Denhaag “Körfezi”nde Bakışsız Bir Kedi Kara!
gelir dalgın bir cambaz. geç saatlerin denizinden. üfler lambayı.
uzanır.
ağladığım yanıma. danyal yalvaç için. aşağıda bir kör kadın. hısım.
sayıklar bir dilde.
bilmediğim. göğsünde ağır bir kelebek. içinde kırık çekmeceler. içer
içki üzünç teyze.
tavanarasında. işler gergef. insancıl okullardan kovgun. geçer
sokaktan bakışsız bir
kedi kara. çuvalında yeni ölmüş bir çocuk. kanatları sığmamış.
bağırır eskici dede.
bir korsan gemisi! girmiş körfeze.
Ece Ayhan
Amsterdam’a daha önce defalarca gittiğim halde, hemen yanıbaşındaki Denhaag’a hiç uğramamıştım. İnsan Hakları Derneği’nin çağrılısı olarak gittiğim Denhaag’da, ne bileyim, biraz muzırlığım üzerimdeydi sanki. Özellikle diğer çağrılılar, Ufuk Uras ve Orhan Miroğlu’yla ilk kez karşılaştığım halde, kırk yıllık arkadaşmışız gibi takılmaktan geri kalmadım. Milletvekili olduğu için özellikle Ufuk Uras’a takılmak daha çok hoşuma gidiyordu. Ufuk’un o akşam, bizlerle çene çalmak yerine, Rotterdam’daki arkadaşlarının yanına gittiğini duyunca, gıyabında, “ama olmaz ki” dedim, “bir milletvekili halkından uzak kalmamalı.” O akşam, konuk kaldığımız evde, Taraf gazetesine yaptığım sert atışlarla, sanırım Orhan Miroğlu’nu da içten içe kızdırdım ama bu konularda deneyimli bir insan olan Orhan Miroğlu yine de benim sert çıkışlarım karşısında kibarlığını bozmadı. Orada, o akşam, ne zamandan beri ismen tanıdığım ressam Mümtaz Çeltik’le de karşılaştım. Onu da sanırım Obama konusundaki tartışmada biraz kızdırdım. Mümtaz, Obama seçilince, duygulanıp Amerikalı siyahlarla birlikte ağladığını söyleyince, yeni tanışmış olmamızı falan dikkate almadan, “ağlanacak bir şey varsa senin bu halin” deyiverdim. Mümtaz, çok hoş ve hoşgörülü bir gençti (59 yaşında), hele sakalını çekiştirip, duymayan kulağını daha iyi duyabilmek için size doğru bir uzatışı vardı ki, ağlamak yerine gülesi geliyordu insanın. Ertesi gece, toplantıdan sonra, yarı uyur yarı uyanık onu dinlerken, “akıl sağlığımı korumak için kendi başıma satranç oynarım” deyince, onun şaka kaldıran hoşgörüsüne sığınıp “pek iyi satranç oynamadığın anlaşılıyor” deyivermem de artık haddimi aştığımın göstergesiydi.
Toplantı günü, Ufuk’la karşılaşmamız mümkün olabildi. Biraz kilo almış gibi geldi bana. “Milletvekilliği pek yaramamış sana” dedim olanca samimiyetimle. Karşılıklı gülümsedik birbirimize. Muzaffer’le ise, her altı ayda bir böyle toplantılarda karşılaştığımızdan artık aramızda belli tikler oluşmuştu. Ciddi komik Muzaffer’le, “iğnelemeci” Gün (inanın, bu huy son zamanlarda ya da böyle ortamlarda ortaya çıkmaya başladı bende) baş başa verip “gerekli” bilgi alışverişini, karakter değerlendirmelerini yaptılar ve aralarında çaktırmadan gülüştüler.
Neyse, bunlar işin perde arkası ya da ne diyorlar, mutfak kısmı. Biz esas toplantıya gelelim.
Ilda Simonian’ın Ermenice parçalarının dinlenmesinin ardından panel başladı. Paneli yöneten Erdoğan Şenci, ilk sözü bana verdi. Önemli şeyler söylemedim. Konuşmanın girişinde, toplantının bileşimini eleştirdim. “Kültürler kardeştir” gibi kültürel derinlik gerektiren bir konu seçilmesine rağmen seçilenler buna pek uygun değildi. Burada buna uygun tek kişi, yazar ve ressam Muzaffer Oruçoğlu’ydu. Ufuk Uras ve Orhan Miroğlu, muhakkak ki, kültürel konularla da ilgilenmelerine, kitaplar yazmalarına rağmen doğrudan kültür insanı değillerdi, politikacı yanları ağır basıyordu. Ben ise, ne kültür insanı, ne de politikacıydım. Sadece devrimci mücadele içinde yer almış birisiydim, yazar bile sayılmazdım aslında. Üstelik, dört konuşmacı da erkekti. Oysa, çok esaslı kültür kadınları vardı kültürel konularda derinleşmiş. Birkaç isim de verdim: Zeynep Oral, Füsun Akatlı, Nurdan Gürdilek… Peki, madem öyle neden gelmiştim, neden konuşmayı kabul etmiştim? Bir kere, yol parası cebimden çıkmamıştı, neden devrimci arkadaşlarla böyle bir buluşma imkânını kaçırayım ki, dedim. Sonra, Ufuk Uras’a, “o ahırda” ne yaptığını (Ufuk’a kaçamak bir bakış); Orhan Miroğlu’na, halen yazmakta olduğu Taraf gazetesinin meşum gidişatıyla ilgili sorular sorma; eski arkadaşım Muzaffer Oruçoğlu’yla çene çalma fırsatını kaçırmak istemediğimi de ekledim.
Sonra mevzuya geçip birkaç şey söyledim ister istemez. “Mülti-kültür”ün aslında üstün kültürün denetiminde, alt kültürlerin gettolaştırılması anlamına geldiğini; kültürel entegrasyonun üstün kültürün egemenliğine girmek; “kültür emperyalizmi” denerek “ulusal kültür”e kapanmanın bir tür milliyetçilik olduğunu; “ulusal kültür”ü bir birim olarak kabul etsek bile bunun içinde uyuşmaz öğeler bulunduğunu; töre cinayetleri kültürüyle, maço kültürüyle, ataerkil kültürle, popüler kültürle uyum olamayacağını, öte yandan başka kültürel birimlerde sınıfsal ve kültürel olarak anlaşabileceğimiz çok esaslı unsurlar olacağını söyledim. Özetle bunlardı.
Sözü Ufuk Uras aldı. Benim sözlerimi biraz üstüne alınmış olacak ki, “politik kültür” diye de bir şey olduğunu söyleyerek oradaki varlığının hiç de isabetsiz bir seçim olmadığını anlatmak istedi. Sonra da, beklediğim gibi, reel politik alana ilişkin şeyler anlattı daha çok. Söylediklerinin bütününden çıkarttığım en önemli sonuç, soldaki dar grup anlayışının yıkılması ve solda herkesin kendini bulacağı yeni bir merkez oluşturulmasıydı. Bu, büyük bir tarihsel buluşma olmalıydı. Bu tarihsel buluşmaya katılacak güçler arasında, Deniz Baykal’a muhalefet eden sosyal demokratlar, bir kısım SDP’li, ÖDP’nin bugünkü yöneliminden rahatsızlık duyan solcular, yenilenme gereği duyan sosyalistler vb. yer alacaktı. Tabii ki, bu buluşma bir partiyle sonuçlanacaktı, en azından arzulanan buydu. Bu oluşum daha henüz başlangıç aşamasında sayılırdı ama yeni paradigmalar bu hareketi geliştirebilirdi. Nepal’de bile Maoist hareket böyle bir yönelim içine girme becerisi gösterebilmişti.
İçimizde, günlük politik us yürütmelerden en uzak konuşmacı, tahmin edilebileceği gibi, üçüncü konuşmacı olarak söz alan Muzaffer Oruçoğlu’ydu. Oruçoğlu, ta kırk yıl öncesinden aşina olduğum o duygulu ve içten konuşma tarzıyla Avustralya’daki yerli halkın (aborjinlerin), İngiltere’den gitmiş mahkûmların oluşturduğu sömürgeci koloniler tarafından nasıl yok edildiklerini, nasıl çöllere sürüldüklerini, nasıl alkole mahkûm edildiklerini, aborjinlerin her birinin nasıl esaslı ressamlar olduklarını, onların içinde sanatçı diye bir ayrım olmadığını, resim yapmanın, her aborjinin doğal durumu olduğunu anlattı. Bence, toplantının konusuna en uygun konuşmayı Muzaffer yapmıştı.
Dördüncü konuşmacı Orhan Miroğlu da, salondaki yaklaşık yüz dinleyicinin çoğunluğunu oluşturan Kürtlerin beklentilerine uygun olarak konuyu Kürt sorununa getirdi ve Kürtlerle Türk devleti arasındaki barış ve diyalog çabalarının bugün ne durumda olduğuna ilişkin somut bilgiler verdi. Kürtler uzlaşma ve barış istiyordu ama Türk devleti buna yanaşmıyordu. Evet, AKP hükümeti, bugün, Kürtlerle barışa en yakın hükümet konumundaydı ama devletin geleneksel güçleri AKP’yi de frenlemekte ısrarlıydı.
Verilen aradan sonra ikinci tura geçildi. Bu turu, dinleyicilerin konuşmacılara sorduğu sorulara verilen cevaplar oluşturacaktı. Son derece düzgün, karşılıklı saygıyı ve konuşma hakkını gözeten bir toplantıydı kanımca. Hiçbir dinleyici, soru sorma hakkını nutuk atmak için kullanmaya kalkışmadı. Toplantı başkanının da yerinde müdahaleleri buna yardımcı oldu.
Bana sorulan sorular arasında “bugüne kadar Kürtçe öğrenmek gibi bir hevesiniz oldu mu” gibi çok ilginç bir sordu da vardı. Bir Kürt arkadaşın sorduğu bu soruya, “öğrenme engelli olduğum” ve aslında çeviri yapmakla birlikte İngilizceyi de tam öğrenemediğim yollu kaçamak bir cevap verdim. “Keşke öğrenseydim, ne iyi olurdu” diyerek Kürtçeye gereken saygıyı göstermeye çalıştım. Ama böyle bir çabam olmuş muydu, yok. Orada bunu açıkça belirtmedim. Şimdi belirteyim. Gerçekten de hiçbir çabam, hatta niyetim bile olmamıştı. Oysa bu ülkede yirmi milyon Kürt yaşıyordu ve en önemlisi de zengin bir Kürt edebiyatı vardı.
İntikalim biraz geçtir. Daha sonra aklıma geldi. Keşke ben de bu arkadaşa (biraz nispet gibi olacaktı ama) “siz hiç Zazaca ya da Ermenice öğrenmeyi düşündünüz mü” diye sorsaydım. Bir daha böyle bir soruyla karşılaşırsam arka cebimde hazır böyle bir cevabım var, Kürt arkadaşların haberi olsun!
Ufuk’un verdiği Nepal örneğine bir itirazda bulundum. Nepal Maoist Partisi’nin başkanı Prachanda’nın ikide bir İsviçre’ye davet edilip yüksek makamlarda konferanslar verdiğini ve “Nepal’i Asya’nın İsviçresi yapmak” istediklerini söylediğini belirttim. Yeni paradigmalar kurma iddiasında olan bu yeni sol parti ya da hareket de buna benzer bir yönelim içinde mi olacaktı acaba?
İşi iyice azıtıp, Kürtlerin Türk devletiyle diyalog arzusuna da karşı çıktım. Devletle ve MİT’le aynı masaya oturulmayacağını, onlara elini verenin kolunu kaptıracağını söyledim. Oldukça sekter ve ayakları yere basmayan görüşlerdi bunlar ama yine de dikkate alınsa iyi olurdu. Kürtler haklı olarak “çocuklarımız ölüyor, ne yapacaktık yani” diye sordular. Haklıydılar. Reel politik alan böyle bir akıl yürütmeyi haklı kılıyordu. Ne var ki, ben reel alanın dışında bir insandım. Söylediklerimin pratikte geçerliliği olmadığını biliyordum ama tehlikeye de işaret etmek zorundaydım. Genç bir Kürt anarşist arkadaşın soru sorarken belirttiği gibi, Türk, Kürt, Arap kökenli insanlar zaten barış içinde yaşıyordu. Onların arasında gerçek bir savaş yoktu. O bu kadarını söylemişti. Ben de içimden şöyle ekledim: savaş halklar arasında değil, silahlı devletler ve örgütler arasında.
Bir Kürt arkadaş, ulusun hayali bir topluluk olduğu görüşüme karşı çıkınca ulus konusunda da tartıştık biraz. Ulus denen şeyin ulusal sınırlar ve devletle kaim olabileceğine işaret ettim ve Kürtlerin devlet kurması halinde, bunun, “beni kendi polisim dövsün” anlamına geleceğini söylemem, dinleyiciler arasında gülüşmelere yol açtı.
Bundan sonra Ufuk Uras, sorular üzerine, yeni parti projesini, Orhan Miroğlu, reel politik alandaki diyaloğun ne duruma geldiğini daha da açan uzunca konuşmalar yaptılar.
Toplantıya ilişkin bu yazdıklarımın ben-merkezci olduğunu kabul ediyorum. Bir muhabir not tutup toplantıyı haber yapsaydı çok daha objektif olurdu. Öte yandan, toplantıyı organize eden arkadaşlar konuşmaları banda alıp çözümlemelerini yayımlasalardı daha da iyi olurdu ama sanırım bu nokta ihmal edilmiş.
insancıl okullardan kovgun
geçer Denhaag’dan bakışsız bir kedi kara…
Gün Zileli
20 Mayıs 2009
İlgili Linkler: İzler, vişne dalı ve bülbülün şarkısı (Orhan Miroğlu, Taraf – 20.05.09)
Icimden bravo demek geldi. Hem ana noktalari söylemekten kaçinmamissin, hem de ise mizah karistirarak okunur kilmissin.
Yazindan kirpip su asgiya aldigim konular keske cok genis kitlelere tekrar tekrar tartistirilabilse.
1-Evet, tekmelenenlerden biri sistemin en üst kösesinde de yer alsa, su körolasi sistemde yaprak bile kipirdamiyor.
2- “ulusal kültür”ü bir birim olarak kabul etsek bile bunun içinde uyuşmaz öğeler bulunduğunu;”
3- “Devletle ve MİT’le aynı masaya oturulmayacağını, onlara elini verenin kolunu kaptıracağını”
2- “Ulus denen şeyin ulusal sınırlar ve devletle kaim olabileceğine işaret ettim ve Kürtlerin devlet kurması halinde, bunun, “beni kendi polisim dövsün” anlamına geleceğini söylemem, dinleyiciler arasında gülüşmelere yol açtı.”
Eger genis kitleler hukukun ve devletin, bu günlerde oldugu gibi içerigini degilde, formunu tartismaga basliyabilseler olaylara gündüz gözü ile bakabilecegiz.
Emegine deymis, yazin aydinlatici.