağlam bilek! Gözlerinden öpüyorum.