Fikret Başkaya / Entellektüel hiç bu kadar gerekli olmadı…
Türkiye “aydın”ın harman olduğu bir ülke. Dünya’da herhalde bu kadar “aydını” olan başka bir ülke yoktur. Bir eğitimden geçmek, diploma sahibi olmak ‘aydın’ sayılmaya yetiyor. Okumuşlar, söze, ‘bir aydın olarak’ diye başlıyor… Velhasıl burası ‘aydını’ bol ama nedense ‘aydınlatanı kıt’ bir ülke… Peki neden? Aydın olmak, bir okuldan, üniversiteden mezun olmaksa, bir diploma sahibi olmaksa, o diplomayı almak için hangi bilgiler, nasıl ediniliyor? Bu okullardan mezun olanlar eğer ‘bilgi sahibi’ oldukları için ‘aydın’ sayılıyorlarsa, bilgi tek başına aydın sayılmanın yeterli koşuluysa, o zaman bu dünyada ‘aydından’ bol bir şey yok demektir…
Aydın, entellektüel değil…
Sosyolojik bir katman olan diplomalılar, ‘mektepliler’, sömürü düzeninin devamını sağlarlar. Onu yeniden üretirler. Bir bölüğü egemen/resmi ideolojinin oluşturulmasında da rol alır. Tam da entellektüel işlevin karşısında konumlanmışlardır. Aslında bizde aydın denilenlere, Tanzimat döneminde münevver denirdi ki, münevver, ‘tenvir edilmiş, nurlandırılmış, aydınlatılmış, ışıklı‘anlamındadır… Önceki döneminin uleması’nın işlevini devralmışlardı ve ‘bu devlet nasıl kurtulur’ sorusuyla ilgiliydiler… Verili sömürü ve egemenlik ilişkilerini sürdürme misyonuna koşulmuşlardı… Cumhuriyet döneminde, münevverin yerini aydınlar aldı… Cumhuriyet döneminin aydınları, köşeli/ bağnaz bir resmi ideoloji oluşturmaya memur edildiler. Resmi ideoloji üreticilerine aydın denilip, onlara ilerici bir misyon vehmedilmesi, Cumhuriyet döneminin bir ironisiydi… Resmi ideolojinin, resmi tarihin geçerli olduğu yerde de özgür düşünceye, özgür tartışmaya, eleştirel düşünceye yaşama şansı tanınmaz…
O halde neden ‘egemen ideoloji’ değil de ‘resmi ideoloji’ deniyor? Zira, Cumhuriyet Rejimi, Batı’daki burjuva rejimlerinde olduğu gibi bir ‘egemen ideoloji’ üretebilir durumda değildi… Egemen ideoloji, kitlelerin bilincinde bir yanılsama yaratma, rıza üretme, gönüllü kabullenme yaratma yeteneğini varsayar… Başka türlü söylersek, güçlü bir ekonomik temeli varsayar… Cumhuriyetin egemen sınıflarının öyle bir ‘rıza üretme’ kabiliyeti yoktu. Ekonomik temel cılızdı… Geriye köşeli bir resmi ideoloji peydahlayıp dayatmak kalıyordu… Resmi ideolojinin geçerli olduğu bir ülkede, bir rejimde, ‘doğrular’ bizzat devlet tarafından belirlenir… Neyin doğru, neyin yanlış, neyin iyi, neyin kötü olduğuna devletin adamları karar verir.
İşte okumuşlar, mektepliler, bağnaz resmi ideolojinin tedris edildiği, okullardan mezun oluyorlar… Beyinleri dağlanmış, düşünme, muhakeme yetenekleri aşınmış, hizaya getirilmiş olarak diploma sahibi oluyorlar ve onlara bir de ‘aydın‘ deniyor… Bu okullardan ‘aydın’ çıkmaz ama entellektüelin inkârı pekâlâ çıkıyor, çıkabiliyor… Elbette her yerde ve her durumda olduğu gibi istisnalar vardır ve iyi ki de vardır… Aksi halde durum daha da vahim olurdu… Tabii, ‘istisnalar, kuralı doğrulamak içindir’ de denmiştir…
Başka türlü söylersek, bizde ‘uzman’a’aydın’ deniyor… Uzman bir konuda bir şeyler bilene denir. Maddi-sosyal gerçekliğin çok küçük bir veçhesine dair bilgi sahibidir. Ağacı görür de ormanı görmez… Oysa, “gerçek” bütündedir. “Hakikat’ bütündedir… İşte, uzmanın bu niteliği, onun bilgisinin egemen sınıfların, sömürü düzeninin hizmetine sunulmasını kolaylaştırıyor. Sömürü düzeni ‘uzmanı’ boşuna yüceltmez… Elbette bunu söylemek, herkes her şeyi bilmeli demek değildir… Sadece uzmanlık aşamasında kalanın, resmin bütününden habersiz olduğunu, dolayısıyla sınırlı bir ‘bakış’ ve ‘kavrayış’ yeteneğine sahip olduğunu hatırlatmaktır…
Nitekim, bir uzman da pekâlâ gerçek bir entellektüel olabilir. Albert Einstein, bir fizikçiydi, yetkin bir uzmandı ama aynı zamanda bir entellektüeldi… Onu aynı tavrı göstermeyen meslektaşlarından ayıran ve entellektüel yapan, sahip olduğu bilimsel bilgi değil, etik duruşu, insanî toplumsal, evrensel sorunlar karşısında aldığı tavırdır… Nitekim Jean Paul Sartre: “Atom fizikçisi nükleer denemelere karşı bildiriyi imzaladığında entellektüeldir” derken, aradaki farkı ifade etmiş oluyordu… Sartre ve diğerleri bilgili oldukların için entellektüel sayılmıyorlardı. Her ne kadar sosyolojik ‘aydın’ tanımına girenlerle ortak yanları ‘bilgili’ olmaları olsa da, onları entelektüel yapan, egemen ideoloji, resmi ideoloji ve devlet karşısındaki tutumları, açıkça ezilen ve sömürülen sınıfların tarafında saf tutmalarıydı… Resmin bütününü görme, kavrama istidadına sahip olmalarıydı… Entelektüel kavramının mucidi olan Emil Zola, son derecede parlak bir yazar, aynı zamanda bir entellektüeldi… Bir uzman Nobel Ödülünü kazanabilir ama bu onu entellektüel yapmaz.. . Nitekim, Nobel Ödülü alanlar arasında ağacı görüp, ormanı görmeyen çok sayıda uzman vardır… Bilim ve teknoloji fetişizminden yakayı kurtaramayanları çoktur. Kapitalizmin hizmetindeki bilimin ve teknolojinin yıkıcı sonuçlarını ısrarla görmezlikten geliyorlar…
1992 Rio, Çevre ve Kalkınma Dünya Zirvesi arifesinde, aralarında 59 Nobel Ödülü sahibinin de bulunduğu 400 ünlü bilim adamı [uzman densin], bir bildiri yayınlayarak: ” XXI’inci yüzyılın arifesinde irrasyonel bir ideolojinin ortaya çıkmasından duydukları kaygıyı” dile getirmişlerdi… Çevre ve ekolojik sorunlara duyarlı bilim adamlarını “gericilik” ve “irrasyonellikle” suçlamışlardı… Bildirinin öncülüğünü Dr. Michel Salomon’unyaptığı Heidelberg Grubu’nun bu tavrı, iki konuda düşünmeyi gerektiriyor: Birincisi, Nobel Ödülü’nün değerinin tartışılmasını; ikincisi de,’bilim insanlarının’ yüceltilmesinin saçmalığına kafa yorma gereğini… Burjuva toplumunda bilim insanlarının ‘yüceltilmesini’… Dikkat edilirse, çokuluslu şirketlerin kârlarının düşmesi olasılığı bile ‘bilim erbabını’ kaygılandırıyordu…
Fransız genetisyen. Andre Langenay’ın Rio Konferansına karşı bildiri yayınlayan ünlü bilim adamlarıyla ilgili yazısının başlığını: ” Bir Devekuşu Çetesinin Mutlak Körlüğü” koyması gerçekten yerindedir… Yazar, François Jakob’un, sık, sık ünlü bilim adamları arasında da herhangi bir sosyal grupta olduğu kadar ahmak ve pis herifin bulunduğundan söz ettiğini yazıyor… Burjuva dünyasında ağacı görüp, ormanı görmeyen adamlar da pekâlâ Nobel Ödülü alabiliyor ve tabii otorite sayılıyorlar… Tabii, her söylediklerinde de bir keramet bulunacaktır…Mesela ‘iktisat dalında’ hayli zamandır Nobel Ödülü veriliyor… Lâkin, “iktisat bilimi” denilip pazarlanan ve burjuva akademilerinin, üniversitelerin vazgeçilmez disiplinleri arasında yer olan söz konusu ‘disiplin’ aslında burjuva ideolojisinden başka bir şey değildir. Bilimle de, bu dünyanın gerçekliğiyle de bir ilgisi yoktur… Ve bu güne kadar tek bir Marksist düşünce insanının Nobel ödülü aldığı görülmemiştir…
Aslında, eğitilmişlere, diplomalılara ‘aydın’ demek saçmadır. Tabii bu, okumuşlar arasından entellektüel çıkmaz demek de değildir… Bilakis en çok onlar arasından çıkar ama her diplomalı entellektüel olmaz. Diploma bir uzmanlık belgesidir sadece… Bir ustaya çırak olan biri, birkaç yıl içinde işi öğrenir ve ‘usta olur’. Bir okulu, üniversiteyi bitiren de diploma alır ‘uzman’ olur… Bu ikisi arasında özde bir fark yoktur. Fakat, okula, üniversiteye giden, entellektüel olmak bakımından, ustaya çırak olana göre daha avantajlıdır. Nitekim, bilgiye ulaşma, eleştirel düşünceye ulaşma imkânına ve potansiyeline daha çok sahiptir. Elbette söz konusu olan sadece ‘potansiyel bir avantajdır’.
Fakat sadece avantaj değil. Okul, üniversite ortamı kimi avantajlar sağlasa da, okullar, üniversiteler, egemen ideolojinin, resmi ideolojinin üretildiği, yeniden üretildiği ve yayıldığı kurumlardır… Bu yüzden avantajın dezavantaja dönüşme ihtimali büyüktür… Entellektüel, eğitimli, yüksek düzeyde bilgili olduğu için entellektüel değildir. Paul Baran; “Entellektüel denilen kişi, böylece yaptığı işin özü ve esası bakımından bir toplum eleştirmeni, daha güzel, daha insanca ve daha akla uygun bir toplum düzenine giden yolu tıkayan engellerin ne olduklarını arayıp bulmayı, incelemeyi ve bu yoldan bunların aşılmasına yardımcı olmayı kendisine dert edinmiş kimsedir. O, bu nitelikleriyle toplumun vicdanı ve toplumun belli bir tarih döneminde içinde yaşadığı ilerici güçlerin sözcüsü haline gelir. Ve bu nitelikleriyle o, statusquo’yu korumaya çalışan egemen sınıf tarafından ve bu sınıfın emrinde olup, entellektüelleri en hafifinden hayalcilik ya da metafiziklikle, en kötüsü de yıkıcılık ya da bozgunculukla suçlayan kafa işçileri tarafından bir “dert yaratıcısı’ bir ‘baş belası’ olarak görür”, derken entellektüel denilenlerin sosyolojik aydın tanımına girenlerden farkını vurgulamak istemişti…
Egemenlik sisteminin, sömürü düzeninin devamı, ideolojik egemenliğin, ideolojik yanılsamanın, ideolojik köleliğin sürdürülmesine, hurafelelerin etkin kılınmasına bağlıdır. İşte entellektüel, egemen sınıfların gizli kalmasını istediklerini açığa çıkarmaya çalışan, gerçeğin saptırılmış [reifiye olmuş] versiyonunu sineye çekmeye, kabullenmeye razı olmayan, iktidardakilerin empoze etmekte çıkarı olduğu”bir toplumsal değerler sistemine” başkaldıran, yaşandığı varsayılan gerçeğin çarpıtılmış, ya da “resmî” versiyonunun uyumsuzluğunu açığa çıkarmayı kendine iş edinen kişidir… Egemen sınıfların ve onların devletinin her türlü politika ve uygulamalarını eleştirebilen, bu alanda hiçbir tabuya, yasağa, inkârcılığa itibar etmeyen, sorunları sadece mahalli, ulusal planda değil, evrensel planda ele alıp kavramaya çalışandır… Lâkin bir şey var: Gerçeği söyleyenin düşmanı da çoktur. Nitekim,Santiago Rámon Y: “Hiç düşmanın yok mu? Bu nasıl mümkün oldu? Herhalde ya gerçeği hiç söylemedin ya da adaleti hiç sevmedin!” derken, gerçeği söyleminin bedelini hatırlatmak istemişti…
Entellektüel’in yalan cephesinin karşısında, doğrunun, gerçeğin safında konumlanması demek, onun gerçeğe ihtiyacı olanların safında konumlanması demektir ki, bu niteliğinden ötürü fıtraten devrimcidir… Oysa, sosyolojik aydın olarak nitelendirilen mektepliler, okumuşlar taifesi, tam da entellektüelin karşı kutbunda mevzilenmiş durumdadırlar… İşlevleri, misyonları, varlık nedenleri egemen ideoloji, duruma göre resmi ideoloji üretip, ideolojik bulanıklığın devamını sağlamaktır… Misyonları ve varlık nedenleri yalan üretmek, yalanı büyütmek ve yaymak olanların bir de aydın [entellektüel] sayılmaları saçmadır…
Fakat bir şey var: Hiç bir toplumsal hareketin veya muhalefetin entelektüel yokluğunda başarı şansı yoktur. Her türlü devrimci hareketin, toplumsal isyanın veya sınıf hareketinin verili durumu dönüştürebilmesi, eskiyi yıkıp, yeniyi yaratabilmesi ancak bir ütopyanın varlığıyla mümkündür… İdeali, ütopyayı oluşturup-formüle edenler de entellektüellerdir. Onlarezilen/sömürülen sınıfların organik entellektüelleridir… Entellektüellerin ‘organik entellektüel‘ adını hak edebilmek için bir örgütün üyesi olması gerekmez… Zira, fıtraten ve tanımları gereği zaten ezilen/sömürülen sınıfa dahildirler. Buraya kadar söylenenler bir yanlış anlamaya meydan vermemelidir… Burada entelektüeli yüceltmek asla söz konusu değildir. Zaten bizzat entellektüelin varlık nedeni de, her türlü yüceltmeye karşı olmaktır. Zira, bu dünyada hiç bir şey yüceltilmeyi hak etmez. Entellektüel yüceltildiğinde varlık nedeni ortadan kalkar…
Entellektüelin işlevi kritik durumlarda ve dönemlerde daha çok önem kazanmakla birlikte, toplumda politizasyonunun, politikleşmenin, bilinçliliğin büyüdüğü, sınıf mücadelesinin yükseldiği durumlarda ‘sosyolojik aydınların‘ hiç değilse bir bölüğünün gerçek entellektüel işlevine kazanılması kolaylaşır. Nitekim, 1960’lı 1970’li yıllarda dünya ölçeğinde ‘sosyolojik aydınların’ bir bölüğü ilerici-devrimci mücadeleye katılmıştı…
Kapitalist dünya sistemi, burjuva uygarlığı, artık potansiyelini tüketmiş bulunuyor… İnsanlığın ve uygarlığın kritik bir eşiğe gelip-dayandığı tarihsel kavşakta, entelektüel işlev hiç olmadığı kadar büyük önem taşıyor. Başka türlü söylersek, radikal eleştiri hiçbir tarihsel dönemde bu kadar önemli ve gerekli olmadı… Zira, artık sorun sadece bir sömürü, yağma ve talan düzeni olan kapitalizmi aşmaktan öte bir nitelik kazanmış bulunuyor… Sanayi kapitalizmi eni-sonu 250 yıllık bir zaman diliminde sadece insanî-sosyal mahiyetteki sorunları kötülükleri azdırmakla kalmadı. Ekolojik yıkıma da neden olarak, bir gezegen riski de yaratmış bulunuyor… Dolayısıyla insanlığın ve uygarlığın geleceğini tehlikeye atmış bulunuyor. Artık, ‘Büyük İnsanlığın’ önündeki ivedi sorun, sadece komünist toplum perspektifine endeksli bir sosyalist toplum düzeni kurmakla sınırlı değil, insanlığın ve uygarlığın geleceğini kurtarmakla da ilgili…