Dersim’le ilgili Güncelleme: Özdemir İnce Fiyaskosu…
Dersim katliamının bir zorunluluk olduğunu düşünen ulusalcı eğilimdeki bazı kişiler, gerekçe olarak, Dersimlilerin feodal beylerin etkisi altında olduğunu, vergi vermeyi ve askere gitmeyi reddettiklerini ileri sürüyorlar. Aşağı yukarı 8 yıl önce yazılmış aşağıdaki yazı gerçi “vergi vermeme” ve “askere gitmeme” argümanına cevap vermiyor. Sadece “feodal beylerin etkisi altında olma” argümanına cevap veriyor. Kaldı ki, “feodal beylerin etkisi altında olmak” da çoluk çocuk katledilmeyi gerektirmezdi. Vergi vermeme ve askere gitmeme argümanına gelince.. Bu konuda verilecek sadece kısa bir cevap var: Kendilerine mermi olarak dönsün diye mi vergi vereceklerdi; kendilerine yapıldığı gibi başka bölgelerdeki insanları öldürmek için mi askere gideceklerdi? Dolayısıyla, Dersimlilerin o zaman vergi vermeyi reddederek ve askere gitmeyerek son derece aklıselim davrandıklarını söyleyebiliriz. Dersim tartışması, katliam yıllarından beri süregelmektedir. Bu nedenle bu konudaki yazıları zaman zaman güncellemekte fayda var. Yakında Dersim üzerine tanıklıklar üzerine bazı kitap tanıtmaları da yapacağım.
G.Z.
Özdemir İnce Fiyaskosu
Cehaletin mi yanlış düşünceyi beslediği, yoksa yanlış düşüncenin mi cehaleti körüklediği sorusu her zaman kafamı meşgul etmiştir. Galiba bunun genel cevabı, her ikisinin de birbirini beslediği yönünde olmalıdır ama hangisi daha ağır basar, hangisi önceliklidir, işte bunun içinden çıkamıyordum.
Özdemir İnce’nin bugün (29 Eylül 2010) Hürriyet’te çıkan “Dersim Fiyaskosu ve Tunceli Gerçeği” yazısıyla kafamdaki bu ikilem çözüldü: Evet, ağırlıklı olarak, yanlış düşünce cehaleti körüklüyormuş.
Özdemir İnce’yi epey zamandan beri tanırım. Kendisi şairdir, sanırım esasen de şair olarak tanınır, ne yazık ki sonradan köşe yazarlığı gibi kötü bir mesleğe intisap etti.
1980’li yıllarda arandığım sırada, ekonomik sıkıntılarıma biraz olsun çare bulmak umuduyla, dışarıdan birkaç düzelti işi almak için rahmetli Erdal Öz’ün yanına uğramış ve orada Özdemir İnce’ye rastlamıştım. Özdemir, gelip elimi sıkmış ve “edebiyat dünyasına yeniden hoş geldin” demişti. (Bkz: Sapak, s. 226)
1990’lı yıllarda Telos Yayınevi’nin yayın danışmanlığını yaparken, Bahar ve Tipi adlı romanımın basılmasına olur vermiş ve önayak olmuştu, sağ olsun.
Anlayacağınız, Özdemir İnce ile ilgili birkaç anım hoştur. Köşe yazarlığına intisap ettikten sonra birkaç yazısını okumaya gayret ettim. Bu yazılarda bir şair duyarlığındansa kendini devlet dümenine bağlamış bir çarkçıbaşının gayretkeşliğini görmek beni üzmedi desem yalan olur. Yine de rastladıkça yazılarına şöyle bir göz atmaktan kendimi alamadığım sayılı köşe yazarlarından biriydi.
Özdemir İnce’nin bugünkü yazısı iyice üzücü. Eski bir tanıdık olarak onun adına endişelendim. Cahil bir insan olmadığını biliyordum. Ama kapıldığı azgın ulusalcı sular onu hızla cehalet uçurumuna doğru sürüklemekteydi. İşte beni üzen ve endişelendiren bu oldu.
“Halk Tunceli’de derebeylik ve haydutluk düzeninin sona erdirilmesinden, bu sayede özgürlüğüne kavuşmaktan memnundur” diyor Dersim katliamı ile ilgili yorumunda Özdemir İnce. Üstelik “bozacının şahidi şıracıdır” hesabı, gösterdiği tanık da İP’in yayın organı Teori dergisi.
Cehaletle söylenen sözlere açıktan gülerek cevap vermeyi ayıp bir davranış olarak görürüm ama insan bu kadar büyük cehalet karşısında kendini tutamazsa ne yapsın. Gerçekten gülünecek bir şey Özdemir İnce’nin yazdığı. Bunun, “halk katledilmekten son derece memnundur” ya da “öldürülerek özgürlüğe kavuştular” demekten ne farkı vardır.
“Halk derebeylik düzenini değil Cumhuriyeti seçmiştir” diye devam ediyor Özdemir İnce.
Yahu yapma allahaşkına Özdemir. Dersim’de derebeylik düzeni falan yoktu. Dahası, derebeylik mülkiyetini yaşatacak bir coğrafyası bile yoktu. Galiba Özdemir İnce, komünal toplulukların kan bağına dayanan asalet ünvanlarıyla derebeyliği birbirine karıştırıyor, daha doğrusu nerede bir “seyit” ya da “raybar” görse “hah işte derebeyi” diyor. O bölgeden arkadaşlar çok daha iyi bilirler, ben şimdi ukalalık yapmayayım ama bu asalet ünvanlarının derebeylikle bir ilgisi yoktur. Bunlar komünal toplumun tamamen kendi iç hiyerarşisinin göstergeleridir. Herhangi bir derebeylik mülkiyetine dayanmazlar, hatta hiyerarşileri bile derebeylik toplumunun hiyerarşisinden son derece farklıdır ve komünal toplulukların bir özelliği olarak oldukça eşitlikçidir.
Dersim halkının “seçtiği” iddia edilen Cumhuriyetin kendisi ise gerçek anlamda derebeylerine dayanmaktaydı. Doğu’daki derebeylerin ve büyük toprak sahiplerinin büyük kısmı cumhuriyet devletinin ana dayanaklarından biriydi. Daha sonra DP’nin dayanağı haline gelecek Çukurova’daki ve Ege’deki görece kapitalist işletmeciliğe yakın derebeyleri de keza cumhuriyetin önemli dayanağıydılar. Yani cumhuriyetin giyotini, bu derebeylerine ve güçlerini onlardan alan iktidar “derebeylerine” ve haydutlarına dayanarak işletilmişti Dersim halkının ensesinde.
Özdemir İnce’nin yaklaşımı, “Cumhuriyeti korumak adına” Vandeé köylülerini katleden ve aşağıdaki sözleri sarf ederek tarihe geçen, Jakobenlerin gaddar Generali François Joseph Westermann’ınkinden çok farklı değil:
“Artık Vandée diye bir yer yok, sevgili yurttaşlarım. Kılıçlarımızla kadın çocuk demeden yok ettim, Savenay bataklıklarına ve ormanlarına gömdüm onları. Emriniz üzerine, çocuklar bile atlarımızın nalları altında ezildi, kadınlar artık geleceğin askerlerini doğuramayacak, çünkü katledildiler. Sokaklar ceset dolu, kimi yerlerde cesetlerden piramitler oluşmuş bulunuyor. Savenay’da kitlesel olarak kurşuna dizdik esirleri, çünkü isyancılar sürekli teslim olmakta ve kimseyi esir alacak durumda değiliz. Onlara özgürlüğün ekmeğini vermeye hiç de niyetli değiliz. Devrimin acıması yoktur.”
Umarım Özdemir İnce de tarihe bu fiyaskosuyla geçmez.
■■■
Son zamanlarda yazdığım yazıların kişilere yönelik yazılar olması, bazı arkadaşlar tarafından, Sitedeki “Küçük beyinler kişileri, orta beyinler olayları, büyük beyinler fikirleri tartışır” mottosuna aykırı hareket eittiğim gerekçesiyle eleştirildi. Oysa benim, adları geçen kişilerle hiçbir sorunum yok ve zaten ben o yazılarda kişileri tartışmıyorum. Kişilerden yola çıkarak fikirleri ve yönelimleri tartışıyorum, bu yazıda olduğu gibi. Fikirleri kişiler ifade ettiği için onları söz konusu etmek kaçınılmaz oluyor.
Yazılarımı sansasyonel gazeteci üslubuyla iktibas eden OdaTV ve oraya yorum yazan çoğu ulusalcı yorumcu da belki benim karşı oldukları kişilerle uğraştığımı düşünerek ellerini oğuşturuyorlar ama hatırlatayım ki, ulusalcı zırvalamalarına devam ettiklerine göre bir gün sıra onlara da gelecektir.
Gün Zileli
29.09.10
Dersim Soykırımı; Katil Devleti Lanetliyor, Mağdurları Saygıyla Anıyoruz…
Dersim Soykırımı; Mağdurları Saygıyla Anıyoruz…
Dersim Soykırımı, tarihin TC barbarlığına bir kez daha tanıklık ettiği bir soykırımdır. Kürd Alevilerin soykırıma uğradığı Dersim’de, halk adına konuşan bazı politik çevreler bilinçli olarak Alevileri Kürdlüklerinden koparma çabası içindedirler. Şüphesiz ki bu anlayış devlet kaynaklıdır ve Kürdlerin ulus olmaktan kaynaklanan haklarını yok saymak istemenin bir oyunudur.
Devlet ve devletçiler ile birlikte kendilerine “sol, sosyalist” diyen bazı çevreler de Alevi Kürdleri ulusal kimliklerinden kopararak sadece inanç kimlikleriyle anmaktadırlar.
Aynı çevreler Êzidi Kürdleri de Kürdlüklerinden arındırmak için sadece inançlarıyla anmaktadırlar. Bu oyunda amaç, Kürdleri sadece bir tek inanç ile sınırlamak ve farklı inançlar arasında çelişki yaratarak Kürdlerin ulusal birlik oluşturmalarının önüne geçmektir. Devletin bu çirkin oyununa alet olmayan, hem Kürdlüklerine hem de Aleviliklerine birlikte sahip çıkan onurlu insanların çabası bu oyunu bozacaktır.
Dersim Soykırımı; tarihin gördüğü en sistemli ve en bilinçli soykırımlardan biridir. Hitler’e esin kaynağı olan Dersim Soykırımı’nda amaç bir halkın varlığını ortadan kaldırmaktı. Soykırım mağduru bir halkın adına politika yapanların soykırımcı devleti “demokratikleştirmekten” söz etmesi ve bu soykırımcı zihniyetle “ortak vatanda” karar kılması en az soykırımın kendisi kadar trajiktir.
Tarih, TC ve tüm soykırımcı zihniyetleri mutlaka mahkûm edecektir. Dersim ve tüm soykırımlarda yaşamlarını yitirenleri saygıyla anarken, TC ve tüm soykırımcı devletlerle birlikte bu soykırımcı devlet politikalarını aklayanları da lanetliyoruz…
Özgür Bireyler Topluluğu
04.05.2018
Nasname
https://nasname.com/dersim-soykirimi-magdurlari-saygiyla-aniyoruz/
Dersim Katliamı ve Kemalizm
Marksist Tutum
http://marksist.net/levent_toprak/dersim_katliami_ve_kemalizm.htm
Kemalist Ulusolculuk Fiyaskosu Ve Dersim Gerçeği
Cevabı zor bir soru size:
Şu an ülkede statükonun temel dayanağı ve değişimin önündeki ana engel olan güç hangisidir?
AKP mi?
Hala Kemalizm mi?
İlkine hayır demeden önce muhalefetin zayıflığını, doğu ve batı uçlarındaki belli bölgelere sıkışmış olan azınlıktaki Türk ve Kürt muhalefetlerini ve tabanlarını, iktidarın uysallaştırdığı bürokratik eliti ve merkez medyayı bir düşünün.
İkincisi için hayır demeden önce de Dersim meselesiyle hala gerçek anlamda yüzleşilememiş olduğunu ve ülkedeki (mevcut iktidardaki değil, devletiyle, halkıyla bütün ülkedeki) M. Kemal kültünün gücünü hatırlayın.
Tabii “her ikisidir” diye de yanıtlanabileceğinden zor sayılmayabilir de.
Seyid Rıza ya da Şeyh Said kanaat önderimi idi?
Kemalizmin Derdi TKP’yi Gerdi
Bir adam varmış ismi Mülayim’miş ama kendisi çok sinirli bir adammış. Başka bir adam varmış ismi Arslan’mış ama kendisi bir tavşan kadar korkakmış…
Türkiye’de de bir Tkp var, ismi komünist ama kendisi kemalist ve milliyetçi. Gerçi kendilerinin milliyetçi olduğu gerçeğini yurtsever ismini kullanarak ortaya koyuyorlar.
Kürt açılımı vesilesiyle hazırladıkları Barış, Kardeşlik ve Birlik Bildirgesinde aynen şunu demiş Kemal Okuyan:
“Bağımsızlık, laiklik, cumhuriyet gibi tarihsel ilerleme öğeleri artık birer yük sayılmaktadır”
TKP’nin Felaketin Eşiğinde adlı bildirgesi ise daha bi garip.
“Bu bir geriye dönüştür, bu bir karşı-devrimdir, bu karanlığa teslim oluştur.”
“Cumhuriyetin kazanımlarını savunmak ise, bugün, sosyalizmin gündemindedir. Tasfiye edilmekte olan 1923, ancak sosyalist devrimci bir silkiniş ile yeniden tarihsel değer kazanabilir.”
Kemalizm çözülüyor. Çünkü toplumsal gelişmenin kanunu bu. Kemalizm belli bir tarihsel döneme denk gelen bir ideoloji. Bunu anlayabilmek için Osmanlı’daki üretim ilişkilerine kabaca göz atalım.
Osmanlı’da Avrupa’daki gibi bir feodalizm yoktu. Doğal olarak feodalizme karşı devrimci bir burjuva sınıf da yoktu. Osmanlı’da özel mülikyet de yoktu. Marx’ın tanımı ile bu tam olarak ‘Asyatik Despotik Devlet’e karşılık düşüyor. Ve Marx’ın dediği gibi doğunun anahtarı özel mülkiyetin olmaması. Yönetici sınıf özel mülke sahip olan sınıf değil, doğrudan devlete sahip olan sınıftır. Osmanlı’daki ismi ile devletlû sınıf. Batıdaki ismine bürokrasi denilebilir. Bürokratik sınıf devlete sahiptir, devlet toprağın mülküne sahiptir. Doğal olarak artı-ürün sömürüsünü devletlû sınıf yapar.
Bürokrasi Avrupa’da özel mülke sahip olan sınıfa bağımlıdır, onun memurudur. Asyatik devletlerde ise kendi başına hareket eden bağımsız bir güçtür.
Osmanlı, kapitalizm ile karşılaşınca çözülmek zorunda kalmıştır. Fakat bürokratik sınıf buna büyük bir direnç göstermiştir. Kemalizm bir halk hareketine dayanmayan, tepeden inme dayatmalarla Osmanlı’yı kapitalizme adapte etmenin adıdır. Kemalizm yeni bir burjuva sınıf yaratmalıydı. Ama bu burjuva sınıf Avrupa’daki gibi özgür ve egemen değil, kemalist asker-sivil bürokrasiye göbekten bağlı bir burjuvazi oldu. Bürokrasi hiçbir zaman kendini burjuvazinin memuru olarak görmedi. Kendini devletin asıl sahibi sanmaya devam etti.
Şimdi Türkiye’de olan şey, burjuvazinin, kendini devletin sahibi sanan bürokrasiye (yargı-ordu vs.) devletin asıl sahibinin kendisi olduğunu hatırlatması, bürokrasiyi normal kapitalizme uygun olarak yalnızca kendine bağlı memur kılma çabasıdır.
Bürokrasi demokrat değildir, sivil değildir, miltarist ve şovendir. Ulusal kapitalizm hayali kurar. Fakat Türkiye burjuvazisi yeterince gelişti ve dışa açılma ihtiyacı hissediyor. Dünya emperyalist sistemine tam olarak bağlanmak, emperyalist piramidin orta kısmında yer edinmek istiyor. Kemalizm yani bürokrasinin ideolojisi ise burjuvaziye ayak bağı oluyor.
Değişmeyen tek şey değişimdir ve Türkiye değişiyor. Bu değişim asker-sivil bürokrasi öncülüğündeki ‘ulusal’ burjuva kesim ile dışa açılma ihtiyacı hisseden, AB’ci liberal burjuva kesimin çatışması ile ilerliyor. Kendine komünist diyen birisi bi burjuva kanadın, üstelik tarihsel açıdan gerici bir burjuva kanadının tasfiyesi üzerine feryat etmez. Bu hengamede işçi sınıfını tarihin içine nasıl sokabileceğinin hesabını yapar. Yani klasik deyimle üçüncü yolu nasıl yaratacağını düşünür.
Eğer ille de kazanımları savunmak istiyorsa ki istemeli, demokrasiyi hiçe sayan, darbeci, militarist, şoven bir ideolojiyi savunarak yani sözde cumhuriyeti savunarak bunu yapamaz. Pek savunulacak bir ‘kazanım’ da yok zaten. 85 senelik kemalizmde çözülmemiş duran bir çok demokratik sorun var. Kürt sorunu, Ermeni sorunu, darbecilik sorunu bunlardan bir kaçı. Bu sorunların devamı için, statükonun devamı için çabalayanların yanında komünistler yer alamaz.
“Tek kelimeyle komünistler, mevcut toplumsal ve siyasal durumlara karşı her yerde ve her çeşit devrimci hareketi destekliyorlar.
Tüm bu hareketler içinde, hangi gelişkinlik aşamasında olursa olsun mülkiyet sorununu hareketin temel sorunu olarak öne çıkarıyorlar.” (Komünist Manifesto’dan)
http://proletarya.blogspot.com.tr/2009/10/kemalizmin-derdi-tkpyi-gerdi.html
Enternasyonal dedi ki…
Kemalizmin kullandığı kavramlara kendi bağlamından çok fazla değer yüklüyorsunuz, o kavramları (laiklik, cumhuriyet vs.) fetişleştiriyorsunuz. İçeriğinden kopuk, sadece kavramlar üzerinden söylemler geliştiriyorsunuz. Cumhuriyet elden gidiyor diyorsunuz ama bunun ne anlama geldiği meçhul. Bu birinci sorununuz.
İkinci sorun da şu: Bu kavramların içerdiği ilerici içerik yok olmuyor. Bu ‘ilerici değerler’ gerilemiyor. Bu kemalistlerin hüsn-ü kuruntusu. Eğer ille de karşılaştırma yapacaksak, askerlerin sivil mahkemede yargılanabildiği bir ülke ile askerlerin yalnızca askeri mahkemede yargılanabildği bir ülkeyi karşılaştırın. Kürtçenin yasak olduğu bir ülke ile kürtçe’nin kısıtlı da olsa özgür olduğu bir ülkeyi karşılaştırın. İçe kapanmış bir ülke ile kapitalist dünya pazarına açılmış bir ülkeyi karşılaştırın. Tek parti diktatörlüğü ile göstermelik de olsa çok partili bir ülkeyi karşılaştırın.
Tarihselciliği politikamızın tek ve temel ögesi haline getirirsek kemalizmi değil, akp’yi savunmak durumunda kalabiliriz.
10 Kasım 2009 15:09
kendi geleneksel toplum yapısının hiyerarşisi içinde, üst kesimlerde yer alan şahsiyetlerdi. Konumları mülkiyet ilişkilerinden çok toplumsal geleneklere göre belirleniyordu. Örneğin Dersim’deki Rayberliğin mülkiyetle çok az ilişkisi vardı.
“Demokrasilerde çare tükenmez”, “güzel başlangıçlar” (!) da bitmez:
“Erdoğan, şunları kaydetti:
“Bizim sizlere sevdamız geçmez. Allah ömür verdikçe biz sizleri seveceğiz ve sizlere hizmet edeceğiz çünkü biz dertliyiz. Bizim bir davamız var, bir hayalimiz var. Biz millet olarak bu topraklarda hep güzel başlangıçlar yaptık. Malazgirt’te Sultan Alparslan ile güzel bir başlangıç yaptık, İznik’te Selçuklu ile güzel bir başlangıç yaptık, Söğüt’te Osmanlı ile güzel bir başlangıç yaptık, Ankara’da Cumhuriyet ile güzel bir başlangıç yaptık, 1950’de çok partili hayata geçerek güzel bir demokrasi başlangıcı yaptık. 16 yıl önce AK Parti ile demokrasi ve kalkınma yolunda güzel bir başlangıç yaptık, 15 Temmuz’da milletimizle birlikte istiklalimize ve istikbalimize sahip çıkmak konusunda güzel bir başlangıç yaptık.
Şimdi de 24 Haziran’a yeni yönetim sistemimizle güzel bir başlangıç yapmaya hazırlanıyoruz. Şimdi sizlere soruyorum, 24 Haziran’da güçlü Meclis için cumhurbaşkanlığında şahsımı, Mecliste AK Parti’yi desteklemeye hazır mıyız? 24 Haziran’da güçlü hükümet için cumhurbaşkanlığında şahsımı, Mecliste AK Parti’yi desteklemeye hazır mıyız? 24 Haziran’da güçlü Türkiye için cumhurbaşkanlığında şahsımı, Mecliste AK Parti’yi desteklemeye hazır mıyız?””
“CHP’nin cumhurbaşkanı adayı Muharrem İnce Ödemiş’te konuştu. Türkiye’nin sonunun ya Güney Kore ya da Venezuela gibi olacağını ileri süren Muharrem İnce, “Yıl 1980; Türkiye’nin milli geliri 2 bin dolar, Güney Kore’nin de 2 bin dolar. Asya krizi oluyor, Kore iflas ediyor. Devlet 5 büyük şirketi çağırıyor. ’Rekabet etmeyeceksiniz, dünyayla rekabet edeceksiniz’ diyor. 5 şirketin şimdiki ihracatı 250 milyar dolar. Şimdi milli gelir 30 bin dolar. Türkiye’de ise 7 bin dolara düştü. Bir de Venezuela var. 300 milyar varil petrol üretiyor ama devlette tek adam var. Petrolün gelirini halka aktarayım, halk üretmesin; diyor. Halk üretmemiş ve sonunda üretmeyen ekonomi çöküyor. Şu anda en büyük petrol üreticisi Venezuela, tuvalet kağıdı alamıyor. Aklımızı başımıza alırsak Güney Kore oluruz ama bedava yaşamaya çalışırsak tuvalet kağıdı bulamayız. Karar sizin” diye konuştu.
Ödemiş’e geçen Muharrem İnce, buradaki konuşmasında, “AK Parti döneminde kaç tane stadyum yaptılar? 265 tane yaptılar. Gerekli mi? Gerekli; ama fabrika mı gerekli stadyum mu? Fabrika gerekli. 265 stadyumu niye yaptı? Bir, Atatürk ismini silmek için yaptı. İki, yandaşa rant sağladı. Üç, çocuklarımız işsiz kaldı. Stadyum dediğin şey haftada 2 saat çalışıyor. 30 günde 8 saat. Fabrika 24 saat çalışıyor. Erdoğan ile İnce arasında fark bu. Erdoğan diyor ki ’Tüketim, Kanal İstanbul’. Kazdıracak, oradan avanta gelecek, rant gelecek, mama gelecek. İnce diyor ki ’Bacası tüten fabrika gelecek’. Erdoğan, ’İsrail’den tohum alalım’ diyor, ben de ’Yerli tohumlarımızı geliştireceğim’ diyorum. Bakın farklarımız bunlar” dedi.
Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanı Ahmet Eşref Fakıbaba’ya yönelik eleştirilerde bulunan İnce, “Tarım Bakanı’nın adı, Fakıbaba; milletin adı, fakir baba. O saman ithal edecek; ben yerli ırkları geliştireceğim, köylüyü destekleyeceğim. O, ’Domates satalım’ diyecek, ben diyeceğim ki ’Tarıma dayalı sanayi kurmamız lazım yani marka üretmemiz lazım’. Domates değil ya salça ya da ketçap satacağız. Bizim Mercedes’imiz yok, BMW’miz yok. Marka üreteceğim. Markası olmayan, arkada olur. Sizi iyi yetiştireceğiz; Fransız’dan, Alman’dan daha iyi yetiştireceğiz. Çağınızı bileceksiniz” diye konuştu.
İnce, öğrencilere 19 Mayıs ve 29 Ekim günlerinde burs sözünü tekrarlayarak, “Verimli topraklarla yoksulluk kaderimiz olamaz. Bu yoksulluğu yırtıp, atacağız. Bunu gençlerle birlikte yapacağız” dedi.
Kadınların iş gücüne katılımını yüzde 32’den yüzde 50’ye çıkacaklarını dile getiren İnce, “Mutfakta et mi kaynar, dert mi kaynar? Siz bilirsiniz. Ocakta aş mı pişer, taş mı pişer? Siz bilirsiniz. Kadınların iş gücü katılımı yüzde 32. Bunu yüzde 50 yapacağız. Yani 100 çalışandan 32’si kadın, bunu 50 yapacağız. Bunu nasıl yapacağız? Her mahalleye bir kreş açacağız. Ev kadınlarını çalışan statüsüne sokacağız” diye konuştu.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın çocuk konusundaki açıklamalarını da eleştiren İnce, şunları kaydetti:
“İçime dert olan bir konu. ’3 çocuk yapın’ dedi, sonra dedi ki ’5 çocuk yapın’. Orada bitirmemiş, ’Sezaryen mezaryen yok’ diyor. Ona da karışıyor. Peki bir Muharrem İnce ne diyor? İster 3, ister 5 çocuk yap. Adamın parası var, her şeyi yerinde, 5 çocuk yapar; ama açsa nasıl yapacak? Aramızdaki fark şu. O diyor ki ’3 çocuk yap, 5 çocuk yap’. Ben de diyorum ki benim görevim çocuk sayısını belirlemek değil, bu çocuk bezindeki KDV yüzde 18. Çocuğun donundan yüzde 18 vergi alan devletten adam olmaz. Çocuğun bezinden yüzde 18 vergi al sonra çocuk sayısına karış. Türkiye’yi nasıl kalkındıracaksın? ’3 B’ ile. Barışacağız, büyüyeceğiz, adili bölüşeceğiz. Bu nasıl olacak? Bir, artık vatandaş tasarruf yapmayacak, devlet tasarruf yapacak. Mesela 40 milyar doları Suriyelilere harcamayacağız, haberiniz olsun. Mesela 2 milyar dolara saray yaptırmayacağım. Cumhurbaşkanının Ankara’da bir sarayı var, damatlar yan tarafta lojman var; ama hepsi orada yaşıyor. İstanbul’da da 5 saray var. 500 milyon dolar da onlara harcadı. Bir tane de 300 odalı yazlık saray yaptırıyor Marmaris’e. AK Parti’ye oy veren kardeşlerime sesleniyorum. Senin vicdanına sesleniyorum. Ankara’da saray, İstanbul’da 5 saray, yetmedi Marmaris’te Turgut Özal zamanında 4 oda 1 salon vardı. O zaman yetmedi, 300 odalı saray yaptırıyor yani sarayperest bir cumhurbaşkanı.””
Bir adam varmış. İsmi Kemal’miş ama kendisi “Kemalist” sözcüğünü küfür olarak kullanan fanatik bir Anti-Kemalistmiş.
Başka bir adam varmış. İsmi Yezid’miş ama kendisi radikal ve mezhepçi bir Şii imiş.
Bir adam daha varmış. İsmi Necip’miş ama kendisi bağnaz ve dogmatik bir Anti-Kapitalistmiş.
Öyle ki, “kapitalizm” diye bir sistemin ve ideolojinin aslında var olmadığını, bunun “kapitalistler” tarafından kurgulanmış değil de kendiliğinden gelişmiş doğal bir sosyoekonomik olgu olduğunu söyleyenleri duymaya tahammülü bile yokmuş.
Gün bey, Kayahan Uygur’u hatırladınız mı?
Odatv’ye şu demeci vermiş:
Hükümet medyasından yeni ayrılan isim Odatv’ye konuştu
Hükümete yakınlığıyla bilinen Güneş gazetesinin eski yazarı Kayahan Uygur, geçen günlerde sosyal medya hesabından attığı bir mesajla dikkat çekmişti. Kayahan Uygur o mesajında, dolardaki artıştan söz ederek kur farkı nedeniyle Osmangazi Köprüsü’nü yapan müteahhide 1,5 milyar lira fazla ödeneceğini ifade etmişti.
Kahayan Uygur bu kez Odatv’ye konuştu. Türkiye’nin özellikle son dönemde yaşadığı ekonomik kötü gidişata ve “adı konulmayan kriz” şeklindeki yorumları analiz eden Kayahan Uygur, Türkiye’nin 2010-2011 yılına kadar ki süreci iyi değerlendiremediğini ifade ederek, “Bazı ülkeler markalar yaratarak, o imkanı ve üretimi değerlendirerek bu dönemden sağlam bir şekilde çıktılar. Türkiye’de ise bu dönem de tamamen inşaata yönelik, bu ucuz parayı çar-çur etmeye yönelik bir ekonomik politika izlendiği için son 5-6 senedir patinaj yapıyor” dedi.
“KURUMLAR ORTADAN KALDIRILDI”
Cari açığın yarattığı döviz krizine ve Türk lirasının değer kaybına vurgu yapan Kayahan Uygur, “Bundan çıkış aslında çok çok zor hatta hiçbir şekilde mümkün görünmüyor. Çünkü en azından şunu söylemek lazım; son bir yılda Türkiye’nin 160 milyar ihracatı var, 250 milyar ithalatı var. 90 Milyar fark var. Bu fark ortadayken Türk parasının bu kadar değer kaybetmesi aslında normal, az bile kaybetmiş denebilir” şeklinde konuştu.
Ekonomik sorunlar için dünyada pek de görülmeyen kolay çözümler üretildiğini anlatan Uygur, “Özellikle siyasetle en yakın ilişkide olan inşaat sektörü olduğundan dolayı, inşaat sektörü sadece desteklenmiş. İşte görüyoruz döviz krizi en hızlı ilerlediğinde bile en çok düşünülen sektör inşaat sektörü. Orada faizler indirilmeye çalışılıyor, ev satışlarına destek verilmeye çalışılıyor. Yani Türkiye tamamen inşaat sektörüne hapsedilmiş durumda” dedi.
“Türkiye’de son 16 yıldır devlet yönetimde kurumlar ortadan kalkarak, sadece ‘seçimi kazanan ülkeyi istediği gibi yönetir’ anlayışına dönüldü” diyen Kayahan Uygur, Başakşehir’in Katarlılara, Fenerbahçe’nin de Malezyalılara satılma projesinin olduğunu ifade etti.
“TÜRK PARASININ BU KADAR DEĞER KAYBETMESİ ASLINDA NORMAL, AZ BİLE KAYBETMİŞ DENEBİLİR”
Esasen dünyada bir dönem değişikliği oldu. 2008 krizi demeyelim de, 2010’a kadar dünyada ucuz dolar ve sermayenin merkezlerden çevreye yayılması dönemi yaşandı. Bu dönem 2010-2011’e kadar devam etti. Daha sonra tekrar 2008 finans krizinin de etkisiyle tekrardan sermayenin merkez ülkelere geri dönüşü ve doların değerlenmesi dönemine girildi. O ilk dönemde bazı ülkeler markalar yaratarak, o imkanı ve üretimi değerlendirerek bu dönemden sağlam bir şekilde çıktılar. Türkiye’de ise bu dönem de tamamen inşaata yönelik, bu ucuz parayı çarçur etmeye yönelik bir ekonomik politika izlendiği için son 5-6 senedir patinaj yapıyor. İhracatta artmıyor. 140 milyarla 160 milyar arasında gidip geliyor. Cari açık çoğalıyor. Milli gelir de dolar bazında değişmeden aynı olarak devam ediyor. Türkiye’nin son 5 yıllık durumu bu patinaj durumudur. Ve sonunda cari açığın yarattığı bu döviz krizine kadar getirdi Türkiye’yi ve bundan çıkış aslında çok çok zor hatta hiçbir şekilde mümkün görünmüyor. Çünkü en azından şunu söylemek lazım; son bir yılda Türkiye’nin 160 milyar ihracatı var, 250 milyar ithalatı var. 90 Milyar fark var. Bu fark ortadayken Türk parasının bu kadar değer kaybetmesi aslında normal, az bile kaybetmiş denebilir.
“TÜRKİYE TAMAMEN İNŞAAT SEKTÖRÜNE HAPSEDİLMİŞ DURUMDA”
Özellikle şöyle bir sistem var ve bu dünyada pek eşine rastlanan bir sistem değil. Tamamen en kısa ve en kolay yapılabilecek çözümler önerilmiş bütün sorunlara. Özellikle siyasetle en yakın ilişkide olan inşaat sektörü olduğundan dolayı, inşaat sektörü sadece desteklenmiş. İşte görüyoruz döviz krizi en hızlı ilerlediğinde bile en çok düşünülen sektör inşaat sektörü. Orada faizler indirilmeye çalışılıyor, ev satışlarına destek verilmeye çalışılıyor. Yani Türkiye tamamen inşaat sektörüne hapsedilmiş durumda. Şunu gördük; Türkiye bu dönemde hazırlıksız ve gerekli önlemleri almamış olarak çıktı. Onun için şu anda artık geldi ve duvara dayandı.
“16 YILDIR ‘SEÇİMİ KAZANAN ÜLKEYİ İSTEDİĞİ GİBİ YÖNETİR’ ANLAYIŞINA DÖNÜLDÜ”
Türkiye’de son 16 yıldır devlet yönetimde kurumlar ortadan kalkarak, sadece ‘seçimi kazanan ülkeyi istediği gibi yönetir’ anlayışına dönüldü. ‘Seçimi kazanan ülkeyi istediği gibi yönetir’ anlayışı çok kısa vadeli bir anlayış. Bir ülkenin hayatı 5-10 yıllık programlarla sınırlı değil, daha uzun vadeli düşünmek lazım. Ama daha da vahimi ‘seçimi kazanan ülkeyi istediği gibi yönetir’ kavramında ‘seçimi kazanmak için her şey yapılabilir’ kavramına ve ‘her şey siyaset, her şey güç’ kavramına dönüldü. Zaten bir anlamda inşaat sektörüne dönülmesinin nedeni de bu. Çünkü inşaat sektörü aynı zamanda içinde devletin olduğu bir sektör. Dolayısıyla siyasal güç kazandırıyor. Avrupa Birliği’nin zamanında Türkiye’ye önerdiği, Türkiye’nin önce kabul edip sonra vazgeçtiği ihale yasasının kabul edilmemesi nedeniyle hep belli insanlar belli adamlar bu sektörde ön plana çıkmış oluyor, bu insanlar da belli bir siyasi eğilimi olan insanlar.
BAŞAKŞEHİR KATARLILARA, FENERBAHÇE MALEZYALILARA…
İnşaat sektörü ekonomide belli bir ağırlık sağlarken, ona yakın olan sektörler de var; eğitim sektörü özel okullar, sağlık sektörü özel hastaneler… Bu sektörler de yine siyasi güç sağlayan sektörler. Bunun yanında sanat. İşte gördük geçenlerde, MESAM’a kayyum atandı, sanat alanına da girildi ve spor.
Futbolda da dedikodular dolaşıyor. Ben bunları gazetelerde çıkan açıklamalardan bir sentez yaparak ele aldım. Başakşehir futbol takımının Katarlılara, Fenerbahçe’nin de eğer seçimleri Aziz Yıldırım kazanırsa Malezya’ya satılacağı düşünülüyor. Bu iki futbol takımına da bu ülke ile yakın ilişkileri bulunan siyasilerin el koyması şeklinde bir proje var. Sonuçta bunlar oy getirecek toplumdaki genel siyasi etkinliği arttıracak, her açıdan toplumun her katmanına etki edecek genel bir proje ile karşı karşıyayız. Bu tabi ‘siyaset her şeydir’, ‘seçimleri kazanan her şeyi yapar’ görüşünün toplumsal hayata total bir şekilde yansıması.
“ETHEM BEY DÖNEMİNDE YÖNETİM KURULU DANIŞMANI İDİM”
İş adamı Ethem Sancak’ın Güneş gazetesini hükümete yakın başka bir gruba satması sonrasında Kayahan Uygur’un görevi son bulmuştu. Bu süreci de Odatv’ye değerlendiren Uygur şöyle konuştu:
“Anlattım mantığım mantığa devam edeyim. Toplumun her kademesine her alanına el konulması medyayla devam ettirilmiş oluyor. Her ne kadar bu grup eskiden bu yana Ak Parti’ye yakın politika izlese de yine de bağımsız sermayenin yönettiği bir grup olmaktan çıkıp daha değişik bir pozisyona gelmiş oldu. Ben şahsi olarak o grupta yönetim kurulu danışmanı olarak bulunuyordum. Tabi yönetim değiştiği için yönetim kurulu danışmanı da değişmiş oldu. Bu çok doğal bir süreç oldu. Ethem bey döneminde yönetim kurulu danışmanı idim. Gerçi kendileri bana köşe yazarı olarak devam edebileceğimi söylediler ise de ben oradaki konumumu daha önce o şekilde değerlendirmiş olduğumdan kendileriyle bu şekilde devam etmek istemdim. Aslında problemin özü bu. Genel yayın müdürü de o zaman bunu açıklamıştı.”
odatv, 25 Mayıs Cuma
https://odatv.com/hukumet-medyasindan-yeni-ayrilan-isim-odatvye-konustu-25051859.html
Batan gemiyi önce fareler terk eder!
Lionel Messi mi?
Lefter Küçükandonyadis mi?
Hangisini tercih edersiniz Gün bey? Ve niçin?
Neden bölge partileri ülke genelini yönetsin?
Sadece HDP değil AKP de, MHP de, CHP de, İYİ Parti de birer bölge partisi değil mi?
Bir SP, BBP, VP, TKP gibilerini ise saymaya bile gerek yok.
Tek farkları AKP oylarının diğerlerinden fazla olması değil mi?
Salt çoğunluk bile değil.
Sadece MHP oylarının bir kısmını yanına aldığında ülkenin yarısı oluyorlar en fazla.
Son şaibeli referandumda gördüğümüz üzere.
Gerçi şimdi onlarla bir “Cumhur İttifakı” kurdular kurmasına da, bu sefer de MHP kökenli İYİ Parti oyları bu oranı eşitleyecek gibi görünüyor.
Türkiye’deki bu bölge partilerinin ABD’deki Cumhuriyetçi ve Demokratlar gibi ülke partileri olmadığı apaçık ortada değil mi?
Neden diğer bölgelerin seçmenlerinin partilerinin iktidarları ve o bölgelerden gelme Ankara bürokratları bir Dersim’i ve bir Hakkari’yi yönetsin?
Hatta onların milletvekillerine ve belediyelerine bile tahammül edemeyerek onları zorba kayyumlarla gaspetsin?
Neden Orta Anadolu seçmeninin işbaşına getirdiği hükümet bir İzmir’i ve özellikle sahillerini ilgilendirecek kararlar alsın?
Mesela Suriye olaylarının başlangıcındaki tutumuyla bunun savaşa dönüşmesinin ve ülke çapında – ve o derece olmasa da uluslararası alanda – bir sorun haline gelmesinin en büyük ve hatta aslında belki tek sorumlusu olarak.
(Çünkü eğer karışmasalar ve hiçbir şey yapmasalardı muhtemelen Esad bunları Gezi gibi kısa sürede bastıracak, daha sonra da herşey eskisi gibi olacaktı. Veya en fazla yönetim değişecek ama Mısır’daki Mursi ve Sisi gibi Türkiye ve dünyaya bu derece etkileri olmayacaktı.)
Tabii ki çözüm ülkenin bunlar arasında bölünmesi gibi bir şey olamaz. Sınırları böyle kesin bir şekilde belirleyemezsiniz.
Ama böyle olamaz diye de böyle bir kronik kriz ülkesinin bu kaderine kayıtsız şartsız boyun eğmeyi, o ülkeyi değiştirmek için hiçbir şey yapmamayı savunmak da pek akıllıca olmasa gerek.
Anarşistlerin veya genelde solun tutumu ne olmalıdır burada?
24 Haziran’a Giderken
Marksist Tutum
28 Mayıs 2018
http://marksist.net/levent-toprak/24-hazirana-giderken.htm
Benim Seyit Rıza’yı halk kahramanı yapmak gibi bir tutumm yok. Ne var ki, devletin idam ettiği bir insana saygı duyarım.
24 bir Utangaç Kemalist ve Utanmaz Orta Yolcu.
Siz böyle olmayın. Soykırımcı ve işgalci devlete karşı Seyid Rıza ve tüm mağdur Dersimlilerden yana olarak – Orta Yol’da değil – kendi yolunuzda yürüyün, bırakın ne derlerse desinler.
Seyyid Rıza’nın bir “katil” olduğu iddiasını ilk defa burada görüyorum. Bu iddianın kanıtı nerede? Kimi nerede ne zaman öldürmüş ve olayın tanıkları bunu nerede açıklamış? Birileri de ortaya havadan “katil Zileli” diye bir laf atamaz mı bu durumda?
Tabii ki Seyyid Rıza ve diğer Dersimliler kendilerini ve topraklarını işgalci katillere karşı savunurlarken birilerini “etkisiz hale” getirmiş olabilirler. Ama bu onların “katil” oldukları anlamına gelmez.
Tecavüzcülerine direnirken onları “etkisiz hale getiren” kadınları “katil” diye suçlamanın insafsızca olması gibi.
Apoletli Medya “teröristleri etkisiz hale getiren” binlerce TSK, Jandarma ve Emniyet mensubuna “katil” diyor mu hiç?
“Feodalizm” ezberlerine gelince, yazı buna cevap vermiş zaten.
Eğer birisi “feodal gericiliğe” karşı devletten yana olmasa bile en azından tarafsız kalıyor, fakat o “feodaller” gibi dağa çıkmayıp askerlik, vergi, devlet eğitimi gibi zorunlulukları yerine getirmesi nedeniyle eleştirildiği zaman buna bir cevap veremiyorsa boş konuşuyor demektir.
Yukarıda bu boş konuşan yorumculardan birinin yorumlarını okuyorsunuz.
“Seçimler;
Birileri için ölüm-kalım meselesi olabilir;
Ama Kürdler için ne ölüm ne de kalım meselesidir;
Başkalarının kaygılarına veya kazanımlarına Kürdleri alet etmeyin!”
“Bir Kürdün/Kürdistanlının
Tayyip-Muharrem
Veya
Tayyip-Meral
Kavgası yapmasının
Ne siyasi
Ne ahlaki
Ne stratejik
Ne konjonktürel
Ne taktiksel
Ne de insani
Hiçbir açıklaması yoktur/olamaz!”
“”Halklar”ve “Ümmet” entegrasyon ikilemini aşıp
3. yol/seçenek olarak çıkması gereken Kürdistani partiler varlık gösteremeyince
Saadet gibi sistemin en kirli yapıları “3.yol” olduklarını söyleyebiliyorlar…”
“HDP ile Hüdapar aynı (T.C.) gemiye bindiler;
Biri CHP
Biri AKP
Dedi!
Tercihleri arasında nüans farkı var sadece;
Yok birbirinden farkları;
Biri İş
Diğeri Osmanlı Bankası gibi!
Kürdlük kaygısı taşıyan tabanları,
Birbirlerini eleştirmek/suçlamak yerine
Yönetimlerine baş kaldırmalı.”
“HDP,
Kürd solu olmayı “ilkellik” olarak görüp Türk soluna yedeklendi;
HÜDAPAR,
Kürd -İslam olmayı “ırkçılık” olarak görüp Türk-İslam’a yedeklendi;
Zıt kutuplardalar;
Ama devleti korumada ortaktırlar!
Kendisi olmaktan utananlar
Başkasının yedek gücü olurlar ancak!”
“Roboskî katliamının aydınlanıp
T.C.’nin uluslararası alanda mahkum edilmesi
100 tane seçim sonucundan daha önemlidir;
Seçime harcadığınız enerjinin % 2’sini Roboskî’ye harcarsanız çok şey değişir;
Hem devlet hem taşeronu PKK/HDP mahkum olur;
Tabii değiştirme kaygınız varsa!”
(Nasname)
tum solu syrizalastirmaya karsi dururken anarsist zileli den desdek yerine bayagi hakaret gormek.
Haluk Yurtsever deyip gecmeyin turkiye solunu HDP lestirmek odevini yerine getiren adamdir, o yuzden hic sevmesemde tKP yi destekliyorum
çayan mahallesinde propaganda yaptirmayacagiz diye ilan edilmis karara karsi 80 milyonluk turkiyede baska yer bulamayan HDP nin saldirisini MLKP denen yoldas yakan orgutun provakasyonu sayacagiz.
Ben MLKP felan diye yaziyom da öyle bir orgüt varmi ? hani su pkk nin ara sira Kabul ettigi arasira red ettigi Kurdistan sahinlarindan, daha farkli bir tavri olabilirmi MLKP nin , MLKP yi PKK dan farkli bir MLKP olmasi, SSCB nin Eski Bulgaristani istege ragmen Kabul etmemesi gibi bisey, Kabul etse birlesmis millletlerde oy sayisi azalacak, aslinda buna sunlarida ekleyebiliriz diycem ama , tum kaypakkayacilar, mlsp ciler kurtuluscular.
zamaninda elestirmedik aman Kemalist derler diye , insaf paradigmanin insafi kitabi bilimsel olarak curutulmeyecek kitapmidir, kemalijn ciftligi var demekki feodaldir temelli bir amaaan neresinden tutacaksin, boluda hocamizdi muhalifti tuttuk, ama mahirciler olarak ondan o Zaman bile ileriydik , korktuk
paradigmanin iflasinin yazarinin iflasini yazmak istemiyorum cunki, henuz Ismail besikcilesmedi
burjuva devrimi diye bir şey yoktur.
Bu benezetmelerin hiçbiri yerine oturmuyor. Boşuna spekülasyon. Ayrıca Bolşevikleri bir matah sanıyorsun ama öyle değil.
4′ den 12 ‘ ye kadar Anonim cevapcisinin dikkatine!….. yani tek kisi olup cok Anonim yazisi yazan zat. Senin yaptigin is olsun, torba dolsun misali. Bos bogaz ve gerzek birisisin. Yazilarindan belik ki hic kitap okumayan, cahil cüheyla birisisin.
51′ den 62’ ye kadar Anonim cevapcisinin dikkatine !…..
. Sizlerin veya senin gövdenin üstünde birsey yokmu? Hani yuvarlak, bazen elipsi bir sey. üzerinde gözleri, kulaklari agzi, burnu, kafatasi kemigi, icinde beyin olan seyden bahsediyorum. Sende yok mu?
“Seçilen bir kişi basın açıklamasıyla,
“Ben bu ırkçı/faşist yemini okumam” dese;
Ankara’dan Amed’e yürüse
Çok şey değişir;
Hele hele bir grup veya parti bunu yaparsa Kürdistan meselesi dünya gündemine oturur;
Kürdler çok şey kazanır, eylemci(ler) ise sadece bir koltuk kaybeder!”
“Emperyalistler/uluslararası sermaye kar ediyor/yararlanıyor diye
Araba
Cep telefonu
Klima
Doğal gaz
TV.
Bilgisayar v.s.
Kullanmaktan vazgeçen solcu/dinci var mı?
YOK!
Ukalalık yapıp “Kürdlerin devletleşmesi ABD’ye/İsrail’e yarar” diyen riyakarların/sahtekarların yüzüne tükürün!”
“Sahip olup övündükleri
Dil
Bayrak
Toprak
Ulus
Devlet
Ve diğer simge ile kurumları Kürdlere “haram” kılıp “kardeşlikten” söz eden her solcu ve her dinci ahlaksızdır;
Bu eşitliği istemeyen her Kürd ise iki defa ahlaksızdır!”
(Nasname)
Göç ve İslam karşıtı, Batı’nın İslamlaşmasına Karşı Vatansever Avrupalılar (Pegida) örgütü üyeleri, Perşembe günü iftar saatinde Rotterdam’da Diyanet’e bağlı Laleli Camii önünde mangal partisi düzenleyerek, domuz çevirecek. Rotterdam’daki Türk ve Müslüman örgütleri ise buna karşılık aynı saatlerde cami çevresinde çiçek bırakma eylemi yapacak.
Hollanda’daki diğer büyükşehirler, aşırı sağcı Pegida’nın iftar saatinde cami önlerinde domuz çevirme girişimlerine izin vermemişlerdi.
Ancak ülkenin ikinci büyük kenti Rotterdam’ın Fas kökenli Belediye Başkanı Ahmed Abutalib, Pegida’nın gösteri yapmasının yasalara aykırı olmadığı görüşünde. Abutalib, Türk ve Fas kökenli politikacıların ağırlıkta olduğu DENK Partisi’nin, gösterinin yasaklanmasını talebini reddetti.
Müslüman bir aileden gelen Abutalib, gösteri yapmanın temel bir yasal hak olduğunu vurguladı, Pegida’nın de bu kapsamda gösteri düzenleyebileceğini belirtti.
Rotterdam Belediyesi, DENK’in, gösteri sırasında caminin güvenliğinin sağlanması talebine de, “göstericilerin güvenliğini içermeyen tek taraflı bir talep olduğu gerekçesiyle” olumsuz yanıt verdi.
Pegida üyeleri, Türkiye kökenli göçmenlerin yoğun olarak yaşadığı Rotterdam’ın güneyinde yer alan Laleli Camii önünde, Perşembe akşamı bir araya gelecek. Aşırı sağcı grup, iftar vakti mangal partisi düzenleyecek ve domuz çevirecek.
“…Seçimlerden sonra, sonuç ne olursa olsun hepsi gidecek patronlarına hizmet etmeye devam edecek. Biz yine her milletten, memleketten işçi ve emekçiler olarak baş başa kalacağız. Kendi seçeneğimizi kendimiz yaratmak zorundayız. Barajsız, yasaksız bir Kurucu Meclis seçimlerini savunmalıyız. Aksi halde millet başına Cumhurpatronu seçmek zorunda bırakılacak, yetkisiz meclisten derdine derman arar duruma düşecektir. Millet iradesi ipotek altındadır. Baraj sadece yüzde 10 değil! Paranın barajı çok daha yüksek! Sermaye siyasetin kapılarını emekçiye kapattıysa biz siyaseti fabrikaya, tersaneye, madene, atölyeye taşımalıyız. Orada iki parti var, bir tarafta patronlar partisi bir tarafta işçiler partisi! Emeğin çatısı altında birleşen milyonlar sandıktan çıkacak olan müteahhitlerden, toprak ağalarından, para babalarından, kapitalistlerden ve emperyalizm hizmetkârlarından daha güçlü olacaktır. Türkiye’yi yeniden kuracak meclis ya işçinin emekçinin ellerinde yükselecektir ya da bu meclis son meclis olarak tarihe gömülecektir.
Zincire vurulmuş meclise vekil göndermek başına da Cumhurpatronu seçmek zorunda değiliz. Bu oyunu bozacak ve Kurucu Meclis’i tek adres haline getirecek bir seçenek var. Bu seçenek Cumhurbaşkanlığı seçiminde Erdoğan karşısındaki adayların hepsinin çekilmesi ve Erdoğan’ın tek başına referanduma gitmesidir. Mevcut yasalar tek adayla gidilen seçimin referanduma dönüşmesini öngörüyor. Eğer adaylar Cumhurbaşkanı olmaya çalışmıyor da samimi olarak Cumhurbaşkanlığı sistemine karşıysalar bunu yaparlar. Oysa birinci turda hepsi başkan olunca ne yapacaklarını anlatıyor. Biz Cumhurpatronu seçmeye hayır diyoruz! Ama bir yandan da 16 Nisan’da atı alıp Üsküdar’a geçenler, o günden bu yana çalacakları minarenin kılıfını hazırlıyor. Bu şekilde git gide artan haksızlıklar ve baskılar, seçimler ikinci tura kalırsa doruğa çıkacaktır. Gidişat tüm adaylar için çekilmeyi ve seçimi referanduma dönüştürmeyi tek gerçekçi seçenek haline getirmektedir. Cumhurbaşkanlığı seçimi hiç değilse ikinci turda referanduma dönüştürülmelidir. O durumda tüm millet OHAL’le patronların önünü açan, emekçileri işçinden ekmeğinden eden, halkı sefalete mahkûm eden, emperyalizme ve Siyonizme hizmet eden ve halk iradesine zincir vurup tek adam rejimini getirmeye çalışan Erdoğan’a (onun yedeklerine oy vermek zorunda kalmadan) hep birlikte HAYIR diyecektir.
Referandum seçeneği haricinde düzenin bize dayattığı pusulaların üzerine koca bir çarpı atalım. Geçersiz oy kullanalım. Geçersiz oy atmak, düzenin patlayan lastiğini tamir etmeyi de yedek lastikle değiştirmeyi de reddetmektir. Düzeni değiştirmek için mücadele etmektir. Emperyalizmin ve sermayenin düzen partilerine ve liderlerine oyunu vereceğine iş arkadaşına, komşuna, Kürt kardeşine elini vermektir. Mücadeleyi işçinin ve emekçinin güçlü olduğu ve kazanacağı yere çekmektir. Çünkü kimliklere bölünmediğimiz, emeğin çatısı altında birleştiğimiz zaman yani sınıf mücadelesi ile kazanacağız!”
(Başyazı: Düzenin siyasetinde çözüm yok! – Gerçek Gazetesi – Haziran 5, 2018)
http://gercekgazetesi.net/gundemdekiler/basyazi-duzenin-siyasetinde-cozum-yok
“Terörizm” Safsatası Ve Devlet[çi İdeoloji] Gerçeği
Hiçbir örgüt “terör örgütü” değildir, çünkü “terör örgütü” diye bir örgüt türü yoktur. Amaçlarına ulaşmak için terörist yöntemlere başvuran örgütler vardır.
Tıpkı, aynı şekilde teröre başvuran ve “devlet terörü” uygulayan bütün devletler gibi. Bu nedenle, örneğin Türkiye Cumhuriyeti bir terör örgütü değil ise, PKK de bir terör örgütü değildir veya her ikisi de birer terör örgütüdür.
Aynı nedenle de, örneğin eğer PKK meşru bir güç değil ise Türkiye Cumhuriyeti de meşru bir güç değildir veya her ikisi de aynı derecede meşru iki güçtür.
Aynı Gerçeğin Farklı [Dillerle] İfadeleri:
Terörizm Safsatası ve Devletçi İdeoloji Gerçeği
The Sophistry of Terrorism and the Truth of the Statist Ideology
Safsata-ye Terorîsme ve Hakîkat-e Îdiyulujiye-ye Devlet-gerâyî
Es-Safsatatü’l-Erhâbiyye ve’l-Hakîkatü’l-Aydiyûlûciyyetü’d-Dûlâniyye
Evrim’le ilgili Güncelleme: Harun Yahya Fiyaskosu…
Cehaletin mi yanlış düşünceyi beslediği, yoksa yanlış düşüncenin mi cehaleti körüklediği sorusu her zaman kafamı meşgul etmiştir. Galiba bunun genel cevabı, her ikisinin de birbirini beslediği yönünde olmalıdır ama hangisi daha ağır basar, hangisi önceliklidir, işte bunun içinden çıkamıyordum.
Özdemir İnce’nin bugün (5 Ekim 2008) Hürriyet’te çıkan “Harun Yahya safsatası ve evrim gerçeği” yazısıyla kafamdaki bu ikilem çözüldü: Evet, ağırlıklı olarak, cehalet yanlış düşünceyi körüklüyormuş.
Harun Yahya’yı epey zamandan beri tanırım. Cahil bir insan olduğunu biliyordum. Ama kapıldığı azgın “Yaratılışçı” sular onu hızla daha da büyük bir cehalet uçurumuna doğru sürüklemekteydi. İşte beni üzen ve endişelendiren bu oldu.
–
‘Harun Yahya safsatası ve evrim gerçeği’
Özdemir İNCE – Hürriyet – 5 Ekim 2008
http://www.hurriyet.com.tr/harun-yahya-safsatasi-ve-evrim-gercegi-10041872
İşçi Sınıfının Penceresinden AKP’li Yıllar
Marksist Tutum
5 Haziran 2018
AKP iktidarı, dolaylı vergilerin arttırılması, ulaşım, sağlık ve eğitimin daha da pahalı hale getirilmesi, niteliksizleşmesi, artan hayat pahalılığı, işyerlerinde baskı ve mobingin artması, özel istihdam bürolarının yaygınlaştırılması, kentsel dönüşüm adı altında yaşam alanlarının yok edilmesi, kaotik bir şehircilik anlayışı ile insanların canından bezdirilmesi gibi icraatların da sahibidir. Açıktır ki AKP iktidarının ve tek adam rejiminin işçiler için anlamı kölelik ve yıkımdır. Bu nedenle işçiler hem bu iktidara hem tek adam rejimine hem de kapitalizme karşı mücadelede yerini almalıdır.
http://marksist.net/ezgi-sanli/isci-sinifinin-penceresinden-akpli-yillar.htm
Sosyalistler sıradan bir seçmen gibi davranamaz
Gerçek Gazetesi
Levent Dölek
Haziran 5, 2018
http://gercekgazetesi.net/yazilar/sosyalistler-siradan-bir-secmen-gibi-davranamaz-1
“Efendi seçerken;
‘Kim sizi yönetsin’ diye harcadığınız enerjiyi,
‘Efendisiz nasıl yaşayabilirim’ diye harcasaydınız
Çoktan özgür olmuştunuz…”
“T.C.,
Tarihinin en bunalımlı döneminde
Tarihinin en yayılmacı politikasını sorunsuz/engelsiz hayata geçiriyor;
Kimin Sayesinde?
Tabii ki TAŞERONLARIN…”
“Kendi değerlerinize/doğrularınıza sahip çıkmak istiyorsanız
Öncelikli işiniz,
Sizin doğrularınızla/değerlerinizle iş gören ve sizinle “aynı cephede” görünen sahtekarlarla hesaplaşmak olmalı;
Çünkü değerlere en fazla zarar verenler
Değerleri sahiplenen(!) değersizlerdir!..”
“Yıllardır sol ve dinsel faşizmi anlatmaya çalışıyorduk;
Hep eksik anlatıyorduk ve eksik anlaşılıyordu;
Cumhur ve Millet ittifakları
Sol ve dinsel faşizmin ne olduğunu somut olarak gösterdi;
Bizi anlat(ama)ma derdinden kurtardı;
Dikkat edin!
Her taraf/kesim faşizm bataklığıdır!”
(Nasname)
OHAL Nedir?
Mustafa Kemal Coşkun
Haziran 6, 2018
Son dönemlerde, TÜSİAD başta olmak üzere belirli sermaye gruplarının OHAL uygulamaları konusundaki endişelerini dile getirmeleri üzerine yabancı yatırımcılarla buluşmasında konuşan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, OHAL’i yine grev yasaklarıyla savunarak işçi düşmanlığına sığındı. AB ile yaşanan gerilimlerden, Batılı emperyalist entegrasyon ile ilişkilerin bozulmasından ve finansal dalgalanmalardan rahatsız olan iş adamları grubuna ısrarla söylediği şey şuydu: “Korkmayın, OHAL emekçiler için, sermaye için değil!” Nitekim Flormar’ın patronu sendikalı oldukları için 120 işçiyi işten çıkarırken buradan cesaret almaktadır.
Bugünlerde toplumdan tamamen kopmuş baskıcı ve otoriter bir siyasetin hışmıyla yaratılan pek çok insan hakları ihlalinin, şiddetin, savaşın ve usulsüzlüklerin arkasına gizlenen, OHAL döneminde korku salarak gerçekleştirilen iktisadi düzenlemelerin, OHAL’in sermayeye vaatlerinin ve emekçilere yönelik tehditlerinin ne olduğu bu nedenle gözden kaçırılmamalıdır. Nitekim OHAL, devletin klasik işleyişiyle üstesinden gelemediği durumlara hâkim olması için kullanılan bir hükmetme biçimidir.
Şöyle ki, kapitalist ekonomik sistem sadece üretim sisteminde karşımıza çıkan bir işçi-işveren ilişkisi olmayıp, aynı zamanda toplumsal-ekonomik bir sistem ise ve böyle olduğu ölçüde, bu ekonomik sistem, “liberal demokrasi”, “devlet kapitalizmi”, “faşizm” gibi siyasal rejimler içerisinde işleyebilir ve işleyecektir. Tam da burada artık şunu söyleyebiliriz ki, liberal demokrasi, kapitalist ilişkilerin sürdürülebilmesi açısından tek ve kaçınılmaz siyasal yönetim biçimi değildir. Siyasal rejimler, kapitalist sistem içerisinde egemen burjuva sınıflarının ekonomik/siyasal/ideolojik ihtiyaçlarına ve sınıf mücadelesinin seyrine göre ortaya çıkarlar, yani onların ihtiyaçlarına göre ya liberal, ya devletçi, ya faşist ya da başka türden siyasal rejimler oluşur; ve işte tam burada, ülkemizdeki OHAL yönetiminin de şu ya da bu biçimde sermaye sınıfının çıkarlarına denk düştüğü görülecektir. Bir de tabii, kapitalist bir ekonomik sistem altında devletin şu ya da bu biçimde piyasaya/ekonomik yaşama hiçbir biçimde müdahale etmediği tek bir kapitalist ülke olmadığı, kapitalizmin devlet işin içine karışmadan kendi kendisini düzenleyemeyeceği de düşünülürse, devletin işin içine karışmasının, kapitalizme karşı yapılan bir şey değil, tersine, bizzat kapitalistlerin/burjuva sınıfının çıkarları nedeniyle olduğu apaçık biçimde ortaya çıkar. Nitekim devletin piyasaya/ekonomiye müdahalesini geniş halk kitlelerinden çok sermaye sınıfı istemektedir. 1980’li yıllardan bu yana “serbest piyasa” şampiyonluğu yapan liberaller, kriz koşullarında hükümetlerin piyasaya müdahale etmesine, devletleştirme atağını gerçekleştirmesine alkış tutmaktadır, özellikle de 2008 krizinden beri.
Durum bu ise, her kim AKP’nin otoriter rejimi altında, sırf liberal demokrasi ortadan kaldırılıyor diye, gerek ulusal gerekse uluslararası sermayenin yatırıma yönelmeyeceğini, ülkeden kaçacağını düşünüyorsa büyük bir yanılgı içindedir. Sermaye sınıfının farklı fraksiyonlarından hiçbirinin ülkede demokrasi olup olmadığına ilişkin bir endişesi yoktur, olsa olsa kârlılık endişeleri olur. Eğer kâr ve sermaye birikimi, daha otoriter, daha faşist bir siyasal rejim altında elde edilecekse, hiçbir sermaye sahibi buna cepheden itiraz etmeyecektir. Bugünkü yaşadığımız otoriter rejim de burjuva sınıfının ihtiyaçları çerçevesinde ortaya çıkmıştır. Özetle, TÜSİAD birazcık rahatsız görünüyor diye OHAL’in kaldırılacağını sananlar yanılırlar, medet burjuvada değil doğrudan doğruya işçi sınıfındadır.
Bu yazı Gerçek gazetesinin Haziran 2018 tarihli 105. sayısında yayınlanmıştır.
http://gercekgazetesi.net/gundemdekiler/ohal-nedir
https://ahvalnews2.com/tr/erken-secim/muharrem-inceyi-desteklemek
“…Politik hesaplar, seçim oranları, baraj, ittifak gibi konularda yapılan tüm analizler yanlıştır. Bizler sizleri uyarıyoruz: Erdoğan seçimle gitmeyecektir… Seçim için 24 saat koşuşturan insanlarız, moral bozmuyoruz, Adayımız Demirtaş’tan daha heyecanlı çalışıyoruz. Çünkü özgürüz ve onu oradan dayanışarak alabiliriz ve alacağız.
Erdoğan seçimi kaybetse bile Muharrem İnce’ye Saray’ın anahtarını teslim edemez. Erdoğan 3 bin korumadan vaz geçemez. Erdoğan yargılanmayı göze alamaz. ABD yolsuzluk davalarında adı geçmiştir artık. Erdoğan, ABD mahkemesinin kararına göre, suçlu ilan edilebilir.
Medeni dünya onu yargılamaktadır ve daha da yargılayacaktır.
Ülkesinde “devrik lider” olarak yaşama şansı yoktur. Ülkesinde güvenliği sağlanamaz ve ülke dışı ihtimalleri sınırlıdır. Katar veya Rusya, kaçabilme ihtimali olan ülkeler olabilir ama Erdoğan kaçmaz. Sahip olduğu o devasa tabana ihanet etmez, onları bu saatten sonra satamaz, satmaz. O anlamda “Kasımpaşalı’dır”, hakkını yemeyelim.
Ez cümle Erdoğan, reelde seçimle gitmeye asla ikna olmayacaktır. Sadece SADAT denilen kontragerilla örgütünün, (Başkanı Milli Güvenlik Kurulu toplantılarına da katılmaktadır) yüzbinden fazla paramiliter silahlı militana sahip olduğu bilgisi bir şehir efsanesi değildir.
…
Hadi gelin son senaryo olarak diyelim ki, adayımız Selahattin Demirtaş ikinci tura kaldı. O takdirde Millet İttifakı’nın önemli bir bölümü Saray’ı Demirtaş’a teslim etmek istemeyecektir. Bunun için çatışmayı göze alacak yapıları çoktur.
“Saray, PKK’ye teslim edilemez…” PKK, başkomutan sıfatıyla TSK’ye emir ve komuta edemez. MİT Müsteşarını PKK atayamaz. Polis teşkilatını PKK yönetemez. Eğitim, sağlık, ekonomi, azınlıklar, çoğunluklar gibi konuları Türk devleti adına PKK belirleyemez. PKK, Kürt Sorunu’nu çözemez.
İç savaş çıkar yani. Cumhuriyet mitingi kalabalıkları, ellerinde Türk bayraklarıyla Ankara’yı, Başkanlık Sarayı’nın işgal eder. Başkanlık Sarayı korumaları, yüzde 0.5 oy için Çiller’in son kırıntıları Demokrat Parti ile iş tutup Terörist Demirtaş’ı hapse gönderen Kemal Bey’e kafasına kalpak taktığından ve elinde bayrak olduğundan dolayı ateş edemez. Devlet çıldırır. Olmaz öyle şey.
Erdoğan’ı devirmek için bizden oy isteyen yapı (yüzde 10-15 arası), biz ikinci tura kalırsak bırak bizi desteklemeyi, bizi öldürür…”
Hayko Bağdat’ın yazısıyla ilgili şöyle demiş Nasname;
Yazının içeriğine katılmamakla birlikte
Birçok kaygısında haklıdır @haykobagdat
Söyleyemediği şu:
İttihatçıların en büyük destekçisi Ermeniler soykırımla “ödüllendirildiler”
HDP’nin en büyük destekçisi Kürdler de HDP/CHP eliyle soykırım “ödülü” alabilir!
https://twitter.com/NASNAME_/status/1001806371568934912
“Karşıtların/çatışanların özünde birlik oluşturduğunu ve uzun vadede aynı amaca hizmet ettiklerini görebilseydiniz,
Sunulan değneği seçmek zorunda kalmazdınız;
İki ucu da “sorunlu” değnek seçmektense,
Değneksizliği seçip kendi tercihinizi dayatırdınız/yaratırdınız!…”
(Nasname)
Is Seyyid Rıza a feudal lord ?
Or is he “Mehmet the feudal lord with yellow boots” ?
“DERSİMiz Atatürk” filmini hatırladınız mı?
Sayın Zileli’nin ne düşündüğünü merak ediyorum. Eğer izlediyse beğenmiş midir acaba?
Şahsen şimdiye kadar izleyemediğim için eğer beğendiyse ve tavsiye eder ise izlemeyi düşünüyorum.
tavsiye ederim. Tam bir atatürk güzellemesi. Yani berbat. Bu berbatlığı sizinle paylaşmak istediğim için öneriyorum. Filmde bir tek olumlu olan filmin kahramanı çocuğun çok sevimli olması.
Cevabınız için teşekkürler.
Bu konuda hatırladığım bir şey daha var o zamanki tartışmalardan.
Hatırlarsınız siz de, tartışmalara konu olan “Mustafa” filmi ve Can Dündar bağnaz veya “Katolik” * Kemalistlerin eleştirilerinin, hatta saldırılarının hedefi olmuştu. Mesela o zaman CHP’nin başında olan Deniz Baykal’ın eleştirdiği bir konuşmasını hatırlıyorum izlediğim haber bültenlerinden.
Bu ikinci Atatürk filminin “Mustafa” filmine yönelik tepkiler nedeniyle Genelkurmay’ın talimatı ile çekildiğini – veya çektirildiğini – söyleyenler olmuştu.
* “Katolik” benzetmesini Marksist Tutum’un bu konudaki bir yazısında okumuştum:
“…Dündar’a saldıran Baykalların, Bekir Coşkunların bunları bilmiyor olması mümkün değil. Onların derdi, bunların gerçekten olup olmaması değil zaten, toplumun Atatürk’ü kendi isteklerine hizmet edecek tarzda algılaması.
Can Dündar’ın yapmak istediği ise Atatürk’ü gökyüzünden yeryüzüne indirerek bugün için kullanışlı hale getirmek, deyim yerindeyse Katolik Atatürkçülüğü Protestanlaştırmaktır…”
Mustafa: Bir Bardak Suda Koparılan Fırtına, Marksist Tutum, Aralık 2008
http://marksist.net/selim_fuat/mustafa_bir_bardak_suda_koparilan_firtina.htm
Şêx Seîd ve Yoldaşlarını Saygıyla anıyoruz
Kemalist/ırkçı ideolojinin ayakta kalmasını sağlayan en önemli etkenlerden biri de, kurguya dayanan ve tamamen yalan olan resmi tarih anlayışının Kürdleri de etkilemiş olmasıdır.
Bu yalan tarih anlayışının etkisinde kalan bazı Kürdler; kendi, değerlerine yabancılaşmakla kalmamış o değerlere saldırarak devletin politikalarının hizmetçisi de olmuşlardır.
Emperyalist bir proje olan Kemalist Cumhuriyet, “anti- emperyalist’ bir görüntü vererek yıllarca Kürd Solu’nun kendi değerleriyle barışmasına engel oldu.
Şêx Saîd ve 47 arkadaşını 1925’te katleden devlet, isyanın adının “Şêx Saîd’ olarak anılması için resmi organlarında karar aldı. Bunun nedeni, olayın ulusal yönünü perdelemek ve sorunun sadece dinsel talepler olarak algılamasını sağlamaktı. Bunun yanında “İngiliz kışkırtması” gibi bir yalan uydurarak Kürdlerin her ulusal talebini “dış kaynaklı” göstererek haklı taleplerin görülmesine engel olmaktı…
Biliyoruz ki, Şêx Saîd ve arkadaşlarının dindar kimliği onların ulusal bilince sahip olmasına ve bu bilinç gereği devlete karşı ulusal talepli mücadelesine engel değildi.
Yine biliyoruz ki, İsyanın bastırılması için gönderilen takviye birlikler demiryoluyla Fransız denetimindeki Suriye topraklarından(!) geçerek Diyarbakır’a varabildi. Yani bu “anti emperyalist” devlet, her zamanki gibi emperyalistlerin desteğiyle Kürdlerin mücadelesini bastırabildi.
Şêx Saîd ve yoldaşlarının uzun süre unutulduğu Kuzey Kürdistan’da bugün birçok kesim tarafından anılması çok anlamlıdır kuşkusuz. Bu anlamlı anmalarla Kürdistani değerlerin bilince çıkarılmasını ve sahiplenilmesini sağlayan ve Kürdistani duruşundan taviz vermeyen herkesi kutluyoruz. Şêx Saîd ve mücadele arkadaşlarını saygıyla anarken, onları katleden Irkçı/sömürgeci devleti ve onun savunucularını/yerel ayaklarını da lanetliyoruz.
Ve diyoruz ki, tüm diğer ortak değerlere de hep birlikte sahip çıkmanın ve entegrasyon projelerine karşı Kürdistanileşmenin zamanıdır artık…
Özgür Bireyler Topluluğu
29.06.2018
Nasname
http://nasname.com/sex-seid-ve-yoldaslarini-saygiyla-aniyoruz-2/
İZMİR’in Foça ilçesinde, 2 Temmuz 1993 tarihinde Sivas’taki Madımak Oteli’nde yaşamını yitirenleri anmak için düzenlenen etkinlikte bir konuşmacının Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında meydana gelen bazı olayları ‘katliam’ olarak nitelemesi, gerginliğe neden oldu. Konuşmacıya destek veren izleyicilerin bir bölümü etkinlik sona ermeden salonu terk etti.
Foça Belediyesi’nin desteği ile Atatürkçü Düşünce Derneği (ADD) ve Alevi Kültür Dernekleri Foça şubelerince Reha Midilli Kültür Merkezi’nde dün akşam 25 yıl önce Sivas’ta ölen 33 aydın ve 2 otel çalışanı için anma programı düzenlendi. Açılış konuşmalarını ADD Foça Şubesi Başkanı Şeniz Ararat, Alevi Külür Dernekleri Foça Şubesi Başkanı Kemal Kılınç ve Foça Belediye Meclis üyesi Ali Aktaş yaptı. Moderatörlüğünü yazar Hüseyin Yurttaş’ın yaptığı panele, Madımak Oteli’nden kurtulan 51 kişiden biri olan yazar Hidayet Karakuş ve Alevi dedesi Ali Tekin konuşmacı, eğitimci Yılmaz Mızrak da şiir sunumlarıyla katıldı.
Hüseyin Yurttaş’ın olayları, olayda yaşamını yitiren aydınları ve sonrasında yaşanan yargı süreçlerini hatırlattığı konuşmasının ardından sözü verdiği Ali Tekin, kendisinin inanç ve kanaat önderi olduğunu ve toplumun önemli bir kesimini temsil ettiğini belirterek ilk değil son konuşmacı olmak istediğini söyledi.
Yazar Hidayet Karakuş sıra konusunun önceden konuşulduğunu hatırlattı, ancak anma programının kesintiye uğramaması için programın normal akışıymış gibi konuşmasını sürdürdü. Karakuş, 2 Temmuz 1993 tarihinde eşiyle birlikte katıldığı Madımak etkinliğinde, oteldeki yemeklerin ağır gelmesi nedeniyle, “Peynir ekmek alalım, öğün geçirelim” gibi basit insani bir sebebin kendilerini kurtardığını anlattı. Karakuş, alışverişten dönüşte otele atılan kaldırım taşlarının sökülmesine tanık oluşunu, saldırgan grubun sloganlarla otel önüne gelmesini, öğle saatlerinde olayların başlamasını, sentetik halıların yakılarak dumandan ve gazdan aydınların boğularak ölmesine varan otel içindeki çırpınışları, kendilerinin saatler sonra otelin arka bölümünden bir çıkış yolu bularak ayrılmalarını, gizlice geçtikleri Büyük Birlik Partisi binası ile Emniyet Müdürlüğü’nde yaşananları, Ankara’ya edilen telefonları, dönemin Başbakanı Tansu Çiller, Başbakan Yardımcısı Erdal İnönü, İçişleri Bakanı Mehmet Gazioğlu, dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Doğan Güreş ve yerel yetkililerin tavırlarını ayrıntılı olarak anlattı.
‘KARAMOLLAOĞLU DOĞRU SÖYLEMİYOR’
Dönemin Sivas Belediye Başkanı, bugünün Saadet Partisi Genel Başkanı Temel Karamollaoğlu’nun yıllar sonra olay yerine valinin emriyle saldırgan topluluğu ikna etmek ve dağılmalarını sağlamak için geldiğini anlattığını belirten Karakuş, buna kesinlikle katılmadığını vurguladı. Hidayet Karakuş, “Topluluğu sakinleştirmek için geldiğini savunuyor ama konuşmasına ‘Gazanız Mübarek Olsun’ sözleriyle başlayan Karamollaoğlu’nun konuşmasından sonra olayların şiddeti daha da arttı” dedi.
GERGİNLİĞE NEDEN OLAN O KONUŞMA
Yılmaz Mızrak’ın şiirleri, müzisyen Cengiz Onur ve arkadaşlarının türkülerinin ardından söz alan Alevi dedesi Ali Tekin ise konuşmasına Aleviler’in Türkler’in Anadolu’ya geldiği 1071 yılından önce de bu topraklarda yaşadığını belirterek başladı. Alevi katliamları tarihinin Hazreti Ali’ye dek uzandığını savunan Tekin, Bizans, Selçuklu, Osmanlı ve Cumhuriyet dönemlerinde bu katliamların sürdüğünü iddia etti. Tekin, 1921 yılındaki Koçgiri, 1937-1938 yıllarında Seyit Rıza önderliğindeki Dersim isyanları, 1960-70-80-90’lı yıllarda ve sonrasında yurdun değişik yerlerinde yaşanan olayların Alevi katliamları ve zulümlerle sonuçlandığını, 1993 yılındaki Sivas Madımak olayında da hedefin aslında Aleviler olduğunu savundu. Bunun Sivas ile son bulmadığını öne süren Tekin, “İstanbul’da Gazi olayları ve diğer olaylarla devam etti” dedi.
‘SEYİT RIZA NEDEN ÖLDÜRÜLDÜ?’
Tekin’in konuşmasının tamamlanmasının ardından Hidayet Karakuş söz istedi. Tekin’e, “Dersim olaylarında Şeyh Rıza Alevi olduğu için mi, devletin Aleviler’in çok istediği aydınlanmayı Dersim’e sokmak istemediği için mi öldürüldü?” diye sordu. Karakuş’un, “Dersim’de Seyit Rıza dedikleri kişi Alevi olduğu için değil Cumhuriyet’e baş kaldırdığı için öldürüldü. Dünyanın her yerinde hangi devlet olursa olsun kendine baş kaldırana gerekeni yapar” sözlerine izleyicilerin bir kısmı alkışlarla destek verirken, diğer bir bölüm izleyici protesto için salonu terk etti.
Tekin, “Seyit Rıza’yı savunmuyorum. Madımak’ta da olay Alevi-Sünni çatışmasına dönüştürülmüştür” derken Moderatör Yurttaş salondaki tepkilere tepkiyle karşılık verdi. “Seyit Rıza olayı İngilizlerin kışkırtması ve para yardımıyla başlatılmış bir kalkışmadır. Madımak olayı da bir Alevi-Sünni çatışması değildir. Aydınlara, aydınlanmaya karşı yapılmış bir toplu saldırıdır” sözleriyle saat 23.00’te oturumu kapattı.
Sözlü tartışmalar salon dışında da devam etti.
http://www.hurriyet.com.tr/focada-sivas-olaylari-anma-programinda-gergin-40885372
“Somut yaşamında katliam/soykırım başta olmak üzere her türlü insanlık suçunu işlemiş;
Hitler’e/Mussolini’ye esin kaynağı olmuş faşist beton Mustafa’yı “devrimci” olarak pazarlayanlar,
Varsayımlara dayanarak Şêx Seîd’i “mahkum” etmeye çalışıyorlar!”
[Şeyh Sait yaşasaydı Sivas kıyamına liderlik ederdi – Odatv]
“Devletin fail olduğu hiçbir katliam aydınlatılmadı;
Çünkü bu katliamlar aydınlandığında
Devletin karanlık yüzü sırıtacak!
Madımak ve diğer tüm katliamların faili T.C. ile bağlı çetelerdir;
T.C. ve çetelerini LANETLİYORUZ!
T.C.’yi lanetlemeden Madımak’a ağıt yakmak sahtekarlıktır!”
“Şêx Seîd ve dava arkadaşlarını katledip
93 yıldır mezar yerlerini dahi göstermeyen devlete “İslami” gerekçelerle sahip çıkan İslamcılar sahtekardır;
Dini, faşizmin/sömürgeciliğin bir aracı olarak kullanıyorlar.”
(Nasname)