Dünyadaki Rejimlerin Nitelikleri
Yozlaşmış, baskıcı rejimlerde giderek açık fikri tartışmalarının niteliği de iktidarın baskıcılığı ve yozlaşmışlığı ölçüsünde düşer. Artık iktidar mensuplarıyla düzeyli bir tartışma olanağı da kalmaz, çünkü karşı tarafın söylemleri giderek anlamsız bir demagojiye ve retoriğe evrilir.
Bununla birlikte, arada bir, iktidarın sözcüleri, yanlış ve demagojik de olsa size tartışma olanağı sunan bazı kelamlarda bulunurlar. İşte yaşadığımız bu absürd ortamda AKP sözcüsü Ömer Çelik’in şu sözleri bu olanağı sağlayacak nitelikte: “Demokratik ülkelerde seçimler tekrarlanır.” Bu söze tweterde şöyle karşı çıktım geçenlerde: “Küçük iki eklemeyle şöyle okunabilir: Demokratik (olmayan) ülkelerde seçimler (iktidar kazanıncaya) kadar tekrarlanır.”
Gerçi şu “demokratik” sözcüğü de hayli tartışmalıdır ama yine de insan karşı tarafla tartışırken ister istemez bu kavramları olabildiği ölçüde doğru bir şekilde kullanmaya gayret edebilir.
Ömer Çelik’in sözlerinden hareket ederek ve onun yukarıdaki demagojik sözlerini biraz daha demagojik olmayan bir alana çekip tartışabiliriz. Bir kere “demokratik ülkelerde” seçim, “20 liranın 5 lirasını sahte ilan eden” bir gözbağcılığı yaparak asla iptal edilmez ve tekrarlanmaz. Bu ülkelerde rıza mekanizması oy olduğundan “demokratik ülkelerin” establişmenti”, yani egemenleri kendi onay mekanizmalarına ciddi zarar verecek böyle bir yola asla gitmezler. Bunu geçelim.
Böyle şeyler, görünürde seçim yapılan, fakat seçimlerin, düzenin değil, iktidardaki otoriter partiye onay alınmasının aleti olmasından başka bir anlama gelmediği, partiyle devletin adeta kaynaştığı, otoriter parti-devlet rejimlerinde mümkündür. Yani örneğin, Türkiye, Venezüela ve Rusya gibi ülkelerde. Bunlara otoriter rejimler, parti-devlet rejimleri demek hiç de yanlış olmaz.
Nedir otoriter rejimlerin temel özellikleri? Bu ülkelerde seçim vardır, farklı partiler vardır, görünürde farklı eğilimlerdeki basın organları vardır ve lafta söz özgürlüğü de vardır. Evet ama, devletle bütünleşmiş iktidardaki parti bunlara ancak iktidarı kaybetmeyeceği sınırlar içinde izin verir. Örneğin, “söz özgürlüğü” doğrudan iktidarı tehdit eden bir boyuta tırmanıyorsa, “söz özgürlüğünü” kullanan kişiler hapse atılır, dövülür, kovalanır, onlara her türlü baskı uygulanır. Basın “serbesttir” ama herhangi bir basın organı iktidarı tehdit edecek ölçüde etkili olma istidadı gösteriyorsa baskı altına alınır, yazarları ve sorumluları hapse atılır, tehdit edilir, bazı durumlarda suikasta kurban gider, daha olmadı kitabına uydurulup kapatılır. Partilerin genel ya da yerel seçimlere katılması belli sınırlar içinde mümkündür ama diyelim ki muhalefet partisi seçimlerde her türlü baskıya, hileye ve oyuna rağmen, iktidarın ana kalelerini tehdit edecek ölçüde başarılı olmaya başlamışsa, muhalefet üzerindeki baskılar bir üst düzeye tırmandırılır, yargı hareket geçirilir, daha olmadı, son İstanbul yerel seçimleri örneğinde gördüğümüz gibi, seçimler iptal edilir ve tekrarlanır. Kısacası, seçimlere sadece iktidarı ciddi ölçüde tehdit etmeyecek ölçüde izin verilir. Dolayısıyla, Ömer Çelik yanılmakta ya da yanıltmaya çalışmaktadır. Türkiye gibi otoriter, fiilen iktidar partisi sultasının kurulduğu rejimlerde iktidarı iyice zorlayan seçimler sürekli iptal edilir ve sürekli tekrarlanır. Böyle bir şeyi, “serbest seçimli” otoriter olmayan, oylaşmayla rızaya dayanan, örneğin Avrupa’daki rejimlerde görmek değil, tahayyül etmek bile zordur.
Otoriter rejimler, totaliter rejimlerle karıştırılmamalıdır. Totaliter rejimlerde açıktan açığa tek parti diktatörlüğü vardır ve oradaki “seçimler” diktatörlüğün başındaki partiye % 99 onda 9 oyla “onay” vermekten başka bir anlama gelmez. Bu tür ülkelerdeki seçimlerde, otoriter ülkelerde görüldüğü gibi, “seçimlerde” hile yapmaya bile gerek yoktur. Çünkü hile ancak belli ölçüde rakibin olduğu ülkelerde söz konusudur. Geçmişte totaliter rejimlerin örnekleri, Alman Nazi diktatörlüğü, İtalyan faşist rejimi ve Rusya’daki Stalinist diktatörlüktür. Bu rejimlerde seçimler tümüyle göstermelik olduğu gibi söz ve basın özgürlüğü de tamamen ortadan kaldırılmıştır. Yakın zamana kadar bu totaliter rejimlerin örnekleri, Ortadoğu’daki Baas rejimleriydi. Fakat günümüzde bunların büyük çoğunluğu yok artık. Günümüzde totaliter rejimin en saf hali ise Kuzey Kore’dir.
Bununla birlikte, tek partili, tek basın organlı ve söz özgürlüğünün önemli kısıtlamalara uğradığı yarı-totaliter rejimlerden de söz edilmelidir. Bu tür ülkelerde de seçimlerin hiçbir hükmü yoktur, bu ülkelerde oylama, iktidardaki tek partiye şeklen onay vermekten ibarettir. Bu tür ülkelerde de seçimlerin tekrar edilmesine hiç gerek yoktur, hile hurda da söz konusu değildir. Tek partinin seçime girdiği yerde hileye ne gerek vardır. Fakat günümüzde, Çin, Küba vb gibi ülkelerde gördüğümüz bu tür rejimlere yarı-totaliter dememin nedeni, bu ülkelerde baskının, otoriter rejimlerdekinden daha az olmasıdır. Bu böyledir, çünkü bu tür ülkelerde tek parti iktidarı için halkın “rıza”sı zorla alındığından ve halk bu duruma boyun eğdiğinden çok fazla baskıya da gerek yoktur. Polis her yerde muhalifleri zaten göz hapsinde tutmakta, izlemektedir. Çok fazla sorun çıkarmıyorlarsa onları içeri almaya bile gerek yoktur. Dolayısıyla, yarı-totaliter ülkelerde, bizim gibi otoriter ülkelerde olduğu gibi büyük baskılara, işkencelere, polis dayağına, kanunsuz tutuklamalara bile fazla gerek kalmamaktadır.
Bana soracak olursanız, bu rejim türleri içinde, büyük bir halk ayaklanması olmadıkça ayakta kalan totaliter ve yarı-totaliter rejimlere kıyasla en kırılgan ve o ölçüde de en açıktan baskıcı rejimler otoriter rejimlerdir. Bunu söylerken, sakın yarı-totaliter rejimleri daha ılımlı gördüğüm sanılmasın. Sadece otoriter rejimlerin rejimin sahipleri açısından istikrarı ya da sessizliği sağlamada pek güven verici olmadığına ve büyük bir halk ayaklanması ile karşı karşıya kalmadıkları sürece rejimlerini sessizlik ortamında yürüten yarı-totaliter rejimlere göre devrilmeye daha yakın olduklarını belirtmek istedim.
Gün Zileli
12.5.2019
www.gunzileli.com
gunzileli@hotmail.com
Peki İran rejimi bunlardan hangisine girer?
Hangisi olduğunu bilmesem de bildiğim bir şey var: Solun önemli bir bölümünün “anti-emperyalizm” adına bu iğrenç rejime müsamaha gösteren tavrı utanç verici.
Örneğin DİP’in aşağıdaki iğrenç yazısı gibi:
ABD-İsrail ekseni İran’ı kuşatıyor: Bu abluka dağıtılmalı!
https://gercekgazetesi.net/gundemdekiler/abd-israil-ekseni-irani-kusatiyor-bu-abluka-dagitilmali
https://gercekgazetesi.net/ulusal-sorun/kurtler-fasist-bloka-oy-verebilir-mi-tartismayi-bastirmak-neden-istibdad-cephesine
İşgal edilmiş topraklar (1)
Özdemir İnce
12 Mayıs 2019
AKP’nin ve Genel Başkanı R.T. Erdoğan’ın iktidara geldikleri ilk günden bu yana, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçiminin iptaline kadar geçen sürede yaptıkları beni hiç şaşırtmadı. 1997 yılında bir gün Attila İlhan’la The Marmara’nın kahvesinde sohbet ediyorduk. Sohbetimizin bir yerinde, “Gel seninle bir saptama yapalım, dedi. Düzen partilerinin amacı iktidara gelmek ve hükümet olmaktır. Ama İslamcı partiler rejimi değiştirmek için iktidara gelmek isterler. Erbakan’ın amacı da rejimi değiştirmek.”
Ben de Attila İlhan gibi düşünüyordum. Konu üzerinde epeyce düşündükten sonra, “İşgal Edilmiş Topraklar”(1) başlıklı uzun bir yazı yazıp Varlık dergisinde (Ağustos 1997) yayımladım. Adı geçen yazının günümüze de yansıyan bir bölümümü 22 yıl sonra ilginize sunuyorum:
***
(Refah Partisi’nin Cumhuriyet Türkiyesi’ni “işgal edilmiş (edilecek, edilmesi gereken) toprak”(2) statüsünde gördüğü, gün geçtikçe daha çok anlaşılıyor. Büyük-küçük Refah yöneticileri, bir sınır ötesi akından ya da sonu belli olmayan bir ayaklanmadan sonra, ele geçirdikleri bir kasabada zengin evlerini talan eden yağmacılara da benziyorlar. Kendi aralarında, yandaşlarıyla birlikte kutladıkları “fetih” törenleri de simgesel bir anlam taşıyor: örneğin, İstanbul bu parti için Bizans’tan 1453 yılında alınan bir kent değil yalnızca. Bundan da öte zapt edilmesi, işgal ve talan edilmesi gereken bir Cumhuriyet toprağı. Bu nedenle, iktidarda kaldıkları süre içinde devleti talan ettiler.)
***
(5 Temmuz 1997 tarihli Cumhuriyet gazetesi manşetten veriyor: “Sabotaj gibi kadrolaşma: Refahyol, Kırıkkale MKE’deki uzmanların yerine tüpçü, turizmci, öğretmen ve teknisyen atadı.” Gazete “Refahyol” diyor ama sanırım atamaları yapan koalisyonun Refah kanadı. Çünkü atamaları yapan Doğru Yol olsaydı, boşalttığı kadrolara atayacak uzman nitelikli kendi yandaşlarını bulabilirdi. Bu atamalardan en çarpıcı olanlardan biri şu: Makine Kimya Endüstrisi’nde genel müdür yardımcısı görevini yürüten patlayıcı madde uzmanı Mehmet Çelik’in yerine mesleği öğretmenlik olan biri atanmış. Tanım ve sorumlulukları gereği, bir uzman tarafından yürütülmesi gereken bir göreve “sokaktan geçen biri”nin diyebileceğimiz türden bir yandaşın atanması iki gerçeği ortaya çıkartıyor: ya bu atamayı yapanlar zengin evini basan talancının anlayışına sahip insanlar ya da o göreve atanmaya uygun insanlar yok yandaşları arasında.)
***
Aradan 22 yıl geçmiş. Rejimin DNA’sı iyice ortaya çıktı. Ama aradan geçen 22 yıl içinde bir gerçek de ortaya çıktı: Türk halkı Hitler dönemi Almanına benzemiyor. Cumhuriyet’in bekçi ve nöbetçileri arasından kimseyi baştan çıkartamadı. Son yıllarda foya ortaya çıktıkça tersine bir hareket oldu. Erdoğan’ın dayandığı kitle olan avantacı lümpenlerin bundan sonra ne yapacağı belli değil. Dram tragedyaya dönüştü: R.T.E. şimdi, cumhurbaşkanı olarak ve makamın bütün olanaklarını kullanarak İstanbul’un bütün ilçelerinde miting yapacakmış. Yani koskoca cumhurbaşkanı unvan maçı için bir vatandaşın karşısına çıkacakmış. Yenmesi kolay diyelim ama ya yenilirse Kondusaray’da oturmayı sürdürebilecek mi?
***
AÇIKLAMA: Cuma günkü yazımın son paragrafında yer alan, AKP düzeninde yolsuzluk yapanları mazur göstermek için kullanılan “Alnı secdeye değenler” deyişini tırnak içine almam gerekirdi. “Alnı secdeye değenler” ile sadece bu kesim kastedilmiştir. Dikkatsizliğimi eleştirenler haklıdırlar. Özür dilerim!
(1) Varlık dergisi, Ağustos 1997; Yaşasın Cumhuriyet, Telos Yayınları 1999; Mahşerin Üç Kitabı, Doğan Kitap 2005.
(2) Dâr-ül-harb; dâr-ül-cihâd
http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/1388664/isgal_edilmis_topraklar__1_.html
DİP zaten artık yarı yarıya ulusalcı bir yönelim içinde. İran rejimine gelince, hem yarı-totaliter hem de otoriter rejimlerin bir bileşimi özelliklerini gösteriyor.
Bu “keskin” muhalefetine rağmen AKP’nin neden DİP’e müsamaha gösterdiği de anlaşıldı.
Bugünlerde İsrail, Venezuela ve İran gibi son derece hayati bazı meselelerde ve ABD’yle olan füze/uçak alımı gerginliği gibi zıtlaşmalarda kendisiyle aynı politikayı izlemesi.
Solun bir kısmı Venezuela’nın mevcut yönetimi ve uygulamalarına cansiparene sahip çıkıyor. Yani otoriterliğin meşru ve meşru olmayan biçimleri var, anladığım kadarıyla. Tüm otoriterleri aynı kaba koyarak tepkilerini çekebilirsin Gün Abi.
Şaka bir yana totaliter ve otoriter rejimler birbirlerinden ayırmak önemli. Her baskıcı rejim faşizm olmayabilir. Ki sanırım çoğu da değil. Bu ayrımı yapmak, mücadele yöntemlerini belirlemek açısından önemli.
O arkadaşlar nasıl olup da hem Venezüela rejimini destekleyip hem de Tr. rejimine karşı çıkıyorlar anlaşılır gibi değil.
Sadece DİP mi?
Zileli ve Başkaya İsrail yayılmacılığına karşılar.
AKP rejiminin yayılmacılığı İsrail yayılmacılığı ile rakip.
Sonuç: “Rakibimin rakibine müsamaha göstermem benim çıkarımadır” yahut “Düşmanımın düşmanı benim dostumdur”.
İkinci Dünya Savaşında “emperyalist” ABD’nin Hitler rejimiyle savaşmasına “anti-emperyalizm” adına karşı çıkan bir tane Allah’ın kulu yoktu.
Öyleyse mesele nedir? Şart illa savaşa katılmak, soykırım yapmak – mesela önceki dünya savaşında bizimkilerin yaptığı gibi – veya “faşist” olmak mıdır? Dahası o günlerde Nazi rejiminin adı bile – adı üstünde – “Nasyonal Sosyalist”ti, “faşist” değil. Hitler ve Mussolini rejimleri arasındaki farklar da bugünün “faşist” denen ve denmeyen diktatörlük rejimleri arasındaki farklardan az değildi.
Venezuela ve İran gibi ABD öncülüğünde bir askeri müdahaleye maruz kalma tehdidi altında olan ülkeleri bu tehdide karşı “savunmak”, “sahip çıkmak”, “desteklemek” gereklidir. Rejimlerin niteliği bu konuda önemli değildir, çünkü bu tarz askeri müdahaleler büyük can kaybına ve yıkıma yol açtığı gibi, kan ve gözyaşının ardından ortaya çıkan sonuç da önceki rejimden beter olmaktadır. Irak (Yarım milyon ölü, IŞİD-Elkaide, bölünmüş ufuksuz bir ülke), Suriye (Proxy savaşları sonucu yüzbinlere ölü, milyonlarca göç, IŞİD-Elkaide, bitmeyen iç savaş), Libya (Onbinlerce ölü, Elkaide, bitmeyen iç savaş, tam bir “failed state” hali).
Bu sonuçlar tesadüf değil, emperyalist müdahalenin günümüzde mantığı buna göre zaten. Rejimi bütünen Batı yanlısı yönde (liberal-demokratik vaatler, otoriter-baskıcı gerçeklere de dönüşür) değiştirmek olarak sunulan operasyonun gerçek amacı ülkeyi paramparça etmek, hedef petrolün olduğu yerel alanlarda yüksek güvenlikli Batı yanlısı siyasi-askeri adacıklar oluşturmak, geri kalan yerleri cehenneme terk etmek. Müdahale sonrası ülkelerin bölünmesi amaca uygun yani, bir başarısızlık olarak bile görülmüyor.
Kaç kere “ama bu rejimler kötü ve baskıcı” gerekçesiyle bu emperyalist yıkıma hayırhah veya nötr bakacağız?
Tartışma yanlış ortaya konuyor. Potansiyel müdahalenin hedefleri ve sonuçları anlaşılmıyor en başta. Soğuk savaş döneminde dış müdahalelerin hedefi tek parça halinde ülkelerin eksenini kaydırmak, en kötü düzgünce ikiye bölmekti. Rusya’nın Kırım’da yaptığı bu eski tipte bir müdahaledir. ABD’nin son zamanlardaki müdahaleleri yık-parçala-zengin kısımlarını ele geçir gibi bir mantıkta.
Özetle:
“Totaliter ve yarı-totaliter diktatörlüklerin ömrü ve tahrip gücü
Otoriter diktatörlerin ömründen ve tahrip gücünden fazladır!
Otoriter diktatörlüğe karşı çıkıp
Totaliter ve yarı-totaliter diktatörlükleri aklamak
Özgürlük arayışı değildir;
Köleliği kalıcılaştırıp kanıksatmaktır…”
diyorsunuz.
Nasname de sizinle hemfikir:
“Kurumsal diktatörlüklerin ömrü ve tahrip gücü
Kişisel diktatörlerin ömründen ve tahrip gücünden fazladır!
Tayyip diktatörlüğüne karşı çıkıp
Kemalizm ve Apoculuk diktatörlüklerini aklamak
Özgürlük arayışı değildir;
Köleliği kalıcılaştırıp kanıksatmaktır…”
Sanırım hemfikir olmadığınız tek önemli mesele onlar – sınıfsız/devletsiz toplumu gerçekçi bulmadıkları için olsa gerek – Kürdlerin devletleşmesinden yana iken sizin – ve genelde anarşistlerin – bütün devletlere ve dolayısıyla buna da karşı oluşunuz, öyle değil mi?
Sayın Zileli,
Kışkırtıcılık yapmak, provokasyon bahaneleri üretmek değil amacım.
Şu an, kenetlenmiş bir şekilde, Ekrem İmamoğlu’nu 23 Haziran’da yine seçmek için çalışıyoruz. RTE tiranlığını indirmek için bu hamle çok önemli.
Fakat her olasılığa da hazırlanmamız gerekir:
Eğer RTE, aday gösterdiği kişiyi 23 Haziran’da seçtirtmeyi (kumpaslarla, tezgâhlarla) becerirse,
Eğer RTE, Ekrem İmamoğlu 23 Haziran’da yine kazandığı hâlde, yine seçimi iptal ettirtmek için hamleler yaparsa;
Biz özgürlükçüler neler yapabiliriz? Tecrübelerinize istinaden önerileriniz nedir?
Bu rejimler tahlil edilirken onların “uç beylikleri” de hesaba katılmalıdır.
Örneğin İsrail, ABD’nin “uç beyliği”dir.
Esad rejimi, İran’ın “uç beyliği”dir.
Suriye’deki ve Mısır’daki Müslüman Kardeşler, AKP ve Katar’ın “uç beylikleri”dir.
Günümüzde dünyadaki bütün kötülüklerin anası ulusçuluk değil midir?
“Birkaç yüz yıl önce yeryüzünde ulus diye bir şey yoktu. İkiyüz yıl önce, uluslar ve ulusal devletler Atlas Okyanusu’nun iki kıyısında bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar ülke ve onların topraklarıyla sınırlıydı
Bugün ise dünyada bir ulusa ait olmayan neredeyse bir karış toprak bile yok ve ulussuz olmak mümkün ve tasavvur edilebilir bile değildir ve istisnai durumlarda yine bir ulusun veya uluslararası bir kurumun vereceği bir belgeyle olabilir.
Son iki yüz yılda neredeyse bütün savaşlar ulus bayrağıyla yapıldı ve yapılıyor. Tarihte uluslar kadar kanlı hiçbir toplumsal var oluş yoktur.
Uluslar ve ulusal devletler, insanlığın karşısında böyle temel bir sorun olarak durmasına rağmen, onun aşılması gereken en temel sonun olduğu algısının eksikliği değildir sadece sorun, ulusların ve ulusçuluğun ne olduğu hala bilimsel olarak tanımlanamamış ve açıklanamamıştır.
Toplumu açıklayan iç tutarlılığı olan bir teori olduğu iddiasındaki Marksizm, ulusları ve ulusçuluğu açıklama konusunda tam bir iflas ve yenilgi içindedir.
Tüm akademik ve akademi dışı sosyoloji okulları, sosyal antropoloji okulları ise Marksizmden de kötü durumdadırlar.
Ulus ve ulusçuluk heyulası sadece toplumun ve insanlığın değil, toplumu açıklama iddiasındaki bütün Marksist veya burjuva sosyoloji teorilerinin de baş belası olmaya devam ediyor.”
D. Küçükaydın
https://demirden-kapilar.blogspot.com/2019/05/demir-kucukaydnn-sunumu-ulus-ve.html
Demek ki “Hilafet devleti”nin “Sasani diktatörlüğü”nü “işgal ederek” yıkması kötüymüş.
Yaşasın “Hilafet emperyalizmi”ne karşı İran halklarıyla enternasyonal dayanışma!
Yukarıdaki
‘Venezuela ve İran gibi ABD öncülüğünde bir askeri müdahaleye maruz kalma tehdidi altında olan ülkeleri bu tehdide karşı “savunmak”, “sahip çıkmak”, “desteklemek” gereklidir.’
görüşüne dair: Bu bakışın etik olup olmadığını tartışmayacağım ama önemli bir konu daha var. Diktatörlere (ama şu ama bu gerekçeyle) sahip çıkan bir siyaset nasıl kitleselleşebilir, Gezi gençliğinin kalbine nasıl girebilir?
ABD askeri müdahalelerine karşı çıkmak diktatörlere veya rejimlere sahip çıkmak demek değildir. Venezuela’daki rejime dair sol içerisinde kafa karışıklığı ve fikir ayrılıkları var diyelim, İran rejimini içerdeki karakteri üzerinden onaylayan bir tane solcu bulamazsınız. ABD-İsrail’in İran üzerindeki askeri tasarılarına karşı teyakkuzda olmak ile bu rejimin iç niteliği bağımsız konular.
“…akp kürtleri katletti diğer hükümetler katletmedi mi? akp hapishaneleri doldurdu diğerleri boşaltmış mıydı? akp muhalif gazetecileri hapishanelere dolduruyor, diğerleri baş tacı mı ediyordu? akp’nin savcıları subjektif, diğerleri objektif miydi? akp’nin diğer hükümetlerden daha fazla olarak yaptığı ne var? bir tek şeyden söz edebileceğimizi hepimiz biliyoruz. “eski” devlet tayip erdoğan’ı hapse koyuyordu, “yeni”si ise İlker başbuğ’u… elbette dersim’deki apaçık soykırımı, istiklal mahkemelerinin astığı binlerce asker kaçağını, mustafa suphilerin katlini, 6 – 7 eylülü, varlık vergisi ve mübadele ile gayrımüslim azınlığın bu topraklardan hazin biçimde kovuluşunu, maraş’ı, çorum’u, sivas’ı, gazi’yi, 12 eylül’ü, 12 mart’ı, 19 aralık’ı, 1990’larda licenin, cizrenin neredeyse haritadan silinmek istenişini, 17 bin faili meçhulü, binlerce gözaltında kayıbı, yargısız infazları (bunlardan 90’ına bizzat ayhan çarkın’ın katıldığı söylendiğinde ayhan çarkın “bunlar operasyon tutanaklarında imzam olan infazlardır, ne yüzü ne iki yüzü bin adam öldürdüm ben” demişti.) mehmet ağar’ın bin operasyon’unu falan görmezden gelirsek tkp’nin ağzından düşürmediği cumhuriyetin kazanımlarına ağıtlar yakabiliriz. gün’ün bahsettiği demokratik mevzileri de samanlıktaki iğnelerle birlikte arayabiliriz…”
31 Anonim 12 Ocak 12 / 5am – Önemli Bir Dönüm Noktası…
http://www.gunzileli.com/2012/01/10/onemli-bir-donum-noktasi/
kemalistlerin yunan hayranı olması
“basligin soyledigini haksiz cikarma ve ilk entry’i yerme adina yazilanlar, dunya uzerindeki en hastalikli kavramin neden milliyetcilik oldugunu acikliyor.
“denize doktuk” diye boburlenen, yurdundan ettikleri insanlarin malina mulkune cokup sermayeyi turklestirmeyi marifet sayan, varlik vergisi ve 6-7 eylul gibi felaketleri kutlayan..
bunlar sadece sozluk’te olsa yine iyi. o “cagdas” yuzde ellinin bir kismini kendinden olmayan azinliga dusman bu hastalikli zihniyet olusturuyor. islamcisi da kemalisti de yok birbirlerinden farklari.
“denize doktuk” diye boburlendikleri de yunan ordusu degil. zira yunan ordusu 9 eylul’e varmadan cekilmisti. sehirdeki gayrimuslimleri temizlemek ve mallarına el koymak icin bizzat sakalli nureddin pasa tarafindan cikarilan, 13 eylul gunu baslayip 16 eylul’de 1.kordon’a ulasan yangin sirasinda, yangin ile deniz arasinda sikisan rum ve ermeniler o “denize dokulenler”. yani sivil halk. yani izmir’in asil sahipleri.”
https://eksisozluk.com/entry/90143634
İlk defa 1848’de yayımlanan ‘Komünist Manifesto’nun açılışında Marks-Engels ikilisi şöyle yazıyor: ‘Avrupa’da bir hayalet dolaşıyor: Komünizm hayaleti.’ Aradan geçen 171 yıl ve başarısızlığa uğramış çeşitli ‘sosyalist inşa’ girişimlerine rağmen, bugün özellikle ‘Balkan coğrafyası’ ile ‘eski Sovyet nüfuz alanları’nda halklar ‘komünizm nostaljisi’ni her zamankinden daha çok yâd ediyor.
Gerçekten de son 10 yılda yapılan bütün anketler; Arnavutluk, Sırbistan, Romanya, ‘eski Doğu Almanya’ ve Rusya gibi bölgelerde-ülkelerde insanların önemli bir kısmının eski sosyalist düzendeki hayat standartlarını aradığını, dahası, söz konusu tarihsel evreye dair özlem duyduğunu ortaya koyuyor.
Sırbistan’da 2017’de yapılan bir ankette katılımcıların %81’i Yugoslavya’nın dağılmasının üzüntü duyduklarını ifade ediyorlar. Bosna-Hersek (%77), Karadağ (%65) ve Makedonya (%61) gibi ülkelerde de çoğunluk benzer duyguları paylaşıyor. Yugoslavya’nın ‘Josip Broz Tito’ döneminde ‘kardeşlik ve birlik’ şiarıyla yönetildiği ve Arnavutlar dışında değişik etnik grupları barış içinde tamı tamına 27 yıl boyunca bir arada tuttuğu düşünüldüğünde, geçmişe nispetle geliştirilen olumlu bakışın şaşırtıcı olmadığı söylenebilir.
SSCB ÖZLEMİ
Romanya’da da durum pek farklı sayılmaz. 2014’deki bir ankette katılımcıların %44,4’lük bir oranı ‘Nikolay Çavuşesku’ döneminde ekonomik şartların daha iyi olduğunu belirtiyorlar. Aynı ankette Çavuşesku’nun Romanya tarihinde üstlendiği rolü müspet bulanların oranı %47,5 olarak çıkıyor. Hatırlanacağı üzere, Çavuşesku ve eşi (Elena) 25 Aralık 1989’da bir ölüm mangası tarafından kurşuna dizilmişlerdi.
2009’da Alman dergisi ‘Der Spiegel’in yayımladığı bir makalede, Doğu Almanların %57’sinin ‘Demokratik Alman Cumhuriyeti’ni (DAC) mutlak bir kararlılıkla savunduğuna işaret ediyordu. Ankette katılımcıların %49’u ‘DAC’nin sorunları vardı ancak orada hayat güzeldi’ derken, yalnızca %8’lik bir oranı DAC’nin hiçbir güzel yönü olmadığını söylüyor. Her ne kadar karamsar, eleştirel ve bazen absürde varan teatrâl bir perspektifle ele alınsa da, Doğu Almanya tarihiyle ilgili filmler ve diziler de son yıllarda belli bir popülerlik kazanıyor. ‘Elveda Lenin! (2003)’ ile ‘Başkalarının Hayatı (2006)’ gibi filmler beyaz perdede, ‘Deutschland 83 (2015)’ vb. diziler de televizyon ekranlarında ‘Doğu Almanya nostaljisi’ni doğrudan veya dolaylı yollardan yaşatma (veya yeniden canlandırma) işlevi görüyor.
Rusya’da çoğunlukla ‘Josef Stalin’ imgesi etrafında örgütlenen ve açığa çıkan ‘Sovyetler Birliği özlemi’ belli aralıklarla yapılan anketlerle de tescilleniyor. Son olarak Rus kamuoyu araştırma merkezi ‘Levada-Tsentr’in anketine göre Rusların %70 gibi bir oranı Stalin’in ülke tarihindeki aksiyonunu olumlarken, %51’lik bir oranı da Stalin’e ‘hayranlık, saygı veya sempati’ ile yaklaştığını ifade ediyor. Aynı merkezin 2018’deki anketinde Rusların %66’sının ‘Sosyalist Sovyet Cumhuriyetler Birliği’nin (SSCB) çözülmesinden mutsuz olduğu’ vurgulanıyordu. Keza 2013’de farklı bir şirketin yürüttüğü ankette Rus halkının %55’inin SSCB’nin çözülüşünün Rusya’ya zarar verdiğini düşündüğü gözlemleniyor. 2014’deki bir başka araştırmada ise 50 yaş ve üstü Rusların %71’inin ‘SSCB’nin artık var olmaması büyük bir talihsizlik’ görüşünü benimsedikleri saptanıyor. Rusya’daki yıllar içinde şekillenen genel eğilime bakıldığında SSCB’ye gitgide artan bir teveccüh olduğu rahatlıkla tespit edilebilir. Bu durum elbette halkın ‘keşke SSCB yeniden hayata dönüp vücuda getirilse’ temennisinde bulunduğunu iddia veya ima etmiyor. Fakat görünen o ki, Rusya halkının yadsınamayacak bir bölümü SSCB’nin en azından ilk 35 yılını bir ‘Altın Çağ’ olarak takdim etmek ve içselleştirmek noktasında zorluk çekmiyor. Berlin’den Yakutsk’a değin uzanan ve nüfuz dairesinde bulundurduğu coğrafî alanın genişliği dikkate alındığında SSCB’nin bir dönem Rusya’nın geleneksel ‘imparatorluk’ güdülerini diri tutmaya yaradığı açıktır. Stalin’in İkinci Dünya Savaşı esnasında ve sonrasında söz konusu sıçrayıştaki katkıları ışığında günümüzde Rusların kahir ekseriyeti tarafından hâlâ ‘şanına erişilemez bir ulusal kahraman’ şeklinde kabul görüyor oluşu da doğaldır.
ENVER HOCA: ‘STALİN, YANILMAZ BİR ÖĞRETMEN’
Tarihte en uzun ve en ‘ortodoksça’ yaşayan ‘Stalinist yönetim’ şüphesiz ki ‘Enver Hoca’ önderliğindeki ‘Arnavutluk Sosyalist Halk Cumhuriyeti’ olmuştur. Dolayısıyla Arnavutluk’a hususi bir parantez açmak yerinde olacaktır.
1946-1992 arasında devlet, Enver Hoca’nın 41 yıllık iktidarının önemli bir döneminde dünyanın geri kalanından bütünüyle soyutlanmış bir şekilde geçirmiş, Enver Hoca’nın ölümünü müteakiben ise ‘Ramiz Alia’nın uyguladığı revizyonist politikalar ile yine Alia’nın elindeki devinimi sağlayamayan yozlaşmış yönetim modeli neticesinde çökmüştür. Bu anlamda, hayatı boyunca, her türden ama özellikle de Kruşçev’ci Sovyet revizyonizmine karşı mücadele eden, Stalin’i kendi ölümüne değin ‘yanılmaz bir öğretmen’ belleyen Enver Hoca böylelikle başöğretmeninin kaderini paylaşmış, Kruşçev’in yerini Arnavutluk’ta Alia almıştı.
1992’den itibaren çok hızlı ve yoğun biçimde Atlantik yörüngesine giren Arnavutluk, nihayet, 2009’da NATO’ya tam üye statüsü kazandı. Amerika Birleşik Devletleri’ndeki (ABD) kalabalık Arnavut kökenli nüfusun da yardımlarıyla, Enver Hoca sonrası Arnavutluk’un Atlantik sistemine entegrasyonu fevkalade kesin ve keskin oldu. Ne var ki, Amerikan kültürünün dört nala ablukaya almaya çalıştığı günümüz Arnavutluk’unda dahi halkın Enver Hoca’ya olan muhabbeti canlı vaziyettedir. 2016’da yapılan bir anketin sonuçları öylesine ilgi çekti ki, haber, ‘Balkan Insight’tan ‘New York Times’a kadar pek çok farklı mecrada geniş yer buldu.
Mevcut düzenin açıktan şeytanlaştırdığı, itibarsızlaştırdığı ve küçümsediği Enver Hoca’nın çağdaş Arnavutluk’a bıraktığı miras, aslında muhaliflerinin iddia ettikleri gibi sayısız yeraltı sığınağı, Hoca’nın gizli polisi ‘Sigurimi’nin işkencehaneleri veya az gelişmiş ulaşım ağları değil. Adeta putlaştırılan maddî çıkarlara ve bu çıkarlardan mütevellit dizginlenemeyen oportünizme direnircesine Enver Hoca savunduğu ilkeler etrafında geriye tam bağımsız bir Arnavutluk bırakmıştı.
ENVER HOCA’NIN İSLAM TAHLİLİ
Soğuk Savaş literatürünün ‘özgür’ dünyaya pompaladığı propagandanın aksine, geçmiş dönem sosyalistlerin ezici bir çoğunluğu (Troçkistler müstesna) ‘enternasyonalist’ olmakla hararetli birer vatanseverler idiler. En önemli sosyalist vatanseverlerin biri de tereddütsüz olarak Enver Hoca’ydı. ‘Arnavutluk’ta üretebileceğimiz her şeyin bedeli yalnızca Arnavut emeği olacaktır. Dışarıdan satın almak zorunda kaldığımız her şey ise bize külfet olacaktır.’ diyen Enver Hoca, çağdaş Arnavut ulusal kimliğinin inşasında belirleyici sorumluluklar üstlenmiştir. Örneğin, bugün Arnavutluk’un başkenti Tiran’daki Ulusal Tarih Müzesi’nde sergilenen neredeyse her parça Enver Hoca’nın bizzat görevlendirdiği arkeologların titiz çalışmaları sayesinde keşfedilmiş, Arnavutların ulusal tarihinin Taş Çağı’ndan günümüze değin anlamlandırılmasını sağlamıştır. Başka bir deyişle, Enver Hoca ve Arnavutluk Emek Partisi (AEP) iktidarı olmasaydı, belki de Arnavutların köklerinin ‘İliryalılar’a dayandığı tezi somut buluşlarla desteklenmeyecekti. Gerçekten de bugün Arnavut çocuklara okullarda Arnavutluk tarihi anlatılırken hâlâ Enver Hoca döneminde yapılan arkeolojik keşifler ve bu keşifler üzerinden kurgulanan ‘ulusal hikâye’ esas alınmaktadır.
Ülkesinin anayasasına ‘ateizm’i kazıyan ve özellikle 1967’de pratiğe döktüğü Mao tarzı bir ‘Kültür Devrimi’ aracılığıyla dinî toplulukları korkunç bir baskı çarkından geçiren Enver Hoca, meşhur Arnavut şair ‘Pashko Vasa’nın 1878’dea yazdığı dizelerdeki gibi ‘Arnavutların gerçek dini Arnavutluk’tur’ diyordu. Ne ilginçtir ki aynı Enver Hoca, Ayetullah Humeyni’nin başını çektiği ‘İran İslâm İnkılâbı’ ile Sovyet işgaline karşı direniş bayrağını açan ‘Afgan mücahitleri’ örneklerinden yola çıkarak 1980’li yılların başlarında İslâm dinine nispetle daha esnek bir politika izlemeye başlamıştır. Humeyni’nin Amerikan emperyalizmine karşı çıkması ve Afgan direnişçilerin Sovyet emperyalizmine direnmeleri, Enver Hoca’yı Ocak 1980 tarihinde ‘Bugünkü gelişim safhasında bir bütün olarak İslâm, Müslüman halkların anti-emperyalizm kurtuluş mücadelesinde aktif bir rol üstlenmektedir.’ tahlilini yapmaya sevk etmiştir.
ARNAVUTLUK’A DUYULAN HASRET
Okuma-yazma oranını %100’e çıkaran Enver Hoca; ABD’nin, SSCB’nin, Tito Yugoslavyası’nın ve sonraları Çin Halk Cumhuriyeti’nin açık-gizli tehditlerine rağmen Arnavutluk’u tarım üretiminde kendi kendine yetebilen, sıfır seviyesindeki sanayi üretimini kendi ölçeğinde şaha kaldırmış, elektriği ve suyu ülkenin en ücra köşelerine değin taşıyabilmiş ve salgın hastalıkların kökünü kazıyabilmiş bir ülke hâline getirmiştir.
Ne var ki Alia’nın iktidarının beşinci senesiyle birlikte ‘Arnavutluk Sosyalist Cumhuriyeti’nin çöküşü başlamıştı. Yabancı ülkelere el açan, dilenen Arnavutluk’ta insanlar artık yurtdışında işçi olarak çalışmak için ülkeden kaçmaya başlamışlardı. Aslında işçilerin bu ‘gönüllü sürgünü’ günümüzde hâlâ tam olarak bitmiş değildir ve devam etmektedir. Batı Avrupa ülkelerine, özellikle de İtalya’ya, Almanya’ya ve İsviçre’ye (hâttâ Yunanistan’a) kaçmaya çalışan Arnavut ailelerin sayısı hâlâ oldukça yüksektir. 2018’de yayınlanan bir araştırmaya göre Arnavutluk’ta yaşayan insanların %52’si ‘daha müreffeh yabancı bir ülkede’ yaşamak istiyor. 2007’deki aynı araştırmada bu rakamın %44’lerde seyrettiği düşünüldüğünde, aslında Enver Hoca’ya ve Sosyalist Arnavutluk’a duyulan hasretin de neden geliştiğini anlıyoruz.
2016’da Tiran’da bağımsız bir araştırma şirketinin topladığı verilere göre Arnavutların %42’si (bu oranı yukarıda arz edilen etkenler göz önünde bulundurulduğunda azımsamak yanlış olacaktır) Enver Hoca’nın ülke tarihinde müspet bir konumu olduğuna inanıyor. Yine aynı araştırmaya göre Arnavutların %35’i ülkenin sosyalist geçmişinin kendisi için bir sorun oluşturmadığını ifade ediyor. Katılımcıların %45’i ise sosyalizmin ‘kötü uygulanmış iyi bir fikir’ olduğunu düşünüyor.
Arnavutluk’ta 2014’de dönemin en büyük ve en gizemli yeraltı sığınakları halka ve turistlere açıldı. Eski sığınaklar bugün adeta ‘çok katlı müzeler’e dönüştürülmüş: Enver Hoca’nın çalışma odaları, yatağı, koltuğu, yerin 7 kat altındaki tiyatro salonları, ‘Sigurimi’nin sorgu odaları ve gizli dinleme cihazları; hepsi halkın dikkatine arz edilmiş. Her ne kadar müzeler ‘zamanın durduğu mekânlar’ı simgelese de, şüphesiz ki her ziyaretçi gördüklerinden ve duyduklarından yola çıkarak kendi intibaını yaratacaktır.
Her ne kadar yukarıda saydığımız ülkelerde eski sosyalist düzen bir referans noktası teşkil etmeyi sürdürse de, akıp giden zaman onları her geçen gün biraz daha soyut kılıyor. Zamanla ve yeni nesillerle birlikte somut hatıralar yerini idealize veya tersine karikatürize edilen bir tarihin uzak öğretilerine bırakır; bu hep böyle olmuştur. Zaman, tarihi bizden uzaklaştırırken; iyi-kötü efsanelerin doğuşu veya bazı doğru-yanlış öğretilerin de efsaneleşmesi kaçınılmaz olur. ‘Tarih’ denen şeyin, herkes için daima ideolojik bir karakteri olacaktır. Buna rağmen daha önemli olan ‘ilâhlaştırma / şeytanlaştırma’ çelişkine düşmeksizin tarihin nesnel planda sunduğu doğruları ayıklayıp, geçen zamanın icadı olan her türden iyi yahut kötü efsaneyi etkisizleştirmektir.
‘İşçilerin vatanı yoktur’ sözü Marks’a atfedilir. Atfedilir atfedilmesine fakat eksik alıntılama yapılır. Kesilip biçilen kesitin tam metni şöyledir: ‘İşçilerin vatanı yoktur. Onlardan sahip olmadıkları bir şey satın alınamaz. Proletarya, her şeyden önce siyasal hâkimiyeti fethetmek, ulusal sınıf durumuna yükselmek, kendisi ulusu oluşturmak zorunda olduğundan zaten ulusaldır; ama kesinlikle sözcüğün burjuva anlamında değil.’
Eski Yugoslavya coğrafyasının ‘Tito’ ismi etrafında bugün dahi nostaljik duygular yaşatması,
Rumenlerin, ‘kurşuna dizdikleri Çavuşesku’ya, bugün olsa oy verebileceklerini söylemeleri,
Doğu Almanların çevrelerindeki bolluğa ve berekete rağmen tam anlamıyla memnun olmamaları,
Rusların her geçen gün yoğunlaşan ‘Stalin özlemi’,
Onca ‘karşı-propaganda’ya rağmen Arnavutların Enver Hoca’yı kötü anmamaları…
Peki, acaba bu halklar salt sosyalizmi mi özlüyorlar, yoksa sosyalizmin vaktiyle onlara iyisiyle-kötüsüyle bir şekilde kazandırdığı ve fakat küresel kapitalistleşmeyle kaybettikleri ‘vatan’ı mı?
Cevaplarınız nedir?
[Sinan Baykent
15 Mayıs 2019
odatv]
BİR ‘GÖÇ’ HİKAYESİ:
FRANCO’DAN, VENEZUELA’YA KAÇMAK!
MADURO’DAN, İSPANYA’YA KAÇMAK!
Caracas Havaalanı’nda eşyalarını koyduğu valizlerin yanında beklerken, ‘Mercedes Vasquez’ ağlamıyordu.
Olan biteni sindirmeye çalışırken yere bakıyordu: Ne zaman geri döneceğini bilmeden, 60 yıldan fazla süredir memleketi olan Venezuela’dan ayrılıyordu. 1949’da doğduğu ve diktatör Francisco Franco zamanında terk ettiği ülkeye, İspanya’ya vardığında ne yapacağına dair bir fikri yoktu.
Gitmek istemedi. Fakat 70 yaşındaki, kalp rahatsızlığıyla boğuşan Vasquez’in, Devlet Başkanı Nicolas Maduro’nun tetiklediği siyasi ve insani krizin ortasında başka bir seçeneği yoktu.
‘Pirinçsiz, unsuz yaşarım’ diyor Vasquez, ‘Fakat ülkemin günbegün darmadağın olduğunu, insanların çöplerdeki tenekelerden yemek yediğini, ilaç bulmak için eczaneden eczaneye amaçsızca dolaştığını görmek beni öldürüyordu. Korkunçtu.’ diyor.
2018 sonbaharında, havaalanı güvenliklerinin kendisini keyfi bir sebeple durdurmasından korkuyordu: “Bana, ‘Göz torbaların var, uyuşturucu kullanıyorsun. Seni hastaneye götürüyoruz’ gibi şeyler söyleyebilirlerdi.”
Fakat gitmesine izin verdiler. 9 saatlik yolculuktan sonra Vasquez, Madrid’e, gençliğinden beri görmediği bu şehre indi.
Venezuelalı mülteciler ve sürgünler komşu ülkelere doluşmaya başlayınca, zamanında aileleri Franco’dan kaçmış olanlar da dahil olmak üzere pek çok Venezuelalı, rotasını İspanya’ya çevirdi.
İspanya Ulusal İstatistik Enstitüsü’ne göre son 5 yılda, İspanya’da yaşayan Venezuelalıların sayısı ikiye katlandı. Yeni gelenlerin çoğu, soy kütükleri üzerinden İspanyol vatandaşlığına başvurabiliyor. Diğerleri ise, 560 bin dolarlık gayrimenkul satın almaları karşılığında verilen ‘altın vize’, bütçesi daha kısıtlı olanlar ise sığınma başvurusunda bulundu. Venezuela, 19 binden fazla başvuruyla İspanya’ya sığınma başvurularında başı çeken ülke oldu.
İspanya’da kalabilenler için ‘ortak dil’ ve ‘kültürel benzerlikler’, bu geçişi kolaylaştırıyor. Kimi Venezuelalılar da İspanya’daki akrabalarıyla birleşiyor. Örneğin Vasquez, yıllar önce ülkeye gelmiş ve çocuk sahibi olmuş kızıyla yeniden bir araya geldi.
Fakat hâlâ, epeydir mazide kalmış bir hatıra olmaktan öteye geçmemiş bir ülkeye yeniden bağlanmak, zor olabiliyor. Madrid’de bir cafe’de otururken Vasquez şunları söylüyor: ‘İspanya hakkında belli düşüncelerim var; sosyal hizmetler, yaşam kalitesi… Fakat futbolu sevmiyorum, boğaları da. Barda ayakta durup yemek yemekten hoşlanmıyorum. Bir Venezuelalı olarak öleceğim.’
HER TÜR DİKTATÖRLÜK; İNSANLIK PROJESİNE KARŞIDIR
Vasquez gibi ‘Sebastian de la Nuez’ de İspanya’da doğmuş. 1953’te, Franco yıllarında, ailesiyle Venezuela’ya göçmüşler.
De la Nuez, 2016’da dönmüş. Venezuela’dan gitmeden kısa süre önce penceresinden, apartmanının önünde polisle göstericiler arasında bir çatışmaya şahit olmuş. ‘Öğrencilere ateş ettiler’ diyor.
Maduro’nun Venezuela’sında geçirdiği yıllardan sonra, zulmün her türlü diktatörlüğe içkin bir şey olduğuna dair hiçbir şüphe kalmamış içinde. ‘İnsanlık projesine karşı bir şey.’
Ancak babası kısa bir süre Franco’ya hizmet etmişti ve Sebastian, geçtiğimiz günlerde Franco’nun doğduğu ve sık sık saldırıya uğrayan çocukluğunun geçtiği evin bulunduğu Galiçya’daki Ferrol kasabasına gitti. Tam olarak ne arıyordu, söyleyemedi.
‘İspanya’ya geri gelmek içimde bir şeyler uyandırdı.’ diyor. ‘Babam asla bu konuda konuşmak istemezdi.’
Muhalefetin diplomatik temsilcileri de Venezuela’daki göçmen topluluğu arasında. Aralarında İspanya’nın bulunduğu Batı ülkeleri tarafından Venezuela Devlet Başkanı olarak tanınan ‘Juan Guaido’nun imajını parlatmakla meşguller. Guaido’nun temsilcileri start-up firmalar gibi çalışıyorlar. Madrid’de ekonomi profesörü olarak çalışan, Guadio’nun Avusturya temsilcisi William Davila, ‘Benim ofisim şahane Viyana kafeleri, şoförlerim ‘Uber’ şoförleri’ diyor.
Juan Guaido’nun İspanya temsilcisi ‘Antonio Ecarri Bolivar’ da, ‘İspanya’da her aile, Venezuela’ya gidip zengin olmuş birini tanır. Venezuela her zaman göçmenlere kucak açmış bir ülke olmuştur. Venezuela tarihinde ilk defa böyle toplu bir göç yaşanıyor. 40 yıllık demokrasi tarihinde, kapılar her zaman göçmenlere açık oldu ve Venezuela zengin olduğu için bu insanlar da zengin oldu.’ diye konuşuyor.
Fakat şimdilik, memleketin hatırası ve onun bir gün yeniden memleket olacağının umudu var. Sebastian de la Nuez, ‘Bu bir his, geçen gün sokakta yürüyordum ve çok ilginç, Caracas’taki bir sokağın tıpkısıydı. Hep Caracas’ın hayalini kuruyorum.’ diyor.
[James McAuley & Pamela Rolfe
14 Mayıs 2019
‘The Washington Post’
Türkçe’ye çeviren: Kubilay Barış Çelik]
Cevabım bunların tam bir saçmalık olduğudur. O rejimlerin özlenecek bir yanı yoktur. istatistikler yanlış demiyorum. Yanlış olan, kitlelerin çarpıtılmış bilincidir.
Moskova AKP’yi İdlib’den uyardı!
Mehmet Ali Güller
16 Mayıs 2019 Perşembe
Önce anımsayalım: Neydi İdlib meselesi?
Suriye ordusu Rus Hava Kuvvetleri desteğinde kuzeye doğru taarruz yapıyor ve teröristleri adım adım temizliyordu. Sıra İdlib’e gelmişti. ABD İdlib’e operasyona karşı çıktı. Çünkü Suriye’nin İdlib’i almasıyla Halep’ten Hama’ya, Humus’tan Şam’a güvenli bir hat oluşacaktı. Ayrıca İdlib operasyonuyla Rusya’nın Hmeymim üssünü güvence altına alması da ABD’yi rahatsız ediyordu.
İdlib ısrarının nedeni
Suriye’nin İdlib operasyonuna karşı çıkanlardan biri de AKP hükümetiydi. Öyle ki, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan telefonda Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’e “Suriye rejiminin İdlib’e yönelmesi durumunda Astana mutabakatı sona erer” tehdidinde bile bulunmuştu (14.07.2018). Peki neden? Çünkü AKP hükümeti çok iyi biliyordu ki, desteklediği kimi İslamcı grupların da mevzilendiği İdlib düşerse, Afrin’den de er geç çıkmak zorunda kalırdı! Bu ise “Halep 82. İl” sloganlı fetih ve Suriye’nin kuzeyinde genişleme hedefinin boşa düşmesi demekti.
Erdoğan bu nedenle Putin’e şu teklifi yaptı: İdlib’e operasyon yapılmasına gerek yoktu, zira Türkiye radikallerle ılımlıları ayrıştırır, radikallerin ağır silahlarını teslim etmesini sağlayabilirdi.
Kuşkusuz Putin bunun mümkün olmadığını görüyor ancak Ankara’yı da kaybetmek istemiyordu. Belirli süreliğine kabul etti ve Erdoğan’la Soçi mutabakatını imzaladı. Uzatmayalım, aradan hayli zaman geçmesine rağmen AKP hükümeti mutabakatın gereğini yapmadı.
ABD’yle müzakereye tepki
AKP hükümetinin ABD ile güvenli bölge müzakerelerinde ilerleme sağlamaya başladığı süreçte ise Moskova İdlib konusunda Ankara’ya sorumluluklarını yerine getiremediği uyarısını yapmaya başladı. Önce Rusya Genelkurmay Başkanlığı Ana Harekât Dairesi Başkan Yardımcısı Tuğgeneral Stanislav Gacimagomedov açıklama yaptı: İdlib’de El Nusra güç topluyordu, bölgenin yüzde 99’u onların kontrolündeydi (24.4.2019).
Ardından Putin’in Suriye Özel Temsilcisi Aleksandr Lavrentyev, Türkiye’nin İdlib’de kontrolü kaybetmesinin kendilerinde hayal kırıklığı yarattığını söyledi (26.4.2019).
Hemen sonra da Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov konuştu ve “İdlib’deki Nusra (yeni adıyla HTŞ) varlığını kabul etmeyeceklerini” ilan etti (29.4.2019). Rusya’nın bu açıklamalarının ardından da Suriye ordusu yavaş yavaş harekete geçti ve İdlib çeperindeki köyleri tek tek teröristlerden temizlemeye başladı.
AKP’nin İdlib ısrarı
Ankara operasyona tepki gösterdi ve Moskova’yı “Astana süreci” üzerinden uyardı!
Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar “Suriye’deki rejim unsurlarının İdlib’in güneyine yönelik artan saldırı ve tacizlerinin 6 Mayıs’tan itibaren kara harekâtına dönüştüğünü” söyleyerek, bunun Astana mutabakatına aykırı olduğunu belirtti (10.5.2019).
Yine Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu da “Suriye rejiminin saldırıları Soçi Muhtırası’nın açık ihlalidir ve Astana ruhuna aykırıdır” dedi (14.5.2019).
Aynı süreçte Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın da “Suriyeli katil” diyerek Esad’ı hedef aldı (12.5.2019).
Bu açıklamalarla AKP hükümeti 1) İdlib’i Suriye toprağı olarak görmediğini 2) İdlib nedeniyle Astana sürecini askıya bile alabileceğini ve 3) Esad’la anlaşmayacağını ilan etmiş oluyordu!
İbreyi kırmak
Ankara ile Moskova arasındaki sorun İdlib’den ibaret değil ve yukarıda da belirttiğimiz gibi İdlib meselesi esas olarak Moskova’nın Ankara ile Washington arasındaki güvenli bölge müzakerelerine tepkidir.
Diğer yandan S-400 konusunda Ankara ile Washington’un en azından alımı 2020’ye ertelemede anlaştığı şeklindeki iddia da bir başka sorun olarak dosyaya girmiş durumda.
Kısacası AKP hükümetinin iki kuvveti de idare ederek kendisine alan açma taktiğinde geldiği aşamanın -23 Haziran baskısı ve ekonomik kriz nedeniyle- ibreyi biraz da Washington’a kırmak şeklinde olduğu anlaşılıyor.
Aynı anda iki sandalyeye birden oturamayacak zayıflıkta olunduğu ise er geç anlaşılacak elbette!
Biz olması gerekeni ısrarla yazalım: Ankara Şam’la anlaşmalı ve kendi milli füzesini üretmek üzere Rusya’dan S-400 almalı!
http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/1394829/Moskova_AKP_yi_idlib_den_uyardi_.html
Tek Adam siyasetinin tuzakları ve tehlikeleri
Özdemir İnce
17 Mayıs 2019
Tarihte Tek Adam’ın (Padişah, Kral, İmparator) yaptırım gücünün kaynağı ne idi? Rahmetli Prof. Dr. Erdoğan Teziç kardeşimizin Anayasa Hukuku (20. Basım, Beta Yayınları) kitabına bakalım:
***
(Siyasal iktidarın kaynağı ve meşruiyetinin kaynağı başlangışta din ve büyü idi. Daha sonraları, siyasetin dinden uzaklaşması ile iktidar insan aklının ürünü olarak hukuka dayandı. Demek ki siyasal iktidarın kaynak ve meşruiyetinin iki kaynağı var:
1- Teokratik görüşler,
2- Demokratik görüşler.
Teokratik görüşler: Bu görüşlerin ortak noktası, iktidara ilahi bir temel sağlamak. Tanrı’nın hükümdarı belirlemesi bakımından teokratik görüşler ikiye ayrılıvor:
A) Tabiatüstü İlahi Hukuk Doktrini: Bu doktrine göre, Tanrı, toplum düzenini ve onun korunması amacıyla iktidarı yaratırken, aynı zamanda iktidarı kullanacak olanı da belirler. Bu görüşe göre, belli bir ülkede iktidar, “Tanrının seçtiği” hükümdar ya da hanedana verilmiştir.
B) Providansiyel İlahi Hukuk Doktrini : Bu görüşe göre de, iktidarın kaynağı ilahidir. Fakat iktidarı kullanan hükümdar ya da hanedan, doğrudan Tanrı tarafından seçilmemiştir. Tanrı, tabii ve insani olayları, üstün iradesi ile yönlendirir. De Bonald, siyasi iktidarın meşruluğu, onu kullanan hükümdarın, “Tanrı’nın emriyle seçilmiş olmasında değil, Tanrı’nın eseri olan toplum düzeninin, tabii ve temel kanunlarına dayanmasındadır” diyor.) (s.103-105)
***
İslam devlet anlayışında Peygamber Hz. Muhammed Tanrının Elçisi olarak devlet başkanlığına “İlahi emirle” getirilmişti. Kendisinden sonra devlet başkanlığına kimin ve nasıl getirileceği saptanmamıştı. Halife, yani peygambere naip olacak kimse de (Ulülemr), seçimle iktidara geliyordu. 1517’de Yavuz Selim’in, Mısır’da hilafeti devralması ile Osmanlı hükümdarları, kişiliklerinde ruhani ve cismani iktidarı toplamışlardır. Halife, peygamberin vekili olup “Tanrı’nın gölgesidir”, padişahlar da halifelik sıfatları nedeniyle Tanrı’ya karşı sorumlu idiler.
***
Parlamenter demokrasilerin dışında, şu anda Avrupa ve Japonya’da mutlak monarşiler yok. Birleşik Krallık (İngiltere), İspanya, Belçika, Danimarka, İsveç, Norveç gibi ülkelerde anayasalı demokratik krallıklar var. Bu ülkelerde devletin başında bulunan aileler her türlü teokratik imtiyazlarını çoktandır bırakmış durumdalar.
Siyasal iktidarın demokratik kaynağının ve meşruiyetinin kaynağının ne olduğunu biliyoruz: Seçimler, parlamento, kuvvetler ayrılığı… Bu kaynak ve meşruiyetin yarattığı demokratik rejim ne yazık ki ve her zaman ilahi hukuk doktrinleri tarafından tehdit ve iğfal edilmiştir. 1789’dan bu yana ortaya çıkan Tek Adam rejimleri bu sarkıntılığın somut örnekleridir. Şu anda Türkiye’nin yaşadığı Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi bu sarkıntılığın yerel örneğidir.
Günümüz Tek Adam rejimleri kaynaklarını teokratik görüşlerden almadığı için, yönetimde şu ya da bu şekilde kaos çıkması kaçınılmaz olur. Şimdiye kadar parlamento ile Tek Adam’ın aynı partiden olmamasının kaos yaratabileceği düşünülüyordu ama ülkemizde yapılan son yerel seçimlerin sonuçları da bu çelişkinin kaynağı olabilir.
***
Güney Amerika, Afrika ve Orta Asya Türki devletler örneklerini bir yana bırakalım. Bize ancak demokrasiyle yönetilen ABD ve Avrupa devletleri örnek olabilir. Ama şu anda Türkiye Cumhuriyeti’ni yöneten gücün kaynağında ne teokrasi ne de demokrasi bulunuyor. Teokratik rejimlerde bile iktidarı sınırlandıran, denetleyen dinsel ilkeler, kurumlar vardır ama şu anda Türkiye’yi yöneten güç karşısında hiçbir sınırlayıcı (denetim) güç yok. Bu yönetim, bir Başyüce’nin (Tek Adam’ın) anakronik, gayri insani “fetih ve ganimet” rejimi olarak adlandırılabilir.
http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/1396578/Tek_Adam_siyasetinin_tuzaklari_ve_tehlikeleri.html
Avrupa’da faşizme dikkat!
Gerçek
17 Mayıs 2019
Mayıs ayının 23-26’sı arasında Avrupa Birliği’ne (AB) üye 28 ülkede Avrupa Parlamentosu seçimleri düzenleniyor. Eskiden büyük ölçüde göstermelik olan bu meclise şimdi AB’nin yürütmesi (hükümeti) işlevini gören Avrupa Komisyonu’nun başkanını seçme yetkisi tanınmış durumda. Burjuva medyasında “sağ popülist” olarak anılarak tehlikesi küçümsenen ön-faşist partiler bu seçimlere çok önem veriyor, hatta aralarından birini Avrupa Komisyonu Başkanı olarak seçtirebilmek için planlar yapıyorlar.
Ön-faşistlerin son yıllarda ülke seçimlerinde ardı ardına elde ettiği başarılar, Britanya’da Brexit referandumunda Nigel Farage adlı politikacının önderliğindeki UKIP partisinin başarısı, iki ülkede (Avusturya ve İtalya) ön-faşist partilerin koalisyon ortağı olarak hükümete girmiş olması, Fransa’da ön-faşist adayın her üç seçmenden birinin oyunu aldığı seçimde başarısız addedilmesi, bütün bunlar bu partilerin yükselişini yeterince ortaya koyuyor. Son haftalarda Finlandiya’da ön-faşist Hakiki Finler partisinin daha on yıl önce ortada bile yokken seçimleri sosyal demokratlara sadece kıl payı kaptırması, ardından altı ay önce kimsenin adını duymamış olduğu Vox Partisi’nin yüzde 10 ile İspanya’da yaptığı büyük atılım, bu konuda en son uyarılar oldu.
Seçimlere, Brexit sürecinin (yani Britanya’nın AB’den ayrılmasının) tamamlanamaması dolayısıyla bu ülke de katılıyor. Son yapılan kamuoyu yoklamalarında Nigel Farage’ın “Brexit” adını taktığı yeni listesinin bütün partilerden daha çok oy alacağı görülüyor.
Avrupa Birliği faşizmin hızlı tırmanışına tanık oluyor. Türkiye’de MHP’nin (ve ondan ayrılan İyi Parti’nin) tuttuğu yer ve oynadığı rol, bizim de bu gelişmede istisna olmadığımızı ortaya koyuyor. Avrupa Parlamentosu seçimlerini iyi izleyin! Faşizmle yurtta ve dünyada savaşmaya hazırlanın!
Bu yazı Gerçek gazetesinin Mayıs 2019 tarihli 116. sayısında yayınlanmıştır.
https://gercekgazetesi.net/uluslararasi/avrupada-fasizme-dikkat
Meşrutiyet
(Taraf 14.12.2009)
Hükümet-i meşruta ve saltanat-ı meşruta kavramları 1860’ların ortalarında piyasaya çıkmış. Tahmin ederim 1850’lerde Kuleli Vakası günlerinde de alttan alta yürüyordu da duyulmadı. Alabildiğine net ve güçlü bir fikir: şartlı yönetim, şartlı hükümdarlık. Frenkçe monarchie constitutionelle karşılığı olarak kullanmışlar, ama Türkçesi sanırım hadiseyi daha net bir şekilde anlatıyor. Şart koşuyorsun. Diyorsun ki, tamam aga, boyun eğerim, ama sen de şu şu şu koşullara uyacaksın. Ya uymazsan? İşte orada, meşrutiyet teorisinin devrimci özü kendini gösteriyor. Çünkü açıkça olmasa da zımnen söylenen şudur ki, eğer şartlara uymazsan o zaman benim de sana boyun eğmeme, hatta gücüm yeterse seni devirme hakkım doğar. Ağır söz!
Şark monarşisinin o güne dek oluşmuş gelenek ve göreneğine, fikriyatına, üslubuna, alışkanlıklarına taban tabana zıt bir fikirdir. O yüzden Abdülaziz Han bunu dehşet verici bir terbiyesizlik olarak görüp cezalandırmaya çalışmış. Üç ayda iki padişah tepetaklak geldikten sonra Abdülhamid kerhen evet demek zorunda kalmış, ama o da bu fikri içine sindirememiş.
Ha, sonuçta HER saltanat şartlı saltanat değil midir? Timurlenk de olsan birtakım töre ve yasalara uymak zorunda değil misin? Anayasada şart mart yazmasa da her üç Osmanlı padişahından biri günü gelmiş devrilmiş, demek ki onların iktidarı da epeyce şartlıymış. Ama şartın açık açık telaffuz edilmesi gene de büyük bir yeniliktir. İktidarın TEORİSİNİ değiştiren bir devrimdir.
*
Peki hocam, “iktidar şartlı olarak padişahındır” diyen rejimden “iktidar kayıtsız şartsız milletindir” diyen rejime geçtiğimiz zaman ileri mi gitmiş oluyoruz geri mi?
Şöyle anlatayım isterseniz. O ikinci cümlede anlam ifade eden deyim “kayıtsız şartsız” deyimidir. “Millet” süstür. Ne demek “millet” yani? “Millet”in iktidar olduğu nerede görülmüş? Millet eğer bir ortak irade ise, memlekette basın diye bir şey yok, gak diyeni götürüp asıyorlar, o irade nasıl oluşacak? De ki oluştu, nasıl dışa vuracak? Meclis dediğin, devlet başkanının iki yardımcısı ile beraber bir gece oturup yazdığı bir liste, milletin iradesiyle ne alakası var? Hükümdar desen eskisi gibi ailenin ekber ve erşed evladından bile seçilmemiş, kendi kendini baş ilan etmiş.
Eski anayasayı hiç olmazsa bir Bektaşi başbakan (Midhat Paşa), bir hayalperest şair (Namık Kemal) ve bir Ermeni hukukçu (Odyan Efendi) kavga ede ede yazmışlardı, yenisini hazret kendi yazmış, adamlarına onaylatmış.
E, “kayıtsız şartsız” kelimesi burada ne manaya geliyor peki?
https://nisanyan.com/?s=mesrutiyet
http://marksist.net/ilkay-meric/cezayir-ve-sudanda-zorlu-surec
ABD İran’a saldıracak mı?
Mehmet Ali Güller
27 Mayıs 2019
ABD’nin İran’a karşı hamlelerini bu ülkeye karşı saldırı hazırlığı olarak gören değerlendirmeler var. Ancak biz bu değerlendirmelere katılmıyoruz.
Bize göre bu hazırlıklar bir savaş hazırlığı değil, tersine savaşamayacak olanın, saldırmadan bir şeyler elde edebilme çabasıdır…
Peki, ABD ne elde etme peşinde?
‘Yüzyılın anlaşması’ hazırlığı
Trump’ın İran kuşatması, doğrudan İsrail’le ilgili. Daha somut söylersek, ilan etmeye hazırlandığı “yüzyılın anlaşması”yla ilgili.
ABD, İsrail-Filistin barışı için hazırladığını duyurduğu “yüzyılın anlaşması”nı ilan etme sürecinde, karşıtlarını buna mecbur etmenin hamlelerini yapıyor aslında…
Ki yüzyılın anlaşması dedikleri, gerçekte Filistin’in işgal edilmiş topraklarını İsrail’e verme ve “Geniş İsrail”i Ortadoğu’ya kabul ettirme dayatmasıdır aslında…
İran’a karşı Suudi Arabistan-İsrail ittifakı da, İran’a karşı Arap NATO’su inşası da, Kudüs’ü başkent ilan etmek de, işgal altındaki Suriye toprağı olan Golan Tepeleri’nde İsrail egemenliğini tanıma kararı da, İran Devrim Muhafızları’nı terör örgütü listesine almak da, Obama’nın İran’la yaptığı nükleer anlaşmayı bozmak da, İran’a ekonomik ambargo uygulamak da, bölgeye uçak gemisi ve ağır bombardıman uçakları yollamak da, 1500 asker göndereceğini ilan etmek de, PYD’yi İran’a karşı Irak-Suriye sınırında kullanmak üzere tahkim etmek de…
Hepsi İsrail’e Ortadoğu’da büyük kazanç getirecek “yüzyılın anlaşması”nı rayına oturtma hedefiyle ilgili öncelikle. Kuşkusuz başka hedefler de içeriyor kimi hamleler.
500 bin askerle Irak’ta zafer kazanamayan ABD’nin, 1500 askerle, hatta sevk etmesi mümkün olsa 500 bin askerle bile İran’a diz çöktüremeyeceğini Trump da çok iyi biliyor elbette!
Stratejik savunmada taktik atak
Durum ABD için aslında şudur: ABD’nin hegemonyası bir süredir iniştedir ve ABD egemen güçleri bu inişe karşı iki çözüm önermektedir. ABD’de bir kanat geri çekilip içeride güç biriktirmeyi, bir kanat da hâlâ en büyük askeri güce sahip olmanın avantajıyla savaş çıkarılmasını istemektedir.
Savaş isteyen bu kanada göre savaş, tam olarak çıkılamayan 2008 krizinin ilacı ve 10 yıl sonra baş edilemeyecek güçlere karşı bugünün son fırsatıdır.
İşte Trump, bu iki kanadın 10 yıldan fazla zamandır sürdürdüğü mücadelenin bir sentezidir. Bu sentezde geri çekilme de vardır, vekâlet savaşları da; gümrük duvarlarını yükseltme de, müttefiklerine bile ekonomik ambargo uygulama da…
Fakat ABD için esas olan, ülkenin artık stratejik savunmada olduğu gerçeğidir. Hamleler, stratejik savunmada taktik atak olmaktan öteye geçemeyecektir.
Bu, kuşkusuz her şeyden önce ekonomik güce dayalı bir gerçekliktir.
Nedir o gerçeklik? Somut rakamlarla anlatalım:
ABD güç kaybediyor
ABD’nin dünya ekonomisindeki payı 1980 yılında yüzde 24.5’ti. Aynı yıl Çin’in payı sadece yüzde 2.1’di.
ABD’nin 2000 yılındaki payı yüzde 21.9’a düşerken, Çin’in payı yüzde 11.2’ye yükseldi.
15 yıl sonra, 2015’te ABD’nin payı yüzde 15.8’e geriledi. Çin ise yüzde 17.3 ile ABD’nin önündeydi.
Sonraki her yılda ABD’nin payı gerilerken, Çin’inki yükselmeye devam etti.
Yani ABD artık en büyük ekonomik güç değil, en büyük ticarete de sahip değil! Askeri gücünün hâlâ en büyük olmasını bu açığı kapatmanın aracı olarak değerlendirmeye çalışıyor sadece.
Ancak bu çaba, Bolton-Pompeo ikilisinin temsil ettiği sınıfa Ortadoğu’da savaş çıkarabilme olanağı tanımıyor. Tam da o nedenle Trump bu ikiliyi dengelemeye çalışıyor, açık açık savaş lobisinden şikâyet ediyor…
Ve ABD’nin İran’a saldırmasının nasıl bir felaket getireceğini öngören “eski yetkililer” de Bolton-Pompeo ikilisine itiraz ediyor.
Eski ulusal güvenlik uzmanları ve generallerden oluşan bir grup, Trump’a yazdıkları bir mektupla, İran’la yaşanan gerilimden endişe duyduklarını ifade ettiler örneğin.
ABD kaybeder
Kısacası ABD’nin İran’a saldırma olasılığı, güç analizi yapıldığında mümkün görünmüyor. Tarih elbette güç analizine uymayan delice hamlelere de sahne oldu.
Ancak belirtelim: Böylesi bir delilik, ABD’ye çok ağır bir yenilgi tattıracaktır!
http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/1412126/ABD_iran_a_saldiracak_mi_.html
Güzel ittifak:
“Kirli ittifak… Yeni anlaşma ortaya çıktı
Suriye’de akaryakıt krizi yaşayan Beşşar Esad rejimi, petrol kaynaklarının yaklaşık yüzde 70’ini işgal eden terör örgütü YPG/PKK ile yeni petrol anlaşması yaptı.
Yerel kaynaklardan edinilen bilgiye göre, akaryakıt krizini aşmaya çalışan Esad rejimi ile terör örgütü YPG/PKK ham petrol satışı konusunda anlaştı.
Anlaşmaya göre, YPG/PKK, Irak sınırına hakim Deyrizor’un doğu kırsalında yer alan Tanak petrol sahasından çıkardığı ham petrolün varilini 41 dolardan Esad rejimine satacak.
Ülkedeki bütün petrol rafinerilerinin kontrolünü elinde bulunduran rejim güçleri, ham petrolü işleyerek akaryakıt krizinin önüne geçmeyi planlıyor. YPG/PKK ve Esad rejimi, geçen sene haziran ayında Deyrizor’da örgütün işgalindeki en büyük yataklardan El Ömer’den çıkartılan petrolü takas etme konusunda anlaşmaya varmıştı.
Rejim ve YPG/PKK, yaklaşık iki yıl önce Suriye’de örgütün işgal ettiği Haseke ilindeki sahalardan çıkarılan petrolün gelirini paylaşma kararı almıştı.”
Terörist ÖSO, HTŞ, El-Nusra, El-Kaide, IŞİD çeteleri ve yularlarından tutan AKP rejimi çatlasın!
http://marksist.net/kerem-dagli/turkiye-nato-iliskisi-uzerine
“He may have been my father. But he wasn’t my daddy.”
[O benim Baba’m olabilirdi, ama Ata’m değildi.(?)]
Hasan Mezarcı ve Kadir Mısıroğlu gibi “Ata”türk karşıtlarına yakışan bir söz olabilirdi bu.
Türkmenistan’ın “Baş”ı (“Ata”sı) olan “Türkmenbaşı” için de şöyle denebilirdi:
“O, Türkmen’lerin Kafa’sı olabilirdi, ama Baş’ı değil.”
Unutmadan: “Türkmenbaşı” olmak, “Teröristbaşı” veya “Bölücübaşı” olmaktan pek farklı bir “Baş”lık olmasa gerek.
Bu arada Stalin’i de unutmamalı elbette.
O, bir “Çelik Adam” olabilirdi. Ama “Demir Adam” (Iron Man) değil.