Fikret Başkaya / 1 Kasım Seçimleri: Önce rehin al, sonra oyunu alırsın…
“Eğer Batı siyasi düşüncesi diye bir şey varsa,bunun köklü bir anti-demokratizmle mâlülolduğunu söylemekte bir sakınca yoktur”
J.S. McCelland
2 Kasım sabahı, “parti-devletin” bazı gazete manşetleri şöyleydi: “Sandığın kararı, “Sandık devrimi”, “Muhteşem zafer”, “Hocanın zaferi”, “Ezdi geçti”, “Türkiye kazandı”, “Kasım devrimi”, “Millet rengini belli etti”, “Ümmetin gözü aydın”…
Aslında seçim sonuçları herkesi şaşırttı.Kimse böyle bir sonuç beklemiyordu.Seçimlere dair genel değerlendirme de, “halkın istikrarı seçtiği” şeklindeydi… Demek ki, bir istikrarsızlık durumu vardı ve halk bu duruma son vermek istiyordu, o yüzden AKP’yi iktidara taşımıştı… Eğer ortada bir istikrarsızlık var idiyse, bu doğal afet türü bir şey olmadığına göre, insânî -sosyal bir şey olduğuna göre, söz konusu istikrarsızlığın bir faili olması gerekirdi.İstikrarsızlığı yaratan 13-14 yıldır iktidarda olan AKP hükümeti olduğuna göre,”halk istikrasızlığı yaratan AKP’yi seçti” denmesi gerekirdi…
Türkiye’de 69 yıldır tam bir sirk oyunu olan bir demokrasi oyunu oynanıyor.Halk bu sefil oyunun figüranı, nesnesi,itilip-kakılanı. 4 yılda bir önüne bir sandık konuyor, gidip o sandığa oy atıyor.
Mülk sahibi egemen sınıfların kurdurduğu partilerden birine oy veriyor.Ve bu öylece sürüp gidiyor.Bir de seçimlerin demokrasinin “vazgeçilmezi” olduğu, her seçimden sonra demokrasiye daha çok yaklaşıldığı söyleniyor.Sanırsınız ki, Türk demokrasisi zaferde nzafere koşuyor…
O halde üç şey: Birincisi, “Batı demokrasisi” veya “temsili demokrasi” denilenin demokrasiyle bir ilgisi yok. Amacı kitleleri aldatıp-oyalamak olan, oligarşiler tarafından sahnelenen bir oyun.Siz bir rejime demokrasi dediniz diye demokrasi olması gerekmiyor.Netice itibariyle söz konusu olan bir”seçim ve temsil” yanılsaması…
Hiçbir zaman seçilenler seçenleri temsil etmiyor.Siyasi partiler kendilerini seçenleri değil, başkalarını temsil ediyorlar.Kimi temsil ettikleri de bir sır değil;İkincisi, seçimler demokrasiyi gerçekleştirmenin değil, engellemenin araçları. Bu dünyada seçimlerin demokrasi doğurduğu görülmemiştir; Ve üçüncüsü de, burjuva parlamentosuna girenin oradan”sağ çıkması” mümkün değildir.Orası öyle bir yerdir ki, içine aldığın ımutlaka kendine benzetir… Eğer öyleyse, politika yapma etkinliğini gericiliğin timsâli olan parlamentolara hapsetmenin abesle iştigal demek olduğunun bilinmesi gerekiyor… Eğer gerçekten demokrasi diye bir derdimiz olacaksa, -ki, mutlaka olmalıdır- mücadeleyi oligarşilerin ‘korunmuş alanlarının’ dışına taşımak zorunluluğu var. Aksi halde, kurallarını başkalarının koyduğu,başkalarının kurguladığı oyuna dahil olmakla bir yere varılamaz. Sürekli aldatılma-oyalanma girdabından çıkmak mümkü nolmaz.
Gerçi, “Batıdemokrasisi” denilenin demokrasiyle pek bir ilgisi yok ama onun kötü bir kopyası olan Türkiye’deki pratik tam bir facia… Batı’da “temsili demokrasi” denilenin bir dizi koşulu içermesi,kapsaması gerekiyor: İşte, çok parti olacak, zira tek partinin olduğu yerde seçimin bir varlık nedeni kalmaz. İfade (düşünce) ve basın özgürlüğü olacak, örgütlenme özgürlüğü olacak, seçimler belirli aralıklarla (4-5 yıl) tekrarlanacak, güçler ayrılığı olacak, devlet dinî kurumlardan ayrışacak, aynı şekilde siyasi parti de devletten ayrı olacak… Bizde bu şekil şartlarından kısmen ikisi mevcut: Çok parti var ve zaman zaman araya giren askeri darbeler sayılmazsa,seçimler belirli aralıklarla yenileniyor… Gerçek durum böyle ama parti-devletin sözcüleri ve akıl hocaları, Türkiye’nin dünyanın ‘en demokratik’ ülkesi olduğunu söylemeye devam ediyorlar.Onların dışında kalanlar da: “Türkiyedeki rejimin demokratik bir rejim olduğunu ama bazı eksikleri olduğunu” söylüyorlar… Türkiye’de düşünce özgürlüğü yok ve hiçbir zaman da olmadı.Düşünce özgürlüğü tüm özgürlüklerin anası olduğuna göre,bu, örgütlenme özgürlüğünün de en azından güdük olmaması demektir.Kuvvetlerayrılığının esamesiokunmuyor… Bırakın dinin devletten ayrılmasını, şimdilerde Hilafet Makamını ihya etmek için yoğun bir çaba harcanıyor.Parti-devlet söz konusu olduğu için devlet-siyasi parti ayrımı da çoktan ortadan kalkmış durumda…
Eğer böyleyse, o zaman seçimler neye yarıyor?Mülk sahibi sınıfların partilerinden hangisinin 4 yıl boyunca yöneteceğini belirlemeye yarıyor.Sömürü, yağma ve talanın kimin emir ve komutasında sürdürüleceğini tayin etmeye yarıyor.Fakat verili durumda, özellikle de neoliberal küreselleşme vahşetinin geçerli olduğu koşullarda, iktidar olan siyasi partinin “beteri daha beter etmesi” kaçınılmaz… Oysa,iktidar değişimi beterin beterinden betere dönüş umuduyla yapılıyor. O umudun ve beklentinin bir karşılığı yok… Beterin beterinden kurtulmak artık mümkün değil…
Lâkin 1 kasım(2015) seçimlerinde bir yenilik oldu, Bu sefer insanlar beterin beterine oy verdiler. Seçim sonuçlarının herkesi yanıltan tarafı da bu idi… Bizde ve her yerde siyaset aldatmak demektir.Demokrasi oyunu, bir aldatma-oyalama şeklinde yol alıyor.AKP, 7 Haziran-1 Kasım arasında baskıyı, şiddeti ve terörü tırmandırarak, korkutarak insanları rehin aldı.Bir kere rehin alınca da artık oyunu almak kolaydı… Elbette oyunu bu kadar kolay oynayabilmesinde muhalefetin basiretsizliğinin de önemli bir rolü oldu. MHP’nin ‘istemezükcü’ bağnaz tavrı, karşı tarafın işini kolaylaştırdı.Elbette o süreçte PKK’nin katkısı da önemliydi.Elbette PKK’nin katkısı olmadan da amaca ulaşmak gayet mümkündür.Zira “gerekli olduğunda” şiddeti tırmandırma bir TC geleneğidir. O konuda müthiş bir deneyim ve beceri mirasına sahipler… Kaldıki, şiddeti tırmandırmak isteyen sadece AKP değildi, benim “asıl devlet partisi” dediğim odak da ortaya çıkan durumu fırsata dönüştürdü.Dolayısıyla çatışmaların, katliamların, şiddetin ve terörün faili sadece AKP iktidarı değildi…
Elbette yoksul kitleleri rehin almak için mutlaka şiddeti tırmandırmak gerekmiyor.Kitleleri önce yoksullaştırıp, açlığa ve sefalete mahkûm etmek, sonra da sadaka vererek kendine bağlamak da bir rehin alma yöntemidir… AKP 13 yıldır yoksullaştırma -rehin alma-oyalama işini başarıyla sürdürdü.
Lâkin bu kadarını söylemek, sorunun bütününün kapsandığı anlamına gelmiyor.Zira, bu kadarını söylemek “hırsızın kabahatini” yok saymak demeye gelir.İnsanlar korkutuldu ama bu kadar kolay korkutulmalarını neye yormak gerekiyordu? Aslında özellikle neoliberal küreselleşme çağında toplumda genel bir kültürel, etik çürüme söz konusu.Onun için “halkımız ne eylerse iyi eyler” saçma kabulünü reddetmek gerekiyor.Zira insanlar tam birer tüketim nesnesi haline geliyorlar.Özne olma yetenekleri hızla aşınmakta.İnsanlar olup-bitenleri ‘şeylerin normal hali” sayınca, öyle algılayınca, içine sürüklendikleri kepazeliği sorgulayamadıkları ölçüde, mevcut duruma ‘uyum sağlama’ yarışına giriyorlar.Kendi kendilerini kamçılar duruma geliyorlar!Birbirlerini yiyorlar. Artık bir başkasının kamçısına pek gerek kalmıyor… Bu da düşünme, yargılama, itiraz etme, tepki verme yeteneğinin aşınması demek.
İçine sürüklendiğimiz kepazelik hâli veri iken, sorun beterin beterinden kurtulmakla olacak gibi değil.Hangi burjuva partisi iktidar olursa olsun, nöbeti devralırsa alsın, sorunların çözülme şansı yok.Zira kriz sadece yönetim krizi değil, yönetenler krizi değil, üstelik sistem krizi de değil, uygarlık krizi… Velhasıl genel bir sürdürülemezlik durumu ortaya çıkmış bulunuyor… Artık tüm gösterge ışıkları kırmızıya dönmekte… Farklı bir rotaya girmeden, perspektifi ve paradigmayı değiştirmeden sorunların üstesinden gelmek mümkün değil.Eğer yüz-yüze geldiğimiz tüm bu olumsuzluklar (açlık, yoksulluk, kötü beslenme, sefalet, ekolojik kriz, iklim krizi, umutsuzluk, anlam kaybı…) doğal süreçlerin sonucu olarak ortaya çıkmıyorsa, insan iradesini aşan faktörlerin ve belirleyiciliklerin sonucu değilse, yani sosyal mahiyetteyse, birilerinin yaptığı tercihlerin, aldıkları kararların, uyguladıkları (dayattıkları densin) politikaların sonucuysa,o zaman bu “başka türlü” yapmanın da mümkün olduğu anlamına gelir. Başta türlü yapabilmek de farklı düşünebilmeyi, farklı bir kavrayışı ve tasavvruru varsayar.Politikayı yapılması gerektiği gibi yapabilmeyi varsayar… Tabii bunun için önce “ümmet olmaktan yurttaş olmaya’ terfi etmek gerekiyor…Velhasıl yaratıcı ütopyaya ihtiyaç var. Zira, geride kalan 35-40 yılda yeryüzünün lânetlilerine dayatılan sayısız kötülükler ütopya zaafının sonucu…
Çok iyi bir söyleşi: http://odatv.com/1-kasimda-secim-yoktur-0911151200.html
http://www.sabah.com.tr/yazarlar/hanioglu/2015/11/08/neden-kalkinmaci-muhafazakrlik-kazaniyor
http://www.facebook.com/notes/seyfi-cengiz/tek-yol-devrim/1020841207966908
“Devletçi modernleşmecilik” neden kaybediyor?
M. ŞÜKRÜ HANİOĞLU
Çok partili siyasal hayatımız, siyasetin iki temel kutbundan birisini oluşturan “devletçi modernleşmecilik”in yaşadığı seçim başarısızlıklarının da tarihidir. İlginç olan bu olgunun tekil seçimler veyahut kısa dönemler bağlamında sorgulanmasıdır.
Bu yaklaşım, doğal olarak, konjonktürel etkenler ile liderlik ve parti örgütü benzeri unsurların belirleyiciliğini ön plana çıkartmaktadır. Buna karşılık söz konusu kutbun süregelen başarısızlığı, çoğulculukla uyumsuz bir ideolojiyi değiştirirken “ne olunduğuna” karar verilerek bir tasavvur geliştirilememesi, bunun neticesinde de yükselen “kimlik siyaseti”nin aracı durumuna düşülmesinden kaynaklanmakladır.
Çoğulculuk karşıtlığı
Devletçi modernleşmecilik temel entelektüel tezleri itibarıyla bir on dokuzuncu asır ideolojisidir. İki savaş arası dönemin siyasal hareketlerinden de etkilenen bu yaklaşımın “modernlik” yorumu ile buna ulaşma için benimsediği siyaset anlayışı günümüz demokratik değerlerine fazlasıyla yabancıdır. “Tekil” bir modernlik tasavvurunu yaşam tarzı üzerinden üretmeyi amaçlayan devletçi modernleşmecilik, bunu yukarıdan aşağıya gerçekleştirmeyi hedeflemiştir. “Modernlikler”in varlığını reddederek çoğulculuk karşıtı bir çizgiyi sahiplenen bu yaklaşım kitle ile ilişkisini “aydınlatma-aydınlanma” temelinde kurmanın gerekli olduğunu düşünmüştür. Siyaset uygulayıcılarının gereğinde yasak koyabilen, ceza verebilen “hoca,” halkın ise edilgen, dersini iyi öğrenmekle mükellef “talebe” rolünü oynadığı bu ilişkinin düşünsel arka planını seçkincilik oluşturmuştur.
Bu çoğulculuk karşıtı, elitist, “halka rağmen halkçılık”ı savunan düşünsel çerçevenin siyaset aracı ise otoriter “ilerletici tek parti” olmuştur. Devletçi modernleşmecilik iktidardaki altın çağını böyle bir rejim içinde yaşamıştır. Çok partili yaşama geçiş sonrasında özünde çoğulculuk karşıtı olan bu hareket “demokratikleştirilme”ye çalışılmış, ancak doğasına aykırı bu bağdaştırmada ciddî mesafe alınamamıştır. Uzun süre katılımı sınırlamayı amaçlayan vesayet odaklarıyla çalışan, darbeleri “reform aracı” olarak destekleyen bu hareket son yıllarda bu konumunu sorgulamış ve değişime yönelmiştir.
Başörtüsü takmanın “modernlik karşıtlığı” anlamına gelmeyeceğinin itirafı ile dolaylı yolla da olsa “modernlikler”in varolabileceğinin kabûllenilmesi gibi “darbeler”e “devrim” biçiminde atıfta bulunmaktan vazgeçilmesi bu alandaki değişimi ortaya koymaktadır. Ancak bu konuda netice alınmasını zorlaştıran iki unsur vardır. Bunlardan birincisi değişime karşılık tarihî mirâsın muhafaza edilmeye çalışılması, örneğin bir yirmi birinci yüzyıl demokrasisinde “devrimcilik”in ilke olarak korunmasıdır. Daha temel ikinci sorun ise bu değişimin “devletçi modernleştirme”yi kendisi olmaktan çıkarması ama kolaylıkla tanımlanabilir bir şeye de dönüştürmemesidir.
Kendisi olmayınca
Devletçi modernleşmenin çoğulculuk ile bağdaştırılmasının zorluğu bu hareketin “kendisi olma” alanında önemli tavizler vermesine neden olmuştur. Ancak sorun onun kendisi olmayınca “ne olacağı”nda düğümlenmektedir. Bu hareketin kendisini tanımlamak amacıyla “Ortanın solu,” “Demokratik sol,” “Üçüncü Yol,” “Anadolu solu” benzeri kavramsallaştırmalar üretme ihtiyacı duymasının nedeni de “ne olduğunu bilememek”ten kaynaklanmaktadır.
Burada karşılaşılan mesele gerçekte kendisine yakınlığı olmayan bir düşünce sistematiği ile ilintilendirilmek olmuştur. Milliyetçi ve devlet merkezli bir yaşam tarzı modernleştiriciliğinin “sol” siyaset yapılanması olduğunu iddia etmesi, daha da önemlisi kendisini buna inandırması, onun “ne olduğunun tanımlanabilmesi”ni fazlasıyla zorlaştırmıştır. Erken Cumhuriyet döneminde Kadro dergisi tarafından da yapıldığı gibi “anti-emperyalizm” üzerinden “sol”da konuşlanma girişimleri yetersiz olmuştur. Bunun neticesinde devletçi modernleşmecilik bu yaklaşımın saf halini savunan marjinal partiler doğurmanın yanı sıra kendisini “kalkınmacı muhafazakârlık” karşıtlığı üzerinden tanımlamak zorunda kalmıştır. Devletçi modernleşmecilik tek parti döneminde Hans Zehrer’in Tatkreis hareketi benzeri otarşi kutsayıcısı, iktisadî planlamacı yaklaşımlardan etkilendiği için bu kolay da olmuştur.
Ancak bu “karşıt”lık net bir siyasal konum belirlenmesi alanında yetersiz kalmıştır. “Ne olduğu” konusundaki muğlaklık ve konumunu “karşıtlık” üzerinden üretme, değişerek çoğulcu siyasete uyum sağlama uğraşı içine giren devletçi modernleşmeciliği yükselen “kimlik siyaseti”nin temel hedeflerinden birisi haline getirmiştir.
Siyasetin bu kutbu, süreç içerisinde, muhafazakârlığı kendilerine yönelik tehdit olarak algılayan mezhepsel ve dışlayıcı seküler kimliklerin hareketine dönüşmüştür. Kimliklere dayalı siyasetin bu hareketin çözülmesini, içinden çıkardığı marjinal partiler gibi yüksek perdeden konuşan, tek parti dönemini altınçağdaşlaştıran, ama toplumsal ağırlığı olmayan eylemciliğe evrilmesini engellediği ortadadır. Buna karşılık, bu kimliklerin toplumun genelinde azınlıkta kalması, hareketin kitlesel boyut kazanması ve “iktidar” olmasını fazlasıyla güçleştirmektedir.
Beyaz atlı lider
Devletçi modernleşmeciliğin süregelen başarısızlığının temelinde doğası itibarıyla çoğulculuk karşıtı olan bir hareketin demokrasiyi içselleştiren bir yapıya dönüştürülmesindeki zorluk yatmaktadır.
Demokrasi ve farklı modernliklerin varlığını kabûllendiğinde toplum tasavvuru anlamsızlaşan bu hareket, ne olduğunu “karşıtlık” üzerinden tanımlamaya çalışınca önemli bir sarsıntı geçirmiş ama kendinden menkûl “sol”culuk iddiası ve bir kimlik siyaseti ittifakının egemenliği altına giriş sayesinde, siyasetin “daimî kaybedeni” haline gelme ve merkezden uzaklaşma pahasına, kutup olma vasfını koruyabilmiştir.
Kimlik siyasetinin fazlasıyla güç kazandığı Türkiye’de söz konusu hareketin bu niteliği uzun süre muhafaza edebilmesi mümkündür. Buna karşılık onun özgür seçimlerle iktidara gelebilmesi, ancak “karşıt” olduğu kutbun yapacağı büyük hatalarla gerçekleşebilir; bu iktidar ise süreklilik göstermez.
Dolayısıyla bu hareketin entelektüel müktesebâtı zengin, hitabeti güçlü, tercihan kravat takmayan karizmatik lider ve kunduz-arı bileşkesi çalışkanlıkla faaliyet gösteren parti teşkilâtlanması ile iktidara yürüyebileceğini varsaymak gerçekçi değildir.
Türkiye’de hakim partiye evrilme eğilimi gösteren “kalkınmacı muhafazakârlık”a seçenek olabilecek bir hareket ne olduğunu köşeleri kapatarak tanımlayabilmeli, geçmişini “zamanın koşulları” benzeri apolejetik zorlamalara başvurmadan tarihselleştirebilmeli, program ve toplum tasavvuru üreterek siyasetteki pozisyonunu “karşıtlık” yerine bunlar aracılığıyla belirlemeli, ilişkisi olmadığı siyasal konumları sahiplenmemeli ya da aidiyet iddia ettiği görüşlere uygun politikalar üretmeli ve kimlik siyasetinin yoğunluğunu azaltmalıdır. Bunlara yönelmek yerine “beyaz atlı genç lider”e intizar, Vladimir ile Estragon’un Godot’yu beklemelerinden pek de farklı değildir.
http://www.sabah.com.tr/yazarlar/hanioglu/2015/11/15/devletci-modernlesmecilik-neden-kaybediyor
http://www.milligazete.com.tr/koseyazisi/Secimleri_Nicin_Kaybettiler/27153