Dışarı Çıkarken Belli ki Söz Vermiş…
1960’larda içimizde Erdal Gökyüzü adlı bir polis ajanı vardı. Müthiş bir komünist marşlar repertuvarına sahipti. Örneğin “Anamız amele sınıfıdır” diye başlayan Avusturya İşçi Marşını ondan öğrendiğimizi hatırlıyorum. Bazen durduk yere, “eve gideyim de anti-Duhring’imi okuyayım” derdi. Bu davranışlarında bir yapaylık vardı ama başlangıçta hiçbirimiz kuşkulanmamıştık ondan. 1968 yazındaki Amerikan binalarına bizim “Tet” saldırılarımızda en gizli gruplarımıza katmamız, ondan kuşkulanmadığımızın en açık delili. Nitekim bu yüzden Kavaklıdere’deki Amerikan Yardım Teşkilatı binasını taşlamaya gittiğimizde az kalsın yakayı ele veriyorduk. Gizlice örgütlenmiş gruplardan birinin başı Erdal Gökyüzü’ydü.
Fakat çok uzun olmayan bir süreç içinde açığa çıktı. Şimdi nasıl, hangi olayla açığa çıktığını hatırlamıyorum ama Erdal’ın polisliği gözümüzde kesinleşmiş gibi bir şeydi. Buna rağmen aramızdan bir arkadaş onun polisliğine bir türlü inanmak istemiyordu. Erdal, polisliğinin ortaya çıktığını anlayınca devrimci gençlik çevrelerinde görünmez olmuştu. Erdal’ın polis olduğuna inanmayan arkadaş bir gün yolda ona rastlamış. “Yahu Erdal, senin için polis diye bir söylenti çıkmış, hiç olacak şey mi demiş” Erdal’a, biraz da teselli etmek isteyen bir havada. Erdal gülmüş, elini arka cebine atıp bir polis kimliği çıkartmış ve “ne sandın ya” demiş, “tabii ki polisim.” Daha sonra zamanın başbakanı Süleyman Demirel’in korumalığına tayin edildiğini duymuştum. Pek isabetli bir tayin değil. Siyasi masada danışman olarak görevlendirselerdi epeyce yararlı olurdu.
Bu olayı şimdi neden hatırladım durup dururken… Geçen gün Doğu Perinçek’in HSYK seçimlerinde, kazanan hükümet yanlısı grupla ilgili yorumunu okudum da. AKP’li grubu “pırıl pırıl cumhuriyet yargıçları” diye övüyor, HSYK seçimlerini “paraleller”e karşı “kazandıklarından” söz ediyordu. Evet evet, kazanan grubu o kadar benimsemişti ki, yer yer bu tür ifadeler bile kullanıyordu.
Şimdi, Doğu Perinçek dışarı çıkmadan önce AKP önde gelenleriyle anlaştı, onlara bundan sonra her kritik konuda kendilerini destekleyecekleri sözü verdi desem, onun bazı taraftarları, hatta taraftarı olmayan bazı dürüst insanlar da, bana “iftira atıyorsun”, “ispatla”, “belge göster” diyeceklerdir. Fakat ne yazık ki, bu işlerin belgesi olmuyor pek. İster istemez belirtilerden yola çıkmak zorundayız. Erdal Gökyüzü’nün yaptığı gibi “ne sandındı ya” diyerek kendileri durumlarını açığa vururlarsa ne ala tabii. Erdal Gökyüzü’nü sadece örnek olsun diye verdim. Yoksa Doğu Perinçek’e polis demek aklımın köşesinden bile geçmez. Bugüne kadar bana sorulan “Doğu Perinçek MİT hesabına mı çalışıyordu?” sorusuna da hep bunun bir paranoya olduğu yanıtını vermiş, “Doğu Perinçek sadece kendi hesabına çalışır” demişimdir. Evet ama bu “kendi hesabına çalışma” aynı zamanda, gerektiği zaman karşıt güçlerle işbirliğini de kapsamaz mı? Sonuç olarak, üzülerek Doğu Perinçek’in AKP’nin işbirlikçisi olduğunu ileri sürmek zorundayım. Ama burada hassas bir nokta var. Doğu Perinçek siyasi bakımdan AKP ile bir ittifaka karar verdi de bunu uyguluyor değil. Bu var elbette ama bence daha ileri bir durum söz konusu: Doğu Perinçek, dışarı çıkmadan önce, Fetullahçı kesim tarafından fena halde köşeye sıkıştırılmış olan AKP iktidarının yetkilileriyle temas kurdu ve onlara bundan sonra onları destekleyeceği sözü verdi. Eğer Doğu Perinçek’i biraz olsun tanımışsam bunu rahatlıkla yapabilecek bir yapıda olduğunu düşünüyorum. Öte yandan, son HSYK olayı da dâhil bütün belirtiler bunu neredeyse kesine yakın bir netlikle ortaya koyuyor. Hiçbir siyasi güç, açık bir anlaşma olmadan tam zıddında yer alıyormuş gibi görünen, en azından taraftarlarının öyle olduğunu sandığı bir siyasi gücü bu kadar fütursuzca aklayamaz.
Doğu Perinçek’in “siyasi manevra” adına yapmayacağı şey yoktur, söz vermek de dâhil. Buna geçmişten bir örnek vermek istiyorum. 12 Eylül yargılamaları sırasında, libero-faşist Aydın Yalçın’la temasa geçmiş ve ona ne sözler vermişlerdi. Havariler’den aktarıyorum:
“İçeridekilerin teslimiyetçi çizgisi, cuntaya yaltaklanmakla da kalmıyordu. Avukatlar aracılığıyla, Forum dergisinin yönetmeni Aydın Yalçın’la yapılan mesaj teatisi, onların nerelere vardıklarını net bir şekilde gösteriyordu. Dava avukatlarından Nusret Senem’in aktardığına göre, içeridekiler, liberal kapitalizmin şampiyonu, cunta destekçisi Aydın Yalçın’a, ‘o bildiği Marksistlerden’ olmadıklarını kanıtlama sevdasına düşmüşlerdi. Kendine, sınıf davasını benimseyen Marksistleri ideolojik planda teslim alma misyonunu biçmiş Aydın Yalçın’a yollanan mesaj, aşağı yukarı şu mealdeydi: Biz, diğer Marksistlerden farklıyız. Sınıf mücadelesinden değil, ülkedeki bütün sınıfların işbirliğinden yanayız. Amacımız, ‘proletarya diktatörlüğü’ kurmak değil, liberal demokrasinin kurulmasına yardımcı olmaktır… Nusret Senem’in, kendisine aktardığı bu mesaj, Aydın Yalçın’ı fazlasıyla memnun etmiş olmalı ki, cevaben, bunları duymaktan sevindiğini belirtiyor, ancak teslimiyeti daha ileri boyutlara götürmek için, muhataplarını, ‘beyaz bayraklarını’ daha yukarı kaldırmaya ve ‘Marksizm’ gibi ‘anakronik’ bir ideolojiden açıkça vazgeçtiklerini ilân etmeye davet ediyordu. Aydın Yalçın, bu ileri hamleye girişmekte haklıydı, çünkü içeridekilerin, Aydın Yalçın’a gönderdikleri mesajlar, ‘dönemsel bir taktik’in bile ötesine geçerek, Marksist doktrinin temellerini reddiyeyi, dahası egemenlerin önünde diz çökmeyi ifade ediyordu. ‘Dışarıdaki önderliği’, ‘sosyalizmin sorunlarını’ tartışmaya açtıkları için ‘liberallik’le suçlayanların, ‘otoriter-liberal’ bir burjuva yazarının önündeki bu utanç verici diz çöküşü, onların ‘liberalizme’ karşıtlıklarının su katılmamış bir yalan olduğunu ortaya koymaktaydı. Nusret Senem’in aktardıklarını dinlediğim zaman, bu iğrenç pazarlık ve utanç verici boyun eğiş karşısında büyük bir öfkeye kapıldığımı ve bunu Nusret Senem’e ifade ettiğimi çok iyi hatırlıyorum.” (Havariler, İletişim, s. 504)
Bir iğrenç pazarlığın da 17 Aralık’tan sonra yaşandığı kanısındayım. AKP iktidarı zor duruma düşmüştü ve Fetullahçılara karşı ulusalcı kesimle el altından ittifak arayışına girmişti. Bu arayışa net bir cevap Aydınlık hareketinden geldi. Aydınlık ve İP, “ortak düşman”a karşı ittifak önerisini kabul etti. Bu tarihten itibaren Aydınlık gazetesinin dış politika servisinin yazarları alttan alta Tayyip Erdoğan’ın “Avrasyacı” olduğu, Çin ve Rusya ile ittifaktan yana hareket ettiği, Çin’den füze almaya çalışmasının batıya kafa tuttuğunun göstergesi olduğu fikrini işlediler.
Doğu Perinçek, daha dışarı çıkmadan, Tayyip Erdoğan’ın “inlerine gireceğiz” söylemini yankıladı ve eğer Fetullahçıların inine girilecekse bunu destekleyeceklerini yazdı. Dışarı çıktıktan sonra, Aydınlık yazarlarıyla yaptığı bir toplantıda AKP ile işbirliği yapacaklarını açık açık belirtti.
Daha tipik olanı ise, Aydınlık gazetesinin, Cumhuriyet gazetesini ve CHP yönetimini “Fetullahçı” olduğu gerekçesiyle hedef alması ve bu konuda şiddetli bir kampanya yürütmesiydi.
Belediye seçimlerindeki “sekter” tutumun ardında da AKP’ye destek vermek vardı. Gerçi CHP’yi bölen İP oylarının AKP’yi ihya ettiğini sanmıyorum ama örneğin Ankara ve İstanbul gibi yerlerde çok az oy farkı olsaydı bu tutum AKP’ye bir hayat öpücüğü anlamına gelebilirdi.
Kobani ile ilgili son tezkere olayında TSK’nın “şerhlerinin” kabul edildiği gerekçesiyle, “anti-emperyalizm”lerinden bile vazgeçtiler. Türkiye topraklarını yabancı askeri birliklere açan ve Suriye hükümetini devirme amacı olan tezkereyi desteklediler. Davutoğlu’nun, Esat’ı düşürme hedefini de kapsayan “kara harekâtı” demecini hiçbir eleştiri yapmadan aktardılar. Yani anlayacağınız, AKP ile ittifak uğruna Esat’ı bile satmaya hazırlardı.
HSYK seçimlerinde AKP’nin desteklenmesi ise bütün bunların üzerine tüy dikti.
AKP diktatörlüğü döneminde baskıya uğradığı için bu hareketi destekleyen çok sayıda taraftarının şimdi bu hareketten ve liderinden büyük bir hayal kırıklığı yaşadığı kesindir.
Bence Doğu Perinçek, arka cebinden “AKP ile anlaşma sözleşmesini” çıkarıp “ne sandıydınız ya” diye gözlerine dayamadan onu AKP’nin yanında bırakıp ayrılsalar en iyisini yapmış olurlar.
Gün Zileli
17 Ekim 2014
Şunu yapma artık be abi. Evet insanlar butun hayatları boyunca inandıkları şeyi hem kendine hemde başkalarına kanıtlamaya çalışır dururlar. Hayatın çelişkisi içinde kendi pratiğini yanlışlayan bir halle karşılaşıncada bunla bir kavga ve çabaya girer.bu hepimiz için aynıdır. Sizi senelerdir takip ederim beş altı kitabınızıda okudum e gunluk yazılarınızada bakıyorum. Sizi sizin kadar tanıyorum. Hoşgörünüzü bilirim ne denli demokrat ve entellektüel olduğunuzuda bilirim . Fakat şu doğu Perinçek alerjisinden vazgeçin. Politikarını sert eleştirin ama şu geri sol lisan ben en çok size yakıştırmıyorum en çok ama işbirlikçi vs…Ya bi ara hayalimdi şu delikanlıları barıştırsak ne güzel olur diye ama sen sürekli suçlama ve ol güya dayanmayan siyasi strateji ve soylemler üzerinden bi ton laf. Bugün doğuya ajan dememekle beraber buna ramak kalmış yazın. Mesela benim doğu Perinçek eleştirilerimin odağında şu vardır. Doğu abinin siyasetinde duyguları çok belirleyici olur partiyi yönetirken duyguları bilimselliğinin önüne geçer ve itaat edilmediği anlarda ihanete uğruyormuş gibi yıkılır ve sözünü sakınmaz.bunları yaz çiz söyle en çok sen söyle. Senin hakkın var. Hatta sen partiyi bırakıp gitmeseydin o bugün bunları yenmiş olurdu birbirinizin öğretmeni olurdunuz kanımca. Vallaha o kadar senedir solu izlerim iki şey öğrendim dinle mücadele ve emperyalizmin tuzaklarına uyanık politikayı geliştirmek noktasında ne derece başarılısın. Onun dışında o bununla ittifak yapmış oburu az solculuk yapmış burjuva zaafı göstermiş umrumda değil bunlar zaman olduren safsatalar o iki yerde sağlam duruyor musun durmuyor musun. Otobuste yazdım iniyorum sağlıcakla. Umarım ukalalık etmemişimdir çunku geri donup yazdığıma bakacak vaktim yok. Mevsimleri okumadım bu hafta bakacağım eleştirimi yollarım. Serkan b.
Teşekkürler eleştirilerin için ama şuna inanmanı isterim ki, benim Doğu’yla hiçbir kişisel sorunum yok. Siyasi olarak da bir sorunum yok. Aynı şeyi diyelim ki TKP yapsaydı aynı sertlikte eleştirirdim. Ne yazık ki, Doğu’yla aynı hareketten geliyor olmam, senin işaret ettiğin gibi bir izlenim veriyor ama bu yanlış bir izlenim.
“Kobani ile ilgili son tezkere olayında TSK’nın “şerhlerinin” kabul edildiği gerekçesiyle, “anti-emperyalizm”lerinden bile vazgeçtiler.”
O “anti-emperyalizm”leriki asla tırnak dışında yazılmamalı.
Tezkere sonrası TV’de neler diyordu DP? Tezkereyi övüyor, üstüne söz veriyordu, Esad ile savaşılmayacak zaten, TSK’nın kendinden menkul azizliği dolayısıyla, “böyle bir şey imkansızdır”. Rahat olun, Kürtler’i temizleyip çıkıcaz diye Esad’a hayırhah bakan, ama Kürt düşmanı ulusolculara konuşuyordu aslında, güvenin tezkereye diyordu. Aslında bu garantiyi nasıl verebiliyordu? Bu onurlu TSK’nın değil, bizzat baş emperyalist ABD’nin pozisyonu nedeniyle garanti altındaydı aslında. ABD zaten Esad’ı geri plana çoktan çekmiş, gözleri IŞİD’in üstüne kilitlenmişti ve TR’nin ABD’nin dikine Esad’la savaşması zaten söz konusu olamazdı. TR’nin bütün arzusuna rağmen, patron ABD’ye açıkça ters bir girişimi olamazdı, Kobane’yi rehin tutarak, Kobani’nin ve Rojava’nın düşmesini umarak ABD’yi kendi pozisyonuna çekme planı da feci şekilde suya düştü.
İşin özeti, Perinçekgil ulusalcı antikalar, hem ABD emperyalizmine kafa tutamaz (Cumhuriyet tarihinin kendisi bunun kanıtıdır) hem de daha önemlisi aslında sadece kendi ulus-devletlerinin emperyalizmlerini savunurlar.
İşte bu, sözde ABD emperyalizmine karşı çıkıyor gibi yaparak kendi ulusal çıkarını savunma eğilimlerine karşı, 2000 başlarında “Emperyalizmi yıkmaya, kendi ulusundan başla” diye bir slogan tutturmaya çalışmıştık. Ne yazık ki bu bile yanlış anlaşılıyor “ABD emperyalizmine karşı mücadeleye Türkiye’den başla” gibi algılanıyordu. Biz ise, doğrudan Türkiye emperyalizmini kast ediyorduk.
http://gercekgazetesi.net/karsi-manset/hsykda-akp-kazandi-perincek-zafer-cigliklari-atiyor
Gün ağabey,
Belediye seçimleri konusunda çok feci bir yanlışınız var. İP, adaylar kesinleşene kadar sürekli “CHP-MHP-İP güçbirliği” fikrini savundu ve CHP ile MHP’ye sürekli bunu telkin etti (17 Aralık’tan önce de sonra da aynı şeyi bas bas bağırarak savundular. Aydınlık’ın o dönemdeki haber ve yazılarını inceleyin). Eğer AKP yandaşı olsalardı AKP’yi izole etmeye yönelik bu geniş-cephe önerisini savunurlar mıydı? Burada asıl sekterlik yapanlar CHP ve MHP yöneticileridir.
Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde de İP; CHP ile MHP tabanının ve daha fazlasının da oy verebileceği, cumhuriyetçi, laik ve bağımsızlıkçı bir aday bulunabilmesi için aylarca kamuoyu oluşturdu ve bu partilerle sürekli görüştü. “AKP’yi savunan” bir parti niçin böyle bir şeye girişsin? Tam tersine CHP ile MHP, İP’nin önerisini reddedip Ekmeleddin’i aday göstererek göz göre göre AKP’nin ekmeğine yağ sürdüler. Ortada duran bu koskocaman olgular, Fethullahçı medya kuruluşlarının sürekli pompaladığı “AKP-İP işbirlikçiliği” teziyle çelişmiyor mu?
Aydınlık gazetesini sürekli okurum ve tezkerenin yabancı askerlerin ülkemize herhangi bir şekilde girişine imkan verildiği bölümüne özellikle itiraz edildiğini çok net hatırlıyorum ki zaten bu habere kolayca ulaşılabiliyor. İşçi Partisi cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Erdoğan’a oy yok diyerek kampanya yürüttü ki Perinçek o sırada bilindiği üzere hapisten çıkmıştı.Madem Perinçek mit ajanı yahut polis değil, zamanında bilmem kim vardı, işte adam polisti demenin ne manası var? Falan dedi ki o da bilmemkime demiş de…. Yazınızın özeti bu. Haliyle sizin Perinçek ile kişisel bir probleminiz var ve adama nasıl sataşacağınızı şaşırmış imajı çizdiğinizi söylemek yanlış olmaz.
Aynı şeyi TKP yapsaydı aynı sertlikle eleştiremezdin Gün Zileli. Kandırma gençleri. TKP gibi gerçek stalinistlere siper yoldaşı diye kıyak geçerdin. Kaç tane yazın var böyle. Sanki hiç tanımıyoruz seni.. Adamlar geçen sene 29 ekimi merkezi mitingle Kadıköy’de kutlarken sen “TKP ulusalcı değildir” başlıklı saçma sapan yazılar döşedin buraya.
Çünkü Aydınlık hareketinden gelmekle TKP gibi gerçek, orijinal stalinist kökenli bir hareketten gelmek arasında dağlar kadar fark var. Otuz seneni Doğu’nun yanında değil de gerçek bir stalinist partide geçirseydin, emin ol, Birleşik Muhalefet Hareketinin %99’unu oluşturan Türk tipi stalinistlerden tiksinirdin bugün.
http://www.yazilama.net/seks-iscileri-kimlerdir-ve-bazi-solcular-koleligi-neden-savunur/
kusura bakma ama arkadaşım, sana çok saf olduğunu söyleyeceğim. Reel politikadan hiç mi hiç anlamadığın belli. İP-CHP-MHP ittifakı politikası AKP’yi değil, CHP ve MHP’yi tecrit etmeyi hedefliyordu. Çünkü bu iki partinin ittifaka yanaşmayacağını çok iyi biliyorlardı. Bu politikayı savunduktan sonra onların tabanlarına dönüp, “bakın biz ittifak için ne kadar çalıştık ama yöneticileriniz bizi dinlemedi, bu yüzden bu iki partiye değil bize oy verin” diyeceklerdi ve zaten böyle yaptılar. Onlara verilen oylar ise (ne kadarsa artık) tabii ki, AKP’nin işine yarayacaktı. Olay bundan ibarettir.
ah arkadaşım ah sen de çok safsın. Tezkerenin o bölümüne itiraz etmeleri, tamamen kendi tabanlarını ikna etmek içindi. Bir tezkerenin herhangi bir maddesine karşıysan tamamına karşı çıkarsın. Ben şu maddesine karşıyım ama destekliyorum demezsin. Hileyi hurdayı görmüyor musun gerçekten?
Bu sitede TKP’yi de, DSİP’i de, başkalarını da eleştiren o kadar çok yazım var ki. Merak edersen açıp bakarsın. Ama her şeyi yerli yerine koymak gerekir. Yeri geldi, TKP ve DSİP hakkındaki yanlış ve haksız değerlendirmelere de karşı çıktım. Bu sitede Doğu Perinçek’e ve İP’e yapılmış haksız isnatlara karşı çıktığım çok sayıda yazım da vardır. Ergenekon yazıları kategorisine bakarsan göreceksin.
Perinçek’e “polis” deseydim doğrudan derdim., lafı hiç dolandırmazdım. Tam tersine bu yazıda Doğu’nun polis veya MİT olmadığını söylemiş oluyorum, bu konudaki yaygın isnatlara karşı. Erdal Gökyüzü olayını örnek vermemin sebebi, kör gözlerin gerçeği görmemek için ne kadar direndiğini anlatmaktır, başka bir şey değil.
Kusura bakmayın ama “İP hiç mi hiç MHP-CHP tabanını etkilemesin, hatta İP komple kendini feshetsin” deseniz daha dürüst olacaksınız. Siz istiyorsunuz ki CHP-MHP yöneticileri F-cemaatiyle birlikte sürekli kendi aralarında top çevirsinler. Bu politikanın başarısızlığını 30 Mart’ta ve 10 Ağustos’ta görmedik mi? Yenilmeye doymadınız mı? F-cemaatine yedeklenmenin AKP’yi bir milimetre bile geriletemeyeceğini niçin anlayamıyorsunuz?
Esas G.zileli saf. Bunlarin Akp yle itifak edecek Kadar Güclü oldugunu demenize perincekcileri bayram ettirir..
Gün Zileli saftrik olmayi biraksin bu cirkeflerden uzak Dursun.. Onlarla ugrasirken kendiside batiyor..
Liberelar bunlarin yaninda kahraman kalir..hic olmazsa onlar tekdir.. örgüt degildir..
DP ayrıntı içinde önemsiz bir ayrıntı olacaktır…
Hayat’ın ana damarlarına bakarak başlangıç yapılabilir….
Ben mevzuyu böyle görüyorum….
****
Türkler kimin umuru! Kürtler de kimin umuru!
Ama zulmün, açlığın, korkunun, ölümün, zorba diktatörlerin önünde titreyen tek bir insanı dahi umursamayan, “insanlığını” yitirmiştir.
*
Tarih, arkasında toz-toprak altında kalan yıkıntılar içinde yüz yıllar sonra bulunmuş “bir zamanların” kaybolmuş “uygarlıklarını” da anlatır. Yaşanılan sürecin kesintisiz sürmesi halinde, RTC’nin de bu “büyük hikayede” yerini “yitikler” arasında yer alması olasıdır. Hatta yakın olasılık budur; aksi olması için “mucizelere” ihtiyaç vardır!
“Bilge”, tarafsız ve soğukkanlı bir tarihçi bakışıyla bu “sonuç”, kuşkusuz ki “hak edilmiş” bir son olarak yargılanacaktır!
Kuşkusuz ki, tüm devletler zor’a dayalıdır. Bizzat devlet olarak örgütlenmiş terör, cinayet, komplo başarıya ulaştığında ideoloji ile birlikte bir yönetim örgütü meydana getirir; kendine ad bulması kolaydır! XYZ Devleti. Kendine, ilginç masallarla gerekçelenmiş renk-şekillerle bir “afilli” bayrak da çiziktirir; “racon” budur! Kuşkusuz ki önceki zorba akrabaların da masum insanların mallarını yağmalarken işledikleri cinayetlerin kan gölleri ve ailesini korumaya çalışan babanın boynuna inecek kılıç da kutsal simgeler olmak zorundadır; “ben de o yağmacılar soyundanım, bilesiniz ha!” Bu sırada o kan gölüne yansıyan ışığın halleri, mevzuya bir “Tinsellik” katar ki; cuk oturur! Katledilmiş on binlerce masum insanın bir zamanlar güle oynaya yaşadıkları topraklar böylece yağmacıların hak edilmiş, “vaad edilmiş” toprakları oluverir; hiç bir kati sürüsü kendini bu denli kolayca aklamamıştır! Ama tarih budur; yağmacıların fethettikleri topraklarda tarih böyle yazılır; “bu böyle yazıla, böyle biline!” Böyle biliyoruz!
Aşağılayarak, kişiliksizleştirerek, “akıl dışı” da olsa kendine inanılır saygı uyandıracak masallar, hurafeler, sahte kahramanlar uyduran bu Devlet organizasyonu, insanların kendi gönülleriyle de emeklerini sömürteceği, uğrunda ölüp-öldüreceği “ideoloji” denilen, köleci tarih kütüphanesinden torbasına istiflenmiş “kutsal” laflar yığınından avuç, avuç çıkarıp, “tebaasının” önüne atacaktır! “Yemezseniz gebertirim!”
*
Nereye kadar? İşte buraya kadar!
Salt zorbalıkla Devlet olma hali önceki “paradigmaya” ait! Çağdaş paradigma “zor ve ikna”, veya “Havuç ve Sopa” politikasıdır ki, buralarda hala salt sopa ile Devlet olacağı sanılıyor! RTC, orta çağ paradigması-salt zorbalık ile gideceğini sanıyor; belki bu süreci kendi sınırlı ömrüne sığdırsa bile-ki sanmıyorum!- bu mızrak bu çuvala sığamaz! Ve “Çuval” parçalanıyor… Lime lime olacak…
***
Artık ABD- RTE’nin getirdiği noktada bu bölgede “güç dağılımını” potansiyel olarak devletlerin dışında düşünmek gerekiyor. Etnik, dinsel, mezhepsel farklılıklar, kamplaşmalar temelinde; Türkler, Kürtler, Sünni ve Şii’ler (ve onlara yakın mezheplerle ittifaklar arasında)
*
Çağımız insan hayatına ait temel gereksinimlerle ilgisi olmayan bu “tarihsel” ayrılıklara dayalı savaşlar, bölge halklarının “moderniteyi” yok saymaları ile kendi içinde bir “hak-meşruiyet” iddiası taşıyabiliyor. Köleci toplumlar ahlakını aşamamış halklar bu meşruiyet” içinde yaşıyor. Dönemin salt zorbalığa dayalı hükmetme geleneği üzerinden yol almayı deniyorlar; hala “böyle olur” sanıyorlar! Son iki yüz yıldan haberleri yok!
Çağdışı “ruhlarını”, “ötekileri”, “çağı” öldürerek-yok ederek “normalleştireceklerini” düşünüyorlar! Sergiledikleri vahşetle, kadınlara, “düşmanlarına” yaptıkları zulmün, utanmalarına gerek kalmayacağı bir dünyayı olduracaklarına inanıyorlar. Kendi “ruhları” ile bir “tinsel” zorbalık ve korku iktidarına boyun eğmiş olanlar, boyun eğmeyenlere “fiziksel ve gösterisel” bu vahşet gösterileri ile zafer kazanacaklarını sanıyorlar.
“Şehit” olmak istiyorlar; bu dünyada yerlerinin kalmadığını biliyorlar; şanslarının olmadığını! Bu yüzden öncelikle “şehit” olmak istiyorlar; “yokolurken” arkalarında anılmaya değer bir şey bırakabileceklerinin dışında ümitleri olmadığı için, inançlarının gücünün artık daha çok öldürmek ve daha çok ölmekle ölçülebilir olduğunun farkındalar!
*
1071 de geldik buralara! Burası Rum’ların, Ermenilerin, Kürtlerin vatanıydı! Son yüz yılda Ermeni ve Rum’ları temizledik! Kürtleri halledemedik! Alevileri sindirdik; Hıristiyanları döndürdük! Şimdi şu hale bak!
Bu bakış açısını tanıyoruz; ne tuhaf ki, bu vahşi devletçilik-iktidar politikaları ile bu coğrafyada gelinen “kaosu” yaratanlar; bu sonucun gerçek sorumluları, 100 yıl önce kaldıkları yerden yeniden başlayabileceklerini sanıyorlar.
Paradigmanın değiştiğini inkar ediyorlar; hala yüzleşmiyorlar; böyle yaptıkları için böyle oldu! Önce Ermeni Halkına, sonra Rum’lara “etnik temizlik” uyguladıkları için; sonra Kürtleri ağaların, şeyhlerin, jandarma başçavuşlarının hukukuna terk ettikleri için, sonra demokrat-aydın-sosyalistleri yok ettikleri için… Biliniz bakalım; meydan kime kaldı?
Bu “ulusalcıların” son yüz yıllık yolculukları bu denli ortadayken, nasıl oluyor da, şimdi bir zaman gemisi ile 100 yıl önceye yolcu topluyorlar; yapılan yolculuk ve gelinen durak böylesine acıklı iken!
*
Etnisite ve mezhep üzerinden politika üreten ABD ve işbirlikçi yerel zorbalara karşı tek seçeneğin etnisite ve mezhep üstü, Laik bir Demokratik Anadolu Cumhuriyeti olduğunun anlaşılması geciktikçe, “mucize” de imkansız hale gelecektir!
*
ABD bu coğrafyada kontrol edemeyeceği etkin, güçlü bir devlet-yapıyı örgütleyemediği koşullarda yalnızca Kaos’tan yana politika üretecektir. Bu kaostan bıkan bölge halkı sonunda yorulmuş, yılmış, “ne olursa olsun” bir barış arayacaktır. Bu elbette bir “Roma Barışı” şeklinde gerçekleşecektir! Bu “Pax Romana” öncesi savunmada bulunan Kürt ulusal haklarını tanımış bir Türkiyeli Demokrat, Laik, Aydınlanmacıların ittifakı ile birlikte yine saldırı altındaki Şii-alevi toplulukların birlikteliği, burada kısa ve orta vadede daha umutlu bir ülkeyi var edebilir… Başka bir yolu var mı?
Yıllardır AKP hükümetinin dört koldan saldırdığı ve saldırmaya devam ettiği Aydınlıkçıları AKP işbirliği ile suçlamak için sağlam birşeylerin olması gerekir. İlla bir belgeden bahsetmiyorum, gelişmelerden bahsediyorum. Fol yok yumurta yok. Bir kimse sizin bu iddialarınıza dayanarak Aydınlık hareketini suçlayabiliyorsa o kişi bilimsel düşünemiyor demektir. Bilimsel düşünemeyen kişiden de bilimsel sosyalist olamayacağı açıktır. Bilimsel olmayan Sol da ancak emperyalizmin sol şeyi olabilir.
Taaa en bastaki yorumcu arkadasa hic katilmadigimi belirtmek isterim. Ip ve Perincek hakkinda G. Zileli’nin yazi yazmasi takinti falan degil, son derece dogal bir haktir. Mesela Gun’ un yukardaki yazisini ben yazamazdim, cunku Perinceki ondan daha iyi tanimiyorum. Perinceki bu derece iyi taniyan birinin perincek ve aydinlik uzerine yazmasi kadar dogal bir sey olabilir mi? Ben tam aksine, Gun’un bu tur yazilarini cok daha fazla begeniyorum. Gun’un tum anilarini okumus biri olarak bunu soylemeden edemedim.
Farz edelim ki Perinçek 12 Eylül’de birileriyle anlaşıp cezaevinden “erken” çıktı. İyi ama aynı Perinçek daha sonraları Aydınlıkçılar tarihinin en ileri partisi olan Sosyalist Parti’yi kurmadı mı? Bu parti 12 Eylül ve Özal’ın karanlığını yırtıp atan 1989 bahar eylemlerine, 1991 Zonguldak madenci direnişine ve Kürt illerindeki serhıldan eylemlerine yekvücut olarak katılmadı mı?
Demem odur ki, Perinçek kiminle anlaşırsa anlaşsın, akan su doğru yatağını bulur. Hele ki İP ve TGB’nin 40 küsür yıllık Aydınlıkçılar tarihindeki en kitlesel aşamaya ulaştığı bu dönemde.
solun durumunu bu anekdottan baska ne aciklarki??????
Rivayet odur ki, bir hendeğe düşürülen filler günlerce siyah giymiş adamlarca sopadan geçirilir ve aç bırakılır. Sonra aynı adamlar bu kez beyaz giyer ve filleri “kurtararak” onlara yiyecek verir.
Filleri ehlileştirenler bu “beyaz” giysili adamlardır.
Bir halkı vahşice katlet, soykırımın eşiğine getir, sonra kendi beslediğin katil çetelerine karşı onlara “destek” ver. Yalnızca o halkın küçük burjuva milliyetçi önderliği değil, anlı şanlı komünistler, sosyalistler de emperyalist müdahaleye alkış tutacak hale gelecektir. 12 Eylüllerle, 28 Şubatlarla yapamadığını; emperyalizmden medet uman bir “sol” yaratmayı böyle başarabilirsin.
Emperyalizm sihirli formülü bulmuş: siyahları çıkarıp beyazları çekmek.
Doğu perincek bir Başarısızlık öyküsüdür.nokta
Yazıyı doğru okuyun. D.Perinçek 12 Eylül’de hapisten anlaşarak çıktı diye bir iddia yok.
Avusturya Isci Marsi “Hayat denilen kavgaya girdik” diye baslar. “Anamiz amele sinifidir” ucuncu ve son sekizligin baslangicinda yer alir.
gerine gerine okudum, biramı yudumlayarak sırtımı kaşıyarak falan.. eline sağlık abi, laf yerini bulmuş bence. bu adamlar büyük siyasetçiler olduğu için bizim gücümüz yetmiyor işin doğrusunu göstermeye. ama işte bilen tanıyan yazınca gayet de net görünüyor manzara.
bir de not düşeyim abi, memleketten mevsimler’i getirtmiştim aytekin yılmaz’ın kitabıyla beraber. onu okuyorum şimdi. sakın yazmayı bırakayım deme, kendine iyi bak, sağlığına falan dikkat et yani. ben yeni öğrendim geçen yaz adada bazı hadiseler olmuş onu gibi kavgaya falan da karışma:) selamlar-sevgiler
sağol Deli Gaffar arkadaşım. Hep deli kal:)
Çok doğru. Düzeltme için teşekkürler.
Marksizmden ayrılanlar hep aynı yolu izliyor.
Geçmişlerini ve devrimcileri aşağılamayı seçiyorlar.
Zileli,Marx’ı,Lenin’i,Mao’yu reddediyor.
Ve devrimci savaşımı da reddediyor.
Devletin en gerici odağını savunmanın teorisini yapmaktadır.
Bu anlayışın ve ruh halinin durup durup gericiliğe karşı en önde savaşan Perinçek ve arkadaşlarına saldırması aslında en gerici odağa el uzatma,göz kırpma eylemidir.
Zileli,MİT-le CİA ile bağlaşan PKK-ye karşı tavır alabiliyor mu?
AKP-MİT-CİA ile bağlaşan PKK ve kuyruğundakileri eleştirebiliyor mu?
Ama bol bol Stalin küfürnameleri yazabiliyor.
İşte en gerici odağa yapılan göz kırpma budur.
Zileli odasında oturmuş gazel okuyor.
Devrimciliği ve savaşımı bırakmıştır.
Havariler,Yarılma vb kitapları da Yalçın Küçük Hocamızın deyişiyle “itirafcıların itirafı”dır.
Zileli,itirafname ve küfür yazıları yazıyor.
Bıraktın.Tamam.Bari demokrat olarak kal.
dogu perincek , yalcin kucuk kim marx engels lenin kim , zileli anti stalinizm elestrileriyle aydinlikcilar ve kuyrukcu olmayan devrimci gruplari aynilastiriyor akli sira, aydinlik ve kucuk gibi lerini destekleyenlerde bu aynilastirmadan tersine kendilerine devrimci olma misyonu cikariyorlar, suni bir kodlama bu , zileli aydinliktan kalma aliskanlikla devrimci gruplari lumpen hard core olarak kodlama yi bu kez anti stalinizm le tazeliyor. ama perincekcilerin o gruplara yaklasimi nasilki su an. hala o sahte sol edebiyati degilmi??aydinlikciliktan kopmus guya ama serde o salon sosyalistlerinin militan gruplara tiksinerek bakmasi suruyor zileli de ..zorlamayin zileliyi gelip gelebilecegi en dogru yer burasidir. daha otesini kavramaz beyni..
6 nolu yorumcu arkadas tkp kadikoyde 1 mayis kutlarrken ulusalci oluyorda emep turk is le kutlayip militan gruplarla arasinda duvar örmekten bahsedip hemde hdk icinde olurken ne oluyor?????
Bu bölüm G. Zilelinin aydinlikcilarla hasret gidermesi icin.
Özlemisler birbirlerini.. Eskiden neymisler diye sohbet ediyorlar..
Bizler disarda kalalim..ayip olur…
PYD ye Amerikan yardimi…Kürt siyaseti açısından, girilen bu yol herhangi bir biçimde sürpriz değil. Ancak benzeri yolların her defasında “Türk sosyalizmi” tarafından aklanması artık gına getirdi. “Kürtçü Türk sosyalizmi” Kürt siyasetinin büyük güç oyunlarını hoşgörmekten çıkmış ve çoktandır gizli gizli keyif alma aşamasına geçmiştir.
Şimdi Kürt siyasetinin, kaderini emperyalizmle ortaklaştırmaya varacak adımlarını desteklemekle Kürt halkının katledilmesine karşı dayanışma ilişkisi kurmak arasında ayrım gözetme geregi uzerine dusunmek…….(birinden alinti kesin turk sosyal sovenistidir)
hakaret nedeniyle yayınlanmadı.
cooook buyuk kurt siyasi aklinin ilkesizligi emperyalizme karsi tavirsizligina karsi tc yanit vermis, amerikan silAH YARDIMI AMA KORIDOR BARZANIYE; DIKKAT EDIN DOVDUGUNUZ MAHALLE COCUGU DHKPC LILERE INDIRGIYOR SIZI GUVENDIGINIZ DAGLAR
psikologlar insanlara bir takim sekiller gosterip yorum isterler ve tani lara varirlar, bende zileliden psikolog olmama ragmen kendimde denedigim bi testi denemeye karar verdim, asagidaki isimlere verilen tepkiler:::: veysi sarisozen,teslim tore, engin erkiner,abdullah ocalan,emep in gnel komitesi, vs vs sana ne ifade ediyor zileli
turk solunu sirtimda tasimaktan biktim derken bu hakareti ederken apo sunlari kasdetmis olmali, pratikte tabanlari taraftarlari ve yetersizlikleri itibari ile belirli bir etnisitenin psikolojik tavrina dayanan, fasist ve turkun ayrimini yapamayan, bir turk halkinin varligindan bahsedilince, en ihtimamli lafi, evet onlarda var cok incitmemek lazimdan ote laf edemeyen, sokaktaki propagandistinin kafasinda turk kelimesi ile fasist kelimesi ozdeslesmis olan, her devrimcinin en temel gorevi olan bilinclendirme faaaliyetinden tek anladigi, kurt ulusal hareketine sempati yaratmaya calismak olan, trabzona gittiginde bile trabzonsporun otekilestirilmesinden dem vurarak sempati yaratmaya calisan bir kafaya , laf anlatmak, kurbagaya senfoni calmak demektir,,, soyle bi mlkp li arkadasim oldu; devyolun hakim oldugu yerlerde simdi fasistler var, demekki dev yol sovenissti hadi buyur bende bi askici yim iyimi:)))
umuyorumki soldaki yeni bilesim, bize katilmayan essektir tavrina girmez, can yucel siiri ile, fidelin ordusu(bundan nefret eder zileli) havanaya girdiginde bi komunist parti vardi , o komunist parti devrimci idiydi ve gerillaya kufretmezdiye gelen(aslinda oyle degildi) keske soyle bi yasal olusum olsa bizi sevmesine gerek yok, kendisini tek adres gostermeyen, hardcore dediklerine kufretmeyen onlardan katilim beklemeyen, uzerine dusunmeli, ama odp ve tkp ve zileli bu konuda net, biz mahallelerde kleslerimizle dolanacagiz, destek istemiyoruz, ama ilk isiniz bizi kinamak olmasin….
tam bagimsizlik vatan yurtseverlik vurgusu yapan her hareket kemalizm le suclaniyor, kurt ulusunun ayri devlet kurma hakkini kabul eden ama bunun varolan oligarsik devletin bagimli devletin yikilmasina bagli oldugunu bile gizli sosyal soven olarak suclayan insanlar latin amerika yurtseverligini nasil yorumlarlar, nikaragua da el salvadorda ki bir tarzda yurtseverlik ile ulusalcilik arasinda bir fark gorememek, dhkpc dediginiz orgutun yurtseverligi bu tarz bi yurt severliktir, neden onu ulusalcilikla esitlemek istiyorsunuz, ustelik sandinista gerillalarinin resimlerini pinvandlarindan silmeden:) biz neyse
ertugrul kurkcu dedimde , tarihe ve surece bunun kadar katkisi olan bir adam daha gormedim, teorik derinligi(ki bir ton yeni yetmenin bloglari bes basar) ama sloganci mahir cayan savunusu yapan ve ardili olan orgutlere karsi teorik bilimsel tavri ile hani mecliste 30 martta gullerle gelisi, ve apoya ahada mahiri bu gullerlen apoya teslim ediyorum deyisi, tv de kizildeyi soran sipikere karsi bilmem kac sinra aglayisi, seni hangi agaca asalim ertugrul , hangi agaca assak altinda zileli agit yakar, elimiz kolumuz tutulmus
bak zileli 68 lileri saflarina cagiran adamlar sana ikbal ve uluslarasi sohret vaadederler, ama olup olacagin , ertugrul kurkcu dur , akilli ol
Küfürlü yorumlar konmamaktadır.
http://www.odatv.com/n.php?n=tesekkurler-abd-2010141200
http://www.youtube.com/watch?v=49cE48EZss4 hadi gidek cayni basak zaten sol kamuyoyu arkamizda bunlar homofobik en onemlis STALINIST degilmi vurak kirak ayaklara basak once biz agliyak. emep ci arkadaslarin dedigi gibi ya halami var o orgut silinmesi supurulmesi gerekti halbuki,… tam bu surecte tamda bu surecte zileli de anti stalinist cepheden yazilar, linc tam olur, beyhudedir beyhude:) seref namus onur???ß t
bir halki dusmanina yalvartan hale getirirsen sana dusen koridor amerikan yardimi ve barzani semsiyesidir, olsun bisey olmaz, hadi gidek cayan mahallesinde dev sol cu dovek:)))
Halk Cephesi ile Kürt Ulusal Hareketi Arasındaki Çatışma
………
HDP Eşbaşkanı Tuncay Yılmaz çatışmada HDP’nin yaptıklarını, aşağıda okunabileceği gibi, ”sinir boşalması” olarak ifade etmiş. O zaman sormak isteriz: SYKP’den ve EMEP’ten arkadaşların sinirleri arkalarında Kürt ulusalcıları yokken niye boşalmıyordu? Arkalarında Kürt ulusalcıları olmasaydı bu ”sinir boşanması” yaşanır mıydı? Tuncay Yılmaz ”gaza geldik” veya ”oyuna geldik” deseydi daha anlaşılır olurdu.
Halk Cephesi’ne karşı kullanılan, derneğe vb molotof kokteyli atmak gibi, lumpence metotlar hiçbir sosyalist örgüte yakışmaz. Derneklere gelen sıradan insanların canını böyle hedef almaya ne denir, söz bulamıyoruz. Sorumlular kimse, onları seçip onlarla görüşmek gerekirdi. HDP, öncelikle kendisi adına yapılan bu canavarca saldırıların hesabını sormalıydı. Bu yöntemler milliyetçilere ve dincilere özgüdür. HDP’yi oluşturan görüşler, masum insanların hayatına kasteden bu eylemlerin vebalini boyunlarında taşıyorlar.
Kürt yurtseverlerinin bu süreçte Halk Cephesi’ne karşı kullandıkları ”ırkçı” sıfatını da şiddetle protesto ediyoruz. Halk Cephesi’ne ırkçı diyen, Öcalan’a biat etmeyi kabul etmeyen bütün Türkiye soluna ırkçı der.
Türkiye’de derneklere molotof kokteyli atmak, işyeri yakmak gibi zorbaca eylemleri yapmaya çok uygun bir lumpen kitle var. Kürt Ulusal Hareketinin bu tür eylemleri gelecekte bir politik araç olarak kullanmasından endişe ediyoruz. Bugün Halk Cephesi’ne yapılan, yarın güçlük çıkaran bütün sol gruplara yapılabilir. Hem de ırkçı ilan edilerek. Aynı şeyi Halk Cephesi için de söylüyoruz. Bu tür yöntemler devrimci mücadeleyi kirletmektedir. Mücadele araçlarımız ve metotlarımız mücadelemizin amacına ve özüne uygun olarak seçilmelidir.
Bu çatışmada en büyük sorumluluğun Kürt ulusalcılarına ait olduğuna inanıyoruz. Olay ani bir tepkiye hiç benzemiyor. Hatta Halk Cephesi’ne karşı tasarlanmış bir baskını andırıyor. Bu baskını Türkiye soluna müdahelenin bir parçası olarak görüyoruz. Kürt ulusalcılarının ”Türkiyelileşme” dedikleri şey, Türkiye solunu güç ve propaganda yoluyla ve bölme gibi yöntemleri de devreye sokarak denetimleri altına almaya dayanıyor. Öcalan daha Özal döneminde ”Bizimle anlaşırsanız Türkiye solunu da denetleriz” demişti.
Erdal Kara gibi iyi niyetli insanlar da, Kara’nın aşağıdaki yazısında da görüleceği gibi, Türkiye solunun Kürt ulusalcılarnın hizmetine girmesini büyük bir devrimci gelişme sanıyor.
AKP dışında bu çatışmanın tek kazanan tarafı Kürt ulusalcıları oldu. Çünkü onlar yaptıklarını, kitleye kolayca onaylattıracak şekilde bir bağ kurmuş durumdalar. Türkiye solu bu çatışmadan kaybetti.
Çatışma sonrasında bu çatışmanın asıl taraflarından biri olan Kürt ulusalcıları yerine ona bağlı davranan Türkiyeli sol örgütlerin sözcülerinin açıklamaları öne çıktı. Bunu da ”Türkiyelileşme” siyasetinin tezhürlerinden görüyoruz. .
Odak, 7 Ağustos 2014
pariste insanlarimizi kadinlarimizi oldurduler, siktiret hadi gidek cayan mahallesinde dev sol un sola koydugu siyaset yasagini kiralimki ozgurlessin ulke…
paris te yoldaslarimizi oldurduler … vahhhhh,saibe var vahhh acep mit mi vahhh…ay amaaaan surec var heval…. bos ver sen onu hadi gidek cayan mahallesinde dhkpc nin koydugu siyaset yasagini kirak ozgur olsun ulke hewwwaaaal_))))yasasin irkci dhkpc ye karsi devrimci dayanismaaaaaa ulkeyi boyle ozgurlesiterecizzzzzz
listeye apo yu ekledimmi bilmiyorum, onu kurt halki parcalayacak , zaman nedirki gunesin dogusu ve batisi, onu kurt halki parcalayacak eger sag ise , olu ise mezarina tukurecek eger kurt halki ona bir mezar musaade ederse…
herkes sunu tartisti onlar kaba saba feodal tiplerdir, kadin doverler, sovendirler ve hatta irkcidirlar, aydinliga uygulamadaklarini bunlara uygulamaya kalktilar, sovendirler sol cepheden atilmalidirlar, bu konuda mlkp emep i unutmamak gerek, cayan mahallesinde ne oldu.. asagidaki cevabi verenler bedelini odediler…..zileli anlar bunu eger anlamk isterse, yok anlamak istemezsee duran kalkan in odp ye anlattigi gibi anlatirlar adama, ve sen gider cephe nin homofobiklerini tartisirsin, asagidaki cevabi okudugum zaman cepheli dostlarima sunu soylemistim, kapsamli bir saldiriya hazirlikli olun:))
Abdullah Öcalan, İmralı Hapishanesi’nden geçen hafta yaptığı açıklamada, “Demokratik Cumhuriyet Kongresi”için devrimci harekete bir çağrı yaptı. Çağrıda, şöyle diyordu:
“Türkiye’de İslami demokratlar var, liberal demokratlar var ancak gerçekten çözüm için mücadele edip sonuç alacak olan Radikal Demokratlardır. Onların bu iradeyi ve örgütlülüğü açığa çıkarması gerekiyor. Radikal demokratların içinde işte DHKP-C ve diğer Türk Solundan gruplar var. Kendilerine parti ya da inisiyatif diyenler var. Tümünün bu Kongre’ye gelmesi gerekiyor.”(26 Haziran 2009, Aktüel Bakış)
Öcalan, çağrıda bulunduğu kongreye, “demokratik bir anayasa”oluşturma misyonu yüklüyor.
Öncelikle şunu belirtelim; çağrı yaptığı DHKP-C’nin ideolojisi, sınıflar mücadelesindeki yeri, “radikal demokratlar”olarak tanımlanacak bir yer değildir. DHKP-C, devrimci bir harekettir. Marksist-Leninisttir. Dolayısıyla, bir birlik zeminine çağrıldığında kuşku yok ki, bu sıfatlarıyla çağrılmalıdır.
Tanımlama sorunu, özellikle, devrimcilikle demokratlığın birbirine karıştırıldığı, demokratlığın bir çok durumda devrimcilik gibi gösterildiği, ama devrimci olma iddiasındaki çeşitli reformist kesimlerin de demokrat bile olamadığı bir kavram karmaşası içinde daha da önemli bir sorundur.
Bunu kısaca belirttikten sonra, önerinin muhtevasına geçebiliriz.
Öcalan, “Nasıl Bir Anayasa İstiyor?
Öcalan’ın çağrı yaptığı “Demokratik Cumhuriyet Kongresi”, demokratik bir anayasa yapmayı amaçlayacak. Ancak “demokratik cumhuriyet”konusunda bugüne kadar savunulan görüşler dikkate alındığında, her iki kavramın da açılması ve somutlanması gerektiği açıktır.
Daha somut olarak sorarsak; devrimciler olarak bizi neye çağırıyorsunuz?
Demokratik bir halk cumhuriyeti için mücadeleye varız ve zaten mevcut mücadelemiz de bunun içindir. Fakat “demokratik cumhuriyet”adına bizi mevcut düzenle uzlaşmaya çağırıyorsanız, devrimcilerin bu çağrıya verecek olumlu bir cevapları yoktur.
Sorun bir anayasa yapmak ise bu anayasa nasıl ve kimler tarafından yapılacak, kimleri temsil edecektir?
Nasıl bir anayasa amaçlanıyorsa, kuşku yok ki, Kongre öyle bir bileşimle toplanacaktır.
Aynı günlerde Anayasa konusunda bir açıklama yapan PKK önderlerinden Mustafa Karasu, anayasa konusundaki yaklaşımı şöyle özetliyordu.
“Kalıcı barış için anayasa değiştirilmeli… yeni anayasa çok demokratik bir tartışma ortamında ve tüm toplumun aktif katılacağı, kendisini içinde bulacağı bir anayasa yapım sürecinden geçirmelidir. Sonuçta tüm toplum bu anayasaya… benim de anayasam diyebilmelidir.”(27 Haziran 2009, Gündem Online)
Böyle bir anayasa YOKTUR.
Sömürücü, sınıflı bir toplumda tüm toplumun “benim anayasam”diyeceği bir anayasa olamaz. Ya halkın anayasasını yapacak ve onu savunacaksınız ya da burjuvazinin anayasasını…
Üçüncü bir yol ve üçüncü bir anayasa çeşidi yoktur.
Bir anayasa yapılacaksa, bu anayasa kimin, hangi sınıfın damgasını taşıyacak ve kimin olacaktır? Karasu’nun önerdiği bir Halk Anayasası olmayacaktır. “Tüm toplumun”denilerek burjuvazinin de kabul edebileceği, “benim”diyebileceği bir anayasa teorileştirilirse, devrimcilerin bu zeminde olmayacağı açıktır.
Ortak Bir Cephe Ve Demokratik Bir Anayasa İçin Geçmişe Dair Bir Hatırlatma
“Kalıcı barış için anayasa”, “tüm toplumun kabul edeceği bir anayasa”diye tarif edilen birlik zeminleri, devrimcilerin yer alacağı birlikler değildir. Fakat, elbette devrimcilerin yer alacağı birlik zeminleri de var.
Devrimci hareket ile PKK arasında 1996 yılının Aralık ayında imzalanan “Devrimci Cephe’nin İnşası İçin Çağrımızdır”başlıklı açıklamadaki çerçeve, böyle bir birlikteliğin asgari koşullarını içermektedir.
Halka açıklanan DHKP-C – PKK protokolünün bir parçası da, bir halk anayasası taslağı hazırlanmasını içeriyordu. Daha sonra protokole ilişkin gelişmelerin açıklandığı bir yazıda anayasaya ilişkin bölüm şöyle anlatılmıştı:
“6) Yeni bir Anayasanın yapılması ve halka mal edilmesi ortak görüşümüzdü. Protokolde de açıkça ifade edilmişti: ‘… bağımsızlık ve demokrasiyi hedefleyen bir anayasa taslağı hazırlayıp bunu halka maletmeyi, bu çalışmanın içine bütün anti-faşist, anti-emperyalist, özgürlükten, adaletten yana tüm örgüt ve partileri ve kişileri çekmeyi bir görev olarak önümüze koyuyoruz.”(DHKP-C–PKK Protokolü Ve Gelişmeler, Devrimci Sol, sayı: 10)
Bu çalışmanın içine bütün anti-faşist, anti-emperyalist, özgürlükten, adaletten yana tüm örgüt ve partileri ve kişileri çekmek, devrimcilerin dün de bugün de savunduğu anlayıştır.
Protokol çerçevesinde devrimci hareket tarafından hazırlanan anayasa taslağı, PKK’ye verilmiş ve PKK de hiçbir itirazlarının olmadığını belirtmiş, sadece Ulusların Tayin Hakkı’nın biraz açılmasını istemiştir.
Bu talep karşılanmış, taslağın ilgili bölümüne ekler yapılmıştır. Sıra anayasa için kampanya yürütmeye geldiğinde, PKK, “işimiz var, güncel değil, siz yapın”diyerek bu sürece katılmamıştır.
Anayasa Taslağı çalışması daha sonra tamamen devrimci hareket tarafından yürütülmüştür.
O süreci açıklamadan, o dönem niye katılmadıklarına dair tek bir cümle etmeden, 13 yıl sonra tekrar bir anayasa yapalım demek, en azından tutarlı ve güven verici değildir.
DHKP-C – PKK Protokolü, o süreçte esas olarak devrimci hareketin değil, PKK’nin isteğiyle gündeme getirilmişti. Bir kez imza altına alındıktan sonra, devrimci hareket, o protokolün her satırına uydu, yükümlülüklerini yerine getirmek için gereken tüm sorumluluğu üstlendi, pratik adımları attı. Ve tam bu noktada, kendi istekleriyle gündeme getirilmiş bir birlik olmasına karşın, ayak sürüyen, protokolün gereklerini yerine getirmeyen hep PKK oldu. Bu konudaki eleştiriler üzerine her seferinde her şeyi yeni başlıyor gibi ele aldılar, ama her başlangıç yine aynı eksiklikle devam etti. Böyle olması kuşkusuz nedensiz değildi; PKK’nin birlik ve ittifak anlayışının sonucuydu bu yaklaşımları. PKK, kendi programları çerçevesinde, kendilerine tabi olacak, kendilerine destek olacak “ittifaklar”aramıştır hep. Kendi program ve gündemine yedeklenecek birlikler oluşturmaya çalışmıştır. Devrimci hareket ise bu tarz birliklere her zaman karşı çıkmıştır. Bugün de çok farklı olmayacaktır. Olması için bir neden yoktur, çünkü anlattığımız bu tarih muhasebesiz, özeleştirisiz bir tarihtir. Bu nedenle bu önerilerden bir şey çıkmaz.
İkincisi, bugün yapmak istedikleri anayasa, bir halk anayasası değildir. Düzen içi güçleri hesaba katarak, “kalıcı barış için bir anayasa”diyerek geliştirilecek bir çalışma, bağımsızlık demokrasi sosyalizm mücadelesine hizmet edecek bir anayasa olmaz.
Biz, dün anayasa taslağını hazırlarken ne düşünüyorsak bugün de aynı şeyi düşünüyoruz. Bağımsızlık ve demokrasiyi hedefleyen, halkın iktidarına hizmet edecek bir anayasa için önerilere ve çağrılara cevabımız evettir; fakat bu anayasa, halkın anayasası olmayacaksa cevabımız yine bellidir.
Kiminle, Nereye Kadar?
Kürt milliyetçi hareket, bir yandan devrimci harekete ve Türkiye solu’na çağrılar yapıp, kongreye katılmaktan söz ederken, bir yandan da “hemen herkesin katılacağı”, tartışacağı platfomlardan söz etmektedir:
“Herkes sorumluluk üstlenmelidir. Demokratik Cumhuriyet Kongresi de İstanbul veya Ankara’da yapılabilir. Bu Kongreye aydınlar, liberaller, karşıtlar, herkes katılmalıdır.”(26 Haziran 2009, Aktüel Bakış)
“Farklı kesimlerden”ne beklenmektedir? Bugüne kadar şu veya bu şekilde misyonlar yüklenen düzen güçlerinden mücadele ve halk ne kazanmıştır? Bu tür önerilerde, mücadeleden söz eden, mücadeleyi geliştirmek için ittifaklardan söz eden bir yan yoktur genellikle. Öneriler çoğunlukla düzen güçlerine ve “barış”a yöneliktir.
Düzene karşı olan, kendini sol’da tanımlayan bir güç, ittifaklarını da solda ve devrimciler içinde aramalıdır. Ancak Kürt milliyetçi hareket, bugüne kadar bu konuda oldukça istikrarsız, tutarsız bir tarihin sahibidir.
“Herkes katılsın”, “Karşıtlar tartışsın”gibi yaklaşımlar, net olmayan, ittifaklarını düzende arayan bir bakış açısını içermektedir. Bu bakış açısı, bugüne kadar Turgut Özal’dan Cem Boyner’e, TÜSİAD’dan Genelkurmay’a, MHP’ye kadar pek çok düzen gücünü “çözüm”gücü olarak görmüş, SHP’den Aydınlık’a, ANAP’tan, SP’ye kadar bir çok düzen gücünü de “ittifak”yapılabilecek güçler arasında değerlendirmiştir.
Nereye ve Kimle Gidilecektir?
Hedef, düzen içi bazı kazanımlarla sınırlıysa, ittifakların da düzen içi güçlerden seçilmesi doğaldır. Hedefteki muğlaklık, ittifaklardaki belirsizlik ve kayganlık, beraberinde dost düşman kavramlarının karışmasını beraberinde getirmektedir. Ya da gerçekleşmeyecek beklentilerle ordan oraya savrulmak da kaçınılmazdır.
Aynı Süreçte, Hem DHKP-C’ye Hem Tayyip Erdoğan’a Çağrı Yapılamaz
Yapılabiliyorsa orada bir tutarsızlık veya faydacılık vardır.
“Çözüm için mücadele edip sonuç alacak olan Radikal Demokratlardır.”denirken, bundan sadece bir hafta önce de şunlar söyleniyordu.
“Sayın Başbakan’a buradan tekrar sesleniyorum. Türkiye’yi demokratikleştirelim diyorum. Ben Başbakan kötü niyetlidir demiyorum, iyi niyetlidir. Ama onun danışmanları ona yanlış ve eksik bilgi veriyorlar.”(19 Haziran 2009, Aktüel Bakış)
Yukardaki değerlendirme, kuşku yok ki, devlet ve iktidar gerçeğine, oligarşi gerçeğine denk düşmeyen bir değerlendirmedir. AKP ve Tayyip Erdoğan’ı birbirinden ayıran, Tayyip Erdoğan’ı aklayan bir bakış açısı yanlıştır ve kitleler için yanıltıcıdır.
Halka kan kusturan, Kürt halkına karşı inkar ve imhayı sürdüren, hapishanelerde tecriti sürdüren emperyalizm işbirlikçisi bir lideri böyle savunmak, şaşırtıcıdır.
Fakat Başbakan’ın bir “çözüm gücü”olmadığı çabuk anlaşılır ve bu kez başka tahliller girer devreye: “Türkiye’de de bu sorunu çözmek isteyenler var. Cumhurbaşkanı samimidir ve bu sorunu çözmek istiyor. Başbakan duruma göre tavır alacak herhalde. Ordudan anladığım kadarıyla ordu, bu savaşı sınırlandırmak istiyor. … Üç genelkurmay başkanı Karadayı, Kıvrıkoğlu ve Özkök demokratik alanın açılmasını istiyordu.”(age)
Halka, devrimcilere ve kendi özgücüne güvenmeyen politikalar izlenmeye başlandığında, ortaya çıkan tablo yukardakidir.
Politika, düzen içilikle sınırlandığında, beyin de o sınırlara hapsolur ve genelkurmay başkanları bile umut olmaya başlar.
Öcalan, DTP’ye ve Kürt halkına yönelik baskılardan, “operasyonlar”dan Tayyip’in, Başbuğ’un sorumlu olmadığını söylüyor; öyleyse kim sürdürüyor bu ülkede baskıyı ve asimilasyonu?
Kürt milliyetçi hareketin düzen güçlerine yüklediği misyon, bizzat o güçler tarafından kaale alınmamaktadır. Oligarşinin yaklaşımı sınıfsaldır ve tavrı gayet açıktır. Açık olmayan kafası karışık olan, sağa sola kolayca savrulan Kürt milliyetçi hareketi ve onun sözcüleridir. Sorunu sınıfsallıktan ve iktidar sorunundan koparan her bakış açısı, düzen içi politikalarla bütünleşir, düzene hizmet eder. Anayasa sorunu da sınıfsallıktan ve iktidar hedefinden ayrı düşünülemez. Öcalan ve PKK, “tüm toplumu kucaklayan”bir anayasa önerisinin, gerçekleşebilir bir şey olmadığını ve Kürt halkının mücadelesini geliştirmeyeceğini bu tecrübelerinin sonunda göreceklerdir. Fakat, sistem dışına çıkmaya karar verilmezse, emperyalizme karşı bağımsızlık, faşizme karşı demokrasi için savaşa karar verilmezde, yanlışlar görülse de, oradan çıkılamaz.
Sömürücü, sınıflı bir toplumda tüm toplumun “benim anayasam”diyeceği bir anayasa olamaz. Ya halkın anayasasını yapacak ve onu savunacaksınız ya da burjuvazinin anayasasını…
*
Hedefteki muğlaklık, ittifaklardaki belirsizlik ve kayganlık, beraberinde dost düşman kavramlarının karışmasını beraberinde getirmektedir. Ya da gerçekleşmeyecek beklentilerle ordan oraya savrulmak da kaçınılmazdır.
dhkp
cayan nurtepede olup biten siyaset yasagi su bu felan degildir, zaten mlkp bile dhkpc nin insanlarini oldurundugunu soyleyemektedir, ve en acisi dhkpc ilk gun kendi okurunun olduruldugunu savunanmaktadir, yani, saldirilmistir oldurulmustur, baskasinin ayaginin ayagina basip bagirilmistir, zileli de buna dusmustur, gercek sebep yukaridadir……
olum orucunda 122 insanini vermis bir orgutu (onaylayin onaylamayin) cayan baskinlari ilemi adam edeceksiniz.))))haydi imraliya cozum surecine metrekare hesabina:))))
saldiriya ugramamazin nedeni budur….
Abdullah Öcalan, İmralı Hapishanesi’nden geçen hafta yaptığı açıklamada, “Demokratik Cumhuriyet Kongresi”için devrimci harekete bir çağrı yaptı. Çağrıda, şöyle diyordu:
“Türkiye’de İslami demokratlar var, liberal demokratlar var ancak gerçekten çözüm için mücadele edip sonuç alacak olan Radikal Demokratlardır. Onların bu iradeyi ve örgütlülüğü açığa çıkarması gerekiyor. Radikal demokratların içinde işte DHKP-C ve diğer Türk Solundan gruplar var. Kendilerine parti ya da inisiyatif diyenler var. Tümünün bu Kongre’ye gelmesi gerekiyor.”(26 Haziran 2009, Aktüel Bakış)
Öcalan, çağrıda bulunduğu kongreye, “demokratik bir anayasa”oluşturma misyonu yüklüyor.
Öncelikle şunu belirtelim; çağrı yaptığı DHKP-C’nin ideolojisi, sınıflar mücadelesindeki yeri, “radikal demokratlar”olarak tanımlanacak bir yer değildir. DHKP-C, devrimci bir harekettir. Marksist-Leninisttir. Dolayısıyla, bir birlik zeminine çağrıldığında kuşku yok ki, bu sıfatlarıyla çağrılmalıdır.
Tanımlama sorunu, özellikle, devrimcilikle demokratlığın birbirine karıştırıldığı, demokratlığın bir çok durumda devrimcilik gibi gösterildiği, ama devrimci olma iddiasındaki çeşitli reformist kesimlerin de demokrat bile olamadığı bir kavram karmaşası içinde daha da önemli bir sorundur.
Bunu kısaca belirttikten sonra, önerinin muhtevasına geçebiliriz.
Öcalan, “Nasıl Bir Anayasa İstiyor?
Öcalan’ın çağrı yaptığı “Demokratik Cumhuriyet Kongresi”, demokratik bir anayasa yapmayı amaçlayacak. Ancak “demokratik cumhuriyet”konusunda bugüne kadar savunulan görüşler dikkate alındığında, her iki kavramın da açılması ve somutlanması gerektiği açıktır.
Daha somut olarak sorarsak; devrimciler olarak bizi neye çağırıyorsunuz?
Demokratik bir halk cumhuriyeti için mücadeleye varız ve zaten mevcut mücadelemiz de bunun içindir. Fakat “demokratik cumhuriyet”adına bizi mevcut düzenle uzlaşmaya çağırıyorsanız, devrimcilerin bu çağrıya verecek olumlu bir cevapları yoktur.
Sorun bir anayasa yapmak ise bu anayasa nasıl ve kimler tarafından yapılacak, kimleri temsil edecektir?
Nasıl bir anayasa amaçlanıyorsa, kuşku yok ki, Kongre öyle bir bileşimle toplanacaktır.
Aynı günlerde Anayasa konusunda bir açıklama yapan PKK önderlerinden Mustafa Karasu, anayasa konusundaki yaklaşımı şöyle özetliyordu.
“Kalıcı barış için anayasa değiştirilmeli… yeni anayasa çok demokratik bir tartışma ortamında ve tüm toplumun aktif katılacağı, kendisini içinde bulacağı bir anayasa yapım sürecinden geçirmelidir. Sonuçta tüm toplum bu anayasaya… benim de anayasam diyebilmelidir.”(27 Haziran 2009, Gündem Online)
Böyle bir anayasa YOKTUR.
Sömürücü, sınıflı bir toplumda tüm toplumun “benim anayasam”diyeceği bir anayasa olamaz. Ya halkın anayasasını yapacak ve onu savunacaksınız ya da burjuvazinin anayasasını…
Üçüncü bir yol ve üçüncü bir anayasa çeşidi yoktur.
Bir anayasa yapılacaksa, bu anayasa kimin, hangi sınıfın damgasını taşıyacak ve kimin olacaktır? Karasu’nun önerdiği bir Halk Anayasası olmayacaktır. “Tüm toplumun”denilerek burjuvazinin de kabul edebileceği, “benim”diyebileceği bir anayasa teorileştirilirse, devrimcilerin bu zeminde olmayacağı açıktır.
Ortak Bir Cephe Ve Demokratik Bir Anayasa İçin Geçmişe Dair Bir Hatırlatma
“Kalıcı barış için anayasa”, “tüm toplumun kabul edeceği bir anayasa”diye tarif edilen birlik zeminleri, devrimcilerin yer alacağı birlikler değildir. Fakat, elbette devrimcilerin yer alacağı birlik zeminleri de var.
Devrimci hareket ile PKK arasında 1996 yılının Aralık ayında imzalanan “Devrimci Cephe’nin İnşası İçin Çağrımızdır”başlıklı açıklamadaki çerçeve, böyle bir birlikteliğin asgari koşullarını içermektedir.
Halka açıklanan DHKP-C – PKK protokolünün bir parçası da, bir halk anayasası taslağı hazırlanmasını içeriyordu. Daha sonra protokole ilişkin gelişmelerin açıklandığı bir yazıda anayasaya ilişkin bölüm şöyle anlatılmıştı:
“6) Yeni bir Anayasanın yapılması ve halka mal edilmesi ortak görüşümüzdü. Protokolde de açıkça ifade edilmişti: ‘… bağımsızlık ve demokrasiyi hedefleyen bir anayasa taslağı hazırlayıp bunu halka maletmeyi, bu çalışmanın içine bütün anti-faşist, anti-emperyalist, özgürlükten, adaletten yana tüm örgüt ve partileri ve kişileri çekmeyi bir görev olarak önümüze koyuyoruz.”(DHKP-C–PKK Protokolü Ve Gelişmeler, Devrimci Sol, sayı: 10)
Bu çalışmanın içine bütün anti-faşist, anti-emperyalist, özgürlükten, adaletten yana tüm örgüt ve partileri ve kişileri çekmek, devrimcilerin dün de bugün de savunduğu anlayıştır.
Protokol çerçevesinde devrimci hareket tarafından hazırlanan anayasa taslağı, PKK’ye verilmiş ve PKK de hiçbir itirazlarının olmadığını belirtmiş, sadece Ulusların Tayin Hakkı’nın biraz açılmasını istemiştir.
Bu talep karşılanmış, taslağın ilgili bölümüne ekler yapılmıştır. Sıra anayasa için kampanya yürütmeye geldiğinde, PKK, “işimiz var, güncel değil, siz yapın”diyerek bu sürece katılmamıştır.
Anayasa Taslağı çalışması daha sonra tamamen devrimci hareket tarafından yürütülmüştür.
O süreci açıklamadan, o dönem niye katılmadıklarına dair tek bir cümle etmeden, 13 yıl sonra tekrar bir anayasa yapalım demek, en azından tutarlı ve güven verici değildir.
DHKP-C – PKK Protokolü, o süreçte esas olarak devrimci hareketin değil, PKK’nin isteğiyle gündeme getirilmişti. Bir kez imza altına alındıktan sonra, devrimci hareket, o protokolün her satırına uydu, yükümlülüklerini yerine getirmek için gereken tüm sorumluluğu üstlendi, pratik adımları attı. Ve tam bu noktada, kendi istekleriyle gündeme getirilmiş bir birlik olmasına karşın, ayak sürüyen, protokolün gereklerini yerine getirmeyen hep PKK oldu. Bu konudaki eleştiriler üzerine her seferinde her şeyi yeni başlıyor gibi ele aldılar, ama her başlangıç yine aynı eksiklikle devam etti. Böyle olması kuşkusuz nedensiz değildi; PKK’nin birlik ve ittifak anlayışının sonucuydu bu yaklaşımları. PKK, kendi programları çerçevesinde, kendilerine tabi olacak, kendilerine destek olacak “ittifaklar”aramıştır hep. Kendi program ve gündemine yedeklenecek birlikler oluşturmaya çalışmıştır. Devrimci hareket ise bu tarz birliklere her zaman karşı çıkmıştır. Bugün de çok farklı olmayacaktır. Olması için bir neden yoktur, çünkü anlattığımız bu tarih muhasebesiz, özeleştirisiz bir tarihtir. Bu nedenle bu önerilerden bir şey çıkmaz.
İkincisi, bugün yapmak istedikleri anayasa, bir halk anayasası değildir. Düzen içi güçleri hesaba katarak, “kalıcı barış için bir anayasa”diyerek geliştirilecek bir çalışma, bağımsızlık demokrasi sosyalizm mücadelesine hizmet edecek bir anayasa olmaz.
Biz, dün anayasa taslağını hazırlarken ne düşünüyorsak bugün de aynı şeyi düşünüyoruz. Bağımsızlık ve demokrasiyi hedefleyen, halkın iktidarına hizmet edecek bir anayasa için önerilere ve çağrılara cevabımız evettir; fakat bu anayasa, halkın anayasası olmayacaksa cevabımız yine bellidir.
Kiminle, Nereye Kadar?
Kürt milliyetçi hareket, bir yandan devrimci harekete ve Türkiye solu’na çağrılar yapıp, kongreye katılmaktan söz ederken, bir yandan da “hemen herkesin katılacağı”, tartışacağı platfomlardan söz etmektedir:
“Herkes sorumluluk üstlenmelidir. Demokratik Cumhuriyet Kongresi de İstanbul veya Ankara’da yapılabilir. Bu Kongreye aydınlar, liberaller, karşıtlar, herkes katılmalıdır.”(26 Haziran 2009, Aktüel Bakış)
“Farklı kesimlerden”ne beklenmektedir? Bugüne kadar şu veya bu şekilde misyonlar yüklenen düzen güçlerinden mücadele ve halk ne kazanmıştır? Bu tür önerilerde, mücadeleden söz eden, mücadeleyi geliştirmek için ittifaklardan söz eden bir yan yoktur genellikle. Öneriler çoğunlukla düzen güçlerine ve “barış”a yöneliktir.
Düzene karşı olan, kendini sol’da tanımlayan bir güç, ittifaklarını da solda ve devrimciler içinde aramalıdır. Ancak Kürt milliyetçi hareket, bugüne kadar bu konuda oldukça istikrarsız, tutarsız bir tarihin sahibidir.
“Herkes katılsın”, “Karşıtlar tartışsın”gibi yaklaşımlar, net olmayan, ittifaklarını düzende arayan bir bakış açısını içermektedir. Bu bakış açısı, bugüne kadar Turgut Özal’dan Cem Boyner’e, TÜSİAD’dan Genelkurmay’a, MHP’ye kadar pek çok düzen gücünü “çözüm”gücü olarak görmüş, SHP’den Aydınlık’a, ANAP’tan, SP’ye kadar bir çok düzen gücünü de “ittifak”yapılabilecek güçler arasında değerlendirmiştir.
Nereye ve Kimle Gidilecektir?
Hedef, düzen içi bazı kazanımlarla sınırlıysa, ittifakların da düzen içi güçlerden seçilmesi doğaldır. Hedefteki muğlaklık, ittifaklardaki belirsizlik ve kayganlık, beraberinde dost düşman kavramlarının karışmasını beraberinde getirmektedir. Ya da gerçekleşmeyecek beklentilerle ordan oraya savrulmak da kaçınılmazdır.
Aynı Süreçte, Hem DHKP-C’ye Hem Tayyip Erdoğan’a Çağrı Yapılamaz
Yapılabiliyorsa orada bir tutarsızlık veya faydacılık vardır.
“Çözüm için mücadele edip sonuç alacak olan Radikal Demokratlardır.”denirken, bundan sadece bir hafta önce de şunlar söyleniyordu.
“Sayın Başbakan’a buradan tekrar sesleniyorum. Türkiye’yi demokratikleştirelim diyorum. Ben Başbakan kötü niyetlidir demiyorum, iyi niyetlidir. Ama onun danışmanları ona yanlış ve eksik bilgi veriyorlar.”(19 Haziran 2009, Aktüel Bakış)
Yukardaki değerlendirme, kuşku yok ki, devlet ve iktidar gerçeğine, oligarşi gerçeğine denk düşmeyen bir değerlendirmedir. AKP ve Tayyip Erdoğan’ı birbirinden ayıran, Tayyip Erdoğan’ı aklayan bir bakış açısı yanlıştır ve kitleler için yanıltıcıdır.
Halka kan kusturan, Kürt halkına karşı inkar ve imhayı sürdüren, hapishanelerde tecriti sürdüren emperyalizm işbirlikçisi bir lideri böyle savunmak, şaşırtıcıdır.
Fakat Başbakan’ın bir “çözüm gücü”olmadığı çabuk anlaşılır ve bu kez başka tahliller girer devreye: “Türkiye’de de bu sorunu çözmek isteyenler var. Cumhurbaşkanı samimidir ve bu sorunu çözmek istiyor. Başbakan duruma göre tavır alacak herhalde. Ordudan anladığım kadarıyla ordu, bu savaşı sınırlandırmak istiyor. … Üç genelkurmay başkanı Karadayı, Kıvrıkoğlu ve Özkök demokratik alanın açılmasını istiyordu.”(age)
Halka, devrimcilere ve kendi özgücüne güvenmeyen politikalar izlenmeye başlandığında, ortaya çıkan tablo yukardakidir.
Politika, düzen içilikle sınırlandığında, beyin de o sınırlara hapsolur ve genelkurmay başkanları bile umut olmaya başlar.
Öcalan, DTP’ye ve Kürt halkına yönelik baskılardan, “operasyonlar”dan Tayyip’in, Başbuğ’un sorumlu olmadığını söylüyor; öyleyse kim sürdürüyor bu ülkede baskıyı ve asimilasyonu?
Kürt milliyetçi hareketin düzen güçlerine yüklediği misyon, bizzat o güçler tarafından kaale alınmamaktadır. Oligarşinin yaklaşımı sınıfsaldır ve tavrı gayet açıktır. Açık olmayan kafası karışık olan, sağa sola kolayca savrulan Kürt milliyetçi hareketi ve onun sözcüleridir. Sorunu sınıfsallıktan ve iktidar sorunundan koparan her bakış açısı, düzen içi politikalarla bütünleşir, düzene hizmet eder. Anayasa sorunu da sınıfsallıktan ve iktidar hedefinden ayrı düşünülemez. Öcalan ve PKK, “tüm toplumu kucaklayan”bir anayasa önerisinin, gerçekleşebilir bir şey olmadığını ve Kürt halkının mücadelesini geliştirmeyeceğini bu tecrübelerinin sonunda göreceklerdir. Fakat, sistem dışına çıkmaya karar verilmezse, emperyalizme karşı bağımsızlık, faşizme karşı demokrasi için savaşa karar verilmezde, yanlışlar görülse de, oradan çıkılamaz.
Sömürücü, sınıflı bir toplumda tüm toplumun “benim anayasam”diyeceği bir anayasa olamaz. Ya halkın anayasasını yapacak ve onu savunacaksınız ya da burjuvazinin anayasasını…
*
Hedefteki muğlaklık, ittifaklardaki belirsizlik ve kayganlık, beraberinde dost düşman kavramlarının karışmasını beraberinde getirmektedir. Ya da gerçekleşmeyecek beklentilerle ordan oraya savrulmak da kaçınılmazdır
onları (dev-sol kastediliyor) türkiye nasıl ıslah edecek şaşıyorum… ocalan.
. edemezsin gozum edemezsin… islah edemezsin. tum turkiye solunu mitle anlasip pesine taksan edemezsin…..maya saglam…
bir onceki paylastigimdir katlimize ferman … en cok bagiran oldurenin kendisi, simdi sustu .. ey mlkp senin affin varmi
tekrarlamin sebebi sudur MLKP li fitneciler bu haberin eski oldugunu ceylanin vurulmasi konusunda halk cephesinin yaptigi butun yayinlarini kestigini soyluyor. tarihlrer bakiniz… bir orgutu devrimci oldurdu diye buyuk harflerle yazip sonra sessiz kalmak ne demektir, niye buyuk harflerle ceylani cephe vurmamis biz halt etmisiz demiyorsunuz, biz aydin erol olayini hatirlariz zileli bilir, aydin erol u dev solun vurduguna inanan sagda solda solda kalmis bir ton insan var etmeyin eylemeyinnnn…asil yasakcilik, asil linc ilik budur
http://halkinsesi.tv/index.php/acklamalar/18494-espnin-yalanlari-ve-gercekler.html iftira atmayin… yeter….. buyuk puntularla iftira atiyor kucuk puntolarla ozur diliyorsunuz, hatta ozur bile dilemiyorsunuzm, bu kimin yontemidir…
http://www.etha.com.tr/Haber/2014/09/03/guncel/mustafa-ceylan-taburcu-oldu/http://halkinsesi.tv/index.php/acklamalar/18494-espnin-yalanlari-ve-gercekler.html
e peki ilk gun mustafa ceylanin o´´vurulmadigi o ilk gun hani o yuruyus okuru olan gencin vurulup oldugu ilk gun cephe soyle diyemezmiydi saldirdilar ve gencimizi oldurduler, belliki cepheyi bile tirstirmislar cephe sehidine sahip cikamiyor, eee arkada kucukburjuva aydin var adami homofibiden alir nereye vuracagi belli olmaz
http://www.yonhaber.com/guncel/halk-cephesi-anlatiyor-hdp-ile-catisma
siz lgbtkonusunda cozum surecinde farkli dusunuyorsunuz o zaman sizi mahallerinizde basariz haddinizi bildirirz zileli dahil herkes bizim arkamizda hellloooo
cayan mahallesine saldirip ibrahim oksuz adli gencin (yuruyus dergisi okuru) olumune kim sebep oldu, istanbulda mahallemi yoktu kim bizim cetele tutmadigimizi saniyorki???emep sykp mlkp ve hele hele sykp avrupada ki bir sapik haci aganin orgutu okurlarimizi olduruyor, bunu teslim torenin gotunun bir kenarina yazdim, artik onu pamugu tikayan imammi okur yada banami okuturlar bilmem…Halk Cephesi ile Kürt Ulusal Hareketi Arasındaki Çatışma
………
HDP Eşbaşkanı Tuncay Yılmaz çatışmada HDP’nin yaptıklarını, aşağıda okunabileceği gibi, ”sinir boşalması” olarak ifade etmiş. O zaman sormak isteriz: SYKP’den ve EMEP’ten arkadaşların sinirleri arkalarında Kürt ulusalcıları yokken niye boşalmıyordu? Arkalarında Kürt ulusalcıları olmasaydı bu ”sinir boşanması” yaşanır mıydı? Tuncay Yılmaz ”gaza geldik” veya ”oyuna geldik” deseydi daha anlaşılır olurdu.
Halk Cephesi’ne karşı kullanılan, derneğe vb molotof kokteyli atmak gibi, lumpence metotlar hiçbir sosyalist örgüte yakışmaz. Derneklere gelen sıradan insanların canını böyle hedef almaya ne denir, söz bulamıyoruz. Sorumlular kimse, onları seçip onlarla görüşmek gerekirdi. HDP, öncelikle kendisi adına yapılan bu canavarca saldırıların hesabını sormalıydı. Bu yöntemler milliyetçilere ve dincilere özgüdür. HDP’yi oluşturan görüşler, masum insanların hayatına kasteden bu eylemlerin vebalini boyunlarında taşıyorlar.
Kürt yurtseverlerinin bu süreçte Halk Cephesi’ne karşı kullandıkları ”ırkçı” sıfatını da şiddetle protesto ediyoruz. Halk Cephesi’ne ırkçı diyen, Öcalan’a biat etmeyi kabul etmeyen bütün Türkiye soluna ırkçı der.
Türkiye’de derneklere molotof kokteyli atmak, işyeri yakmak gibi zorbaca eylemleri yapmaya çok uygun bir lumpen kitle var. Kürt Ulusal Hareketinin bu tür eylemleri gelecekte bir politik araç olarak kullanmasından endişe ediyoruz. Bugün Halk Cephesi’ne yapılan, yarın güçlük çıkaran bütün sol gruplara yapılabilir. Hem de ırkçı ilan edilerek. Aynı şeyi Halk Cephesi için de söylüyoruz. Bu tür yöntemler devrimci mücadeleyi kirletmektedir. Mücadele araçlarımız ve metotlarımız mücadelemizin amacına ve özüne uygun olarak seçilmelidir.
Bu çatışmada en büyük sorumluluğun Kürt ulusalcılarına ait olduğuna inanıyoruz. Olay ani bir tepkiye hiç benzemiyor. Hatta Halk Cephesi’ne karşı tasarlanmış bir baskını andırıyor. Bu baskını Türkiye soluna müdahelenin bir parçası olarak görüyoruz. Kürt ulusalcılarının ”Türkiyelileşme” dedikleri şey, Türkiye solunu güç ve propaganda yoluyla ve bölme gibi yöntemleri de devreye sokarak denetimleri altına almaya dayanıyor. Öcalan daha Özal döneminde ”Bizimle anlaşırsanız Türkiye solunu da denetleriz” demişti.
Erdal Kara gibi iyi niyetli insanlar da, Kara’nın aşağıdaki yazısında da görüleceği gibi, Türkiye solunun Kürt ulusalcılarnın hizmetine girmesini büyük bir devrimci gelişme sanıyor.
AKP dışında bu çatışmanın tek kazanan tarafı Kürt ulusalcıları oldu. Çünkü onlar yaptıklarını, kitleye kolayca onaylattıracak şekilde bir bağ kurmuş durumdalar. Türkiye solu bu çatışmadan kaybetti.
Çatışma sonrasında bu çatışmanın asıl taraflarından biri olan Kürt ulusalcıları yerine ona bağlı davranan Türkiyeli sol örgütlerin sözcülerinin açıklamaları öne çıktı. Bunu da ”Türkiyelileşme” siyasetinin tezhürlerinden görüyoruz. .
Odak, 7 Ağustos 2014
adalet istiyorum, tum turkiye var iken kurt halkinin taleplerini aktarmak istediginiz heryere neden cayan mahallesine geldiginiz kadar donanimli gitmiyorsunuz, otobusler kaldirdiniz. adamlarin onderlerine sovdunuz, ustelik karadenizde size saldiranlarinlarinda hirsini onlardan aldiniz, soruyorum? anadoluda hdp mitinglerine saldiran fasistler e karsi cepheye oldugunuz kadar organizemisiniz. hadi cepheyi bi yana bir yana birakalim, kiskirtici olmak pahasinna, mlkp esp nin bunlari sol disina atalim perincekten beterler dediginiz perincekci lerle cephe kadar niye catismiyorsunuz, soru soru soru, tabiiii ki zileli den adalet beklemiyorum, onun diyecegi su sen once oldurdugun yoldaslarin hesabini ver diyecek, demagog, mlkp once yaktigi yoldaslarin hesabini versin, ben hesabimi verdim, dogru bulursun yada yanlis o hesap bile veremez ama senin kafana uyuyor degilmi, vurun cepheye…..
orgut hain olarak nitelemis oldurmus, bunu elestir anlarim . mlkp nin yaptigi su hain olma ihtimaline karsi alinan karar uzere dhkpc liler kendini yakarken bizde onu yaktik, meger hain degilmis,ama sehit ilan ettik.. olsun arkamizda zileli varrrr zileli de bana diyorki ekikiiii ayni iste ayni ekikiki ekkiisi bi
yil eski o emrivakiye boyle yanit verdik, o gun bugun saldiriya ugrariz budur ….siyaset yasagi homofobiklik milmem ne detaydir, aslinda bunu zileli gibilerde bilirde, iste ayrim noktasi o…
hdp neden halk cephesine saldiridi siyaset yasagindan dolayimi sizce?
Abdullah Öcalan, İmralı Hapishanesi’nden geçen hafta yaptığı açıklamada, “Demokratik Cumhuriyet Kongresi”için devrimci harekete bir çağrı yaptı. Çağrıda, şöyle diyordu:
“Türkiye’de İslami demokratlar var, liberal demokratlar var ancak gerçekten çözüm için mücadele edip sonuç alacak olan Radikal Demokratlardır. Onların bu iradeyi ve örgütlülüğü açığa çıkarması gerekiyor. Radikal demokratların içinde işte DHKP-C ve diğer Türk Solundan gruplar var. Kendilerine parti ya da inisiyatif diyenler var. Tümünün bu Kongre’ye gelmesi gerekiyor.”(26 Haziran 2009, Aktüel Bakış)
Öcalan, çağrıda bulunduğu kongreye, “demokratik bir anayasa”oluşturma misyonu yüklüyor.
Öncelikle şunu belirtelim; çağrı yaptığı DHKP-C’nin ideolojisi, sınıflar mücadelesindeki yeri, “radikal demokratlar”olarak tanımlanacak bir yer değildir. DHKP-C, devrimci bir harekettir. Marksist-Leninisttir. Dolayısıyla, bir birlik zeminine çağrıldığında kuşku yok ki, bu sıfatlarıyla çağrılmalıdır.
Tanımlama sorunu, özellikle, devrimcilikle demokratlığın birbirine karıştırıldığı, demokratlığın bir çok durumda devrimcilik gibi gösterildiği, ama devrimci olma iddiasındaki çeşitli reformist kesimlerin de demokrat bile olamadığı bir kavram karmaşası içinde daha da önemli bir sorundur.
Bunu kısaca belirttikten sonra, önerinin muhtevasına geçebiliriz.
Öcalan, “Nasıl Bir Anayasa İstiyor?
Öcalan’ın çağrı yaptığı “Demokratik Cumhuriyet Kongresi”, demokratik bir anayasa yapmayı amaçlayacak. Ancak “demokratik cumhuriyet”konusunda bugüne kadar savunulan görüşler dikkate alındığında, her iki kavramın da açılması ve somutlanması gerektiği açıktır.
Daha somut olarak sorarsak; devrimciler olarak bizi neye çağırıyorsunuz?
Demokratik bir halk cumhuriyeti için mücadeleye varız ve zaten mevcut mücadelemiz de bunun içindir. Fakat “demokratik cumhuriyet”adına bizi mevcut düzenle uzlaşmaya çağırıyorsanız, devrimcilerin bu çağrıya verecek olumlu bir cevapları yoktur.
Sorun bir anayasa yapmak ise bu anayasa nasıl ve kimler tarafından yapılacak, kimleri temsil edecektir?
Nasıl bir anayasa amaçlanıyorsa, kuşku yok ki, Kongre öyle bir bileşimle toplanacaktır.
Aynı günlerde Anayasa konusunda bir açıklama yapan PKK önderlerinden Mustafa Karasu, anayasa konusundaki yaklaşımı şöyle özetliyordu.
“Kalıcı barış için anayasa değiştirilmeli… yeni anayasa çok demokratik bir tartışma ortamında ve tüm toplumun aktif katılacağı, kendisini içinde bulacağı bir anayasa yapım sürecinden geçirmelidir. Sonuçta tüm toplum bu anayasaya… benim de anayasam diyebilmelidir.”(27 Haziran 2009, Gündem Online)
Böyle bir anayasa YOKTUR.
Sömürücü, sınıflı bir toplumda tüm toplumun “benim anayasam”diyeceği bir anayasa olamaz. Ya halkın anayasasını yapacak ve onu savunacaksınız ya da burjuvazinin anayasasını…
Üçüncü bir yol ve üçüncü bir anayasa çeşidi yoktur.
Bir anayasa yapılacaksa, bu anayasa kimin, hangi sınıfın damgasını taşıyacak ve kimin olacaktır? Karasu’nun önerdiği bir Halk Anayasası olmayacaktır. “Tüm toplumun”denilerek burjuvazinin de kabul edebileceği, “benim”diyebileceği bir anayasa teorileştirilirse, devrimcilerin bu zeminde olmayacağı açıktır.
Ortak Bir Cephe Ve Demokratik Bir Anayasa İçin Geçmişe Dair Bir Hatırlatma
“Kalıcı barış için anayasa”, “tüm toplumun kabul edeceği bir anayasa”diye tarif edilen birlik zeminleri, devrimcilerin yer alacağı birlikler değildir. Fakat, elbette devrimcilerin yer alacağı birlik zeminleri de var.
Devrimci hareket ile PKK arasında 1996 yılının Aralık ayında imzalanan “Devrimci Cephe’nin İnşası İçin Çağrımızdır”başlıklı açıklamadaki çerçeve, böyle bir birlikteliğin asgari koşullarını içermektedir.
Halka açıklanan DHKP-C – PKK protokolünün bir parçası da, bir halk anayasası taslağı hazırlanmasını içeriyordu. Daha sonra protokole ilişkin gelişmelerin açıklandığı bir yazıda anayasaya ilişkin bölüm şöyle anlatılmıştı:
“6) Yeni bir Anayasanın yapılması ve halka mal edilmesi ortak görüşümüzdü. Protokolde de açıkça ifade edilmişti: ‘… bağımsızlık ve demokrasiyi hedefleyen bir anayasa taslağı hazırlayıp bunu halka maletmeyi, bu çalışmanın içine bütün anti-faşist, anti-emperyalist, özgürlükten, adaletten yana tüm örgüt ve partileri ve kişileri çekmeyi bir görev olarak önümüze koyuyoruz.”(DHKP-C–PKK Protokolü Ve Gelişmeler, Devrimci Sol, sayı: 10)
Bu çalışmanın içine bütün anti-faşist, anti-emperyalist, özgürlükten, adaletten yana tüm örgüt ve partileri ve kişileri çekmek, devrimcilerin dün de bugün de savunduğu anlayıştır.
Protokol çerçevesinde devrimci hareket tarafından hazırlanan anayasa taslağı, PKK’ye verilmiş ve PKK de hiçbir itirazlarının olmadığını belirtmiş, sadece Ulusların Tayin Hakkı’nın biraz açılmasını istemiştir.
Bu talep karşılanmış, taslağın ilgili bölümüne ekler yapılmıştır. Sıra anayasa için kampanya yürütmeye geldiğinde, PKK, “işimiz var, güncel değil, siz yapın”diyerek bu sürece katılmamıştır.
Anayasa Taslağı çalışması daha sonra tamamen devrimci hareket tarafından yürütülmüştür.
O süreci açıklamadan, o dönem niye katılmadıklarına dair tek bir cümle etmeden, 13 yıl sonra tekrar bir anayasa yapalım demek, en azından tutarlı ve güven verici değildir.
DHKP-C – PKK Protokolü, o süreçte esas olarak devrimci hareketin değil, PKK’nin isteğiyle gündeme getirilmişti. Bir kez imza altına alındıktan sonra, devrimci hareket, o protokolün her satırına uydu, yükümlülüklerini yerine getirmek için gereken tüm sorumluluğu üstlendi, pratik adımları attı. Ve tam bu noktada, kendi istekleriyle gündeme getirilmiş bir birlik olmasına karşın, ayak sürüyen, protokolün gereklerini yerine getirmeyen hep PKK oldu. Bu konudaki eleştiriler üzerine her seferinde her şeyi yeni başlıyor gibi ele aldılar, ama her başlangıç yine aynı eksiklikle devam etti. Böyle olması kuşkusuz nedensiz değildi; PKK’nin birlik ve ittifak anlayışının sonucuydu bu yaklaşımları. PKK, kendi programları çerçevesinde, kendilerine tabi olacak, kendilerine destek olacak “ittifaklar”aramıştır hep. Kendi program ve gündemine yedeklenecek birlikler oluşturmaya çalışmıştır. Devrimci hareket ise bu tarz birliklere her zaman karşı çıkmıştır. Bugün de çok farklı olmayacaktır. Olması için bir neden yoktur, çünkü anlattığımız bu tarih muhasebesiz, özeleştirisiz bir tarihtir. Bu nedenle bu önerilerden bir şey çıkmaz.
İkincisi, bugün yapmak istedikleri anayasa, bir halk anayasası değildir. Düzen içi güçleri hesaba katarak, “kalıcı barış için bir anayasa”diyerek geliştirilecek bir çalışma, bağımsızlık demokrasi sosyalizm mücadelesine hizmet edecek bir anayasa olmaz.
Biz, dün anayasa taslağını hazırlarken ne düşünüyorsak bugün de aynı şeyi düşünüyoruz. Bağımsızlık ve demokrasiyi hedefleyen, halkın iktidarına hizmet edecek bir anayasa için önerilere ve çağrılara cevabımız evettir; fakat bu anayasa, halkın anayasası olmayacaksa cevabımız yine bellidir.
Kiminle, Nereye Kadar?
Kürt milliyetçi hareket, bir yandan devrimci harekete ve Türkiye solu’na çağrılar yapıp, kongreye katılmaktan söz ederken, bir yandan da “hemen herkesin katılacağı”, tartışacağı platfomlardan söz etmektedir:
“Herkes sorumluluk üstlenmelidir. Demokratik Cumhuriyet Kongresi de İstanbul veya Ankara’da yapılabilir. Bu Kongreye aydınlar, liberaller, karşıtlar, herkes katılmalıdır.”(26 Haziran 2009, Aktüel Bakış)
“Farklı kesimlerden”ne beklenmektedir? Bugüne kadar şu veya bu şekilde misyonlar yüklenen düzen güçlerinden mücadele ve halk ne kazanmıştır? Bu tür önerilerde, mücadeleden söz eden, mücadeleyi geliştirmek için ittifaklardan söz eden bir yan yoktur genellikle. Öneriler çoğunlukla düzen güçlerine ve “barış”a yöneliktir.
Düzene karşı olan, kendini sol’da tanımlayan bir güç, ittifaklarını da solda ve devrimciler içinde aramalıdır. Ancak Kürt milliyetçi hareket, bugüne kadar bu konuda oldukça istikrarsız, tutarsız bir tarihin sahibidir.
“Herkes katılsın”, “Karşıtlar tartışsın”gibi yaklaşımlar, net olmayan, ittifaklarını düzende arayan bir bakış açısını içermektedir. Bu bakış açısı, bugüne kadar Turgut Özal’dan Cem Boyner’e, TÜSİAD’dan Genelkurmay’a, MHP’ye kadar pek çok düzen gücünü “çözüm”gücü olarak görmüş, SHP’den Aydınlık’a, ANAP’tan, SP’ye kadar bir çok düzen gücünü de “ittifak”yapılabilecek güçler arasında değerlendirmiştir.
Nereye ve Kimle Gidilecektir?
Hedef, düzen içi bazı kazanımlarla sınırlıysa, ittifakların da düzen içi güçlerden seçilmesi doğaldır. Hedefteki muğlaklık, ittifaklardaki belirsizlik ve kayganlık, beraberinde dost düşman kavramlarının karışmasını beraberinde getirmektedir. Ya da gerçekleşmeyecek beklentilerle ordan oraya savrulmak da kaçınılmazdır.
Aynı Süreçte, Hem DHKP-C’ye Hem Tayyip Erdoğan’a Çağrı Yapılamaz
Yapılabiliyorsa orada bir tutarsızlık veya faydacılık vardır.
“Çözüm için mücadele edip sonuç alacak olan Radikal Demokratlardır.”denirken, bundan sadece bir hafta önce de şunlar söyleniyordu.
“Sayın Başbakan’a buradan tekrar sesleniyorum. Türkiye’yi demokratikleştirelim diyorum. Ben Başbakan kötü niyetlidir demiyorum, iyi niyetlidir. Ama onun danışmanları ona yanlış ve eksik bilgi veriyorlar.”(19 Haziran 2009, Aktüel Bakış)
Yukardaki değerlendirme, kuşku yok ki, devlet ve iktidar gerçeğine, oligarşi gerçeğine denk düşmeyen bir değerlendirmedir. AKP ve Tayyip Erdoğan’ı birbirinden ayıran, Tayyip Erdoğan’ı aklayan bir bakış açısı yanlıştır ve kitleler için yanıltıcıdır.
Halka kan kusturan, Kürt halkına karşı inkar ve imhayı sürdüren, hapishanelerde tecriti sürdüren emperyalizm işbirlikçisi bir lideri böyle savunmak, şaşırtıcıdır.
Fakat Başbakan’ın bir “çözüm gücü”olmadığı çabuk anlaşılır ve bu kez başka tahliller girer devreye: “Türkiye’de de bu sorunu çözmek isteyenler var. Cumhurbaşkanı samimidir ve bu sorunu çözmek istiyor. Başbakan duruma göre tavır alacak herhalde. Ordudan anladığım kadarıyla ordu, bu savaşı sınırlandırmak istiyor. … Üç genelkurmay başkanı Karadayı, Kıvrıkoğlu ve Özkök demokratik alanın açılmasını istiyordu.”(age)
Halka, devrimcilere ve kendi özgücüne güvenmeyen politikalar izlenmeye başlandığında, ortaya çıkan tablo yukardakidir.
Politika, düzen içilikle sınırlandığında, beyin de o sınırlara hapsolur ve genelkurmay başkanları bile umut olmaya başlar.
Öcalan, DTP’ye ve Kürt halkına yönelik baskılardan, “operasyonlar”dan Tayyip’in, Başbuğ’un sorumlu olmadığını söylüyor; öyleyse kim sürdürüyor bu ülkede baskıyı ve asimilasyonu?
Kürt milliyetçi hareketin düzen güçlerine yüklediği misyon, bizzat o güçler tarafından kaale alınmamaktadır. Oligarşinin yaklaşımı sınıfsaldır ve tavrı gayet açıktır. Açık olmayan kafası karışık olan, sağa sola kolayca savrulan Kürt milliyetçi hareketi ve onun sözcüleridir. Sorunu sınıfsallıktan ve iktidar sorunundan koparan her bakış açısı, düzen içi politikalarla bütünleşir, düzene hizmet eder. Anayasa sorunu da sınıfsallıktan ve iktidar hedefinden ayrı düşünülemez. Öcalan ve PKK, “tüm toplumu kucaklayan”bir anayasa önerisinin, gerçekleşebilir bir şey olmadığını ve Kürt halkının mücadelesini geliştirmeyeceğini bu tecrübelerinin sonunda göreceklerdir. Fakat, sistem dışına çıkmaya karar verilmezse, emperyalizme karşı bağımsızlık, faşizme karşı demokrasi için savaşa karar verilmezde, yanlışlar görülse de, oradan çıkılamaz.
Sömürücü, sınıflı bir toplumda tüm toplumun “benim anayasam”diyeceği bir anayasa olamaz. Ya halkın anayasasını yapacak ve onu savunacaksınız ya da burjuvazinin anayasasını…
*
Hedefteki muğlaklık, ittifaklardaki belirsizlik ve kayganlık, beraberinde dost düşman kavramlarının karışmasını beraberinde getirmektedir. Ya da gerçekleşmeyecek beklentilerle ordan oraya savrulmak da kaçınılmazdır.
budur ocalanca katlimize ferman….
Halka açıklanan DHKP-C – PKK protokolünün bir parçası da, bir halk anayasası taslağı hazırlanmasını içeriyordu. Daha sonra protokole ilişkin gelişmelerin açıklandığı bir yazıda anayasaya ilişkin bölüm şöyle anlatılmıştı:
“6) Yeni bir Anayasanın yapılması ve halka mal edilmesi ortak görüşümüzdü. Protokolde de açıkça ifade edilmişti: ‘… bağımsızlık ve demokrasiyi hedefleyen bir anayasa taslağı hazırlayıp bunu halka maletmeyi, bu çalışmanın içine bütün anti-faşist, anti-emperyalist, özgürlükten, adaletten yana tüm örgüt ve partileri ve kişileri çekmeyi bir görev olarak önümüze koyuyoruz.”(DHKP-C–PKK Protokolü Ve Gelişmeler, Devrimci Sol, sayı: 10)
Bu çalışmanın içine bütün anti-faşist, anti-emperyalist, özgürlükten, adaletten yana tüm örgüt ve partileri ve kişileri çekmek, devrimcilerin dün de bugün de savunduğu anlayıştır.
Protokol çerçevesinde devrimci hareket tarafından hazırlanan anayasa taslağı, PKK’ye verilmiş ve PKK de hiçbir itirazlarının olmadığını belirtmiş, sadece Ulusların Tayin Hakkı’nın biraz açılmasını istemiştir.
Bu talep karşılanmış, taslağın ilgili bölümüne ekler yapılmıştır. Sıra anayasa için kampanya yürütmeye geldiğinde, PKK, “işimiz var, güncel değil, siz yapın”diyerek bu sürece katılmamıştır.
pkk dhkpc protokolu
Yeni bir Anayasanın yapılması ve halka mal edilmesi ortak görüşümüzdü. Protokolde de açıkça ifade edilmişti: ‘… bağımsızlık ve demokrasiyi hedefleyen bir anayasa taslağı hazırlayıp bunu halka maletmeyi, bu çalışmanın içine bütün anti-faşist, anti-emperyalist, özgürlükten, adaletten yana tüm örgüt ve partileri ve kişileri çekmeyi bir görev olarak önümüze koyuyoruz.”(DHKP-C–PKK Protokolü Ve Gelişmeler, Devrimci Sol, sayı: 10)
Bu çalışmanın içine bütün anti-faşist, anti-emperyalist, özgürlükten, adaletten yana tüm örgüt ve partileri ve kişileri çekmek, devrimcilerin dün de bugün de savunduğu anlayıştır.
Protokol çerçevesinde devrimci hareket tarafından hazırlanan anayasa taslağı, PKK’ye verilmiş ve PKK de hiçbir itirazlarının olmadığını belirtmiş, sadece Ulusların Tayin Hakkı’nın biraz açılmasını istemiştir.
Bu talep karşılanmış, taslağın ilgili bölümüne ekler yapılmıştır. Sıra anayasa için kampanya yürütmeye geldiğinde, PKK, “işimiz var, güncel değil, siz yapın”diyerek bu sürece katılmamıştır.
Anayasa Taslağı çalışması daha sonra tamamen devrimci hareket tarafından yürütülmüştür.
O süreci açıklamadan, o dönem niye katılmadıklarına dair tek bir cümle etmeden, 13 yıl sonra tekrar bir anayasa yapalım demek, en azından tutarlı ve güven verici değildir.
DHKP-C – PKK Protokolü, o süreçte esas olarak devrimci hareketin değil, PKK’nin isteğiyle gündeme getirilmişti. Bir kez imza altına alındıktan sonra, devrimci hareket, o protokolün her satırına uydu, yükümlülüklerini yerine getirmek için gereken tüm sorumluluğu üstlendi, pratik adımları attı. Ve tam bu noktada, kendi istekleriyle gündeme getirilmiş bir birlik olmasına karşın, ayak sürüyen, protokolün gereklerini yerine getirmeyen hep PKK oldu. Bu konudaki eleştiriler üzerine her seferinde her şeyi yeni başlıyor gibi ele aldılar, ama her başlangıç yine aynı eksiklikle devam etti. Böyle olması kuşkusuz nedensiz değildi; PKK’nin birlik ve ittifak anlayışının sonucuydu bu yaklaşımları. PKK, kendi programları çerçevesinde, kendilerine tabi olacak, kendilerine destek olacak “ittifaklar”aramıştır hep. Kendi program ve gündemine yedeklenecek birlikler oluşturmaya çalışmıştır. Devrimci hareket ise bu tarz birliklere her zaman karşı çıkmıştır. Bugün de çok farklı olmayacaktır. Olması için bir neden yoktur, çünkü anlattığımız bu tarih muhasebesiz, özeleştirisiz bir tarihtir. Bu nedenle bu önerilerden bir şey çıkmaz.
İkincisi, bugün yapmak istedikleri anayasa, bir halk anayasası değildir. Düzen içi güçleri hesaba katarak, “kalıcı barış için bir anayasa”diyerek geliştirilecek bir çalışma, bağımsızlık demokrasi sosyalizm mücadelesine hizmet edecek bir anayasa olmaz.
DHKP-C – PKK Protokolü, o süreçte esas olarak devrimci hareketin değil, PKK’nin isteğiyle gündeme getirilmişti. Bir kez imza altına alındıktan sonra, devrimci hareket, o protokolün her satırına uydu, yükümlülüklerini yerine getirmek için gereken tüm sorumluluğu üstlendi, pratik adımları attı. Ve tam bu noktada, kendi istekleriyle gündeme getirilmiş bir birlik olmasına karşın, ayak sürüyen, protokolün gereklerini yerine getirmeyen hep PKK oldu ……. budur katlimize ferman
DHKP-C – PKK Protokolü, o süreçte esas olarak devrimci hareketin değil, PKK’nin isteğiyle gündeme getirilmişti. Bir kez imza altına alındıktan sonra, devrimci hareket, o protokolün her satırına uydu, yükümlülüklerini yerine getirmek için gereken tüm sorumluluğu üstlendi, pratik adımları attı. Ve tam bu noktada, kendi istekleriyle gündeme getirilmiş bir birlik olmasına karşın, ayak sürüyen, protokolün gereklerini yerine getirmeyen hep PKK oldu. Bu konudaki eleştiriler üzerine her seferinde her şeyi yeni başlıyor gibi ele aldılar, ama her başlangıç yine aynı eksiklikle devam etti. Böyle olması kuşkusuz nedensiz değildi; PKK’nin birlik ve ittifak anlayışının sonucuydu bu yaklaşımları. PKK, kendi programları çerçevesinde, kendilerine tabi olacak, kendilerine destek olacak “ittifaklar”aramıştır hep. Kendi program ve gündemine yedeklenecek birlikler oluşturmaya çalışmıştır. Devrimci hareket ise bu tarz birliklere her zaman karşı çıkmıştır. Bugün de çok farklı olmayacaktır. Olması için bir neden yoktur, çünkü anlattığımız bu tarih muhasebesiz, özeleştirisiz bir tarihtir. Bu nedenle bu önerilerden bir şey çıkmaz. dhkp mk
yukarida bahsedilen altina pkk nin imza attigi halk anayasisi taslagi halk cephesi ne yakin sitelerin hepsinden edinilebilinir, onemlidir, halk cephesinin sovenlestigi soylenmektedir, altina pkk ninda imza atilan metin itibariyla halk cephesi oldugu yerde durmaktadir. pkk kullanilalacak orgut aramistir, o biz degildik.. buyuk guc olup amaaaan bunlarla ne ugrascaz daha iddiasiz solu kendimize ekler buyuk lig de oynariz denilmistir, gerisi teferruattir, biz ucuncu ligi seviyoruz orada kalacagiz:)))
grup yorum istanbulda hadi abartiyi birakalim 100 bin antifasist olabilecek insan topluyorsa sen onlari bi sekilde dagitiyorsan,kulp takiyorsan git orgutlen iste .. ne soyliyeyim sana canim kardesim
https://www.youtube.com/watch?v=hM9ueSJcKH0
https://www.youtube.com/watch?v=hM9ueSJcKH0 gezi olur biji serok apo der ilk elden, ahada seroku sevmiyler demekki fasisttir der, her turden yeni devrimci dinamigi, etnik kimligi ile bogar, ne istedigini aslinda oda bilmez sonucta, aponun metrekaresarsi, tepki gosterirler fasist dersin gidersin, birde yikip gidersin, grup yorum konser verir anti fasistleri toplar hdp ye paralel seyler demedi diye gidersin, yan tarafta otobus yakarsin, sonra dersin nerdaaaaa tirk sollariiii nerdaaaaaa, e baba avrupaya cik donerci ol..ne diyeyim…
Sayin Zileli eger siz yanliz ve yanliz Perincek düsmanligi icin yasamiyorsaniz bende adam degilim. Yazinizda bahsetiginiz “adam” Dogu Perinceki Kürsüden bu “Adam” mit ile calisiyor diyerek asagi atan “Adam” degil mi? Bunu niye yazmiyorsun? Hayir senin amacin Perinceke bir vurus daha yapayim, ne olursa olsun hesabi. Perincek düsmanlarida b…. boncuk bulmus misali senin yazilarina sariliyorlar.
Validebağ yeni gezi olurmu ..
Bu ülkede gerçekten demokrat görmek isterseniz yolu basit bence. Ülkenin ezilen kesimlerine dair soyledikler ve yazdıklarına bakmak yeter. Ezilen kesimler : Eşcinseller. Kadınlar. Kurtler. Aleviler. Yoksullar. Ermeniler. Ateistler vd. Sırf bu gözle doğu perinçek ve aydınlık okuması yaparak meseleye bence 3.gozle bakmayı sağlar.yoksa gunluk politik soylem ve hamlelere verilen reaksiyona göre konuşursak en demokratımız rte olur 🙂
O büyük enerji birikimi yok bugün ama süreç içinde bu mücadele büyüyebilir.
Küfür nedeniyle yayınlanmadı.
nagihan alci Dogru soyluyordu, che katilin tekidir, ve eger bir devrim olacaksa turkiyede veysi sarisozen teslim tore emepin ust kadrolari vs Gulag da olacaksinis, yoksa yeiniz duvarin dibidir, , gulagsiz devrim olmaz,…bizim 38 temizligimiz daha bu gunden periferisi ile kendini belli etmistir, zileli ile perincek i ayni ipte gormek, iste devrim budur…..
Bir psikoloğa gözüksen senin için iyi olur…
Yukarıda biri Zileli ile Perinçek’i aynı ipte görmek istediğini yazmış. Aynı ipte asma olayı kölelik döneminde Abd’de isyancı siyahlara yönelik uygulanan bir cezalandırma şekliydi. Arkadaşı tedavi edecek psikolog, sosyal psikoloji üzerinden bir terapi yürütmeli.
http://ilerihaber.org/perincek-kobane-duserse-kurtler-de-rahatlar/4171/
Sırrı Öztürk
“SOL CENAH” ÖRGÜT/PARTİLERİNDE “YENİ” ARAYIŞ VE YÖNELİŞLERLE “PARTİ” KURMA ATAKLARI ÜZERİNE
Politika sahnesinde gün geçtikçe eksikliği hissedilen İşçi Sınıfı Partisi eksikliği yakıcı bir konu ve sorun olarak her sosyal olay ve olguda öne çıkmaktadır. Bu hayatî ve can alıcı konu ve sorunun nihai çözüme kavuşturulamayışında iki önemli faktörün büyük etkisi vardır:
Kapitalist TC devletinin 94 yıldır, ilerici, demokrat, devrimci, sosyalist ve Marksist cenahımıza karşı izlediği baskı, terör uygulamaları ile inkâr, imha asimilasyon politikalarıdır.
Hâkim gerici sınıfların ilerici-devrimci cenahımıza karşı kaba güce ve zora başvurması karşısında tutarlı bir tarih ve sınıf bilinciyle oluşturulması şart olan İşçi Sınıfı Partisi’nin (Dönemin Tarihî TKP örgütlenmesinin) çeşitli ve çok yönlü katliamlarla varlığını ve sürekliliğini koruyamayışı, bir türlü işlevsel olamayışı ve politika üretemeyişidir.
Devrimci, sosyalist, komünist iddialı birey, grup, çevre ve birimlerin son derece ciddî ve hayatî bu konuya bakış açıları ve çözüm yöntemi arayış ve yönelişleri onların ideolojik ve sınıfsal konumlarına göre değişkenlik göstermektedir.
Komünistlerin Siyasî Birliği konusu ve sorununu telaffuz ederek bilince çıkaran birimlerin birbirleriyle iletişim kurması ve yaratıcı diyaloglara girmesi hayatın ve mücadelenin dayattığı, çözümünü emrettiği bir olgudur. Bu birimlerin Devrimci Hareketimizi nasıl örgütleyebileceğini öğrenmesi, yüzleşmesi, ilke ve amaç birliğinde ortaklaşması, devrimci oturumlar düzenlemesi ve olması gereken yerlerde tartışması, ayrıca sonuçlarına katlanması ve sosyal pratikte kolektif etkinlikler düzenleyerek emek güçlerini buluşturup bütünleştirmesi gerekir/beklenir.
İşçi Sınıfı Partisi eksikliğinin yakıcı bir konu ve sorun olarak her sosyal olay ve olguda öne çıkması karşısında kendiliğinden kurulan “sol cenah” örgüt/partileri ise bir türlü işlevsel olmayan politikalarının sosyal pratikte reddedilmesi üzerine “yeni” arayış ve yönelişlere girmektedir.
Devrimci, sosyalist, komünist, hatta Bolşevik iddialı örgüt/grup partilerinin günümüzdeki durumunu hazırlayan tarihsel/sosyal sürece özetle de olsa bakmakta yarar vardır:
I
Kimi burjuva ve küçükburjuva “sosyalist” akım temsilcileri bir türlü gerçekleştirilmeyen “Millî İnkılâp”ı, kemalist burjuva diktatörlüğünü ideolojik-sınıfsal karakterini doğru değerlendiremeden yüceltmektedirler.
İttihat ve Terakki Partisi’nin “Osmanlı sermayesinin bileşiminde bulunan Müslüman olmayan unsurların sermaye birikimini, Türk tüccar/ticaret sermayesine aktarma süreci, Burjuva Cumhuriyet oluşturulurken de kesintisiz biçimde devam ettirilmiştir. Devlet politikalarıyla sermaye birikimi hızlandırılmış, tekelci burjuvazi devletin koruyuculuğunda, kollayıcılığında, teşvikiyle oluşturulmuştur. Tekelci burjuvazinin oluşmasının önündeki bütün engelleri kaldırmakla işbaşı yapan Kapitalist TC devleti, önündeki en büyük engel olan “Üç K” geleneğimizi bilinçli olarak karşıya almıştır. Öncelikle en başat sınıf düşmanı olarak gördükleri Tarihî TKP’nin önder kadrolarını katletmiştir. Genç Sovyet devleti “dış politikası” gereği bu katliama ses çıkarmamıştır. Genç TC devleti de böylece “Gomonizm Tehlikesi”nden kurtulmayı denemiştir!.. TC devleti ardından ılımlı, Amerikancı İslam gibi bir türlü Sünni/Hanefi-Maturudi inanç sistemine getiremedikleri Kızılbaş-Alevi Canlarımızın ilerici kültür, gelenek, görenek ve inanç sistemlerinden çok korktukları için Koçgiri-Dersim soykırımlarını gerçekleştirmiştir. Diğer yandan haklı talep ve ihtiyaçları ile öne çıkan Kürd halkının Ağrı, Zilan, Amed illerindeki isyan ve hak arama eylemlerini devlet terörü ile bastırarak, çeşitli kırım ve kıyımlardan geçirmiştir. Osmanlıdan başlayarak sürdürülen seçkinci “Batılılaşma” politikaları(!) Doğulu, fukara ve mazlum Müslüman halkımızı da karşıya almıştır.
TC devleti zaten Osmanlıdan devraldığı emekçi halk düşmanı politikalarını devam ettiren bir kuruluştur.
Devlet eliyle burjuva yetiştirmekle işbaşı yapan TC devleti sosyal muhalefet dinamiklerinin en ileri unsurlarını, devrimci, sosyalist ve Marksist kadroları, işçi sınıfını, emekçi halkları, yoksul köylülüğü, emekçi kadın hareketini, ilerici-devrimci gençliği ve aydınları, sürekli baskı ve terör altında tutarak burjuva diktatörlüğünü ilan etmiş, günümüzdeki devlet tekelci kapitalizmini perçinlemiştir.
TC devletinin en korktuğu şey: İşçi Sınıfının Siyasal ve Sendikal Birliği davasının gerçekleşmesidir. Son yıllarda örgütlenme çabasındaki Alevi hareketi ile Kürd ulusal hareketinin (KUH) kendi burjuvalarından ayrışıp kurtulmaya çalışmalarından da korkmaktadır. AKP iktidarı Alevi hareketi ile KUH’un yeni nitelikler kazanmasına, sınıfsal, sosyal, evrensel kurtuluş yöntemleri arayış ve yönelişlerine şiddetle karşıdır. Bu sosyal muhalefetlerin ilerici-yeni nitelikler kazanmaması gerici politikalara evrilmesi için her yolu denemekte, içlerinde filizlenen liberal-muhafazakâr ve “burjuva demokrat” bir çizgiye evrilmelerini desteklemektedir.
II
“Misak-ı Millî” diye adlandırılan yaşadığımız coğrafyanın hudutları İngiliz ve Fransız emperyalistleri tarafından Osmanlı devletinin savaşı kaybedişi sürecinde belirlenmiştir.
TC devletinin devlet eliyle burjuva yetiştirme politikaları, yani “Finans-kapitalin oluşturulması geç fakat güç olmamıştır.”(Dr. H. K.)
Günümüzdeki hâkim gerici sınıfların kapitalist devleti TC, uluslarötesi tekelci sermayenin yer yer yerli bir ortağı, işbirlikçisi ve taşeronu olmayı başarmış/becermiştir. TC devleti alt-emperyalist ya da küçük-emperyalist sömürücü/sömürgeci yöntemleriyle hegemonlar arası pazar ve paylaşım savaşından “pay” almayı hesaplamaktadır.
“Millî İnkılâp” diye titreşen kemalist rejim yanlısı burjuva ve küçükburjuva “sosyalistleri” bu arabesk toplumun nasıl yaratıldığının sınıfsal ve ideolojik konumunu bir türlü kavrayamamaktadır.
Onlar bir türlü olmayan “demokrasinin” ve “cumhuriyetin” nimetlerinden(!) dem vurarak bilinçle yaratılan sahte ve suni bir gündemin uzantısında, “Laikçi-Şeriatçı” saflaşmasında taraf olmayı politika yapmak olarak algılamaktadır!
Günümüzdeki ideolojik ve sınıfsal konumlarıyla “Laikçi” geçinenler laikçi değil, söz yerindeyse: “Laikçi faşistlerdir”. “Şeriatçı” geçinenlerde şeriatçı değil, gene söz yerindeyse: “Şeriatçı faşistlerdir”.
Uluslarötesi tekelci sermaye güçleri (ABD-AB-İsrail Siyonizm’i-Japon emperyalizmi) AKP iktidarını “Laikçi faşist” akımlarla, “Şeriatçı faşist” akımları buluşturup bütünleştirerek Bölgemizde, Yakın ve Orta Doğu’daki “yüksek” çıkarlarını koruyup kollamaktan yanadır. Emperyalizm bu alanlara tahkimatını boşuna yapmamaktadır.
Politika sosyal sınıf ve sosyolojik emekçi halklar gerçekliğinde Emek-Sermaye ya da Proletarya-Burjuvazi ekseninde yapılırsa anlamlıdır.
Bu türden burjuva oyunları ancak Komünistlerin Siyasî Birliği’nin gerçekleşmesiyle, kolektif çabalarla üretilmesi şart olan İşçi Sınıfı Partisi ya da Devrimci Komünist Partisi’nin politika sahnesindeki yerini almasıyla bozulacaktır.
“İmtiyazsız, sınıfsız kaynaşmış bir kütleyiz!..” diye işbaşı yapan kapitalist TC devletinin hâkim gerici sınıfları uzlaşmaz temel çelişkiler ekseninde yapılması gereken asıl politikayı keyfî ve fiilî olarak sürekli baskı ve terör altında tutagelmiştir.
Yaşadığımız coğrafyadaki insanlarımızı zengin-fakir olarak bölen ve ayıran onlardır. Alevi-Sünni kışkırtmasını, düşmanlığını ve bölücülüğünü yapan gene onlardır. Kürd-Türk kışkırtmasını, düşmanlığını ve karşıtlığını da yaratan gene onların bilinçli, ırkçı, şoven, sömürücü/sömürgeci politikalarıdır.
Fakat bilcümle hâkim gerici sınıflar, yaşadığımız coğrafyanın hakikî sahipleri olan işçi sınıfını, emekçi halklarımızı, yoksul köylülüğü, ara katmanları artı-değer sömürüsü ile biraz daha sömürmek ve de bütün süreçlerde kendi suçunu gizleyebilmek için “Üç K” geleneğimizi suçlu göstermeye yeltenmiştir. Duruma göre “Üç K” geleneğimizi uğursuz demagojileriyle daima: “Gomonisler, Anarşistler, Teröristler, Bölücüler, Vatan Hainleri, Ezan, Kuran, Bayrak Tanımayanlar, Dinsizler, Zındıklar, Ana-Bacı Tanımayanlar…” olarak yansıtmaya çalışmışlardır bizim insanlarımıza…
Günümüzdeki iktidar partisi AKP; İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin 1908-1911’li yıllarda yarattığı Teşkilat-ı Mahsusa’nın “pantürkist”, “panislamist” ve “panturanist” politikalarıyla Enver-Talat-Cemal paşalar gibi Orta Asya emekçi halklarına yönelmemekte, bu uğursuz alt-emperyalist ya da küçük-emperyalist stratejilerini Yakın ve Orta Doğu emekçi halkları üzerinde denemek istemektedir. AKP iktidarının fukara Arap, Fars, Kürd, Türkmen, Ermeni, Süryani, Assuri, Keldani, Êzidi, vb. halkları da “Üç K” geleneklerimizde olduğu gibi birbirine karşı kışkırtarak kullanmak istediği görülmektedir.
Burjuva politikalarının milliyet, din, iman, mezhep, cemaat, tarikat vb. olgular üzerine oturtulmak isteyişi ya da sömürü aracı olarak kullanılması, bütün kapitalist ülkelerde yaygındır. Özellikle de Sovyetler Birliği deneyiminin çözülüp çürümesiyle bütün dünyanın emperyalist-kapitalist ülkelerinde de durum aynıdır. Onlar da benzeri yalan ve demagojileriyle insanın ve insanlığın sosyal/sınıfsal/evrensel kurtuluşu yolunda bilimsel bilgi edinmelerini, bilinçlenerek ayağa kalkmalarını istememektedirler. III. Dünya Savaşı hazırlıkları, kapitalist yabancılaştırma ve psikolojik savaş vb. projeler emperyalist-kapitalizmin yıkılmasını önleyemeyecektir. Hegemonların günümüzdeki diktatörlüğü de geçici bir durumdur.
III
Günümüzde bu türden gerici politikalar mücadele ve ödenen bedellerle yer yer delinip geri tepmektedir.
TC devleti pratiğinde ve de politika sahnesindeki açık faaliyet alanlarında yer alan 84 adet siyasî parti bulunmaktadır. Bu siyasî partilerin yarısı sağ, diğer yarısı ise “sol” eğilimli olarak tanıtılmak istenmektedir.
Dil, terim, kavram ve terminolojimizde sağlı “sol”lu burjuva partileri ile aynı lisanı ve terminolojiyi bilinçle kullanmıyoruz. Bu nedenle de burjuva politikalarının hâkimiyetindeki bir siyasî ortamda kendi sosyalist terminolojimizden asla geri adım atmıyoruz.
TC devleti coğrafyasında ve de açık faaliyet alanlarında politika yapan siyasî partiler arasında, iddialarının aksine, kurumsal merkezi disiplinli, ciddî, güvenilir, güçlü ve donanımlı bir İşçi Sınıfı Partisi ya da Devrimci Komünist Partisi yoktur. “İşçi, sosyalist, devrimci, demokrat, komünist, özgürlükçü, emek, halk” vb. isim ve sıfatları keyfe-keder ve de büyük bir özgürlük içinde kullanan bu türden siyasî partiler, bizim anladığımız manada parti değil yalnızca örgüttürler/grup partileridirler.
Anılan bu türden örgütlerin sosyalizmin 150 yılı aşkın tarihinden bi haberlerdirler ve de yaşadığımız coğrafyadaki 100 yılı aşkın sınıfsal devrimci geleneklerimizle hiçbir bağı-bağlantısı-sürekliliği-temsiliyeti-devrimci yasallığı ve meşruluğu bulunmamaktadır. Onların lafzen kurmaya çalıştıkları bağ ve bağlantılar birer hikâyedir. Gerçeklikle bir ilgisi/ilişkisi yoktur.
İşçi hareketi ile sosyalist hareketi buluşturup bütünleştirme yeteneği ve başarısını gösteremeyenler, bu nedenle böylelikle Komünist isim ve sıfatları kendi “dar grup kültü ya da tapınımı” yöntemleriyle kurdukları örgütlerine yakıştıramazlar. Ayrıca kendiliğinden kurulan, oluşturulmayan-inşaa edilmeyen, komünist iddialı örgütler, “İşçi Partisi, Komünist Parti, Devrimci Hareket, Komünist Hareket, Komünist İşçi Hareketi” vbg. isim ve sıfatları kendiliğinden, keyfe-keder ya da hakketmeden kullanamazlar.
“Devrimci Hareket” denildiğinde kimileri gibi kendiliğinden kurulan “dar grup kültü ya da tapınımı” örgüt/grup partilerini değil, fizik yasalarında olduğu gibi, yaşadığımız coğrafyadaki bütün ilerici-devrimci hareketi kastediyoruz. Özcesi, parçaya değil bütüne vurgu yapıyoruz.
Ne yazık Gezegenimizde adına ve devrimci geleneklerine layık tarihsel/sosyal/sınıfsal sürekliliği olan bir Komünist Enternasyonal’imiz olmadığı için, anılan isim ve sıfatları paşa gönüllerine göre kullanan, burjuvazinin kendilerine açtığı kanallara baştankara giren, sosyalist, komünist, bolşevik mukallidi örgütlerin hesabını bir türlü olması gereken yerde soramıyoruz.
Fakat Komünist Enternasyonal gibi bu türden temel bir eksikliğimize rağmen Bilimsel-Komünizm Öğretisini destursuz çiğnemeye ve sulandırmaya yeltenenler karşısında böylelerini politik açığa vurma polemik ve yöntemlerimizden de asla geride durmadığımız bilinmektedir. Bu konudaki çalışmalarımız belgelidir. Dileyen ayrıntılı incelemek şansına da sahiptir.
Komünist Enternasyonal kurumlaşması henüz oluşturulamamış olsa da Gezegenimizin bütün ülkelerinde bu türden bir eksikliğimiz şiddetle hissedilmektedir. Komünist Kadrolar, Nüveler bulundukları ülkelerde her şeye ve aleyhlerindeki pek çok faktöre rağmen, “legalite-illegalite” fetişizmine düşmeden hayat ve mücadeledeki yerlerini bir biçimde de olsa almaktadırlar.
Bütün Dünyanın Devrimci ve Komünist Kadroları en gericilik döneminin şartlarında dahi devrimci yasallıklarını, meşruluklarını korumaktadırlar. Poliste, işkencede, hücrede, hapiste, haklarında açılan davalarda Devrimci ve Komünist olduklarını asla gizlememekte ve sosyalizmin onurlu sesini haykırmaktadırlar. Hakikî Komünist Kadroların özel yaşamlarında, işlerinde, üretim faaliyetlerinde asla bir kirlilik yoktur. Olmamıştır.
Kolektifimiz Çalışanlarının bilinçle gündeme taşıdığı ve de sıkça kullandığımız: “Bilim, Politika, Felsefe, Tarih, Sosyoloji, Sanat, Estetik, Etik Bütünselliği” denildiğinde bundan nasibini almamış olan burjuva ve küçükburjuva “sosyalistlerinin” kaşları çatılmaktadır.
Sınıflı ve sömürücü toplumlar hasta toplumlardır. Hasta toplumların insanları da hastadır. Hastalıklarının farkına varıp hastalıkları ortaya çıkaran nedenlere yönelik tedavi geliştiremiyorlarsa, hastalığın çürütücü etkisinden de kurtulmaları mümkün değildir. Sınıflı toplum insanının hastalığının en belirgin özelliği “Bireyci”, “Benmerkezci”, “Narsist”, “Yalancı”, “Ahlaksız”, “Asalak”, “Fetişist”, “Modacı/Marka-yoğun Tüketici” vb. gibi olmaktadır doğallıkla… Bu durum “sol cenah” ta da etkisini göstermiştir. “Sol cenah” daki insan malzemesi de son derece tartışmalı kimlik-kişilik ve niteliklere sahiptir. Yani işçi sınıfı, emekçiler gibi devrimci, sosyalist, komünist, bolşevik iddialı insan malzemesi de asla “süzme bal” değildir.
Gezegenimizde de, yaşadığımız coğrafyada da son derece samimi, dürüst, temiz kalpli, özverili, ilkeli, lekesiz, militan, bilinçli, yetenekli ve kararlı Devrimci insanlarımız ile Komünist Kadrolarımız mevcuttur. Fakat hayat ve mücadele henüz bu kadroları buluşturup bütünleştirememiştir. Sıkıntı da buradadır. Gene ayrıca, Devrimci ve Komünist Kadroların dışında mütalaa edilen; ahlâksız, yalancı, demagog, zekâ ve beyin özürlü, idraksiz, yeteneksiz, entelektüalizme, teorisizime ve dogmatizme kaymış, kariyerist, benmerkezci, rezil ve güvenilmez, ikiyüzlü, entrikacı, makyavelist, sansasyondan ve magazinleşmekten medet uman (vs.) pek çok “garip” insan malzemesi çıkmıştır.
Sınıf mücadelesinde kimi rol ve sorumluluklar alan, emperyalizme-kapitalizme kendi meşreplerince karşı çıkan Devrimciler, Komünist Kadrolar ya darağaçlarını süslemiş ya kır ve kentlerde kuşatılarak çeşitli kıyım ve kırımlardan geçirilmiş, hapislerde çürütülmüş, açlığa ve işsizliğe mahkûm edilmiş, en yakınları ve kimi meçhul adamlar tarafından içeriden ve arkadan vurulmak istenmiş ya da üretimden, hayat ve mücadeleden koparılarak yurtdışına çıkmak zorunda bırakılmıştır.
IV
Burjuvazinin açtığı kanallara giren, kendi kanalını kendi gücüyle açamayan anılan “sol cenah” örgüt/grup partilerinin program ve projeleri her siyasal-ekonomik kriz dönemlerinde, devrimci durumlarda, askerî faşist darbeler döneminde yeterince sınanıp denenmiş ve reddedilmiştir. “Dar grup kültü ya da tapınımı” yönteminde ısrar ve inat edenler de aslında bunun farkındadır. Bu türden işlevsiz grup/parti örgütü kurmaktan bir türlü kurtulamayanların “ufukları” son derece dar olduğu için geniş ufuklara açılamazlar. Çünkü “dar grup kültü ya da tapınımı” yöntemi küçükburjuva “sosyalistlerine” yetmektedir.
Anılan “sol cenah” örgüt/grup partileri hayatın ve mücadelenin reddettiğini bu kez birbirine tutunarak “birleşik muhalefet” ya da “cephe” laflarını geveleyerek, önü ve arkası belirsiz birlik, ittifak, iş ve güç birliği yarenlikleri yaparak veya KUH’a ilkesiz tutunup eklemlenerek varlıklarını bir süre daha sürdürmenin hayalini kurmaktadırlar.
Özetlemeye çalıştığımız “dar grup kültü”nün bu düzeyde yaygın ve popüler bir düzeyde olması; Komünistlerin Siyasî Birliği’nin oluşturulması, İSP ya da DKP’nin tüm kurum ve kuruluşlarıyla sosyal pratikte yerini aldığında, ayrıca bu türden örgütler üzerinden teorik, ideolojik, politik ve örgütsel basınç uyguladığı süreçlerde giderilecektir.
Birer sistem içi/kapitalist devletin uysallaştırma projesi olan 1989 “Kuruçeşme Toplantıları” günümüzde yeniden denenmeye başlanmıştır. Hatırlatmakta yarar var: “Kuruçeşme Toplantıları” 26 adet örgüt/grup partisinin “sosyalist solun birliği” diye gizli diplomasilerle yola çıkılmış, “geleceği birlikte kuralım” diyerek boylarından büyük laflar edilmiştir. 12 Eylül 1980 faşist askerî darbelerin sıkıntısını çekmiş binlerce “iyi niyetli” ve “sosyalist solun birliğini” arzu eden insanlarımızın bu duygularını kabaca sömürmüş, panelistler, panelkolikler hastalığını iyice depreştirmiş, binlerce insanımızın merak ve heyecanla katıldığı toplantılarda şovlar yapmıştır. “Kuruçeşme Toplantıları” kimilerince özlenen “birlik” özlemlerini kurutmuştur. SİP, ÖDP, vb. örgütler bu sürecin uzantısında kurulmuştur. ÖDP’de cem eden küçükburjuva solcu aydınlar, bu örgütte birkaç ay bile birbirine tahammül edememiş, ayrışmalara başlamıştır. Diğerlerinin “vukuatını” saymazsak ÖDP’den tam 22 adet örgüt türemiştir! Burjuvaziye asla zarar vermeyen, serbest pazar-piyasada boylarının ölçüsünü alan 44 adet “sol” eğilimli örgüt, “Sosyalizm, Devrim Aşkına(!)” titreştikten ve de bunca çam devirdikten sonra günümüzde “yeni”den örgüt kurma “atağına” girmiştir! “Birleşik muhalefet” şiarı ile öne çıkan/çıkarılan örgüt/partiler, “Çatı-Seçim-Geçim Partisi” kurmak için “yeniden” birbirlerine “el-ense çekmeye” başlamıştır!
Daha net bir biçimde ifade edilecekse: Bu türden yönelişler uluslarötesi tekelci sermayenin TC devletinde olmasını arzu ettiği ya da burjuva muhalefet odağı olmasına çalıştığı CHP’ye eklemlenme ya da CHP’nin güçlendirilmesi projesidir. Bunun Türkçeye tercümesi ise; TC devletinde İşçi Sınıfı Partisi ya da Devrimci Komünist Partisi zinhar örgütlenmesin demektir.
Yahu mademki boyunuzdan büyük laflar ediyorsunuz, önce şu işlevsiz, müflis dükkânlarınızı kapatın. Tek bir örgütte bir araya gelin. Olmaz gelemiyorlar. Kimileri de PKK, KCK, DTK, BDP, HDP örgütlerine ilkesiz, eklektik niyetlerle eklemleniyor. Böylelerine de siz de şu dükkânlarınızı kapatın, sonra KUH’a katılın. Hayır, bunu da yapmıyorlar ve çok sevdikleri örgüt/partilerinden bir türlü ayrılamıyorlar.
Diğer yandan kimi burjuva ve küçükburjuva “sosyalistleri” de TC devletinin kurucu partisi CHP’yi, yani bu süreçte kurulan bütün siyasî partileri doğuran anaç partisini ille de “sosyaldemokrat” bir parti yapalım diye uğraşıyorlar!
Burada bir parantez açıp yazıya biraz mizah katalım: Burjuva ve küçükburjuva solcularının bir bölümü AKP’yi “Yetmez ama evet” diyerek desteklemiş, ona “can suyu” vermiştir. Günümüzde ise “Bilge Halkımızın” bir özdeyişindeki gibi: “Olmadı bacanak bu sefer sen benim üstüme çık…” dercesine ne sosyal ne de demokrat olan CHP’yi zorla “sosyaldemokrat” yapmak için seferber olunduğu görülmüştür!..
Herhangi bir yanlış anlayışa ve algıya meydan vermemek açısından vurgulamak zorundayız: Reformist, revizyonist ve tasfiyeci “sol cenah” örgüt/grup partilerinin asıl meselesi politika sahnesindeki “sosyaldemokrasi” boşluğunun doldurulması hevesidir. Bu mesele; Komünistlerin Siyasî Birliği’ sorunsalına çözüm yöntemi üretmekten yana olanların asıl meselesi değildir.
“Örgütler Anarşisi” hastalığına tutulunulan bir dönemde, mevcut “sol cenah” örgüt/grup partileri ne aralarında yüzleşip hesaplaşabilmiş ne de ayrışabilmiştir. Devrimci ve Marksist Sol’un yaşadığı “Öndersizlik Krizi” de henüz aşılamamıştır. Komünistlerin Siyasî Birliği ekseninde adına ve geleneğine yakışır, kurumsal merkezi disiplinli bir İşçi Sınıfı Partisi de ne hazin kolektif çabalarla henüz bir türlü oluşturulamamıştır.
V
Bazı ilerici-devrimci çağrışımlarla yola koyulan KUH, günümüzde burjuva ve küçükburjuva “sosyalist” akımlarla birlikte ya da daha tam bir ifadeyle onları içine alıp eriterek “burjuva demokrat” bir çizgiye çekmiştir. KUH’un bu yolda “becerikli” olduğunu söyleyebiliriz.
KUH’un önde gelen kadroları ve “Sayın Öcalan” emperyalist-kapitalizmin finanse ederek desteklediği bütün uğursuz projelere sahiplenmiştir. Başta yeminli Sovyetler Birliği ile Stalin düşmanlığına endeksli Batılı bütün marksologlarının, gerici Frankfurt Okulu temsilcilerinin etkisine girmiştir. Uluslarötesi tekelci sermaye güçlerinin, finans-kapitalin, NATO’cu, PENTAGON’cu, CIA, MOSSAD, MİT, IMF, DTÖ, vb. güçlerin düşünü kurduğu “Toplumsal barış, demokrasi, halkların kardeşliği”, “Radikal Demokrasi”, “Türkiyelileşme” illüzyon ve politikalarıyla kitleleri yanıltmaktadır.
“Sayın Kürkçüler, Tüzeller, Küçükaydınlar” da “Sayın Öcalan”ın açtığı çığırda Bilimsel-Komünizm Öğretisi, Marksizm-Leninizm karşıtı ya da düşmanı tez ve tahlillerini tekrarlayarak ona koltuk çıkmaktadır!..
“Sayın Öcalan” ise “Sayın Erdoğan” ile yürüttüğü diplomaside “program-proje” üretmektedir.
Sürdürülen bu türden gerici politikalar Kürd proletaryasının, emekçilerinin, yoksul köylülüğün, ilerici-devrimci gençliğinin-aydınlarının talep ve ihtiyaçlarını değil, Kürd+Türk burjuvazisinin “yüksek” çıkarlarını koruyup kollayan politikalardır.
Hatırlatmakta yarar var: Hakiki Komünist Kadrolar “Ulusların kendi sosyal kaderlerini özgürce tayin, tespit ve ayrılma haklarını” emperyalist-kapitalizm Bölgemizdeki, Yakın ve Ortadoğu’daki tahkimatını güçlendirirken onların işini kolaylaştırmamak şartıyla ikirciksiz, amasız ve fakatsız kabul ettiklerini bütün süreçlerde gözetmişlerdir.
Bölgemiz emekçi halklarımızın “gönüllü birliği” temelindeki arayış, yöneliş ve sorunları uluslarötesi tekelci sermaye diktatörlüğü altında değil, emperyalist-kapitalizmin kökten yıkıldığı düzenlerde ancak gerçekleşecektir.
Hakikî Komünist Kadrolar ayrıca, ezen ulus-ezilen ulus milliyetçiliği konusunda da asla şoven ve sosyalşoven bir konuma düşmemiş KUH’un izlediği politikalara daima güçlerince yardımcı olmuşlardır. Kimileri gibi ilkesiz, pragmatik yöntemlerle KUH’un kuyruğuna takılmamış, KUH’un “Sayın Öcalan”ın Marksizm karşıtı bütün görüşlerini sorumlulukla eleştirmiş ve karşıya almıştır.
VI
AKP iktidarı RTE’yi cumhurbaşkanı yapmayı becerdikten sonra, gelecek yıl yapılacak milletvekili seçimlerine hazırlanıyor. ABD+AB+İsrail Siyonizm’i+Japon Emperyalizmi Bölgemizdeki, Yakın ve Orta Doğu’daki “yüksek” çıkarlarını korumak için tahkimatlarını yaparken gene AKP’yi destekleyeceklerdir. Bu milletvekili seçimlerinde de mevcut anayasayı değiştirecek bir oy oranına ulaşabilirse Erdoğan+Davutoğlu’nun stratejik ortaklığı iki adım daha öne çıkacaktır.
AKP “paralel devlet” yarenlikleriyle bir “iç düşman” icat etmiş, onunla “gölge boksu” oynamaktadır. Bütün kapitalist ülkelerin devletleri zaten paralel ilişkiler ağından oluşmaktadır. Finans-kapitalin önderliğinde ve onun “yüksek” çıkarlarına halel getirmemek şartıyla asker ve sivil bürokrasi, Gladio, gizli cinayet şebekeleri, mafyoz ilişkiler ağı, din, milliyet, iman, cemaat, mezhep, tarikat örgütlenmeleri derece derece bu paralel ilişkiler ağının yapı taşlarıdır.
AKP iktidarı bugüne kadar avantalar ve yağmalar düzenini birlikte götürdükleri cemaat ilişkilerini “suçlu/şeytan” gösterip, suni gündem/çelişki yaratarak ve bu suni çelişkiyi çözme görüntüsü vererek, iktidarını perçinlemekten yanadır. Mevcut gerici burjuva hukuk ilişkilerini, ana ve baba yasalarını keyfî-fiilî olarak delmiş sosyal meşruiyetini kaybetmiştir. Milletvekili seçimlerinde de umduğunu bulduğunda ki, bu gidişle bulacağı anlaşılmaktadır. Çünkü hem veriler bunu doğrulamaktadır hem de AKP’nin alternatifi bir politika henüz siyaset sahnesinde yoktur, üretilememiştir. AKP’nin “Vizyon 2023” yılı projeleriyle, TÜSİAD’ın 50 yıllık uğursuz projeleriyle ve de devlet tekelci kapitalizmi böylelikle iktidarını perçinleyince ne olacaktır?
Ne olacağı gün gibi açıktır. Tekelci sermaye “yeni” bir iç düşman yaratacaktır. “Yeni” bir iç düşman ise TC devletinin kurulduğu günden beri en korktuğu ve şiddetle karşıya aldığı “Gomonizm Tehlikesi” olacaktır. Bu tehlikenin başat boy hedefi de Komünistlerin Siyasî Birliği’nin kavgasını veren, siyaset sahnesinde eksikliği hissedilen İşçi Sınıfı Partisi’nin oluşturulması, inşası için mücadele eden birimler olacaktır. Reformist, revizyonist ve tasfiyeci akımlar, sahte ve sarı sollar, tatlısu komünistleri, liberal-muhafazakâr, özgürlükçü, postmodern, yeni “sol”lar, nasyonal solcular, vb.’leri tali hedef olacaklardır.
Bu ‘öngörüler’, “kâhinlik” ya da “felaket tellallığı” olarak algılanmamalı, nesnel gerçekliğin bilimsel tahlilin sonucundan çıkarılması gereken dersler olarak değerlendirilmelidir.
10 Eylül 2014
http://sorunpolemik.com/SP/643/sol_cenah_orgut/partilerinde_yeni_arayis_ve_yonelislerle_parti_kurma_ataklari_uzerine/
Gün Zileli, hapisten çıkmak için AKP’yle MİT’le yıllardır pazarlık yapan, MİT’in güvenilir ortağı Öcalan’a diyemediklerini DP’ye diyorsa kişisel bir sorunu ve takıntısı var demektir ki olduğunu dünya alem biliyor. Perinçek daha iki gün önce AKP’nin 14. yılını göremeyeceğini ilan etti. Bu nasıl bir destek acaba. Aydınlık her gün AKP ve Erdoğan aleyhinde yayın yapıyor. Cemaat’in üzerine gidilmesini desteklemek başka şey, AKP’yi desteklemek başka şey. Gün Zileli’nin PKK ve Gülen aleyhindeki yazılarını boşuna aramayın bulamazsınız. Ona göre Aydınlıkçılar, ikisinden de daha tehlikelidir Zileli’ye göre. İnsan bir kere İletişim Yayınları’nın dizinin dibine oturunca böyle oluyor demek ki.
Öcalan’ın MİT’le işbirliği yaptığını düşünüyorum, bunu yazdım da. Ancak içeride olan birini eleştirmekte daha ölçülü olmak gerekir. Perinçek de içerideyken bu konuya dikkat eder ve eleştirilerimi asgari düzeyde tutardım. Hatta bu sitede ona karşı yapılan haksızlıklara karşı çıkan yazılarım da vardır. Biraz dikkatli bir tarama yaparsanız bu yazıları görebileceksiniz.
Gün Zileli, kimsenin dizinin dibine oturmaz. Size bu konuda da sitedeki yazıları bir taramanızı öneririm.
@68 erkan kaya
DP, “AKP 14. yılını göremeyecektir” derken, seneye anayasa değişikliği ile iktidar başkan RTE’nin elinde şahsen ve mutlak olarak toplanacak ve AKP de fiilen önemini kaybedecek demek istemiş olmalı. Stalin ile partinin son dönem ilişkisi gibi yani. Acı bir şaka.
DP, dışarı çıktığından beri RTE ve AKP diktatörlüğü belasını “önemsiz göstermek” peşinde, kah Cemaat’e kah Kürt Hareketi’ne AKP’nin “Milli” mevzilerinden saldırmakla meşguldur. Daha önce de “Diktatörün Sopası Yok” temalı gülünç bir dizi yazı yazmış, RTE’nin diktatör olamayacağı çünkü polis ve askerin kendisine itaat etmediğini iddia etmişti!
Bu İP çizgisi, gerçekten orta sınıf Kemalistler’in sivrizekalı olanlarını kandırıp oradan oraya savurmaktan başka bir işlevi olmayan bir ceset.
halkin türkiye komunist partisinin sosyalist cumhuriyet bildirgesi ve marxizm leninizm yada farkli bir post modern revizyonizm denemesi ..
“Ülkemiz, otokratik bir yönetime doğru gitmektedir. Dün
padişahlığa karşı kurulan cumhuriyet, bugün başkanlık adıyla
cumhurun rejimi olmaktan çıkmakta, yeni bir padişahlığa
dönüşmektedir .“
(Dogru söze ne denir? ama sormazlarmi adama bu yönelimden önceki sürecin karakteri ne idi ? Demokratik bir cumhuriyet burjuva anlamda vardida onu Akp mi yokketti. e tabi Kücük burjuva sol , yargisiz infazlar iskenceler , kayiplarin oldugu bir ulkede, hapishanede insani olmayan bir majestelerinin “komunist “ gelenginden geliyorsa, haklar ve ozgurlukleride kendi kucuk burjuva dunyasi ve mekanlarindan yorumlayacaktir, teorik bir ekleme eger tehdit varoln burjuva cumhuriyetin giderek otokratiklesmesi ise, bir demokratik halk derimimi gundemdedir, yoksa proletarya ve yoksul köylulugun diktatorlugunden baska bir anlama gelmeyen sosyalist cumhuriyetmi??)
Yüzlerce insan, gazeteci, aydın, sendikacı, asker haksız ve
hukuksuz bir biçimde tutuklanmış, hapse atılmıştır..
(sadece bumu, yeni postmodern kucukburjuva komunistleri, hardcore sol diye yokolmasini bekledikleri devrimci sol a karsi , kürt ulusal hareketine karsi on yillarca uygulanan terör katliam plitikasini bu kucuk burjuva tespite sokma geregi duymamislar dogal olarak)
Ülkemizde özgürlük bitirilmiştir. Kadının giyiminden, gencin yaşam
biçimine kadar her şeye müdahale edilmektedir. Gece saat
22.00’den sonra içki satın alamazsın, kızlı erkekli halay çekemez
ve horon tepemezsin, sevgilinle el ele dolaşamazsın. Kürtaj
yasaklanır, başı açık kadın ayıplanır! Bu rejimde kadının toplumdaki
yeri, evinde ya da kamusal alanda türbanla dolaşabilme
‘özgürlüğü’nden ibarettir.
Ülkemizin eğitim sistemi çökmüştür. Devlet okulları kapatılmak
istenmektedir. Parası olan özel okula, olmayan imam hatibe kayıt
yapmak zorunda bırakılmaktadır. Bu rejim, imam hatip rejimidir!
Ülkemizde Alevi yurttaşlarımız büyük bir tehdit altındadır.
Gericiliğin dayatması ve asimilasyonu ile karşı karşıya kalan Alevi
yurttaşlarımız tedirgindir. Bu rejim, insana ve değerlere saygısız bir
rejimdir!
(rejimin elestrisi bunlara indirgenmistir, , anti akp söyleme daraltilmis bir rejim elestrisi ,)
Ülkemizde Kürt sorunu AKP eliyle çözümsüzlüğe mahkûmdur.
Ortadoğu’da yürütülen emperyalist projelerden uluslara özgürlük
değil, sadece iç savaşlar ve katliamlar çıkar. Afganistan’da ve
hemen yanı başımızda Irak ve Suriye’de yaşananlar açıktır. Bugün
Kürt sorununda üretilen gerici çözüm formülleri, sorunu çözmek
değil, derinleştirmek dışında başka bir sonuç doğurmamıştır
(akp nin kurt sorununa yaklasimi acisindan söylenen seyler solla alakali herkesin söyledigi seylerdir. kürt ulusal sorunun cozumu AKP nin demagojisinin elestrisi ile sinirlimidir, bu konuda komunistlerimizin nerede oldugu daha sonra agizlarindan cikardiklari baklada yatiyor)
Artık 1923 cumhuriyetine dönüş mümkün değildir. Bundan 90 yıl
önce kurulan cumhuriyet yıkılmıştır. Mustafa Kemal’in liderliğinde
kurulan cumhuriyet tarihsel olarak ileri bir adımdı. Ancak bugün ne
şartlar aynıdır ne de Türkiye aynı Türkiye’dir. 1923 yılında kurulan
cumhuriyete özlem duyarak ve onu yeniden canlandırmaya çalışarak
ülkemizin kurtulması mümkün değildir. Cumhuriyetin kazanımlarını
korumanın tek yolu, yeni bir cumhuriyetten geçmektedir
(iste bu müthis bir tespit ne demeli bilmemki, bagirmak istiyorum bu komunistler mdd cilerden gerideler, yukaridaki elestri /tespit olsa olsa Mustafa kemal askerlerine hitap eden onu muhatap Alan bir belirleme insaf derler Adama yada Günaydin)
Ülkemiz siyasi, ekonomik ve askeri açılardan bağımsız olacaktır.
NATO’dan çıkılacak, ABD’nin açık ya da gizli üsleri kapatılacak ve
TSK’ya devredilecektir.
(offf bu Yaman iste. TSK sosyalist cumhuriyette hala birakin isci koylu iktidarinin kizil ordusu gibi bir sey olmayi bir halk ordusu bile degil..silahlanmis halk hic degil. ve ustelik hala TURK silahli kuvvetleri, htkp sinin sosyalist cumhuriyeti bu,:)devrimde saniriz cektikleri film gibi birsey, insanlar radyodan falan duyacaklar) )
Cumhuriyet rejiminde en önemli organ parlamento, yani meclistir.
Eskiden parlamento yerine krallar, çarlar, padişahlar karar verirdi.
Cumhuriyet ise, ülkemizdeki saltanat rejimine karşı kuruldu;
egemenliği padişahtan alıp halka veren yönetim biçimi olarak
tanımlandı. Ancak bugün kapitalist sistemde halk yönetimi
göstermelik hale gelmiştir. Bugünkü kapitalist cumhuriyetlerde
halkın yönetime katılımı sandık başına gitmekten ibarettir. Sosyalist
Cumhuriyet’te halk yönetime örgütlü bir biçimde “meclisler”
aracılığıyla katılacaktır. Mahalle, fabrika, okul, ilçe, il meclisleriyle,
aşağıdan yukarıya doğru örgütlü halkın yönettiği yeni bir sistem
kurulacaktır. Günümüz Türkiye’sinde padişahlık rejimini temsil
etmekten başka bir özelliği kalmayan cumhurbaşkanlığı makamı
yerine, Sosyalist Cumhuriyet’te halkın oyuyla seçilmiş meclis
başkanı, devlet başkanlığı görevini üstlenecektir
(muthis belirlemelere devam, cumhurbaskanligi padisahlik rejimini temsil ediyorsa , sorunumuz, sosyalizme kesintisiz bir bicimde gecmeyi hedefleyen, proletarya yada onun onculugundeki halkin iktidari anlamina gelen bir asama olmazmiydi? ama tabiiki biz hdkp nin bunun sadece anti akp bir ajitasyon olarak andigini anliyoruz:) baska turlu kurtaramayiz onu. sosyalist cumhuriyet bir halk iktidarimidir? demekki proletaryadan baska siniflarda söz konusudur, iktidar blokunda olan halk icinde.. o Zaman bu Marxist Leninist anlamda sosyalist cumhuriyet degil, proletarya iktidari degil, bir halk iktidaridir. yada Devlet ve ihtilal , ne yapmali, nisan tezlerini yazan Adam yanilmistir)
Sosyalist Cumhuriyet’te herkese temiz, içilebilir ve sağlıklı su
sağlanacaktır. Su satışı yasaklanacak, devlet tarafından her
eve sağlıklı içme suyu sağlanacaktır. Su üzerinden ticaret
yapılamaz. Bunun için bütün su doldurma ve dağıtım şirketleri
devletleştirilecektir. Su sorununun başat nedeni olan mevcut
kentleşme pratiğine son verilecek, havzalar, sulak alanlar ve
yer altı suları kurumaktan kurtarılacaktır. Çünkü su olmadan
yaşanmaz!
(kim itiraz edebilirki :))) sosyalist cumhuriyetin bildirgesinin maddelerinden biri olarak tartisiyoruz bunu, aktuel ve Magazin olmak kaygisi insani böyle su lu sosyalist cumhuriyet bildirgelerini yazmaya götürüyor, tabiki gecmisi mekanik tekrar etmemekten bahsedilebilinir, ama lutfen , sol yayinlarindan ismarlanip nisan tezleri okunbilinirdi.sular gibi Aziz olalar komunistlerimiz , sebil gibi bir sosyalist cumhuriyet bildirgesi her yeri marxiszm kokuyor.)
Sosyalist Cumhuriyet’te, bütün yurtta
kadın sorunu, cinsiyet eşitliği temelinde mutlak olarak ortadan
kaldırılacaktır. Kadınların eşitliği ve özgürlüğü konusunda sağlık,
eğitim, hukuk, sosyal hizmetler ve istihdam başta olmak üzere her
alanda düzenlemeler yapılacaktır.
(su sorunununu yazma geregi duyan sosyalist bildirge kadin sorununada el atmazsa ayip olurdu , bildirge maddelerinin kategorik olarak tutarsizligi konusunda yontem uzerine yazmak istemiyoruz, nede olsa biz mahallelerin radikal hardcore solculariyiz bu“komunistler“ in ilmine yetisemeyiz… ustelik tam cözümü ancak komunist toplumda olabilecek kadin sorununu TSK li sosyalist cumhuriyette tamamen cozuyorlar ey Marx engels Lenin :))
İnternet ücretsiz olacak, herkese iletişim özgürlüğü ve iletişim
olanağı sağlanacaktır. Toplumun kendini ifade etmesinin ve
yönetime katılımının önündeki bütün engeller kaldırılacaktır.
(ne diyelimki??? dedikye kendi kucuk burjuva dunyasindan duzene reddiye yazinca insan internetten bahsediyor tabiiiii bir ´devrim pardon devrimsiz sosyalist cumhuriyet bildirgesinde madde olarak, basin yayin özgürlügü daha genel bir kavram degilmiydi, yada yazarlar cidd insanlarmidir., ustelik tam Internet ozgurlugunden bahsediliyor, yani sansurcu degiliz diyor sosyalist cumhuriyetciler, vallahi biz jakoben marxistler sansurcuyuz, internetteki yozlugu engelleyecegiz:)))
Kürt sorunu, eşit yurttaşlık temelinde ele alınacak, tüm temel
haklar anayasal güvenceye kavuşturulacaktır. Türk ya da Kürt
olmak değil, yurttaş olmak temel hakların ölçüsü olacaktır. Kimse
etnik kimliği ya da anadili nedeniyle ikinci sınıf vatandaş muamelesi
görmeyecektir. Anadilde eğitim ve çok dilli yayın serbest olacaktır
(iste bakla agizdan cikiyor. Lenin in inceltilmis sosyal sovenizm dedigi sey budur iste, Kürt sorunu adi uzerinde bir ulusal sorundur, ulusal haklarina sahip olmayan bir ulusun ulusal sorununu yurtaslik temelinde cözüyorum demek ne demek olabilir? turk te kurt te ulusal kimliklerini yitireceklermi yani? bir ulusun kendi kaderini belirleme Hakki??? ya kurt halki ayrilmak isterse? kurt turk vb ulusal ayrimlarinin ortadan kalkmasi icin , yani uluslarin ortadan kalkmasi icin nasil bir toplumsal formasyon olmasi gerekiyor?? komunizm olmasin o? yok eger sosyalizmden bahsediliyorsa, birlikte yasamaktan bahsediliyorsa, o Zaman özgür evlilik icin kürt ulusunun bosanma hakkina sahip olmasi gerkir, buda kurt ulusunun bagimsiz siyasi organlarina sahip olmasi , kimse karismadan kendi meclislerinde plebisitlerinde buna karar vermesi anlamina gelir, ustelik nato usslerinin Türk silahli kuvvetlerine ( iki uluslu cok, milli azinlikli bir halk cumhuriyetinin halk ordusunada degil , turk silahli kuvvetleri) devredildigi bir sosyalist cumhuriyette kurt ulusunun haklarini yurtasliga indirgemek te ne oluyor. Kurt olmanin ikinci sinif insan olma deyimi , uydurulmus bir siyah Beyaz ötekilestirme edebiyatindan baska birsey degil. kurt isyanindan once turkiye egemenlerinin resmi ideolojisi sanildigi uzre kuyruklu kurt asagilamasi degil( bu savas,isyan sirasindaki lumpen fasist soylem olarak yayginlasmis alt Kultur soylemidir, kürt hareketid bunu ozellikle elverisli oldugu icin kullandi ama yetersiz ve gercgi aciklamiyor, kurt ulusal sorunu illaki bir asagilama yada iktisadi somuru ile temellendirilirse savunulur yanilsamasinin bir urunu, turkiyenin iktisadi olarak somurgesi olmayan bir kurt sorunuda basbayagi ayrilma hakkini kapsayan ulusal sorundur, biri burjuva humanizmi biri Kaba ekonomizm) kurt un aslinda dag turku olmasi uzerinden kurulur. Kurt oldugunu inkar et, turkum de, ikinci sinif vatandas olmazsin, kurt ulusal sorunu dunyada ve tarihte oldkca ozgun bir sorundur, bir somurge asagilamisndan cok inkar ve asimileye dayanir.iktisadi argumanlara ihtiyac duymayacak Kadar saf bir ulusal sorundur.. cok sey soylenebilir. ama once halkin komunistleri ulusal sorun uzerine Lenin okumalidirlar, SSCB de bir ust kimlik olarak sovyet yurtasligina vurgu yapildi, ama bu ust yurtaslik kimligi , ulusal ozgurluklerine siyasal olarak sahip uluslarin uzerinde yukeslen bir kimlikti… bir Azeri komunist kendisini hem Azeri hem sovyet vatandasi görürdü ve kendi ulusal siyasal (sadece kulturel degil) sahipti.(en azindan de jure olarak) eger iki uluslu tek devletten bahsediliyorsa bile, bu yurttaslik esitliginden öte, kürt halkinin siyasal ozgurlugune sahip olmasini icermeliydi, aslinda haklilar, turkiye devrimci hareketine kah buyuran kah hakaret eden ama, kurt halkinin ulusal ozgurlugunu Garip formuller icinde eriten bir ocalan akp ile anlasiyorsa , yurtaslik temelinde ordusu hala Turk silahli kuvvetleri olan bir ulkeden neden yurtas olmasinlarki, halkin komunistleri. ocalan cizgisine soyle diyor e istedigin bu idiyse bunu akp degil bizlede yaparsin:yada baskalariylada :)))kürt ulusuna ulusal azinlik muamelesi yapiliyor, aslinda teorik planda APO da aynisini yapiyor, kurt ulusu adina yaptigi talepler bir ulus icin degil ulusal azinlik icin soylenebilecek seyler.. sonrada chpli ayni seyi terten soyleyip turk ulusu ile kürt milli azinligi ayni sey degildir deyince kiziyolar. e sen Kabul etmissin bunu akademik olarak, kategorik olarak..ama bu konumuz degil..
Patronların egemenliğine son vermek için büyük fabrikalar,
bankalar, madenler kamulaştırılarak halkın malı haline
getirilecek, bu kurumların kârının şahıslara değil, halka ait olması
sağlanacaktır. Ülkemizin kalkınması ve sanayileşmesi için planlı ve
devletçi bir ekonomi şarttır! Piyasa anarşisi, batan bankalar, iflas
eden şirketler, işten çıkarmalar, daha çok kâr için daha az ücret
ve yoksulluk, Sosyalist Cumhuriyet’in kesinlikle izin vermeyeceği
sorunlardır. Ülkemizin zenginliği ve kaynakları, halkımızın refahı
ve kalkınması için yeterlidir. İhtiyacımız olan planlı ve devletçi bir
ekonomik sistemin, halkçı ve eşitlikçi bir bölüşüm politikasının
hayata geçirilmesidir.
Bunun için fabrika, maden, toprak gibi üretim araçlarındaki özel
mülkiyete son verilecek, bankalar devletleştirilecek, halkın malı
haline gelecektir. Planlı kalkınmayla ülkemizde yoksulluk ve işsizlik
ortadan kaldırılacaktır.
( ah ah deveye sormuslar neren egri marxist ekonomi poltiigin yeni yetme ogrenciisi soylemez bunlari,, sadece buyuk fabrikalar halkin mali oluncasi (hemde halkin mali sosyalist Devlet mulkiyeti ile, hatta toplumsal mulkiyetle ozdes degildir)halk varsa farlis sinif ve katmanlar var demektir.) patronlarin egemenligi nasil ortadan kalkmis oluyor?:))) Kücük ve ortalari ne olacak. halkin iktidarindan bahsediliyor sosyalist cumhuriyette.. bu halk hangi sinif ve tabakalardan olusmakta? eger isci yoksul /topraksiz koyluler kasdediliyorsa, o Zaman bir sosyalist iktidardan bahsedilebilinir, orta koyluluk ve sehir orta burjuvazisi siyasal olarak iktidarda olan halk in icindemidir disindamidir? bir sosyalist iktidar hemen teknik olarak tum ozel mulkiyeti derhal tasfiye edemiyebilir. ama iktidar sorunu onemlidir. eger kucuk orta somurucu siniflar hala iktidar icindeyse bu bir sosyalist devrim degil demokratik devrimdir.(sadece buyuk fabrikalar kamulastirildigina gore bunlar iktisadi olarak varlar, siyasal olarak neredeler sosyalist halk cumhuriyetinde) bir isci yoksul koylu iktidari var ise verili sebeplerden dolayi ozel mulkiyetin tedrici olarak yada zorla( halkin komunistleri sevmezler Boyle deyimleri)saptanabilir bir zamandan sonra, ortadan kaldirilmasini beklme hakkimiz var.(nisan devriminde oyle diyor Lenin asama sosyalist devrim, ama sosyalizmi pratik olarak pratige hemen gecirmek degil, kucuk burjuva iktidarinin yerini proletarya ve kir proletaryasi, ve yoksul koylulugun almasi, yani ust yapi yani siyasal acidan sosyalist, sinif iktidari acisindan sosyalist devrim) ama halkin komunistleri Patron iktidarini sadece buyuk fabrikalari kamulastirmakla yikiveriyor, bu dupeduz bir anti tekel devrimdir. kar ortadan kalkmiyor fazla kar engelleniyor.bazende kalkiyor:) sonra geri geliyor.. :))denecekki Nep olgusu var. ama bu oda degilki? baska bir garabet , halk deyince zaten farkli siniflarin varligi anlasilir. hem esitlik hem halk nasil olabilir.???kucuk patronlar var ama ka yok yada varmi vs vs, dahasi marxizmin bir ogrencisi komunizme Kadar Boyle bir esitlik olamiyacagini Bilir. ve hatta marxistler esitlikci bolusumun utopik sosyalizme ait bir kavram olgunu Bilir, uretici guclerin herkesin ihtiyacina gore tuketebildigi bir asamaya gelesiye Kadar esitsizlik sosyalist toplumda olacaktir. herkesin esit ihtiyaclara ve yeteneklere sahip olmadigi bir toplumda esitlikten bahsetmek adaletsizligin ta kendisidir. esitlik bir burjuva kavramdir diyecegim ama anlamaz halkin komunistleri,,(herkesin ihtiyaci Kadar alabildigi bir toplumsal formasyonda esitlik olabilirmi yada esitsizlik, komunizmde esitlik vardir demek Kadar sacma ne olabilir) aaa esitlige karsi cikiliyor diye bagirirlar,hadi oldu diyelim bölüsüm esitligi neye göre nasil saglanabilecektir.. anti duhring Gotha programinin elestrisi diye iki kitap onerilir, biri Marx biri engels tarafindan yazilmistir. umariz bu iki ismi duymustur sosyalist cumhuriyette esit bolusum vaadeden Marxist komunistler) Marxist degil postmodern biseyler kesfettik desler neyse kendilerini Marxist saniyolar digerlerinide cahil:))))
http://ilerihaber.org/yazarlar/metin-culhaoglu/beyler-yarin-cumhuriyeti-ilan-edecegiz/354/
http://www.gunzileli.com/2013/10/28/29-ekim/
Türk Ulusçuluğu
Bir yandan gerici ulusçuluk örneğine göre, diğer yandan bizzat Müslüman devlet sınıflarının egemenliklerini korumak için kendilerine bir ulus yaratmak zorunda olmaları nedeniyle şekillendiğinden, yani bir devlet sınıflarının egemenliğini korumanın aracı olduğundan, Türk ulusçuluğu başından beri en küçük bir ilerici ve kurtuluşçu özellik taşımamıştır. Türk ulusçuluğunun, Balkan ve diğer Hıristiyan ulusların ulusal hareketleri kadar olsun nesnel olarak ilerici bir karakteri bile olmadı. Türk ulusçuluğu, Balkan ve Anadolu’nun Hıristiyan halklara dayanan ulusçuluğunun aksine, onlar gibi Osmanlı’nın egemenliğinden kurtuluşun bir aracı değil, Osmanlının egemen kastının egemenliği ve imtiyazlarını korumasının bir aracıydı.
Bu ulusçuluk Alman emperyalizminin Hint yolunu açmak ve Rusya’yı arkadan kuşatmak için geliştirdiği Panislamizm ve Pantürkizm ideolojilerinin de etkisiyle her zaman emperyal ve ırkçı bir karakter de taşıdı.
Ama aynı zamanda bu ulusçuluk, Rum ve Ermeni burjuvazisi karşısında Müslüman ahaliden bir Türk ulusu yaratarak kendine dayanacağı bir kitle yaratma ihtiyacı içindeki Yahudi ve Sabetaycı liman şehirleri burjuvazisinin de çıkarlarının da bir ifadesiydi.
Kendine Türklerin atası adını veren ve kelimenin gerçek anlamında da öyle olan – (Türklerin atası o ise ondan önce Türkler diye bir şey de olmaması gerekir ve aslında yoktur da) Atatürk, Osmanlı devlet sınıfları ile Levant’ın Yahudi burjuvazisinin çıkarlarının bu çakışmasını sembolize ediyordu. O Selanik’te Sabetaycıların modern okullarında eğitim görmüş bir Osmanlı generaliydi.
Böylece Müslüman Osmanlı devlet bürokrasisi ve liman şehirlerinin Yahudi ve Sabetaycı burjuvazisi, tıpkı Allah’ın insanı kendi suretinde yaratması gibi Türk ulusunu kendi suretinde yarattı. Ama kendisi, İslam zırhıyla zırhlandığı için dil ve din haricinde, bizzat Yunan ve Ermeni uygarlıklarının mirasını sürdüren Bizans tarafından kültürel olarak fetih edilmiş bir sınıf ve kasttı.
Böylece yaratılan Türk ulusu, Kültürel olarak Bizanslı, yani Rum ve Ermeni; dil olarak Türkçe, din olarak İslam oluyordu. Hafızasını yitirmiş bir Rumluk ve Ermenilik; uydurulmuş bir dil (Türk Dil Kurumu), uydurulmuş bir Tarih (Türk Tarih Kurumu) ve uydurulmuş bir İslamiyet’e (Diyanet İşleri) göre tanımlanan bu ulus tam anlamıyla şizofrenik bir varlıktır artık.
Ama nasıl Balkan ulusçuluğu Türk ulusçuluğunu kendi örneğine göre yarattıysa; Türk ulusçuluğu da Kürt ulusçuluğunu kendi örneğinde yarattı. Kendi bütün hastalıklarını ona da aktardı ve ona aktardığı hastalıkların yarattığı zaaflarla egemenliğini sürdürdü.
http://demirden-kapilar.blogspot.com/2014/10/kobani-ve-ortadoguda-yol-ve-yordam.html
Bu yazıyla ilgili olarak bazı Aydınlıkçı arkadaşlardan gerçeğe hiç de uymayan tarizler geldi. Aşağıdaki satırları (bu sitedeki “Büyük Türkiye Milliyetçisi: Cengiz Çandar” yazısından alınmıştır) bu tarizlere bir cevap olarak hatırlatmak zorunda kaldım:
——————-
Bir de şu “Ajanlık” Mevzuu Var
Cengiz Çandar’ı bu kitabında biraz telaşlı buldum. Argümanları çok aceleci, gelişigüzel, iyi temellendirilmemiş. Çoğu zaman, argümanını güçlendirmek için eline ne geçerse kullanmaya kalkmış ki, bu da her şeyden önce kendi tezlerine zarar vermiş. Örneğin Cengiz Çandar, muarızı ulusalcılara kara çalabilmek, örneğin Doğu Perinçek’in “ajan” olduğunu ispatlayabilmek için epeyce alâkasız kanıtlara yer vermeye kalkışmış.
Bu konuda birbirine bağlı gibi görünen üç “kanıt” ileri sürmüş. Birincisi şu: Cengiz Çandar, Amerikalılar tarafından Süleymaniye’de kafalarına çuval geçirilen “özel kuvvet” mensubu subayların yanına “geçmiş olsun” demeye gider. Sohbet esnasında “Binbaşı Aydın” adlı “özel tim” mensubu, Çandar’a, “Sağ olsun Doğu Perinçek abimizin bizim için yaptıklarından haberimiz var” (s. 284) der. Hemen ardından Çandar şu yargısını ileri sürüyor:
“O anda, hızla zihnimden geçen düşünce, Doğu Perinçek’in Özel Kuvvetler, JİTEM gibi askeri güvenlik kuruluşları ve istihbarat örgütleriyle özel ilişkileri bulunduğu oldu. Birkaç yıl sonra Ergenekon Davası’nın en önemli sanıkları arasında yer almasını, biraz da bu tür anekdotlar sayesinde hiç garipsemeyecektim.” (s. 285)
İkinci nokta: Hemen buradan bir anısına geçiyor Cengiz Çandar ve El Fetih yöneticisi Abu Halid’in kendisine özel olarak söylediklerini sayfalara taşıyor:
“Süleymaniye’deki ‘çuval olayı’nın Özel Kuvvetler mensubu olan başlıca kahramanının ‘Doğu Perinçek abisi’nden şükranla söz etmesi, yıllar önce, 1973’te Beyrut’tan ayrılırken sevgili arkadaşım, Fetih yöneticisi Abu Halid’in bana yapmış olduğu uyarıyı aklıma düşürdü. Abu Halid, bir daha birbirimizi göremeyebileceğimiz düşüncesiyle vedalaşırken (nitekim 1976’da Lübnan İç Savaşı’nda şehit düştü) benden bir söz almıştı. ‘Gün gelir Türkiye’ye dönersen, kesinlikle hapisten çıkmış olan arkadaşlarınla birlikte olup, eski örgüt ilişkilerini tazelemeyeceksin. Bana söz ver, demişti… ‘Çünkü konuştular’, ‘bir gizli örgütün lider kadrosu konuşursa o örgüt bitmiştir artık. Polisle mi çalışıyordur bilemezsin.” (s. 285)
Üçüncü nokta ise Melek Ulagay’ın sözleri. Cengiz Çandar, kanıt bulma telaşı içinde, Bora Gözen ve arkadaşlarının, İsrail komandoları tarafından öldürülecekleri Filistin gerilla kampına, “Doğu Perinçek’in adamlarının ‘kirli pazarlıkları’“ sonucunda yerleştirildiği iddiasını, Melek Ulagay’ın, İki Kadın kitabındaki şu sözlerine dayandırmaya çalışmış:
“Yapılan teklif gayet açıktı. Bizim arkadaşlar kampta askeri eğitim alacaklar, bunun karşılığında Almanya’da terör eylemlerine katılacaklardı. Kara Eylül grubuyla karşı karşıya olduğumuzu anlamıştım… Bizim böyle bir plan içinde olamayacağımızı söyledim… Bora o yeni kampa gidecek, ben Beyrut’ta kalacaktım… Gidecekleri kamp, Trablusşam kentine yakın, deniz kenarındaki Nahr el-Bared mülteci kampıydı. El Fetihli dostumuz Abu Halid bana bu kampın Kara Eylül ve benzeri örgütlerin etkisi altında olduğunu, güvenilir bir yer olmadığını söylemişti…” (adı geçen kitapta: s. 243-245; Çandar’ın kitabında: s. 287)
Şimdi bu üç iddiayı baştan alıp tek tek analiz edelim:
Cengiz Çandar’ın ideolojik yakınlıkla ajanlığı birbirine karıştırdığı ya da kasten karıştırdığı kanısındayım. Doğu Perinçek’in, ulusalcı fikirleri nedeniyle “özel kuvvetler”le, Jitemle vb. yakınlık içinde bulunduğunu söyleseydi, belki buna Doğu Perinçek’in bile itirazı olmazdı.
Öte yandan, “Yüzbaşı Aydın”ın Doğu Perinçek’ten böyle açık açık söz etmesi, Perinçek’in ajan olduğunu değil, olmadığını kanıtlar. Çünkü hiçbir özel istihbarat teşkilatı kendi ajanlarını, üstelik isim vererek açık etmez. Kaldı ki, bütün istihbarat örgütü mensuplarının, hele Perinçek gibi “üst düzey” bir “ajanın” teşkilatlarının mensubu olduğunu bilmeleri olacak şey değildir.
Bütün bunlar bir yana, acaba cumhurbaşkanlığı danışmanlığı ile istihbarat örgütü ajanlığı arasında aşılmayacak çok büyük bir mesafe mi vardır? Nihayetinde bu tür danışmanlar da, örneğin MİT’le bir “mahremiyet” (bkz. S. 532) ilişkisi içinde değil midir? Tabii ki ben, Cengiz Çandar’ın “ajan” olduğunu falan ileri sürecek değilim. Beyaz Saray’dan ve Köşk’ten çıkmayan, ABD’nin ve Türk devletinin en üst yöneticileriyle al takke ve külah ilişkiler içinde olan (hele kitabın 75. Sayfasındaki o fotoğraf yok mu… Cumhurbaşkanı Turgut Özal, zekâ geriliğiyle malûl birisinden farksız görünen Cengiz Çandar’dan bir makas alırken çekilmiş, komik mi, yoksa ibret dolu mu olduğuna karar veremediğim fotoğraf) Cengiz Çandar’ın “ajan” olduğunu söylemek, bir başbakanın nahiye müdürü olduğunu ileri sürmek kadar tuhaf bir şey olurdu.
İkinci nokta olarak, Abu Halid’in Cengiz Çandar’a özel olarak söylediği sözlere gelelim. Abu Halid, kendi tecrübesinden yola çıkarak bunları Çandar’a bir arkadaşı olarak, tavsiye niteliğinde söylemiş, Çandar da buna uymuş olabilir. Ancak kendisine özel olarak söylenmiş bu sözleri, yalnız Doğu Perinçek’i de değil, o örgütün önder kadrosu içinde yer alan herkesi töhmet altında bırakacak bir şekilde, üzerinden kırk yıl geçtikten sonra kamuya taşıması, sadece bir “şaşkın ördek” durumuyla izah edilebilir ancak.
Bu bir yana, o zaman genç bir insan olduğu anlaşılan Abu Halid’in idealize edilerek, söylediği her şey yüzde yüz doğruyu temsil ediyormuş gibi ileri sürülmesi de oldukça tuhaftır. Bir kere Abu Halid’in ileri sürdüğü düşünce, tipik Komintern geleneğinin Filistin mücadelesi saflarına sızmış halidir. Komintern geleneğine göre, polise düşen herhangi bir komünist otomatikman parti üyeliğinden çıkarılırdı ve yeniden partiye alınması için uzun bir süre kendisinin “sağlam” olduğunu, polisin eline geçmediğini kanıtlamak zorundaydı. Bu, Stalinist kuşkuculuğun tipik bir ürünüdür ve geçmişte bu yüzden nice canlar yanmış, çok yakın zamanlarda bile, Türkiye hapishanelerinde ya da gerilla kamplarında, örgütler, bu anlayışın sonucunda, nice devrimci genci infaz etmişlerdir. Cengiz Çandar’ın bu Stalinist mantığı yeniden ısıtıp gündeme getirmesi gerçekten “hayretlere seza” bir durumdur.
Kaldı ki, söz konusu örgütün ve o sırada olup bitenlerin o kadar uzağında bulunan Abu Halid, poliste kimin ne derece konuştuğunu, ne ifade verdiğini nasıl ve nereden bilebilirdi ki? Bırakın Abu Halid’i, Cengiz Çandar’ın bile o sırada kulaktan dolma duyumların ötesinde ne gibi bir bilgisi olabilirdi ki?
Bırakın o kadar uzakta olmayı, biz cezaevindekiler bile olayın esasını çözebilmek için akla karayı seçmiştik. Ben Mamak Cezaevinde, “İfadeleri inceleme komisyonu”ndaydım, buna rağmen “çözülme”nin nerede başladığı, ifade verir gibi gözüküp önemli bilgilerin ne kadarının saklandığı konusunda net bir şey söylemem bugün bile mümkün değildir. Havariler’de bu konuyu uzun uzun anlatmıştım.
Son olarak, Melek Ulagay’ın yukarda alıntılanan sözlerinde, Çandar’ın ima ettiği türden bir suçlama yer almamaktadır. Bu sözlerden anlaşılan şudur: Bora Gözen ve arkadaşlarının kalacakları gerilla kampı, Kara Eylül örgütüne aittir ve bu örgüt, kampta kalan Türkiyelilerden bazı eylemlerinde yararlanmayı düşünmektedir ama Melek zaten verdiği cevapta bunun mümkün olmadığını belirtmiştir. Kaldı ki, İsrail’in kampa baskın yaptığı sırada Doğu Perinçek epey zamandır hapisteydi, dolayısıyla, Çandar’ın iddia ettiği gibi, Doğu Perinçek’in “adamlarına” “kirli pazarlıklar” için talimat vermesi mümkün değildi.
Yazıyı bitirirken, kitapta 19 yerde sözü edilen Amerika’daki ya da Washington’daki “düşünce kuruluşları” hakkında da birkaç söz etmek isterim. Cengiz Çandar’ın, burs aldığı, eğitim gördüğü, dergilerinde yazılar yazdığı bu “düşünce kuruluşlarının”, örneğin Pentagon’un ikinci adama Paul Wolfowitz’in dekanlığını yaptığı bir takım kuruluşlar olduğu anlaşılıyor. Çandar bunların adını vermiş ama inanın şu anda adlarını bile buraya almaya üşeniyorum, bırakın haklarında araştırma yapmayı. Zaten araştırma yapacak da pek bir şey yok. Bunlar CIA ve Pentagon bünyesinde kurulmuş, Amerikan emperyalizminin dünyada izleyeceği siyasetler için stratejiler üreten merkezlerdir ve doğrudan CIA ve Amerikan hükümeti tarafından finanse edildikleri bilinmeyen bir gerçek değildir. Fakat beni esas şaşırtan, kitapta Cengiz Çandar’ın biyografisini yazan İletişim Yayınlarının da aynı “düşünce kuruluşları” kamuflaj deyimini benimsemiş olması oldu.
Gün Zileli
25 Kasım 2012
http://www.gunzileli.com
gunzileli@hotmail.com
en zor sey iki kere ikinin dört ettigini kanitlamaktir, sosyal siyasal savasimin ortasinda,, biri cikip iki kere on eder diycek ve herkesi arkasina katacaktir, iki kere iki dort eder diyennin karsisina iki kere iki Eksi iki diyen cikacaktir, araya hep varolan uzlastirmaci olan sifirci cikacaktir, iki kere iki dort diyen israr edecektir, sifirci uzlastirmaci ara yolu bulacaktir, ; iki kere iki dort edebilir ama bunu iki kere iki on eder diyenin yuzune vurmanin geregi ne, pekala iki kere ikinin bir sure alti ettigini Kabul edebiliriz,…. iki kere ininin dort ettigini iddia edenler uzlasmazliklari ile, iki kere ikinin Eksi iki ettigini soyleyenlerle esitlenirler, iki kere ikinin on ettigini soyleyen ve arabulucular tarafindan yok edilmeye kalkisilirlar, sonuc hic onemli degildir, iki kere iki dort eder, iki kere iki dirt eder diyenle on eder diyenin saldirganligi iki kere iki on eder diyenden daha yanlistir bazen …… sen anladin onu esp…
“Programımızla söz vermişiz. Mutlaka kurulması gerekir. Toplumumuzun dörtte birinin kullandığı bir dilin kaynaklarını araştırarak, gelişmesini sağlayacak bilimsel çalışmalar yapılması çok önemli. İnsanlar ancak anadilleriyle eğitim gördükleri zaman olanca yeteneklerini geliştirebiliyor ve yabancılaşmadan kurtuluyorlar.Sonra konu bu toprakların kültürel kaynaklarının ve zenginliğinin keşfedilmesiyle ilgili. Kendimizi tanımanın şartı.”
****
20 Ağustos 1989 tarihli 2000’e Doğru dergisi kapak ve ana haberi. Genel yayın yönetmeni Doğu Perinçek. Demeci veren Aydınlık’ın İP’ten önceki partisi olan Sosyalist Parti’nin genel başkanı Ferit İlsever. (İnsanbu.com’dan alıntı)
Yukarıda anılan demeç “Kürdoloji enstitüsü neden kurulmalı sorununa” ait verilen yanıt…
Ne ilginç değil mi?
http://www.aydinlikgazete.com/bop-esbaskanliginin-saray-mezari-makale,57603.html