Derin Tarih Dergisinde “Kemalizm” ve “Sol” İlişkisi Üzerine Bazı Sığ Tespitler
Derin Tarih dergisinin Eylül 2019 tarihli, 90. Sayısı “Solun Kemalizmle İmtihanı” dosyasına ayrılmış. Sağın ideolojik hegemonyası için kolları sıvadığı anlaşılan muhafazakâr ve daha da kötüsü iktidar yanlısı ve yandaş dergi editoryalı, bu dosyayı hazırlarken, öyle anlaşılıyor ki, editörün kendi ifadesiyle “anlaşması mümkün olmayan” sol ve Kemalizm gibi “iki ideolojinin” nasıl olup da bir araya getirildiği noktasına yoğunlaşmış:
“Peki bu anlaşması mümkün olmayan ideolojilerin (abç, G.Z.) yapışık ikizlere dönüştürülmesi ameliyatını hangi ‘doktor’ yapmıştı?” (Mustafa Armağan’ın “Solun Kemalizme Teslim Oluşu” başlıklı editoryal yazısı, s. 1)
Yazar, Olcay Can Kaplan, aynı tespitten hareketle şöyle demektedir:
“Bu iki benzemez ideolojinin (abç, G.Z.) nikâhlanması ise 27 Mayıs darbesinden sonra gerçekleşti.” (“Türk Solu hareketi Nasıl Kemalize edildi?”, (s. 49)
Öncelikle derginin hazırladığı dosyanın temel dayanaklarından olan şu “iki ideolojinin” benzemezliği iddiası üzerinde durmak istiyorum.
Oysa tersine, bu iki ideoloji, daha doğuşlarında, hiç de bir ameliyatı gerektirmeyecek ölçüde birbirine benzemekteydi. Temel ortak noktaları ikisinin de ilerlemeci olmasıydı. Aradaki fark sadece, Mustafa Kemal bu ilerlemeciliği daha ortalama bir Fransız İhtilali ve genel ilerlemecilik diliyle ifade ederken, Lenin’in, “üretici güçler” vb. gibi daha Marksist bir dille ifade etmesidir. Her ikisinin de hedefi devlet eliyle hızlı bir kalkınma gerçekleştirip ülkeyi Batı ülkelerinin düzeyine getirmekti. Sadece Lenin, bu amacını anti-kapitalist sınıf mücadelesi deyimleriyle kamufle ederken, Mustafa Kemal daha modernist, yer yer de anti-emperyalist deyimlerle ifade etmiştir.
Rejimlerden biri kendine “sosyalist” demiş ama bu sosyalizm “üretici güçleri geliştirmek” uğruna işçileri ve köylüleri sömürmekten ve baskı altına almaktan hiç geri kalmamıştır. Keza Kemalist rejim de, başından itibaren halk üzerinde baskıcı bir diktatörlük olmuştur. Dolayısıyla, Komintern aracılığıyla yönetilen o zamanki sol partinin, ilerleme adına Kemalizmi desteklemesinden daha doğal bir şey yoktur ve zaten Moskova da TKP’yi bu yönde şekillendirmiştir.
Kısacası ortada iki benzemez değil, iki benzer vardır. Ve bir ameliyata da hiçbir zaman ihtiyaç olmamıştır.
Oysa Mustafa Armağan, “Solun Kemalizasyonu büyük ölçüde Yön hareketinin eseriydi.” (s. 1) diyerek, Yön’den kırk yıl önce gerçekleşmiş bir olguyu 1960’lara taşımaktadır.
Aynı şekilde, Olcay Can Kaplan, “Türk solu”nun “1960’lara dek Kemalist rejime mesafeli olmayı tercih” ettiğini (s. 49) söyleyerek Türkiye soluna hiç hak etmediği bir paye verdikten sonra, “27 Mayıs’ın anti-demokratik subayları”nın, “Mustafa Kemal’in anti-emperyalist yönünü ön plana çıkararak Türk solu hareketini ‘ehlileştirme’ siyasetine” başladıklarını belirtip, Basın yayın yoluyla gerçekleştirilen bu hamlenin başat gücünün “Yön dergisi ve imtiyaz sahibi-yazı işleri müdürü Doğan Avcıoğlu” olduğunu ileri sürmektedir. (s. 49) Kaplan’a göre, “Kemalizmi eleştiren ve bunun bedelini ödeyen Ethem Nejat, Mustafa Suphi gibi isimlerin fikirleri, Avcıoğlu tarafından Kemalizm potasında eritilerek Türkiye’yi baskı rejimiyle yönetmek isteyen askerlere sunulmuştur.” (s. 51)
Yani öyle anlaşılıyor ki, Kaplan’a göre Türkiye solu önceleri Kemalizme karşı doğru ve eleştirel bir tutum içindeydi. Hatta önderleri bunun bedelini hayatlarıyla ödemişlerdi. Ama 27 Mayıs’tan sonra “anti-demokratik subaylar” Kemalizmin anti-emperyalist yönünü ön plana çıkarıp solu ehlileştirmeye çalışmışlar, bu çabanın en büyük uygulayıcısı da Doğan Avcıoğlu ve Yön dergisi olmuş.
Baştan aşağı yanlış görüşler. Yukarıda da belirttiğim gibi iki akım arasındaki işbirliği 1960’tan sonra değil, 1920’lerde Lenin-Mustafa Kemal işbirliği şeklinde başlamıştı. İkisi de ilerlemeci liderlerdi. Öte yandan Ethem Nejat ve Mustafa Suphi, Mustafa Kemal rejimini hiçbir zaman eleştirmemişlerdir. Tam tersine, bu rejimi desteklemek üzere Türkiye’ye gelmişlerdir ve hayatlarına mal olan şey eleştirellikleri değil, tersine Moskova’nın teşvikiyle içine girdikleri uzlaşmacılıkları ve Kemalist rejime güvenmeleri olmuştur.
Daha önemli nokta ise şudur: Doğan Avcıoğlu, solu Kemalizme eklemleme teşebbüsü değil, Kemalizmi sola eklemleme teşebbüsüdür. Bu bakımdan sanıldığının tersine, Kadro hareketi ile benzerliği sadece yüzeydedir. Kadro hareketi gerçekten de solu Kemalizme iyice eklemleme girişimiydi. O sırada Türkiye’de Mustafa Kemal’in başında bulunduğu bir rejim mutlak iktidardı ve Kadro hareketi de bu iktidarın yardımcısı olarak soldan güç devşirmenin aracılığını yapıyordu.
Oysa 1960’ların başında durum tamamen değişmiştir. Evet, 27 Mayıs’la Kemalistler iktidara yeniden bir atak yapmışlardı ve keza devletin resmî ideolojisi Kemalizmdi ama aslında Kemalizm, somut bir varlık olarak 1940’ların başından itibaren muhalif bir güç konumuna düşmüştü. Zaten iktidardaki reaksiyoner Kemalizmin 1940’tan itibaren görece muhalif ve dolayısıyla görece özgürlüklerden yana bir tutuma gelmesinin nedeni de budur. Aynı somut Leninizmin, Stalin’in reaksiyoner rejimi karşısında (örneğin Troçki’nin şahsında) görece özgürlükçü ve muhalif bir konuma gelmesi gibi.
1960’ların başına gelecek olursak, Kemalizmin atağa geçmiş olmasına rağmen, Türkiye’nin muhafazakâr-sağcı güçleri karşısında görece muhalif ve özgürlükçü bir konumda olduğunu saptamalıyız. Bu koşullarda Doğan Avcıoğlu’nun çıkışı da esasen özgürlükçü ve muhalif bir çıkıştı ve aslında Kemalizmi biraz daha sola çekme girişimiydi.
Bu tür meseleleri iktidar-muhalefet ya da diktatörlük-özgürlük çekişmesinden ve paradigmasından bağımsız olarak çözmeye kalkışırsak yukarıdaki örneklerde gördüğümüz gibi yanılmamız kaçınılmaz olur.
Bunları belirttikten sonra, artık bugüne kadar solcu bir yazar olarak hatırladığım ve “Yön dergisinin arkasında İngiltere’nin , o dönemde kurulan Türkiye işçi Partisi’nin arkasında Rusya’nın, ortanın solu hareketinin gelişmesinde ise İsrail’in Türkiye’deki lobilerinin etkin olduğu görülmektedir” (s. 53) diyerek iyiden iyiye anti-semitist bir yönelime girdiğinden haberim olmayan Anıl Çeçen’in, “Amerikancı güçler dünyayı karıştırmak için Karl Marks’a karşı Herbert Marcus’ü çıkararak kışkırtılan sokak olayları üzerinden gençlik kitlelerini işçi sınıfının yerine geçirmeye çalışmışlardır” (s. 54); bugüne kadar bir devrimci olarak hatırladığım, MHP taraftarı bir milliyetçi-muhafazakâra dönüştüğünden haberdar olmadığım Fethi Murat’ın, “…sol.. ırkçı şoven Taşnakların ve ABD piyonu etnik-ırkçı PKK’nın kuyruğuna takılmış… 15 Temmuz’da, ABD’nin dinci-faşist askerî darbesine karşı” çıkmamıştır. (s. 57); “Al bayrağıyla emperyalizme karşı yürüyen…” (s. 57); “…gayri milli masonlara karşı…” (s. 58); “Kıvılcımlı, dinimize ve değerlerimize saygılıydı.” (s. 60); “Türk entelijensiyası kadar kendi halkına düşman başka bir entelijensiya yoktur.” (s. 60); “Devlet Bahçeli de ABD’ye karşı ‘Bağımsız Türkiye’ diyenleri partisine davet etti.” (s. 60); “Sol bunları bilsin; ezanın, maneviyatın ne demek olduğunu bilsin.” (s. 61) “MHP, şu anda merkez ‘sol’ parti durumundadır.” (s. 60) türü saçmalamalarının üzerinde hiç durmayayım isterseniz.
Gün Zileli
5 Eylül 2019
Bilmem belki sitende IP falan görülüyor da kim olduğumu zaten takip edebiliyor musun, umurumda değil açıkçası zira ben yine de çarpıtmalarına cevap vereceğim:
Öncelikle Sovyet iktidarını işçileri ve köylüleri sömüren ilerlemeci ve üretici güçlerin gelişimi hedefine sosyalizm maskesi takması vb. gerici tezlerini direkt es geçiyorum ve seni “Allah”a (!) havale ediyorum. Bir insan bu kadar gerici ve pespaye nasıl olabilir hayret edici.
Gelelim yanlışlarına: “Öte yandan Ethem Nejat ve Mustafa Suphi, Mustafa Kemal rejimini hiçbir zaman eleştirmemişlerdir. Tam tersine, bu rejimi desteklemek üzere Türkiye’ye gelmişlerdir ve hayatlarına mal olan şey eleştirellikleri değil, tersine Moskova’nın teşvikiyle içine girdikleri uzlaşmacılıkları ve Kemalist rejime güvenmeleri olmuştur.”
Mustafa Suphi’nin (ve birkaç tane de Ethem Nejat’ın) yazılarını biliyorsun ki 1923’de Bakü’deki TKP’liler bir kitapta derledi. Bu kitabı sadeleştirip Aydınlık yayınları da yazıları bir editoryal ile bastı (1976). Orada M. Suphi’nin çeşitli Türk-Müslüman kliklere değdirmeleri, diğer azınlık milletlerin mücadelesine elini ver vb. beyanları var. Uyduruyorsun, bari yazı yazacaksan git kaynaklara üstten bir bak.
Diğer bir mesele de Sovyetler onların Türkiye’ye gitmesine zaten baştan karşı çıktı, zaten bu yüzden organlardaki tartışmalarda “her şeyi bırakıp gitmeyi” bile tartıştılar. Suçu Moskova’ya atma. TKP’nin Kemalistlere güvenmesine gelince, bu her daim bir eleştiri odağımız oldu zaten. Lakin bu sanki Suphi de bir Kemalist kliğin parçasıymış gibi olayı tek düzeleştirip hatta bu anlama gelen bir şekilde sunman gerektiği anlamına gelmez. Ama bir konuda haklısın, Derin Tarih’in çapsız yazarları bilmiyor ve çarpıtıyor. Zaten pek değerleri yok.
Stalin’e tepki olarak Troçkistleri ve Troçki’yi daha özgürlükçü bir Leninizm olarak lanse etmeye çalışıyorsun. Troçki ve Troçkizm daha özgürlükçü bir Leninizm değil, olsa olsa daha kişi kültçü bir Mejrayonkacılık olabilir. Başta Troçki etrafında, sonra da her bir 4. Enternasyonal fraksiyonun kendi kişi kültçü lideri etrafında toplanan bu sekter gruplar özgürlükçü bir akımı falan lanse etmiyor. Bu da boş bir söylem. Troçkistler dıştan sevimli gelebilir (ve şunun da farkındayım ki tabanlarında samimi olan, bürokratizm gibi ciddi bir meseleye karşı duruş göstermek, donukluğa karşı bir “sol” çizgiyi savunmak isteyen kadrolar da vardır) ama şefleri tamamen tarikat hocası gibidir. “Stalinizm” diye eleştirdiğin her şeyin daha ucuz ve parodi kopyaları Troçkistlerin içinde var. Zaten Troçkistler de bugün eleştirdiği her yerde (sol muhalefetken) daha da kötü, bayağı konumları savunuyorlardı ve eleştirdikleri her şeyin kurulmasında önemli de rol oynadılar. Tarihi inkar eden, tarikatlar ardına saklanan şeflere özgürlükçü demen kadar komik bir şey yok.
Bu arada şunu da sormak istiyorum, bu derginin uyduruk yazarlarından bahsediyorsun da, utanmadan bu dergi gibi rezil ve pespaye bir paçavraya malzeme veren Ufuk Uras’a, Fikret Başkaya’ya niye ses çıkarmıyorsun? Tamam, Paradigmanın İflası cidden iyi bir çalışma (en azından kendi tezlerinin altını doldurabiliyor) ama bir kitabın hatrına bu adamın artık iyice bozulan tavrını ne edeceğiz? Gerçi senin için sorun olduğunu zannetmiyorum, yine de belirtmek gerektiğini düşünmüyor değilim.
Bu arada Fikret Başkaya demişken, bir arkadaşım var o da senin gibi eski Aydınlıkçı, Fikret için şunu diyordu (tam katıldığımı söyleyemem): “Solun Kadir Mısırlıoğlu’su”, belki değil ama o yöne gidiyor.
İP numaralarıyla ilgilenmek gibi bir adetim yoktur, zaten Ip numarası hiçbir şeyi anlatmaz.
Eğer bir tartışma yapmak istiyorsan “pespaye” falan gibi aşağılayıcı ve aşağılık deyimleri bir yana bırakmayı, doğrudan fikrini söylemeyi öğrenmen gerekir. Solun eski kötü alışkanlıklarından kurtulamamışsın.
Sovyetler Birliği hakkında evet öyle düşünüyorum. Batı kapitalizminin 200 yılda yaptığı sömürüyü 20 yıla sığdırmış ceberrut bir rejimdi ve yıkılıp gitti.
Madem M. Suphi Kemalizmi eleştirmiş, o kadar laf edeceğine, elinin altındaki kaynaktan bir paragraflık bir alıntı gönderseydin de biz de irşat olsaydık. Ben M. Suphi’nin hiçbir eleştirel sözünü hatırlamıyorum. Ama çok sayıda kuyrukçu sözünü hatırlıyorum.
Moskova M. Suphilerin gitmesine karşı çıktı evet ama bunun nedeni M. Suphi’den daha kuyrukçu olmasıydı. Kremlin önderleri, bu gidişin M. Kemal rejimi ile aralarını açacağından korkmuşlardı. Son derece müptezel yöneticilerdi bunlar ama kendilerini dünyaya “proletaryanın liderleri” olarak yutturdular.
Troçkizmin muhalefete düştükten sonra görece özgürlükçü olması elbette ismi üstünde görece bir durumdur ve tamamen muhalefete düşmekle ilgilidir. Aynı iktidardaki Kemalizmle muhalefetteki Kemalizmin farkı gibi. İktidara gelen ceberrutlaşır, muhalefete düşen görece özgürlükçü bir yönelime girer.
Ufuk Uras’ın yazısında eleştirilecek noktalar vardı, fakat o kadar da dikkate değer görüşler değildi bunlar. Fikret Başkaya’nın röportajındaki fikirlere ise tamamen katıldığım için söz konusu etmedim.
Öte yandan, biliyorsun ben 7 yıllık muhalefetten (1981-1988 arası) sonra 31 yıl önce Aydınlıktan ayrılmıştım. Dolayısıyla Aydınlıkçı değilim. Ama arkadaşın anlaşılan, “Mısırlıoğlu” benzetmesiyle tipik Aydınlıkçı bir tepki gösterdiğine göre hâlâ Aydınlıkçı olsa gerek.
Hoşçakal
Soldan antisemitizme, soldan MHP’ye.. ilk söyleyişte çok tuhaf ama belki de çok normal. ama her durumda çok acı.
Türkiye burjuvazisi 16 yıl önce AKP’yi iktidara taşıyarak, sermaye birikim süreçleri açısından yük olarak gördüğü cumhuriyet kurumlarının tasfiyesinde en kritik aşamayı gerçekleştirmiştir. O günden bu güne yapılan karşı-devrim hamlelerine (özelleştirmeler, modern hukukun tasfiye edilmesi, dinselleşme, kuvvetler ayrılığının bitirilmesi, dış politikada yayılmacı hevesler vb.) bütüncül olarak baktığımızda, bu durumdan en çok zarar edenler Türkiyeli emekçilerdir. Türkiye sosyalist hareketinin bir bölümü “cumhuriyetin kazanımları” derken, tasfiye edilen bu değerleri kast etmektedir. Bu değerleri savunmak bizi Kemalist yapmaz. Birincisi, Kemalistler ortalama sınıfsal pozisyonlarından dolayı bu değerleri tutarlı bir şekilde savunamazlar (zaten savunamadıkları için AKP’ye kolayca yenik düştüler). İkincisi, bu değerleri savunmak devrimcileri halkın gerçek ve güncel sorunları çerçevesi içinde mücadele etmeye yakınlaştırır. O yüzden, AKP’li ve/veya liberal yazarların Türkiye soluna savurdukları boş “Kemalizm” ithamlarını dikkate almaktansa; yukarıda saydığım bu değerleri (cumhuriyetin kazanımlarını) devrimci bir perspektif içinde yeniden üreterek mücadele etmek daha verimli olur. Yandaşların saçma sapan ithamlarına cevap vermeye çalışmak zaman kaybından başka bir şey değildir. Zaten onların bu konuda bu kadar gürültü çıkarmalarının nedeni, AKP’nin bu tarz bir toplumsal mücadele potansiyelinden korkuyor olmasıdır. Gezi Direnişi’ne temel rengini veren kitlelerin de yüzünü sola dönmüş olan cumhuriyetçi kitleler olduğunu unutmamak gerekir.
Bakın koskoca Gün Zileli ne diyor bu yazısında ” Ethem Nejat ve Mustafa Suphi, Mustafa Kemal rejimini hiçbir zaman eleştirmemişlerdir. Tam tersine, bu rejimi desteklemek üzere Türkiye’ye gelmişlerdir ve hayatlarına mal olan şey eleştirellikleri değil, tersine Moskova’nın teşvikiyle içine girdikleri uzlaşmacılıkları ve Kemalist rejime güvenmeleri olmuştur.” Peki sevgili Zileli, Moskova’nın teşviki ile uzlaşmacı bir tavır sergilemeleri mi ölüme götürdü onları yoksa Mustafa Kemal’e güvenmeleri mi? Başka bir şekilde soracak olursak bu isimler intihar mı ettiler yoksa güvendikleri Mustafa Kemal bir katil mi?
Bay Zileli’nin iki benzemez iddiasına itirazına tek delili de iki güruhun da ilerlemecilikleri olmuş. Bu ilerlemecilikte de minik bir fark varmış;, Mustafa Kemal bu ilerlemeciliği daha ortalama bir Fransız İhtilali ve genel ilerlemecilik diliyle ifade ederken, Lenin’in, “üretici güçler” vb. gibi daha Marksist bir dille ifade etmesidir. Böylece muasır medeniyetler seviyesine ulaşacakmışız. Solcuların kırılması, kanlarının akıtılması, derneklerinin, partilerinin, işçi örgütlerinin kapatılması ve daha nice diktatörlük kelimesine meal olacak tatbikati görmeyecek, Mustafa Kemal’in köprüyü geçene kadar göz kırpmalarından hareketle kemalizmle Türk Solu’nu bir elmanın iki yarısı sayacakmışız.
Bakın Mustafa Kemal benzerleri(!) için ne diyor: Bugün Avrupa’nın doğusunda bütün uygarlıkları ve hatta bütün insanlığı tehdit eden yeni bir güç belirmiştir. Bütün maddi ve manevi imkanlarını topyekün bir şekilde, dünya devrimi gayesi uğruna, seferber eden bu korkunç kuvvet, üstelik Avrupalılar ve Amerikalılarca henüz bilinmeyen, yepyeni siyasal yöntemler tatbik etmekte ve rakiplerinin en küçük hatalarından bile mükemmelen istifade etmesini bilmektedir. Avrupa’da çıkacak bir savaşın başlıca galibi ne İngiltere, ne Fransa, ne de Almanya’dır. Sadece bolşevizmdir. Rusya’nın yakın komşusu ve bu memleketle en çok savaşmış bir millet olarak biz Türkler, orada cereyan eden olayları yakından izliyor ve tehlikeyi bütün çıplaklığıyla görüyoruz. Uyanan Doğu milletlerinin düşünce yapılarını mükemmelen sömüren, onların milli ihtiraslarını okşayan ve kinleri tahrik etmesini bilen bolşevikler, yalnız Avrupa’yı değil, Asya’yı da tehdit eden başlıca kuvvet halini almışlardır. (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, 3. Cilt, s. 94-95)
Mustafa Kemal’in bu beyanatının arkasından Gün Zileli’nin bu yazısını okuyunca söylenecek tek söz kalıyor; kemalizm her devirde olduğu gibi bugün de (ve her çevreden) kullanışlı ara elemanlar bulabilmektedir. İşi bitene kadar kullanacağı bu elemanların ipini de işi bittiği gün (dün olduğu gibi) milletin gözüne soka soka çekecektir.
Alaycılığınız ne yazık ki durumu kurtarmıyor.
İntihar etmiş değillerdir. Sadece Moskova’nın teşvikiyle kapıldıkları bir ilüzyonun peşinden gittiler ve akıbetleri belli. Mustafa Kemal’in ne olup ne olmadığına bu durumda siz yanıt verin.
Mustafa Kemal’in sözleri gerçeğin yerine konamaz. O elbette rakip bir iktidar gücünün tehlikesini abartacak ve öyle takdim edecekti. Ama işin gerçeği M. Kemal’in abartılı sözleri değil, Lenin’in devlet kapitalizmine övgülerinde bulunabilir daha çok.
Mustafa Kemal’in söyledikleri ile alakalı beyanınız Şener Şen’in “hele bir sor ki ağan bunu niye böyle yaptı” repliğine benzemiş. Bu yüzden bu kusmı ciddiye almıyorum. Diğer bahiste ise Kemalist diktayı suçlamak yerine “bir ilüzyonun peşine gittiler” demenizi bir ironi olarak kabul ediyorum. Zira bu ilüzyonun peşine gitme iddiası 90 senedir darağaçlarına çekilen, işkencelerde canlarını veren türlü türlü zulümlerle katledilen binlerce kişinin katillerini temize çıkarmak isteyenlere bulunmaz bir reçete olur. Örn. Deniz Gezmiş öldürülmedi, katili de yoktur, o bir ilüzyonun peşine gitti. Tek hatası ilerlemecilik paydasında birleştiği kemalist subaylara…
Bu çıkarsamalarınızı hayret karşılıyorum, bir demagog olduğunuzu düşünmemek için kendimi bir hayli zorlamam gerekti. M. Kemal rejiminin bu cinayetten sorumlu olduğunu söylemek malumu ilan etmek olacağından bunun üzerinde durmamıştım. Deniz Gezmiş ve arkadaşları, yanı başımızdan idama götürülmüşlerdir. Bir insana bir laf etmek için önce onun kim olduğuna, hangi geçmişten geldiğine bir bakmak gerekir bence.
Sayın Zileli öncelikle yaptığınız yorumların “ağız kalabalığının” ötesine geçemediğini üzülerek söylemek istiyorum. Sizin düşüncelerinizi takip eden, yer yer haklılığınızı size karşı görüşlerin çok olduğu ortamlarda da dile getiren biri olarak kaleme almaya çalıştığım yazının “asıl” meselesini yani “öznesini” ne yazık ki kaçırdığınızı görmekteyim. Doğan Avcıoğlu’nun “sol” ideolojide açtığı tahribatı masaya yatırmak için daha neyi bekliyoruz? Gelsin herkes masaya tezlerini koysun ve sosyalistlerin Doğan Avcıoğlu “putunu” yerle bir edelim. 27 Mayıs’ı alkışlayan, 9 Mart cuntasının içerisinde yer alan bu zat-ı muhterem, sol ideolojinin genleriyle oynayıp “mutantlaştırmasının” ve “darbeseverlik” genini bünyelere aşılamasının bedelini aradan geçen onca yıla rağmen neden ödemiyor? 27 Nisan e-muhtırasını alkışlayan Aydınlıkçılar bu fikri tohumun evlatları değil mi? Sosyalist dünya görüşünün insanların kılık kıyafetiyle uğraştığını Türkiye dışında nerede gördünüz Sayın Zileli? Bunun müsebbibi muasır sosyalizmi Kemalizm tabusuyla “yaratığa” dönüştüren(ler) değil mi? 2007 yılındaki Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesi “Çankaya’nın kapısı şeriata kapalı”, “Çankaya’da başörtülü first lady istemiyoruz” sloganlarını atan Türkiye Komünist Partisi, Doğan Avcığolu zehrinin bir ürünü değil mi? Meclisleri demokrasinin ahırı olarak gören Lenin’in ideolojisine Temsilciler Meclisine CHP’den üye olarak giren Doğan Avcıoğlu ihanet etmiş midir, etmemiş midir? Eğer kaleme almaya çalıştığım yazıya bu eksenlerde cevap verirseniz bir “tabuyu” el birliğiyle tarihin tozlu raflarına göndermiş oluruz. Aksi halde Kemalîlik inancının müritleri olan kişiler “solculuk” oyunlarını bir asır daha oynamaya devam edecekler.
Saygılarımla.
Geçmişinizi çok iyi biliyoruz sayın Zileli. Bugününüzü bilmiyormuşuz. Malumu ilan ettirmek için hayli gayret göstermek mecburiyetinde bıraktınız. Demagogluğa soyunmamız da bundandır. Sonuç itibariyle cinayeti işleyen/işletenle cinayete kurban gideni teşrik etme gayretiniz bizi buna sevketti. Neyse efendim, size saadetler dilemekten gayrı elden bir şey gelmez artık. Nasılsa bu şirket bir gün çatırdar. Ortaklığınız bozulunca siz de yazarsınız tersine bir yazı. Bize de keyif sigaralarımızı yakıp okumak düşer.
hangi şirketten söz ettiğinizi anlayamadım. Cinayet konusunda benim için söyledikleriniz de anlaşılır gibi değil. Bir kere daha tekrarlayayım da belki yanlış anlamaları düzeltirim: Leninist SB ile Kemalist TC o yıllarda Batı’ya karşı geçici bir yakınlaşma içindeydi. M. Suphi ve arkadaşları bundan cesaret alarak sol kanat oluşturmak üzere TR’ye legal bir çıkış yapmak istediler. SB şefleri de bunu teşvik etti. Teşvik etmediyse bile engel olmadı ya da uyarmadı. Cinayeti Cumhuriyetin şefleri örgütledi. M. Kemal de elbette bu cinayetin örgütlenmesinden haberdardı. Cinayet işlendikten sonra SB gıkını bile çıkartmadı. Çünkü devletlerinin ali çıkarları bunu gerektiriyordu. Benim açımdan olay bundan ibarettir. Şimdi sigaranızı istediğiniz gibi yakabilirsiniz!
Ortada D. Avcıoğlu diye bir put yok. Galiba Don kişot gibi değirmenleri uzaktan düşmana benzettiniz. 27 Mayıs’ın alkışlanmasında bir yanlışlık yoktur. Hatta 9 Mart cuntası da öyle. Sonuç olarak ordu içinde sol bir girişimdi. Sağcılarla birlikte bu girişimlere kılıç sallamaya hiç de gönlüm razı değil. Sola darbeciliği aşılayan Avcıoğlu değil, bizzat SB önderleridir. Lenin’e kadar geri gidebilirsiniz. Aydınlıkçıların D. Avcıoğlu’na benzerlikleki sadece yüzeydedir. Avcıoğlu’nu dikkatle okuyun, zamanın Kemalist önderlerini burjuvaziyle kaynaştıkları için esaslı bir şekilde eleştirir. Aydınlıkçılar gibi Kemal’e yağcılık yapmamıştır. 15 yıl önce yazılmış şu yazıyı dikkatle okumanızı öneririm: http://www.gunzileli.com/2004/11/23/yon-leninizm-kemalizm-mddcilik-ve-ulusalcilar/ Dolayısıyla TKP’nin kılık kıyafet devrimciğinin D. Avcıoğlu’yla da bir ilgisi yoktur. Bilgileriniz kulaktan aktarıma dayanıyor ne yazık ki.
Zileli nin yazinin mesrebini anlayinca geç bunlari geç diyecegi bir yazi. Yüzeysel Zileli önemsemeyebilir. Bize çok sey anlatiyor bu yazi
Entelektüellerin siyasi güce ya çok az sahip olduğu ya da hiç sahip olmadığı farz edilegelmiştir. Fildişi kulelerine tünemiş, gerçek dünyadan kopmuş, uzmanlaştıkları çok küçük bir alan içinde anlamsız akademik tartışmalara gark olmuş ya da çetrefilli teorilerin içine gömülmüş diye düşünülen entelektüeller, yalnızca siyasi gerçeklikten kopuk bir biçimde resmedilmezler, bu gerçekliğe anlamlı bir katkı verme kabiliyetlerine de şüpheyle bakılır. Ancak ABD’nin Merkezî İstihbarat Teşkilatı (CIA) aynı fikirde değil.
Gerçek şu ki darbelerden, suikast planlarından, yabancı hükûmetlerin el altından manipüle edilmesinden sorumlu olan CIA yalnızca teorinin gücüne inanmakla kalmamış; bazılarının şimdiye kadar üretilen en çetrefilli ve derin teori olarak gördüğü teoriyi hatmetmeleri için bir grup ajanı görevlendirmiş ve bu iş için önemli miktarda kaynak ayırmış. 1985’te yazılan ilginç bir araştırma makalesi Bilgiye Erişim Özgürlüğü Yasası kapsamında küçük değişikliklerle yayımlandı ve CIA ajanlarının Michel Foucault, Jacques Lacan ve Roland Barthes’ın isimleriyle özdeşleşen karmaşık, uluslararası çapta yankı uyandıran Fransız Kuramı’nı (French Theory) mercek altına aldığı ortaya çıktı.
Fransız entelijansiyasının öncüleri ile ilgili aldıkları notları sıkı bir biçimde çalışmak için Paris kafelerinde toplaşan Amerikan ajanları imajı; bu entelektüeller topluluğuna ayaktakımı tarafından asla kavranamayacak uhrevî bir bilgelik atfedenleri ya da onları tam tersi gerçek dünya üzerinde asla etkisi olmayacak anlaşılmaz şeyler söyleyen şarlatanlar olarak görenleri şaşırtabilir. Halbuki CIA’in küresel kültür savaşlarına yaptığı süregelen yatırıma aşina olanlar için bu çok da şaşırtıcı bir durum değil. Frances Stonor Saunders, Giles Scott-Smith, Hugh Wilford (ve Radical History & the Politics of Art’ta yazdığım yazılar ile ben) gibi araştırmacıların ortaya koyduğu gibi, CIA öncü akımlara destek de dahil olmak üzere bu savaşların bizzat içindedir.
CIA’de kültürel aktiviteler bölümü eski sorumlusu Thomas W. Braden, İstihbarat Servisi’nin kültürel saldırı konusundaki gücünü 1967’de içeriden birisi olarak şöyle açıklamıştı: “Paris’te (CIA tarafından desteklenen) Boston Senfoni Orkestrası’nın John Foster Dulles ya da Dwight D. Eisenhower’ın yüz konuşma ile kazanabileceğinden daha fazla övgü toplaması sonrasında yaşadığım müthiş sevinci unutamıyorum.”
Bu kuşkusuz çok küçük bir operasyondu. Aslında, Wilford’un haklı bir şekilde ileri sürdüğü gibi, merkezi Paris’te bulunan ve kültürel Soğuk Savaş sırasında CIA’in paravan örgüt olarak kullandığı sonradan ortaya çıkan Kültürel Özgürlük Kongresi (CCF), inanılmaz geniş bir yelpazede sanatsal ve düşünsel etkinliklerin dünya tarihindeki en önemli hamilerden biriydi. Otuz beş ülkede ofisi vardı, onlarca prestijli dergi yayımladı, kitap endüstrisinde yer aldı, yüksek profilli uluslararası konferanslar ve sergiler düzenledi, performans ve konserler koordine etti, çok çeşitli kültür ödülleri ve ödeneklere –ve tabii Farfield Vakfı gibi paravan kuruluşlara- önemli miktarlarda kaynak sağladı.
Paris’teki hücre: CIA ajanı ve CCF’nin başı Michael Josselson (ortada) John Clinton Hunt ve Melvin Lasky (sağda) ile bir çalışma yemeğinde.
Amerikan çıkarlarını korumada birer silah olarak kültür ve teori
İstihbarat Servisi; kültür ve teoriyi dünyada ABD çıkarlarını korumak için konuşlandırılan en önemli silahlardan biri olarak görüyor. 1985 yılında basılan ve yakın zamanda kamuya erişimi açılan “Fransa: Solcu Entelektüellerin Çekilmesi” başlıklı araştırma yazısı, -şüphesiz manipüle etme amacıyla- Fransız entelijansiyasını ve onun siyaset yapımına etkide bulunan trendlerin belirlenmesinde oynadığı önemli rolü inceliyor. Raporda öncelikle Fransız entelektüel tarihinde sağ ve solun ideolojik açıdan nispî dengesinden söz ediliyor, sonrasında savaş sonrası Komünistlerin faşizme direnişi ve savaşın kazanılmasında oynadıkları rol dolayısıyla –İstihbarat Servisi’ni son derece rahatsız edecek bir biçimde- solun entelektüel alanı tekeli altına aldığının altı çiziliyor. Nazi ölüm kamplarına verdiği destek; yabancı düşmanlığına, eşitsizliğe ve faşizme dayalı gündemi dolayısıyla sağın halkın gözünden düşmesine rağmen (CIA böyle söylüyor), raporu hazırlayan isimsiz ajanlar gözle görülür bir keyifle yaklaşık olarak 1970’lerin başından itibaren sağın geri döndüğünden bahsediyorlar.
Daha açık olmak gerekirse, gizli kültürel savaşçılar, entelijansiyanın şimşeklerini ABD’den SSCB’ye çeviren “çifte hareket”ten övgüyle bahsediyorlar. Sol cephede, Stalinizm ve Marksizm’den yavaş yavaş soğuma emareleri ortaya çıkmıştı, radikal entelektüeller kamusal tartışmalardan ellerini eteklerini çekmişti. Ayrıca sosyalizm ve sosyalist partilerden uzaklaşan bir teorik hareketlenme ile karşı karşıyaydık. Daha sağda, “Yeni Filozoflar” ya da “Yeni Sağın entelektüelleri” diye adlandırılan ideolojik fırsatçılar Marksizm’e karşı geniş çaplı bir saldırı kampanyası başlatmışlardı.
Dünya çapında işleyen istihbarat örgütünün kolları bazı yerlerde demokratik olarak seçilmiş liderleri alaşağı ederken, faşist diktatörlere istihbarat ve maddi kaynak sağlarken ve sağ grupların ölüm mangalarını desteklerken; Paris’teki merkezî entelijansiya taburu, teori dünyasında sağa doğru yönelimin, ABD dış politikasına ne şekilde katkı sağlayabileceği ile ilgili veri toplamakla meşguldü. Savaş sonrası dönemin sol eğilimli entelektüelleri ABD emperyalizmini açık bir biçimde eleştiriyorlardı. Jean-Paul Sartre’ın meşhur Marksist eleştirmen sıfatıyla –ve özellikle Libération’un kurucusu olarak- medya alanında sahip olduğu güç ve özellikle CIA Paris istasyon şefi ve birçok gizli CIA görevlisinin ifşasında oynadığı önemli rol, Servis tarafından yakından izleniyordu ve çok ciddi bir sorun olarak değerlendiriliyordu.
Marksizm karşıtı Fransız düşünür Raymond Aron (solda) ve eşi Suzanne gizli CIA görevlileri Michael Josselson ve Denis de Rougemont (sağda) ile tatilde.
Stalin faktörü ve entelektüel gericiler
Tersine, yükselen neoliberal çağın Sovyet ve Marksizm karşıtı atmosferi, halkın dikkatini başka yöne çekti ve CIA’in kirli savaşı için mükemmel bir kılıf sağladı: söz gelimi, artık herhangi birinin “ABD’nin Orta Amerika politikalarına karşı entelektüel elitten ciddi bir muhalefet devşirmesi çok zordu.” Önde gelen Latin Amerika tarihçilerinden Greg Grandin, Son Kolonyal Kıyım kitabında bu durumu mükemmel bir şekilde özetliyordu: “1954’te Guatemala’ya, 1965’te Dominik Cumhuriyeti’ne, 1973’te Şili’ye, 1980’lerde El Salvador ve Nikaragua’ya felaket getiren ve birçok insanın canına mal olan müdahalelerinin dışında, ABD sessiz ama istikrarlı bir biçimde katil terör devletlerine ayaklanmaları bastırmaları için finansal, ayni ve ahlakî yardımlarda bulundu. Ancak Stalin’in işlediği suçların boyutu; -ne kadar ikna edici, delillere dayalı da olsa- kirli hikâyelerin bugün demokrasi olarak bildiğimiz şeyi savunmada ABD’nin oynadığı örnek role dayanan dünya görüşünün temellerini sarsmasını engelliyordu.”
André Glucksmann (solda) ve Bernard-Henri Lévy.
İşte bu bağlamda, maskeli ağır toplar; Bernard-Henri Lévy, André Glucksmann ve Jean-François Revel gibi yeni nesil Marksizm karşıtı düşünürlerin (isimsiz ajanların yazdığına göre Sartre, Barthes, Lacan ve Louis Althusser’den müteşekkil) “Komünist bilginlerin son takımı”na yönelttikleri eleştirileri övdüler ve desteklediler. Söz konusu Marksizm karşıtı kişiler gençliklerinde solla haşır neşir oldukları için; hayal kırıklığına dayalı bir anlatı kurma açısından uygun kişilerdi: bu anlatılarda bireylerin siyasi alanda yaşadıkları sözde olgunlaşma ile zamanın ilerleyişi birbirine karıştırılıyor, bireysel yaşam ve tarih sanki bir “olgunlaşma” meselesiymiş gibi ele alınıyor ve eşitlik temelinde toplumsal dönüşümün –hem kişisel hem de tarihsel açıdan- geçmişte kaldığı kabul ediliyordu. Bu dayatmacı ve ukala bozgun yemişlik tavrı yalnızca –özellikle gençlerin başı çektiği- yeni hareketlerin gözden düşmesine sebep olmuyor, aynı zamanda karşı-devrimci baskının nispî başarısını sanki tarihin doğal akışıymış gibi sunmaya çalışıyordu.
Alternatif sol projelere doğrudan destek
Bahsettiğim entelektüel gericiler kadar Marksizm karşıtı olmayan teorisyenler de dönüştürücü eşitlikçilikten uzaklaşan bir atmosfer yaratılmasına, toplumsal seferberliğin sönümlenmesine ve köktenci siyasetten boşaltılmış bir “eleştirel değerlendirme”nin yükselmesine önemli katkılarda bulundular. Bu, CIA’in, Avrupa ve diğer yerlerde kültürel solu tasfiye etme çabalarına dayalı genel stratejisini anlamak için olağanüstü derecede önemli. Tümden ortadan kaldıramayacağını anladığında, dünyanın en güçlü istihbarat servisi; sol kültürü, kararlı kapitalizm karşıtlığından ve dönüştürücü siyaset anlayışından, ABD dış ve iç politikasına daha ılımlı muhalefet edecek merkez-sol reformcu bir pozisyona doğru çekmeye çalıştı. Saunders’in ayrıntılı bir şekilde ortaya koyduğu gibi, İstihbarat Servisi, savaş sonrası dönemde McCarthy’ci Kongre’yi atlayarak, kültürel üretici ve tüketicileri tereddütsüz eşitlikçi soldan uzak tutacak alternatif sol projelere doğrudan destek verdi. Eşitlikçi solu bölerek ve gözden düşürerek, aynı zamanda genel anlamda solu da bölme amacını güttü. Merkez soldan geriye ne kaldıysa, o da gücünü ve halk desteğini büyük ölçüde yitirdi (sağ cephenin güç siyasetinin ekmeğine yağ sürmesi dolayısıyla da potansiyel olarak gözden düştü; bu durum solda kurumlaşmış partileri zehirlemeye hâlâ devam ediyor).
İstihbarat Servisi’nin dönüşme hikâyelerine verdiği önemi ve –French theory araştırma makalesinde de sıkça geçen bir leitmotif olan- “reforme edilmiş Marksistler”e beslediği muhabbeti işte bu bilgiler doğrultusunda değerlendirmeliyiz. “Marksizmin asıl altını oyan” diye yazıyordu köstebekler, “kendilerini Marksizmi sosyal bilimlere uygulayan gerçek Marksistler olarak tanıtan ancak tüm geleneği yeniden ele alıp reddedenler oldu.” Burada özellikle Annales Okulu’nun tarihyazımı ve yapısalcılığının –özellikle Claude Lévi-Strauss ve Foucault’nun- “sosyal bilimlerde Marksist etkinin eleştirel bir müdahale ile yıkımına” yaptığı derin katkıdan bahsediyorlar. “Fransa’nın en derin ve etkili düşünürü” olarak bahsedilen Foucault; özellikle “18. yüzyıl Aydınlanması ve Devrim çağından kalma rasyonalist toplumsal teorinin kanlı sonuçlarını” hatırlattıkları için Yeni Sağ entelektüellerini övmesi ile yazarların beğenisini kazanıyor. Herhangi birinin siyasi görüşünü ya da etkisini yalnız bir tavır ya da sebep olduğu sonuçla değerlendirmek yanlış olsa da, Foucault’nun devrim karşıtı solculuğunun ve Gulag şantajını –başka bir deyişle, derin toplumsal ve kültürel dönüşümü amaçlayan yaygın radikal hareketlerin yalnızca en tehlikeli gelenekleri canlandıracağı iddiası- daim kılmasının, ajanların yürüttüğü psikolojik savaş stratejisi ile müthiş uyum içinde olduğunu söylemek mümkün.
CIA’in French theory okuması o halde bizi İngilizce konuşulan dünyada bu teorinin alımlanması sırasında edindiği şık radikal cila üzerine yeniden düşünmeye sevk etmeli. (Çoğu zaman kendi teleolojik varsayımının farkında olmayan) Aşama aşama ilerleyen tarih anlayışına göre; Foucault, Derrida ve diğer önemli Fransız teorisyenlerinin eserleri sezgisel bir biçimde, sosyalist, Marksist ya da anarşist literatürde yer alan eleştirilerin fersah fersah ötesinde bir tür derin ve incelikli bir eleştiriyle eşlendi. İngilizce konuşulan dünyada French theory’nin alımlanması, John McCumber’ın da isabetli bir şekilde belirttiği gibi; İngiliz-Amerikan felsefesinin McCarthy destekli gelenekleriyle iç içe geçmiş siyasi tarafsızlığına, mantık ve dilin tehlikesiz teknik ayrıntılarına gömülme tavrına ya da doğrudan ideolojik konformizmine karşı bir direnç kutbu oluşturarak önemli siyasi sonuçlara yol açtı.
Ne var ki, Cornelius Castoriadis’in radikal eleştiri geleneği adı verdiği şeye –kapitalizm ve emperyalizme direnme anlamında- sırtını dönen kişilerin teorik çıkarımları, şüphesiz ki dönüştürücü siyasetten ideolojik anlamda uzaklaşmanın yolunu açtı. Ajanın söylediklerine göre, post-Marksist French theory CIA’in solun biraz daha sağa doğru çekilmesine, emperyalizm ve kapitalizm karşıtlığının gözden düşürülmesine ve nihayetinde emperyal projelerin entelijansiyadan gelecek ciddi eleştirel bir tutumla karşı karşıya kalmadan izlenebileceği entelektüel bir atmosfer yaratılmasına dayalı kültürel programına doğrudan katkı sağladı.
Entelektüellerin gücü yabana atılmamalı
CIA’in psikolojik savaş programı üzerine yapılan araştırmalar dolayısıyla biliyoruz ki, CIA yalnızca bireyleri takip edip onların üzerinde güç kullanmadı, aynı zamanda kültürel üretim ve dağıtım kurumlarını anlama ve dönüştürme konusunda çok istekliydi. French theory üzerine yapılan çalışma; üniversitelerin, yayınevlerinin ve medyanın müşterek siyasi ethos’un oluşumu ve pekiştirilmesinde bu kurumların oynadığı yapısal rolün önemine işaret ediyor. Bu türden analizler ve belgenin geri kalanında söylenenler, bizi akademinin mevcut durumunu eleştirel bir gözle değerlendirmeye sevk etmeli. Örneğin raporun yazarları akademik kadroların güvencesizleştirilmesinin köktenci solun yıkımında ne türden bir rol oynadığından bahsediyor. Eğer sıkı solcular işlerini yapmak için ihtiyaç duydukları maddi koşullardan yoksunsa, ya da iş bulmak, yayın yapmak ya da dinleyici bulmak için öyle ya da böyle koşullara uyum sağlamaya zorlanıyorsak, dirençli bir sol çevrenin akademide barınabilmesi için gerekli yapısal şartlar zayıflamış demektir. Yüksek öğrenimin meslek sahibi yapma misyonu edinmesi bu amaç için kullanılan diğer bir yöntem, çünkü bu türden bir eğitim insanları yalnızca teknolojik ve bilimsel bilgi ile doldurup kapitalist çarkın küçük bir parçası haline getirmeyi amaçlıyor. Eğitimin toplumsal eleştiri araçlarına sahip özerk bireyler yaratma amacından ne kadar da uzak! CIA’in teorisyen ağır topları bu yüzden Fransız hükûmetinin “öğrencileri işletme ve teknik derslere yönlendirme” çabasını övgüyle karşılıyor. Ayrıca Grasset gibi en önemli yayınevlerini, kitlesel medyayı, post-sosyalist ve eşitlik karşıtı platformları öne çıkaran Amerikan kültürüne gösterilen rağbeti bu açıdan övüyor.
Bu rapordan ne tür dersler çıkarabiliriz, özellikle eleştirel entelijansiyaya sürekli saldıran bir siyasi atmosferde yaşadığımız düşünülürse? Öncelikle şunu unutmamalıyız ki, eğer birileri entelektüellerin güçsüz olduğunu ve dolayısıyla bizim siyasi eğilimlerimizin bir fark yaratmadığını söylerse, ona günümüz siyasetinin en fazla güce sahip kurumlarından birinin onunla aynı fikirde olmadığını söyleyin. Merkezî İstihbarat Teşkilatı, adıyla da ironik bir biçimde ima ettiği gibi (Ç.N. “intelligence”), zekânın ve teorinin gücüne inanıyor, ve biz de bunu çok ciddiye almalıyız. Entelektüel çalışmaların “gerçek dünyada” neredeyse hiç bir etkisinin olmadığını yanlış bir biçimde varsayarsak, teorik çalışmaların pratik sonuçlarını es geçmekle kalmaz, aynı zamanda yürütülen siyasi projeleri dikkate almayarak hiç farkında olmadan bu projelerin kültürel taşıyıcısı durumuna düşebiliriz. Fransız ulus-devleti ve kültürel aygıtı diğer ülkelerle karşılaştırıldığında entelektüellere çok daha fazla söz hakkı tanıyor olsa da, CIA’in başka yerlerde teorik ve kültürel üretimlerin dökümünü yapma ve onları manipüle etme çabası hepimiz için önemli bir uyarı olmalı.
İkincisi, günümüzün güç sahiplerinin çıkarı; eleştirel zekâsı köreltilmiş ve tahrip edilmiş bir entelijansiyayı –işletme ve teknoloji/bilim yönelimli kurumları palazlandırarak, sol politikayı bilim karşıtlığıyla eşleyerek, bilimin sözde siyasi yansızlık gerektirdiğini vaaz ederek, medyayı konformist laf kalabalığı dolu yayınlarla doldurarak, sıkı solcuları büyük akademik kurumlar ve medyadan uzak tutarak, köktenci eşitliğe ve ekolojik temellere dayalı dönüşüm çağrılarını itibarsızlaştırarak- besleme yönünde. İdeal olarak; nötralize olmuş, hareket alanını kısıtlanmış, bitkinleşmiş, yenilgiyi kabul etmiş ve köktenci bir mobilizasyon sağlamış solu pasif bir biçimde eleştiren bir sola dayalı entelektüel kültürü desteklemeye çalışıyorlar. O yüzden (ABD akademisinde de kalabalık bir grubun öncülüğünde) köktenci sola karşı yükselen entelektüel muhalefeti gözden geçirmemiz gerek, bu tehlikeli bir siyasi tavır olabilir: bu tavır CIA’in dünya çapında yürüttüğü emperyalist ajanda ile koşut değil mi?
Üçüncü olarak, kararlı solcu kültüre yönelik kurumsal saldırılarla başa çıkmak için, eğitimin güvencesizleştirilmesine ve onun meslek edindirme misyonuyla sınırlandırılmasına dur demek gerek. Kamusal alanda gerçekten eleştirel tartışmaların yapılması, başka türden bir dünyanın mümkün olduğunu söyleyenlere bir platformun sağlanması önemli olduğu kadar gerekli. Alternatif medyaya, farklı tipte eğitim modellerine, karşı-kurumlara ve köktenci topluluklara katkı sağlamak ve onların gelişmelerine vesile olmak için de bir araya gelmeliyiz. Gizli kültürel savaşçıların yok etmek istediği şeyleri desteklemek hayati önem taşıyor: geniş kurumsal olanaklara, halk desteğine, hâkim medyada görünürlüğe ve yaygın mobilizasyon gücüne sahip bir köktenci sol kültür.
Son olarak, tüm dünyadaki entelektüeller olarak gücümüzün farkına varmalı ve bu doğrultuda eşitliğe ve ekolojik prensiplere olduğu kadar kapitalizm ve emperyalizm karşıtlığına dayalı sistemli ve köktenci bir eleştiri geliştirmek için elimizden geleni yapmalıyız. Herhangi birimizin sınıfta ya da kamusal alanda takındığı tutum, tartışma kurallarının ve siyasi olanakların belirlenmesinde büyük önem taşıyor. Ajanların kültürel strateji olarak benimsediği –emperyalizm ve kapitalizm karşıtı solu izole ederek ve onları reformcularla çarpıştırarak- böl ve kutuplaştır politikasının tam tersine, -Keeanga-Yamahtta Taylor’ın da yakın zamanda söylediği gibi- bir araya gelmeli ve gerçek eleştirel bir entelijansiya oluşturmada birlikte çalışmanın önemini kabul etmeliyiz. Entelektüellerin güçsüzlüğünü tekrar tekrar söyleyip bu durumdan sızlanmak yerine; birlikte çalışarak ve kültürel sol dünyası için gerekli kurumları müşterek bir biçimde oluşturma kabiliyetimizi ortaya koyarak iktidarın yüzüne hakikati söyleme gücünü kazanmalıyız. Çünkü ancak bu türden bir dünyada, ve bu dünyanın üreteceği eleştirel düşünce atmosferinde, hakikat duyulur olur ve nihayetinde güç yapılarının kendisi değişir.
Sayın Zileli, “27 Mayıs’ın alkışlanmasında bir yanlışlık yoktur” cümlesinin izahını yapmak imkansız olsa gerek. Şedit Kemalist düzenin o tarihlerden itibaren sosyalistler üzerinde nasıl bir tahakküm kurduğunu unutmuş olamazsınız. Darbesever bir hale gelmenize üzülerek şahit oluyorum. Son 20 yılki savrulmanız ile Anarşizm size bunları mı öğretti? Merak buyurmayınız Avcıoğlu’nu gayet net okudum ve o sebeple kendisinin bir “özel harp enstrümanı” olduğuna kanaat getirdim. Avcıoğlu’nun misyonunu bugün Aydınlıkçılar devam ettiriyor. Avcıoğlu nasıl sosyalistleri CHP tabanına angaje ettiyse bugün de Perinçek kendi tabanını iktidar partisine aynı hızda angaje ediyor. O sebeple çürük temel üzerine bina inşa edilemez. Sosyalistler ceplerinde ağırlıkları bırakmadıkları müddetçe insanlığa ve Türkiye halkına hiçbir şey anlatamazlar. Ben TKP’nin saçma sapan popülist yaklaşımlarının Avcığolu’nun fikir dünyasıyla paralellik arz ettiğine dikkat çekmek istedim. Kusura bakmayın ama siz Sovyetler Birliği düşmanlığınızı her defasında haykırmak için Türkiye’deki sol harekete zarar verenleri görmek istemiyorsunuz. Avcıoğlu tabusu var derken ne kadar haklı olduğumu şimdi daha net görüyorum.
Saygılarımla.
Yaşınızı bilmiyorum ama sanırım 1960’ları yaşamadınız. Ben ise yaşadım. O dönemki atmosferi bizzat yaşayarak soludum. Bana bütün söyledikleriniz, bugünkü iktidarın argümanları olarak görünüyor. Bunu sol on yıl önce “yetmez ama evetçilik” veya “askeri vesayete karşı mücadele” adını yuttu ama AKP iktidanın bunca halk düşmanı ve darbeci uygulamasından dolayı yutması mümkün değil. İzin verin size bir tavsiyede bulunayım. Hiçbir iktidar organında yazmayın. İktidar yozlaştırdığı gibi zehirler de. Saygılar.
Evet haklısınız 1960’lı yıllarda yaşamadım tevellüdüm yetmiyor fakat zamanın içinde yaşamak insanı biraz körleştirir. O sebeple geçmişe “tarafsız” şekilde bakmak ve yoğunlaşmak çok kıymetlidir. Demokrat Parti iktidarının “yanlış” icraatlarını elbette eleştirelim ama eli kanlı 27 Mayıs cuntasının faaliyetlerini de aklamayalım. Beni “yetmez ama evetçilik” ve “askeri vesayete karşı mücadele” sözleriyle itham ediyorsunuz. O dönemlerde de akıl baliğ olan biriydim hem referandum sürecinde hem de Ergenekon soruşturma-davaları döneminde eleştirilerimi yaptım. Ergenekon sürecinde yaşananlar dini kendine maske yapan bir “cuntanın” Türkiye’yi dönüştürme politikalarıydı. 15 Temmuz hadisesinde bu durum tamamen ortaya çıktı. Bazı sosyalist “aydınlarımızın” mütefekkirlikten nasiplerini alamamalarından sebep o dönemde “Türkiye bağırsaklarını temizliyor” siyasetine alet olduğu da bir hakikat. Bunların hepsine karşı çıkan biri olarak yine beni “itham” ettiğinizi hayretle izliyorum. Sayın Zileli, sağlıklı bir gelecek için her türlü darbeye ve illegal yapıya karşı çıkmak zorundayız. Bu yapılarla mücadele dün de edilmedi maalesef bugün de edilmiyor. Gelin iktidarı bu pencereden eleştirelim. Doğu ve Güneydoğu Anadolu’daki asit kuyuları gerçeğine büyüteç tutalım. Cumartesi annelerinin acılarına ortak olalım. Hali hazırda Diyarbakır’da çocuklarının dağdan inmesini isteyen annelere kulak verelim. Bunları mecra ayırmadan neresi bize kalem oynatacak alan açtıysa orada gerçekleştirelim. Derin Tarih dergisi gelecek sayılarında liberallerin, milliyetçilerin ve muhafazakarların Kemalistleşmesini masaya yatıracak. Türkiye’deki Kemalist tahakküme dikkat çeken böylesine önemli bir dosya konusu işlemek sizin de takdir edeceğiniz gibi kolay bir hadise değildir. Bugün iktidar M. Kemal güzellemeleri yaparken bunları gündeme taşımak cesaret ister. Bende naçizane bu cesur tavrın destekçisiyim ve fırsat verildiği müddetçe meramımı kamuoyu ile paylaşacağım. .
“Leninist SB ile Kemalist TC o yıllarda Batı’ya karşı geçici bir yakınlaşma içindeydi.” bu konuda eleştiri yapacak son kişi (Aydınlıkçılık’tan devraldığın baş düşmana karşı hayali müttefikler anlayışın dolayısıyla) MHP’ye bile oy verme taktiğini savunan sensin Gün bey. Bu çok ikiyüzlüce ve sinsice bir tavır. Bunu “alaycılık” “eleştiri yapacaksan pespaye gibi kelimeler kullanma” mazlum tavırlarınla da kotaramazsın. Kaldı ki, ben ortada bir yanlışın var, bunu düzelteyim sen de katılırsın diye “eleştiri” yapmadım, direkt hatalarını ve hatalı bilgini ortaya koydum.
“SB şefleri de bunu teşvik etti.” dediğin de hani ortak cephe falan değil (Kemalistler zaten cephe falan kurmazdı), ülkeyi işgal edenlere karşı destek. Ne kadar hatalı bir teşvik Gün.
“Cinayeti Cumhuriyetin şefleri örgütledi. M. Kemal de elbette bu cinayetin örgütlenmesinden haberdardı. Cinayet işlendikten sonra SB gıkını bile çıkartmadı.”, bu da boş bir palavra. Birincisi, Sovyetler’in olaydan haberi öncelikle TKP’nin gözlemcisinin (uzunca bir süre boyunca Suphiler gelmeyince) bölgeye gitmesi, raporunu hazırlayıp TKP’ye vermesi, Ahmed Cevad (Emre)’ın da bunu Pavloviç’e mektup yazmasıyla aylar sonra öğrendi. O dönemki Komünist Enternasyonal dergisinde de bu duyuruldu. O dönem Komintern her türden beyaz terörü mahkum etti zaten (bu sadece Türkiye’ye de özgü değil zaten), sizin 12 Eylül öncesinde bastığınız Komintern Belgelerinde Türkiye dizisi zaten bunun delilidir. Hani en iyi ihtimalle unuttuğunu varsaymak istiyorum ama art niyetli oluşun da zaten bir gerçek. O yüzden bilerek çarpıttığını düşünüyorum.
Kaldı ki, Sovyetler haydi diyelim yaptıkları gıkını çıkarmak olmaz, uygun tavır ne acaba Gün? Gidip Türkiye’ye kızıl orduyu mu soksun? Ah, yapsa onu ne güzel malzeme geçerdi eline değil mi? Ahahahaha, art niyetli olma. SSCB’nin uluslararası politikada kimi sağ hatalarının olması bir yana (bunu samimi bir şekilde eleştirsen ses etmezdim), “gıkını bile çıkarmadı” tam bir tarih çarpıtıcılığıdır.
“27 Mayıs’ın alkışlanmasında bir yanlışlık yoktur. Hatta 9 Mart cuntası da öyle. Sonuç olarak ordu içinde sol bir girişimdi. Sağcılarla birlikte bu girişimlere kılıç sallamaya hiç de gönlüm razı değil.” diyorsun ama sağcılarla, hatta en bayağı anti-komünist kalemşörlere tarihçilik payesi vererek (Conquest gibi) SSCB’ye en bayağı saldırıları yapmakta geride durmuyorsun? “Reformcu burjuvazi ağır bastı” (PDA 34) gerçek olsaydı sevinçten delirirdiniz değil mi? Şubat 1971 genelgesi nihayetinde boşa yazılmadı.
Son olarak bana yazdığın yazıda bir şeye değinmek istiyorum. Birincisi Fikret Başkaya’nın dergiye röportaj vermesini aklamaya çalışma. Peki sen niye reddettin vermeyi (Armağan sana da teklif götürdüklerini söylüyor)? Savunduğu görüşlerin doğruluğu yanlışlığı bir yana, bu ilkesel bir tutumdur. Eğer ki Derin Tarihçiler’le eşit bir platformda tartışma, görüş belirtme vb. olsa bunu anlardım (mesela Panel gibi), ama gidip onların dergisinde yazması tamamen onların düzleminde dövüşmektir. Savaş böyle verilmez.
İkinci olarak, arkadaşımın ailesi Bulgar göçmeni. Sola ilgisi, revizyonizme düşmanlığı geri bilinci onu eski İP’ye bir dönem yakınlaştırdı, sonra da koptu zaten. Kaldı ki İP’nin merkez teşkilatlarında değil, bir il teşkilatında ve o zamanlar henüz İP (neredeyse tamamen) Mao vb.’ne yüz dönmeden öncesi dönemdi bu. Ve sonra da koptu zaten, bugün de gayet Aydınlık’ın çizgisine alenen düşman olan samimi birisidir.
Bunu niye anlatıyorum? Sen birkaç yıllık muhalefetini anlatıp Aydınlık’tan koptuğunu 31 yıl önce anlatıyorsun. Sanırsam bu iki faktörden kaç yıl önce koptuğun değil, ne kadar kaldığın ve Aydınlık’ın suçlarına (konumun dolayısıyla bilhassa) ne kadar ortak olduğun daha önemli. Bu konuda emin ol arkadaşım senden daha masumdur. En azından o hiçbir zaman saflarınıza iltihak eden HY’cilerden bilgi alıp 1 Mayıs Mahallesi’ndeki “karanlık TİKKO’cuları” ifşa etmedi. Ha doğru, sen anılarında o zaman da hatalı bulduğunu anlatmıştın. Evet herkes biatçı ama Gün daha az biatçıydı.
Fikret’e tekrar bu düzlemde gelince, Fikret’in KKTH’yi Wilson’culuk addedip gizliden gizliye “Kürt sorununa çözümünde” şovenizan damarlarla kan pompalayan “enternasyonalist” çözümlerini vb.’ni hatırlarsak, Fikret’in öyle çok da iyi olduğunu düşünemeyiz. Arkadaşımın Fikret’e dair eleştirisine katılmadığımı (ama son dönemlerde cidden o yöne gittiğini, henüz o hale gelmediğini) ben anlattım; ama Fikret’in gayet de kötü olan görüşlerini ele alırsak (ki tabii sana göre bunlar iyidir) bunları solun çoğunun kabul etmeyeceği aşikar. O zaman solun çoğuna Aydınlıkçı (bugünkü objektif koşullar içerisinde karşı-devrimci) demen gerekir. Bunu dersen eğer, ben de bu konudan vazgeçerim.
Kaldı ki, gizliden gizliye şovenizmi maskeleyen “Savunma’nın esas yönünü hala savunuyorum” minvalli yazılarınla, ya da İbrahim’e Şafakçı eleştirilerini anarşistlikle cilalayarak kimin Aydınlıkçılık’tan hala kopamadığını gayet belli ediyorsun.
Hoşça kal.
iyi niyetli olduğunuza inanmak istiyorum. Ancak yazdığınız derginin arkasında yandaş sermaye var. Yeni Şafak vb. Önce elinizi onlardan temizlemeniz gerekiyor. Sonra her türlü tartışmayı yapabiliriz.
Bu bakış açısının yanlış olduğunu fırsat verildiği takdirde her platformda görüşlerimizi “özgürce” ifade etmemiz gerektiğini belirtmek istiyorum. Ellerim çok şükür kirli değil çünkü şimdiye kadar inanmadığım hiçbir şeyi yazmadım. Eminim sizin ellerinizde “en az” benimki kadar temizdir. O sebeple her türlü platformda Kemalist tahakkümün sola verdiği zararı konuşmak isterim.
Özür dilerim. Ben elleriniz kirli demedim. Sadece ellerinizi onlardan temizlemeniz gerekiyor dedim. İkisinin arasında çok fark var. Nereye davet ederseniz orada sizinle tartışabilirim.
“Kemalist tahakküm” değil, sola esas zarar veren Leninizm, Stalinizm vb. olmuştur. Yani kökten bir bozukluk vardır. O zaman kötülüğü dışarda değil, içerde aramak gerekiyor. Eğer niyetiniz sola yararlı bir şeyler yapmaksa tabii ki. Fakat solu diriltmek adına yandaş sağın Kemalizme karşı haçlı seferine destek olmak değil. Bu siteyi incelerseniz çok sayıda Kemalizm ve darbecilik eleştirisine rastlayacaksınız. Ama asla yandaşların cephesinden değil. Hatta onlara karşı savunmak gereğini duyarım.
Kemalizmi savaş şartlarında dahi savunmak solun şahsiyetine aykırıdır. Yandaşlık eleştirinizin çok sığ olduğunu düşünüyorum evet Türk basınının en büyük problemlerinden biri iktidara kul köle olan sahiplik sistemidir. Fakat bu yanlızca Ak Parti iktidarı devrinde yaşanmamıştır. Doğan, Ciner ve Dinç Bilgin dönemleri de o zamanki iktidarların borusunu çalmak dışında bir şey yapmamışlardır. Solun yeniden kalkınması Türkiye’nin nevi şahsına münhasır şartlarına uygun rasyonel siyaset takip edecek isimlerin siyasete girmesiyle mümkün. Denenmiş isimler ve fikirler üzerinden değil. Avrupa Birliğini reddedecek, emperyalist çıkarlara alet olan Kürt siyasi hareketiyle arasına mesafe koyacak, çağdaşlık diye Türkiye örf ve ananesiyle çatışmayacak bir temel üzerine inşa edilecek siyaset tarzı başarılı olacaktır. Avrupa’dakk Yeşiller tarzı partileri örnek alanların bi topraklarda başarılı olmalarına imkân yoktur.
“Bu topraklarda”. Ne var bu topraklarda. Efsunlu mu yoksa? Olcay arkadaşım, yazdığın Derin Tarih dergisinin ne yazık ki ideolojik etkisi altındasın. Bir miktar da ulusalcılığın. Zaten uluSALCILIĞIN sağ kanadıyla yandaşlar ittifak halinde. Söylediklerin bu ittifakın yönelimine çok uygun. “emperyalist çıkarlara aliet olmak”, “Kürt hareketi” falan. Günümüzün çakma anti-emperyalist, gerçek iktidarcı sloğanları bunlar.
Evliya Çelebi, Seyahatname’de, Celâlilerin bölgesinden geçerken Celâlici, hanedan bölgeden geçerken Osmanlıydı. Zileli kişinin bu pragmatizmi çözümlemeden sığ ve sağ oluşum bir dergiyle polemik geliştirmesini kınıyorum.
M.Kemal ve ve ekibi Emperyalizmle iliskilerini radikal bir sekilde koparmadigi icin, Kemalist burjuva ulusal kurtulusculugunun, ne burjuva devrimi, nede ulusal kurtuluscu olmadigini söyleyip, Suriyede Kürt hareketinin ABD ile iliskisini,Kürt Ulusal Kurtuluscular için mazur görmeye ne denir ? el cevap: Kaypakkaya çizgisi denir.
Kemalizm Agaligi tasfiye etmedi, demekki Kemalist iktidar aga patron iktidaridir deyip, Rakka da Arap Feodal asiretleriyle Dolar bazinda ittifak yürütmek YPG nin desteklenmesi gereken Devrimci bir hareket olmasini ortadan kaldirmaz diyebilmek icin nasil bir ideolojiye sahip olunmalidir? el cevap: Kismen kaypakkayaci kismen ozgurlukcu solcu ideolojiye sahip olmak gerekir.
Rojava devrimi, solun yillardir tartisip çözemedigi tüm strateji, öncü ,temel sinif tartismalarina son vermistir. Halk savasimi, ayaklanmami, parlemeter secimlerlemi, isci sinifinin öncülügü nasil olmalidir tartismalari ebediyen sonlandirilmistir. Modern devrimci strateji; Pentago-Revolusyoner stratejidir nokta
Lenin Kemal baglaminda Zileli nin söyledikleri bana Büyük Petrodan Bolseviklere kadar uzanan bir çizgiden bahseden tarihçileri animsatti. Degerlimidir bu tespit? Tabiiki degerlidir.
Bir yerlerde Troçki nin ben Lenin e, Bolsevikler ulusal sinirlari asan enternasyonalist bir çizgiye yaklastigi için katildim mealinde bir sey okumustum( önemli bulmama ragmen,nerede okudugumu not almamam büyük kabahat)
Troçki nin bu sözü neden önemlidir. Sundan önemlidir, Sadece Stalin in iktidarinda degil, Bolseviklerde hep ham bir Tek ülkede birseyler yapmak Fikri varmis (Troçki diyor ben degil) Hal bu ise Stalin in Bolsevikligi degil ,Troçkinin Bolsevikligi tartismalidir. Bunu Troçkiyi Troçkistleri küçük düsürmek için degil , onlari daha açik bir söyleme davet etmek için söylüyorum.Bunu, biraz abartarak,Bolseviklerin Marxistiligi Troçkinin Bolsevikligi tartismalidir desem belki anlasilir. …Kaba manada Lenin Troçki yi keklemis:)
Konuyla alakasiz: Büyük Stalin savunucusu Kahraman Enver Hoca yi, bütün Hocacilar, Krusceve karsi Stalini hemen savunan kahraman olarak satarlar. Arnavutluk Emek Partisi 3. Plenumunda Enver Hoca, Kruscevi Stalin kisi putlastirmasina karsi bir güzel alkislatir:) Su çok tutarli Enver Hoca nin Ideoljik çizgisini, gerek SBKP nin gerek çin Komunist partisinin Yugoslavya ile iliskileri ve Kosova arnavutlari meselesiyle birlikte Kronolojik olarak bir daha degerlendirmeyi öneririm eski Hocaci lara. Gerci onlar icin pek aktüel degil artik unutuldu kurtuldular , simdi Rojava da devrim yapmaktalar:)
https://ilerihaber.org/yazar/sahiden-boyleyse-niye-ugrasalim-ki-103118.html
Her dönem,Sürekli mevcut durumu, mevcut iktidari, savunmayi statükoculuk olarak tanimliyorlar. Peki Statükoculuk hastalikli patalojik bir hale gelmisse nasil bir terim kullanilmali. Bence Perinçekizm yada Perinçekçilik olarak.
Sayın Zileliʼnin ʻʻDerin Tarih Dergisinde “Kemalizm” ve “Sol” İlişkisi Üzerine Bazı Sığ Tespitlerʼʼ yazısında büyük beyinli Gün abinizin mikroskopla bakıp bulduğu Atatürk-Lenin benzerliklerini mutlaka okuyun.
Yazı bir altın madeni. Üstün körü bir göz atma bile, hemen tarihte meşhur Mikroskop/Teleskop; Mikro/Makro; Kuantum/Kozmoloji; Ağaçlar/Orman; Yaşam-Ölüm (to be and not to be ; yaşam sonsuz kısa ve ölüm sonsuz uzun) falan filan gibi çiftler çağrışımını yaptı.
Benzerini de ben Zileli, en son mürşitlerinden Özgür Üniversite püfürpüfüreseri ve diğer 19. yüzyıl ilahileri çeken Türk solcularına teleskopla bakarak yaptım. Ne gördüm? Hepsine ortak bir merkez etrafında ilahiler çekerek dönen SOSYAL MÜHENDİSLİK. Doğa mühendislerinin olağanüstü başarılarıyla beyinleri kamaşmış ve büyük bir hırsla sosyal mühendislik heveslerine kapılmışlar. İşte uzaktan teleskopla bakınca, aradaki akademik farklar silikleşip kaybolmakta. Mesela hangi medenileşmiş ve özellikle sarışınlaşmış toplumsal ülkeye gidersen git ne görürsünüz? Vergi, ordu, polis, yasa, bürokrasi, devlet, banka, para, okul, fakir-zengin, eşitsizlik, Zileli-püfürpüfüreser-19. yüz yıl solcu devrimci bilir kişiler ile zavallı bilinçsiz bilmez kişiler, iş bölümü, haksızlık, adaletsizlik, dolandırıcılık, politkacılar vs. Ve hepsinden önemlisi toplum içi bireyler ve toplumu oluşturan ʻʻtopluluklar ʼʼ arasında bir HİYERARŞİ. Tabii bu farksızlık yanı sıra ve mikropla bakınca değişik diller, değişik dinler, değişik zeka dereceleri, değişik güzeller ve çirkinler, değişik yemekler, değişik içecekler, değişik sarışınlar, falan filanlar. Bu bağlamda benim en fazla dikkatimi çeken ilerici, devrimci sağ ve sol toplum mühendislerinin birbirlierine ne kadar benzedikleri. Kapitalist Trump ve komünist Xi Jinping arasındaki farkı ancak politika uzmanı Zileli görebilir, biz sıradanlar için fark çok akademik. Air-Doğan ʻʻkalkınmaʼʼ lafıyla, İmam-Hatip-Oğlu ʻher şey daha güzel olacakʼ lafıyla ilerisi daha iyi olacak şerbeti dağıtırlar, ağzımız sulanır, hepsi o kadar! Farkı ancak becerikli büyük beyinliler yüzeye çıkar.
Geçen bir Röportaj Programi izledim. Kendini her türlü erkek egemen ön yargidan kurtarmis tam bir `yeni solcu`programci, bir Transseksüel ile Ropörtaj yapiyor.
Programci kullandigi kavrmlardan çok emin. Hani ufak bir elestiri getirseniz aninda sizi ne dediginize bakmadan Homofobik yada maço yada kadin dusmani ideolojinin etkisi altinda kalmakla suçlayacak yeni yüzeysel solcularimizdan.
Neyse.
Roportaj basladiginda Trans arkadas su mealde bir durum özeti yapti : Homoseksüellik ne bir sapiklik ne bir hastalik nede cinsel bir TERCIHtir.Gayet dogal bir cinsel egilimdir. Homoseksüeller,Translar, bu cinsel egilimleri yüzünden toplumsal yasamin, özellikle is yasaminin disina itildiklerinden bedenlerini satmak zorunda kaliyorlar.(Trans arkadas israrla sex iscisi yerine bedenini satmak zorunda kalmak demeyi tercih etti) çözüm o insanlarin toplum tarafindan Kabul edilmesi, ve normal insanlar gibi is sahibi olmalaridir dedi.
Kendini asmis yeni solcu programci arkadas roportajin basindan sonuna Kadar, sex isciligi, cinsel tercih kavramlarini kullanmayi tercih etti. Hayir bir tartisma falanda olmadi. Sanirim Programci vatandas Trans arkadasi dinlemedi bile, ezberine o Kadar güveniyorduki! ..
Programin sonuna Dogru Trans arkadas cinsel tercih, jarguna ikna oldu ve sex isciliginin bir meslek olarak bizlere zorluklari ile tanitir hale gelmisti.
Bir sorunlu yeni solcu Klise tip olustu. Ve zararli bir tip bu yeni tip. Bilmem anlatabildimmi?
Yeni yada özgürlükcu diye tanimlanan solda, Politik perspektif düsmanligi( anarsistleri bile kizdiracak ölçüde) örgüt dusmanligi, program düsmanligi ve amac hedef yoksunlugu, hatta tüm topluma önerilebilecek (su ici bos biz baska dunya istiyoz sarkisi disinda) bir ütopya yoksunluguna vardi. Sanki daha baski atesist modern bir SEKT olustu,giyim kusam ile sinyallesen ,dis görünüs life stil modasi olan,kendisi icin seylerle itiraz ediyor ve toplumda görmek istmedegi seyler uzerinden bir muhalefet yürüten bir yeni mezhep sanki, istenen baska dunyayi da formule etme istegide yok( baska mecralara kayiverilir :)) oda bir modern cennet istenci, ayni münafik müslüman gibi cennetin hic gerceklesmiyeceginede inaniyor ustelik.
Putin in Rusya si Anti demokratik, biz AB tipi özgürlükçü demokrasi istiyoruz diyen solcu-muhalif görünce agir sövesim geliyor. Birakalim Emperyalist sömürünün sagladigi görece refahin yumusattigi çeliskilerin Batida yarattigi `demokrasi`olanakliligini, Macron denen zibidiye bile Fransa derin devleti beni engelliyor dedirten Plutokratik diktatörlügün varligini sol aydin nasil görmez. Avrupa halklarinin Rusya halklarindan daha fazla, siyasi iktidar üzerinde etkisi oldugunu söylemek için nasil bir `demokrasi`imgelemine sahip olmak gerek?
Sayın Eski Solcu Devrimci Abilerimiz,
Anadolu lisesi öğrencileriyüz ve başta Atatürk inkılabı sonra Marksizm-Leninizmin 60ʼlarda, aynı temele dayanan anarşizm, devrimleri ile daha hızla ilerleme amaç ve ümitlerini, bu ideolojilerin siz 60ʼlı abilerimiz ve sizlerin de halkımız üzerinde derin etkilerinin derin tarihini inceliyoruz.
Araştırmamıza yön veren ana temalar tarihsel ve güncel teori ve pratikler, sosyolojik, ekonomik, soğuk savaş yılları etkileri, Komünist Sovyet Çöküşü, Komünist Çin başarısı, yararlı salaklar (ʻuseful idiotsʼ) vs. Amacımız biz yeni neslin devrimciliğiyile sizlerin devrim ideolojilerini kıyaslamak, ders almak.
Bizler Yapay Zeka, Robotik, Dijital Gerçek Dünya, Gen Mühendisliği, Transhümanizm, Yaşama Elverişli Gezegen Arama, Etkin Algoritmalar Arama vs. gibi günümüzün en ilerici ve en ileriye dönük devrimcileriyiz. Biz de sizler gibi bu ilerlemelere inanıyoruz ve sizler gibi yanlış ellerde olduğunu düşünüyoruz. Örneğin Atatürkʼe göre ileriye gidiş Türklerin elinde değildi; Leninʼe göre Batı kapitalistleri gibi gerçek ve dinamik kapitalistlerin elinde değil, geleneksel ve babamsı pısırık, iyi kalpli yavşak Rus kapitalistlerin elindeydi. Zamanınızda katıldığınız en ilerici ve en ilerye dönük Atatürk-Marks-Lenin-Anarşizm ile bizim katıldığımız akımlar arasında kıyaslamanın bizlere yararlı olacağını düşünüyoruz.
Nasıl sizlerin devrimini değişik anlamlarla hem sağ hem sol ilerleme ümidi simgelediyse, bizim ümitlerimize de hem sağ (Erdoğan) hem sol (İmamoğlu) katılmakta.
Şu an, sitede okuduklarımıza dayanarak, bizim devrimimiz de hezimete uğrasa bile bir fark olacak gibi.
Fark, bir ara Gün abimiz, sanırız kendisi de eski otoriter ideolojilerden sıyrılıp hoşgörü ideolojilerine katıldığından, liberal demokrasi ile totaliter rejimi farkıyla ifade etmişti.
Biliyorsunuz, demokrasi Antik Greklerle başladı ve Aydınlanma çağında tekrar insanlığın gelecekte en büyük ümidi oldu.
Yine biliyorsunuz, Oedipus annesiyle yatağa gittiğini öğrenince gözlerini oydu. Modern demokrasi rejimlerde, daha insancıl oldukları için, ʻʻhoşgörüʼʼ ağır basar. Şu an sosyal medyada hızla dolaşan bazı örnekler: Alman cumhurbaşkanı Polonya’dan Nazi tiranlığından dolayı özür diler; Polonya sığınanlara karşı iğrenç davranır ama özür dilemez; New Zealand Başbakanı Japonyaʼyı ziyaretinde Çinʼe hayranlığını ifade eder, Japonyaʼda olduğu hatırlatılır, özür diler; New Zealand Başbakanı camide öldürenlerdin akrabalarından özür diler; Kanada Başbakanı Arap temasına dayanan okul yıllığı şenliğinde suratını siyaha boyar, ifşa edilince özür diler ve yaklaşan seçimlerden dolayı pişman olduğunu beyan eder; Merkel’n Almanyası, deneyler pahalı olduğundan, ilaçları fakir ülkelerde dener, Amazonu iğfal eder oama ortaya çıkınca Murkel özür diler; devrim yerine devrime teşebbüsle Avrupa zenginliğine kavuşan solcu devrimciler, Türkiyeʼde işkencelere rağmen devrimci hislerinde hiçbir azalma olmadığını ama demokratik hoşgörülerle bir iki ayda pısırık olup çıktıklarını beyan ederler… Gün abimizin fikrini onaylayıcı milyonlarca böyle ve benzeri diğer demokratik ve hoşgörü misalleri verebiliriz. Kısacası iyi yaşamak için yaşamaktan vazgeçip iyi yaşamak düşünceleri ve terorileri üretmeli. Tabii bazı Benjamin gibi uzun yaşayan kuşkucu eşekler ʻʻhoşgörüʼʼ aslında umursamanın hüsnütabiri diyorlar ama biz Gün abimizin ʻʻhoşgörüʼʼ, halk deyişiyle “ısırmadığın eli öp” felsefesine katılıyoruz. Ünlü bir antropolog bile katıldı, ʻʻilkellerin savaşçıları kalmadı o yüzden sulhsever oldular.ʼʼ dedi. Tabii fark gece /gündüz kadar farklı ve antropolog pezevenk olmadığından bunu iyi bilir. İlkellerde zorunluluk, Gün abi gibilerde saray erafında büyümüşlerin politika ustalığı. Her neyse, eğer ümitlerimiz boşa çıkarsa, biz de özür dileyeceğiz.
İşte bu sayfada okuduklarımızda gördüğümüz eksiklik bu! Abilerimiz hatalarını demokratik hoşgörü ve olgunlukla kabullenmiyor. Türkiye’nin Ermeni katliamını kabul etmemesi Bir zamanlar saray etrafında seyircilik veya dikizcilikle heyecanlandıklarını, Atatürk-Lenin-Mao gibilerin becerilerini dikizleyerek galeyana gelip hata edip çabuk boşalmalarını kabul edip özür dilemiyorlar. Dünya ve yaşam bir savaş veya ekolojik felaketle yok olsa bile bu sayfadaki eski devrimciler bülbülülün gülü beklediği gibi ʻʻgüzel günler gelecekʼʼ vaatlerine inanıyorlar ve bu inanışlarının yapısını anlatıyorlar. Bir benzetme bu solcu devrimcileri anlamaya yardımcı olabilir: Kafestekiler var, kafesin dışındakiler var. Abilerimiz hâlâ kafesin inşasının bilimsel ve teknolojik tartışmalarıyla kafes yapma bilgi zenginliklerini sergilemişler. Rusya-Bolşevik ve Çin örnekleri asıl amacın Batı kapitalist ülkeler gibi bolluk ve zenginliğe kavuşma olduğunu fazlasıyla kanıtladılar; kafesin dışında olmada en iyi yolun kapitalistsiz kapitalizm değil kapitalistli kapitalizm olduğunu da. İtiraf edelim ki, bu sayfada fikirler tartışması yapan abilerimizin devrimci günlerinde gelecekteki yeni düzende apparatçik olma hazırlıkları amacıyla biriktirdikleri bilgi, nicelik kıstası ile ölçüldüğünde, bayağı çarpıcı. Biz de aynı şekilde şimdi dijital devriminin hazırladığı yeni ve cesur dünyasında apparatçik olmak için abilerimiz gibi harıl harıl çalışıyoruz. Çağdaş dilde bunlara bilgi değil veri bankası veya enformasyon diyoruz. Bal aynı bal, sinekler değişti.
Aydınlar ve teorileri, hem devrimle hem de devrimsiz, dünyanın dört bucağında tamamıyla yep yeni bir gerçek dünya yarattı; devrimle ve devrimsiz mükemmel burjuva toplumlar veya toplulukları pratik gerçek dünyalar doğdu.
Türk laik yandaşları aydınlarımızın sloganı: İşleyen demir pas tutmaz. Biliyorsunuz, alçak dincilikte emek baş belası olarak görülürdü. Laiklikte ise yeni ve daha üstün Din-Allah oldu. İmamlar İranʼda petrolü dualarla çıkarmakta, Erdoğan ve ahpapları Türkiyeʼde binalar, köprüleri, hava limanlarını, fabrikaları namazla inşa ediyorlar.
Büyüklerimize saygı, gelecek nesillere sevgi ve ümitler!
kılık değiştirmeyi bile beceremiyorsun.
Japon askerlerinin meleklerin cinsiyeti tartismasi
16 Kasım 10 / 4pm
Beyler,
Bu tartistiginiz koularda tarih çoktan hükmünü verdi. Stalinizm de, Troçkizm de, Leninizm de çöp sepetine atildi. Marksizm uyguladigi metodun bazi yönleriyle, anarsizm de nostaljik bir romantizmle belki biraz güncellik tasimakta hâlâ. Hepiniz marksist oldugunuza göre gerçegi olgularda arayin. Bu mevzular dünyada en az 50 yildir müzelik oldu. Ikinci Dünya Savasi’nin bittiginden haberi olmayip, Pasifik adalarinda 70’li yillarda savasa devam eden Japon askerleri gibisiniz.
“Şu Lenin ve Troçki Mirası Meselesi…”
53
http://www.gunzileli.com/2010/11/14/su-lenin-ve-trocki-mirasi-meselesi…/
““Püritenler çıktığında diğer guruplar da vardı.
Bazı diğer guruplar: Adamites / Anabaptists / Antinomianism / Behmenists / Diggers / Itinerants / Lollards / Millenarians / Muggletonians / Ranters / Seekers / Shakers / Squatters, / Vagabonds / Waldensians…”
Diger paragraflari da oyle, ama bilhassa bu paragrafi okudugumda, bu satirlari yazan kisiye yonelik hayranligim kat be kat atti..
Di mi?
Yok.
Degil, alakasi yok. Tersine.
Yahu, nedir sizden cektigimiz?
Biriniz, bir iki asir oncesinin Rusyasindan, bir digeriniz bilmemkacbin kilometre uzaktaki Amerikasindan malumatfurussluktan oteye gitmeyen kafa sisirmelerle bir seyler soylermis gibi yaparsiniz..
Bana ne, bir koprude kic kica gelmek ihtimalim hic olmayan –hic de olmamis– birilerinin aralarindaki ihtilaflardan?
Bana ne, sirf kendisine ozgurluk aramak pesinde terk-i diyar etmis manyaklarin teskil ettigi kucuk kucuk gruplarin serguzestinden?
“Bana beni anlat, usta!” demisti, bir soylesisinde Cem Karaca.
Benim ilavelerim var:
Senin beni anlayip anlamadigini anlamak icin, once, bilmemnerede bilmemne zaman yasamis (ya da yasamis oldugu iddia edilen) birilerinin varolus/yokolus maceralarini tek tek ve mufassal detaylariyla ogrenmemi, bilmemi, bekleme benden, usta!
Benim derdim o uzak diyarlardan neset etmiyor; bu topraklarda, bu iklimde, bu mazide dogdu dertlerim benim.
Beni anladigini anlamam icin, once senin ne dedigini anlamam lazim: Bana, benim dilimle, bu topraklarin, bu iklimin, bu mazinin diliyle konus, usta!”
İlerlemeci Sol, Çağdaş Yaşam ve Kemalist “Çağdaş Yaşamı Destekleme Dernekleri”
Cellat müslüman ve çagdas Hursit 17 Kasım 10 / 2am
“Dogan Holding gazetelerinin “kurban muhabbeti” ve “cagdaslik” üslubu Hursit Bey’e hiç yakismamis. Senin çagina da, çagdasligina da, iki cihan harbine de, atom bombasina da, toplama kampina da, Lenin ve Stalin iskencehanelerine de, 100 milyon ölüye de, Troçki’nin iç savastaki insan kasapligina da, fasistlerin, nazilerin, komünistlerin ve kemalistlerin çagimizda isledikleri cinayetlere bakinca “ben cagdas degilim”, ve “bu cagdaslik da ancak size yakisir” demekteyim,ve belki de tartismnain püf noktasi da buradadir.”
Komünizmle Mücadele Derneği üyesi olup “kahrolsun komünizm!” diye bağıran bir anti-komünist olmak kötüdür.
Peki, “Kemalizmle Mücadele Derneği” üyesi olup “kahrolsun Kemalizm!” diye bağıran bir anti-Kemalist olmak kötü müdür?
Hatta, kurulacak olan bir anti-Kemalist rejimin, Terörle Mücadele Kanunu kapsamında bir “Kemalizmle Mücadele Kanunu” çıkarıp Kemalist olmayı terör örgütü üyesi olmak sayarak cezalandırması da kötü olur mu?
Bana “Kemalistler adam öldürüyor” dedirtemezsiniz!
Bkz;
bana kemalistler adam öldürüyor dedirtemezsiniz
(bkz: alparslan arslan’ın aslında kemalist olması)
https://eksisozluk.com/bana-kemalistler-adam-olduruyor-dedirtemezsiniz–1925827
alparslan arslan’ın aslında kemalist olması
“17 mayıs 2006 danıştay’a yapılan saldırının tetikçisi olan alparslan arslan hakkındaki iddia..”
“danıştay saldırısı ve ergenakon arasındaki derin bağlantı ifşaa olmuşken hala daha vakit gazetesi, badem bıyık bık bık bık diyen davşanları rahatsız etmiş bir iddaa.”
https://eksisozluk.com/alparslan-arslanin-aslinda-kemalist-olmasi–2394226
alparslan arslan’ın aslında kemalist olması
“kendisinin ne olduğuyla ilgilenen var mı, bunun bir önemi var mı bilmiyorum. önemli olan onu o işe kimin ne amaçla yönlendirdiği değil mi?
alparslan arslan’ı öğrenciliğinden tanıyanlardan duyduğum kadarıyla marmara hukuk’tayken solcu öğrencilere satırla saldıranlardan biri kendisi. yakalandığı dönemde medyada da yer aldı bu bilgiler. di’li geçmiş zamana biraz göz atacak olursak, o yıllarda devlet biraz dinci, biraz milliyetçi, biraz kemalist takılmakta idi. 28 şubat olmamış, devlet “çağdaş”lığı henüz hatırlamamış, kendisinin zati evvelden beri dincilere karşı olduğunu dosta düşmana haykırmamış idi. konumlanmalar soğuk savaş döneminin konumlanmaları idi. sol/komünizm birinci tehlike, din onun panzehiri idi. misal cumhuriyet gazetesi böyle şimdiki gibi değil idi. laik, çağdaş bilmem ne kesimler de henüz üniformalı kucaklara oturmamış idi.”
25.04.2010 22:47 ~ 26.04.2010 11:32 mehmet ordekci
https://eksisozluk.com/entry/18864979
Şura-yı Devlet baskını tetikçisi Alparslan Efendi esasen İttihatçı imiş.
Amacı, bir İttihatçı komplosu olan 31 Mart kontrollü darbe teşebbüsüne zemin hazırlamakmış.
Kendisi Darülfünun’da Hukuk tahsil ederken solcu talebelere saldırırmış.
O yıllarda Devlet-i Aliye biraz İttihad-ı İslamcı, biraz İttihad-ı Anasırcı, biraz da Türkçü geçinirmiş.
Meşrutiyet isteyen Türkçü kadrolar açısından bir numaralı tehdit gayrimüslimler, Ermeniler falan değil, aksine, onların da düşmanı olup ittifak yaparak muhalefet ettikleri Abdülhamid istibdadı imiş.
Tanin gazetesi o zamanlar böyle değilmiş.
Jön Türkler, İttihatçılar falan da henüz üniformalı kucaklara oturmamışlarmış.
Bugün Türkiye’nin en ileri (ve muhalefet kalesi) iki şehri, ülkenin Batı uçlarında olup Doğulu Türkler/Müslümanlar tarafından geç fethedilmiş olan iki şehridir.
O şehirlerin içindeki en ileri (ve en muhalif) yerleşim yerleri ise, daha önceleri yerli gayrimüslimlerin (Rum, Ermeni, Yahudi) ve özellikle onlardan ziyade Batılı Hıristiyanların (Levantenlerin) yaşamış olduğu semtleridir.
Çünkü Batılılık, Doğu Hıristiyanlığından (Bizanslılık’tan, Çarlık’tan) da ileridedir.
“son 30 yıldır sovyetler birliği komünist partisine tek parti diktatörlüğü, stalin’e katil demek işsizliği ile uğraşıyor[muşsunuz].”
“yazdıklarını[zı] ciddiye alan var mı çok merak ediyor[larmış].”
https://eksisozluk.com/entry/95273508
“Atatürk bütünsel kalkınma modelini benimsemişti. Bunun anlamı kalkınmanın teknoloji, bilim, felsefe, sanat ve kültürde olmak üzere topyekun gerçekleştirilmesi gereğidir.
Bu modelin tersi, maddi kalkınma modelidir. Buna göre yalnızca teknoloji ve biraz da fen bilimleri dışında diğer bilimler gereksiz hatta belki zararlıdır. Bu modele verilebilecek en iyi örnek Suudi Arabistan’dır. Orada yüzyılımızın en son teknolojik buluşları, bilgisayarlar ve son model uçaklar 7. yüzyılın sosyal yaşantısıyla birarada bulunmaktadır. Bu derecede olmasa bile bazı devlet adamlarımızın bu modele özendiği de bilinmektedir.
Oysa, Atatürk için bir konservatuarın açılışı, yeni harflerin kabulü Sivas-Erzurum Demiryolunun ya da Nazilli Dokuma Fabrikasının açılışı kadar, hatta belki daha da önemlidir.”
Bütünsel Kalkınma Modeli
Sina Akşin
batililik dogululuktan bizanstan ortodoxluluktan daha ileridir. ne saçma. bir ortodox çikip deseki biz ortodoxlarin eli katolik haçli sövalyelerin elinden daha temizdir, vallahi iddiasini kanitlar.
ulusu asmak , ulusal devleti asmak, ulus larin yitmesi, ulusal devletin kaybolmasi. Liberal sol hemen üstüne atlamadan önce sunu dusunmeliydi, ulus un nasil asilmasi? ileriye dogrumu ? geriye Dogru bir Re-feodalizasyonmu? Uluslarasi dusmanliklarin ortadan kaldiran uluslarin üzerinde bir ust aidiyetin insaasimi, ulusarin yerine daha kücük arkaik aidiyetlerin ,siyasi örgütlenmelerin canlandilimasimi? Insanlar arasindaki soven nefretleri ortadan kaldirir.
Daha önemli nokta ise şudur: Doğan Avcıoğlu, solu Kemalizme eklemleme teşebbüsü değil, Kemalizmi sola eklemleme teşebbüsüdür.
Gün Zileliden beklemedigim bir tespit. Olanaklimiydi Avcioglunun tessebüsü tartisilir, ama Kemalist Avcioglu deyip onun calismalarini kucumsemek moda oldu. Oysa önemlidir Avcioglu bütünlüklü bir tarih tezi olarak bence hala tektir (daha iyisi yazilmadi ,liboslarin kim kimi daha cok kesti uzerine yazdiklari dogru olsa bile objektiv olmaktan cok karsi resmi tarih(buda bi resmi tarih:) ajitasyonu olmayi gecemiyor) okunasidir. Sanildigi gibi Kürt görmez felan da degildir. Kürtler uzerine yazmaya ömrü vefa etmemistir.
Nihayet biri Kisi Kültü denince Troçki ve Troçkistlerin Stalin ve Stalincilere bes basabilecegini yazmis.
Bos saldirilar i yazan yorumcu tercuman oldunuz düsüncelerimize , yorumlarinizi daha cok görmek isteriz.
Bos saldirilar yorumcusuna, Paradigmanin Iflasi da iyi bir calisma degil . Baskaya ve bu yapiti sisisrilmis bir balon. Ne cokilkel yetersiz argumanlar Ileri sürer Paradigmanin iflasinda Baskaya .Birikimli bir Kemalist bile hasat eder. Kemali anti feodal olmamk ile suclarken onun ciftlikleri oldugunu bile yazabilmis. Solun özellikle Mao cu kesiminde Kemal in bir burjuva devrimci bile olmadigini kanitlamak icin kullandiklari argumanlar onun yaptiklarini Mao nun yaptiklarini yapmamasi ille gerekcelendirmek gibi bir salaklik hep olmustur. Kemal bir Burjuva devrimcisi idi, ne bekleniyorduki ondan?
Denebilirki: Stalin yasarken Stalin kültü ne tapinan Stalinistler vardi. çagdas Stalinciler Stalini savunurken oldukca gercekci gerekceler argumanlar Ileri sürüyorlar. Ama çagdas Troçkistlerde Troçki hala bir Peygamber.
Troçkisleri Sii lere benzetiyorum bazen. Haksizliga ugramis halifeligi calinmis Ali nin Mollalari gibiler.
Bu özgürlükçü solcularin hiç bir tezleri olmayan yüzeysel bir yeni Klise jargonlardan ibaret bir ànlayisi`oldugunu söylerken artik temkinli olma ihtiyaci duymuyorum. Bir `ilerlemecilik`düsmanligi almis basini gidiyor. Ayni anda hem LGBT haklarini savunabilmek, Hemde Jakoben Aydinlanmaci Laik ilericilik elestrisi yapabilmek , ne diyordu eskiler, müktesebatsizlikmi? Bütün ideolojiler kötüdür bizim ideolojimiz yok diyecekler ama dilleri varmiyor:)
Demirtaş şöyle konuştu: “Bunun da hem yargı hem de halk tarafından bilinmesini isterim. Ben hapishanede korkarak boyun eğecek, haksızlığa ve zulme, adaletsizliğe sessiz kalacak biri değilim. Allah’tan başka kimseden korkum yoktur.
Eh Türk Kemalist CHP Islamlasirda Kürt Kemalist HDP baskani geri kalirmi. E bizede sadakallahül azim ,amiiiin demek düser.
Sayın Gün Abimiz,
Yine bizleri başkasıyla karıştırmışsınız, yaş sorunu olmasın, maazallah! Bu pek hayra alamet değil.
Alay ettiğiniz, ciddiye almaya değeri olmayan kişinin bazı yazılarına baktık. Bizce okumaya bile değmez. Sizin gibi Marksist-Leninist-Stalinist-Bolşevist-Maoist-Perinçekist ve benzeri teorik/ideolojik günlerinizden değişe değişe, ileri sürdüğünüz helezon teori/pratiğinize uyarak döne döne ilerleyip olgunlaşmanız bizlere emsalsiz bir örnek. Alay ettiğiniz kişi ise, yoldaşınız Hortlak abinin simgelediği gibi, dört ayaklı vahşi hayvanlıktan iki ayaklı insana bile ilerlememize pişman gibi. Sanki o zamanlar canlılar devamlı ʻaracısız hemen var olanʼʼ dünyada, ebedi ʻʻşimdiki zamanʼʼ içinde yaşıyorlarmış, ne ilerleme ne de ilerleme derdi.
Size göre bu ilerleme derdi ne zaman başladı, siz nasıl ve ne zaman katıldınız?
Her halükarda, istesek de istemesek de, zaman geçiyor ve dünya değişiyor. Bizlerin teori ve ideolojilerini beklemiyor.
Aslında siz ve alay ettiğiniz kişi arasındaki farkı da bu bağlam içinde anladık. O, pratiği olmuş, yaşanmış, her türlü nitelikleriyle yaşam zenginliği dolu Paleolitik bolluğunu savunuyor. Siz de bolluğu istiyor ve savunuyorsunuz ama sizin istediğiniz Paleolitik bolluk sadece 16 – 20. yüz yıllar arası yaşandı. Ama ne yazık ki, bu zaman içinde doğanın bolluğunu heder eden, daha doğrusu iğfal eden endüstrilerin yarattığı ekolojik felaketlerle şimdi karşı karşıyayız. Bir de 2. Dünya Savaşından sonra başlayan ve büyük ölçüde Batı zengin ülkelerinde pratiği yaşanan israf, veya modaya daha uygun kelimeyle tüketim çılgınlığı pratiği yaşandı. Sizin teorisini savunduğunuz Paleolitik bolluk sapıklar bolluğu, kötü pratik. Belki de bu temele dayanan teorilerinizin iflas edip durmasının nedeni bu! Pratik kötü, teori kötü!
Her neyse, Yeteri kadar teori yaptık.
Size teoriler veya ideolojiler beklemeden özgür, otonom ve hatta asla başkalarının adına konuşmayan, yani asla sizler gibi sosyal mühendislik yapmaya yanaşmayan vahşi çıplakları inceleyen bir antropologun yazısını gönderiyoruz. Bunlar sizin dediğinizin yarısını başarmışlar ama daha henüz teorisini yapma seviyesine erişmemişler. Siz solcu devrimcilerin diliyle daha henüz yaşadıkları nesnel koşulların bilincine sahip değiller. Pratik çok, teori yok.
ʻʻPrologue Learning to Stand-Leaned-Together
Upon returning from fieldwork in the Peruvian Amazon I was often asked, as many returning anthropologists must surely be, what I missed most from life in the field. After contemplating for a moment the peaceful beauty of the river just before dawn and the agreeable challenge of drinking abundant manioc beer in good company, I was often led to ponder a certain hard to define aspect of the quality of life that I suspected had something to do with the sense of freedom that comes with self- sufficiency, or more precisely mastery over the entire range of productive techniques and resources necessary for living well. I was impressed by the way my Urarina hosts were equally competent in a diverse range of activities, between which they would continually switch, more or less as they pleased, forever varying the daily round. If they felt like fishing, they went fishing; if there was manioc beer to drink, they would drink it. If they were hungry, they assured me, they need simply wander into the forest and find an animal, or go to the river and pull out some fish. Of course, matters were not always quite so simple, but as I gradually learned some of the practical skills basic to jungle life, I came to experience first hand a new kind of competence and satisfaction that could only arise from the knowledge that virtually anything that needed doing could be achieved, with a little creative improvisation, using materials and instruments all ready to hand. I also learned that this ability to meet the full range of one’s needs and desires was basic to earning the respect of others. I am sure I gained in people’s esteem after learning a few basic skills, such as how to build a fire and carry plantains, but above all when I made my first garden, admittedly on the small side but of unmistakable symbolic significance. I remember well my feeling of satisfaction, which I am similarly sure was both noted and appreciated by others.
The importance placed on enskillment was but one dimension of a far-reaching prioritization of, and respect for, the autonomy of individuals. For example, I learned that invitations, greetings, and farewells must be addressed fastidiously to every person in turn and were ineffectual otherwise. In the course of fieldwork I was often frustrated by a steadfast refusal to presume to know the mind of another, and had to accept the futility of asking informants about the behavior or intentions of others. People seldom invoked collective or categorical identities, preferring instead to define persons and things through the particular relationships in which they were embedded. Much work was undertaken collectively, for example, clearing gardens and lumbering, but inevitably for the ultimate benefit of a single person, for ownership is only by individuals, not by groups. Parity was achieved by rotating beneficiaries over successive work efforts rather than distributing the proceeds among many. And, of course, people rarely told others what to do. There were some important exceptions. Men, for example, often gave the impression of commanding their wives. But it was also understood there was little a man could do should his wife choose not to obey; at worst, she could always leave him and find another husband. I noticed that many such orders, particularly the more strident ones, were quietly ignored. The contribution of this style of individualism to a pervasive sense of social equality seemed undeniably strong.
Of course, familiarity with the literature on Amazonian societies had led me to expect such an emphasis on individual autonomy. But perhaps what impressed me most about this strong sense of personal liberty, underwritten by a hard-won practical mastery, was how it combined with an equally strong sense of doing things with and for others. As much as people were adamant that they did whatever they pleased, the stated reason for doing any particular activity involved meeting the needs and desires of one’s kinfolk. A man went hunting because his wife was hungry for meat; he went fishing so his newborn baby could eat some fish soup; he went to extract palm hearts because he owed his patron, or labor boss. These debts and obligations—even to apparently exploitative patrones—were not seen in a negative light; on the contrary, they seemed to index a healthy relationship. The fact that I arrived in the field single caused some consternation, and I was continually asked when I was going to “take a wife.” I was clearly not a grown man without one; self-realization could only come through starting a family. Even enskillment itself depended on the involvement of others, although it was not conceived in terms of a transmission of knowledge from parent to child, whether through instruction or mimesis. Neither was it generated internally. Virtually all physical skills, from complex movements such as weaving, spear throwing, or playing the flute to something as seemingly basic as learning to walk, were the object of extensive interventions directed at the appropriation of knowledge from external sources, particularly plants, animals, and other, nonhuman beings. The conditions for individual autonomy were, in short, to be found in the literal introjection into the self of qualities and relations defining a variety of “others.” The very soul itself, as one of the purest expressions of individual uniqueness and closure to others, was thought to come into existence through the intentional, caring actions of parents and others, who inevitably grew closer to each other as a result.
Paramount among all social values was the injunction against being “stingy,” particularly with food. I had to learn to share what I had widely if I wanted to participate in the life of the community. The way old Manuel educated me in this foundation stone of morality was itself illuminating. “Whenever I have some food, I always share it with everyone so we can eat together,” he would tell me solemnly, making his point carefully without scolding or recrimination. I expect that the challenges and tribulations of successfully negotiating one’s incorporation into the demand-sharing economy will be a familiar experience for many researchers who have lived and worked in an Amazonian society. I realized I was trying to adapt to a society that was somehow both more individualistic and more communal than the one I had grown up in. If there was any kind of paradox or contradiction here, my hosts didn’t seem particularly troubled by it; on the contrary, they seemed to revel in finding ways to articulate the idea of autonomy within dependency. A pleasingly concise expression emerged from the dense symbolism of the improvised shamanic chanting of hallucinogenic trance. Though voiced from the perspective of the spirit “mother” of the ayahuasca and brugmansia plants, these often served as a platform for the expression, by senior men, of the moral values associated with correct and harmonious living. One of the formulaic expressions I heard again and again was temerequiin, or its several variants, which can be translated as “standing-leaned-together.” People willingly demonstrated the meaning with whatever two long, flat objects were lying at hand, standing each on its end and leaning the other ends together to balance them, each supported by the other. The expression was used, in the context of the songs, both as a description of how real people do live and as a moral injunction concerning how they should live. The image seemed to capture perfectly how autonomy and mutual support are to be brought into conjunction in order to live well.
The relationships with those for or with whom one acts were very often articulated through idioms other than those of consanguinity or shared substance, highlighting for me their voluntary nature. A far- reaching notion of fellowship or companionship, typically conceived as dyadic in form, irreducible to kinship but more formal than friendship, seemed particularly salient for many. “Everyone has a companion,” I was informed, “otherwise they could not live in peace. No one can live alone.” A spouse is literally one’s “sleeping companion” (sinijera), while a lover is one’s “walking companion” (amujera). Men who work or undertake journeys together are prototypical companions (coriara or corijera, lit., “shadow-soul-fellow”), even more so if they are also ritual co-fathers. Many myths and oral histories document the exploits of individuals acting not alone but in pairs, though the emotional tenor of the relationship was variable, and not always amicable, particularly where they concerned male affines. In some stories the relation between the men was not spec- ified. In response to my questions, I was simply told that “the ancients always went around together in twos.”
The possibilities of companionship extend beyond human society to embrace manifold nonhumans. All newborn babies have their companions, in the form of lovingly prepared string hammocks, to which they are said to form strong emotional and physical bonds, and which blur the boundaries between persons and artifacts. I was told that a companion may be “of the same race or group” or “of the same activity.” Birds accompany those who walk in the forest, advising through song on a range of topics, from rising water levels to the imminent death of a loved one. Trees were often classified into sets of companions reflecting species found together or held in similar esteem. Cultigens have companions “in order to produce.” Thus sweet potato, the companion of manioc, is the latter’s “support” and “resistance,” and each helps the other to grow. “Without help, one cannot work.” A thing, too, can be a companion of another thing, or even of a human, though the relation must be estab- lished through continual use and ever-increasing familiarity, until the identity of each entwines with the other.
Most of these relationships, I realized, were inherently asymmetrical. This was true even when those so related were typically social equals, as in ritual co-parenthood. In some cases, there was a more or less explicit power diff tial. Experienced shamans, for example, ini- tiate intimate companionships with small stone bowls, considered both powerful and dangerous, in order to learn the arts of mystical attack. The man must “tame” the bowl by subduing it and establishing his com- plete authority over it, becoming its trusted friend as well as its “owner” and “master.” Most animals and plants are similarly said to each have their owner or mother, who controls their distribution in the forest and is responsible for their “protection” or “defense,” always “watching over” them attentively. Large game animals have a special type of companion, known as cojoaaorain, who takes the form of a small bird and advises the animal on a daily basis, warning of approaching predators and other dangers. If the animal is slain by a hunter, it is because this bird had earlier ceased this communication, terminating the relationship. The inherent asymmetry of a relationship was often advantageous, not least insofar as people not only strived to be in the more powerful position of a master or controller; on the contrary, they would often appear to subordinate themselves voluntarily to others, emphasizing their help- lessness and vulnerability as a way of eliciting love and pity along with benevolent acts of caring and giving that, in the end, served to further their own interests anyway.
In sum, the striking importance accorded to individual autonomy, enskillment, and personal liberty turned out to be closely and somewhat paradoxically wedded to equally salient notions of mutuality, dependency, and responsibility. Central to being an individual were the practices of living together with others; each was possible only with and through the other. The particular relationships that seemed most directly constitutive of personal autonomy were articulated in ways that often over- flowed the language of kinship and commensality. Though basically or ideally dyadic in form, they varied in degree of asymmetry. Some seemed expressive of solidarity between social equals; others were more explicitly structured around notions of authority, ownership, or even filiation. How were these to be reconciled with the purportedly egalitarian character of Amazonian societies? How can autonomy and dependency coexist, and do even the most hierarchical relationships still somehow condition or even enhance the agency of the “owned” or subjugated? It was appar- ent that individualism and equality, power and dependency could be read in a variety of ways. Yet it was their expression, in discourse and practice, that seemed to lie at the heart of Urarina social life, both as salient values and as organizational principles. This book represents an attempt to trace these values and principles across some of the many overlapping practices and discourses through which personal identity unfolds along- side the fragile re-creation of society itself.ˮ
Lütfen sayfada katkıda bulunan bütün solcu devrimcilerin hepsi okusun, belki bir faydası olur. Dünyayı ve bütün canlıları yok etmeye azimli liderlerinizin, toplumlar/toplulukların çok büyük beyinli mühendislerinin becerileri gayet çirkin, iğrenç ve mide bulandırıcı.
ʻʻBenim derdim o uzak diyarlardan neset etmiyor; bu topraklarda, bu iklimde, bu mazide dogdu dertlerim benim.ʼʼ
Anlatsana derdin ne, ona göre derdine çare bulalım.
17. yüzyılda başlayan, Atı Türk, Karlos Markos, analşitler, aydıncılar, üretim çılgınları, emek çılgınları, fabrika-endüstri-bilim-teknoloji cılgınlarıyla körüklenen aşağılık duygun mu ?
Karın açlığın mı?
Seks açlığın mı?
Benim gibi beyninin küçücük olması mı?
Karınla yaşadığın sorunlar mı?
Çocuklarınla yaşadığın sorunlar mı?
İş yerinde yaşadığın sorunlar mı?
Ücret kölesi olman mı?
Politikacılardan yediğin kazıklar mı?
Falan filan, filan filan, falan filan.
Sana ilk yardımlar listesinden az örnekler:
Solcu devrimciler: Bekle eşeğim yaz gelsin!
Sağcı devrimciler: Her şey daha güzel olacak!
Politikacı devrimciler : Her şey daha güzel olacak!
Benden sana yardım: Seni genetik mühendislikle, cuzi bir ücret karşılığı, sarışın-mavi gözlü yakışıklı/güzel/seksi, yüksek zekalı, yüksek boylu, iyi maaşlı, seçeceğin meslekli (artist, yazar, doktor, bilimadamı-karısı, şair, futbolcu, şarkı-türkücü falan filan) yapabilirim. Geçerli kredi kartın olması şart. Transaksiyonu bütün solcu devrimcilerin kullandığı Face-Bok veya Twat-Ter aracılığıyla yapacağız. Bu ʻBig Brotherʼlar eski allahlardan bile daha güçlü. Gözleri, kulakları her yerde. Kendilerinden başka kimse dolandırıcılık yapamaz.
Uyarı: Ürünümüzde ʻbugʼ olabilir. Tek allahlar mükemmel!
boşuna sayfa israfı ama ne yapacaksın, bu saçmalıklara yayınlamasam sansür diye bağıracak!
Zileli abimiz,
Bu sizin ne kadar 19. yüzyıla takılmış kalmışlığınızla alay eden kişininin yazdıklarının hepsi aslında ʻʻcollageʼ; dünyanın her yerinde tanınan ve harıl harıl okunan düşünürlerden alıntılar. Cahilliğiniz saptamanıza engel oldu, anlamadınız ve doğal olarak ʻʻsaçmaʼʼ buldunuz. Bu ilk defa da olmuyor, defalarca oldu. Sizinle oynayıp duruyor.
Cevabımızın ana temasıni da bu düşünürlerden ikisine borçluyuz, anlatalım.
Daha henüz ekoloji lafı yokken ekolojist iki düşünür ʻʻPenser globalement, agir localementʼʼ (küresel düşün, yerel etkin ol) sloganını yarattılar. Çok kısa bir zaman sonra bankalar vitrinlerinde sergilediler.
1968, solcu devrimci masallarının da fiyaskolorunu açığa koydu. Sizler ise solcu devrimci masallarının çığırtkanları, yararlı salaklar oldunuz. Tıpkı bankalar gibi tamamıyla tersine çevrilen sürümünü benimsediniz.
38ʼin akıl almaz saçmalığı ve binlerce diğer zırvalayanlara sesinizin çıkmaması ve katılmanız da aynı nedenden. 38 de aynı siz ve diğer ırkçı faşistlerin son sloganını tekrarlamış: ʻʻTurkey Firstʼʼ Çoktan beri aynı bataklıkta çırpındığınız için 38ʼin bataklığını görmeniz imkansız.
Size bir ders daha verelim: ʻʻEn etkili propaganda, doğruyu söylemektirʼʼ En basit örnek : 38ʼin Türkiyesi her türlü haşarat yok etme ilaçlarından tut petrole kadar milyonlarca ʻʻyararlıʼʼ zımbırtıları gerçekten yararlı oldukları için dışarıdan aldı. Ama olsun, ha salakların helezonu ha 19. yüzyıl doğrusal merdivensel, bunlar ilerlemek için şart.
Siz de aynı şekilde bu 38ʼler dolu sitenizdeki doğru fikirli kanağan-papağanlara güvenle, sansür edeceğinize doğruyu söylemişsiniz:
ʻʻ59 Gün Zileli 21 Eylül 19, boşuna sayfa israfı ama ne yapacaksın, bu saçmalıklara yayınlamasam sansür diye bağıracak!ʼʼ
Siz ve solcu devrimci yoldaşlarınız enayilere yutturulan doğru fikirleri, danışıklı döğüş misaili — tabii, yararlı salaklığı, kuklalalığı ve ıslah edilmişliği örtbas ederek — laklak edip duruyorsunuz. Hâlâ aynı yoldasınız, sinek değişmiş pislik aynı. Örneğin dolaylı attığınız ʻʻTurkey Firstʼʼ naraları. Ama o ayrı bir konu
Toplumdan ʻʻtoplululuklaraʼʼ atlamanız da öyle. Bunun diğer adı var ve büyük abilerinizin dünya salaklarına çoktan bu kemiği attılar, siz daha yeni kokusunu almışsınız. Buna Multiculturalism dendiler. [38 için yerli mala çevirelim: Çok kültürlülük]. Hatta Amerika çorbadan (melting pot) salataya öyle döndü. Yani, seyahat ve tatil endüstrisi. 38ʼin Türkiyesi tatil köyleri dolu, daha ne istiyor?
Her neyse bizim de bir peri masalımız var. Masal çok eski. Daha henüz Türkiye, bu sitedekilerin para içinde yüzen temiz ve terbiyeli aileleri gibi zengin olmadıkları veya bizim görüp tanımadığımız zamanlardan.
Dondurmacı geçer, çocuk eve koşar para ister, anne ve baba aybaşı, maaş, parasızlık, ev kirası gibi salt 38ʼin Türkiyesine mahsus “yerli” masallar anlatırlar. Çocuk, 38 gibi, anne babasından parayı evde yapmalarını ister.
İşte sana 38! Giysileri burjuva, yasaları burjuva, okulu burjuva, okul dersleri — sosyoloji, jeoloji, ekonomi, politika, coğrafya, felsefe…isimleri bile dıştan ithal — aile yapısı, özgürlük mavalları, seçim mavalları, demokrasi mavalları burjuva; teknoloji, bilim, endüstri hakeza; dini Arap. 38, bu binlerce yamalardan oluşmuş beyniyle yerli mal istiyor. Siz Türk erkeklerde bakire düşkünlüğü saplantısı çok derin. Ama 38 sizin gibi kurnaz. Asıl olanı diğerleriyle paylaştığı için kendinden emin. Asıl olan da şimdi her yerde moda: milliyetçilik ve faşistlik, ʻʻX Firstʼʼ.
Bazı dışardan ne yardım ne de fikir ithal etmiş veya istemiş olan tarımcılar iklim değişmesi sorunlarından açlıktan din-laik cennetine göç etmekteler. Ama benim bulunduğum ülkede, eski solcu devrimciler, yeni adıyla Kürt ve Alevi “toplulukların” şanslı bireylerinin, dönercilik ve dilencilikle kazandıkları saymakla bitmez bol paralarla evlerinde sergiledikleri kitsch ıvır zıvır, cincik boncuklar bu açlıktan ölenleri rahat kurtarır. Onlar da 38 gibi ʻʻhic et nuncʼʼ (şimdi ve burada) kulak ve sinir tırmalayıcısı türküler söyler dururlar.
Sizler 19. yüzyıla burnunuza kadar saplanmışsınız. 5-7 bin yıl dünyayı sırtında taşıyan tarımcıları unutup, 3-4 yüzyıllık benzemek istediğiniz endüstri muhabbet tellalarının kuyruğuna yapışmışsınız. İnsan bu kadar bilinçli olur! Bir de siz onları bilinçlendirmeye kalkıştınız. Ne yazık! Sizler gibileri duymadan ve umursamadan 5-7 bin yıl insanları doyuranlar da şimdi taptığınız yıldızların dünyasında silinmiş hatıralar oldular.
Yine de, bir noktada 38ʼin derdine karşı empatim var. Çoktan beri bilinen, sıradanların isyanı ( bakın José Ortega y Gassetʼin ʻʻLa rebelión de las masasʼʼ) en başta. Bilgi ile anlamayı aynı zannetmek ve bilgide nicelikle (enfarmasyon) niteliği karıştırmak da zavallıyı perişan etmiş.
Eğer 38 ʻʻPüritenler çıktığında diğer guruplar da vardıʼʼ yazısında haklarında zerre kadar bilgisiz olduğu gurupları anlamaya çalışsaydı böyle yavşaklık etmezdi. Ama Zileli gibi sırtını site çoğunluğuna (ʻʻLa rebelión de las masasʼʼ) dayadığı için, cesur askerlik etmiş. 38, dünya milliyetçileri ve ırkçılarının savaş narasını attığının farkında bile değil. İşte sana çoğunlukların diktatörlüğüne mükemmel bir örnek.
38ʼin kitleler isyanında bir çapanoğlu daha var.
Bu sitede, Zileliʼnin salt yeni dini anarşistlik üzerine kitap mağazasında bine yakın eser var. Hemen hemen hepsi ithalat mallar. Az bir kısmını halis yerli mal Türkler yazmış ama onlar da dışarıdan toplamışlar.
Kendimize şu souyu da sorduk: Neden acaba Zileli’ye ve diğer tamamıyla dışardan gelen 60 ayaklanmalarının ıslah edilmiş, zenginlik ve boluğa kavuşma muhabbet tellaları solcu devrimcilerine saldırmamış da, sonsuz asil ruhlu ʻʻAdamites / Anabaptists / Antinomianism / Behmenists / Diggers / Itinerants / Lollards / Millenarians / Muggletonians / Ranters / Seekers / Shakers / Squatters, / Vagabonds / Waldensians…” ve benzerleri kaybedenleri örnek vermiş.
Zileli ve solcu devrimci yoldaşları kazananlar tarihinin zavallı felaketzedeleri. Çok daha doğrusu grupiyeleri (ʻgroupiesʼ). Batı, Atatürk, Marks, Lenin, Mao falan filan burjuva taklitçileri cellatların hayranları.
“bir ortodox çikip deseki biz ortodoxlarin eli katolik haçli sövalyelerin elinden daha temizdir, vallahi iddiasini kanitlar.”
Batı’daki Bizans’a [Ortodokslara] göre “daha Doğulu” olan Süryaniler [Nasturiler] ve Ermeniler [Gregoryenler] de aynısını söyleyebilir.
Fakat onlardan daha ileri olan Ortodokslardır.
Tıpkı, “daha Batılı” olan Protestan ABD ve İngiltere’nin, “daha Doğulu” olan Katolik İspanya ve Latin Amerika’nın önüne geçmesi gibi.
Birçoklarına göre, Stalinist rejim, Nazi rejiminden çok daha totaliter ve kanlı bir diktaydı.
Dolayısıyla, onlara göre, “Katolik” Hitler’in eli “Ortodoks” Stalin’inkinden “daha temizdi”.
“Anlatsana derdin ne, ona göre derdine çare bulalım.
[…..] mı?”
Hiçbiri.
“sayfa israfı” sorunları.
Atatürkün … (admin) yönleri..Azinliklara aman tanimamak (admin),ermeni katliaminda,yunanlilari zorla kovmada(mübadele),kürtlere katliam.. canakkale savasinda cocuk yasta gencleri ölüme sürüklemek. (admin) Tüm bunlar hala … (admin) osmanli kafasini … (admin) gösterir…
Ayni tutumu sovyetlerin ajani,adami olacak kisilere uygulamak (admin) beklenilmez degil..
Politika iste böyle riskli isler; hem canindan olursun hemde katil,hain,salak…vs..
38-63 sidik yarışına katılıyım diye beynini israf etmiş.
ʻʻ Bana ne, sirf kendisine ozgurluk aramak pesinde terk-i diyar etmis manyaklarin teskil ettigi kucuk kucuk gruplarin serguzestinden?ʼʼ
ʻʻ Benim derdim o uzak diyarlardan neset etmiyor; bu topraklarda, bu iklimde, bu mazide dogdu dertlerim benim.ʼʼ
38-63, iki cümle arasındaki çelişkiyi görmeyecek kadar hödük.
İkinci cümlede ʻʻbu topraklardaʼʼ, ʻʻbu iklimdeʼʼ, ʻʻbu mazideʼʼ yerine ʻʻTürkiyem toprağındaʼʼ, ʻʻTürkiyem iklimindeʼʼ, ʻʻ Türkiyem mazisindeʼʼ koyup yeniden okuyun. Eğer 38-63 ve Zileli gibi çok büyük beyinli değilseniz, hemen ʻʻmanyaklarin teskil ettigi kucuk kucuk manyaklarin derdini kendine dert etmis bir grup sozcusununʼʼ zırvalamaları daha güzel açığa çıkar.
Eğer daha da çok gülmek isterseniz ikinciyi, yaptığım değişmelelerle, sosyal medyada yayınlayın. Ama yorumları okumayın, şimdi dünya bu 38-63 gibi hilkat garibeleriyle dolu, örneğin:
ʻʻUlan bu salak da nereden çıktı? Tüm dünyada toprak, toprak olmaktan çıkmış; iklim iklim, iklim olmaktan çıkmış; mazi mazi olmaktan çoktan çıkıp Newspeak olmuş, bu enayi got kadar kucucuk memleketinin derdine düşmüş. Bize ne lan senin Türkiyenden?ʼʼ
Tek bilmedikleri, bu 38-63ʼün uzman politikacıların amatör ucuz taklitçisi olduğu, Zileli gibi: bazen uluslararacısı, bazen ulusçu; bazen marksist, bazen anarşist; bazen devlete karşı, bazen devleti seçimle ele geçirme çığıtkanı… ʻʻWhatever works!ʼʼ
Her neyse ve hiç değilse bu sitenin solcu devrimcileri, birleşin!
Sol Kemalizm’i sevmiyor.
Sol Kemalizm’e AŞIK:
https://www.youtube.com/watch?v=Tw8mpgccugc
“I don’t like it.
I LOVE it.”
“bazen uluslararacısı, bazen ulusçu”
Yanlış soruya doğru cevap verilmez.
Soru:
“Yerellik” mi, “evrensellik” mi?
Cevap:
“Yerellik”le uyum içinde bir “evrensellik”.
http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/1594819/Laiklik_uzerine_safsatalar.html
Şiiler’e asıl benzeyenler Troçkistlerden ziyade romantik “sol Kemalist”lerdir.
Emre Kongar’ın bir “yanlış yanıt”ı
“Yanlış soru: Ordudan yana mısın orduya karşı mısın?
Bu soruya “yanayım” diye yanıt verseniz de, “karşıyım” deseniz de suçlama hazırdır. “Yanayım” diyenler faşist, karşıyım diyenler “vatan hainidir.” Oysa sorunun mantığı yanlıştır, böyle soru sorulamaz.
Doğru yanıt: Ben bağımsızlıktan ve demokrasiden yanayım; ordunun ne yaptığına bakarım; bağımsızlığımızı ve demokrasimizi koruyan eylemlerden yanayım, bağımsızlığımıza ve demokrasimize karşı olan eylemlerden yana değilim.”
(Emre Kongar – Tarihimizle Yüzleşmek)
Doğru yanıt:
Ben mevcut iktidara karşı muhalefetten yanayım; ordunun ne yaptığına bakarım; iktidarı koruyan eylemlerinden yana değilim, iktidara karşı olan eylemlerinden yanayım.
Atatürk = Muhammed
Kemalizm = İslam
CHP = Şiilik
İsmet İnönü = Ali
Erdal İnönü = Hüseyin
DP = Sünnilik
Fevzi Çakmak, Celal Bayar, Adnan Menderes = Ebubekir, Ömer, Osman
Necmettin Erbakan = Muaviye
Recep Tayyip Erdoğan = Yezid
Kemalizm’den Sağ sapma (Siyasal İslam) = Emeviler
Kemalizm’den Sol sapma (Sosyalizm) = Aşırı Şii (Batıni) fırkalar
Lenin = Muhammed
Leninizm = İslam
Troçkizm = Şiilik
Stalinizm = Emeviler
Anarşizm = Hariciler
Cemal Nasır, Enver Sedat, Hüsnü Mübarek = Ebubekir, Ömer, Osman
Mübarek’i deviren ordu ve halk ayaklanması = Osman’ı deviren ordu ve halk ayaklanması
Muhammed Mursi = Ali
İhvan = Şiiler
Mursi ve İhvan karşıtı muhalefet = Hariciler
Abdülfettah Sisi = Muaviye
Bizi, sizi sinirlendiren kişi zannedeli, değerli yanıtlar vermez oldunuz. Sitedeki yazılarınızı okumakla anarşizm bilgimizin çok ilerledi ve çok arttı. Eski mürşitlerinizden biri olan Troçkiʼnin kulakları çınlasın, ʻʻsnowball effectʼʼ (kartopu etkisi) gibi bilgimiz arttıkça artma oranı arttı. Hele ʻʻAnarşizm Nedirʼʼ yazınız! Çok az anarşist böyle kalıba sokulması zor bir düşünce topluluklarından bir toplum yapma cesareti gösterdi. Ünlü, Türk-Kürt, Marksist, Hortlak olması çok muhtemel 38 arkadaş haklı: Türkiyemizde, çeşitli topluluklar da dahil, ne cevherler var: Airi-Doğanʼı başa getirenler, Güzel Güncü İmamHatipOğluʼna inananlar, AtıTürkçüler vs. vs . vs.
Sizlerden çok şeyler öğrendik ve size bilgi borcumuz çok. Bunu kısmen karşılamak için özellikle Gün abiyi rahatsız eden gevezenin saçmalıklarını elekten geçirdik. Vardığımız sonuç: Gün Abi, siz bu kişiyi ciddiye almamakta çok haklısınız. Ne var ki, onu anlamadan, tabii keskin zeka ve bol tecrüblerinizden dolayı haklı olarak, yazdıklarını çöp kutusuna attığınızı gördük.
Onun için insan tarihi 4-6 milyon yıl önce başlar.
Siz, 68 abiler için TEORİK olarak 10 000 yıl önce, Neolitikle; PRATİKTE sizler ve özgür üniversite püfürpüfüreser Başıkaymış için 17-18-19-20. yüzyıllar arasına teorik hazırlık Aydınlığa kavuşma ve Büyük Devrimler ile başlar.
İlerlemeden ekleyelim: Oraya götürülen Aydınlığa kavuşan karanlık kıta Afrikaʼdan biri ʻʻBüyük Beyinli Beyazlar gelmeden önce, toprak bizim ışık onlarındı; şimdi ışığa şükür görüyoruz ki ışık bizim, toprak onların.ʼʼ
Not: Başkanımız Airi-Doğan da, eğer hatırlarsanız, oraya gitti ve bu defa sizin Afrika topluluklarına ʻʻGüzel Günler Gelecekʼʼ veya ʻʻBekleyin eşekler yaz gelecekʼʼ sloganınızı götürdü.
Onun için bu son 10 000 yıl insan tarihi değil. Kazananlar ve sizler gibi büyük beyinlilerin beyinlerinde kurdukları yaşam biçiminin tarihi. Yani, insanlık, koca kellerin hayal dünyasında yaşamakta ama gerçek dünya sanmakta. Az çok Trump ve benzerlerinin şu an gözleriniz önünde yarattıkları dünya gibi. Marks demedi mi ʻʻönemli olan dünyayı değiştirmekʼʼ.
Ona göre insanlar, dil ve düşünce aracılığı hariç, araçsız dünyada; çevreleriyle sürekli karşılıklı ilişki içinde yaşadılar.
Sizlerin tarihinde araya komisyoncular, muhabbet tellalları girmiş: bilenler, okul, yazı, tapınak ve ilk püfürpüfüreser rahipler, ölü dinler…
Aynı şekilde önce doğalcı, natüralistler doğayı gözlemleyerek bilgi toplarlardı.
Sizlerde bilim adam-karısı püfürpüfüreserler doğayı kütüphane ve laboratuarlarda gözlemlediler. Hayvanları hayvanat bahçesini ziyaretle tanıyanlar gibi…
Ona göre insan, tarihinin %99,75ʼini özgür yaşadı. Siz ise özgürlük yerine özgürlük hakkındaki yazıları yaşıyorsunuz. Kafeslerde ötüyorsunuz ama size göre hep başkaları kafeste.
Bizce sizler çok haklısınız. Seçimlere katılma, kitaplar yazma, gazete köşeciliği yapma, sosyal medyada sesinizi işittirme, televizyonda söyleşiler yapma benzeri etkinliklerinizle, 38ʼin dediği gibi, mazinize sahip çıkıyorsunuz, gerçekçisiniz velhasıl. Akıma yüzüyorsunuz. Doğa yasası veya doğa bilim adamı yerçekimi yasasına göre ırmağın mutlaka akacağını biliyorsunuz. Topluluklar ve ezilenleri bilinçlendirmeniz biz genç nesillere örnek oluyor.
Son olarak da, ona göre tarih ÜÇ devirden oluşur: Varolma Devri, Sahip Olma Devri ve sizlerin tıpa tıp uyduğunuz GİBİ GÖRÜNME DEVRİ. Ona göre sizler ʻʻGibi Görünen Solcu Devrimcilersiniz.
Azılı-hızlı Hortlak, amcası Marksʼı okumuş ve taklit etmeye başlamış. Devasa Kürt Mürt Kültürü, devasa İleri-Medeniyet / İleri Kültür Çinʼin Minʼin geri kalmışlara modern dairler verme cömertliğinin solcu devrimci Marksist şakşakçılığını yapacağına bildiklerini yazmış.
Zaten Çinʼin Uygurları ezmesinin nedeni, Türk topluluklarının dev kültürlü Kürt topluluklarını ezmesi değil mi? Komünistler, daima haksızlığa, baskıya, adaletsizliğe karşıdırlar. Bu site solcu devrimcilerinin solculuğu seçmesinin nedeni de bu.
Hortlak, Marksistlik gevezeliği yapacağına bazı Marksistleri okumuş gibi.
Marksist Walter Benjaminʼden alıntılar:
“History is written by the victors.”
“There is no document of civilization that is not at the same time a document of barbarism.”
“All efforts to make politics aesthetic culminate in one thing, war.”
Aferin Hortlak, bak galiba bırakmışsın şu pezevenk-cellat Marksist Troçki kuyruğunu.
Belki de ikinci bir ihtimal daha var. Hortlak gazeteci, yani olanlara ʻʻolduğuʼʼ gibi, Marks misali, nesnel ve bilimsel açıdan bakarak, yazmış.
İnşallah bir gün gelir beş parmağın beşi bir değil halk deyişini hatırlar.
Benim babam, Siverekʼde, Kürtlerin Ermeni katliamını aktardığında, ʻʻbazıları alçak davrandı, bazıları asilʼʼ dedi. Ben kendim, elime biraz para geçtiğinde, bu olaylarn hikayeleri etkisinden dolayı Siverek, Urfa, Hilvan, Mardin, Nuseybin, Kamışlı, Elazığ ve nihayet Dersim ile sona eren bir macera yaşadım.
Bak Hortlak, Zileli, önce enternasyonellikçiydi, sonra uluscu-toplumcu oldu, şimdi de her toplumun beş parmağı bir değile uyanmış olmalı, ʻʻtoplum yokʼ, ʻʻtopluluklar varʼʼ diyor. İnşallah! Bence, televizyonda çok fazla turizm reklamları görmüş.
Allah siz solcu devrimcileri son 3-4 yüzyıl tarihine bağışlasın!
Allah sizleri Medeniyetʼin tuttuğu yolda varacağı parlak gelecekten mahrum etmesin!
Gayrimüslimlerin (Rum, Ermeni) tehcir ve mübadelesi = Gayrimüslimlerin (putperest, Yahudi, Hıristiyan) Arap yarımadasından sürgünü
Türk olmayan Müslümanların (Kürtler) ikinci sınıf vatandaş sayılması = Arap olmayan Müslümanların (Mevali) ikinci sınıf vatandaş sayılması
İstanbul’dan Ankara’ya göçüş = Mekke’den Medine’ye hicret
Ankara (Anıtkabir) ziyaretleri = Mekke-Medine (Hac) ziyaretleri
Milli Bayram törenleri = Dini Bayram namazları
Okullar ve devlet dairelerindeki günlük törenler = Cami ve mescitlerdeki günlük vakit namazları
Andımız = Amentümüz
10 Kasım şiirleri = Mevlid şiirleri
Arapların büyük travması (I)
TELOS Yayınları’nı yönettiğim sırada, Amin Maalouf’un “Les Croisades vues par les Arabes” (J.C. Lattes Yayınevi) adlı kitabını Mehmet Ali Kılıçbay’ın çevirisiyle 1997 yılında yayınlamıştım.
Aynı kitap daha sonra Yapı Kredi Yayınları (YKY) tarafından yayınlandı.
Arapların günümüzde Müslüman Kardeşler, El Kaide, Taliban, Hizbullah, Hamas ve kadınları hiçleştirme operasyonları ile sonuçlanan hastalığının kökenlerini, Amin Maalouf’un “Arapların Gözünden Haçlı Seferleri”nin (YKY; Çev: Ali Berktay) sonuç bölümünden okumaya başlayalım:
TÜRKLERİN SANCAĞI ALTINDA
“Dış görünüşte Arap dünyası parlak bir zafer kazanmıştı. Eğer Batı’nın yapmaya çalıştığı ardı ardına gelen istilalarla İslam’ın ilerleyişini durdurmaksa, ortaya çıkan sonuç bunun tam tersi olmuştu. Doğu’nun Frenk devletleri iki yüzyıllık kolonizasyonun ardından köklerinden sökülüp atılmakla kalmamış, Müslümanlar kendilerini öyle bir toparlamışlardı ki Osmanlı Türklerinin sancağı altında doğrudan Avrupa’yı fethe koşacaklardı. 1453’te Konstantinopolis düştü. 1529’da Osmanlı akıncıları Viyana surları önünde ordugâh kurdu.”
“Ama, az önce söylediğimiz gibi, bu sadece dış görünüştür. Çünkü tarih içinde bir mesafe koyup sonra geri dönüp bakıldığında bir saptama kendini ister istemez kabul ettirmektedir. İspanya’dan Irak’a kadar Arap dünyası, Haçlı Seferleri döneminde gezegendeki entelektüel ve maddi açıdan en ileri uygarlığın sahibi durumundadır hâlâ. Daha sonra dünyanın merkezi kararlı bir biçimde batıya doğru kayar. Burada neden-sonuç ilişkisi söz konusu mudur? Haçlı Seferleri’nin -yavaş yavaş tüm dünyaya egemen olacak- Batı Avrupa’nın yapacağı atılımın ilk işaretlerini verip Arap uygarlığının ölüm çanlarını çaldığını söyleyebilir miyiz?”
“Böyle bir yargı tamamen yanlış olmasa da, ayrıntılandırılması gerekir. Araplar Haçlı Seferleri’nden önce de bazı ‘hastalıklar’dan mustaripti ve Frenklerin gelişi bunları ortaya çıkarıp ağırlaştırdı belki, ama yoktan var etmedi.”
KEDERİN İPLERİ KAÇMIŞTI
“Peygamberin ümmeti dokuzuncu yüzyıldan sonra kendi kaderinin iplerini elinden kaçırmıştı. Yöneticilerinin hepsi yabancıydı. İki yüzyıllık Frenk işgali boyunca gözlerimizin önünde resmi geçit yapan onca kişilikten hangileri Araptı? Vakanüvisler, kadılar, birkaç yerli emir -İbn Ammar, İbn Munkiz- ve iktidarsız halifeler. Ama iktidarı asıl elinde tutanlar ve hatta Frenklere karşı mücadelenin belli başlı kahramanları -Zengi, Nureddin, Kutuz, Baybars, Kalavun Türk’tü; el-Efdal Ermeni’ydi; Şirkuh, Selahaddin, el-Adil, el-Kâmil Kürt’tü. Bu devlet adamlarının çoğu kültürel ve duygusal açıdan Araplaşmıştı haliyle; ama Sultan Mesud’un 1134’te halife el-Müsterşid’le tercüman aracılığıyla konuştuğunu unutmayalım; çünkü Bağdat’ın kendi boyu tarafından fethedilmesinden seksen yıl sonra bile bu Selçuklu sultanı tek kelime Arapça bilmiyordu. Daha da kötüsü: Arap veya Akdeniz uygarlıklarıyla hiç ilgisi olmayan çok sayıda bozkır savaşçısı durmadan gelip yönetici askeri kasta katılıyorlardı. Baskı altına alınan, ezilen, horlanan, kendi topraklarında yabancı durumuna düşürülen Arapların yedinci yüzyılda başlamış kültürel gelişmeyi sürdürmeleri olanaksızdı. Frenkler geldiğinde bulundukları yerden bir adım ileri gidemeyip geçmişin mirasını yemekle yetinmeye başlamışlardı bile. Ve bu yeni istilacılardan birçok alanda üstün olsalar da, gerileme dönemine girmişlerdi aslında.” (s. 239-240)
http://www.hurriyet.com.tr/araplarin-buyuk-travmasi-i-16201744
Arapların büyük travması (II)
BU bölümde, Arapların bulaşıcı travmasının en önemli ikinci nedenini keşfedeceğiz: Arapların süreklilik cevherine sahip bir devlet kuramamaları, kurdukları devlette toplumsal adaleti sağlayamamaları, benzeri sakarlıklar ve kendi kendilerini iğdiş etmeleri:
“Arapların, birincisiyle de bağlantısız sayılamayacak ikinci ‘hastalığı’, istikrarlı kurumlar inşa edememeleridir. Frenkler ise Doğu’ya gelir gelmez gerçek anlamda devletler kurmayı başarmışlardır. Kudüs’te saltanat verasetinde genellikle bir çatışma çıkmıyordu; krallık meclisi hükümdarın siyaseti üzerinde etkili bir denetim kuruyor ve ruhban sınıfının iktidar oyunundaki rolü de kabul ediliyordu. Müslüman devletlerde ise durum hiç böyle değildi. Her monarşi, hükümdarın ölümüyle birlikte sallanıyor, iktidar ne zaman el değiştirse iç savaş tehlikesi yaşanıyordu. Bu hadisenin tüm sorumluluğu, devletlerin varlığını bile sürekli tehdit eden, o ardı arkası kesilmeyen istilalara yüklenebilir mi? Suçu, ister doğrudan Araplar isterse Türkler veya Moğollar söz konusu olsun, bölgeyi egemenliği altına alan halkların göçebe kökenli oluşunda mı aramak gerekir? Bu ‘Sonsöz’ çerçevesinde böyle bir sorunu sonuca bağlamak olanaksızdır. Ama aynı sorunun, çok az değişmiş bir ilişkiler toplamı içinde, yirminci yüzyıl sonu Arap dünyasında da hâlâ gündemde olduğunu belirtmekle yetinelim.”
“İstikrarlı ve kabul gören kurumların bulunmamasının, özgürlükler üzerinde de belli sonuçlara yol açması kaçınılmazdı. Batılılarda, Haçlı Seferleri döneminde, hükümdarın iktidarına ihlal edilmesi epey güç ilkeler yön verir. Üsâme, Kudüs Krallığı’na yaptığı bir ziyarette, ‘şövalyeler bir karar verdiklerinde, kralın bunu değiştiremediğini veya bozamadığını’ saptar. İbn Cübeyr’in Doğu seyahatinin son günlerine ait şu tanıklığı daha da anlamlıdır:”
“Tibnin’den (Sur yakınında) ayrıldıktan sonra, ardı arkası kesilmeyen bir dizi çiftlik ve köyden geçtik; topraklar gayet güzel sürülmüştü. Buraların tüm sakinleri Müslüman, ama Frenklerle iyi geçiniyorlar… Allah bizi her türlü iğvadan korusun! Evleri kendilerine ait ve mallarına, mülklerine de hiç dokunulmamış. Suriye’de Frenklerin denetimi altındaki bölgelerin hepsinde bu düzen geçerli: Araziler, köyler ve çiftlikler Müslümanların elinde kalmış. Kendi durumlarını Müslüman bölgelerinde yaşayan din kardeşleriyle kıyasladıklarında, bu adamların çoğunun gönlüne kuşku düşüyor. Çünkü Frenkler onlara hakkaniyetle davranırken, öteki taraftakiler kendi dindaşlarının adaletsizliğine maruz kalıyor.”
“İbn Cübeyr endişelenmekte haklıdır, çünkü bugün Güney Lübnan olan bölgenin yollarında çok ağır sonuçlara gebe bir gerçekliği keşfetmiştir: Frenklerdeki adalet anlayışı, Üsâme’nin de vurguladığı gibi, ‘barbar’ diye nitelenebilecek bazı yönler içerse de, onların toplumu ‘hak dağıtıcı olma’ avantajına sahiptir. Yurttaş kavramından henüz eser yoktur kuşkusuz, ama feodallerin, şövalyelerin, ruhban sınıfının, üniversitenin, burjuvaların, hatta ‘kâfir’ köylülerin, herkesin çerçeveleri gayet iyi belirlenmiş hakları vardır. Arap Doğusu’nda mahkemelerin yargılama usulleri daha akılcıdır; yine de baştaki emirin keyfi iktidarının hiçbir sınırı yoktur. Bu yüzden hem ticaret kentlerinin gelişimi hem de fikirlerin evrimi gecikmiştir.” (Amin Maalouf, “Arapların Gözünden Haçlı Seferleri, YKY, s. 240-241)
http://www.hurriyet.com.tr/araplarin-buyuk-travmasi-ii-16221739
Arapların büyük travması (III)
AMİN Maalouf, Arapların Gözünden Haçlı Seferleri’ni (YKY) okumayı sürdürelim:
“Hatta, İbn Cübeyr’in tepkisi daha yakından incelenmeyi de hak etmektedir. Hem ‘melun düşman’ın vasıflarını kabul etme dürüstlüğünü göstermekte hem de Frenklerin hakkaniyetinin ve iyi idarelerinin Müslümanlar açısından ölümcül bir tehlike olduğu kanısından hareketle beddualar yağdırmaktadır. Müslümanlar, refahı ve rahatlığı Frenk toplumunda bulurlarsa, dindaşlarına -ve dinlerine- sırt dönmezler mi? Seyyahın bu tavrı, ne denli anlaşılabilir olursa olsun, kardeşlerinin de mustarip olduğu bir hastalığın da belirtisidir: Haçlı Seferleri’nin en başından en sonuna kadar, Araplar Batı’dan gelen fikirlere açılmayı reddetmişlerdir. Uğradıkları saldırıların belki de en yıkıcı etkisi bu alandadır. İşgalci açısından topraklarını fethettiği halkın dilini öğrenmek bir hünerdir; istilaya uğrayan halk açısından fatihlerin dilini öğrenmek ise bir taviz, hatta ihanettir. Gerçekten de çok sayıda Frenk Arapça öğrenirken, birkaç Hıristiyan dışında memleket nüfusu Batılıların dillerine kulaklarını tıkamışlardır.”
“Örnekler çoğaltılabilir, çünkü Frenkler ister Suriye’de ister İspanya’da ister Sicilya’da olsun, Arapların ‘rahle-i tedris’inden geçmiş, onlardan ders almışlar ve öğrendikleri, sonraki gelişmeleri açısından vazgeçilmez bir önem taşımıştır. Yunan uygarlığının mirası Batı Avrupa’ya ancak bu uygarlığın tercümanları ve devamcıları olan Araplar aracılığıyla taşınabilirdi. Frenkler tıp, astronomi, kimya, coğrafya, matematik, mimari alanlarındaki bilgilerini önce özümseyip taklit ettikleri, sonra da aştıkları Arapça kitaplardan edinmişlerdir. Dillerinde hâlâ buna tanıklık eden ne çok kelime vardır: zénith [Arapçadaki semtü’r-res, başın üstündeki yön, ilm-i nücumdaki ‘başucu’ deyimi bozularak Fransızcada önce chemit, sonra zénith olmuştur]; nadir [Arapçada semtü’r-res’in zıttı olarak kullanılan nâdir’den alınmıştır]; azimut [yol, yön, cihet anlamına gelen es-semt’ten türemiştir]; algèbre [‘zor, zorlama, indirgeme’ anlamına da gelen ve el-Harizmi’nin -Ebu Cafer Muhammed bin Musa el-Harizmi- bir eserinin başlığında -el-Muhtasar fi hisâbi’l-cebr ve’l mukabele- yer alan el-cebr, yani cebir’den türemiştir]; algorithme [el-Harizmi’nin Arapça metni kaybolmuş, sadece Latince çevirisi bulunan -Liber alghoarismi di praktica arismetrice- bir eserinde geçen adının bozulmuş halinden türemiştir] veya her gün kullanılan ve bugün ‘sayı’ anlamına gelen chiffre [Arapçadaki sıfr’dan, yani bildiğimiz sıfır’dan ortaçağ Latincesine cifra, ‘sıfır’ olarak geçmiş, sonra ‘gizli yazı’ anlamında cifre’ye dönüşmüş, en sonunda modern anlamına kavuşmuştur]. Sanayi konusunda ise Avrupalılar kâğıt imalatında, debbağlıkta, dokumacılıkta, alkol ve şeker -alcool [el-Kuhûl] ve sucre, Arapçadan alınmış iki kelime daha- damıtımında Arapların kullandığı usulleri almış, sonra da bunları geliştirmişlerdir. Doğu ile temas içinde Avrupa tarımının nasıl zenginleştiği de unutulamaz: kayısı [Arapçadaki el-berkuk’tan alınan abricot], patlıcan [Arapçadaki el-bâdincân’dan türetilen aubergine], yabani sarmısak [Latince Ascalonia cepa (Askalan soğanı), échalote], portakal [Arapçadaki en-nârenc’den türeyen orange], karpuz [battîha’dan türeyen pateca, pastèque]… ‘Arapça’ kelimelerin sonu gelmez.” (S. 241-242)
Bizim Arap meftunlarına sorsanız, size biraz önce okuduklarınızı tekrarlarlar. Bir İslamcı ileri geleni (ki Necmettin Erbakan olabilir), Batı’dan telif hakkı istesek hazineleri yetmez demişti. Batı, Müslüman Doğu’dan aldıklarıyla koskoca ucu açık bir uygarlık yarattı. Müslüman Doğu, Batı’dan sadece nefret etti, karşısında ezildi ve sonunda El Kaide’yi, Taliban’ı, Hizbullah’ı ve Hamas’ı yarattı.
http://www.hurriyet.com.tr/araplarin-buyuk-travmasi-iii-16230775
Arapların büyük travması (IV)
AMİN Maalouf’un “Arapların Gözünden Haçlı Seferleri”nin (YKY) son bölümünü okumayı bugün bitiriyoruz:
AYDINLIK DÜŞMANLIĞI
“Haçlı Seferleri dönemi Avrupa açısından hem ekonomik hem de kültürel alanlarda tam bir devrim başlatırken, Doğu’da bu kutsal savaşlar ve karşılığındaki ‘cihat’, uzun yüzyıllar sürecek bir gerilemeye ve aydınlık düşmanlığına yol açar. Her taraftan kuşatılan İslam âlemi kendi kabuğuna çekilir. Ürkekleşir, hoşgörüsünü yitirir, savunmaya çekilir, kısırlaşır; gezegen çapındaki evrim sürüp Müslümanlar kendilerini bu gelişmenin iyice dışında kalmış hissettikçe de söz konusu tavırlar kökleşir. Bundan böyle ilerleme, ‘öteki’ anlamına gelmektedir. Modernizm, ‘öteki’dir. Kendi kültürel ve dinsel kimliğini Batı’nın simgelediği bu modernizmi yadsıyarak ifade etmek zorunlu muydu? Yoksa tam tersine kimliğini kaybetme riskini göze alıp kararlı bir biçimde modernleşme yoluna girmek mi gerekirdi? Ne İran, ne Türkiye, ne de Arap dünyası bu ikilemi çözmeyi başarabildi; bugün hâlâ cebri Batılılaşma evreleriyle, yabancı düşmanlığı rengine de bürünen aşırı gericilik evrelerinin birbirlerini, çoğunlukla da şiddet yüklü bir biçimde izlemelerinin nedeni işte bu çözümsüzlüktür.”
700 YIL SONRA BİLE
“Barbar olarak tanıdığı, yendiği, ama sonra tüm dünyaya egemen olmayı başaran bu Frenkler karşısında hem büyülenen hem dehşete kapılan Arap âlemi, Haçlı Seferleri’ni artık geride kalmış uzak bir geçmişe ait bir sayfa olarak göremiyor. Arapların ve genelde Müslümanların Batı’ya karşı tavrının yedi yüzyıl önce bitmiş olması gereken hadiselerden bugün bile ne denli etkilendiğini gördükçe, insan hayretler içinde kalıyor.
Üçüncü binyılın eşiğinde, Arap âleminin siyasi ve dini sorumluları, Selahaddin’i, Kudüs’ün düşüşünü ve geri alınmasını söylemlerinde sürekli bir dayanak noktası, bir başvuru kaynağı olarak kullanıyorlar. Hem bazı resmi konuşmalarda hem de halkın genel kabulünde, İsrail yeni bir Haçlı devleti olarak görülüyor. Filistin Kurtuluş Ordusu’nun üç tümeninden birinin adı Hittin, ötekininki Ayn Câlût’tur hâlâ. Başkan Nasır, en parlak günlerinde onun gibi Suriye ile Mısır’ı -hatta Yemen’i- birleştirmiş Selahaddin’e benzetilirdi hep! 1956 Süveyş seferi ise, tıpkı 1191’deki gibi, Fransızların ve İngilizlerin başını çektikleri bir Haçlı seferi olarak algılandı.”
“Gerçi insanın aklını karıştıran bazı benzerliklerin varlığı da yadsınamaz. Şam halkının karşısında yaptığı konuşmada, düşmanın Kudüs üzerindeki egemenliğini tanımaya cüret etmiş Mısır sultanı el-Kâmil’i ‘ihanet’le suçlayan Sıbt İbnü’l-Cevzî’yi dinlerken, Enver Sedat’ı hatırlamamak mümkün mü? Şam ile Kudüs arasında Golan ile Bekaa’nın hâkimiyeti için sürdürülen mücadeleye bakıp da, dünü bugünden ayırmak kolay mı? Üsâme’nin, istilacıların askeri üstünlüğü hakkında söylediklerini okuyup da düşüncelere dalmadan edilebilir mi?”
MEŞRU BİR İNTİKAM!
“İslam âlemi sürekli saldırıya uğradıkça, bu zulme uğramışlık duygusunun yükselişi de bastırılamaz; ama bu duygu bazı fanatiklerde tehlikeli saplantılara dönüşmektedir: 13 Mayıs 1981’de papayı vuran Mehmet Ali Ağca, yazdığı mektupta Haçlıların başkomutanı Papa II. Jean-Paul’ü öldürmeye karar verdim, dememiş miydi? Bu bireysel eylemin ötesinde, Arap Doğusu’nun Batı’yı her zaman doğal düşman olarak gördüğü açıktır. İster siyasi, ister askeri düzlemde, ister petrol alanında olsun, Batı’ya karşı girişilen her türlü düşmanca eylem meşru bir intikam olarak kabul edilir. Ve bu iki dünya arasındaki kırılmanın, Arapların bugün bile bir tecavüz olarak duyumsadıkları Haçlı Seferleri’ne dayandığına kuşku yoktur.” (s. 242-243)
http://www.hurriyet.com.tr/araplarin-buyuk-travmasi-iv-16236680
Bu yazınının diğer adı:
Araplar At-Deve ile dış görünüşte kazananlar. Ama asıl kazananlar maddenin en derininde hoplayıp zıplayan İÇ elektronların elektriği ile koşturan tramvayla İÇTE görünen zaferi başaranlar. Yaşasın son kazanan!
“Dış görünüşte Arap dünyası parlak bir zafer kazanmıştı.ʼʼ
“Ama, az önce söylediğimiz gibi, bu sadece dış görünüştür. Çünkü tarih içinde bir mesafe koyup sonra geri dönüp bakıldığında…ʼʼ
Maşallah, maşallah, bu ne derin bir tarih inclemesi. Esk mısır ÜÇ bin yıl dış görünüş, Akkad hakeza, Hitit hakeza, Babil hakeza, Asur hakeza, Hindistan hakeza, Çin hakeza, Iran hakeza, Roma hakeza, Osmanlı hakeza, Renösansı başlatıp asıl sarışın mavi güzlü Kuzeye kaptıran İtalya hakeza …
Kıta atlarsak,
Olmek, Toltek, İnka, Maya, Aztek hakeza…
Salt kazananalar tarihiyle beyni kamaşmış 77 Anonimʼin dış ambalajı.
Air-Doğanʼın (Airʼi Arapça oku) iç zaferi: Kendisi kadar yobazlar türetmiş. ʻʻ77 Anonimʼʼ bu arada bayağı değerli TELOSʼun da adını kirletmiş
Bir ʻʻbekle eşeğim yaz gelsinʼʼ laklakçı daha çıktı.
“Yerellik” mi, “evrensellik” mi?
“Yerellik”le uyum içinde bir “evrensellik”.
Good luck, cheerful robot!
Ama hiç değilse, farkında bile olmadan, Gün abiyi yalanlamış: Önce teori sonra pratik. Ayıp, ayıp.
Yiyin bir birinizi laf mühendisleri!
Bu coğrafyadaki devletlerin, veya daha doğru ifadeyle rejimlerin ömürleri genellikle aşağı-yukarı yüz yıldır.
Bunu daha önce söyleyen İbn Haldun’un da çok önceden farketmiş olduğu gibi.
Emeviler’den başlayarak sırayla gidelim.
Muaviye (661), hatta aslında Osman (644) ile başlayıp 750’de son buldu.
Ardından gelen Abbasiler’in durumu farklı gibi görünse de temelde aynı.
Hanedan olarak son bulması çok sonra olmakla birlikte, devleti halifelerin yönettiği asıl Abbasi rejimi 860’larda son buldu.
Yani uzak vilayetlerin merkezden kopması ve merkezdeki Türk askerlerin halifelerin otoritesini ortadan kaldırmasıyla.
Büyük Selçuklu rejimi, 1050’lerde Irak’a yerleşerek kuruldu, 1150’lerde Oğuz isyanları ile yıkıldı.
Anadolu Selçuklu rejimi ise Bizans, Haçlılar ve Anadolu beylikleri ile mücadeleyle geçen yüzyıllık bir ara dönemin ardından kuruldu.
1176 Myriokephalon zaferi ile kesinleşti.
1277 olayları ile fiilen son buldu (Karamanoğlu isyanı, Memluk müdahalesi, ardından Moğolların yönetime doğrudan el koyması).
Beylikler ve Osmanlı’nın imparatorluk dönemleri, bütün olarak bir ülke ve dönemi kapsamadığından değerlendirme dışı kalmalı.
Osmanlı’nın eski geleneksel düzenini ortadan kaldıran II. Mahmud’un 1820’lerde kurduğu rejim de yüzyıl kadar sürdü.
Onun ardından kurulan son rejimin de bundan farklı olmayacağı anlaşılıyor.
“Birinci Cumhuriyet”in kuşakları açısından da bakabiliriz.
İlk kuşak:
Atatürk, (Baba) İnönü, Bayar, Menderes, Çakmak
İkinci kuşak:
Ecevit, (Oğul) İnönü, Türkeş, Demirel, Erbakan, Evren, Özal
Üçüncü ve son “Birinci Cumhuriyet” kuşağı:
Erdoğan, Gül, Gülen, Kılıçdaroğlu, Bahçeli, Akşener, Akar
ibrahim inci_ 12 Eylül 11 / 8pm
Komünistler ; 150 yıldan bu yana, ‘İnsanlık İçin Tek Bir Dünyada Sınıfsız Toplum’ istemek “hayalciliğinde” olup, uğradıkları işkencelere, ölümlere rağmen bunu istemekten vazgeçmiyorlar. Bunu da bu dünyada istiyorlar üstelik, her türden cehennemi yaşama fedakarlığı göstererek… Dindar idealistin ölünce cennete gitmesine benzer bir büyük ikramiye de yok ortada .. Abdal mı bu Komünistler ?! Anarşistler gibi Cin olup adam çarpsalar, reel politik pragmatistler gibi Şeytanla dahi işbirliği yapıp, iktidar elde etmeye nöbetçi olsalar ?!!
Komünistler…
Gün Zileli 12 Eylül 2011
http://www.gunzileli.com/2011/09/12/komunistler…/
İlkelciler ; 6000 yıldan bu yana, ‘İnsanlık İçin Tek Bir Dünyada Sınıfsız Toplum’ istemek “hayalciliğinde” olup, uğradıkları işkencelere, ölümlere rağmen bunu istemekten vazgeçmiyorlar.
Bunu da bu dünyada istiyorlar üstelik, her türden cehennemi yaşama fedakarlığı göstererek…
Dindar idealistin ölünce cennete gitmesine benzer bir büyük ikramiye de yok ortada ..
Abdal mı bu İlkelciler ?!
Anarşistler gibi Cin olup adam çarpsalar, Medeniler gibi Şeytanla dahi işbirliği yapıp, iktidar elde etmeye nöbetçi olsalar ?!!
Anti-Kapitalistler ; 200 yıldan bu yana, ‘İnsanlık İçin Tek Bir Dünyada Sınıfsız Toplum’ istemek “hayalciliğinde” olup, uğradıkları işkencelere, ölümlere rağmen bunu istemekten vazgeçmiyorlar.
Bunu da bu dünyada istiyorlar üstelik, her türden cehennemi yaşama fedakarlığı göstererek…
Dindar idealistin ölünce cennete gitmesine benzer bir büyük ikramiye de yok ortada ..
Abdal mı bu Anti-Kapitalistler ?!
Anarşistler gibi Cin olup adam çarpsalar, Kapitalistler gibi Şeytanla dahi işbirliği yapıp, iktidar elde etmeye nöbetçi olsalar ?!!
Ezilen Ulusçular ; 100 yıldan bu yana, ‘Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı’ istemek “hayalciliğinde” olup, uğradıkları işkencelere, ölümlere rağmen bunu istemekten vazgeçmiyorlar.
Bunu da bu dünyada istiyorlar üstelik, her türden cehennemi yaşama fedakarlığı göstererek…
Dindar idealistin ölünce cennete gitmesine benzer bir büyük ikramiye de yok ortada ..
Abdal mı bu Ezilen Ulusçular ?!
Anarşistler gibi Cin olup adam çarpsalar, Ezen Ulusçular gibi Şeytanla dahi işbirliği yapıp, iktidar elde etmeye nöbetçi olsalar ?!!
–
“nerdesin akpli 12 Eylül 11 / 7
birazdan akpli kardeşimiz gelip bütün suçun komünistlerde olduğunu yazacak… uyuyakaldı herhal.”
nerdesin ilkelci
birazdan ilkelci kardeşimiz gelip bütün suçun medenilerde olduğunu yazacak… uyuyakaldı herhal.
Anarşist Sahtekarlık [Mı?]
“Zorunluluklar nedeniyle başvurulan yöntemler ve Bolşeviklerin bazı pratik önlemlerde kaçınamadıkları hatalı tutumları, anarşistler tarafından, Leninist düşüncenin doğasında var olan bürokratizm eğilimi olarak sunulmaktadır. Anarşist düşünce, Leninizm ile Stalinizm arasında hiçbir ayrım gözetmemekte, ikincisini birincisinin doğal uzantısı kabul etmektedir. Bu nedenle de anarşist yazarlar, 1917-1921 arasını bizzat Lenin’in önderliğinde bürokratik karşı-devrimin yürütüldüğü yıllar olarak değerlendirmektedirler. Ama bu düpedüz bir sahtekârlıktır. Marksizmin sadık bir takipçisi olan Lenin’in, proleter demokrasisine olan bağlılığını ve bürokratizme olan düşmanlığını, devrimin kuşatma altında bulunduğu o zorlu yıllarda bizzat Lenin’in pratikteki mücadelesi kanıtlamaktadır.”
Yalnız Kalan Devrimin Kaderi
Marksist Tutum
https://en.marksist.net/node/1113
“İlkelci” diye biri yok.
Sarayın özel istihbaratının burası gibi muhalif siteleri sabote etmek amacıyla görevlendirilmiş bir adamı – ya da adamları – daha inandırıcı görünmek için böyle keskin bir üslup tutturuyor.
Zekice.
Kendilerini .M suphilerin devami olarak gören G.zileli ve arkadaslari parti kurunca ilk isi antkabire ziyaret pozu vermisler..Turkcemi düzeletmeniz memnunluk verici.ya bu izninden gittiginiz kisilerin katilini ziyaret etmesini nasil düzeltilecek? aciklayinda biraz nesemiz artsin..
biraz gerilerden (40 yıl kadar) geliyorsun sanırım…
Tabii site solcu devrimci anarşistleriyle, benim gibi, alay ediyor da olabilir ama ʻʻaz ile çokʼʼ (benzetme var, açıklama yok) kazanma tüccar ruhu, 72 Anonimʼin de solcu devrimci bir anarşist olduğuna işartet ediyor.
Hariciler İslamʼı, en derin anlamda, kabullendiler. Temel aynı, ayrıntılar farklı.
Bu site anarşistleri de ilerlemeyi; her şeyi otomatikleştirmeyi; her şeyi makinelerle yapmayı; bu amaca acıdıkları emekçiler tarafından emekleriyle erişmeyi; ama zamanla bilim-teknoloji sayesinde emekçilerin de kurtulup kendileri gibi yaratıcı büyük beyinliler olmalarını ve bir sürü diğer güzel gelecekte gerçekleşecek falan filanlar candan kabullenirler. Orta Sınıf (= eski, battal Burjuva)-kapitalist idaeal aynı, ayrıntılar farklı.
Her ikisi de asıl ve bakire dinlerini-ideolojilerinin yanlış uygulandıklarını iddia ederler ama yanlış kullananların her türlü teknolojik yeniliklerini iştiyakla kucaklarlar.
Kısacası, bu site anarşistleri aslında Marksizm-Leninizm, yani farklı ama aynı Kapital müminleri; Hariciler de hâlâ, farklı ama aynı İslam-Muhammed müminleri.
..-)) kabirden kenan evren olarak hortlatirdiniz.. !
Terry Eagleton’ın kitabı ‘Kültür’ üzerine:
https://www.youtube.com/watch?v=gTqqh-w3p-I
İngilizce: Agriculture
Latince: Cultus
‘Uygarlık, kültürün ön koşuludur. Eğer matbaa olmasaydı, kitaplar yayılamazdı.’
Johann Gottfried Herder (1744-1803)
Alman filozof, teolog, şair, edebiyat eleştirmeni
Ulan insan bu kadar, yani sonsuz, iğrenç ruhlu olur. 18-19-20. yüzyıllara takılmış diğer yobazların, Özgür Üniversite püfürpüfüreseri Başıkaymışʼın Aydınlınlık dırdırları, diplomalı anarşisti büyük beyinli Zilliʼnin Büyük Bolşevik Devrimi utanmazlığı işte böyle tıpkı kendileri gibi ırkçı-faşist 88ʼler çoğaltmaktan başka bir işe yaramaz. Bu site böyle tiksindirici insan kalıtları dolu.
Benden başka gören de yok. İşte işin en ilginç tarafı da bu. Birbirlerine çok benzediklerinden olmalı.
Bir öğrenci bana yazdığı mektupta ders çalışmaktan ve sınavlardan, bu sitenin büyük beyinlileri gibi orijinal ve yaratıcı olamadığını yazdı.
Hemen ideoloji kokladım. Medeniyetin son trenini çeken Avrupa (oku Kapitalizm ve varyasyonları Nasyonalizm, Komünizm, Sosyalizm …) veya daha doğrusu artık tüm dünyanın afyonu olan ideolojilerden biri, modernlerin okur yazar çizerlerini, haklı olarak, çılgına çevirip kafayı yedirten ʻʻyaratıcılıkʼʼ ve varyasyonları, örneğin ʻben de varımʼ haykırışı.
İlkelcilik bir ideoloji ve her ideoloji gibi bilinci kısıtlar, bastırıcıdır, at gözlüğü taktırır. Bu site, bu sapıklığın şahane bir laboratuarı, beni güldürüp duruyor. Bu site tight ass = götü sıkılar sitesi.
Mesela sen. Senin anladığın anlamda ilkelcilik, dünyayı sarsan ekolojik sorunlarla dikkati ʻʻgöreceʼʼ (görece çünkü buna dolaylı işaret etmeler yazılı tarihte 3 bin yılı aşar) yeni bir veya doğal kaynakların bolluğuyla (unutmayın çoğu kolonilerle temin edildi) şımarmış kapitalistlerle sizin gibi diğer adlarıyla (Nasyonalizm, Komünizm, Sosyalizm …) şakşakçılığını yapanların dünyayı ne hale getirdiklerine çekme ile başladı diyebiliriz.
Bu ideoloji konusu kendi başına tonlarca mürekkep döker ama o da saptırıldı. Örneğin büyük beyinli Zileli teoriyle ideolojiyi tamamıyla karıştırmış, solcu devrimciler edebiyatı olan bu konuda bir sürü gevezelik etmiş.
Sizlerin anladığınız anlamda, insanlar tarihin %99’unu teorisiz ve ideolojisiz pek ala yaşadılar. Hatta konuyu odaklaştırmak için bir örnek vereceğim:
Bir hak ve hukuk babanız Devlet, salak ilkellerden, hak ve hukuka uymak için (tabii, ilkellerin %90ʼı kırımdan geçtikten sonra) topraklarını satın almak ister. Salak ilkeller daha henüz sizler gibi akıl yürütme, rasyonel olma aşamasına varmadıkları için şaşırırlar. Cevapları: ʻʻToprak bizim değil, nasıl satabiliriz ? Hem bizde para da kullanılmıyor.ʼʼ
Kısacası sizlerin suratlarınızı yağmura boğdular, sizleri serinlettiler. Bu rahatlıkla büyük beyinliler veya küçük beyinli ama karınca kararınca ʻʻözel mülkiyetʼʼ ʻekonomiʼʼ, sosyolojiʼʼ, marksizmʼʼ, ʻʻmaoizmʼʼ, ʻʻanarşizmʼʼ ʻʻilkelizmʼʼ ve binlerce diğer emzikler emmeye başlayıp ileriye hazırlanırsınız.
Daha da kısaltayım. Ben, bütün samimiyetimle söylüyorum, tamamen vasat zekalı bir kimseyim ve zeki olmaya sadece pratik ve kesin konularda hevesim olur veya ihtiyaç duyarım.
Kesin gördüğüm şu : Sen beni Devlet veya benzeri canavarların ajanı sanmışsın. Ben, senin ve bu sitedekilerin farkında bile olmadan o canavarların ajanları oluğunuzdan tamamıyla eminim.
Mesela, şu an dünya ekolojik felaket, özellikle iklim değişmesi, sorunuyla bir korku yaşamakta. Buna karşı geleneksel tedavi, pezevenklerin bu korkuları ʻʻideolojiʼʼ ve ʻʻteoriʼʼ olarak sen ve senin gibilere yutturması, bu kamışı emzik edip ağızlarınıza koyarak emdirmesi.
Senin tek affedilecek yanın enayi olman. İlkeller gibi gördüğüne ve yaşadığına inanman. Aslında ben de öyleyim ama büyük beyinli ve zenginlerden nefretimi mizaha çevirmeyi de çok severim. Çocukken bile bu zaafım vardı. Belki de, çocukluğumun tarihte riayetsizliğiyle ünlü Kilikyaʼda geçti, o yüzden. Belki de sizlerden çok farklı olarak son derece fakirdik, tek eğlencemiz sizler gibi pompalanıp şişirenlere hem gıpta etme hem de gülme ile geçti, o yüzden; belki de , özellikle matematik ve fizikte ve doğa bilimlerinde, sayısız gerçek dahi ve sonsuz salaklarla çok düştüm kalktım, o yüzden …
Son söz: Eğer bu konuyu osurmakla idare edip boşalmak değil, anlamak istiyorsan, antropoloji ile başla. Bir de Medeniyet doğuş yeri ilk Medeniyetʼi anlamaya çalış.
Bir örnek: Türkiyeʼde de yobazlar ʻʻkızılbaşlaraʼʼ atfederler. Dünyanın her yerinde, daha henüz dünyayı senin gibi enayilerin dünyayı bilenlerden öğrenmesinden önce, dünya olumsal dünya idi. Her yıl başı geri çıktığı kaosa dönebilirdi. İnsanlar her türlü kurdukları düzeni yok edip, ışık söndürme dahil, özellikle doğumla sıkı bağı olan sosyal düzen dışı, herkes birbirine sarılıp doğumu arttırmaya çalışırlardı. Tabii, bu ahlak peygamberleri ve seks endüstrisi öncesi. İlk Medeniyetʼte kral kraliçe zigguratın tepesine çıkar, işi halleder, siz ve site büyük beyinlileri ʻʻgüzel günler gelecekʼʼ emziğini ağzınıza alıp rahatlarsınız (zaten siz sapıkların derdi ʻʻözgürlükʼʼ, fakir fukara gibi her esen serin rüzgara katılanların geçim derdi değil)- Böylece, sizlerin de belleri gelir. İşte sana ilk televizyon, işte sana başkalarının zevkinden zevk alma medeni sapıklık!
Antropolojilerin çok şahane bir tespiti var: ʻʻİlkellerde fiil çok, Medenilerde isim çok!ʼʼ Yani seyirci çok. Salt Türkiyeʼdeki eğlence israfı bir sürü ülkede fakirliğin kökünü kazar.
Sizlerde, bu sitede katkıda bulunanlarda, UTANMA yok, Hepsi o kadar.
İnanırmısınız, bu dev kültürlü Kürtlerin temsilcisi, bu televizyon önünde korkutucu Amerikan filimleriyle beslenmiş, bu etrafa kendi ve kendine benzer salakların hortlaklıkla korku saçma mastubasyonu yapan ileri zekalı enayi Hortlak ve benzeri hortlakları daha henüz 13. yüzyılda Mevlana tespit etti.
Not: Bu salak o kadar zeki bir iş adamı ki, yazıda vermediği her türlü önemli ayrıntıları televizyon dizileri gibi kısım kısım verecek galiba: Neden Kenan Evren? Kim kime benzetilmiş? Kim Kenan Evrenʼi kendi gibi hortlatıp seyircileri korku ve dehşete salmış? Falan filan.
Her halükârda, Hortlak çok hızlı bir Marksist, onu anlamak için Hortlakʼın altınınyapısına bakmak kafi: bir kişiyi, bir kişiye benzetmiş.
Bir bakkal Cuma namazına giderken papağanın kafesininin kapısın kapatmayı unutur. Döner, etraf altüst olmuş: şeker yağda, tuz mercimekte, zeytin bulgurda…
Bakkal kızar, papağanın tüylerini yolup kafese koyar. Bir müddet sonra bir kel gelir ve papağan aynı Hortlak gibi ʻʻben, senin ne bok yediğini biliyorum!ʼʼder.
ʻʻDerin Tarih Dergisinde “Kemalizm” ve “Sol” İlişkisi Üzerine Bazı Sığ Tespitlerʼʼ tartışmalarına katılanların derinliğini okuyunca büyüyünce bu sayfaya katkıda bulanlar gibi derin bilgili abilerimiz gibi olmak istedim. Şimdilik sadece rezilliklerin başladığı Medeniyetʼin doğuş yeri ve aynı yerde doğan ʻʻgüzel günlerʼʼ, ʻʻkurtuluşʼʼ, ʻʻgünahʼʼ, ʻʻgünahtan arınmaʼʼ falan filanlardan bildiğim bir olayı anlatabileceğim. Ben böyle konuların artık kitsch olduğunu, kimsenin inanmadığını sanıyordum. Daha doğrusu, zoraki inanış, çaresizlik ve inanır gibi görünmek olarak algılardım. Her neyse, inanmasak da ʻʻthe show must go on!’ʼ
Bir zamanlar, Profesör Başkayaʼın Aydınlık Devriʼnden; Zileliʼnin 18-20. yüzyıllar Büyük Devrimler Devriʼnden; Türk 68ʼciler, Atatürk ʻʻgüzel günler gelecek, hepimiz bolluğa kavuşacağızʼʼ yarı doğru vaatten Marks–Lenin-Mao falan filan ʻʻgüzel günler gelecek, hepimiz bolluğa kavuşacağızʼʼ tüm doğru vaadine geçmeden; Türk 68ʼciler 68ʼlerde bolluğa kavuşan ülkelerde bolluğa kavuşmuşların devrimine katılmadan önce…
Yani, evvel zaman içinde, Yahudiler Babilʼde esaretteyken, aralarında bazı peygamberler, biraz da Zerdüştlük etkisi altında, ʻʻgüzel günler gelecek, kurtulacağızʼʼ vaazleri verirler. Pers Kiros gelir, kurtarır ama ʻʻgüzel günlerʼʼ yok. Kiros, ne olur ne olmaz kendi saf temiz halkı da duyar heveslenir diye, bu dırdır edenlerden kurtulmak ister, bu dırdır edenleri Yahudi Mamleketiʼne sevk eder. Kurtuluş tamam ama hâlâ ʻgüzel günlerʼʼ yok.
Not: Daha sonra sıradan küçük beyinli Yahudiler aynı kazığı Leninʼin burnundan düştüğü Musaʼdan yerler.
Vaatçiler yaratıcı ve büyük beyinli, bir formül bulurlar: ʻʻÇalışın, emek verin, emeksiz güzel günler gelir mi? Kudüsʼte ünlü Tapınakʼı inşa edin, güzel günler hemen gelecek.ʼʼ
Yahudiler Tapınakʼı inşa ederler ama hâlâ ʻʻgüzel günlerʼʼ yok. Bu defa vaatçiler, kocaman kitaplarını didik ederler ve daha da yaratıcı, daha da büyük beyinli bir neden bulurlar, sıradanlara suçlarını açıklarlar: ʻʻ Kutsal Tapınakʼı inşa ederken, aranızdan biri kutsal yer veya yakınında işemiş, murdar etmiş!ʼʼ
Bu derin tarih sayfasındaki çekişmeler bana tarihte olmuş bu çok benzeri olguyu hatırlattı. Tarih bilim adamı olduğumu, tarih bilgimin gösterisini yaptım.
Sadece ilkelci olmak sıkmaya başladı. Biraz da ilk-medenicilik yapmak olmak istedim.
Sayın 88, bazen tarih bilmenin faydaları oluyor.
Hıristiyan rahibeler bakireliklerini İsaʼya (zavallı çok sevdiğim İsa!) adar ve saklarlardı ve hâlâ öyle.
Ne var ki, dünya, aynı balığı iki defa yakalayamacağın ırmak gibi, devamlı değişmekte, hiç değilse devrimcilik dinin müminlerinin dediğine göre . Tabii, balık ölmüş ve kokmuş olsa da bu cambaz devrimciler aynı balığı yakalar dururlar, ama olsun. Bakın mesela, eski fanatik Marksistler anarşist olmuşlar ve aynı balığı yakalamayı becermekteler. Salt Türkiye cambazları değil, bakın mesela Çin. Çin, komünist değil mi, ama? Zaten bu cambazlar, değişmeyi, ırmakta aynı balığı yakalama gibi falan filanları enayilerin beyinlerini kamaştırmak için kullanırlar. Trump gibi utanmazlıkla, akan ırmağı tekniksel, bilimsel, medyasal, sosyalsel, paradigmasel, tramvaysel, teori/pratiksel, Aydınlı Devri gibi ilahilerle pek ala durdururlar.
Değişen zamana daha çabuk ayak uyduran bir ülkeden gelen Terry Eagleton,biyolojik tanımla rahibe olmasa da, transeküellik, eşcinsellik, cinsiyet farksızlığı gibi falan filandan faydalanan biri, bakireliğini Marksʼa adamış ve saklıyor. Zaten Batı İslam yüzünden kafayı iyice seks ile bozdu. Sanki bir tanesi bile 1001 Gece Masallarını okumamış: seks, şarap, dans, müzik hemen hemen şimdiki televizyon ve sosyal medya. Bakın eşsiz eşcinsel Pasoliniʼnin ʻʻBinbir Gece Masallarıʼʼ. Ama seks, hiç değilse güzel bir seks. 9. yüzyılda, bir Müslüman teolog, ʻʻAllahʼ a inanmıyor musun? Bak kadının güzelliğine!ʼʼ dedi.
Bence asıl konu şu: Batılılar ʻʻaç, beni heyecanlandırıyorsunʼʼ, Müslümanlar ʻʻkapat beni heyecanlandırıyosun ʼʼ diyorlar. Köpekler kavgası. Tabii, Merkel gibi erkek-karılar bu köpek kavgasının kahramanları. Erkek-kadınların ağızlarını sulandıranlar.
Döneyim, solcu devrimcilerin ırmağına kapılmış ama bir türlü geçmeyen, bir türlü değişmeyen 18-19. yüzyıllara, zamanın durduğu zamana.
Sarışın mavi gözlü Herder, ʻʻUygarlık, kültürün ön koşuludurʼʼ yumurtasını yumurtlar. Aynı Herder Türk sarışın mavi gözlü rahip Başkayaʼnın Aydınlık aydını; ʻʻözgürlükʼʼ ve ʻʻgerçek insanınʼʼ doğuş Big Bangʼinin rahiplerinden. Sarışın mavi gözlü Marksizm rahib/rahibesi Eagleton, anladığım kadar, Herderʼin kolesterol dolu yumurtasını soyup yemiş, yani ayvayı yemiş. Aynı Eagleton, ʻʻDawkinsʼin din bilgisi İngiltere kuşlarını bilenin biyoloji bilgisi kadar ʼʼ dedi. Ama kendisi, 88 gibi kara cahil enayilerin beyinlerini böyle saçmalıklarla doldurmakla aynı Dawkins gibi sorumsuz davranmış.
Üstelik, bence, Dawkins, din ve Allahʼı çok iyi bilen biri. Çünkü Allah çok kaypak bir mahluk, saklambaç oynar durur: ad değiştirir, sıfat değiştiririr, nitelik değiştirir, KÜLTÜR değiştirir, dil değiştirir, kısacası laiklerin ırmağında canlı yüzen bir mahluk. Dawkins, aynı bu sitenin laik solcu devrimci marksist anarşist cambazları gibi asıl Allahʼa, çırıl çıplak GÜÇʼE tapar: Doğa ve doğayı dize getiren Bilim-Teknikʼe; bu site diliyle EMEKʼE; benim dilimle bilim adamlarının daima kadına benzettikleri doğanın ırzına geçmeye. Eski dinci-allahçılar, dolaylı da olsa, Allahʼın varlığından bile şüphe ettiler, sık sık varlığını ispata kalkıştılar. Yeni dinde, varlığı şüphe götürmez; bankada, ağız sulandıran sarışın mavi gözlüler diyarlarında; solcu devrimcilerin, Kürt ve Alevi ʻʻtopluluklarınʼʼ kapağı attıkları yerlerde (tabii, özgürlük için!); bilim adam-karılarının meraklarını gidermek ve insanlığa hizmet etmek için gittikleri özgürlük dolu yerlerde…
Hem de modern din çok tanrılı: Trump, Xi Jinping, Putin… Say say bitmez! Varsa cesaretin çık bunların karşısına.
Lenin, Stalin, Mao, bu KAPİTAL putperestleri, bunların daha erkenleri. Bunlar asılları, Batı sarışınlılarını taklit edeyim dediler, yüzlerine gözlerine bulaştırdılar.
Ama sitenin UTANMAZLARI hâlâ utanılacak devirlerin utanmadan tartışmasını yapıyorlar.
Gerçi, ʻʻ http://www.gunzileli.com/2011/09/12/komunistler…/ʼʼ yazıyı okudum ve salt Gün Zileliʼnin yazısını gerçekten insancıl bulup beğendim. Bence geri kalanlarn çoğu sidik yarışı yapmışlar. Beni rahatsız eden nokta şu: tarihte milyonlarca insan memleketleri, vatanları, dinleri, ulusları, aileleri, komşıları, akrabaları için akıl almaz fedekarlıkta bulundular. Bazılarında amaçlar asil, bazılarında değil. Daha doğrusu asil olmadıkları sonradan meydana çıkar. Bence yazıdaki somut tarihte, somut yaşanmış komünistliğin amaçları son derece adi amaçlardı. Eğer tehlikeli bir benzetme yaparsam, sarışınlar, yeni bebekleri doğa mühendisliğiyle, fırtına ve kuraklık ve benzeri bir sürü doğa pürüzlerini ütülemayi, hiç değilse görünüşte başardılar. Bunu verdiği kibir ve küstahlık, ezilip arada bir başkaldıran zavallılaraın sosyal mühendisliği çılgınlığı oldu. Tabii 7-10 yıl insanların kafeslare koyulmuş olması ve büyük bir ölçüde henüz evcilleştirilmiş olmaları da işlerine hayli yaradı. Kısacası, eğer arada bir yaramazlık eden doğal dünya düzen sokulabilirse, arada bir yaramazlık eden ezilenler de düzene sokulup evcilleştirilebilir.
Doğru ki, bu sonra anlaşıldı ama bazıları hâlâ utanmadan insan tanımını bile bu zaman içinde gelişen kavramlarla ifade etmekte, ırkçılık ve faşistlik yapıp devrimcilik yaptıklarını sanmakta. Bu solcu devrimciler bu kadar alçalmışlar.
Ama doğrusu, bence bu bile asıl felaket değil. Asıl felaket haklı olmaları. Trump, benzerleri ve sonuz cahil bilim adamları yarattıkları ölüm saçan oyuncaklarla diğer bütün tanımları yok ettiler ve edecekler.
Sizler de buna şakşaçılık eden kara cahil ʻʻcheerful robotlarsınız!ʼʼ.
Gün
Çok fazla anarşiklik yapıyorsun.
Haddini bil.
Yoksa seni hapse atarız.
Silivri soğuktur şimdi…
“Kemalizm” [Türk ulusçuluğu] ve “Sol” [Enternasyonalist Marksizm] İlişkisi Üzerine Bazı DOĞRU Tespitler:
“Altı yaşındaki çocuklardan on sekiz yaşındaki gençlere kadar milyonlarca insanı, “damarlarındaki asil kanı” idrak ederek bireysel varlığını “Türk varlığına” armağan etmesi üzerine yemin ettirdikten sonra sınıflara sokan, ardından da on iki yıl boyunca bu gencecik insanların beyinlerine şoven önyargıları empoze eden bir eğitim sistemini yıllardır sürdürürsünüz. Türlü kırımlardan ve yağmalardan geçirildikten sonra yerinden yurdundan sürülen ve bugün bir avuç kalmış gayrimüslim azınlıkları hukuki düzeyde “yabancı vatandaşlar” fiilen ise “gizli iç düşmanlar” olarak kategorize eder, Kürtleri ise generallerin ağzından “sözde vatandaşlar” olarak damgalarsınız. Çocuklarımıza “Türk dilinden alınmış” isimler dışında isim koymamızı, “yabancı ırk ve millet isimleri soyadı olarak kullanılamaz” diyen kanuna dayanarak yasaklarsınız. Hukukunuzda “anadil” kavramına bile yer yoktur, resmi dil vardır ve bir de birkaç yıl öncesine kadar “kanunen yasaklanmış diller”. “Türkçe olmayan” köy adlarının hepsini değiştirirsiniz. Vatandaşlık Kanununuzda “Türk soyu” terimini kullanırsınız. Anayasanızda ve ceza yasalarında “Türklük” kavramını kullanırsınız. Tüm insanlığın Orta Asya’daki Türk boylarından türediği ve tüm dillerin kökeninde Türkçenin yattığı gibi bir saçmalığı profesörlere sipariş verip Güneş-Dil Teorisi haline getirirsiniz ve yıllar boyunca bu safsatayı üniversitelerde bile okutursunuz. Komşularınızın bir tekiyle bile dostane ilişkiler kuramazsınız, hepsini düşman olarak addedersiniz ve seksen yıl boyunca tarih dersi diye ordu-millet safsatasını genç kuşakların beynine kazımaya çabalarsınız. Ruslar, Yunanlılar tarihi düşmanlarınızdır, Ermeniler ve Araplar sizi arkadan bıçaklamışlardır, Irak’taki Türkmenler “soy”daşınızdır ama “aynı milletin fertleri” olarak “etle tırnak” olduğunuz Türkiyeli Kürtlerin Irak’taki akrabaları soydaş olmak şöyle dursun düşmanınızdır. Ve tüm bunların ırkçılıkla, şovenizmle, etnik milliyetçilikle hiçbir ilişkisi yoktur, çünkü sizin milliyetçiliğiniz pozitiftir!
Milliyetçilik (ulusalcılık) bir duygu, bir aidiyet hissi vs. değil, bir burjuva ideolojisidir. Marksizm, milliyetçiliğin hiçbir türüyle bağdaşmaz. Hele ki Türkiye’deki gibi egemen ve ezen bir ulusun milliyetçiliğine, yurtseverlik, vatanseverlik, ulusalcılık vb. kisvelerle verilebilecek en küçük bir tavizin bile, gerici burjuvazinin ekmeğine yağ sürmek olacağı asla unutulmamalıdır. Türk milliyetçiliğini emperyalizm karşısında ezilen ulus milliyetçiliğiymiş gibi göstermeye çalışan faşistinden sosyal-şovenistine kadar tüm sahtekârlara karşı amansız mücadele!”
Statükocuların Saçtığı Milliyetçilik Zehri / Marksist Tutum
https://en.marksist.net/node/1423
“Kemalist cumhuriyetin aydınlanmacılığı konusunda ise Marksist Tutum olarak daha evvel söylediğimiz şu sözleri hatırlatmak isteriz: “Tek parti diktatörlüğüne dayanan Kemalist cumhuriyeti «Aydınlanma devrimi» olarak kutsamak, bırakalım Marksizmi, genel demokratlık ve ilericilik kriterlerine göre bile, Aydınlanmanın çağrıştırdığı özgürlükçü, demokratik değerleri ayaklar altına almak anlamına gelmektedir. Ancak asıl hazin olan, Marksizm tarafından aşılmasının üzerinden neredeyse iki asır geçtikten sonra, komünistlik iddiasında olanların Aydınlanmayı bayraklaştırmalarıdır. Bırakalım komünizm kisvesine bürünmüş Kemalistler bizzat Kemalizmin paçavraya çevirdiği Aydınlanmaya «elden gitti» diye ağıtlar yakadursunlar, devrimci işçi sınıfını aydınlatan ışık burjuva Aydınlanmanın değil Marksizmin ışığı olmaya devam edecektir.” (İlkay Meriç, Burjuva Aydınlanmacılığı ve Marksizm/2, MT, Şubat 2011)
Sadece bu sınırlı ölçüde ele aldığımız hususlara bakmak bile 1923’te kurulan burjuva cumhuriyetin bugün işçi sınıfı açısından savunulacak ya da bağra basılacak pek büyük bir değeri olmadığı ortaya çıkar. Elif Çağlı’nın ifade ettiği gibi, “M. Kemal önderliği altında gerçekleşen 1923 burjuva devrimi, 1908’in yarım kalmış işini, güdük bir tarzda tamamlayan bir tepeden devrimdir. (…) Bu tür tepeden devrimlerin özelliği, demokratik burjuva devrimlerden farklı olarak geniş emekçi kitlelerin demokratik istemlerine yer vermemesi, onların aktif desteğini peşine takmamasıdır. Tersine kitleleri dışlayarak ve baskılayarak, tepeden bazı zorunlu dönüşümleri gerçekleştirip kapitalist gelişmenin önünü açmaya çalışırlar. Toprak reformu gibi geniş emekçi kitlelerin çıkarına olan demokratik dönüşümleri gerçekleştirme kapasitesine sahip değildirler. Nitekim TC örneği tamamen bu tespitleri doğrular.” (Bonapartizmden Faşizme, s.222-3)
Aynı eserde bizim burada eleştirdiğimiz sosyalist kılığındaki sol Kemalizmin tutumları ve cumhuriyetin kuruluşunu damgalayan Kemalizmin niteliği konusu da şöyle değerlendirilmektedir: “Sol Kemalizm, Türkiye sosyalist hareketini zehirlemiş bulunan ve de zehirlemeye devam eden tehlikeli bir kaynaktır. Sol Kemalizme göre, Milli Mücadele asker-sivil zinde güçlerin öncülüğünde yürütülen şanlı bir anti-emperyalist mücadeledir. Bu güçlerin burjuva sınıf karakterini ve baskıcı yönünü görmeye yanaşmayan sol Kemalistler, Kemal’e ve Kemalizme olduğundan fazla ve farklı bir devrimci nitelik atfederler. İşin gerçeğinde hiç de anti-emperyalist olmayan ve tepeden inme tarzda gerçekleşen burjuva devrimini ve onun liderliğini, bir tür küçük-burjuva radikalizmi, Jakobenizm olarak yorumlarlar. (…) Oysa ne Kemal ve benzerleri Jakobendir ne de Jakobenizm tepeden inme devrimciliktir.
“(…) Jakobenizm, burjuva devrimleri kapsamında olumlu bir eğilimi, devrimci tutumu temsil eder. Tepeden inme devrimcilik ise Bismarkçılıktır. Türkiye örneğinde Kemalizmdir. Kitleleri devrimci dönüşüm eyleminden dışlayan, eski rejimle radikal biçimde hesaplaşmayan ve devlet bürokrasisinin himayesinde bir burjuvalaşma süreci yaşatan Kemalizm, burjuvazinin devrimci demokrat eğilimi Jakobenizme oranla siyasal açıdan gerici bir ideolojik ve politik çizgiyi temsil etmiştir.” (s.230-1)
Bu tepeden inme burjuva devrimciliği sonucunda oluşan rejim ise sıradan bir burjuva demokrasisi bile olmayıp, despot bir baskı rejimidir. “Çöken Osmanlı İmparatorluğu’ndan geri kalan coğrafyada kurulan burjuva TC’nin siyasal yapısı, burjuva demokratik devrim sürecini yaşamış ülkelerde oluşan çok partili siyasal yapılanmaya benzemez. Millet Meclisinin ilk dönemi bir mücadele sürecinin ve ittifakların ürünü olduğundan, değişik siyasal unsurları, sol görüşlü vekilleri, Laz ve Kürt temsilcilerini içermiştir. Fakat M. Kemal liderliğinin İstiklal Mahkemelerini kurdurtarak muhaliflerini ortadan kaldırması ve Takrir-i Sükun kanunu ile sol örgütleri ve siyasetçileri tasfiye etmesiyle, Kemal’in kişisel hegemonyasıyla somutlanan bir yönetim biçimi kurulmuştur. Böylece Türkiye’de 1925 sonrasındaki siyasal yapı bir Meclisi içerse bile, bu asla Batı tipi bir burjuva demokrasisi olmamıştır. (age, s.225)”
“İkinci Cumhuriyet” Tartışmaları
https://marksist.net/levent_toprak/ikinci_cumhuriyet_tartismalari.htm
“Herkes kendi yoluna! Ayrışma ve netleşme her alanda yaşanmalıdır. Kendine sosyalist diyen, ama gerçekte sol Kemalist olanlar, siyasal arenada yaşanan kavganın da basıncıyla her geçen gün daha fazla gerçek renklerine doğru bir dönüşüm geçiriyorlar. O halde bundan sonra hak ettikleri gibi adlandırılmalı, sol Kemalizm sosyalist hareketin dışına itilmelidir. Sosyalist hareketin bu temelde bir dönüşüme uğraması ve enternasyonalist komünizmin belirleyici hale gelmesi için, bir taraftan ideolojik savaşım sürdürülmeli, ama öte taraftan da işçi sınıfı içinde kök salma çabası derinleştirilmelidir.”
Sosyalizm Postuna Bürünmüş Kemalizm
https://marksist.net/utku_kizilok/sosyalizm_postuna_burunmus_kemalizm.htm
“M. Kemal önderliği altında gerçekleşen 1923 burjuva devrimi, 1908’in yarım kalmış işini, güdük bir tarzda tamamlayan bir tepeden devrimdir. (…)”
Kemalizm, 1908’in yarım kalmış işini,
Bolşevikler, 1905’in yarım kalmış işini,
Şah Pehlevi de 1906’nın yarım kalmış işini tamamlamışlardır.
Olay bundan ibarettir!
Hatta aslında tamamlayaMAmışlardır bile.
Çünkü eğer gerçekten tamamlasalardı, Kemal’den sonra Erdoğan, Lenin’den sonra Stalin, Pehlevi’den sonra da Humeyni gelEmezdi.
Zaten, “eski rejimle radikal biçimde hesaplaşmayan ve devlet bürokrasisinin himayesinde bir burjuvalaşma süreci yaşatan” rejimlerin varacağı yer ancak bu olabilirdi.
“Alevîlik tarihte, Mûtezile, Müşebbihe, Mürcie vb. felsefî nitelikli teolojik tartışmalardan doğan bilinen İslâm mezheplerinden biri olmadığı gibi, siyasî iktidara talip olan militan bir ihtilal ideolojisi olarak da meydana çıkmamıştır. O, kendiliğinden gelişen bir tarihsel sürecin ürünüdür.”
– Prof. Ahmet Yaşar Ocak
“Kapitalizm tarihte, Kemalizm, Marksizm, Faşizm vb. siyasî nitelikli ideolojik mücadelelerden doğan bilinen siyasî rejimlerden biri olmadığı gibi, ekonomik iktidara talip olan yapay bir sistem ideolojisi olarak da meydana çıkmamıştır. O, kendiliğinden gelişen bir tarihsel sürecin ürünüdür.”
– Necip
“adam o kadar uyanık, o kadar kurnaz bir adammış ki; kendinden sonra da arap milleti para kazansın ve hatta tüm dünyadan insanlar bayıla bayıla koşup gelsinler diye islama haccı şart koymuş.
öylesine kuvvetli bir arap milliyetçiliği örmüş ki, bak oluk oluk para akıyor 1500 yıldır elin arabına. bizim ülkemizde neler neler var ama elin kuru çöl bedevisi kadar bile olup pazarlayamadığımız gibi, bir de gelen turisti bile ne yapıp edip kaçırıyoruz.”
kabenin bir put olması
https://eksisozluk.com/entry/69881794
Bizim ülkemizde de Kabe yok, ama Anıtkabir ve Meclis var.
Adamlar o kadar uyanık, o kadar kurnazlarmış ki; kendilerinden sonra da Ankara ahalisi para kazansın ve hatta tüm ülkeden insanlar bayıla bayıla koşup gelsinler diye bu ziyaret geleneğini başlatmışlar.
Öylesine kuvvetli bir milliyetçilik ve kişi kültü örmüşler ki, bak oluk oluk para akıyor 96 yıldır ziyaretgahlarına:
Ankara Haberleri: 96’ncı yaşa özel kutlama
Ankara’nın başkent oluşunun 96. yıl dönümü kapsamında, Anıtkabir’de ve 2. Meclis Binası’nda tören düzenlendi. Ankaralı Seğmenler tarafından gösteri yapıldı, kortej yürüyüşü gerçekleştirildi.
http://www.hurriyet.com.tr/yerel-haberler/ankara/96nci-yasa-ozel-kutlama-41350049
gün zileli
“anarsistler tarafindan kaale alinmadigi soylenen anarko dusunur. hadi turkiye’deki anarsizmi anlatsana bana biraz… gunun sonunda “ok diktatordu falandi ama ataturk iyi adamdi haydi arkadaslar iiizmiiir’in daglaaarinda cii cek leeer acaaaar” diye geziyoruz. hangi anarsizm? lol.”
https://eksisozluk.com/entry/96999759