Entelijansiyanın Görece Özerkliği
Artıgerçek
Başlıktaki kavram, daha önce kullanılmış mıdır bilmiyorum ama Marksist literatürde “üstyapının görece özerkliği” diye geçen benzer bir kavram vardır.
“Entelijansiya”, üzerine kitaplar yazılmış çok geniş bir konu olduğundan bu makalenin boyutları içinde kavramın içeriğine etraflı bir şekilde girmem mümkün değil. Ancak ben burada, bugüne kadar, gerek hâkim sistemler, gerekse solun geniş kesimleri tarafından bilinçli olarak arka plana itilmiş, hatta inkâr edilmiş, “entelijansiyanın görece özerkliği” üzerinde duracağım.
Hâkim sistemler (esasen kapitalist sistem), entelijansiya denen, ağırlıklı olarak toplumun bilgi birikimini temsil eden kesimin görece özerkliğini her zaman reddetmiş ve Althusserci bir kavramla ifade edecek olursak, “devletin ideolojik aygıtları”nın önemli bir unsuru haline getirmiştir. Hatta hâkim sistemler, entelijansiya kesimini devletin ideolojik aygıtlarının en önemli unsuru olarak görmüş ve bu kesimin düzenden görece özerk hareket etmesini önlemek için elinden geleni yapmıştır. Hâkim sistemlere göre, entelijansiya devletin temelidir ve bu kesimin görece özerkliğini savunmak devletin temeline dinamit koymakla eşdeğerdir.
İlginçtir ki, hâkim sistemlere karşı kurulduklarını iddia eden “sosyalist sistemler” de kapitalist düzenlere benzer bir şekilde, esasen entelijansiyanın görece özerkliğini başından itibaren ortadan kaldırmak yönünde davranmıştır. Bu sistemlere ya da rejimlere göre, entelijansiyanın görece özerkliği diye bir şey olamaz. “Sosyalist sistemde” entelijansiya “sosyalist devlet”e bağımlı ve onun hizmetinde olmak zorundadır. Bu, gerekirse (ki gerekir) “sosyalist devlet”in zor aygıtları aracılığıyla sağlanır.
Marksist-Leninist ideolojiye göre, entelijansiya burjuvaziyle proletarya arasında yer alan küçük burjuva bir kesimdir ve kaçınılmaz olarak ikiye bölünür. Bir kesimi kapitalist sisteme yamanırken, diğer kesim de “proletarya”ya yaklaşır ve onun hizmetine girer. Dolayısıyla bu “küçük burjuva entelektüelleri” ya “proletarya”nın (yani komünist partinin ya da eğer iktidara gelinmişse komünist devletin) safında yer alacaktır ya da iktidardaki (ya da devrilmiş) burjuvazinin safında. Dolayısıyla Marksist-Leninistlere göre, “entelijansiyanın görece özerkliğini” savunmak ham hayaldir.
Marksist-Leninistler, henüz iktidarda değilken bile entelektüelleri “küçük burjuva” diye aşağılarlar ve kendi saflarına davet ederler, saflarına gelen entelektüelleri “devrimci aydınlar” olarak takdis eder ve parti saflarında eritmeye çaba gösterirler. “Küçük burjuva aydını” diye küçümsenen entelektüeller, Marksist-Leninist saflara geldiklerinde bir anda “küçük burjuva” olmaktan çıkarılırlar ve bizzat kendileri, saflara henüz gelmemiş entelektüelleri bir yandan aşağılamaya devam eder, bir yandan da saflara davet ederler. Gelenlere güler yüz gösterir, gelmeyenleri “burjuvazinin safında yer almakla” suçlarlar. Marksist-Leninistler, bütün güçleriyle, entellektüellerin kendileri karşısında bir aşağılık ve suçluluk duygusuna kapılması için çaba gösterirler.
Marksist-Leninist sistemlerde de entelektüellere karşı “havuç ve sopa” politikası izlenmeye devam edilir. Parti iktidarına boyun eğip, Gramscigil bir deyimle “organik aydın” konumuna gelenlere “havuç” verilir. Bu konuda direten ya da ayak sürüyenleri bekleyen ise “sopa”dan başka bir şey değildir.
Entelektüeller, Marksist-Leninistlerin ya da Marksist-Leninist düzenlerin “hakikatin tek temsilcisi” oldukları yönündeki propagandası karşısında çoğunlukla ezik bir tutum takınırlar. Elbette içlerinde direnenler de olur ama çoğunluk bu propagandaya teslim olur ya da boynu eğik bir tutum takınır. Boyun eğmeyen muhalif entelektüeller kendilerini toplama kamplarında bulur. Ortalama entelektüeller, “düzen taraftarlığı” ya da “burjuva kuyrukçuluğu” veya “küçük burjuva aydını” suçlamalarından korktukları için en azından uzlaşmacı bir tutumu benimserler. Partiye doğrudan katılmasalar ya da “sosyalist sistemin” propaganda aygıtlarında doğrudan yer almasalar da “proletarya partisi”yle ya da “proletarya devleti”yle mümkün olduğu kadar çatışmamaya çalışırlar. Çünkü burjuvazinin hâkimiyetinden kurtulmuş entelektüeller kesimini ayakta tutan en büyük değer, düzen karşıtı olmaktır. Düzen yanlılığı ile suçlanmak onları çok rahatsız eder ve komünist partisi bu suçlamayı her an elinde bir “sopa” olarak tutmaktan geri kalmaz.
Oysa entelijansiyayı gerçek anlamda entelektüel özellikleriyle ayakta tutacak olan tek şey “görece özerkliğidir”. Yani entelijansiya, eğer gerçek toplumsal fonksiyonunu yerine getirmek istiyorsa, hem kapitalist sistemden hem de ister iktidarda ister muhalefette olsunlar, Marksist-Leninist partilerden ya da devletlerden gerçek anlamda özerk olmak zorundadır. Toplumsal işlevini yerine getirmesi buna bağlıdır.
Nedir entelijansiyanın toplumsal işlevi? Bu, kısaca söyleyecek olursak, eleştirelliktir. Eleştiri yapmayan ya da yapamayan veya yaparmış gibi gözüküp aslında yapmayan bir entelijansiya, toplumsal işlevini kaybettiği gibi entelijansiya özelliğini de kaybetmiş demektir. Hangi sistemde olursa olsun, eleştiri oklarını yere bırakan entelijansiya artık sistemin ya da partinin memuruna dönüşmüş demektir. İdealleştirilip bir kült haline getirilmiş “proletarya”nın değil ama gerçek, yaşayan işçilerin entelektüelden beklediği bunun tam tersidir. Kısacası, entelektüel, işçi sınıfına gerçekten destek olmak istiyorsa, görece özerkliğini ve eleştirelliğini korumak, her türlü baskıya rağmen eleştirilerini ikircimsiz yapmak zorundadır.
Eğer olağanüstü bir gecikme olmazsa Fol Kitap’tan bu ay yayınlanacak olan Sartre İkilemi adlı kitabımda, II. Dünya Savaşı’ndan sonra, 1947 yılında Fransız entelektüel çevrelerinde patlak veren büyük bir tartışma (Sartre-Camus tartışması diye de bilinir), bir bakıma bu konunun somuttaki bir tezahürünü ele almaktadır.
Gün Zileli
13 Eylül 2021
sevgili Gün Zileli
Hatırlarsın senin sitede yetmez ama evet (YAE) dediğimi ilk açıklayan anarşistlerden biri bendim-belki tektim, o kararımdan neden hala pişmanlık duymadığımı birazdan açıklamaya çalışacağım.
ama önce ülkenin geldiği, getirildiği şu anki durum hakkında görüşümü bir kelimeyle ifade etmek gerekirse despotik OTORİTERLİK YA DA OTOKRASİ diyorum, dolayısıyla mücadeleyi zorunlu görüyorum.
neden hala (YAE) kararımdan pişman olmadığım meselesine gelince
eski yapı sanki daha mı iyiydi sorusu anlamsız değil bence. bu devletteki uyuşturucu rantı üzerinden paralel bütçeler denkleştirip bu paralarla “terörle mücadele adına” ne mafyoz cinayet şebekleri kurulup kullanıldığını bu günler daha iyi anlıyor ve görebiliyoruz.
eski sistemde bütün bu çeteler afganistandan getirilen veya da örneğin lice gibi sınır içi yerlerdeki uyuşturucu kaynaklarından beslenirken şimdi işin ucu kolombiyaya vb dayandı ve küreselleşme oranında artış var. bu doğru.
ama her şeye rağmen bu halin “milli-ulusal devlet” kisvesine büründürülme ihtimali daha azalmıştır dolayısıyla daha açık bir sınıfsallık söz konusudur ve bu nedenle de mücadelesi daha kolaylaşmıştır bence…
ilk seçimde nihayete ermenin imkanı vardır artık ve bizim mücadele azmimize kalmıştır.
aksi halde bu ceberrut otoriteryen dikta rejimi kendini herkesin devleti gösterme kozunu elinde tutmaya devam ederek cinayet soygun, doğa kırımı politikalarını sürdürecekti
bedeli umduğumdan daha zor olmasına rağmen bu yeni bir fırsatın doğmasına yol açtığı için (YAE) kararımdan pişmanlık duymadığımı söylemek istedim
selamlar