Doğan Özgüden / Sarı basın kartı mı, sarı “basın”ın kartı mı?
Sarı basın kartı mı, sarı “basın”ın kartı mı?
Sarı basın kartı zaten yıllardır özgür basına özgü bir belge olmaktan çıkmıştı. Kart verme yetkisini Tayyip’in sarayı gasbettikten sonra adını da değiştirmek gerekir
Doğan Özgüden
(Artıgerçek, 14 Temmuz 2018)
Tüm dünyada medyanın teknik ve içerik açısından olduğu gibi okurların haber ve yorum katkısı açısından ulaştığı boyut en iflah olmaz özgürlük düşmanlarına ve diktatörlere meydan okurken, sermaye ve siyasal iktidar bağımlısı Türkiye medyasının serencamı gerçek gazetecilere kan ağlatmaya devam ediyor.
Amiral gemisi Hürriyet ve de uydusu teknelerin Tayyip havuzuna demir atmasından sonra yapılan 24 Haziran seçimlerinin temel haklar ve özgürlükler konusunda Türkiye’ye biraz nefes aldırması beklenirken ana muhalefet partisi CHP ve müttefiklerinin yeteneksizlikleri ve beceriksizlikleri ülke insanını beş yıl daha Tayyip diktası altında yaşamaya mahkum etmiş bulunuyor.
Tek şef ya da tek reis rejimi altında, hiç şaşmam, iki haftaya varmaz, Türkiye’de sansürün kaldırılmasının 110. yıldönümü, emir kulu yüzsüz havuz medyasının yaygaralarıyla yine kutlanacak.
1908’de gerçekten ne olmuştu? 1. Meşrutiyet ile 2. Meşrutiyet arasındaki dönemde gazeteler ancak sansür memurlarının denetiminden geçtikten sonra basılabiliyordu. O yıl 2. Meşrutiyet’in ilan edilmesinin ardından, 24 Temmuz günü gazeteler ilk defa sansür denetiminden geçmeden yayınlanabilmişti.
Ama hemen ardından gelen İttihat ve Terakki ve tek parti CHP dönemlerinde sansür yine çeşitli biçimlerde tüm acımasızlığıyla uygulanır olmuştu.
2. Dünya Savaşı’nın ardından galip ülkelerin baskısıyla çok partili rejime geçildikten sonra sansür uygulaması bir nebze gevşemiş, 1948’den sonra da 24 Temmuz Türkiye Gazeteciler Cemiyeti‘nin istemiyle Basın Bayramı olarak kutlanmaya başlamıştı.
Ne ki, resmi törenlerle bu bayram kutlana dursun, “demokrasi’ vaadleriyle iktidara gelen DP döneminde de gazeteler kapatılıp muhalif gazeteciler hapse atılarak sansür uygulaması bir başka biçimde hortlatılmıştı.
Bu basın özgürlüğü düşmanlığının 27 Mayıs askeri yönetimi ve onu izleyen İnönü (CHP) ve Demirel (AP) iktidarları döneminde de farklı dozajlarda sürdürülmesinin ardından 12 Mart 1971 darbesiyle tam bir aleniyet kazanmasından sonradır ki, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti 24 Temmuz’un artık Basın Bayramı olarak kutlanmamasına karar vermişti.
Tayyip’in 16 yıllık başbakanlık-cumhurbaşkanlığı dönemi basın özgürlüğünü ayaklar altına almanın en yüz kızartıcı örnekleriyle dolu…
Bunlar sadece Türkiye Gazeteciler Cemiyeti (TGC), Türkiye Gazeteciler Sendikası (TGS), Bağımsız İletişim Ağı (BİA), Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV) ve Düşünce Suçuna Karşı Girişim (DSKG) gibi Türkiyeli kurumlar tarafından değil, Uluslararası Gazeteciler Federasyonu (FIJ), Sınırsız Gazeteciler (RSF) ve Uluslararası Basın Enstitüsü (IPI) gibi uluslararası basın örgütlerince yayınlanan raporlarda da sık sık belgelenmekte…
Örneğin, BIA’nın 13 Temmuz 2018’de yayınladığı yılın ikinci üç ayına aitMedya Gözlem Raporu‘nun özgürlük ve insan hakları konusunda bir nebze duyarlı olan kişinin kanını dondurmaması mümkün değil.
Aynızamanda RSF’nin Türkiye temsilcisi olan değerli meslekdaşımız Erol Önderoğlu’nun büyük bir titizlikle hazırladığı rapor medyanın birçok düzlemde karşılaştığı politik, yasal veya fiziki baskılara dikkat çekiyor.
24 Haziran seçimleri sonrası 127 gazeteci zındanlarda… Bunlardan 33’ü yargılanıyor, 40’ının soruşturması sürüyor. 24 gazeteci hükümlü, 30 gazetecinin dosyası da üst mahkemede…
315 gazeteci, köşe yazarı, yayın sorumlusu veya çizer 47 ağırlaştırılmış müebbet hapis, bir müebbet hapis, 3 bin 34 yıl 6 ay hapis, 4 milyon 40 bin TL maddi veya manevi tazminat istemiyle yargılanmakta…
Hal böyleyken, tüm bunlara ek olarak, Türkiye basını, Osmanlı sultanlarına özgü bir cülus töreniyle kendini en azından cumhuriyetin 100. yıldönümüne dek Türkiye diktatörü olarak tescil ettiren Recep Tayyip Erdoğan’dan yeni bir darbe yemiş bulunuyor.
Daha önce Basın Yayın ve Enformasyon Genel Müdürlüğü‘ne ait olan gazetecilere sarı basın kartı verme yetkisi bir KHK ile Cumhurbaşkanlığı İletişim Bakanlığı’na devredildi.
1857 yılında Osmanlı tarafından Matbuat Müdürlüğü olarak kurulmuş olan, 1920’de Matbuat ve İstihbarat Müdüriyeti Umumiyesi‘ne dönüştürülen ve bugünkü adını 18 Haziran 1984 tarihinde alan bu genel müdürlük, gazetecilerin sarı basın kartı alabilmesi için bir dizi şart koşmaktaydı.
Tayyip’in iktidar olmasından bu yana zaten birçok gazeteci bu kartı almanın şartlarını yerine getiremiyordu. Sarı basın kartı alamayan gazeteciler çalışmalarını birçok mesleki ve sosyal haklardan yoksun olarak sürdürürken kanunen gizli olmayan veya idarece gizli yapılmasına gerek görülmeyen toplantıları, örneğin Tayyip ve şürekasının basın toplantılarını gazeteci olarak izleyemiyordu.
Kendilerine yurt dışındaki olayları izleyebilmek, röportaj yapabilmek için gerekli olan gri pasaport da verilmiyordu.
Buna karşılık, Başbakanlık açıklamasına göre 2015 yılı sonunda sarı basın kartı sahiplerinin sayısı 15.276’yı bulmaktaydı. Bunların ne kadarı gerçekten gazeteciydi, bilmek mümkün değildi. Türkiye’de gerçekten bu mesleği icra ettiği halde birçok muhalif gazeteci sarı basın kartından mahrum edilirken, örneğin Belçika’da meslekle uzaktan yakından ilgisi olmadığı halde sırf iktidarın alkışçılığını yapan bazı kişilere Büyükelçilik Basın Müşaviri tarafından sarı basın kartı verilmiş olması Türkçe medyada polemiklere yolaçmıştı.
Öyle görünüyor ki, sarı basın kartı verme yetkisinin Cumhurbaşkanlığı İletişim Bakanlığı’na devredilmesinden sonra Tayyip diktasına eleştirel bakan gazetecilerin bundan böyle sarı basın kartı alması ya da mevcut sarı basın kartını yenilemesi kolay olmayacak.
Oysa sarı basın kartı gazetecilik mesleğini seçmiş her kişi için bir “olmazsa olmaz”dır. Sadece Türkiye’de değil, tüm dünya ülkelerinde de böyledir.
Örneğin Avrupa Birliği’nin merkezi olan Belçika’da tüm gazetecilerin, siyasal görüşleri ne olursa olsun, bu mesleği fiilen icra ettiklerini ispatladıkları takdirde basın kartı almalarına hiçbir engel yok… Eğer Belçika medyasında çalışıyorlarsa Belçika Gazeteciler Cemiyeti (AGJPB)‘nin, yabancı medyaya servis yapıyorsa Uluslararası Basın Derneği (API)‘nin üyesi olarak basın kartı alma hakkı vardır.
Ayrıca, Türkiye Gazeteciler Sendikası’nın üye olduğu Uluslararası Gazeteciler Federasyonu (FIJ) de üyesi örgütlere kayıtlı gazetecilere tüm ülkelerde özgürce mesleki faaliyet yürütebilmeleri için uluslararası basın kartı verir.
Avrupa Birliği veya NATO gibi uluslararası örgütlerde dahi gazetecilere serbest giriş kartı alma konusunda Türkiye’deki gibi siyasal görüşlerinden ötürü engeller çıkartılmaz.
Ben 1952 yılında gazeteciliğe başlamış, 1953 yılında da Menderes iktidarına karşı İzmir’in tek muhalif gazetesi olan Sabah Postası‘nın kadrosunda yer almıştım.
Hiçbir istemde bulunmadığım halde gazete yönetimi özellikle haber dalında daha etkin olabilmem için Basın Yayın Genel Müdürlüğü’nden benim için de sarı basın kartı istemişti. Kart geldiği gün artık ben de resmen gazeteciydim.
Ama sadece gazeteci değil, aynızamanda çalışan gazetecilerin sosyal haklarını savunmak üzere 1953’te yeni kurulan İzmir Gazeteciler Sendikası‘nın da üyesi olmuştum. Aynı yıl basın özgürlüğünü savunmak üzere kurulmuş olan İzmir Gazeteciler Cemiyeti‘nin de aktif üyeleri arasında yer almıştım.
1953’ün üzerinden tam 65 yıl geçti. 1962 yılına kadar İzmir basınında çalışırken bu iki meslek örgütünün yönetiminde de bulunduktan sonra 1963 yılından itibaren ardarda İstanbul’un Gece Postası ve Akşam gibi en eski iki gazetesinde de yayın yönetmenliğini üstlendim. Artık hem İstanbul Gazeteciler Sendikası‘nın hem de İstanbul Gazeteciler Cemiyeti‘nin aktif üyesiydim.
Tüm bu süreçte, yeni kurulan Türkiye İşçi Partisi‘nin militanı olmama, hatta 1964’teki 1. büyük kongrede Merkezi Yürütme Kurulu üyeliğıne seçilmiş bulunmama rağmen sarı basın kartı taşımam konusunda hiçbir engelle karşılaşmadım.
Daha sonra 1971 yılına kadar beş yıl süreyle sosyalist Ant Dergisi‘ni yönettiğim halde de sarı basın kartı konusunda Basın Yayın Genel Müdürlüğü tarafından hiçbir engel çıkartılmadı.
Bu tavır tabii ki iktidarda bulunan Demirel liderliğindeki AP’nin basın özgürlüğüne saygılı olmasından kaynaklanmıyordu. Türkiye’deki gazetecilerin 1953’ten itibaren özellikle sendikalar ve cemiyetler bünyesinde gittikçe güçlenen örgütsel mücadelesinden kaynaklanıyordu.
Anımsayalım… Bu sendikal mücadele sayesindedir ki, Bâbıâli patronlarının tüm engelleme çabalarına karşın çalışan gazetecilere daha geniş sosyal haklar tanıyan 212 sayılı kanun uygulamaya konacak, benim de çalışanların temsilcisi olarak katıldığım asgari ücret komisyonunda gazeteci ücretleri neredeyse üç misline çıkartılacaktı.
O dönemde İstanbul, Ankara, İzmir gibi metropollerin dışında diğer büyük kentlerdeki gazeteci sendikalarını da bir çatı altında toplayan Türkiye Gazeteciler Sendikaları Federasyonu (TGSF) da kurulmuştu. Benim de yönetiminde bulunduğum TGSF, sadece gazetecilerin sosyal hakları konusunda mücadele vermekle yetinmiyor, aynı zamanda düşünce ve örgütlenme özgürlüğünün başında bir demoklesin kılıcı gibi duran Türk Ceza Kanunu’nun 141 ve 142. maddelerinin kaldırılması için Türkiye İşçi Partisi‘nin açtığı kampanyayı destekliyordu.
Türkiye gazetecilerinin özgürlük ve sosyal haklar mücadelesinin enternasyonal bir boyuta ulaşması da o günlere rastlar. TGSF Türkiye’de çalışan gazetecilerin üst örgütü olarak 1964’te merkezi Brüksel’de bulunanUluslararası Gazeteciler Federasyonu (FIJ)‘e katılarak beş kıtada verilen mücadelenin önemli bir müfrezesi olmuştu.
Bu hızlı gelişmeye vurulan ilk büyük darbe hiç kuşkusuz 12 Mart 1971’de askeri cuntanın parlamentoyu feshetmeksizin yönetime elkoyması olacaktı. İkinci darbe parlamentoyu da fesheden 12 Eylül 1980 darbesiyle gelecekti.
O tarihlere kadar sivil savcılar ve mahkemeler eliyle basına uygulanan baskılar bu darbelerden sonra askeri savcılar ve yargıçlar eliyle tam bir engizisyona dönüştürülecek, buna paralel olarak da medya dışı sermaye gruplarının büyük gazetelere elkoymasıyla gazeteciler sendikasının işyerlerindeki temsiliyeti giderek sıfırlanacak ve kelimenin tam anlamıyla bir “taşeron gazetecilik” dönemi açılacaktı.
Bu sürecin hızlanıp güçlenmesinde bir başka “demokrasi havarisi” olan Turgut Özal’ın ve onun çevresinde pervane gibi dönen tanınmış bazı gazetecilerin oynadıkları rol unutulur gibi değil…
Özal’ı izleyen Demirel, Çiller, Yılmaz, Ecevit hükümetlerinin ve de 16 yıldır ülkeyi bir Türk-İslam tahakkümü altına sokan Erdoğan iktidarının Türkiye medyasını nereden nereye getirdikleri yaşı müsait olan herkesin malumu…
Sınırsız Gazeteciler (RSF)‘nin verilerine göre halen hapiste bulunan 150’ye yakın gazetecisi, nerdeyse tamamı devletin kontrolü altına alınan basılı ve görsel medyasıyla 180 ülke arasında Türkiye basın özgürlüğüne saygı açısından 157. sıraya düşmüş durumda.
Özellikle olağanüstü hal uygulaması başladığından beri birçok seçkin gazeteci Türkiye’de gazetecilik yapma olanağını tamamen yitirdiğinden ve hattâ her an demir parmaklıklar arkasına atılma tehlikesiyle karşı karşıya bulunduğundan ülkeyi terkederek yurt dışında kurulan haber siteleriyle ve televizyonlarla sesini duyurmaya çalışıyor…
Hal böyleyken yıllardır keyfi şekilde dağıtılan sarı basın kartlarını verme yetkisinin bundan böyle Tayyip’in sarayındaki bir kapı kuluna tanınmış olması neyi değiştirir?
Türk sarı basın kartı zaten yıllardır özgür basına özgü bir meslek belgesi olmaktan çıkmıştı.
Bu yeni değişiklikten sonra belki adını da değiştirmek gerekir…
Evet, sarı basın kartı değil, sarı “basın”ın kartı!