Faşizme Karşı En Geniş Birleşik Cephe Oluşurken…
Faşizme Karşı En Geniş Birleşik Cephe
Tarihte çok örneği vardır. Toplumlar durumun en umutsuz gibi gözüktüğü anlarda birdenbire umulmadık bir refleks gösterip ayağa kalkabilirler. Son Akademisyenler bildirisi böyle bir refleks olarak görülebilir. Diktatörün, Kürt halkına yapılan zulme açıkça karşı çıkan akademisyenler karşısında feverana kapılması, büyük bir toplumsal tepkiyi doğurdu ve köşelerinde ne yapacaklarını bilemeden acı çeken on binlerce insanı harekete geçirdi. Gerçi bu bir sokak hareketi değildi ama her toplumsal hareket mutlaka sokak hareketi şeklinde kendini ortaya koyacak diye bir kural yok. Bazen toplumlar tepkilerini sokakta, meydanda görünmeden ama net bir şekilde de ortaya koyabilirler. Hele toplumsal mücadelede sosyal medya denen yepyeni bir unsurun son derece belirleyici etkiler sağlayabildiği günümüz koşullarında.
Barış İçin Akademisyenlerden sonra Edebiyatçı ve Yazarlar, Yayıncılar, Sinemacılar, Tiyatrocular, Gazeteciler, LGBTİ’li Barış Girişimcileri, Özgür Haber platformları, Fikir Özgürlüğü Platformları, Yeniden Akademisyenler, Sağlıkçı ve Doktorlar, İşsizler, Aleviler, Hukukçu ve Avukatlar, Mimarlar, Mühendisler, Fotoğrafçılar, Memurlar, İşçiler, Plaza Çalışanları, Barış Anneleri, Barış Platformları, Barış için Ekoloji Aktivistleri, Barış İçin Müzisyenler, Taraftar Grupları, Psikologlar, Öğrenciler, Üniversiteliler, Feministler, Kadın Platformları, Eğitimciler ve öğretmenler, Kıbrıslı Öğretmenler, Emek ve Demokrasi Platformları, Mahalle Forumları, Birleşik Hareket Platformları, Anti-Faşist Bloklar ve Platformlar, Çeşitli Meslek Odaları ve Kuruluşları, Sendikalar ve Sendika Konfederasyonları, Okul Mezunları, Dünyanın dört bir yanından Düşünürler, Aydınlar, Antropologlar, Sosyologlar, Gazeteciler, Akademik Özgürlük Kuruluşları, Sığınmacı Aydınlar vb. birbiri ardına destek bildirileri yayınlayarak toplum çapında bir tepkiyi dillendirmiş oldular. Bu, faşizme karşı tepkinin, Kürt halkıyla dayanışmanın ne kadar büyük ve yaygın olduğunu ortaya koydu. Aslında bu, kendiliğinden ortaya çıkan, adı konmamış bir anti-faşist birleşik cephedir. Kimsenin girişim ya da talimatıyla oluşmamış olan bu cephe, kaçınılmaz olarak önümüzdeki dönemde daha da büyüyüp gelişecektir. Günümüzde, Türkiye somutunda Faşizme Karşı Birleşik Cephe bu şekilde tecelli etmiş bulunuyor. Bundan sonra yapılması gereken, bu oluşumların kendi aralarında koordinasyona gitmeleridir. Koordinasyon derken, merkezi bir karar organından söz etmek istemiyorum. Tersine, böyle bir organlaşmaya gitmek bu hareketin derhal donmasına, bürokratlaşmasına ve bildiğimiz iktidarcı reflekslere, hatta ayak oyunlarına yol açacaktır. Benim söylemek istediğim, kendiliğinden ortaya çıkan bu oluşumların tamamen ademimerkeziyetçi bir şekilde birbirleriyle dayanışma bağları oluşturmalarıdır. Bunun ötesinde, bu dayanışma bağlarının kurulmasına yardımcı olan bir koordinasyon grubunun oluşturulması da yararlı olacaktır, ama bu kadar.
Faşizm, zorbalığını artırdıkça yalnızlaşacaktır. Yalnızlaştıkça sertleşecektir elbette ama bu da sonuçta faşizme karşı birleşmeyi ve daha birleşik bir mücadeleyi teşvik edecektir. Faşizmin yıkılışına kadar bu böylece sürüp gider.
Gün Zileli
18 Ocak 2016
www.gunzileli.com
gunzileli@hotmail.com
Yazınıza gelen uzunuluk şikâyeti üzerine kaldırıyoruz. Yayınlanabilmesi için lütfen en az üç bölüm halinde yollayınız.
Bu saydığınız özneler bir araya gelseler toplumun yüzde biri bile etmezler. En fazla beş yüz bin kişi. Türkiye’de entelijansiya bu kadar. Fazlası yok. Karşısında ise on milyonlarca kişilik akp-mhp-kemalist blok var. Üstelik entelijansiyanın düzenle kurduğu komformist bağlar çok güçlü. Herkes sizin gibi dünya vatandaşı değil. İnsanlar sosyal statülerini, mesleklerini, unvanlarını kaybedecek bir işe kalkışmak istemeyeceklerdir. Ama bedel ödemedikçe de bir şeyler değişmiyor. Böyle bir kriz var bu tarafta. Bu arada ilk yorumu niye onayladınız? Konuyla doğrudan ilgisi yok. Okuyucuyu konudan uzaklaştırıyor, dikkat dağıtıyor.
Merkezileşme yaşanmıyorsa, ya da koordinasyon diyelim, bunlar uçucu heyecanlar. Hatta koordineli başlamıyorsa kendini kolay hedef haline getiren düşüncesiz hamleler. Bu dağınıklıkla eldeki mevziler bile kaybedilebilir. Geriye bir sabun köpüğü bile kalmaz. Nihayetinde tüm bu imzacıların toplumun ,lütfen kusura bakmayın, kaşarlanmış aktivistleri olduğunu da unutmayalım. Her biri zaten beş farklı stö’de faaliyet yürütüyor. Yani sayı da hayal edilenin bir hayli altında. Toplumun önemli bir kesimi rahatsız, doğru. Peki koordinasyonun olmadığı bir ortamda nereye kanalize olacak bu insanlar. Bana sorarsanız umutsuzluk içinde öfke nöbetleri geçirecek. Her şey merkezileşmeye bağlı, un ufak edilmeden önce bu şart.
Bu fasist bozuntusu vatancilar HDP yi kapatirmak icin savcilaga dilekce vermis..
Esas basit it fasizm heveslililerini kapatirmak gerek..
Bunlarin siyasi seviyeside igrenc..
Bütün partiler birlesmeli bu igrenc,rezileri susturulmali..
Siyasi bir parti degiler bunlar..
Parti bozuntusu,fasist bozuntusu,insan bozuntusu bunlar..
Sayın “anonim” 2,
Eğer “kapitalizm zehri hayatınızın en ince kılcal damarlarına enjekte edildiyse”; bağışıklık kazanmışsınız demektir!
Fakat daha tehlikeli olan durum:
Bağışıklığı “savunur hâle getirilmek” ile bağışıklığa “karşı çıkmak” arasındaki sınır çizgisini unutmaktır!
Şu ifadeniz [Bu arada ilk yorumu niye onayladınız? Konuyla doğrudan ilgisi yok. Okuyucuyu konudan uzaklaştırıyor, dikkat dağıtıyor.] ne yazık ki “kapitalizme bağışıklık kazandığınızın” bir göstergesi! Ve hâttâ [Okuyucuyu konudan uzaklaştırıyor, dikkat dağıtıyor.] ifadeniz; kapitalizmi savunmaya teşne olduğunuzun bir işareti olabilir!
[İnsanlar sosyal statülerini, mesleklerini, unvanlarını kaybedecek bir işe kalkışmak istemeyeceklerdir.] ifadeniz ile “kapitalizm diktatörlüğü” arasındaki ilişkiyi göremeyecek kadar gözlerinizin önünde perdeler var!
Yazık!
Ölmüşüz de ağlayanımız yok!
Koordinasyonun gereğine ben de değindim ama bunun ötesindeki örgütlenmeler her zaman için bir iç kargaşa ve çekişmedir ve hareketi içindein çökertir. Bunlar iki yüz yıl boyunca binlerce kere yaşandı. Hareketin kendi doğal akışına izin vermek ean doğrusudur. Kısacası ben kendiliğindenciyim.
ancak “susturmalı” dediğiniz zaman siz de onlara benzemiş olmaz mısınız?
EKİM-KASIM 2016, GENEL SEÇİM VAR!
AKP’NİN 370 MİLLETVEKİLİ HEDEFİ İÇİN SEÇİM ÇALIŞMALARI ŞİMDİDEN BAŞLADI!
http://www.sozcu.com.tr/2016/gundem/baskin-secim-ile-400-vekil-1047133/
Sayın 5 numara. Kişiliğinize saldırı olarak niye algılıyorsunuz? Üstelik sizin verdiğiniz yazıyı sonuna kadar okudum. Belki admin bile o upuzun yazıyı okumamıştır. Ama ben okudum. Güzel, önemli, faydalı bir yazı ama yeri tam olarak bu başlık değil. Duyurular kısmındaki yazıların altına o yazıyı ekleseydiniz daha uygun olurdu belki de.
Gün sana katılıyorum. Hükümetin ısrarla imzacılara, “imzalarınızı geriçekin” demeleri korkularının ifadesidir.
Sayın “anonim” 7,
Kişiliğimize saldırı olarak algılamadık; yanlış anlamışsınız.
Metni keşke sizin gibi herkes okusa; okumakla yetinmeyip “eylem”lere de başlasa!
“Faşizm” gibi devasa bir problemi eğer günümüzde hâlâ tartışmaya mecbur kalıyorsak; bu tartışmayı yaparken “kapitalizm”i dışarıda tutamayız!
Metni “duyurular” sekmesine aktarmak; “kapitalizmi tartışmayı ötelemeye alıştırıldığımız”ın bir göstergesidir! Ve bu “kapitalizmi tartışmayı ötelemeye alıştırılmak”tan muzdarip sadece şahsınız değil; lütfen kişisel olarak algılamayınız.
Artık 1716’da, 1816’da, 1916’da veya “11 Eylül 2001″de değiliz; 2016’dayız!
Hayatlarımızın en küçük hücrelerine, en kılcal damarlarına yüzyıllardır enjekte edilen “ölümcül kapitalizm hastalığı”nı tartışmayı ötelersek; “faşizm” kendine kuluçka merkezleri yaratmaya daima devam eder!
Yukarıda okuduklarınız bir işaret fişeğidir!
hAni türkiyede özgür düşünce vardı. bir imzadan korkan zihniyet tüm şehirleri bombalarla donaltan ve bu bombalara karşı miisileme veren türkiye cumhuriyeti DEVRİMLER KANLI VE ACI GELİYORSA BİLİN Kİ O DEVRİMLER BİRGÜN YIKILACAKTIR..
Zamansız merkezileşme bu tür hareketleri kurutabilir. Aksine dağınık ama ortak ses iktidarın kafasını karıştırıyor.
Merkezileşme o “son hamle” zamanı gerekir ama o noktaya daha var ve olmayabilir de..
Bu “merkez” merakı zaten bizi buraya getiren; bireylerin, grupların iradesini gaspederek, “idealizmi”, motivasyonu öldüren şey…
Gezi isyanında merkez var mıydı? Yoktu.. Ama bu toprakların en etkili kitle hareketiydi.. Neden etkisiz oldu? Çünkü siyaset yapanlar bu enerjinin kaynağını, besinini, arzularını bilmiyorlardı.. Bu “un, şeker, yağı” helva yapamayan yatıp-kalkıp siyasetle uğraşanlar olmalıyken, onlar bu işten “cebime ne girecek” faydacılığı ile yaklaşıyordu.. (tümü değil ama çoğu…)
*
Bence anti-faşist dayanışma moral-düşünce-cesaret olarak yayılmalı; dilerim “sıçrama yapacak” bir nicelik birikimine ulaşır…
**
Ama bu arada diktatörlüğe zaman kaybettirmek, bu arada Kürt hareketinin toparlanması, CHP’nin uyanması, toplumun felaketin farkına varması için zaman kazanmak..
Bu da az önemli değil…
*
AKP’nin taktisyenliği karşısında CHP’nin “düz’lüğü” ortada…
*
CHP kendi soluna yanaşamıyor; sağ eleştirilerden korkuyor.. Ama bu arada AKP en gerici, en şoven sağ ile ittifaklar yapıyor..
Bu bile bir ittifaklar politikasını gündeme getirmenin önemini gösterir…
Ben bu CHP’den hiç hoşlanmıyorum.. ama.. Faşizme karşı oradan yükselecek itiraz olmadan da bu iş kolay değil.. Gezi’de CHP yoktu ama bu her zaman olmaz..
CHP merkezini zorlamak, olmuyorsa tabanına yönelmek gerekir..
Ama acil durum! CHP merkezini zorlamalı..
[3. BÖLÜMDEN OLUŞMAKTADIR.]
[1. BÖLÜM]
“Turuncu-Mavi-Beyaz…Yaka” ile “Turuncu-Mavi-Beyaz…YaLAka” arasındaki farklar nedir?!
“Üniversite gençliği” ismi ile kategorileştirilen kesimin artık “roman” değil; “N.L.P. kitabı” okuması gerektiğini kimler, niçin dikte ediyor?!
Hayat; sadece “S.W.O.T. analizi”nden mi ibaret?!
Üniversiteden yeni mezun olan bir gencin, hayattaki yegâne gayesinin, istihdam edildiğinde “Junior Manager”lıktan “Senior Manager”lığa ulaşmak olması gerektiğini kimler, niçin dikte ediyor?!
“Emekli” öğretmenler “Atanamayan” öğretmenler ile omuz omuza vermedikçe hangi sorunun çözülebileceğini zannediyoruz?!
Özgeçmişlerde (CV) artık “Six Sigma – Black Belt” sertifikası olmasını şart koşmaya başlayan o anlı şanlı “şirketler”, nesilleri nasıl bir otomasyon sürecinde robotlaştırmaya çalışıyor?!
Metal İşçilerinin yürüttüğü mücadeleye niçin kendini tertemiz zanneden “Beyaz” Yakalar destek vermeye yanaşmıyor?! Bu “Beyaz” Yakalar, niçin patronun ayarladığı “ayrı servis minibüsleri” ile iş yerine, “Diğer” Yakaların toplanmadığı arka bölümlerden gizli gizli giriş yapmaya mecbur bırakılıyor?! Bu “Beyaz” Yakalar niçin ses çıkarmamayı tercih ediyor?!
“Mustafa İnan” bize ne öğütlemişti?!
“Wilhelm Reich” bize ne öğütlemişti?!
Bütün bu sorulara ve daha fazlasına yanıtlar aramak için:
NOT: Aşağıda okuyacaklarınız herhangi bir ürün & hizmetin satış amaçlı promosyonunu yapmak değildir.
“Sarp Mogan” mahlası kullanılarak yazılmış “Beyaz YaLAka” (Okuyan Us Yayınları, 2014) kitabı; “sürmekte olan boş bir hayalden uyanmaya başlamak” deyiminin ülkemizdeki güncel örneklerinden biri olmuş.
“İçeriden gelen eleştiri” ile “dışarıdan gelen eleştiri” arasında doğru orantılı bir ilişki çıkmasını her zaman beklememek kitaba daha geniş bir açıdan bakmamızı sağlayabilir.
Kitabında Mogan’ın içeriden birisi olarak eleştiri yapması ile “uyanmaya başlamak” görüşü destekleniyor. Peki kitapta anlatılanları dışarıdan birisi hiç mi bilmiyordu ve bunları yazamaz mıydı; tabii ki yazabilirdi. Fakat ilk önce içeridekilerin yavaş yavaş sesini yükseltmeye başlaması, alınması gereken yolda hepimize önemli bir zaman kazandıracaktır. Ve bu “uyanmaya başlamak – ses yükseltmek” devam ettikçe, bir sarmal gibi, her yönden – her “yaka”dan kitle yaşadıklarını içinde saklamaktan vazgeçecek, etkileşim büyüyüp gelişecektir.
Kitabı okurken ve okuduktan sonra; “ Amansız bir rekabet içinde — bir işte çalışan veya çalışmayan — her renk yakadan insan kendi hayatından ne kadar memnun? ” sorusunu aklımızda tutmayı tavsiye ederim.
“İstanbul/Maslak”taki yüksek bir iş plazasının camından öğle arası cappuccino yudumlayarak Taksim/Kazancı yokuşu taraflarından yükselen biber gazı dumanını + “protesto seslerini!” film izler gibi izlemek-dinlemek yeterli olmamalı!
Yaklaşmakta olan asıl ve kalıcı tehlike özellikle 1975 ve sonrası doğumlular için “Maslak” metaforudur sayın okuyucu!
İstanbul’da herhangi bir üniversitede okuyan öğrenciye de, Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi’nde okuyan öğrenciye de; bilinçaltından ağır ağır zamana yayarak, “Maslak” metaforu içinde bir iş hayatına sahip olmak özendiriliyor sayın okuyucu!
Çuvaldızı kendimize batıralım:
Bu soruyu hakaret etmek için sormuyorum, “gerçekle!” yüzleşmek için soruyorum:
Bir ebeveyni ele alalım:
Bir anne-baba (eğer varsa) savunduğu siyasi ideoloji ne olursa olsun; “acaba evladımın geleceği nasıl olacak? Ona iyi bir yarın bırakabilecek miyim?!” korkusunu yaşamış, yıllarca gözüne tek uyku girmediği geceler olmuştur muhakkak!
Örneği boş yere uzatmamak için, sadece; bu ülke tarihinde simge bir üniversite ismi olduğu için soruyorum (Amacım; aşağıda ismi verilen bu iki nadide kurumumuzu sorgusuz suâlsiz topa tutmak değildir!)
“Orta Doğu Teknik Üniversitesi”ni ele alırsak:
(a) 1968 kuşağı öğrencilerinin verdiği mücadele ne idi?!
(b) Şu anda bu üniversiteden yeni mezun olan bir gencin iş hayatına başlayacağı şirketler hangi siyasi ve iktisadi dünya içinde yaşıyor?!
Bu çelişki üzerine ciddi ciddi kafa yordunuz mu?!
2013′ün ilk yarısında “Fikir Kulüpleri Federasyonu”, özellikle ODTÜ metaforu içinde toplanarak, tekrar kuruldu.
Günümüzde: Hem bu öğrencilerin mezuniyeti yaklaştığı zaman, hem de varsayalım bu öğrencilerin büyük bir çoğunluğunun “Yeni FKF” içinde verdikleri mücadeleden sonra, hayatlarını ne yönde devam ettirecekler; hiç düşündünüz mü?! Cevabı: “Serbest Piyasa Ekonomisi”nin bayraktarlığını yapan “özel sektör!” içinde devam ettirecekler, söylediğinizi duyar gibiyim!
Eee.. nerede kaldı “1968 ruhu” ?!
Nerede kaldı “Yeni FKF” ?!
Gerçekler acıtıcıdır! Yüzleşmeyip kaçarsak acının şiddeti daha da artacak!
Ders bırakmadan 4 yılda orta hâlli bir üniversite bitirebilen öğrenci profilini temel alırsak: Daha 1. yıl itibariyle; bizzat “öğretim görevlileri”, “okutmanlar”, “yard. doç.”lar, “doç.”lar, “prof.”lar tarafından öğrencilere şu empoze ediliyor:
“Önümüzdeki hafta/ay, AAA şirketinin-iş kulübünün-derneğinin-odasının vd. fuarı-semineri-konferansı olacak. Kızlar en alımlı elbiselerini giyip en güzel makyajlarını yapsınlar, erkekler en ‘janti!’ takım elbiselerini giyip tıraş olsunlar; bu fuara yüksek katılım göstermenizi ve düzenlenen her panelde aktif görev almanızı bekliyorum! Böylece daha 1. yıldayken çevre edinmeye başlarsınız; mezuniyetiniz yaklaştığında ‘işsizler ordusuna düşer miyim acaba?!’ diye endişeye kapılmazsınız. Kendinizi, şirketlere ‘pazarlayabilecek!’ kadar çok donanımlı hâle getirmek zorundasınız! Eğer öğrenciliğiniz boyunca bu amaç için çaba harcamazsanız; mezun olduğunuzda kafanızı duvarlara çok vurursunuz! Kendinizi ‘satabileceğiniz!’ bir ürüne dönüştürün, böylelikle hayatta sırtınız asla yere değmez!”
Akademik hayatlarının daha birinci basamağında “üniversite öğrencilerimizin!” aklına rekabet denilen olguyu yukarıdaki gibi zerk edersek; bu öğrenciler, günlük koşuşturma içinde dikkatini vererek bir edebi roman mı okumak ister? Yoksa; otobüs-metrobüs-minibüs köşelerinde; “NLP*” başta olmak üzere her tür “kişisel gelişim!” kitabı mı okumayı tercih eder?!
(*NLP: Neuro-linguistic programming ~ Algısal Davranış Kontrolü ~ Duyu-Dil Programlama; DDP)
Bu öğrenci, yabancı dili, bir başka kültürün şiirini anlamak için mi öğrenmek ister; yoksa iş başvurusu yaptığı şirketlerde “İnsan Kaynakları Müdürü!”nün odası önünde kendisi gibi bekleyen diğer adayları elemek için mi öğrenmek ister?!
Bir konuda emin olabilirsiniz: Günümüz üniversitelerinde yetişen gençlerimizin çok büyük bir bölümünün “proletarya” kelimesinin varlığından ne yazık ki haberi yok! “Bu bilinçsizliğin tek sorumlusu — her zaman olduğu gibi! — gençlerdir!” cümlesiyle başlayıp beylik lâflar sıralayarak aradan sıyrılmak kendimizi kandırmaktan başka bir işe yaramıyor: Yukarıda bahsedilen “empoze!” devam ettiği müddetçe; haberleri olmayacak!
“Proletarya” kelimesini bilmeyen “praxis & praksis”i de keşfedemez;
“Praxis & praksis”i bilmeyen “lümpenleşme”yi de keşfedemez;
“Lümpenleşme”yi bilmeyen “snoplaşma~snoblaşma”yı da keşfedemez;
“Snoplaşma”yı bilmeyen “konformizm”i de keşfedemez;
“Konformizm”i bilmeyen “vasatlaşma”yı da keşfedemez;
“Vasatlaşma”yı bilmeyen “oklokrasi”yi de keşfedemez…
Bu zincir halkalarını gittiği yere kadar uzatabiliriz!
“Serbest piyasa ekonomisi” şırınga edildiği ve “Maslak metaforu!” içindeki bir iş hayatı özendirildiği müddetçe; bizler, kendini “uyanık!” zannedenler, bu gençlerin büyük çoğunluğuyla oturup; “Marx”ı, “Goethe”yi, “Ömer Ayna”yı, “Alberto Bayo y Giroud”u, “Ali İsmail Korkmaz”ı, “Mustafa Suphi”yi, “Behice Boran”ı, “Manisa/Soma’nın neyi işaret ettiğini” veya “Gülhane Parkı’nda bir ceviz ağacı olmak!” özlemini sindire sindire konuşamayacak duruma gelebiliriz!
Bizler, kendilerini “uyanık!” zannedenler, bütün geçmişi anlatıp, bu gençten bize soru sormasını beklediğimizde:
Birinci örnek:
“Peki sevgili büyüğüm, şu meşhur ‘ceviz ağacının’ daha fazla ceviz vermesi için ne tür toprak-gübre-sulama yöntemi kullanmalıyım? Kaç sandık ceviz toplayabilirim bu ağaçtan? Çünkü bu ceviz sandıklarını, üniversite dönemimde hocalarımızın bizlere okuttuğu ‘Anthony Robbins kişisel gelişim kitapları’ndan anımsayarak geliştirdiğim yepyeni satış-pazarlama teknikleriyle bir başka komünist memleket olan Küba’ya ihraç ederek çok para kazanmak istiyorum! Hem Cihangir’den stüdyo tipi evi daha dün aldım. Bankaya tonlarca kredi borcum da var! Şimdi sen bırak bir kenara o yeryüzüne ışık getirdiği söylenen kovulmuş Lucifer’i-Mucifer’i, bırak Marx’ı-Carx’ı, bırak Faust’u-Maust’u da; bana asıl şu ihracat konusunda yardımcı olmalısın!”
sözünü işiteceğiz ve sonra sinir krizi geçirip hastaneye yatacağız!
İkinci örnek:
Aralık 2013 / Ocak 2014:
Dünyanın en büyük ilaç şirketlerinden biri olan “Bayer”in CEO’su “Marijn Dekkers”; şirketin kanser ilacı olan “Nexavar” için hasta başına yılda 67 bin dolar talep ettiğini hatırlattı ve “ilacı Hintliler için değil, zengin Batılılar için geliştirdik.” dedi!
“Business Week” adlı derginin son sayısında yer alan habere göre; etken maddesi “sorafenib” olan kanser ilacının patentsiz üretimine Hindistan hükümetinin onay vermesine tepki gösteren “Bayer” şirketinin Hollandalı CEO’su Dekkers; “Doğruyu konuşma zamanı geldi: Biz bu ürünü Hindistan pazarı için geliştirmedik. Kanser ilacını Batı’da yaşayan ve maddi güce sahip insanlar için geliştirdik.” dedi!
Hollanda’da üretilen ve hasta başına yılda 67 bin dolara mal olan ilacın Hindistan’da ise sadece 177 dolara satıldığına dikkat çekilen haberde, Dekkers’in bu şok açıklamaları nedeniyle birçok derneğin dava açmaya hazırlandığı ileri sürüldü.
Kaynak 1: http://www.haberturk.com/polemik/haber/918944-zenginler-icin-ilac-olur-mu
Kaynak 2: http://www.businessweek.com/news/2014-01-21/merck-to-bristol-myers-face-more-threats-on-india-drug-patents
Kaynak 3: http://www.cjr.org/the_audit/bloombergs_viral_misquote_1.php
(Dekkers’in açıklamasının orijinal İngilizcesi: “Is this going to have a big effect on our business model? No, because we did not develop this product for the Indian market, let’s be honest. We developed this product for Western patients who can afford this product, quite honestly. It is an expensive product, being an oncology product.”)
[DEVAMI 2. BÖLÜMDE]
[2. BÖLÜM]
“Praxis & praksis” kavramı ve “Diyalektik; gül bitti!” özdeyişi başta olmak üzere, yukarıda yazılan terimlerin ne demek olduğunu hatırlayalım; ama hatırlamakla kalmayalım, en yakınımızdaki kişiden başlayarak herkese anlatmak için çaba sarfedelim!
21. yüzyılda hayat sadece; “bireysel pazarlama, bireysel hırs, bireysel kurumsallaşma-şirketleşme, piyasada sürekli popüler kalmayı sağlama” sembolleri üzerinden mi yürüyecek?!
Hangi mesleği yaptığınız farketmiyor! Bir perakende elektronik mağazasının genel müdürü de olsanız, tıp fakültesinden yeni mezun olacak bir beyin cerrahı da olsanız; “kişisel pazarlama” denilen kalın ve yüksek bir duvar önünüze dikiliyor!
İngiltere’yi ziyaret edenler ve ziyaret etme imkânı olanlar bir hususu iyi gözlemlesin. Fazla açılmaya gerek yok; Londra şehir merkezinden uzakta, il sınırının bitimine yakın yerlere giderseniz; orada geniş otoban köprülerinin çevresinde, mezralarda, küçük-küçük el yordamı köy benzeri yapılar görürsünüz. Eski minibüs, eski karavan, eski otobüs vb. her yerde vardır. Buralarda İngiltere’ye bir şekilde girmeyi başarmış, özellikle “Doğu Avrupa!” işçileri yaşıyor. Üstelik azımsanamayacak bir kısmı geldikleri ülkelerin en iyi üniversitelerinden yüksek derecelerle mezun olmuş! İngiltere’de bir umut; para biriktirmek ve/veya vatandaşlık elde edebilmek için, bir tekstil atölyesinde, bir şirketin “sigorta departmanı müdür yardımcısının evinde!” muazzam bir fizik öğretmeni veya laborant olduğu halde çocuk bakıcısı olarak “karın tokluğuna” yaşamaya hazır nice insanlar var!
Bizim vatandaşlarımız da var, merak etmeyin! Benzer manzarayı Tekirdağ/Çorlu’da “Avrupa Serbest Bölgesi” çevresinde de görebilirsiniz; İstanbul/Zeytinburnu da olabilir, Kars/Kağızman’da veya Şırnak/Roboski’de!…
Ali Akay (prof.), Mimar Sinan Güzel Sanatlar Ünv. Sosyoloji Bölüm Başkanı (Mart 2012) uyarmıştı:
“Bugünkü üniversite sistemine baktığımızda; bilginin değeri ‘bildiğin kaç para ediyor?’ sorusu üzerine kuruludur. Bu görüş 1970′lerde hızla yayılmaya başlamıştır. Steve Jobs ve Mark Zuckerberg gibi kişiler bu konuya verilebilecek en iyi iki örnektir. Bu nedenle bir bilimsel kimlik/başarıya sahip olmanın üstüne ‘businessman-iş adamı’ kavramı inşa edilmeye, bu anlayışa sahip öğrenci profili yaratılmaya çalışılıyor.”
Celal Şengör (prof.), İstanbul Teknik Ünv. Jeoloji Mühendisliği Öğretim Görevlisi (Aralık 2006) uyarmıştı:
“Üniversiteler artık bilginin üretildiği değil, üretilmiş bilginin nasıl maddî kazanca çevrileceğinin öğretildiği yerler haline geldi.”
Mustafa İnan (prof.), İnşaat Mühendisi (1911-1967) uyarmıştı:
“Bilim uzun ve çetin bir yoldur çocuklar. Bilimi yarı yolda bırakmayın, olur mu çocuklar?!
Oppenheimer gibi hissediyorsanız; bırakın yüksek binaları başkası yapsın, büyük barajlarda başkası çalışsın.
Bazılarına çok uzaklardan bile görünen yüksek yapılar kurmak çekici gelecektir. Bırakınız bu işleri öyleleri yapsın.
Bazıları da insanları çalıştırmak, büyük teşebbüsleri idare etmek ihtirası ile yanarak kuvvetli olmak isteyeceklerdir. Bırakınız parayla da onlar uğraşsın.
Sizin kuvvetli olmak gibi bir derdiniz yoksa, siz de Leonardo Da Vinci gibi ‘Kuvvet nedir?’ diye merak ediyorsanız; buyrun, sizleri Mekanik kürsüsüne beklerim.
Çünkü bazılarına göre ‘Kuvvet’; para ile organizasyonun çarpımına eşittir;
Bize göre de kuvvet; ivme ve kütleyi ilgilendiren bir büyüklüktür.
Bu iki formülü birbiriyle karıştırmayın, olur mu çocuklar?!
Kürsü ile ticarethaneyi birbirine karıştırmayın, olur mu çocuklar?!”
Wilhelm Reich (prof.), Psikiyatr (1897-1957) uyarmıştı:
“Asıl açıklanması gereken:
Neden aç insanın çaldığı ya da sömürülen insanın greve gittiği değil;
Neden aç insanların çoğunun çalmadığı ve sömürülenlerin çoğunun greve gitmediğidir?!”
* * *
Belki de konunun dönüp dolaşıp geldiği yer şurasıdır:
“Para kazanmak için mi hayatımızı ekonominin dişleri arasına bırakıyoruz?
Yoksa çalışmaktan zevk aldığımız için mi yaşamaya devam ediyoruz?”
Bu iki temel ayrım üzerinde dikkatle durursak, Mogan bu kitabı yazmakla sadece istifra mı etmiş?
Yoksa cevabını kendisinin de hâlen aradığı bir soru peşinde sistemin dışına çıkmaya çoğumuz gibi cesaret edemeden koşmaya mı çabalıyor? sorularını sormaya başlarız.
Her sabah 6.45′de servis minibüsünün gelmesini bekleyen bir muhasebe departmanı çalışanı veya bir otomobil-montaj fabrikasında vardiyalı çalışan bir işçi, özellikle bugün, “rekabet” kelimesi hakkında neler düşünüyor?
“Para için çalışmak / Mutluluk için çalışmak” ikilemi hakkında neler düşünüyor? sorularını sormaya başlarız. Sadece muhasebe çalışanı, fabrikada işçi olmaya takılıp kalmayalım; meslekler çoğaltılabilir.
“Rekabet” kelimesini “başkalarının ayağını kaydırmak” olarak anlamaya nereye kadar devam edebiliriz?!
“Okumuş & eğitimli” olmak kusursuzluk mu?! İyi maaşlı bir iş bulup, yukarıda yazılanları ömür boyu görmezden gelmek mi?! “Ben kendimi zor kurtarmışım; başkasından bana ne!” demek mi?! Gölgeler içinde saklanarak yaşamak mı?!
“Okumamış & eğitimsiz” olmak bir kusur mu?! Küçümseme ve küçümsenme sebebi mi?!
“Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın!” özdeyişi; “Kim eğitimli? – Kim eğitimsiz?” ayrımını ortaya çıkaran bir turnusol kağıdı mı?!
Bir kurtarıcı hiçbir zaman gelmeyecek. Hiç kimsenin size yön göstermesini beklemeyin. Yön, kendi aklınız ve kendi vicdanınız olmalı!
Aşağıdaki 18 kitap, bir animasyon video, bir belgesel dizisi, bir hiciv metni ve bir röportaj metni dikkatle tahlil edilirse; “Mogan’ı bu kitabı yazmaya sevk eden sebepler neler olabilir?” sorusunun cevabına birkaç adım daha yaklaşılabilir.
Aşağıdaki liste uzun araştırmalar sonucu ortaya çıkmış değil. Bu kitaplar, hiciv metni ve röportaj okunup, videolar da izlendiğinde; içinde yaşadığımız “serbest piyasa ekonomisinin görmezden gelinen tarafları”nın neler olduğu tam anlaşılacaktır, gibi bir çıkarım da doğru değil.
Mogan’ı ve umarız çok farklı meslek erbaplarından da gelecek benzeri kitapları daha derinden kavrayabilmek için hazırlanan bu liste, şu an okuduğunuz satırların yazıldığı anda akla gelen birkaç tavsiyeden ibarettir. Bu referanslar tabii ki çeşitlendirilebilir:
* KİTAP 1: Karakter Aşınması “Yeni Kapitalizmde İşin Kişilik Üzerindeki Etkileri”
Yazan: Richard Sennett
Çeviren: Barış Yıldırım
Yayınevi: Ayrıntı Yayınları
* KİTAP 2: Prekarya “Yeni Tehlikeli Sınıf”
Yazan: Guy Standing
Çeviren: Ergin Bulut
Yayınevi: İletişim Yayınları
* KİTAP 3: Küresel Çarkın Dışında Kalanlar “Tüketim Toplumundaki Yeni Fakirlik”
Yazan: Kathrin Hartmann
Çeviren: Etem Levent Bakaç
Yayınevi: Ayrıntı Yayınları
* KİTAP 4: İşletme Hastalığına Tutulmuş Toplum
Yazan: Vincent de Gaulejac
Çeviren: Özge Erbek
Yayınevi: Ayrıntı Yayınları
* KİTAP 5: Yeni Orta Sınıf “Sinik Stratejiler”
Yazan: Ali Şimşek
Yayınevi: Agora Kitaplığı
* KİTAP 6: Aşk Yüzyılı Bitti
Yazan: Nuran Yıldız
Yayınevi: Doğan Kitap
* KİTAP 7: Modernite Nasıl Unutturur
Yazan: Paul Connerton
Çeviren: Kübra Kelebekoğlu
Yayınevi: Sel Yayınları
* KİTAP 8: İşsizlik Hakkı
Yazan: Ivan Illich
Çeviren: Deniz Keskin
Yayınevi: Yeni İnsan Yayınevi
* KİTAP 9: Aylak Sınıfın Teorisi
Yazan: Thorstein Veblen
Çeviren: Zeynep Gültekin & Cumhur Atay
Yayınevi: Babil Yayınları-İstanbul
* KİTAP 10: Oblomov
Yazan: İvan Gonçarov
(Birden çok yayınevi ve çevirmen tarafından Türkçe’ye kazandırılmış.)
* KİTAP 11: Mülkiyet Nedir
Yazan: Pierre Joseph Proudhon
Çeviren: Devrim Çetinkasap
Yayınevi: Türkiye İş Bankası Yayınları
* KİTAP 12: Leviathan
Yazan: Thomas Hobbes
Çeviren: Semih Lim
Yayınevi: Yapı Kredi Yayınları
* KİTAP 13: Devlet ve Anarşi
Yazan: Mihail Bakunin
Çeviren: Murat Uyurkulak
Yayınevi: Agora Kitaplığı
* KİTAP 14: Dönüşüm
Yazan: Franz Kafka
(Birden çok yayınevi ve çevirmen tarafından Türkçe’ye kazandırılmış.)
* KİTAP 15: Germinal
Yazan: Emile Zola
(Birden çok yayınevi ve çevirmen tarafından Türkçe’ye kazandırılmış.)
* KİTAP 16: Gelecekten Sonra
Yazan: Franco Berardi
Çeviren: Sinem Özer & Osman Şişman
Yayınevi: Otonom Yayıncılık
* KİTAP 17: Huzur
Yazan: Ahmet Hamdi Tanpınar
Yayınevi: Dergâh Yayınları
* KİTAP 18: (İngilizce) A Precariat Charter: From Denizens to Citizens
(Bir Preker Anlaşması: Toplumsal Soyutlanmışlıktan Adil Vatandaşlığa Geçiş İçin)
Yazan: Guy Standing
Yayınevi: Bloomsbury Academic
Kitap hakkında ön bilgi (İngilizce)
http://www.bloomsbury.com/uk/a-precariat-charter-9781472510396/
[DEVAMI 3. BÖLÜMDE]
(3. BÖLÜM)
* ANİMASYON VİDEO (7 dk.)
El empleo & The Employment
(Hayatta herkesin bir görevi vardır. Peki ama bu görevler ne ?!)
Hazırlayan: Santiago Bou Grasso (Arjantinli yönetmen)
Yayın yılı: 2008
Adres: http://vimeo.com/32966847
* BELGESEL: The Century of the Self (Bencillik Çağı ~ Ben Çağı)
Hazırlayan: Adam Curtis (İngiliz belgesel ve film yapımcısı)
Yayın yılı: 2002
Bölümler:
1. Bölüm: Happiness Machines
(Mutluluk Makineleri)
Türkçe altyazılı video: http://vimeo.com/22918234
2. Bölüm: The Engineering of Consent
(Rıza & İkna etme mühendisliği)
Türkçe altyazılı video: http://vimeo.com/23204840
3. Bölüm: There is a Policeman Inside All Our Heads: He Must Be Destroyed
(Herbirimizin kafasının içine birer polis yerleştirilmiş: Bütün bunları kafamızdan kovmalıyız)
Türkçe altyazılı video: http://vimeo.com/23485787
4. Bölüm: Eight People Sipping Wine in Kettering
(Kettering’de şarap yudumlayan sekiz kişi)
İngilizce video:
http://www.dailymotion.com/video/x17b3nc_the-century-of-the-self-eight-people-sipping-wine-in-kettering-4_news
* JONATHAN SWIFT’in 1729′da yazdığı ve günümüze ışık tutmaya devam eden hiciv metni.
18. yüzyıl başlarında Kuzey Avrupa’da iki algı ortaya çıktı:
(a) Halk, sadece ve sadece bir ülkenin zenginlerinden ibarettir.
(b) “Çalışan-emekçi-işçi sınıfa” düşük ücret ödenmesi gayet doğaldır; çünkü ücretler arttırılırsa bu insanlar daha az çalışmaya başlar.
Swift hem bu ekonomik yozlaşmayı gözlemleyerek hem de İrlanda’nın o dönemdeki durumunu temel alarak meşhur hiciv metnini yazar:
“ Mütevazı bir öneri: Çocuklarımızı niçin bir yiyecek olarak zenginlere satmalıyız? ” :
http://epigraf.fisek.com.tr/index.php?num=663
* YANKI YAZGAN (prof., psikiyatr) ile Boğaziçi Üniversitesi Mezunlar Derneği Boğaziçi Dergisi’nin Mart 2013′te yaptığı röportaj.
Röportajın tam metni:
http://yankiyazgan.blogspot.com.tr/2013/03/rekabet-yars-vs.html
“Rekabet & Yarış üzerine”:
Röportajdan bir bölüm:
Günümüzde bir başka egemen yaklaşım; “her şey ancak bir işe yarayacaksa öğrenilir, kullanılırlık değeri var ise öğrenilir.”
“Ne işime yarayacak?” sorusu bunu körüklüyor. Bu şekilde düşündüğünüzde, sınav sistemleri vs. rekabetten ziyade “ayıklamacı mantık” var. Toplumda işe yarayanlar ve yaramayanları ayırmak amaçlı bir bakış açısına; biz de ne kadar işe yarar olduğumuzu ispatlamak için bu sınavlara giriyoruz. Hepimiz girdik. Çoğumuz iyi puanlar aldı. İşe yarayanlar arasında yer alan birisi olduğumuz için, kazananlar grubundayız. Bunun rahatlığıyla konuşabiliyoruz. En azından kazananlara karşı bir kıskançlıktan konuştuğumuz söylenemez.
Her şeyin kazanmak ve kaybetmekten ibaret görüldüğü, kaybetmenin bir felaket sayıldığı bir durumda insanlar kaybetmeye tahammülsüz hale geliyorlar, kaybetmeyi dünyanın sonu gibi yaşayabiliyorlar.
Günümüzdeki sosyo-ekonomik düzen bizi birbirimizin önüne geçmeye teşvik edici ya da tahrik edici bir şekilde işliyor olabilir; rekabet denilince ilk aklımıza gelenin başka birilerinin sırtına, omzuna basarak yükselmeye benzer bir durum olması biraz bundan.
Oysa, spordan örnek alırsak, rekabetin ilkesi olarak belden aşağıya vurmamak, başka birisi zayıf düştüğünde üstünlüğü o anda ele geçirmek için uğraşmamak, yerdekine vurmamak ya da boş kaleye gol atmamak gibi bazı centilmenlik ilkeleri var.
Kıyasıya, öldüresiye, yok edesiye olan bir rekabetten bahsediyorsak, bunun insanlarda zamanla-ağır ağır meydana getireceği bir değişimden ziyade; insanların önemli bir bölümünü bu rekabete girmek zorunda hissettiren, insanı bu yönde iteleyen bir sosyal düzenden de söz etmeliyiz.
Diğer yandan, “düzen” eleştirisi yapmadan önce şu soruyu sorabiliriz: Bu rekabete girmek zorunda mıyız? Kendimize başka bir yol bulmak, bize önerilen kaynaklar ve erişim yolları dışında dünyada var olmanın yollarını aramak çok mu zor?
Çoğu kişi bu soruyu kendisine sormadığı için mevcut itiş kakış içerisinden kendisine bir yer açmaya çalışıyor. Bu başka yolları arayanlara; gerçekçi olmayan, ütopik, romantik denilebilir; zira ütopik ya da romantik olarak yaftalanan arayışlar hemen o anda bir tatmin yaratmaz, arzunun hemen doyurulmasından öte bir arayış içinde olmayı, beklemeyi, yokluğa ya da darlıklara dayanabilmeyi gerektirir.
Biz ise hem HEMEN istiyoruz, hem de HEPSİNİ istiyoruz. Hemen ve hepsini elde etmek için, pek centilmence olmayan, kuralların sıkça bozulduğu, koşulların kendinize doğru büküldüğü, güçlünün haklı olduğu bir rekabet ortamına dalıyoruz.
“Ben neyim ve benim sınırlarım nereden geçiyor?” Güvenin belirleyicisi biraz da bu sorunun yanıtında. Ama biraz önce konuştuğumuz rekabet türü; açık vermemek, zayıf gözükmemek, daha aşağıdaymış hissi uyandırmamak üzerine bir kültür ve davranış silsilesi oluşturduğu için sınırlarımızı bırakın başkalarına belli etmeyi, kendimiz bile öğrenmek istemiyoruz. Dolayısıyla “sınırsız ve müthiş gücü olan birisi izlenimi vermek makbul olandır” algısı maalesef yaygın.
Reklamlarda, iş başvurularında, CV’lerde, herkes neyi ne kadar müthiş ve mükemmel yaptığını gösterme çabasında.
Hiç mi başarısız olmuyorsunuz, hiç mi bir şeyinizin işe yaramadığı olmuyor? Hayat; S.W.O.T.* analizinden ibaret değil! O nedenle, en çok satan kitaplar başarı öyküleri; en çok okunan, dinlenen gurular, konferansçılar nasıl müthiş şeyler yarattıklarını anlatıyorlar devamlı. Böyle bir “güven enflasyonu!” söz konusu.
(*S.W.O.T.: Strengths, Weaknesses, Opportunities, Threats ~ G.Z.F.T.: Güçlü yönler, Zayıf yönler, Fırsatlar, Tehditler. – Bu analiz özel sektörün birçok alanında fakat yoğunlukla “İnsan Kaynakları [İK]” birimleri tarafından; iş başvurularını değerlendirme sürecinde, mülakata katılan adayın/adayların yetkinliklerini test edebilmek için kullanılır. Analiz ile ilgili işe alım sürecini de kapsayacak şekilde; şirket içindeki her kademede “çalışanların kapasitelerini geliştirmek ve motivasyonlarını yükseltmek!” cümlesi de yine İK birimleri tarafından sık sık söylenmekte!)
O nedenle rekabet başlığı altında; kazanmak için her şeyi mübah gören anlayış bizim ruhlarımızı kemiriyor ve zehirliyor. Hepimiz belki de istemediğimiz tipte insanlar oluyoruz. Sonra da, 50-55 yaşına gelince, Budist tapınaklarına gidip veya başka dinsel arınma gelenekleriyle; “rekabetten uzak” bir köyde küçük bir çiftlik sahibi olmak için çırpınarak bugüne kadar yaşadıklarımızdan kurtulmaya çalışıyoruz!
Hayatı bu şekilde yaşamaya nereye kadar devam edebiliriz ?!
Rekabetten uzak bir köyde küçük bir çiftlik kurarak, sadece ekolojik tarım yaparak ve isteyen arkadaşların doğu inançlarıyla haşır neşir olacağı, meditasyon yapacağı, çalışma grubumuzla oluşturacağımız ve internet üzerinden dünyaya yayacağımız “büyük dönüşüm” programıyla ilgilenecekleri bir proje olsa katılır mıydınız?
Bunun için Dersim yöresinde elverişli ve çok uygun fiyata araziler olduğunu duydum.
Yurt dışında yaşayan akademisyen, profesyonel ve yazarların katılımı halinde gerekli ivmenin yaratılacağına inanıyorum.
Sadece katıldıklarını belirten imza listesi bile bir magnet gibi diğerlerini çekecektir.
İlk başta bu bildirinin magnetine gelen hevesli gençlerle vakit geçirmeden arazi çalışmalarına başlanabilir. Kısa zamanda altyapı, binalar ve ekim alanları hazırlanır. Daha sonra imzacı inisiyatif grubu gelip rahatça yerleşir ve projeyi devralır.
Karışmış çoluk çocuğa geçim derdinde demokrat.
ortada faşizm yok ki ona karşı direniş cephesi oluşsun. akademisyenlerin bildirisi de kötü bir bildiriydi. pkk’yi suçlamayan, eleştirmeyen, ona tek kelime laf etmeyen, onu “kürt siyasî iradesi” olarak tanımlayan, berbat bir bildiri.
bunlar önemsiz ayrıntılar olabilir sizlerin gözünde. ama ciddiye alınmasını engelliyor bildirinin.
Gün Zileli’ye
12-13 ve 14 no da yayınlananlar.. defalarca ve defalarca.. aynı şeyler.. çarşaf, çarşaf.. yorum bölgesini işgal ediyor.. İşgal! en iyi tanım bu.. Haklılık bile, sürekli kafalara vurulacak bir şey değil ki..
— bu arkadaşlar şu yazılarını toparlasın.. “duyuru” bölümünde yayınlansın.. bir daha, bir daha, onlarca kez yazılmasın.. her konunun altına girmesin.. Gönderme yapsınlar.. özgürlüğün istismarı bu; “demokrasi” var diye sürekli bağırarak konuşmak gibi..
arada yeni bir şey yazıyorlarsa da ben görmüyorum.. keçi boynuzu yemeyi de sevmem!
VP’nin kapatılmasını istemek gayet makul ve meşru bir taleptir. Vakti zamanında Nasyonal Sosyalist Alman Partisi kapatılsaydı insanlık büyük felaketlerden korunmuş olurdu. Nasyonal Sosyalist Türk Partisi VP de yeni felaketlerin yaşanmaması için kapatılmalı.
Dikkat edelim. İktidar çürüyor. Muhalefet te öyle. Cemaatin hali malum. CHP ve MHP çalkalanıyor, liderlikleri zayıf, parti-içi muhalefet bile paramparça. Bu durumda düzenin tehlikeye girmemesi için egemenler VP tayfasını başa getirebilir veya en azından onların desteklediği bir darbe veya yarı-darbe rejimi gelebilir.
15’e
bu “birim” burada ayrıntıları ile konuşulabilir mi?
Yerel ekolojik toplum; kendi ihtiyaçlarını üreten.. Ticareti değil, yetinmeyi. üretmeyi hedefleyen.. zornlu olduğu kadar ticaret.. model olabilecek.. “kendini kurtarmayı” değil de yapılabilir olduğunu kanıtlama..
teorik hazırlık kolay değil..bu konu ortalıkta tartışılsa.. Fiziksel çalışmadan kaçınmayanlar.. ciddi mühendislik bilgisi.. doğal enerji üretimi.. devletten bir şey istemeden..
……….. gibi..
sadece onu güçlendirmiş olursunuz kapatmakla.
ağaçkakan senin ve yakala basının AKP’ye tek bir laf bile edemeyişi aslında daha düşündürücü.
Şimdi AKP bugün “bu A’dır, B değildir, bunun aksini söyleyen eleştiren şerefsizdir, vatan hainidir” dese bu yalaka basın aynı şeyleri söyleyecektir. Yarın AKP “hayır yanıldık, kandırıldık bu A değilmiş, aslında bu B imiş, A diyenler vatan hainidir, bu aslında B idi” dese yakala basın papağan gibi aynı şeyleri tekrarlayacaktır.
AKP’li olanların kalkıp burada tutarlı olmaktan söz etmeleri o yüzden tam bir komedi. Çünkü önce biraz aynaya bak derler adama. Gerçi aynaya baksalar da bir şey değişmez çünkü bu doğru ve özgür düşünen, bağımsız karar alan kişiler için geçerli. AKP bunlara aynada şunları görüyorsunuz dese, bunlar da aynısını tekrarlayacak vaziyette. Farklı bir şeyi görseler bile sonuç değişmeyecek.
Edit: 21 nolu iletide yakala basın yazmışım, doğrusu yalaka basın olacaktı.
“ortada faşizm yok ki ona karşı direniş cephesi oluşsun…”
“ağaçkakan”. İnsanın aklına önce o animasyon kahramanı geliyor. Ciddiyetsizliği, alaycılığı, kışkırtıcılığı..
“ortada faşizm yok!”
Bu sözü bu ülkede söyleyebilmek için insanın ya ahlakı, ya siyasal bilinci yoktur. Ve sanırım insan böyle birine kızamaz; yalnızca acır; kendini kim bilir hangi sebeplerle bu hale getirmiş.. İlginç olan bu hastalıklı ruhunu da neden yazarak teşhir eder? Sanırım tiksindirici olan bu arzusu..
Sayın “ogürsel” 18,
Şahsınızda utanma arlanma kaldı mı?!
Sizin kafanıza “haklılığı vurmak” için değil; konformizminizden kurtulmanız için haykırıyoruz! Ama işinize gelmiyor! Rahatınızı kaybetmek istemiyorsunuz! “Hafta içi”nde eylem (protesto) yapacak cesaretiniz yok!
Hangi metnin nerede nasıl yayınlanacağı hususunda “meydancılık mesleği”ni icra etmeye niçin bu kadar hevesliniz?! Sizin okuma ve görüş beyan etme meşrebinize göre mi işliyor bu site?! Siz kendinizi ne zannediyorsunuz?!
OKUYUN BAKALIM; MEHMET AYVALITAŞ’IN AĞABEYİ MUHARREM AYVALITAŞ NASIL BAĞIRIYOR SİZE VE SİZİN GİBİLERE!!!
(15 Ocak ve sonrası)
1. Bugünkü gibi üç gün sonra da “Mahkemede yalnız kaldılar!” twiti atacağınıza mahkemeye gelin; yalnız kalmayalım!!!
2. Siz sadece oturduğunuz yerden twit atın! O mahkemede yalnız kaldıkça biz; sonuç değişmeyecek!!!
3. “Mehmet Ayvalıtaş Kütüphanesi”nde gönüllü olmak isteyen bir arkadaşa bu hesabı yönetmesi için verebilirim.
4. Bıktım usandım artık “sol”u, “solcu”ları eleştirmekten! Amacım sevgili Mujica’nın da dediği gibi, toplumu değiştirmeye talip solcuların önce kendilerini değiştirmesiydi! Bu toplumdan da, solculardan da gram umudum yok artık!
5. Yanınızda ölen çocuğun mahkemesine bile gelmiyorsunuz! Çok kırgınım! “GEZİ”DE MİLYONLARDIK! HİÇBİR MAHKEMEMİZE 10BİN KİŞİ BİLE GELMEDİ! HANİ NEREDE “UNUTURSAK KALBİMİZ KURUSUN!” LAFLARINIZ!!!
6. Ben hergün annemin eksikliğini hissediyorum, hergün onu arıyorum! Buraya yazmıyorsam siz de üzülmeyin diye!!!
7. Bunlar son twitlerim. Hesabı yönetmeye gönüllü varsa bana ulaşsın.
8. Varolan solculardan en çok sen örgütledin; aferin, bu da madalyan! İnsanlar eğlenmek istiyorsa eğlenirler, gülmek istoyorlarsa gülerler. Halkın talebi bu; satıyor işte! Saçmalamayın! Senin işin; bilmeyen insanı, apolitik insanı örgütlemek! Bugün şov yaparsın; yarın gene aynı kürsüyü bulamazsın!
9. Bu hesabı sadece Mehmet için yaptığımız etkinlikleri duyurmak için kullanmak isteyen kimse yok mu? Gönüllü arıyorum?
10. Kimse gönüllü olmadı! Hesabı, yönetmesi için kuzenim Seyit Kartal’a (@SeyitKrtl) vereceğim.
11. Siyasi tartışma, polemik olmayacak bundan sonra! Umudumu kestim artık! Kavga etmeyeceğim kimseyle! ÇÜNKÜ HERKES HÂLİNDEN MEMNUN!
12. BENİM FİKİRLERİMİ MERAK EDİYORSANIZ; MAHKEMELERE KATILIN! MÜCADELEYİ ERİTMEYİN!
( https://twitter.com/MEHMETAYVALITAS/status/688014649346908160 )
( https://twitter.com/MEHMETAYVALITAS/status/688024229338562561 )
( https://twitter.com/MEHMETAYVALITAS/status/688033842494607360 )
( https://twitter.com/MEHMETAYVALITAS/status/688034404359368704 )
( https://twitter.com/MEHMETAYVALITAS/status/688034609058156544 )
( https://twitter.com/MEHMETAYVALITAS/status/688035017575022592 )
( https://twitter.com/MEHMETAYVALITAS/status/688035393728581637 )
( https://twitter.com/MEHMETAYVALITAS/status/688035992448708608 )
( https://twitter.com/MEHMETAYVALITAS/status/688154750429171713 )
( https://twitter.com/MEHMETAYVALITAS/status/688155102348115968 )
( https://twitter.com/MEHMETAYVALITAS/status/688155351183589377 )
( https://twitter.com/MEHMETAYVALITAS/status/688402909093056516 )
( https://twitter.com/MEHMETAYVALITAS/status/688655797585350657 )
( https://twitter.com/MEHMETAYVALITAS/status/688656636383248384 )
( https://twitter.com/MEHMETAYVALITAS/status/688656993930887168 )
Sayın “ogürsel”,
19. yüzyılda kalan siz, kendiniz olduğunuzun farkında değil misiniz?!
35 yıldan fazla konformizm içinde yüzüyorsunuz; morfine alışır gibi alışmışsınız! Kapitalizmi öksürecek cesaretiniz hiç kaldı mı?!
Artık 1716’da, 1816’da, 1916’da veya “11 Eylül 2001″de değiliz; 2016’dayız!
Hayatlarımızın en küçük hücrelerine, en kılcal damarlarına yüzyıllardır enjekte edilen “ölümcül kapitalizm hastalığı”nı tartışmayı ötelersek; “faşizm” kendine kuluçka merkezleri yaratmaya daima devam eder!
Size uyarı işareti gönderiyoruz; görmemek, duymamak, hissetmemek için “laf bükmek” başta olmak üzere her yolu deniyorsunuz!
“Umut Okay Giriş”in ve “Ayşe Berrin Yılmazlar”ın niçin intihar ettiği ile ilgili YAZACAK CEVABINIZ YOK!
( http://www.milliyet.com.tr/liseli-umut-4-uncu-kattan-olume-gundem-2177723/ )
( http://www.birgun.net/haber-detay/13-yasindaki-berrin-teog-sinavinda-istedigi-puani-alamayinca-intihar-etti-100934.html )
Eğer sizde utanma arlanma kalmışsa; “Beyaz Ya-LA-ka”laşmış evladınızla en kısa zamanda görüşür ve kendisinden “kapitalizmin dayattığı yapay ve ölümcül rekabet”in ne demek olduğunu öğrenirsiniz! Öğrenmeye var mı cesaretiniz?! “Laf bükmeden” cevap veriniz; var mı cesaretiniz?!
SİZ KENDİNİZİ NE ZANNEDİYORSUNUZ?!
SİZİN “KEÇİ BOYNUZU YEMEYİ SEVİP/SEVMEDİĞİNİZLE” NİÇİN İLGİLENELİM!
SİZ BU SİTEDE HANGİ METNİN NEREDE NASIL YAYINLANACAĞINA KARAR VEREN OBABAŞI MISINIZ SAYIN “OGÜRSEL”?!
Faşizm yok diyenler bunlara ne der acaba?
Gürsel Tekin hakkında “Cumhurbaşkanına hakaratten” suç duyurusu
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Parti Meclisi bildirisindeki ifadeleri nedeniyle CHP Genel Sekreteri Gürsel Tekin hakkında Ankara Cumhuriyet Başsavcılığına “Cumhurbaşkanına hakaret”ten suç duyurusunda bulundu.
Erdoğan’ın avukatı Hüseyin Aydın tarafından verilen suç duyurusu dilekçesinde, Tekin’in kamuoyuyla paylaştığı 15 Ocak 2016 tarihli parti bildirisinde, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, “yargıyı etkilemek, mafya liderini himaye etmek ve mafya lideri üzerinden akademisyenleri tehdit etmekle” suçlandığı belirtildi.
“Cumhurbaşkanı Erdoğan’a atfedilen fiiller, hakaret kastıyla uydurulmuş iftiralardan ibarettir” ifadesi kullanılan dilekçede, Tekin’in, ifadeleriyle 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun 299. maddesinde düzenlenen “Cumhurbaşkanına hakaret” suçunu işlediği bildirildi.
Dilekçede, “Cumhurbaşkanına hakaret” eden kişinin bir yıldan dört yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılacağı, suçun alenen işlenmesi halinde ise verilecek cezanın altıda bir oranında artırılacağı hatırlatıldı. Makamına yönelmeyip, kişiliğine karşı işlenmiş de olsa “Cumhurbaşkanına hakaret” suçunun, kişilere karşı suçlar içinde görülmemesi gerektiği kaydedilen dilekçede, Tekin’in Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı hedef alarak onur, şeref ve saygınlığını rencide edici ifadeler kullandığı bildirildi. Dilekçede, Tekin hakkında üzerine atılı suçtan soruşturma yapılarak, kamu davası açılması talep edildi.
http://www.hurriyet.com.tr/gursel-tekin-hakkinda-cumhurbaskanina-hakaratten-suc-duyurusu-40042462
Kılıçdaroğlu’nun Erdoğan’a sözlerine dava, suç duyurusu ve soruşturma
CUMHURBAŞKANI Erdoğan, CHP Lideri Kılıçdaroğlu’nun, “Diktatör bozuntusu” sözleri nedeniyle dün hem 100 bin TL manevi tazminat davası açtı hem de savcılığa suç duyurusunda bulundu.
Erdoğan’ın avukatları, Ankara Asliye Hukuk Mahkemesi’ne verdikleri dava dilekçesinde söz konusu ifadelerin hakaret kastıyla söylendiğini iddia etti. Kılıçdaroğlu’nun daha önce Erdoğan’a karşı sarf ettiği sözler nedeniyle tazminata mahkûm olduğu hatırlatılan dilekçede, “Davalı, müvekkilimizi eleştirirken kamu yararının gereğini göz önüne almamış, bu haksız ve hukuka aykırı ifadelerden başka ifadelerle eleştiri yapması mümkünken, eleştiri sınırlarını aşarak müvekkilimizin kişilik haklarına saldırıda bulunmuştur” denildi. Erdoğan’ın avukatlarınca yapılan suç duyurusunda ise Kılıçdaroğlu’nun söz konusu açıklamalarla “Cumhurbaşkanına hakaret” suçu işlediği ileri sürüldü. Ankara Başsavcılığı da Kılıçdaroğlu hakkında soruşturma başlattı.
http://www.hurriyet.com.tr/kilicdaroglunun-erdogana-sozlerine-dava-suc-duyurusu-ve-sorusturma-40042225
AK Partili Petek: Cumhurbaşkanımıza hakaret örgüte destektir
AK Parti Burdur Milletvekili Reşat Petek, “Ülkemizin terör örgütleriyle amansız mücadeleye girdiği, güvenlik güçlerimizin canları pahasına fedakarca mücadele ettiği bir dönemde, ülkemizin birlik ve beraberliğini temsil eden Cumhurbaşkanımıza hakaret etmek, bölücü terör örgütünden yana taraf olmak ve örgüte destek vermek demektir” dedi.
Petek, TBMM’de düzenlediği basın toplantısında, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun partisinin kurultayında Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a yönelik sözlerini eleştirdi.
Demokratik toplumlarda eleştirinin bir hak olduğunu ancak hakaret ile eleştiri arasındaki sınırların özellikle siyasetçiler tarafından iyi bilinmesi gerektiğinin altını çizen Petek, bilerek yapılan bir hakareti savunmanın ve tasvip etmenin mümkün olmadığını söyledi.
Kılıçdaroğlu’nun nefret dili kullandığını belirten ve bu durumu kınayan Petek, “Ülkemizin terör örgütleriyle amansız mücadeleye girdiği, güvenlik güçlerimizin canları pahasına fedakarca mücadele ettiği bir dönemde, ülkemizin birlik ve beraberliğini temsil eden Cumhurbaşkanımıza hakaret etmek, bölücü terör örgütünden yana taraf olmak ve örgüte destek vermek demektir” ifadelerini kullandı.
Kılıçdaroğlu’nun sözleri üzerine soruştura başlatıldığını, hemen ardından da yargıyı suçlayan açıklamalar geldiğini aktaran Petek, Cumhurbaşkanına hakaretin Türk Ceza Kanunu’nun 299. maddesine göre suç olduğunu, böyle bir hakaret meydana geldiğinde şahsi bir şikayete bağlı olmaksızın Cumhuriyet başsavcılıklarının harekete geçme görevi olduğunu bildirdi.
“Savunulacak tarafı yoktur”
Petek, “Dokunulmazlık zırhını Cumhurbaşkanı’na hakaret için kullanmak bir hakkın suistimalidir. ‘Benim dokunulmazlık zırhım var’ diyerek, bunun arkasına gizlenip bunu başkalarına, özellikle cumhurbaşkanına hakaret için bir siyasetçi kullanıyorsa bunun savunulacak tarafı yoktur” diye konuştu.
Kılıçdaroğlu’nun bugün dokunulmazlık zırhı olduğunu, ancak yargısal sürecin başladığını belirten Petek, CHP liderinin bu dokunulmazlık durumu ortadan kalktığında, hakaretlerinin hukuk kuralları çerçevesindeki karşılığı olan cezaya çarptırılacağını da söyledi.
Petek, Kılıçdaroğlu’nu sözleri nedeniyle milletten özür dilemeye de davet etti.
Reşat Petek, gazetecilerin sorularını da yanıtladı. İnsan hakları ihlallerinin arttığına yönelik eleştiriler olduğunun ifade edilmesi üzerine Petek, hak ihlalleriyle ilgili somut bilgi ve belgesi olanların bunu yargıya taşıması ve hukuki süreçleri başlatması gerektiğini vurguladı.
Terörle mücadelede ana kriterin hukuk devleti ilkeleri olduğunu dile getiren Petek, şu anda devletin ve hükümetin bu ana kriter çerçevesinde ve hukuk ilkeleri doğrultusunda mücadele verdiğini kaydetti.
Petek, Kılıçdaroğlu’nun sözleriyle ilgili, CHP kanadından “kürsü dokunulmazlığının Meclis dışında da devam ettiğine” yönelik açıklamalar geldiğinin ifade edilmesi üzerine, “(Kürsü dokunulmazlığı var) diyerek, kürsüde veya dışarıda bir başkasının izzetinefsine, onuruna, kişilik haklarına saldırı teşkil eden hakaret eylemi, söylemi asla meşru değildir. Hukuk bunu korumaz. Fezleke düzenlenmesi, soruşturma başlatılması zaman aşımının durması bakımından yargının böyle bir eylemi başlatması hukukun gereğidir. Dönem sonunda ya da TBMM’de dokunulmazlık ile ilgili konu gündeme gelirse, alınacak karar olursa süreç devam eder” dedi.
Petek, “CHP milletvekilleri dönem sonunu beklemeden Adalet Anayasa Karma Komisyonuna dilekçe vererek dokunulmazlıklarının kaldırılması için adım atarlarsa tavrınız ne olacak?” sorusu üzerine, bunun bir kişinin tavrı ile belirlenecek konu olmadığını söyledi. Petek, “Bu konuda irade, hem komisyonda hem TBMM’de müşterek bir irade ile ortaya çıkar. O bakımdan şahsi görüş açıklamam doğru değil” diye konuştu.
“Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun Hakkari ve Şırnak il merkezlerinin taşınmasına” yönelik açıklamalarının bulunduğunun hatırlatılması üzerine de Petek, terörle mücadele için hukuk sınırları içinde alınacak idari, siyasi ve güvenlik tedbirlerinin normal ve meşru olduğunu bildirdi. Petek, konunun yeni olduğunu, detayların kamuoyuyla paylaşıldıktan sonra tartışılabileceğini söyledi.
http://www.hurriyet.com.tr/ak-partili-petek-cumhurbaskanimiza-hakaret-orgute-destektir-40042483
Gün Bey, istirham ederim ama çok yaygın bir yanlışı düzeltmek istiyorum: LGBT’li diye bir şey yok, onun adı LGBTİ 🙂
Sonuna eklenen İ harfi “interseks” için. Hatta artık LGBTİ+ diye bahsedildiğini görmeniz de mümkün.
Son dönemde rutinleşen hakaret davaları ve tutuklamalar şaşırtıcı değil aslında. Böyle üniter merkeziyetçi bürokratik bir devletin doğasına uygundur. Bu devletlerin varacağı yer tek parti hatta tek kişi yönetimleridir. Erdoğan Devlet’tir.
21; sana akp’yi savunan oldu mu? bildiriyi eleştirince neden akp’li oldum senin gözünde? bir sor kendine.
evet, akp medyası o dediğin konularda yerlerde sürünmeye başladı. akp’nin sözcü’sü oldular. içlerinden etyen mahçupyan’a bile tahammül edemez oldu çoğu.
ama bundan bana ne? ben bildiriyi eleştirdim.
http://eksisozluk.com/entry/34615934
“Göstericiler akan kanın durdurulmasını isteyen pankartlar taşıdı. Protestoda sanatçı, öğrenci ve kadınlar yoğunluktaydı. Protestocular ve polis arasında zaman zaman gergin anlar yaşandı. İrlandalı devrimci aktivist Mark Campel de kendi elleriyle yaptığı “Katil Davutoğlu” pankartıyla eylemdeydi.
Başbakan Davutoğlu’nun aracına eşlik eden motosikletli korumalar çıktığı an arbede başladı ve Davuoğlu çıkamadı.
Polis bir anda kontrolu kaybetti, protestocular polis kordonunu yararak karşı kaldırımdan Başbakanlık’a doğru koşmaya başladı.
Trafik durduruldu, polis caddedeki protestoculara zor kullanarak gözaltına almaya başladı.
“Katil AKP” sloganları eylem boyunca atıldı.
İrlandalı devrimci aktivist Mark Campel de gözaltına alınanlar arasındaydı.
Kaynak: Faruk Eskioğlu / Açık Gazete”
***
Ağaçkakan sen bildirinin içeriğini savunma sadece insanların özgürce bildiri yayınlayabilmek hakkını savun günümüzde o bile yeterli… O bile cesaret işi haline geldi
24’e
yönteminizde sorun var. bunu anımsattım…Zaten aşağılama amacı ile başvurduğunuz “taktikler” de iddia ettiğiniz kadar “yüce gönüllü” olmadığınızı, çelişkili, güvenilmez kişilikler olduğunuzu gösterir.
ve bu yanıtınız bile aynı ergen şımarıklığı..
*
önerdim..GZ ve siz de kabul ederseniz.. bu düşüncelerinizi topluca yazın, tekrar tekrar yer işgal etmeyin. O yazı sabit bir yerde dursun.. o yazıya gönderme yapın. Yeni bir şey yazdığınızda o eski yinelemeleriniz arasında kaybolur.. Ve “keçi boynuzu” ortaya çıkar.. size iyilik yapıyorum!
Keçi boynuzu şu; bir çuval yersin, biraz tad alırsın!
İlgi çekmek için sürekli ağlayan çocuklar gibi davranmayın. Çocuk ağlaması insanı yaralar; ama şımarık ağlamalar çok iticidir…
Yineliyorum; önerim kendinizi daha iyi ifade etmeniz, her yazının altında aynı şeylerle kendinizi yinelememeniz ve yazıya ait yorum bütünlüğü de zarar görmesin diyedir…
Bunu bile anlayamayacak kadar kendinizle fazla dolusunuz…
Sayın “ogürsel” 32,
Size açık açık soru soruyoruz, cevap yazmamak için develeri hendeklerden atlatıyorsunuz!
Sadece ama sadece şahsınıza yönelttiğimiz “eleştirileri” görüyorsunuz; asıl odaklanmanız gereken ifadelerimizi görmek istemiyorsunuz!
(Not:
“Aşağılamak” tabiri ile “eleştirmek” tabirini birbirine karıştırıyorsunuz!
Bize her gün zorla patron kıçı yalatıyorlar; her gün, her saat, her dakika! Çünkü bebekliğimizden itibaren ne yazık ki patron kıçı yalamak için yetiştirildik!
Peki sizin kendinize böyle bir eleştiriyi yapacak cesaretiniz var m?!)
1. “Beyaz Ya-LA-ka”laşmış evladınızla görüşüp, kendisinden “kapitalizmin dayattığı yapay ve ölümcül rekabet” hakkında tecrübeler öğrendiniz mi ?
2. Mehmet Ayvalıtaş’ın ağabeyi Muharrem Ayvalıtaş’ın isyanını “24” numaralı metnimizde okudunuz! Cevabınız nedir ?
3. “Umut Okay Giriş”in ve “Ayşe Berrin Yılmazlar”ın niçin intihar ettiği ile ilgili cevabınız nedir ?
İşte size apaçık 3 soru!
Hiçbir “sembol”e, “metafor”a, dil oyunu ve süslemesine meyletmeden bu sorularımızı cevaplar mısınız ?
fasizme bir cephe olusacaksa öncelikle idelojik tartismalardan
kacinmak gerek her kesim bu cepheye dahil etilmesi gerek.
fasizm herkesi ilgilendiren hayatini temel hak ve özgürlükden
yoksun eten bir anlayisdir,bu olusum iyi anlatilmasi gerek insanlara.solcu,laik,cumhuriyetci,sosyalist,kömunist,liberal,demokrat,gercek dindarlar butün yasama ve yasatma kültürüne sahip olan insanlar bu cephe birlesmesi lazim.o yüzden dostlar
kimseyi idelojik ters ille bogumayin!!!
chp sola mi kayar bilmiyorum umut ediyorum ama suda bir gercek ki en büyük muhalif parti durumunda,70lerede oldu gibi bir antifasist cephe olusturabiliriz.
il önceligimiz ve temel anlayisimiz akp istemiyoruz olmali!
halkla bunlar iyi anlatabilirsek basari yakindir dostlar.
LGBT’yi biliyorum ama LGBTİ+’deki pozitif işareti nedir Gün Abi? İntersex ne?
Yukardaki arkadaş açıklayıversin.
Sayın “İsyan”, tabii ki herkesin bildiri yayınlama hakkını savunuyorum. Bunun cesaret isteyen bir iş olduğunu ise düşünmüyorum. İşte ben savundum ve her yerde de savunurum bunu.
Bildirinin içeriğine eleştirel yaklaşıyorum ama diledikleri bildiriyi yayınlama hakları var.
Bilinçli Donkişotlara;
Öyle körsünüz ki, gördükleriniz kadarını sorun ediniyorsunuz.
Yönteminizin, alaylarınızın, iddialarınıza ait “insancıllıkla” çeliştiğini göremeyecek kadar körsünüz.
Dünya sizinle başlamadı; başladığını zannedecek kadar budalasınız.
Anti kapitalist, anti-şirketçi olmanın, bir dünyayı değiştirmeye yeteceğini, yeni bir dünya kurabileceğini sanacak kadar sığsınız.
kendiniz kadar tanıdığınız insan denen yaratığı, hayat denilen kaosu, kendiniz kadar “dümdüz” sanıyorsunuz.
**
Kopyala yapıştır ile işgal ettiğiniz “araziye” dönerek bakıp, buna hakkım var mı diye sormayan şirket emperyallerinden farkınız yok.
Şirket patronları olsaydınız, bu sorunlarınızın olmayacağı kuşkusunu yaratacak denli saldırgan, diğer insanların alanlarına “destursuz” boşaltanlardansınız!
Sizin gibiler ya kıç yalar, ya da yalatır; yalatamadığı için rahatsız, huzursuzsunuz sanki…
aylardır taciz ediyorsunuz; elinize ne geçti;
sömürgeci tüccarlar gibisiniz; malınızı satmak için topunuz, tüfeğinizle saldırıyorsunuz. Her kıtaya, her ülkeye hastalıklar yaymak için tecavüz edenler gibi yol almaya kalkışıyorsunuz…
köle ticaretine kalkışmış misyonerler gibisiniz; “kutsal kitap” kapaklarını yüzümüze atıp duruyorsunuz…
Önerdim ki, bir yeriniz olsun; her yere bulaşmayın; şımarık çocuk ağlamalarınız her yerde duyulmasın; bu bile size yeterli gelmedi…
“evin” her yerine mıçmak hakkınız olsun…
Tamam.. mıçın öyleyse..
**
hortlak ve 19 nolu yoruma cevap:
vatan partisinin kapatilmasini talep ediyorsunuz. siyasi partilerin acilmasina kapatilmasina izin-lisans veren kimdir: Devlet. bu demektir siz burdan T.C. savciligina cagrida bulunuyorsunuz, hatta vatan partisinin kapatilmasi icin savciliga dilekce vermeyi düsünüyorsunuz. önce Sayin zileli’ye sorayim: siz fasizm derken sadece AKP’yi mi kastediyorsunuz? sizin fasizme karsi mücadele konseptinizde devlet’in yeri neresidir? AKP’nin fasizmi T.C. devletinden ayri, bagimsiz bir seymidir? AKP fasist uygulamalari T.C. devletinin kurumlari araciligi ile, ordusu, polisi, savciligi vs. araciligi ile uygulamiyor mu? uludere de ekmek parasi icin kacakcilik yapan kürt yoksullarini bombalayan Ucak türk silahli kuvetlerinin degil miydi? o kacakcilari bombalama emrini basbakani, cumhurbaskani, genelkurmay baskani, MIT’i vs. ortak almadilar mi? AKP’nin kürdistanda uyguladigi Devlet zulmü T.C.’nin milli güvenlik stratejisi ve “bülücülükle mücadele” programinin bir parcasi degilmidir?
-sizin “fasizm ile mücadele” fikrinizi hortlak gibi okuyucular sadece AKP ile mücadele diye anliyorlar. bundan dolayida devlet’i tarafsiz “hakem” rolünde görüp, “Devlet babalarina” “falan partiyi kapatIver” diye dilekce vermeyi düsünüyorlar. devleti-T.C.’yi fasizmden ayri düsünüp temize cikaran böylesi yanlis bir bilincin olusmasinda sizin yazilarinizin payi varmidir acaba?
Sayın “ogürsel” 37,
“33” numaralı metnimizde size boşuna yazmadık şu ifademizi:
{{{
Sadece ama sadece şahsınıza yönelttiğimiz “eleştirileri” görüyorsunuz; asıl odaklanmanız gereken ifadelerimizi görmek istemiyorsunuz!
(Not:
“Aşağılamak” tabiri ile “eleştirmek” tabirini birbirine karıştırıyorsunuz!
Bize her gün zorla patron kıçı yalatıyorlar; her gün, her saat, her dakika! Çünkü bebekliğimizden itibaren ne yazık ki patron kıçı yalamak için yetiştirildik!
Peki sizin kendinize böyle bir eleştiriyi yapacak cesaretiniz var m?!)
}}}
Bizler, yani bebekliklerinden itibaren patron kıçı yalamak için yetiştirilmiş “Beyaz Ya-LA-ka”lar ne olduğumuzu gayet iyi biliyoruz! Kendimizi eleştirmekten geri adım asla atmıyoruz, atmayız!
Peki siz, sayın “ogürsel”; “37” numaralı metninizde “KENDİNİZ DIŞINDA” HERYERE HÖNKÜRDÜNÜZ! VAR MI CESARETİNİZ KENDİNİZİ “ELEŞTİRMEK” İÇİN?!
SİZE BOŞUNA HAYKIRMIYORIZ; “35 YILDAN FAZLA SÜRE KAPİTALİZMİ ÖKSÜRMEYİ UNUTMUŞSUNUZ, SONRA GELMİŞSİNİZ, SAYIN ZİLELİ’NİN SİTESİNDE OBABAŞILIK YAPMAYA YELTENİYORSUNUZ!”
SİZ KENDİNİZİ NE ZANNEDİYORSUNUZ?!
VAR MI CESARETİNİZ; “37” NUMARALI METNİNİZDE KENDİNİZE YÖNELTTİĞİNİZ BİR TEK ELEŞTİRİ YOK! BİR TEK ELEŞTİREL KELİME YOK!
YAZIK SAYIN “OGÜRSEL”, HEM DE ÇOK YAZIK! KENDİNİZİ ELEŞTİRİRSENİZ ŞÖHRETİNİZ Mİ AZALIR YOKSA?! (Umarız böyle değildir!)
SİZİN YAPTIĞINIZIN “ALİ KOÇ”UN YAPTIĞINDAN FARKI YOK!
ADAM HEM KAPİTALİZMİN EN TEPESİNDEKİ İNSAN, HEM DE “KAPİTALİZMİ GÜNCELLEMELİYİZ! YOKSA BİZİ MAHVEDERLER!” DİYEN BİR YÜZSÜZ!
Size, “33” numaralı metnimizde APAÇIK 3 (ÜÇ) SORU SORDUK! KIYISINA BİLE YAKLAŞMADINIZ! CESARETİNİZ VAR MI?!
YÖNELTTİĞİMİZ O 3 (ÜÇ) SORU; KAPİTALİZMİN (VE FAŞİZMİN) KÖKÜNÜ KURUTMAK İÇİN ATILAN TEMEL SORULARDIR! BUNU GÖREMEYECEK KADAR “DÜMDÜZ” OLAN SİZSİNİZ! AMA SİZE BUNLARI HATIRLATAN KİMSE YOK! “KAPİTALİST REKABET”TEN HABERİNİZ YOK! “ŞİRKETOKRASİ”DEN HABERİNİZ YOK! “ÖZEL SEKTÖR”DEN HABERİNİZ YOK! MUHARREM AYVALITAŞ’IN İSYANININ KÖKÜNDE NE YATIYOR; HABERİNİZ YOK! TEK YAPTIĞINIZ AT KOŞTURMAK, TEK YAPTIĞINIZ DEVELERİ HENDEKLERDEN ATLATMAK!
SİZ “2016 DÜNYASI”NIN, HÂLÂ AMA HÂLÂ “1930’LU YILLAR DÜNYASI” İLE AYNI OLDUĞUNU SANIYORSUNUZ; KÖHNEMİŞSİNİZ! ŞEVKET SÜREYYA AYDEMİR’İN BAŞINI ÇEKTİĞİ “KADRO HAREKETİ” NE YAPTIYSA; BUGÜN AYNISINI SİZ YAPIYORSUNUZ! YAZIK; ÖLMÜŞÜZ DE AĞLAYANIMIZ YOK!
“EHVEN-İ ŞER” AKIMININ BİR ÜYESİ DE SİZ OLMAYINIZ SAYIN “OGÜRSEL”!
“ŞİRKETOKRASİ” TEHLİKESİNİ GÖRÜNÜZ SAYIN “OGÜRSEL”!
O MEŞHUR “1968 KUŞAĞI!” KAPİTALİST SİSTEME ADAPTE OLDU; ERİDİ, GİTTİ SAYIN “OGÜRSEL”!
AYNI HASTALIK; SİZİN EVLATLARINIZIN DA, SİZİN TORUNLARINIZIN DA BAŞINA GELMESİN, DİYE İKAZLARDA BULUNUYORUZ! AMA SİZ SADECE “1968 KUŞAĞI KİTAPLARINIZLA BİRLİKTE KÖŞENİZDE PİNEKLEMEK” İSTİYORSUNUZ SAYIN “OGÜRSEL”!
“2016”YI ANLAMANIZ İÇİN SİZE REFERANSLAR GÖNDERİYORUZ, AMA “19. YÜZYIL SOLCU BABALARININ KİTAPLARI BANA YETER! KENDİ KİTAP KAPAKLARINIZI BANA GÖNDERMEYİN!” DİYECEK KADAR KÜÇÜLÜYORSUNUZ:
[1]
Kitap: “İşletme Hastalığına Tutulmuş Toplum: Şirket İdeolojisi, Yönetsel İktidar ve Toplumsal Taciz”
Yazan: Vincent de Gaulejac
Çeviren: Özge Erbek
Yayınevi: Ayrıntı Yayınları
Adres: ( http://bit.ly/1dX0lOW )
[2]
Kitap: “Karakter Aşınması: Yeni Kapitalizmde İşin Kişilik Üzerindeki Etkileri”
Yazan: Richard Sennett
Çeviren: Barış Yıldırım
Yayınevi: Ayrıntı Yayınları
Adres: ( http://bit.ly/1CkYv08 )
[3]
Kitap: “Prekarya: Yeni Tehlikeli Sınıf”
Yazan: Guy Standing
Çeviren: Ergin Bulut
Yayınevi: İletişim Yayınları
Adres: ( http://bit.ly/1LmQPD2 )
[4]
Kitap: “Borç: İlk 5000 Yıl”
Yazan: David Graeber
Çeviren: Muharrem Pehlivan
Yayınevi: Everest Yayınları
Adres: ( http://bit.ly/1GEmdqy )
[5]
Kitap: “Küresel Çarkın Dışında Kalanlar: Tüketim Toplumundaki Yeni Fakirlik”
Yazan: Kathrin Hartmann
Çeviren: Etem Levent Bakaç
Yayınevi: Ayrıntı Yayınları
Adres: ( http://bit.ly/1LrQ7Bh )
[6]
Kitap: “Ne Ders Olsa Veririz: Akademisyenin Vasıfsız İşçiye Dönüşümü”
Yazanlar: Aslı Vatansever & Merâl Yalçın
Yayınevi: İletişim Yayınları
Adres: ( http://bit.ly/1SApX3z )
[7]
Kitap: “İdiotizm: Kapitalizm ve Hayatın Özelleştirilmesi”
Yazan: Neal Curtis
Çeviren: Mehmet Ratip
Yayınevi: İletişim Yayınları
Adres: ( http://bit.ly/1Ms7fKF )
[8]
Kitap: “Oblomov”
Yazan: İvan Gonçarov
Çevirenler: Sabahattin Eyüboğlu & Erol Güney
Yayınevi: İş Bankası Yayınları
Adres: ( http://bit.ly/1Swyhnm )
[9]
Kitap: “Asrın Vebası: Narsisizm İlleti”
Yazanlar: Jean M. Twenge & W. Keith Campbell
Çeviren: Özlem Yüksel
Yayınevi: Kaknüs Yayınları
Adres: ( http://bit.ly/1G7FIx8 )
Eğer “develeri hendeklerden atlatmaktan vazgeçecek cesareti bulabilirseniz kendinizde!”; şu sorularımıza cevap yazmanızı bekliyoruz:
1. “Beyaz Ya-LA-ka”laşmış evladınızla görüşüp, kendisinden “kapitalizmin dayattığı yapay ve ölümcül rekabet” hakkında tecrübeler öğrendiniz mi ?
2. Mehmet Ayvalıtaş’ın ağabeyi Muharrem Ayvalıtaş’ın isyanını “24” numaralı metnimizde okudunuz! Cevabınız nedir ?
3. “Umut Okay Giriş”in ve “Ayşe Berrin Yılmazlar”ın niçin intihar ettiği ile ilgili cevabınız nedir ?
( http://www.milliyet.com.tr/liseli-umut-4-uncu-kattan-olume-gundem-2177723/ )
( http://www.birgun.net/haber-detay/13-yasindaki-berrin-teog-sinavinda-istedigi-puani-alamayinca-intihar-etti-100934.html )
BU TEMEL 3 (ÜÇ) SORUYA CEVAPLAR ARAMADAN; “KAPİTALİZM”E KARŞI, “FAŞİZM”E KARŞI MÜCADELE YÜRÜTEMEYİZ! BUNU GÖREMİYOR MUSUNUZ SAYIN “OGÜRSEL”?!
Hiçbir “sembol”e, “metafor”a, dil oyunu ve süslemesine meyletmeden bu sorularımızı cevaplar mısınız ?
38’e
siz bu ezberlerle hiçbir yere varamazsınız.
devleti, düzeni hiç değişmez bir sistem gibi görüyorsunuz. sanki bugünkü devletle AKP öncesi devlet (bu örnekler çoğaltılabilir) tamamen aynı.
dünyada her şey hızla değişiyor. bugünkü devletle 50, 100, 200 yıl önceki devlet aynı değil.
sanayileşme, kentleşme, okullaşma oranı devamlı yükseliyor. teknoloji, ulaşım, iletişim yaygınlaşıp halka yayılıyor. mesela bir sosyal medya yaygınlaşınca devletin medya, gazete, tv kanalları gibi tahakküm araçları eski gücünü kaybediyor.
yukarıdakine ilaveten,
ekonomik düzenin değişmesine, ve onunla birlike genç kuşakların değişmesine devletler, hükümetler veya bürokrasi zor yoluyla engel olamaz. bu konuda Niyazi Berkes’in dediği gibi: “Bir devletin ekonomik işlemleri, yönetim yasaları ile değil, ekonomi kuralları ile biçimlenir”
Ağaçkakan yazdıklarını samimi bulduğum için sana bu yorumu yazmıştım ama görüyorum ki demagoji yapmayı tercih ettin.
G.Z.’nin sitesinde: bak haklarını savundum bir şey olmuyor demen senin zekana yakışmayan kolaycı bir cevap olmuş.
İstersen Medyatik veya eylemsel bir ortamda Akademisyenlerin bildiri yayınlama hakkını desteklediğini açıkla veya kamuya deklere et. Bakalım o zamanda aynı kolaycı sonuca varacak mısın.
Bu süreçte sadece bildiri hakkına yönelik verilen desteklere karşı AKP medyasının ve devletin(kolluk kuvvetlerinden, adliye ve maliyesine kadar) veriği refleksleri değerlendirirsen; seninle farklı bir yoruma varmamızın mümkün olmadığını düşünüyorum.
35 numaralı soruda istenen açıklama:
Bunu neden Gün Abi’nize soruyorsunuz, Google’ınız yok mu sizin? 🙂
Buyrun yardımcı olayım:
http://lmgtfy.com/?q=interseks
http://lmgtfy.com/?q=lgbt%2B+art%C4%B1
Sayın “isyan”, pek çok insan akademisyenlere destek açıklaması yaptı, başlarına da bir şey gelmedi. Herkes her yerde her türlü fikri açıklıyor, istediği protesto eylemini yapıyor, istediği kişiye veya gruba desteğini veriyor. Kimseye de bir şey olduğu yok.
Akademisyenlerin başına gelenler yanlış. Erdoğan’ın onlara böyle ağır laflar etmesi yanlış. Ama o kadar. O bildiri, sonra o akademisyenlere destek amaçlı öbür bildiri, çok basit yanlışlıklarla dolu. Erdoğan da o zaman eleştirisinde haklı oluyor. “Çeyrek porsiyon aydın” eleştirisinde…
ağaçlar kakıla kakıla yok oldu gitti valla.
Tam da İsrail’e “muhtaç” olmuşken bu ne şimdi? İsrail TC’ye pek muhtaç değil galiba..
Bu açıklamalara “esip gürleyecek” birisi çıkar mı? Çıkacağını sanmam; “lütfen, rica ederim” tınısını geçmeyecektir. Ama en iyisi susmak ve sessizlik “suikasti” ile yok saymak.. Akademisyen “dövmeye” benzemiyor olmalı..
******
“İsrail’de .. Adalet Bakanı Ayelet Şaked, “bağımsız Kürdistan devletinin” zamanının geldiğini söyleyip
“Tüm gücümüzle Kürt devletinin arkasındayız” dedi.
Bir konferansta konuşan kadın bakan, İran’ı ayıracak, Irak, Türkiye ve İsrail arasında kurulacak bir Kürt devleti çağrısında bulundu.
“En büyük devletsiz ulusun bağımsızlık zamanı geldi. Biz tüm gücümüzle bölgede kurulacak Kürt devletinin arkasındayız” çıkışını yapan Şaked, radikal gruplara karşı İsrail ve Kürtlerin çıkarlarının ortak olduğunu söyledi. “Her iki taraf da IŞİD’i durdurmaya çalışıyor. Kürtler insan haklarını iyi koruyor, kadına değer veriyor, bunun yanı sıra asil ve barışçı bir millet” diyerek
20 milyon Kürdün IŞİD’in yenmede en ciddi taraf olduğunu savundu. İsrail Başbakanı Benyamin Netenyahu da 2014’te Kürtlerin bağımsız bir devlet kurmaya hakları olduğunu dile getirmişti.”
“Barış İçin Akademisyenler’in “Bu suça ortak olmayacağız” başlıklı bildirisini Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası Hukuk dersinde sınav sorusu olarak soran Prof. Dr. Gökçen Alpkaya hakkında inceleme ve soruşturma başlatıldı.”
*
Birileri Faşizm yok demişti.
Şahsen kendine karşı olmayabilir; uyumlu, uysal, makbul, köle ruhlu vatandaşlara “faşizm” elbette yok!
Ama sonuçta “kaderleri” değişmez; ülke ile birlikte sefil olurlar; “ruhlarının sefaleti” de “ödül” olarak hep kendileri ile birlikte kalır!
Sayın “ogürsel”,
“39” numaralı metnimizde size sorduğumuz sorulara cevap yazmanızı bekliyoruz.
Peki bi tarafın çocukları öldürdüğü bi tarafın da çocukları yetim bıraktığı bi yerde kimin yanında yer almak gerekir??
Valla aylardır bu soruyu soruyorum kendime.
Türkiye’nin yeni bir anayasaya ihtiyacı yok!
Gerçek
Ocak 20, 2016
Türkiye siyasetinin sağından ve solundan aynı ses yükseliyor: yeni anayasa! Herkes Türkiye’nin yeni bir anayasaya ihtiyacı olduğu konusunda hemfikir gözüküyor. Biz ise ısrarla diyoruz ki Türkiye’nin yeni bir anayasaya ihtiyacı yoktur!
Anayasa halkın sorunlarını değil, anayasayı yapanın sorunlarını çözer
Anayasayı sorunların çözümü için bir anahtar gibi sunan kim varsa halka yalan söylüyordur. Tarihten süzülüp gelen deneyimler göstermiştir ki anayasalar sorunları çözmez. Anayasalar, sınıflar arasındaki sorunların yine sınıflar arasındaki güç dengelerine bağlı olarak nasıl bir çözüme bağlandığının resmidir sadece. O yüzdendir ki 12 Eylül’ün ürünü olan ve işçi sınıfının darbe ile ezilmesinin sonucunda hazırlanan 1982 Anayasası son derece gerici hükümler içeren baskıcı ve anti-demokratik bir karakter taşımaktadır. 2015 Türkiyesi’nde ise işçi sınıfına, emekçilere ve tüm ezilenlere yönelik saldırılar yoğunlaşıyor. Ezilenler cephesinin gücü ise şimdilik saman alevi türünden kendiliğinden çıkışlarda, eylemlerde, mücadelelerde; parlamenter ve sendikal alanda ise örgütsüz ve dağınık vaziyette.
Sermaye, TÜSİAD’ı ile MÜSİAD’ı ile işçinin kıdem tazminatına, kamu emekçisinin iş güvencesine göz dikmiş, ekonomik anayasa istiyor. Erdoğan başkanlık peşinde. Davutoğlu, bu konuda biraz gönülsüz de olsa, CHP ve MHP’yi ziyaret ederek başkanlık kulisleri yapıyor. Görüntüde yeni anayasa tartışması yapılıyor. Ama konu dönüp dolaşıp esas meseleye yani başkanlığa geliyor. Ekonomik anayasa ve başkanlık rejiminin birlikte olduğu bir anayasa, 12 Eylül anayasasından bile daha gerici karakter taşır.
Gericiliği gericiler durduramaz: CHP’ye, MHP’ye, TSK’ya, ABD’ye güvenmeyin!
Erdoğan’ın hilafeti diriltme hayallerinin ya da önerdiği sistem için Hitler Almanyası’nı örnek göstermesinin sermayeyi rahatsız ettiğini, TÜSİAD’ın, Doğan medyasının, MHP’nin, CHP’nin, TSK’nın ya da ABD’nin buna izin vermeyeceğini düşünen varsa onlara derhal uykudan uyanmayı tavsiye ederiz. Bu saydıklarımızın hepsi Erdoğan’ın değil işçi sınıfının hayallerini gerçekleştirmesinden ödleri kopan burjuva güçlerdir. Bu yüzdendir ki Davutoğlu ile Kılıçdaroğlu’nun Aralık sonunda yaptıkları görüşmenin ardından CHP sözcüsü Haluk Koç anlayış birliğine vardıklarından bahsedebilmiştir.
Kılıçdaroğlu, Yeni Akit’in tetikçi Genel Yayın Koordinatörü Hasan Karakaya için taziye telefonu eden kişidir. “Türk tipi başkanlığa karşıyız, başka modelleri tartışırız” demesi hiç de şaşırtıcı değildir. Genelkurmay Basın ve Halkla İlişkiler Daire Başkanı Tuğgeneral Ertuğrul Gazi Özkürkçü’ye bakılırsa Karakaya “dik duruşundan taviz vermemiş önde gelen” bir gazetecidir. İşçinin, sosyalistin, Kürdün düşmanı olsun da çamurdan olsun! Doğan medyası daha 1 Kasım gecesi kesin dönüş yaptı. Bundan sonra yeni anayasacılığın şampiyonları onlar. MHP için ise Kürtlere saldırdığı müddetçe AKP’den ve Erdoğan’dan iyisi yok. ABD’ye gelince, İncirlik’ten uçakları kalkıp Ortadoğu’yu bombalamaya devam ettiği, Türkiye NATO üyesi kaldığı ve İsrail’le işler bozulmadığı müddetçe, bu emperyalist katillerden Erdoğan’ın başkanlığına da halifeliğine de karşı çıkmasını beklemeyin.
Saldırıları işçilerin, emekçilerin, ezilenlerin mücadelesi durdurur
Manzaranın böyle olduğu bir Türkiye’de yeni anayasanın 12 Eylül anayasasını bile mumla aratacağından şüphe duyulabilir mi? Bu manzara işçiler, emekçiler ve ezilenler lehine değişmeden yeni anayasa daha büyük gericilikten başka anlam taşımaz!
İşçi kıdem tazminatını, kamu emekçisi iş güvencesini korumadan, tüm emekçiler sendikal özgürlüklerine kavuşmadan, yerli ve yabancı sermayeye peşkeş çekilerek özelleştirilen işletmeler yeniden kamulaştırılmadan yeni anayasa sadece gericilik getirir!
İncirlik Üssü açık kaldığı, Türkiye NATO üyesi kaldığı sürece yeni anayasa sadece gericilik getirir!
Ortadoğu’da mezhep savaşı yürüten AKP ve Erdoğan başta kaldığı sürece Alevilere yeni anayasa eşit haklar değil sadece gericilik getirir!
İlçeleri, mahalleleri kuşatma altında tutan, çocukları, kadın erkek sivilleri, yaşlıları katlederek halkına karşı savaş yürüten AKP ve Erdoğan’la ve onu sonuna kadar destekleyen MHP ile yapılacak anayasa, Kürtlere eşitlik ve özgürlük değil sadece gericilik getirir!
İşçilerin ve emekçilerin öncülüğünde her inanç ve milletten ezilenler, başta emperyalizmi, Erdoğan ve AKP iktidarı ile CHP’si ve MHP’si ile aynı cephenin muhalif destekçilerini yenilgiye uğrattığında, özetle 12 Eylül’ün uzantılarını kaybettiğinde yeni ve özgür bir dünyanın kapısı aralanacaktır. O zamana kadar Türkiye’nin yeni bir anayasaya ihtiyacı yoktur!
Bu yazı Gerçek Gazetesi’nin Ocak 2016 tarihli 75. sayısında yayınlanmıştır.
http://gercekgazetesi.net/gundemdekiler/turkiyenin-yeni-bir-anayasaya-ihtiyaci-yok
Sn Zileli-nin anlayışıyla Faşizme Karşı Birleşik Cephe oluşmaz.Zileli,öncelikle Türkiye koşullarında birleşilebilecek en geniş güçleri saptayamıyor.
Amerika ,Ortadoğuyu kana buluyor.Zileli-den ses yok.
Müthiş ve amansız Stalin karşıtı olan Zileli,feodal despotizmin ve Amerikan planlarının temsilcisi PKK-yi birleşilecek güç olarak görüyor.
Bu anlayıştan ancak AKP iktidarının güçlenmesi çıkar.
Gericiliğe karşı,Amerikan yanlısı güçlerle savaşılabilir mi?
Bonapartların ve Hitlerlerin İktidara Tırmanış Süreci
Utku Kızılok
Yakın dönemde öğrenciler karşısında bir konuşma yapan Milli Eğitim Bakanı Nabi Avcı onlara bir öneride bulundu: Marx’ın Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’ini okumalıydılar. Belki de Bakan, entelektüel kapasitesini sergilemek ve kendince öğrencilere iyi bir ders vermek istedi. Lakin tarihin şu cilvesine bakın ki Bakan’ın okunmasını önerdiği o kitapta Marx, tam da bugün Türkiye’de Erdoğan liderliğinde tanık olduğumuz üzere, Bonapartist rejimin nasıl inşa edildiğini anlatmaktadır. Türkiye’de Erdoğan’ın bir Bonapart edasıyla tepesinde oturduğu ve fiili başkanlık uygulamasıyla iktidarın iplerini elinde topladığı olağanüstü bir rejim hayat bulmuştur. Ancak Erdoğan liderliğindeki bu rejim bulunduğu çizgide de durmayarak hızla faşizme doğru tırmanmaktadır. Suudi Arabistan gezisinden dönen Erdoğan’ın başkanlık sistemini savunmak üzere Hitler Almanya’sını referans vermesi, sürecin karakterini ve gidişatını gözler önüne sermektedir.
Hiç kuşku yok ki Erdoğan, Hitler’i ve onun Almanya’sını gelişigüzel bir şekilde telaffuz etmiş değildir. Gelen tepkiler üzerine Saray’ın Erdoğan’ın sözlerinin çarpıtıldığını iddia etmesi pek bir anlam taşımamakta ve siyasal gerçeklikle örtüşmemektedir. Besbelli ki Erdoğan, uzun bir süredir üzerinde çalışılan bir konuyu ve planı erkenden kamuoyuna yansıtmış bulunmaktadır. Zaten Erdoğan’ın karakter özelliğidir bu: Bir siyasal hedefi şöyle bir dil ucuyla açıklar, kamuoyunun tepkisini ölçer, tartıştırır, kitleleri buna hazırlar ve hedefe doğru harekete geçer. Bu nedenle, Hitler Almanya’sı örneği kesinlikle bir gaf değil, faşist iktidar hedefinin ifadesidir. Erdoğan, tüm devlet gücünü kendi elinde toplamak, kendisini her türlü tartışmanın dışına çıkartarak iktidarın mutlak sahibi yapmak, her türlü muhalefetin bastırıldığı, toplumun tam anlamıyla zapturapt altına alındığı ve daha da önemlisi kitlelerin emperyalist siyasetin arkasına yığıldığı bir rejim istemektedir ki bunun örneği Hitler Almanya’sıdır.
Hitler, faşist rejimle birlikte tüm devlet gücünü kendinde mutlaklaştıran birisidir ve bu yolda yürüyen Erdoğan’ın ilgisini çekmesi son derece normaldir. Zaten Hitler, öteden beri Türkiye’de İslamcı muhafazakâr düşünceye yön verenlerin sempati duyduğu birisi olmuştur. İslamcıların süregelen Yahudi karşıtlığı, özellikle İsrail’in kurulmasıyla daha da şiddetlenmiştir. Hitler’in Yahudileri katletmesi, komünistlere ve sosyalistlere göz açtırmaması, yenik Alman emperyalizmini güçlü bir şekilde ayağa dikmesi İslamcı kesimlerde hayranlık uyandırmıştır. Osmanlı’nın yenilmesinin ezikliğini hisseden bu İslamcı çevreler, kendi hayallerini Hitler’in hayata geçirdiğini görüyor ve imreniyorlardı. Erdoğan dâhil AKP kadrolarının çoğunun bizzat rahle-i tedrisinden geçtiği Necip Fazıl Kısakürek de bu Hitler hayranlarından biridir. Devletçi, milliyetçi ve mukaddesatçı bu kadroların tarihsel-zihinsel arka planları, olağanüstü siyasal koşulların vücut bulduğu bugün tüm çıplaklığıyla ve acımasızlığıyla kendisini dışa vurmaktadır.
Olağanüstü koşullar
Bonapartizm ve faşizm olağanüstü koşulların ürünüdür. Bu olağanüstü koşulları yaratan şey, kapitalizmin içine yuvarlandığı derin ekonomik kriz, sistemin istikrarsızlaşması, savaş, egemen sınıf içindeki çatışmalar, buna bağlı olarak toplumda gelişen ve burjuva siyaset arenasında sürüp giden kaostur. Tarihsel örneklerden ve 1980 öncesi Türkiye’sinden de biliyoruz ki, sınıf mücadelesinin yükselmesi, devrimcileşen işçi sınıfının burjuva düzeni tehdit etmesiyle burjuvazi, derinleşen siyasal ve toplumsal krizini aşmak üzere olağanüstü rejimleri devreye sokmaktadır. Bugün de tüm dünyayı sarsan kapitalist kriz, Ortadoğu’da yoğunlaşan emperyalist savaş ve bu savaşın alevlerinin Avrupa ve Amerika dâhil dünyanın birçok noktasını yalaması olağanüstü siyasal ve toplumsal koşullar yaratmış bulunmaktadır. Siyasal gericilik yükselip burjuva demokrasisini daha da soldururken, kapitalist düzenin efendileri olağanüstü işleyişleri devreye sokuyorlar. Terör bahanesi eşliğinde Fransa’da sıkıyönetim ilan edilmesi, Belçika’da günlerce sürüp giden sokağa çıkma yasağı ve toplumsal yaşamın durdurulması, birçok ülkede benzeri “terörle mücadele” ve baskın manzaralarının sahnelenmesi sürecin gerici siyasal yönünü ve karakterini çarpıcı şekilde dışa vurmaktadır.
Türkiye’de ise AKP ve Erdoğan liderliğindeki burjuva kesimlerin ne pahasına olursa olsun iktidarda kalma, Kürt hareketini bertaraf etme ve emperyalist talandan pay kapma arzusu ve bu temelde güttükleri maceracı siyaset, siyasal arenada ve toplumda derin bir kriz yaratmış bulunuyor. Kürt sorunu çözümsüz bırakılarak, daha önce şahit olunmadık biçimde haksız savaşın tırmandırılması, aynı zamanda Erdoğan’ın Hitler türü bir iktidar kurma hedefinin kaldıracı olarak kullanılmaktadır. AKP ve Erdoğan liderliği, olağan burjuva parlamenter sistemi kendisine ayak bağı olarak görmekte ve fiilen işlemez hale getirdiği bu yapıyı da tasfiye etmek istemektedir. Erdoğan’ın mutlak anlamda iktidar gücünü kuşanması için toplum çok yönlü baskı altına alınmakta, bizzat devletin tepesi tarafından yaratılan krizler eşliğinde faşist rejimin önü açılmaktadır.
Tüm tarihsel deneyimler gösteriyor ki böylesi olağanüstü koşullarla birlikte, kapitalist çürümüşlük ve burjuva siyasetindeki gericilik gelip her şeyin üzerine oturur. Olağan dönemlerde çok da toplumsal karşılık bulamayacak ırkçı, saldırgan, maceracı veya faşist görüşler ve mutlak bir iktidar kurma özleminin savunucuları, bu dönemlerde öne çıkar, düzenin krizlerinden faydalanır ve örgütsüz kitleleri peşlerinden sürüklerler. Elif Çağlı’nın Bonapartizmden Faşizme[1] adlı kitabında dikkat çektiği üzere, Bonapartları ve Hitlerleri burjuva siyaset sahnesinin en önüne fırlatan şey özel olarak onların çılgınlıkları veya delilikleri değil, kapitalizmin içine yuvarlandığı tarihsel krizin bu çılgınlara ve çılgınlıklara uygun bir toplumsal ve siyasal zemin yaratmış olmasıdır.
Nitekim 2000’lerle birlikte, tam da içinden geçtiğimiz sürecin bir parçası olarak öne çıkan veya iktidara oturan liderlerin Bush, Berlusconi, Putin, Sarkozy, Le Pen ya da Trump olması hiç de tesadüf değildir. Olağanüstü dönemlerde burjuva gericiliğin ve çürümüşlüğün temsilcileri en alttan en tepeye çıkarken, aslında tepede olanlar da dönüşerek bizzat Bonapartist ya da faşist gericiliğin aracı haline gelirler. Bonaparte’ın Fransa’da, Hitler’in Almanya’da ve Mussolini’nin İtalya’da iktidar koltuğuna kurulması öncesinde cereyan eden gericileşme süreci buna örnektir. Diktatörler en tepeye gelip yerleşmeden ve tüm ipleri ellerine geçirmeden önce, bu yolda önemli adımlar atılmakta, bir anti-demokratik ve otoriter süreç işletilmekte ve kritik virajlar dönülerek olağanüstü rejimin temelleri döşenmektedir. Çok uzağa gitmeye gerek yok; Türkiye’de Erdoğan liderliğinde uygulanan otoriterleşme sürecinin geldiği nokta yeterince çarpıcıdır.
Burada önemli bir hususa da dikkat çekmek gerekiyor: Krizlerin ve olağanüstü koşulların diktatörleri öne çıkartmasıyla, onların kişisel ve politik hırsları doğrultusunda fırsat kollamaları ve krizleri bu temelde kullanmaları arasında diyalektik bir ilişki vardır. Tarih öylesine ilginç bir durum yaratır ki, bu dönemde düzenin ihtiyaçlarıyla diktatörlerin kişisel hedefleri örtüşür. Meselâ Hitler’in deliliği, çılgınlığı ile yenik Alman emperyalizminin ayağa dikilerek tüm Avrupa’ya ve hatta dünyaya çılgınca hâkim olma arzusu bir ve bütündür. Bonapartist ya da faşist rejimleri ve onların genelde bir liderle karakterize olmasını ele alırken, son tahlilde bu olağanüstü rejimlerin burjuva düzenin çıkarları temelinde hareket ettiğini asla unutmamak lazım.
Paramiliter örgütlenmeler devrede
Bonapartist ve faşist rejimlerin iktidara tırmanmasında paramiliter örgütlenmelerin önemli bir rolü vardır. Meselâ 2 Aralık 1851’de Cumhurbaşkanı Bonaparte bir darbeyle parlamentoyu bir kenara atmadan önce, esasında bu darbe için tüm gerekli koşullar yaratılmıştı. 1848 devriminin yarattığı sancılar ve burjuva kesimler arasında sonu gelmeyen iktidar kavgaları Fransa’da Bonapartist rejime yol açan siyasal krizin nedeniydi. Burjuvazi, Haziran katliamıyla işçi sınıfının devrimci kalkışmasını bastırdı ancak onu düzen açısından tam olarak tehdit edici bir güç olmaktan da çıkartamadı. Bu arada kralcılar, mali sermaye kesimlerini de kapsayacak şekilde ticaret burjuvazisiyle sanayi burjuvazisi ve bunların parlamentodaki siyasi temsilcileri kıran kırana bir iktidar kavgası halindeydiler. Burjuva siyaset arenasında sürüp giden iktidar kavgası ve bu kavganın sistemin işleyiş sürecini tıkayarak bir krize dönüşmesi, zaten gözünü tepelere dikmiş Bonaparte için fırsat anlamına geliyordu.
İşçi sınıfı hareketini bastırmak üzere sıkıyönetim ilan edilmesi, toplumun baskı altına alınması ve bu arada burjuva kesimlerin tutuştuğu kavganın parlamentoyu işlevsizleştirerek sistemi krize sürüklemesi Cumhurbaşkanı Bonaparte’ı, adeta bir hakem pozisyonuna yükseltti. Bonaparte ise hem burjuva düzenin bekası hem de kişisel emelleri doğrultusunda, sanki tüm sınıf kesimlerine eşit uzaklıktaymış pozları kesiyordu. Kendisini topluma bir kurtarıcı olarak sunmak amacıyla siyasal krizden yararlanırken, kurdurduğu 10 Aralık Derneği’ni de bu doğrultuda kullanacaktı. Güya derneğin amacı yoksulların yardımına koşmak ve bu doğrultuda “yardımseverler derneği” kurmaktı. Bonaparte’ın ajanlarının yerleştirildiği 10 Aralık Derneği’ni Bonapartçı bir general yönetiyordu. Marx, bu derneğin ana gövdesinin başıboş serserilerden, yol verilmiş askerlerden, zindandan çıkmış forsalardan, sürgün kaçkını kürek mahkûmlarından, hırsızlardan, kumarbazlardan, pezevenklerden, işsiz yazarlardan, dilencilerden, yani kısacası toplumun en altına itilmiş, dışlanmış kesimlerinden oluştuğunun altını çiziyordu. Marx’ın ifadesiyle kendisini lümpen proletaryaya başkan olarak atayan Bonaparte, bir taraftan “yoksulların babası” edasıyla hareket ederken, öte taraftan da kendi emelleri doğrultusunda bu lümpen kitleleri vurucu bir güç olarak kullanacaktı.
Bu lümpenlerden oluşan serseriler Bonaparte’ın gezilerinde gittiği yerlere ulaşıyor, ona hemen bir karşılayıcı ve dinleyici kalabalığı topluyor ve halk Bonaparte’a büyük bir sevgi gösteriyormuş gibi, kalabalığın “Yaşasın İmparator!” diye bağırmalarını sağlıyorlardı. Bonaparte’a karşı yapılan gösteriler bu serseri güruh tarafından bastırılıyor ve topluma gözdağı verilerek korku salınıyordu. Marx, Bonaparte’ın bu lümpen proletarya derneğini arkasına takarak kalabalıklara verdiği söylevlerde düzenden, dinden, aileden ve mülkiyetten söz ettiğini belirtir. Marx, çok önemli bir hususun da altını çizer: Büyük kostümler, büyük sözler ve büyük tavırlar ancak en bayağı rezillikleri gözlerden gizlemeye yarar. Bu o kadar doğrudur ki, gerek Mussolini’nin gerekse Hitler’in en ateşli ve adeta sirk komedisini andıran konuşmalarının arkasında büyük yalanları gizleme ve kitleleri aldatarak onları faşizmin arkasına takma arzusu vardı.
Bonaparte’ın lümpen kitleleri arkasına takarak siyasal ve toplumsal kriz koşullarında bir kurtarıcı pozlarında yükselmesiyle, Hitler ve Mussolini’nin lümpenlerden ve savaş artıklarından örgütlenmiş faşist çeteleri kullanarak iktidar yolunu açması çok benzerdir. İtalya ve Birinci Dünya Savaşından yenik çıkan Almanya, derin toplumsal ve siyasal krizle çalkalanmaktaydı. Her iki ülkede de işçi sınıfı devrimci temellerde ayağa kalkmış ve devrimci durumlar oluşmuştu. Savaş yüz binlerce insanın canını almış, işsizlik, açlık ve yoksulluk baş göstermiş; terhis edilen ve işsizliğe terk edilen askerler, yoksullaşıp elindeki mülkiyeti kaybeden küçük-burjuvazi, köylüler ve toplumun en aşağı kesimleri derin bir umutsuzluğa sürüklenmişti. Burjuvazi savaşta yenilmişti, ekonomik kriz sürüyordu. Tek çıkış işçi devrimi olabilirdi. Ancak ne yazık ki iktidarı almak üzere harekete geçmiş devrimci bir önderlik olmadığı ve kitleler devrime çekilmediği için toplumsal kriz devam etti. Toplumsal buhranı bitirmek isteyen burjuvazi ve onun devleti, terhis olmuş askerleri ve umutsuzları örgütleyip işçi hareketini bastırmaya ve devrimi ezmeye girişti. Bu süreçte Hitler, “Hür Tabur” yani o meşhur Freikorps’un içindeydi. Burjuvazinin ve devletin ön açmasıyla Nasyonal Sosyalist Parti’nin başına geçen Hitler, Fırtına Birlikleri (SA) adı altında bir araya getirdiği savaş artıklarını, lümpen ve umutsuzlar takımını iktidar yürüyüşünde vurucu bir güç olarak kullanacaktı. Bu faşist örgütlenmeler komünistlere, sosyalistlere, grevlere ve sendikalara saldırıyor, toplumu terörize ederek baskı altına alıyordu.
Neredeyse her toplumsal ve siyasal kriz döneminde, kapitalist gericiliğin bir dışavurumu olarak bu tür örgütlenmeler sahneye çıkmaktadır. Ancak devletin ve burjuvazinin ön açması olmadan bu tür faşist örgütlenmelerin peyda olması, en azından gelişip siyaset sahnesinde belirleyici bir güç olması mümkün değildir. Meselâ Türkiye’de 1980 öncesinde devrimci işçi hareketini ezmek ve darbeye zemin oluşturmak üzere burjuvazi MHP’nin örgütlediği paramiliter çeteleri kullanacaktı. Bugün de Erdoğan, “devletin ve düzenin bekası” fikri etrafında daha önceki “düşmanı” Ergenekoncularla siyasi ittifak yaparken, Sedat Peker gibi lümpen ve lağım çukuru mafya unsurlarının, devletle iç içe geçmiş faşist odakların önü açılmıştır. Daha da önemlisi, Mussolini’nin Kara Gömleklileri ile Hitler’in Kahverengi Gömleklileri’ni (SA) hatırlatırcasına Osmanlı Ocakları adı altında faşist oluşumlara yol verilmesidir. Nitekim 7 Haziran seçimlerinden sonra, tırmandırılan haksız savaşın bir parçası olarak bu paramiliter örgütlenme, 6-7 Eylül tarihleri arasında bir Kürt pogromunda sahne almıştır.
Milliyetçilik, ırkçılık ve efsanelere dayalı ideolojik manipülasyon
Ancak bu tür faşist örgütlenmeler kitlelerin terörize edilmesi, toplumsal ve siyasal krizin derinleştirilmesi noktasında çok etkili olsalar da iktidarın ele geçirilmesi için yeterli değillerdir. Nitekim tarihsel örneklere baktığımızda, İtalya ve Almanya’da kitlelerin faşizmin tabanı haline gelmesiyle faşist iktidarın kurulduğunu görmekteyiz. Türkiye ve Şili’de ise iktidar doğrudan askeri darbeler yoluyla el değiştirmiştir. Lakin her iki durumda da faşizmin kitleleri ikna etmek ve arkasına takmak üzere geliştirdiği ideolojik manipülasyonlar vardır. Hitler Almanya’sında kitlelerin nasıl faşizmin arkasına yığıldığı gerçekten de öğreticidir ve aslında şu anda Türkiye’deki sürece de ışık tutmaktadır.
Hitler’in üstünlük ve kutsallık atfederek ateşli söylevler eşliğinde kitlelere yutturduğu birkaç temel şey vardı: Birincisi, Almanya çok büyük bir devletti, yenilginin utancıyla yaşanmazdı ve üçüncü imparatorluk kurulmalıydı. İkincisi, Almanlar üstün ırktı ve arîleşme yaşanmalıydı. Üçüncüsü, Almanya’yı çökerten 1918 Kasım devrimi, Marksizm, demokrasi ve Yahudilerdi. Hitler, 1923’teki başarısız darbe girişiminden sonra çıkartıldığı mahkeme önünde şöyle diyordu: “1918 hainlerine karşı vatana ihanet diye bir suç olamaz, eğer ben burada bulunuyorsam, ihtilale karşı bir ihtilalci olarak bulunuyorum. Ben Marksizmi yeryüzünden kaldıracak bir adam olmak istedim.” Hitler’e göre Yahudiler Alman ırkına karışarak onun arîliğini bozmuş ve bu da Almanları mahvetmişti: “Kan karışımı ve bunun sonucu olarak ırk seviyesinin alçalışı eski kültürlerdeki yıkılışın tek nedenidir… Bu dünyada iyi ırktan olmayan bütün insanlar ıvır zıvırdır.”[2] Hitler’e göre, bu ıvır zıvır insanlar kategorisine giren Yahudiler devlet kurumlarına doluşmuş ve Almanlar sokağa atılmıştı!
Hitler’in en büyük kozlarından biri de Versailles Antlaşmasıydı. İtilâf devletleri dayattıkları koşullarla gerçekten de Almanya’nın kolunu kanadını kırmışlardı. Başta kömür yataklarının bulunduğu Alsace Lorraine olmak üzere önemli toprak parçaları Almanya’dan kopartılmış, ordunun silahlanması yasaklanmış ve Almanya 133 milyar altın mark tutarında tazminata mahkûm edilmişti. Hitler’e göre Almanya’nın içine düştüğü krizden ancak bir diktatörlükle çıkılabilirdi. Kitlelere bağıra çağıra diktatörlük istediğini haykırıyordu. Almanya bir an önce “demokratik saçmalıklara” son vermeli ve “merkezî kuvvetli bir devlet” haline gelerek o eski günlerine, Bismarck dönemine geri dönmeliydi. Versailles Antlaşmasının yırtılıp atılmasını haykırırken anti-emperyalist pozlara giren bu faşist, bir taraftan da Almanya’nın hemen savaş hazırlıklarına başlaması gerektiğini ileri sürüyordu. Kimse Almanya’dan 1914 sınırlarına dönmesini beklememeliydi! Propagandasının en önemli noktası, kitlelere yeni topraklar vaat etmesiydi: “Halkımızı yeni topraklara götürmek gerek”, “Alman İmparatorluğu Alman kılıcıyla Almanlara toprak ve ekmek sağlamalıdır”.
Faşist ideoloji, en genel anlamda devletin ve düzenin kutsanması, koyu bir milliyetçilik, komünizm düşmanlığı ve kudurgan bir militarizmdir. “Sorunlar ancak kan ve demirle çözülür” diyen Bismarck’a atıfta bulunan Hitler, döne dolaşa düzeni ve devletin kutsallığını öne çıkartıyordu. Tepeden tırnağa silahlanmış, güçlü, kudretli ve en tepede tüm iktidar iplerini elinde toplamış mutlak liderin öncülüğünde hedeflerine koşan bir devlet propagandası yapıyordu. Bu devlet, buhranlardan bıkmış kitlelere düzen, iş ve yeni bir gelecek verecekti. Aslında Hitler’in demagojik söyleminin en temel unsurunu emperyalist yayılmacılık oluşturuyordu: Yenik Alman emperyalizminin kudretli bir şekilde ayağa dikilmesi, yeni topraklar için güçlü bir devlet ve onun arkasında kenetlenmiş bir toplum. Faşist söylemi güçlendirmek ve emperyalist ideolojiye tarihsel bir arka plan oluşturmak için Hitler ve Naziler bilhassa Alman mitolojisine başvuruyorlardı. Bağrından ünlü bilim adamları, aydınlar, filozoflar ve kahramanlar çıkartan Alman halkı için hiçbir şey ifade etmeyen eğitimsiz çavuş Hitler, aslında kendi küçüklüğünün ve güçsüzlüğünün üzerini örtmek ve faşist ideolojiye kutsallık kazandırmak için Alman mitolojisine, kahramanlık destanlarına, filozoflara; düzen, güç ve irade sembolü Bismarck’a başvuruyordu.
Elbette bunu yapan sadece Hitler ya da ihtişamlı Roma’nın büyüklüğüne sığınan ve onu yeniden inşa etmeyi hayal eden Mussolini değildi. Geçmişte Bonaparte da kendi zayıflığının üzerini örtmek için amcası Bonaparte’a ve onun kurduğu imparatorluğun büyüklüğüne başvuracaktı. Ancak amca Bonaparte’ın büyüklüğü, yeğen Bonaparte’ın çapsızlığının üzerini örtmeye yetmeyecekti. Bundan dolayı Marx, onu bir kopya ve komedi olarak nitelendirmişti. Marx 18 Brumaire’in girişinde Hegel’in şu sözlerini aktarır: “Bütün tarihsel olaylar ve kişiler hemen hemen iki kez yinelenir.” Ardından ekler Marx: “Hegel eklemeyi unutmuş; birinci kez trajedi olarak ikinci kez komedi olarak.” Büyük kostümler, büyük sözler ve büyük hareketler eşliğinde kitlelerin karşısına çıkan yeğen Bonaparte, Hitler ve Mussolini gerçekten de sirk komedyenlerini andırıyordu. Lakin her taraflarından tuhaflık saçan karikatürümsü bu liderler, despotik iktidarlar altında toplumu şiddet zoruyla baskı altına alıp milyonlarca insanı ölüme gönderebildiler.
Peki, Erdoğan’ın, güya eski Türk devletlerinin savaşçılarını temsilen bir grup insana tuhaf giysiler giydirmesine ve onları Saray’ın merdivenlerine dizdirmesine, onların arasından geçerek yabancı devlet başkanlarını karşılamasına ne demeli? Kapitalizm çürüdükçe, günün ihtiyaçları temelinde yaratılan efsaneler daha da yüzeyselleşiyor. Ancak şurası kesin ki, Bonapartlar ve Hitlerler kendi emellerine ulaşmak için efsaneler yaratmaktan, tuhaflıklara başvurmaktan, tarihsel olguları çarpıtmaktan geri durmazlar. Bu çarpıtmalar, tarihin yalnızca geçmişe ait olayların ve deneyimlerin dökümü olmadığını da ortaya koyar. Pek çok hususta görüldüğü üzere, tarih çarpıtılarak günün sorunlarına yanıt veren bir öznel tarih kurgulanmaktadır. Bu dün de böyleydi bugün de böyledir. Nitekim AKP ve İslamcı burjuva ideologlar, kendi toplum tahayyülleri bağlamında geçmişin olaylarını tümüyle baş aşağı çevirmekte ve kendi arzuları temelinde yorumladıkları, yalanlar üzerine kurulu bir öznel tarih oluşturmaktadırlar. Emperyalist siyasete tarihsel/ideolojik bir arka plan yaratmak ve Erdoğan’ın mutlak iktidarını meşrulaştırmak amacıyla Selçuklu ve Osmanlı efsanesine başvurulması bundandır. Selçuklu, Osmanlı ve İslam birlikte anılırken, “şanlı Selçuklu”nun ve Osmanlı’nın yüzyıllar boyunca İslamın bayrağına sahip çıkarak kutsal bir savaş yürüttüğü vurgulanmaktadır. Dikkat edileceği üzere, Türk-İslam sentezine dayalı bu ideoloji, kutsal ve kahramanlık dolu bir tarihsel kimlikle desteklenmek istenmektedir.
Erdoğan, emperyalist siyasetinin devamı ve arzuladığı temelde bir iktidar kurmak için dini özellikle kullanmaktadır. Kendi tasavvuru temelinde toplumu dönüştürmek ve dinsel bir içerikle doldurduğu emperyalist ideolojiyle kitleleri arkasına takmak isteyen Erdoğan açısından din çok işlevsel bir araçtır. Uzun bir süredir Erdoğan’ın dillendirdiği “dindar nesil” bizzat devlet zorbalığıyla tepeden topluma dayatılarak hayata geçirilmektedir. Elbette bu “dindar nesil”in pratikteki karşılığı geniş işçi-emekçi çocuklarının ve aynı zamanda işçilerin itaatkâr ve rıza gösteren kitleler haline gelmesi, faşizmin toplumsal tabanını oluşturmasıdır. Nitekim Erdoğan, işçi-emekçi kitleler ile burjuvazinin çıkarlarını dindar/muhafazakâr kimlik üzerinden ortakmış gibi göstermeye ve böylece sınıf çelişkilerinin üzerini örtmeye çalışmaktadır. Bunu yaparken, yoksul kitlelerin ve mağdurların çıkarlarının temsilcisi kendisiymiş gibi bir söylem kullanmaktan da geri durmuyor. Şu anda Türkiye’de tanık olduğumuz üzere, bir taraftan saraylarda lükse boğulmak ve egemen sınıfa hizmet etmek ama öte taraftan yoksul kitlelerin babası pozları keserek onları korkunç bir cendereye almak Bonapartlara özgüdür.
Dini kendi devlet ve toplum tasavvuru için etkili bir şekilde kullanmak isteyen AKP’nin Cuma günlerinde, devlet dairelerinde öğlen molası saatlerini namaza göre ayarlaması ve bununla da kalmayarak Cuma namazlarını bir şova dönüştürmesi tesadüf değildir. Üniversitelerin “namaz hareketi”yle fethedilmek istenmesi, Erdoğan’ın Sultanahmet Camii’ne giderek Cuma namazında dua okutması, toplumu dinsel temelde baskı altına almanın bir ifadesidir. Bir taraftan toplum dinsel temelde baskı altına alınırken, öte taraftan da Kürt düşmanlığı üzerinden kudurgan bir milliyetçilik yükseltilmekte ve toplum körleştirilmektedir. Kürt halkına karşı yürütülen savaşı meşrulaştırmak üzere egemenler yıllardır milliyetçiliği kışkırtıyorlar. Ancak içinden geçtiğimiz dönemin ayırt edici yönleri var. Erdoğan, mutlak iktidarının önünü açmak ve bunu toplum nezdinde meşrulaştırmak maksadıyla haksız savaşı ve milliyetçiliği alabildiğine azdırmaktadır. Bu temelde, Kürt düşmanlığı ve milliyetçilik kullanılarak toplum bölünme korkusuyla nefes alamayacak şekilde baskı altına alınmaktadır. Bunun için en küçük demokratik tepki terörizm ve vatan hainliğiyle suçlanmaktadır. Haksız savaşa karşı çıkan akademisyenlerin yayınladığı bildiriyi bahane eden Erdoğan’ın, en tepeden, son derece bilinçli şekilde milliyetçiliği tırmandırması, bildiri sahiplerine hakaret etmesi ve aşağılaması bundandır. Erdoğan, Ortadoğu’daki emperyalist savaş, Türkiye’nin sıkışmışlığı ve Kürt savaşı üzerinden krizi alabildiğine derinleştirmek, toplumu esir almak ve böylece başkanlığını kaçınılmaz kılmak istiyor.
Türkiye’nin içinde bulunduğu durumdan güçlü bir başkanlıkla çıkacağını ifade eden Erdoğan’la, Almanya’daki toplumsal buhranın ancak demir yumruk ve diktatörlükle çözülebileceğini söyleyen Hitler’in söylemi arasında bir benzerlik yok mu? Bonapartist ve faşist rejimlerin yerleştirilmesi sürecinde bizzat devletin tepesinden örgütlenen krizlerin çok önemli bir rolü vardır. Meselâ 7 Haziran seçimlerinde hedefine ulaşamayan Erdoğan, bizzat tepeden, parlamentoyu işlevsizleştirecek şekilde hükümetin kurulmasının önüne geçmiş, bunu bir siyasi krize dönüştürmüş ve tüm ipleri eline alarak bir “savaş hükümeti” kurdurmuştur. Bunun siyasi karşılığının bir hükümet darbesi olduğu çok açıktır. Devletin tepesi tarafından yaratılan kriz, kaos ve önü açılan savaş eşliğinde toplum tam anlamıyla korkutulup sindirilmiş ve bunun neticesinde Erdoğan 1 Kasım seçimlerinde hedefine ulaşmıştır.
Hitler’in krizler yaratarak faşist iktidarı kurması
Bonapartist ve faşist iktidarların örgütleniş süreci ve bu arada tertiplenen birçok olay gerçekten de birbirine benzemektedir. Meselâ 30 Ocak 1933’te başbakan olarak atanan Hitler, bu yetkiyi eline geçirir geçirmez, ardı ardına olaylar tertiplemiş ve bunları yöneterek tek başına iktidara oturmuştur. Milliyetçi Parti ile hükümeti kuran Naziler kabinede azınlıktaydılar; yalnızca üç bakanlık onlara verilmişti. Ayrıca her iki partinin vekil sayısı parlamento çoğunluğu elde etmeye de yetmiyordu. Hitler başbakan olur olmaz erken seçimleri dayattı ve birkaç gün içinde, 5 Martta seçim kararı alındı. Elbette hedefi tam bir terör estirerek kitleleri arkasına almaktı. Özellikle 1929’da dünya ölçeğinde gerçekleşen ekonomik çöküş Almanya’daki ekonomik, siyasi ve toplumsal bunalımı daha da derinleştirmiş ve burjuvazi Bonapartist nitelikte bir rejime işlerlik kazandırmıştı. Şimdi Hitler, devletin imkânlarını kullanarak tepeden aşağıya toplumsal krizi daha da derinleştirecekti. Meşhur propaganda bakanı Goebbels, devletin geniş kaynaklarının Nazilerin eline geçmesi üzerine, 3 Şubatta şöyle diyordu: “Artık savaşmak kolay. Çünkü devletin bütün imkânlarından yararlanabiliriz. Radyo ile basın elimizde. Ortaya bir propaganda şaheseri çıkaracağız. Ve bu sefer parasızlık çekilmeyecek elbette.” Krupp’un da aralarında bulunduğu kapitalist tekeller ise, kesenin ağzını açmış ve Hitler’in seçimleri kazanması için büyük kaynaklar aktarmışlardı.
Kahverengi Gömlekliler, hayatın her alanında terör estirmeye başladılar. Başta komünistler olmak üzere işçi liderlerine, sosyalistlere saldırdılar ve onlarca kişiyi katlettiler. Komünistlerin toplantıları ve basın-yayın araçları yasaklandı. Amaç tam anlamıyla kaos yaratmaktı; komünistlerin ülkeyi krize sürüklediği propagandası eşliğinde komünistler ile işçi kitleleri arasındaki bağlar gevşetilmek, kitleler pasifize edilmek ve toplum faşist rejime mecbur bırakılmak isteniyordu. Bir taraftan toplum faşist terörle korkutulurken, öte taraftan da Naziler binler halinde polis teşkilatına yerleştirildi. Prusya içişleri bakanı olan Goering, polise, “devlet düşmanlarına karşı” silah kullanmayı emretmiş ve silah kullanmayanların cezalandırılacağını açıklamıştı.
Aynı Goering, 27 Şubatta parlamento binasını (Reichstag) yaktırdı. Reichstag’ı yaktıran Naziler ve Hitler, şimdi büyük faşist saldırının gerekçesini de bulmuş oluyorlardı. Dört bir taraftan, hükümetin ve devletin, dolayısıyla basının tüm gücünü kullanarak yangını komünistlerin üzerine yıktılar. Naziler toplu halde uluyorlardı: “İşte komünist ihtilali başlıyor! Bir dakika bile bekleyemeyiz. Acıma yok. Her komünist bulunduğu yerde öldürülecek. Bütün komünist milletvekilleri hemen bu gece sallandırılacak.” Yaratılan dehşet eşliğinde Hitler, terörü durdurmak ve kamu düzenini sağlamak (tanıdık değil mi?) için cumhurbaşkanından olağanüstü yetkiler istedi. 28 Şubatta Hitler, “Halkın ve Devletin Korunması” adıyla cumhurbaşkanına bir kararname imzalattı. Kararnamede şöyle deniyordu: “Kişi özgürlüğü, fikirlerin serbestçe açıklanma hakkı, aynı zamanda basın özgürlüğü üzerine sınırlar konulması; toplantı ve dernek kurma haklarının sınırlandırılması; posta, telgraf ve telefon muhabirleri gizliliğinin kaldırılması; ev arama izinlerine, müsadere ve mülkiyet sınırlamalarına, aksine sarahat olmadıkça, kanunî sınırların ötesinde de müsaade edilmiştir.”
Bu kararnamenin bir diğer önemli yanı ise, hükümete, gerektiğinde federal devletlerin bütün yetkilerini üzerine alma hakkı verilmesiydi. Elbette Hitler, bu fırsatı kaçırmayacak ve günü geldiğinde gerekeni yapacaktı. Parlamento binasını yaktırarak kriz yaratan ve olağanüstü yetkilerle donanan Hitler, böylece diktatoryal yetkilerle tüm burjuva devlet mekanizmasının ve toplumun üzerine çıkıverdi. 5 Mart seçimlerine de diktatoryal yetkiler kuşanmış Hitler’in yönetimi altında gidildi. Bir taraftan estirilen terör, öte taraftan da büyük bir propaganda kampanyası eşliğinde gidilen seçimlerde Naziler, oylarını beş buçuk milyon artırarak 12 milyona çıkardılar ve toplam oyların yüzde 44’ünü alarak birinci oldular. Naziler hâlâ çoğunluğu kazanmış değillerdi, fakat artık tek başlarına iktidara oturmuşlardı ve çok kısa sürede faşizm tüm kurumlarıyla hayat bulacaktı.
Burada, iktidara yükselen ve kurumsallaşan faşizme dair önemli bir noktaya dikkat çekmek lazım: Elif Çağlı’nın altını çizdiği üzere, “Faşizm iktidara geldiğinde baştan aşağı yeni devlet aygıtları oluşturmaz. Burjuva devletin baskı aygıtlarını, işçi hareketini ve devrimci mücadeleyi toptan ezecek biçimde yeniden örgütler, tahkim eder. Faşist iktidarların kurulduğu olağanüstü koşullarda, düzen güçlerinin egemen sınıf içindeki çeşitli gerilimlerin siyasal alanda yansımasını bulmasına da tahammülü yoktur. Zira burjuva mahiyetteki bir muhalefet hareketi bile olağanüstü rejimde bazı gedikler açıp işçi ve emekçi kitlelerin muhalefetinin buralardan sızması riskini taşır. O nedenle faşizm koşullarında tam anlamıyla totaliter bir iktidar yapılanması oluşturulur ve faşist iktidar başka hiçbir odağa siyasal yetki göçertmemek üzere devlet organlarını yekpare bir blok gibi biçimlendirir.
“Faşist diktatörlük, parlamenter rejimde geçerli olan kuvvetler ayrılığı ilkesini, parlamentosu ve siyasal partileriyle birlikte bir kenara fırlatıp atar ve her türlü siyasal erk kaynağını, yasamasından yargısına kendi yürütme tekelinin sultası altına sokar. Faşist diktatörlüğün bizzat kendisi itaat edilmesi gereken yasadır. Onun kendini, toplumun çeşitli kesimleri tarafından onaylanmış bir yasaya, anayasaya uydurma zorunluluğu yoktur.”[3]
Bu süzülmüş sonuçların Almanya’da, olaylar bağlamında karşılığı şöyleydi: 23 Martta “Halkta ve Almanya’daki Sıkıntının Kaldırılmasına Dair Kanun”la Hitler’e tanınan yeni yetkilerle onun diktatörlüğü parlamento tarafından da onaylanmıştı. Beş maddeden oluşan bu kanunla parlamento, kendi fiili varlığını da ortadan kaldırmış oluyordu. Yasama yetkisi, bütçenin denetimi, yabancı devletlerle yapılacak anlaşmaların onayı ve anayasada değişiklikler yapma yetkisi parlamentodan alınarak bakanlar kuruluna, yani Hitler’e veriliyordu. Aynı yasa, kabinenin çıkartacağı kanunların başbakan tarafından hazırlanmasını ve daha da önemlisi bunların anayasaya aykırı olabileceğini de kabul ediyordu. Bu yetkilerle donanan Hitler, Almanya’nın tarihine damgasını basan federal işleyişe son verdi. Bütün eyalet devletlerinin parlamentoları dağıtıldı ve bunların bağımsız yetkileri merkezi hükümete devredildi. Eyaletler, valiler üzerinden içişleri bakanlığına bağlandı. Böylece Almanya, Hitler’in faşist rejimi altında, bugün Erdoğan’ın referans olarak gösterdiği biçimde üniter bir devlete dönüştürülmüş oluyordu.
İşçi sınıfının örgütsel varlığını dağıtmaya girişen faşist rejim, komünist ve sosyal demokrat parti ve örgütleri ezdi. Bununla da yetinmeyerek milyonlarca işçiyi kucaklayan sendikaları kapattı. Toplu sözleşme hakkı işçi sınıfının elinden alındı ve işçiler, zorla, devlet tarafından kurularak Nazi partisine bağlanan Alman İşçi Cephesine üye yapıldılar. Naziler, daha sonra tüm partileri yasakladılar. Çıkartılan kanuna göre Almanya’nın tek partisi artık Nasyonal Sosyalist Partiydi. Hitler’in başbakan olarak atanmasında önemli rol oynayan ve onu diktatoryal yetkilerle donanması için destek olan tüm düzen partileri faşist iktidarın kurbanı oldular. 2 Ağustos 1934’te Cumhurbaşkanı Hindenburg’un ölmesi üzerine, bakanlar kurulunun kararıyla cumhurbaşkanlığı ile başbakanlığın birleştirildiği ve Hitler’in devlet başkanlığı ile silahlı kuvvetlerin başkomutanlığını üzerine aldığı açıklandı. Hemen ardından, ordunun Hitler’in şahsına yemin etmesini sağlayan bir kanun çıkartıldı ve ordu buna biat etti. 19 Ağustos 1934’te yapılan göstermelik seçimlerde, kayıtlı seçmenlerin yüzde 95’i sandık başına gitti ve yüzde 90 oyla Hitler’in tüm iktidarı kendi eline alması onaylandı. İnşa edilen faşist diktatörlüğün son tuğlası da konmuştu. İşte Erdoğan’ın özendiği Hitler’in başkanlığı bu şekilde kurulmuştu.
[1] Elif Çağlı, Tarih Bilinci Yay.
[2] Akt: William L. Shirer, Nazi İmparatorluğu: Doğuşu, Yükselişi Çöküşü, c.1 (Yazı içinde Almanya ve Hitler’e dair tüm alıntılar bu kitaptan yapılmıştır)
[3] Elif Çağlı, age, s.135-136
http://marksist.net/utku-kizilok/bonapartlarin-ve-hitlerlerin-iktidara-tirmanis-sureci.htm
http://marksist.net/elif-cagli/fasist-tirmanisa-karsi-mucadeleye.htm
Herşey Türkiye için / Alles für Deutschland benzerliğini de unutmayalım.
İşin ilginç tarafı, bunu yıllar önce Teori dergisinin bir sayısında okumuştum, daha önce benim de dikkatimi çekmemişti.
O gün bunun farkına varmamı sağlayanlar bugün nerede şimdi?
Star yazarı, ya da Basın Kolluk Amiri yazıyor…(C.Küçük)
—
(Aydın Doğan’ın kendine yazdığı…)
Mektupta aynen şöyle deniyor:
Yayın ilkelerimiz açısından 1128 akademisyen tarafından imzalanmış olan bildirinin içeriğini objektif olmaktan uzak tek yanlı bir görüş olarak görüyoruz. Ancak tüm demokratik ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de ifade özgürlüğünün güvence altında olmasının gerektiğine inanıyoruz.”
Elbette Türkiye’de de ifade özgürlüğü güvence altında olmalıdır mesela bir akademisyen, ‘PKK terörüne karşıyım ama ben de bağımsız Kürdistan taraftarıyım’ diyebilir. Bu ifade özgürlüğü kapsamındadır ama PKK terörünü desteklemek alçaklıktır ve Aydın Doğan’ın kurulu, sinsi yöntemlerle bu alçak bildiriyi meşru hak görmektedir. Çünkü bu bildiri terörü destekleyen alçak bir bildiridir ve asla ifade özgürlüğü kapsamında meşrulaştırılamaz. Şimdi Aydın Doğan’a soruyorum…
…..
Sayın okurlarım, Aydın Doğan açıkça yine bizleri kandırmaya kalkıyor, her zaman yaptığı gibi. Bir yandan Türk devletinden ve vatanından yana gözüküyor ama diğer yandan PKK ve dış güçlere göz kırpıyor. Zaten bu hain bildirinin yine organizatörlerinden olan bir PKK’lı sözde profesör kadın Aydın Doğan’ın çok yakını. O kişinin ismini anmıyorum çünkü zaten şu an bile yaşayıp yaşamadığı bilinmeyen bir zavallıya dönüştü ve daha da yok olup tam medeni ölü haline gelecek. Aydın Doğan’ın baş tetikçisi Ahmet Hakan’ın en büyük kankası olan bu PKK’lı kadın aynı zamanda utanmadan küfürler ettiği Türk devletinin ekmeğini yiyen biri. Bu PKK’lı kadın hem Türk milletini ve devletini katliamcı görüyor hem de devletin İstanbul Üniversitesi’nden nemalanıyor. Fakat önümüzdeki süreçte benim de mezun olduğum üniversitemizden kesinlikle kovulacak. Yekta Saraç 1128 hain akademisyen konusunda gereğini yapmak mecburiyetindedir aksi halde Saraç da sorgulanır…. Aydın Doğan ise bu PKK’lı kadının profesörlük kutlamalarına bizzat katılmış biri. Fethullahçı Terör Örgütü yandaşı mücrim Nazlı Ilıcak’ın evinde yapılan bu kutlamada Aydın Doğan da vardı. Yanlış mıyım Aydın Doğan? Hadi yalanla bakayım bu PKK yandaşı akademisyenle ünsiyetini. Sen bunlar kaydedilmiyor mu sanıyorsun? Tüm bu yaptıklarının üstüne rantiye işlerine gireceksin bu topraklardan rant yemek isteyeceksin ve bu devlet sana izin verecek öyle mi? ….
… Öte yandan terörü destekleyen böyle iğrenç bir bildiriye imza atan akademisyenler medeni ülkelerde tam terimiyle medeni ölü haline getirilirler. Türkiye Cumhuriyeti de medeni bir ülkedir ve imzacı akademisyenler de bu ülkede artık yok hükmündedir. Çok yakında yaşayıp yaşamadıklarını bile kimse bilmeyecektir. Medeni çözüm budur.
*************************
Yanlış hatırlamıyorsam, 12 Eylül ve 90’larda böyle bir şey yoktu. Kışlalı gibi yalakalıklar çoktu. Ama “meslektaşlarına” Faşizme sırtını dayayarak böyle saldıran gazete yazarları yoktu. İşlerinden kovulmasını belki gönülden bile istemediler; değil ki böyle yazmak..
Bu çok “özel” bir hâl.. Hitlerci bir faşizm sürecine girilmiş görünüyor; gemileri yakarak gidiyorlar!
Ve sanırım “kitleler”, “uysal bir koyun gibi” atalet içine sürükleniyor. “Kanaat önderleri” yırtınıyor ama … sanki her geçen ay muhalefet psikolojik olarak geriliyor.
CHP’yi yönetenler büyük bir aymazlık içinde. Tarihsel sorumlulukları büyük!
Marks’ın yazdığı gibi, tarihsel tekerrürde “gülünç” durumu ifade ediyorlar…
” “Düzen partisi ise, anayasa değişikliğine ilişkin kararı ile, ne yönetmeyi ne de hizmet etmeyi, ne yaşamayı ne de ölmeyi, ne cumhuriyete katlanmayı ne de onu devirmeyi, ne anayasayı sürdürmeyi ne de ondan kurtulmayı, ne cumhurbaşkanı ile işbirliği yapmayı ne de onunla tüm ilişiği kesmeyi bilmediğini gösterdi.”
“Peki düzen partisi, bütün bu çelişkilerin çözümünü kimden bekliyordu? Takvimden, olayların gidişinden. Olaylar üzerinde bir etkinliği olduğunu varsaymaktan vazgeçiyor… Yürütmenin başkanına, kendisine karşı kampanyayı daha rahat hazırlayıp geliştirmesi, saldırı araçlarını güçlendirmesi, silahlarını seçmesi, mevzilerini berkitmesi olanağını vermek için ….”
“Hava kurşun gibi ağır…”
***
Bir çıkış olarak Federal Türkiye Cumhuriyeti giderek önem kazanıyor.. Hem de Faşizmin ülkeyi savaşa sürüklemesini önlemek, ülkenin mahvolmasını önlemek için değil; (bu önlenemeyecek görünüyor!) .. mahvolduktan sonraki “toparlanma” için!
http://marksist.net/elif-cagli/fasist-tirmanisa-karsi-mucadeleye.htm
————
Güzel bir yazı.. Tarihsel ve güncel “somut durumun somut analizini” iyi toparlamış…
Ama.. ama.. Asıl önemli olan Faşizme karşı Birleşik cephede artık “genel”, “soyut”, “teorik” cümleler zamanı geride kaldı.
Çok somut ittifaklar zamanı…
Örneğin PKK’nın değil ama Kürt halkının direnişini destekleyen, Başkanlığa, totaliter anayasaya, faşist uygulamalara karşı .. faşizmin ülkeyi savaşa sürüklemekte olduğunu haykıran, bu iktidarın yalnızca ölüm,
sol, özgürlükçü, aydın, küçük burjuva demokrat
derneklerin, sendikaların, partilerin, bilim insanı, sanatçıların,
kanaat önderlerinin bir araya gelmesi; hatta liberal burjuvazinin de dahil olduğu! Sanırım zaman daralıyor…
—————
ilgili yazıdan alıntılar….
Peki ama Türkiye’nin Batısında işçi-emekçi kitleler ne durumda? Ne yazık ki Batıdaki genel tablo, bir zamanlar Alman halkının içine düşürüldüğü “görmez, duymaz, bilmez, tepki vermez” halini hatırlatıyor. … Bu durum kadar “örgütsüz halk köledir” deyişini haklı kılan başka bir durum olamaz. Yaşadığı topraklarda kardeş halk katledilirken sesini çıkartamayan kitleler, aslında egemenler tarafından esir alınmış durumda olan kölelerdir.
…
.. Korkandan korkarak meydanı onlara boş bırakmak, vicdansız ve uğursuza karşı hiç mücadele etmeden ona en pespaye biçimde teslim olmak büyük onursuzluktur.
…, faşizmin tırmanış döneminde mücadeleyi yükseltmek üzere tehlikeyi görüp işaret etmek ne denli önemliyse, faşizm daha iktidara yerleşmeden önce her şey olup bitmiş gibi yelkenleri suya indirmek o denli ölümcüldür. İşte bugün Türkiye’de, toplumun ilerici ve aydın kesimlerinden rejime karşı yükseltilen tepki ve bunun yaygınlaşması, genelde faşist tırmanıştan hoşnutsuz olup da sesini çıkartmaya cesaret edemeyen kitlelerin sarsılıp kendine getirilmesi bakımından büyük önem taşıyor.
Eğer tarihten ders alınacaksa, faşist tırmanışa karşı iş işten geçmeden mücadeleyi dört bir koldan yükseltmenin hayati önemde zorunlu olduğu anlaşılır. Devrimci işçilerden demokrat aydınlara, örgütlü sosyalistlerden mücadeleci Kürtlere dek, her kesimin kendi bağrından yükselteceği ve ortaklaştıracağı bir faşizm karşıtı mücadele, bugünkü karanlık gidişatı değiştirebilir….
bu paragrafta hata var…
*
Örneğin PKK’nın değil ama Kürt halkının direnişini destekleyen, Başkanlığa, totaliter anayasaya, faşist uygulamalara karşı .. faşizmin ülkeyi savaşa sürüklemekte olduğunu haykıran, bu iktidarın yalnızca ölüm,savaş, katliam, yoksulluk vaadettiğini duyuracak….
sol, özgürlükçü, aydın, küçük burjuva demokrat
derneklerin, sendikaların, partilerin, bilim insanı, sanatçıların,
kanaat önderlerinin bir araya gelmesi; hatta liberal burjuvazinin de dahil olduğu! Sanırım zaman daralıyor
****
en kötü ihtimal, bu blok, o yıkım sonrası güven veren bir yapı olarak görülür… Bir alternatif olarak ortaya çıkar…
eklemeliyim…
bu “blok” artık bu monarşik faşist diktatörlük altında yapılacak her seçimi boykot etme kararı da almalı…
“burjuva özgürlükler-burjuva hukuk devleti” bile olmayan seçimlerde artık oy kullanmak bile suç ortaklığı…
*
Gazetecilerin keyfî olarak zindana atıldığı bir ülkede seçimleri yalnızca bireyler değil, sol, demokrat, liberal burjuvalar bile boykot etmeli…
*********
Şimdilik bir “karalama”… Öneriyorum..
ortak aklımızla yazalım..Bir A4 sayfasının 2/3.. ü..
Edebî, ajitatif, zekice…
Bir iskelet olur mu düşüncesiyle yazıyorum..
Bu yazıyı veya başka bir “iskelet yazıyı hazırlayalım..
HAZIR OLALIM…
****
İfade, Basın, Örgütlenme özgürlüğü gap edilmiştir.
Seçim boykot edilmelidir.
Ülkemiz bir “tek adamın”, monarşik, totaliter, baskıcı iktidarı tarafından yönetilmektedir.
Basın özgürlüğü yoktur. Söz ve ifade hürriyeti yok edilmiştir.
Siyasal, sendikal, meslekî, kültürel örgütlenmeler var olan anayasal haklarını kullanamamaktadır.
Gazeteciler, bilim insanları iktidar politikalarını eleştiren her insan her an göz altına alınabilir, işten atılabilir, evinin kapısında dövülebilir. Müebbet hapis cezaları istenerek yargılanabilir. Hukuk keyfîleşmiş, en basit birey ve örgütlenme hakları gasp edilmiştir.
Bir kent, bir mahalle iktidar aleyhine topluca oy vermişse, o kent, o mahalle günlerce sokağa çıkma yasağı ile mahvedilebilir.
Seçim sonuçları iktidarın hoşuna gitmezse siyasî parti mitinglerinde yüzlerce insan katledilebilir ve seçim tekrar edilebilir.
Hiç bir ülke halkı, muhalif siyasî önderlerinin, tarafsız basın emekçilerinin, vicdanlı bilim insanlarının ve kanaat önderlerinin ölüm, hapis, işsizlik tehdidi altında bulunduğu bir ülkede yapılacak bir seçimde OY’unu özgürce, korkusuzca, sağduyu ile kullanamaz.
Vicdanların açık ve gizli baskı altına alındığı koşullarda yapılan seçimler meşru değildir.
Aleyhine sonuçlanacak seçim sonuçlarını kabul etmeyeceği bilinen, istediği seçim zaferi için terör uygulamaktan çekinmeyen bir iktidarın hakim olduğu koşullarda bir seçimde oy kullanmak Monarşik, gerici, faşist bir iktidara hak etmediği meşruiyeti kazandırmak olacaktır.
Monarşik, gerici, Faşist iktidar ülkemizi mahvedecektir. 7 Haziran’da görülmüştür; bu iktidar demokratik bir seçimle gitmeyecektir!
Bu iktidar demokratik bir seçimi imkânsız hale getirmiştir.
Demokrat, sosyalist partiler de seçimi boykot etmelidir.
Ülkeyi mahvedecek Totaliter, Monarşik, Faşist iktidar her koşulda maceracı iç ve dış politikalarını hayata geçirecek; kimse önleyemez! Yalnız bırakın!
Ülkeye karşı korkunç bir tarihsel suç işleyecek. Size ihtiyacı yok! Suç ortağı olmayın! Kendinizi daha çok aşağılatmayın.
Halkın arasında olun; halka karşı suç işlenirken son beş-on yıllık gevezeliklerinizin değersizliğini görün; kendinizi ve halkı kandırmayı bırakın. Tarihsel ve yaşanılan hayatın gerçekleriyle yüzleşin. ………………………..
…………………
Sonuçta korkunç şeyler olacak ama..
bu islamcı, dinci, azılı gericileri öylesine yalnız bırakmalı ki, bir daha 100 yıl ağızlarını açamasın; “alın ulan”, istediğinizi yapın!
hiç bir bahane bulamayacak kadar…!
Bu “tecavüzün keyfini çıkartmak” sanılmasın…
İslamcı Faşizmin hesabını “esastan” görmenin bence iyi bir yöntemi !
Ödenecek bedelde değişen bir şey yok; ama kazanılacak olan büyüyecek!
5 Şubat Laiklik gününüz mübarek olsun! Bkz.: https://twitter.com/hashtag/5%C5%9Fubatlaiklikg%C3%BCn%C3%BC?f=tweets&vertical=default&src=hash
Mücadele Etmeyen Bedelini Öder
Ezgi Şanlı
Bugün Türkiye’de ve dünyada öyle gelişmeler yaşanıyor ki yoksul işçi ve emekçi kitleler bu gelişmeleri doğru bir bakış açısıyla değerlendirebilselerdi, kendileri için, hatta insanlık ve tüm gezegen için tehlike çanlarının nasıl da çıldırmışçasına çalmakta olduğunu anlayabilirlerdi. İyice çürüyen, insanlara kan ve gözyaşından başka bir şey sunamayan kapitalizme karşı mücadele yolunu seçmeyi ivedi bir görev olarak görebilirlerdi. Dünyayı tüm insanlık için gerçekten yaşanabilir bir gezegen haline getirmeyi başarabileceklerini bilirlerdi. Oysa insanlık ve insanlığa canlı yaşam gibi bir mucizeyi armağan eden dünyamız felâketten felâkete sürüklenirken, işçi ve emekçi yığınların bu gerçeklerin hiçbirinden haberi yok. İşçi sınıfı kitleleri ne böyle bir kudrete sahip olduklarını ne de kapitalist barbarlığın kader olmadığını biliyorlar. Yaşamlarında pek çok zorluk ve sorunla boğuşmak zorunda olan, sebebini, kaynağını bilemedikleri felâketlerin sonuçlarıyla yüz yüze kalan işçi ve emekçi insanlar kendi gündelik yaşamlarının ve kapitalizmin ideolojik bombardımanlarının ağır yükü altında ömür tüketiyorlar. Küçük bir azınlığın ezici çoğunluğu tahakküm altına alması, ona muazzam kudretini unutturması, felâketler, tarifi mümkün olmayan acılar yaşatması kapitalizmin gerçeğidir.
Burjuvazi, emekçi kitlelerin örgütlenmesinin önüne türlü zorluklar çıkarır, onları pasifize ederek güçsüz kılmaya, algılarıyla oynayarak olayları, olguları doğru değerlendirmesinin önüne geçmeye çalışır. Apaçık ortada olan gerçekler, kapitalizmin ideolojik çarpıtma prizmalarından geçer, kırılıp parçalanır, dağılıp bozulur, tersyüz olup yeniden şekillenir. Kitleler bu nedenle egemenlerin çıkarları doğrultusunda çarpıtılmış, tahrif edilmiş ve gerçeklerin yerine geçirilmiş fikirler bütünüyle karşı karşıya kalırlar. En kanlı çıkar savaşları “dini koruma”, “demokrasi sağlama”, “daha büyük savaşları engelleme” gibi kılıflar altında yürütülebilir. Devlet gibi bir baskı ve zor aygıtı “kutsal” sayılabilir. Bencillik ve rekabet gibi özellikler insan doğasının en gerçek yanıymış gibi sunulabilir. İnsanların rengi, dini, milliyeti, cinsiyeti onların ikinci sınıf insan yerine konulmasının gerekçesi yapılabilir. İnsan erdemleriyle değil sahip olduğu mal varlığıyla değer görebilir…
Örgütsüz kitleler, gündelik yaşamlarına devam ederken kapitalizmin sistematik ideolojik saldırıları altında olduklarını, gerçekleri göremediklerini, sahip oldukları fikirlerin aslında ait oldukları sınıfın çıkarlarını yansıtan fikirler olmadığını fark etmezler bile. Tıpkı bir sürü gibi nereye yönlendirilirlerse oraya doğru hareket ederler. Sürünün bir parçası olduklarını, köle olduklarını anlamazlar. Toplumda baskın olan görüşleri, değer yargılarını sahiplenir ve kendilerinin öz fikirleri zannederler. Bu fikirleri, değer yargılarını sorgulamak, sürünün dışına çıkmak korkutucudur ve köklü bir altüst oluş yaşanmadan mümkün olmaz. Örgütsüz kitlelerin kendiliğinden kapitalizm felâketini anlamlandırmasını, tehlikenin büyüklüğünü ve yıkıcılığını fark etmesini, direnç göstermesini beklemek beyhude olur.
Buna rağmen örgütsüz insan yığınlarının kapitalizmin açlık, sefalet, savaş, yozlaşma gibi durmaksızın ürettiği, insanların gözünün içine soktuğu çelişkilere bütünüyle kayıtsız kalması, bu çelişkilerin yarattığı kasveti hissetmemesi mümkün değildir. Gündelik yaşamın rutin akışı içerisinde debelenip duran örgütsüz insanlar, gözlerinin önüne yığılan bu çelişkilerden etkilenirler, acı ve huzursuzluk duyarlar. Bazen duydukları acıyı dindirmek, avunmak için zorda olanların yardımına koşarlar. Bazen kendi yaşamlarında küçük değişiklikler yaparlar. Deyim yerindeyse kıyıya vuran denizyıldızlarını yeniden denize atmaya çalışırlar. Ama en sonunda uçsuz bucaksız sahiller boyunca durup dinlenmeksizin kıyıları döven dalgalar karşısında yorulur ve vazgeçerler.
Tek tek insanlar yıkıcı gerçekler karşısında kendilerini çaresiz hissederler ve bir noktadan sonra bu gerçekleri görmeyi reddederler. Reddediş zaman içinde bir alışkanlığa, reflekse dönüşür. Örgütsüz insan, kendini her seferinde ruhunu mengene gibi sıkan vicdanından, acıtan gerçeklerden, kasvetten yeniden kaçmak zorunda hisseder. Bu kaçışın çok çeşitli biçimleri bulunabilir çünkü örgütsüz insan için ruhu sağaltacak başka yol yoktur. Din, kadercilik gibi olgular sığınılacak limanlar haline gelir. Bu sığınaklar eni sonu egemenlerin değirmenine su taşır, yani kitleleri esir alır. Kapitalizm hükmünü icra etmeyi sürdürür. Kitleler artık kendi vicdanlarının sesinin yerine egemenlerin sesini geçirirler.
İçinden geçtiğimiz küresel kriz ve emperyalist savaş sürecinde bir o coğrafyada bir bu coğrafyada kanlı çatışmalar patlak veriyor. Halklar birbirine kırdırılıyor, insan kanı sebil gibi akıyor. Savaş bölgelerinde şehirler enkaza dönüyor, doğa yıkıma uğruyor, insanlığın ayak izleri anlamına gelen kültürel mirası yok ediliyor. Milyonlarca insan yaşamını sürdürebilmek ümidiyle yer değiştiriyor, göç ediyor. İnsanlık tarihindeki en büyük göç dalgalarından biri olan Batı’ya doğru mülteci akınlarında on binlerce insan can veriyor. Her geçen gün yatağa aç girenlerin, evsizlerin, savaşın içine çekilmiş çocukların, tecavüz edilen kadınların, uyuşturucu batağına itilmiş gençlerin, intihar edenlerin, endüstriyel beslenme nedeniyle sağlığını yitirenlerin, iş cinayetlerinde ölen işçilerin, tahrip olan doğanın “artık yeter” çığlığı anlamına gelen afetlerde can verenlerin, hapishanelerin, kadın cinayetlerinin, yok olan canlı türlerinin, bombalarla sarsılmış şehirlerin… sayısı artıyor. Kapitalizmin çürüme çağının bu ileri aşamasında gericilik, karanlık, korku, acı, yıkım derinleşiyor. İnsanlık dışı, akıl dışı olan ne varsa daha önce görülmemiş bir hızla yaygınlaşıyor, dünyayı kutsal kitaplardaki cehennem betimlemeleri gibi ürkütücü kılıyor.
Yaşadığımız coğrafyada olup bitenler bu tabloya büyük katkı sağlıyor. Emperyalist savaşın arenası haline gelen Ortadoğu’nun bir parçası olan Türkiye’de 100 yıldır hakları yok sayılan Kürt halkına karşı kirli bir savaş yürütülüyor. Abluka altına alınan mahallelerde tanklar top atışları yapıyor, keskin nişancılar hareket eden her şeye ve herkese ateş ediyor. Keskin nişancılara hedef olan kadın, çocuk ve erkek bedenleri günlerce sokak ortasında kalıyor. Sokağa çıkma yasakları koca kentleri hapishane haline getiriyor. Bombalarla, havan toplarıyla gelen ölümler insanları kendi sokağında, evinin önünde, kahvaltı sofrasında buluyor. Haber yapmaya giden gazeteciler, beyaz bayraklarla cenaze taşıyanlar kurşunların hedefi haline geliyor. Savaş hukuku bile uygulanmıyor, yaralılar ölüme terk ediliyor, infaz ediliyor. Kürtler üzerinde dizginsiz ve yıkıcı bir terör uygulanıyor. Tüm bu olup bitenler “vatan savunması”, “terörle mücadele” diye sunuluyor. Kürt halkı şeytanlaştırılıyor. Devletin savaş birlikleri “leş” dedikleri ölü bedenleri küfürler savurarak zırhlı araçların arkasında sürüklüyorlar. Duvarlara intikam duygularıyla ve muktedir kibriyle dolu yazılar yazıyorlar. Kürt halkının yoksul evlatları bedel üstüne bedel ödüyor.
Batıda ise faşizme doğru tırmanış devam ediyor. Parlamento devre dışı bırakılmaya çalışılıyor. Başkanlık ve “Yeni Türkiye” ihtirasıyla yanıp tutuşan Erdoğan tüm ipleri elinde tutma, faşist yükselişi kışkırtma çabalarını dizginsizce arttırıyor. Kürt halkına karşı yürütülen kirli savaşı niyetlerini gerçekleştirmek üzere bir kaldıraç olarak kullanıyor. Destekçilerini arkasına alarak muhtarları, kaymakamları, valileri, üniversiteleri, sendikaları, işveren örgütlerini, basını, yargıyı, orduyu, polisi, istihbarat teşkilatını kendisine bağlamak üzere mekanizmalar kuruyor. Devletin kendisi haline gelen Erdoğan ve partisi, sindirilmiş, muhafazakâr, kanaatkâr bir toplum yaratmak üzere planlarını derinleştiriyor. Bu planların nesnesi haline getirilen toplum baskı altında tutuluyor, körleştiriliyor, zehirleniyor. Muktedirler, yalanlarla zehirledikleri toplumun insanlık dışı uygulamalara, savaşa, otoriter rejime rıza göstermesini istiyorlar ve ne yazık ki bunda şimdilik önemli ölçüde başarılı oluyorlar.
Egemenlerin ideolojisini topluma yayan medya, Türkiye’de faşizmin kitle desteğinin yaratılmasında büyük bir işlev üstleniyor, yalanlarıyla, çarpıtmalarıyla başrolü oynuyor. Egemenlerin zalimlikleri ne kadar büyükse sahibinin sesi medya o kadar bağırıyor. Haklı ve mağdur olan şeytanlaştırılırken, haksız ve zalim olan en büyük mertebelere yükseltiliyor. Milliyetçilik azdırılıyor. Böylelikle kitleler bir kıvama getiriliyor, insanlar hâkim görüşlerin arkasına sıralanıyor. Başkentin göbeğinde bombalar patlatanlara, yüzlerce can alanlara, gazete binası basanlara, oluk oluk kan akıtmaktan bahsedenlere, yaralı kadınları yargısız infazlarla katledenlere tepki göstermek Türkiye düşmanlığı oluyor. Kürt illerinde çocukların katledilmesine karşı çıkanlara, barış isteyenlere, Kürt halkının yanında olduklarını söyleyenlere, demokratik hakların korunmasını isteyenlere, işçi eylemlerine tepki göstermekse “kahramanlık”, “büyük resmi görmek”, “Büyük Türkiye’ye inanmak” olarak sunuluyor. Toplum o denli kutuplaştırılıyor ki, savaşın durmasını, halkların kardeşçe yaşamasını isteyen emekçiler bombalarla katledilirken toplumun bir kesimi için mağdur değil hain olabiliyorlar. Bu kesim, bir televizyon kanalında “çocuklar ölmesin” diyen bir öğretmenin, Kürt sorununda çözüm isteyen akademisyenlerin hedef gösterilip her türlü baskıya maruz bırakılmalarını haklı görüyor.
Türkiye’nin siyasi tarihi boyunca biriken çelişkiler, bugün kitlelerin önemli bir bölümünün faşizmi tırmandıran muktedirlere onay ve destek vermesine neden oluyor. Bugün muktedirlerin yalanları ve baskısı karşısında hakikatleri söylemek bile büyük bedeller ödemeyi göze almak anlamına geliyor. Gerçekleri yüksek sesle dile getirmek, savunmak, baş eğmemek, geleceğe bir isyan bayrağı bırakmak sadece muktedirleri değil onların yalanlarıyla zehirlenmiş kitleleri de karşısına almak demek oluyor. Muhafazakâr-dindar yoksul kitleler, savaş ve kasvet ortamında Erdoğan’ı, AKP’yi ve temsil ettiği çıkar gruplarını hikmetinden sual olunmaz olarak görüyor. Kendi akıl ve vicdanlarıyla değil korkularıyla hareket eden kitleleri Hitler faşizmine özenen Erdoğan’ın arkasına yedeklemek hiç de zor olmuyor. Zaten bugün tehlikeyi daha da büyüten durum faşist tırmanışın kitle desteğinin de giderek büyümesidir.
Tehlikeyi bertaraf etmenin tek bir yolu var. İşçi sınıfını ve emekçi kitleleri uyutmak için kurulan yalanlar dünyasını yıkmak için örgütlenmek. Tarih boyunca kitleler gerçeklerden kaçışın bedelini mutlaka ödemişlerdir. Gerçeklerle yüzleşemedikleri, örgütlenip kapitalizmin, emperyalist savaşın ve faşist tırmanışın karşısına dikilemedikleri sürece bugün de ağır bedeller ödemekten kaçamayacaklardır.
http://marksist.net/ezgi-sanli/mucadele-etmeyen-bedelini-oder.htm
Herkes kendisine ait bir ülkenin hayalini kurar.
Kış ortası annelerinin eteklerine tutuna tutuna yürüyerek sınırı geçen o çıplak ayaklı çocuklar…
Kendine ait bir ülkede büyümek umuduyla doğarlar.
Onların evini yıkan, ülkesini dağıtan, geleceğini karartanlar…
Kendilerine ait bir ülke kurmak için savaşırlar.
Apartmanın bodrum katında topluca ölen o gençler…
Kendilerine ait bir ülkede yaşamak için vuruşur; vurulurlar.
Bodrum katını ateşe veren o askerler…
Kendilerine ait bir ülkeyi korumak için canlarını tehlikeye atarlar.
Yaptıkları haber yüzünden tutuklu o gazeteciler…
Kendilerine ait bir ülkede özgürce yazabilmek için hapsi göze alırlar.
Onları hapse atan o hâkimler…
Kendilerine ait bir ülke yaratabilmek için hukuku kullanırlar.
Ve nihayetinde…
Rütbesini bin bir zalimlikle yükselten o adam…
Kendisine ait bir ülkenin başına geçmek için gözünü vahşice karartır.
***
Herkesin ama herkesin kendine ait bir ülke hayali vardır…
Ve herkesin ama herkesin kendine ait bir ülke hayali, bir başkasının kendine ait kâbusu olur.
Bu dersi almak için bugünden çok uzağa gitmeye gerek yok.
Delik deşik botlarla fırtınalı denizlere açılan…
Artık kendilerine ait olmayan bir ülkeden ölümüne kaçan…
Üstelik hiçbir zaman kendilerine ait olmayacak bir başka ülkeye bile varamayan o yığınla insanın neyi, neden yaşadığını biraz düşünsek…
Bize tuttukları aynaya gözümüzü kırpmadan bir dakika bakmayı becersek…
O insanlar üzerinden tüm dünyanın gözü önünde çirkin bir dille rahat rahat pazarlık yapan politikacılar…
Ve tüm bu olan biteni eski bir filmmişçesine uzaktan izleyen diğer halklar…
Bize herkesin kendine ait bir ülke hayalinde hem kaybolduğunu, hem de kaybettiğini en sert ve en etkili şekilde anlatacaklar.
Bir an dursak ve o aynaya baksak, her şeyi göreceğiz.
Verdiğimiz oylar ve ödediğimiz vergilerle sahibi olduğumuzu ve koruduğumuzu sandığımız o gafil hayatlarımız ve ülkelerimiz asla bize ait değiller.
Bir sabah yatağımızdan bir mülteciye dönüşmüş olarak kalkmamız…
Ve bir daha yatacak bir yatak bile bulamamamız an meselesi.
Aslında ne bir ülkeye ne de bir hayale gerçekten sahip olmak mümkün değil.
Bizi geçmişe ve geleceğe bakmaya programlayan sinsi sistem bugüne kör ediyor.
O yüzden her yüzyılda, her coğrafyada diktatörlere de onların diktaları altında ezilecek halklara da yer var.
Savaşlar insanlara bir şey öğretmiyor; her biri sert bir rüzgâr gibi gelip geçiyor.
Yeniden eseceğini bile bile her korkunç fırtınadan sonra biz de onun gibi usulca ve usluca diniyoruz
Öğrenilmiş bir yılgınlıkla durduğumuz yerde yeni fırtınaları bekliyoruz.
En güzel devrimleri bile el yordamıyla zar zor yapan; sonra el birliğiyle yıkıp bir de o enkazın altında yaşayan çağdaş insan…
Üst üste devrilecek devletler kurup, o devletlere önce kendi halkını kurban vermeye bin yıllardır şerbetli.
O yüzden tarih, felsefe, bilim, sanat… Hiçbiri fayda etmiyor.
İlla kendi yarattığımız tanrılara tapıyoruz…
Sonra da bir devletin egemenliği altında bulunan, başkenti ve bayrağı olan bağımsız topraklara ülke diyoruz.
Bir devlet ve bayrak altında kimden ve neden bağımsız olunur; kime, neye bağımlı hale gelinir hiç umursamıyoruz.
Kendimize ait bir ülke hayal ettiğimiz müddetçe; bu uğurda insanlığımızdan utanacağımız bedeller ödemeye mahkûmuz.
Oysa ihtiyacımız olan tek şey, bir devlete, bayrağa, sisteme değil sadece kendimize ait bir hayat.
Sonrası kolay…
Dinle, devletle, bayrakla, ülküyle değil, bizzat kendiyle uğraşan insan, başkasını bu kadar hırpalamaz.
**
http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/478548/Kendime_ait_bir_ulke.html
………….İlla kendi yarattığımız tanrılara tapıyoruz…
Sonra da bir devletin egemenliği altında bulunan, başkenti ve bayrağı olan bağımsız topraklara ülke diyoruz.
Bir devlet ve bayrak altında kimden ve neden bağımsız olunur; kime, neye bağımlı hale gelinir hiç umursamıyoruz.
Kendimize ait bir ülke hayal ettiğimiz müddetçe; bu uğurda insanlığımızdan utanacağımız bedeller ödemeye mahkûmuz.
Oysa ihtiyacımız olan tek şey, bir devlete, bayrağa, sisteme değil sadece kendimize ait bir hayat.
Sonrası kolay…
Dinle, devletle, bayrakla, ülküyle değil, bizzat kendiyle uğraşan insan, başkasını bu kadar hırpalamaz.
**
http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/478548/Kendime_ait_bir_ulke.html
Tüm bunlar oldu… Bodrumun benzinle ateşe verilmesi unutulmuş..
her yerde anlatılmalı.. Katiller ve yandaşları ne yaptıklarını bilmezden gelmesinler…
************
Kendi ailesindeki kadınların saçının telinin kahraman bekçileri olan heriflerin iktidarında oldu bütün bunlar. Utançtan ve öfkeden kıpkırmızı oldu yüzlerimiz.
Şimdi enkaz altındaki Kürt şehirlerinin yıkıntısı üstünde sevinç naraları atıyor bizleri yöneten müminler. Erdoğan aldığı mesajdan çok duygulandığını haykırıyor.
Kul hakkına, hanenin mahremiyetine, çocuğun kutsallığına, masumun hukukuna, cennetin anaların ayaklarının altında olduğuna, bebek sesinin cennet meleklerini andırdığına, yaşama, insana inandıklarını söylüyorlar sıkılmadan, utanmadan…
And olsun ki mesajı aldık bizler de. Gözlerimizle gördük, kulaklarımızla işittik.
Artık bunlar olmamış gibi yaşamak haram olsun herkese. İnsanların el sürdüğünüz cesetleri felaketiniz olsun.
http://www.diken.com.tr/hesabi-mahsere-kalmaz/
http://sendika9.org/2016/02/yasamimizi-savasa-gore-sekillendirmeliyiz-mert-kaya-tufan-ahi/
O kadar da geniş olmasın!
http://www.birgun.net/haber-detay/zaman-dayanisma-zamani-mi-105572.html
http://www.abcgazetesi.com/yetti-artik-bu-demokrasi-budalaligi-6963yy.htm
Anarşistlerin/Liberterlerin anlamadığı hegemonya – demokrasi ilişkisi:
https://www.jacobinmag.com/2016/03/trump-protests-free-speech-gop/
http://haber.sol.org.tr/toplum/sola-erisimi-engelleme-karari-sikayetci-erdogan-cikti-151292
http://www.gerceklergucludur.org/
https://twitter.com/yetti_lan/status/740862943286431744
Bence kesin ilk Gün Zileli savunur 😀
olaydan pek haberim yok. Yıldıray oğur da mı tasfiye edilmiş yandaş basından. vah vah… Çanlar’da buna benzer olaylar geçiyordu.
şimdi baktım ve öğrendim. Balyoz kumpasıyla ilgili olarak, diğer eski Tarafçılarla birlikte yargılanacakmış. Bu olay, Stalin döneminde, Yejov’un tutuklanıp geçmiş dönemin terörü dolayısıyla yargılanmasına benziyor. Tam bir sahtekârlık. Kumpasın baŞı tepemizde duruyor. Bu yüzden komandante’nin bu kadar gayretli bir savcılık savunucusu olmasını da doğru BULMADIM DOĞRUSU.