Cevahir kitabı: Elli Yıl Öncesine Yeniden Bakmak
Hüseyin Solgun, Cevahir, Ayrıntı, 2020
Hüseyin Solgun’un Cevahir kitabı, özellikle o zamanki dergilerden ve gazetelerden geniş alıntılar getirerek belleğimizi canlandırıyor ve yaşanmış olaylara bir kere daha bakmamızı, değerlendirmemizi sağlıyor. Kitabı okumaya başladığımda önce, “bu kadar uzun alıntıya ne gerek vardı, sentezci olmak gerekmez mi?” diye düşünmüştüm ama kitap ilerledikçe bu alıntı ve aktarımların böylesine derli toplu ve yerli yerinde sunulmasının, yazarın yargılarını mümkün olduğunca katmadan belleğimizi canlandırması açısından çok yararlı olduğunu görüp bu fikrimi bir kenara attım.
Kemalizm, Cuntacılık vb…
Kitabın getirdiği o güne ilişkin dergi ve gazete kupürleri bildiğimizi sandığımız birçok konuda yeniden aydınlanmamızı sağlıyor. Örneğin ben şahsen, MDD hareketinin o günkü dergisi olan Türk Solu’nun 2. sayısında yayınlanmış, 1967 Kasım’ındaki “Doğu Mitingleri” hakkında şu satırları okuyunca irkildim (boldlar bana ait):
“Bir süreden beri Doğu’nun muhtelif şehirlerinde düzenlenen Doğu Mitinglerinin sonuncusu geçtiğimiz hafta Ankara’da yapılmıştır. Kıbrıs olaylarının en yoğun olduğu bir döneme rastlatılan miting oldukça sönük geçmiştir.
“Kendilerini AP’nin militanları olarak takdim eden bir grubun kontrolü altında geçen mitingde… Konuşmacıların çoğunun Doğunun toprak ağalarını temsil eden çevrelerden gelmiş olması…
“Yunan faşistlerinin Kıbrıslı soydaşlarımıza en barbar saldırılarından birini daha yaptığı günlerde, bir iç meselemiz olan Doğu sorunun öne sürülmesi… miting düzenleyicilerini iyice düşündürmelidir.” (Türk Solu, Sayı: 2, 24 Kasım 1967) (Akt: Solgun, s. 81)
Keza, o sırada daha sonra “Beyaz Aydınlıkçılar” ya da “PDA’cılar” adını alacak kesimin elinde olan Aydınlık Sosyalist Dergi (ASD) “Emperyalizmin amacı, etnik özellikleri kullanarak milli kurtuluş mücadelemizi bölmektir” (ASD, Sayı: 13, Kasım 1969) (Akt: Solgun, s.197) diyerek bugünkü aşırı sağcı ulusalcılığın bakış açısını daha o günden haber vermektedir.
Bu satırları karalayanlar, iki ay sonra meydana gelecek Beyaz Aydınlık-Kırmızı Aydınlık yarılmasının Beyaz Aydınlık kesimini oluşturan kesim olmakla birlikte, Kemalizme ve orduya yönelik teslimiyetçi ve kuyrukçu tutum, 1970 başında ASD’yi ele geçiren Kırmızı Aydınlık kesiminde de PDA’cılardan geri kalmıyordu: “… hâkim sınıflar yurdumuzda devrimci gençlikle, ordu ve askerlerin arasını açma çabası içindedirler.” (ASD, sayı: 18, Nisan 1970) (Akt: Solgun, s. 188)
Nitekim, Hüseyin Solgun’un Kırmızı Aydınlıkçı hareketin, “… Kemalist cuntacılarla da arasına mesafe koy”duğunu (s. 248-249) söylemesine rağmen, o zamanki Dev-Genç Genel Başkanı Ertuğrul Kürkçü, 13 Mart günü yaptığı basın toplantısında “hareket” adına yaptığı açıklamada, 12 Mart Muhtırası’na “şartlı destek” sunmuştur: “Muhtıra durumu tespit bakımından doğru ve olumludur… Eğer toprak reformu, dış ticaretin devletleştirilmesi ve Amerika ile olan ilişkilerimizin yeniden gözden geçirilmesi konularında kararlı iseler, biz bütün gücümüzle Silahlı Kuvvetlerin yanında olacağız.” (abç. GZ) (Akt: Solgun, s. 308)
Fakültelerde Sağcılara Karşı
İzlenen Eylem Çizgisi
Sağcı öğrencilerin panolarının indirilmesi ve ardından da fakültelerden atılması olayları her ne kadar o dönemleri yaşayanların belleğinde halen canlıysa da Solgun’un kitabından şahsen ben yeni şeyler de öğrendim. Meğer SBF’de sağcıların panolarının indirilmesi sağcılara yönelik bir tuzakmış (boldlar bana ait):
“Yılın son gününde de olaylar devam eder. Yusuf Küpeli, CKMP’nin panosu üzerinden bir plan yapar; amaç faşistlerin Siyasal’a gelmelerini sağlayarak onları tuzağa düşürmektir.” (Solgun, s. 118)
Solgun’un aktarımıyla, Yusuf Küpeli, panoyu nasıl indirdiğini, yerine asmak isteyen “oğlanları” nasıl tokatlayıp durumu “şeflerine” anlatmalarını isteğini anlatmaktadır. Bundan sonra “Plan işler” ve panoları kaldırılan sağcı öğrenciler bir baskın havasında Siyasal’a gelirler. Fakat önceden hazırlıklı solcu gençler sağcıları dövüp okuldan atarlar. Böylece “sağcıları okullara sokmama” politikası yürürlüğe girmiş olur.
O baskını çok iyi hatırlıyorum. Çünkü baskından birkaç saat sonra SBF’ye gitmiş ve ortalığın halini görmüştüm. Aradan elli yıldan zaman geçtikten sonra Solgun’un kitabı sayesinde faşist baskınının SBF’li solcu gençlerin kışkırtmasının sonucu yapıldığını öğrenmiş oldum.
Nitekim bundan sonra, okullarda “faşistlere hayat hakkı tanımama” (1965-1971 Türkiye’de Devrimci Mücadele ve Dev-Genç broşüründen aktaran Solgun, s. 125) siyaseti diğer fakültelere de yaygınlaştırılmış, örneğin benim bulunduğum DTCF’de, yirmi kişilik sağcılar grubu, bu “hayat hakkı tanımama” siyasetinin sonucunda gücünü 400’lere çıkartmıştır (Bkz: Yarılma, s. 400-403).
Sol İçi İhraççılık ve Yasakçılık
Sol mücadele için yeni bir umut olan, başlangıçta Türkiye entelijansiyasını ve her türden solcuyu bağrında toplayan TİP’deki yönetimin ne yazık ki, en ufak bir parti içi muhalefet ortaya çıktığında telaşa kapılıp, biraz da Komintern geleneğine uygun olarak derhal ihraç yoluna gittiği (ilk örnek, Fethi Naci, Doğan Özgüden ve arkadaşlarının 1965 yılında Tüzüğün “işçi çoğunluğu” maddesine itiraz ettikleri için apar topar ihraç edilmeleridir) bilinmektedir. TİP yönetiminin bu olumsuz tutumuna rağmen TİP içinde “sol içi şiddetin” örneklerini ortaya koyan, MDD muhalefeti, özellikle de Kırmızı Aydınlık kesimi olmuştur.
Solgun’un anlatımlarında bu konuda bildiklerimizin dışında yeni bir şey yoktur ama Solgun’dan o günleri yeniden okumak, tüylerimizin bir kez daha diken diken olmasına yol açmıştır.
MDD’cilerin TİP yanlılarını ihraç etme uygulaması ilk önce, 1969 yılında SBF Sosyalist Fikir Kulübü’nde başlamış, “Sadun Aren ve ‘iflah olmaz’ TİP’lilerden yirmi kişinin SFK’den atıldığı kongre bildirisiyle” açıklanmıştır. (Solgun, s. 159) Aynı tasfiye, Ekim 1969’da yapılan ve FKF’nin Dev-Genç adını aldığı kongrede daha geniş çaplı uygulanmış ve “Kongrede ilk icraat, verilen bir önerge üzerine ‘oportünist tutumlarıyla devrimci saflarda bölücülük yaptıkları’ gerekçesiyle İÜİF Fikir Kulübü üyesi Bekir Sıtkı Coşkun, İÜ Edebiyat Fakültesi üyeleri Veysi Kemal Sarısözen ve Osman Saffet Arolat’ın üyelikten atılması olmuştur. Bununla da kalınmaz, Kongre süresince tasfiyeler devam eder ve otuz TİP’li genç ihraç edilir.” (Solgun, s. 175) Bunun üzerine TİP’li gençler Sosyalist Gençlik Örgütü’nü (SGÖ) kurarlar. SGÖ’cülerin taraftarı olduğu Emek dergisinin kullandığı dil de MDD’cilerden geri kalmaz: “Dev-Genç sosyalist gençliğin değil anarşist ve terörist kabadayıların örgütüdür.” (Emek, Sayı: 8, Ocak 1971) (Akt: Solgun, s. 176)
Sol içi bastırma tutumu TİP’lilerle kısıtlı kalmaz, kar topu gibi büyüyerek sürer. MDD içindeki Beyaz Aydınlık-Kırmızı Aydınlık yarılmasının hemen ardından, “Dev-Genç MYK aldığı kararla 4 Mart 1970 günü AÜSBF kantininde PDA dergisi satan gençleri engelledi… SBF Dev-Genç grubu fakültede PDA satmanın yasaklandığını ilan etti.” (Solgun, s. 185)
Sol İçi Şiddet: Ateşle Oynamak
Hüseyin Cevahir, iyi bir edebiyat eleştirmenidir. Yeni Eylem, Yordam gibi zamanın edebiyat dergilerinde çıkmış önemli eleştiri ve edebiyat inceleme yazıları vardır. MDD’ci akıma epeyce direndiğini, biz MDD’cilerle bu konuda sıkı tartışmalar yaptığını hatırlarım (Yarılma, s. 322). Son derece arkadaşça ve yumuşak bir tartışma üslubu vardı. MDD’ci olduktan kısa süre sonra, 1970 yılı başında meydana gelen Beyaz Aydınlık-Kırmızı Aydınlık yarılmasında Kırmızı Aydınlık’ı tercih etti. Bu konuda çıkan ve Beyaz Aydınlık’ı eleştiren tek yazısı aynı yılın Eylül ayında, Kırmızı Aydınlık’çıların elinde kalan ASD’de (Sayı: 23) yayınlandı: “Kitleler, Küba Devrimi ve Yeni Oportünizm”. Bu yazıdaki aşağıya alacağım satırlar, ne yazık ki, zamanın haşinleşen ortamına uygun olarak, Hüseyin Cevahir’in genel karakterine, tartışmalardaki yumuşak, dostça tutumuna uymayacak ölçüde, sol içindeki tartışmaları düşmanca bir düzeye tırmandıran anlayışları teorize edecek niteliktedir (boldlar bana ait):
“Nihai tahlilde hangi kılıkta olursa olsun, hangi stratejiyi (Sosyalist Devrim-Milli Demokratik Devrim) savunuyor görünüyorsa görünsün, ‘oportünizm saflarımızda emperyalizmin beşinci koludur.’ Ve bazılarının iddia ettiği gibi, oportünizmle doğru devrimci çizgi arasındaki çelişki, ‘halk içi çelişme’ değildir.
“Değil mi ki, oportünizm saflarımıza güvensizlik, yılgınlık, teslimiyet, pasifizm, kuyrukçuluk ve maceracılık sokmaya çalışmaktadır, birini diğerinden ayırmaksızın, ikisine karşı aktif mücadele proleter devrimci görevdir.” (Akt: Solgun, s. 235)
Hüseyin Cevahir gibi, şahsen benim o zamanki gençlik hareketinde tanıdığım en yumuşak, en dost gençlerden birinin bile, emperyalizmle sol içindeki farklı eğilimleri özdeşleştiren ve emperyalizme karşı nasıl mücadele ediliyorsa bu akımlara karşı da aynı şekilde mücadele edilmesini öneren bu sözleri o günün ortamının vahametini anlatmaya yeter.
Nitekim, bu tür anlayışların sonucunda, öncelikle “TİP oportünistleri” adı takılan insanlar “emperyalizmin beşinci kolu” olarak görüldü ve ona göre bir muameleye maruz kaldı. TİP’in Ankara İl Kongresi’ne bir baskın havasında gelip içeriye giremeyen Dev-Genç’liler bunun üzerine TİP Genel Merkezi’ne gelerek zorla içeri girerler. O sırada MDD saflarında olmasına rağmen “oportünizme karşı mücadele”yle gözü dönmemiş ve vicdanı kararmamış olan Zihni Çetiner gördüklerini şöyle anlatmaktadır:
“Gördüğüm manzara utanç vericiydi. Çoluk çocuk koca Sadun Aren Hoca’yı aralarına almış, vuruyorlardı… Odanın birinde Prof. Sadun Aren dövülmüş bir vaziyette sandalyede oturuyordu. Yan tarafta başka bir odada tüyü bitmemiş çocuklar, iyi bir arkadaşım ve dostum olan, sağlam devrimci karaktere sahip Savaş Al’ı dövüyorlardı… Savaş… elleriyle başını korumaya çalışıyordu.” (Zihni Çetiner, Ölümü Paylaştılar Ama!.., Belge, 2005, s. 142-143) (Akt: Solgun, s. 237)
Devrimci TİP Komitesi ve Aydınlık (yani Kırmızı Aydınlık denilen kesim) imzasını taşıyan bir bildiride aynı olay şu ibretlik ifadelerle anlatılmaktadır (boldlar bana ait):
“… keskinleşen sınıflar mücadelesini yönlendirecek sınıfsal pusulaya sahip olmayan TİP’in merkezinin oportünist yönetici kliği, artık ilerici, devrimci değil, gerici, karşı- devrimci bir niteliğe bürünmeye başladı… Aren-Boran hainlerini destekleyen pek çok dürüst ve namuslu TİP’li saflarımıza kazanılmıştır. Artık TİP içinde proleter devrimcilerin zaptedecekleri alan yok gibidir… Bu hainler güruhunun…devrimcileri ihraç etme ve kongre salonlarına polis yardımı ile almama yollarına başvurmaları üzerine, bu klik ile ideolojik mücadele yapma imkânı parti içinde fiilen ortadan kalktı… Ankara il kongresinde oportünizmin tezgâhladığı oyunların kaçınılmaz sonucu olan olayları ‘baskın’ diye nitelemek bu küçük-burjuva dar görüşlülüğünün bir ifadesidir… Bu olaylar sırasında hainlerin iddiasının aksine, tahrikçi birkaç ajan provokatörün dışında hiç kimseye dayak atılmamış ve tahribat yapılmamıştır. TİP genel merkezinden daktilo, teksir matinesi vs. gibi bazı şeylerin alındığı, yağma edildiği yolundaki merkez hainler güruhunun çıkardığı söylentiler… İddia edilen bazı şeylerin alınmış olması durumunda bile, 13 Eylül Pazar günkü eylem doğru ve tutarlı bir eylemdir. Ancak küçük-burjuva pasifistleri bu eylemi yağma olarak nitelendirebilir… Proleter devrimcileri… asla ilk önce şiddete başvurmazlar. Fakat… oportünist yönetici klik… şiddete başvurursa, artık mücadele biçimi değişir… Proleter devrimcileri, sosyal-pasifistler gibi, bu karşı-devrimci şiddet karşısında sinip susamazlar… düşmanın başvurduğu şiddete karşı, proletaryanın devrimci şiddetine başvururlar.” (ASD, Sayı: 24, Ekim 1970) (Akt: Solgun, s. 239-240)
Bu tür kerameti kentinden menkul “proleter devrimci” saçmalıklarına yanıt veren TİP yanlısı Emek dergisi de (Sayı: 5, Ekim 1970) (Akt: Solgun, s. 241) kullandığı deyimlerle rakiplerinden pek geri kalmıyordu: “faşist ihanet şebekesi”, “iğrenç faşist suratlar”, “yeni faşistlerin, yani MDD’ci komando taslaklarının”, “faşist saldırganlar”, “MDD’ci ihanet şebekesi”, “gangster şebekesi”, “faşist zorbalar”, “saldırgan burjuva veletleri”.
İki tarafın da kullandığı ifadelerden 1970’lerdeki “Maocu faşist-sosyal faşist” suçlamalarının ayak seslerini duymamak mümkün değildir.
Buna rağmen, Doğan Özgüden’in yönetimindeki Ant dergisi, bir yandan TİP merkezini eleştirirken, bir yandan da “… kendilerine ‘proleter devrimci’ diyen bir grup, terör hareketini nefret uyandırıcı bir düzeye vardırmıştır” (Ant, sayı: 6, Ekim 1970) (akt: Solgun, s. 241-242) diyerek o göz gözü görmez ortamda bile solun sağduyusunun sesini duyurabilmiştir.
Eylem Çizgisi: Gözü Kör Eden Bir Işık
O günleri çok iyi hatırlıyorum. Toplumsal mücadelenin ışığı, “devrim sanrısına” kapılmış solun MDD kesiminde yer alan bütün grupların (sadece “bir an önce silahlı mücadeleye geçme” (Solgun, s. 254) tutkusuna kapılmış olanların değil, biz PDA’cılar da dahil hemen hemen herkesin) gözünü kör etmişti. “Aşkın gözü kördür” derler, silahlı mücadele tutkusu da aşk gibi, bu grupları gerçeklerden kopartmıştı. Aşk metaforundan ilerleyecek olursak, aşkta olduğu gibi, bu gruplar arasında da rekabet vardı. “Silahlı mücadele adına” banka soygunlarına başlayan THKO’yla rekabet sonucu, artık THKP-C adını almış olan Dev-Genç kesimi de, Mahir Çayan’ın başı çekmesiyle alelacele, derme çatma bir örgütlenmeyle şehir gerillası hareketlerine girişti. Kasabalara, köylere kadar yayılmış Dev-Genç hareketinin militanları, bir anda “öncü gerillaların” barınmasını sağlayan lojistik güce ve “yataklık yapan” yardımcı unsurlara dönüştürülüp fiilen pasifize edildi. “Pasifist” olmakla suçlanan PDA’cılar bile, “Maocu halk savaşı” adına Beşparmak Dağları’nda “silahlı köylü mücadelesi” hazırlıklarına girişmişti. 12 Mart Muhtırası’nın ardından kurulan Erim Hükümeti’nin ilan ettiği Sıkıyönetim, “silahlı mücadele” ihtirasını daha da kamçılamıştı.
Girişilen banka soygunları o kadar derme çatma ve beceriksizdi ki, taksisine el konan şoför Mesut Erdinç’in banyo küvetinde nefessizlikten boğulup ölmesine bile yol açıldı (Solgun, s. 295-298). Sadece bu olay bile “halk adına” yola çıkan bir hareketi utanca boğacak ve uyaracak nitelikteydi. Ne var ki, artık gözler gibi vicdanlar da kör olmuştu. Mutlaka olaya sebebiyet verenler üzülmüştür ama artık böylesine kör bir hareketin bu tür vicdani nedenlerle duraksaması imkânsızdı. Yola devam! Nereye? Daha “görkemli”, daha “ses getirecek” eylemlere… Örneğin, Türkiye’nin İsrail Büyükelçisi Efraim Elrom’un kaçırılması.
Fakat Elrom’un kaçırılması olayına girmeden önce bu tür eylemlerin yıllar sonraki değerlendirmesine bakmakta fayda var. Örneğin Cevahir kitabının yazarı Hüseyin Solgun, aradan elli yıl geçmesine rağmen, “Başbakan Nihat Erim, Has eylemiyle birlikte (işadamı Kadir Has’ın fidye almak için kaçırılması kastediliyor. GZ) devam eden silahlı hareketler karşısında daha fazla dayanamaz ve reformcu maskesini birdenbire yüzünden söküp atar.” (Solgun, s. 331) diye yazmaktadır. Keza Solgun, Efraim Elrom’un kaçırılmasının “Balyoz hükümetini ve Sıkıyönetimi sars”tığını (Solgun, s. 335) ileri sürmektedir. Hükümetlerin ya da yönetimlerin reaksiyoner bir tutumla devrimcilere ve halka saldırmasına yol açan hareketlerin bu şekilde kutsanması oldukça tuhaftır. Halka ya da devrimcilere zarar veren bir kışkırtmanın olumlu bulunması galiba bizim solun düşünce alışkanlıklarına ilişkin bir olay. Oysa, o hareketlerin bizzat içinde bulunmuş olan Bingöl Erdumlu hiç de aynı kanıda değildir ve doğru bir şekilde olayı şöyle değerlendirmektedir:
“Mümtaz Soysal’ından Bahri Savcı’sına, ülkenin bütün aydınlarını tutuklayabilmek, faşizan bir rejim getirmek için provoke edilen bir harekettir cephe.” (Siren İdemen ve Yücel Göktürk’ün Bingöl Erdumlu’yla röportajı, “Altıncı Süit”, Exspres Dergisi, Sayı: 154, Ağustos 2017; röportaj gunzileli.net sitesinden de okunabilir)
Kısacası, “faşizmi, gerçek yüzünü göstermek” üzere kışkırtmak tamamen yanlış, köhnemiş bir bakış açısının ürünüdür.
Gelelim Elrom’un kaçırılmasına.
Elrom’un Kaçırılması Olayı
O sırada bu tür sansasyonel bir eylemin gerçekleştirilmesinin yanlışlığı bir yana, seçilen hedef de doğru değildir. Bir Türk-İslam devletinde İsrail’in diplomatik bir temsilcisinin kaçırılması açıkça anti-semitist bir eylemdir. Kaldı ki, “Ailesinin çoğu ferdi Naziler”ce katledilen Efraim Elrom (Solgun, s. 334), Nazi Adolf Eichmann’ın ele geçirilmesinde ve yargılanmasında önemli rol oynamış biridir, yani genel anlamda bir anti-Nazi savaşçı olarak kabul edilebilir. Diyelim ki, bir büyükelçiyi kaçıracaktınız, ABD Büyükelçisi dururken neden İsrail Elçisi’ni kaçırdınız? Bana kalırsa, Efraim Elrom’un iyi korunmaması, evine sıradan biri gibi doğru dürüst koruması olmadan gelip gitmesi bu kararda etkili olmuş gibi görünüyor. Bunu geçelim.
Elrom’un kaçırılması tamamen sansasyon, örgütün sesini duyurma ve rekabet amaçlıdır. Öyle bir eylem yapacaklardır ki, THKO’nun Amerikalı askerleri kaçırmak türü eylemlerini gölgede bırakacaklardır. Kaçırma eyleminin sonunda örgütün ileri sürdüğü “talepler” hiçbir şekilde gerçekçi ve somut “ürün” almaya yönelik değildir. “Tutuklanan bütün devrimcilerin serbest bırakılması”, Türkiye devletinin o günkü konumu göz önüne alındığında imkânsızdır. Brezilya’da, 1969 yılında Amerika’nın Rio Büyükelçisi’nin kaçırılması olayında gerillalar on beş siyasi mahkûmun serbest bırakılmasını talep etmiş ve onların bırakılmasını sağlayabilmişlerdir (Solgun, s. 348). Oysa THKP-C’nin talebi soyut ve belirsizdir. Talepler laf olsun diye ileri sürülmüştür, bu talebin yerine getirilmeyeceğini kendileri de biliyorlardı. Kaldı ki, Elrom’un da THKP-C militanlarına belirttiği gibi, İsrail Hükümeti kendisine sahip çıkmayacak, hatta Türkiye hükümetinden taleplerin kabul edilmesini bile istemeyecekti (Solgun, s. 349). ABD gibi “büyüklüğünü” ispat etme gereğini duymayan bir devlet, Brezilya örneğinde olduğu gibi, belki taleplere cevap vermeyi düşünebilirdi ama Türkiye devleti gibi büyüklük ve güçlülük kompleksi içinde olan bir devletin buna yanaşması umut bile edilemezdi. Bu durumda, Efraim Elrom’u kaçırmak peşinen onun ölüm kararını imzalamak anlamına geliyordu.
Bir tek şans vardı bunun olmaması için. Kaçırma eylemini yapanların akıllarını başlarına toplayıp, Deniz’lerin Amerikalı askerlere yaptıkları gibi, Elrom’u serbest bırakmaları ya da daha olmadı genel arama sırasında güvenlik güçleri eve gelirlerse Elrom’u öldürmek yerine güvenlik güçleriyle çatışmaya girmeleri.
Solgun’dan okuduğumuza göre, serbest bırakma alternatifi değil ama öldürme veya öldürmeyip güvenlik güçleriyle çatışma alternatifi tartışılmış. Anlatılanlardan anlaşıldığı kadarıyla, o sırada Ankara’da bulunan Yusuf Küpeli, Münir Ramazan Aktolga ve Bingöl Erdumlu, Elrom’un infazına karşıymışlar (Solgun, s. 351). Hatta Yusuf Küpeli daha kaçırma olayı olmadan, “Bir diplomatın kaçırılacağını duymuş ve böyle bir eylemin yapılmaması için Çayan’a haber göndermiştik” demektedir (Solgun, s. 352). Gerçi Mahir, yakalandıktan sonra, muhtemelen kararın sorumluluğunu üzerinden atabilmek için tersini ileri sürerek Ankara’nın karara onay verdiğini söylemiş ve savcının iddianamesi de bu versiyonu benimsemiştir (2. İddianame, s. 124; akt. Solgun, s. 351) ama gerçek tam tersidir. Yusuf Küpeli’nin, etkili bir muhalefet göstermemekle birlikte ölüm kararına karşı olduğu, İstanbul’dakilerden Oktay Etiman ve Hüseyin Cevahir’in de öldürmeye karşı bir tutum içinde oldukları anlaşılmaktadır (Solgun, s. 355).
Peki nasıl oldu da ölüm kararı alındı? Bir kere, “devletin bekası” uğruna hiç kimsenin hayatı üzerinde beş dakika bile düşünmeyen devletin “genel arama” tutumu ölüm kararını tetikleyen en büyük amillerden biriydi. Devlet, kör gözüm parmağına, ölümü teşvik eden böyle bir aramaya kalkışmayıp sabırla bekleseydi belki de Elrom öldürülmeyebilirdi. Sonuç olarak, devletin arama kararı üzerine ölüme karar verenlerin Mahir Çayan ve Ulaş Bardakçı olduğu anlaşılmaktadır. Solgun öldürmeye iki kişinin karar vermesini, “Mahir Çayan ve eylem arkadaşları arasında güçlü bir güven ilişkisi vardı ve Mahir’in aldığı bir karara hiç kimse karşı çıkma gereği duymuyordu” diyor (Solgun, s. 356) ama biz buna “hiç kimse karşı çıkma cesareti bulamıyordu” desek daha iyi olacak. Bu tür konspiratif örgütlerde tek kişi yönetimi kaçınılmazdır.
Sibel Erkan Olayı
Elrom’un öldürülmesinden sonra çember iyice daralır, barınılacak evler bile son derece azalır. Sonunda Mahir Çayan ve Hüseyin Cevahir, 30 Mayıs 1971 günü, saklandıkları evden bir bekçiyle çatışarak kaçmak zorunda kalırlar ve sonunda Binbaşı Dinçer Erkan’ın evine sığınırlar. Bu arada, evde bulunan binbaşının kızı, on dört yaşındaki Sibel Erkan’ı da yanlarında alıkoyarlar. Belli ki, belki kurtuluruz umuduyla, son çare olarak böyle bir yola başvurmuşlardır. Solgun, “istemeden alıkoydukları bir genç kız” (Solgun, s. 14) demektedir Sibel Erkan için ama buna katılmak mümkün değil. Hiç kimse “istemeden” alıkonmaz. Diyelim ki, o çatışmada Sibel Erkan dairede kalmışsa, hemen ardından dışarı çıkarılabilirdi. Oysa Sibel, elli bir saat boyunca Mahir’le Cevahir’in yanında kalmış ve devlet güçleriyle pazarlıkta rehine olarak kullanılmıştır.
Her şeyi bir yana bırakın, salt propaganda açısından bile korkunç bir hatadır bu ve devlet güçlerinin eline bol bol, “küçük kız çocuklarını rehin tutan teröristler” propagandası yapma fırsatı ve devletin halkı tahrik ederek (“sizi halka teslim edeceğiz”, “halkın nefretini kazandınız” Solgun, s. 379) bir linç ortamı yaratmasına sebebiyet verilmiştir. Aslında Sibel Erkan’ın hayatı devletin umurunda bile değildi, umurunda olsa, kızın yoğun çatışma ortamında herhangi bir şekilde vurulması güçlü ihtimalini göze alıp o operasyonu yapmazlardı. Neyse ki, halka “gözü dönmüş teröristler” olarak tanıttıkları Mahir ve Cevahir hiç de “gözü dönmüş” falan değildi ve Sibel’i rehin alma hatasını yaptıkları halde, kızın kör bir kurşuna kurban gitmemesi için çatışma sırasında onu olabildiğince mermilerden uzak olabileceği bir yerde tutmuş, bırakın Sibel’i vurmayı, onu güvenlik güçlerinin kör kurşunlarından koruyabilmek için ellerinden geleni yapmışlardı. Nitekim, Sibel Erkan’ın olaydan sonra “Mahir ve Cevahir abilerin” kendisine iyi davrandığına ilişkin sözleri de bunun kanıtıdır. Gerçi, devlet, Sibel’i istediği gibi konuşturabilir ya da sözlerini çarpıtabilirdi. Artık bu kadarını yapmamışlardır.
Gelelim, polis timlerinin fütursuzca giriştikleri operasyonda Hüseyin Cevahir’in seksen üç mermiyle delik deşik edilip öldürülmesi ve Mahir’in kendini yaralayarak ele geçmesi olayına. Nasıl olmuştur da Cevahir böylesine hunharca delik deşik edilirken Mahir yaralı olarak kurtulabilmiştir? Ziya Yılmaz’ın, “Hüseyin vurulduktan sonra Mahir teslim olmamak için kendisini vuruyor, kendisini öldürmeye çalışıyor” beyanı (Barış Mutluay, Ziya Yılmaz, Note Bene, 2014, s. 178-179) (Akt: Solgun, s. 411) inandırıcı değildir. Mahir, kendisini gerçekten öldürmek isteseydi silahı göğsüne değil, beynine sıkması gerekirdi. Kaldı ki, “teslim olmamak için” böyle bir şeye gerek yoktu, Hüseyin Cevahir gibi çatışmaya devam etmesi yeterliydi. Cevahir’e isabet eden onca mermiden bir kısmı onu da delik deşik ederdi. Kısacası o koşullarda “teslim olmamak” için yapılması gereken tek şey çatışmaya devam etmekti. Mahir Çayan bunu yapmamış, belki de sağ kalma güdüsüyle kendini yaralayarak polis timlerinin eline düşmeyi tercih etmiştir.
Hüseyin Cevahir’in, Mahir Çayan sanılarak (ilk açıklama bu yöndedir) delik deşik edildiği ve Mahir Çayan’ın Cevahir sanılarak öldürülmediği de bir hayli kuşkuludur. O kargaşalıkta polis timleri Mahir Çayan’la Hüseyin Cevahir’i (verilen tanımlara göre) nasıl ayırt edebileceklerdi ki? Belli ki o sıkıştırıldığı koşullarda bile, görüşmeci subayın, “Türklüklerine” hitap etmesi karşısında “aksi gibi ben de Kürdüm” (Solgun, s. 385) diye yiğitçe ve esprili bir yanıt veren Cevahir sonuna kadar çatışmaktan geri durmadığı için öldürülmüştür.
Bazı Bilgi Hataları ve Hatalı Deyimler
Aslında yazının bu trajik olayla bitmesi gerekirdi ama bir ek yaparak kitaptaki bazı bilgi hatalarına ve hatalı deyimlere değinmeden geçmeyeyim dedim.
Solgun, o dönemlerde sakınımsızca kullanılan, örneğin “yobaz” (s. 58) ya da “demokrat” (s. 61) gibi deyimleri bugün de süzgeçten geçirmeksizin kullanıyor. “Yobaz” Kemalist bir deyimdir, “demokrat” ise her niyete yenen liberal bir şeker.
“Pasifist” deyimi o zaman da moda bir karalayıcı deyim olarak bol bol kullanılırdı (s. 94 vb.) ama bugün artık gerçek anlamıyla kullanılmalıdır kullanılacaksa. “Pasifist” deyimi, mücadelede pasif tutum takındıklarına inanılanlara karşı kullanılırdı. Oysa pasif olmakla pasifist olmak farklı şeylerdir. “Pasifist”, literatürde her türlü şiddet aracını reddedenler için kullanılır ve gerçek pasifistler bu deyimi seve seve benimserler. Örneğin Tolstoy gibi pasifist anarşistler, Gandi gibi pasifistler her türlü şiddeti reddederler. Yahova Şahitleri de bu anlamda pasifisttir. Ve özellikle savaş dönemlerinde vicdani retçi pasifistler ellerine silah almayı reddettikleri için devletler tarafından kurşuna dizilmişlerdir. Yani aslında bu pasifist insanlar ölümü göze alan aktifivistlerdir.
O dönem “proleter devrimci” deyimi bol keseden ve olur olmaz kullanılmıştır. Oysa bir partinin kendisine “işçi partisi” adını takmasıyla kendisini “proleter devrimci” ilan etmesi arasında önemli bir fark vardır. Örneğin Lenin, Bolşevik Partisi için, Bolşevikler 1917 yılının eylül ayında, St. Petersburg Sovyeti’nde, dolayısıyla Vıborg gibi yoğun işçi semtlerinde çoğunluğu ele geçirip işçi sınıfının ağırlıklı kesimini yanına çekinceye kadar “proleter partisi” tabirini kullanmamıştır. Bu da solun 1960’lı yılların sonlarında ve hatta günümüzde pek umursamadığı ve kolaycılığa kaçtığı noktalardan biridir.
Solgun, Vietnam savaşına tepkilerin ABD’de “hippy tarzına bürünerek de olsa” kendini gösterdiğini belirtiyor (Solgun, s. 70). Burada hippyliğe ilişkin küçümseyici bir tını sezdim. Oysa hippylik radikal bir düzen aleyhtarı akımdır.
Bilgi hatalarına da kısaca değineyim.
“Amerikan karşıtlığı” 1966’dan itibaren değil (Solgun, s. 38), Ankara’da 1964 yazında dört gün süren anti-Amerikan gösterilerden itibaren ön plana çıkmıştır. (Bkz: Yarılma, s. 149-158).
1965 yılında çıkan Dönüşüm dergisi “Saldırılara dayanamayarak” (Solgun, s. 39) değil, sanırım TİP’li gençlerin sokak çatışmalarını körüklememe isteği üzerine yayınına son vermiştir.
12 Kasım 1966’da Ankara, Kurtuluş meydanındaki miting, Türk-İş tarafından değil (Solgun, s. 68), Cemal Akın’ın başkanı olduğu Türkiye-İş sendikası tarafından, “NATO işyerlerindeki işçilerle” ilgili olarak düzenlenmiştir.
Solgun, doğu mitinglerini TİP’in düzenlediğini (s. 80) belirtiyor. Bir nüans söz konusu. Doğu mitinglerini doğrudan TİP yönetimi değil, TİP içindeki “Doğulu”lar örgütlemiştir (Bkz. Azat Zana Gündoğan, “50. Yılında TİP ve Doğulular: Sosyo-mekânsal bir bakış denemesi” Birikim, Sayı: 316-317, Ağustos-Eylül, 2015).
Türk Solu dergisinin yazı işleri müdürü Erdoğan Güçbilmez (Solgun, s. 81) değil, tutuklanana kadar Vahap Erdoğdu, sonra da Ahmet Say’dı.
Yusuf Küpeli başkanlığındaki FKF MYK üyesinin adı Süleyman Boztaş (Solgun, s. 126) değil, Süleyman Coşkun olmalı.
Gün Zileli
26 Ekim 2020
Gün Abi,
“mafyatik bir film” burukluğunda nostalji, bu geçmişi bilmeyen kişiler ilk kez okuyorlarsa! Bu duygu uyanır.
Gençlerin kişisel gelişim çizgisi, kişisel savaşımlar, benlik kaynaklı eylemler… Soygun, öldürme, eylem… Sanki Yılmaz Güney sinemasının avantür gangster tipolojisi gözde canlanan.
Tanıklığıni yaptığınız bir dönemi, kişilikler olarak ele alınca, “bir zamanlar Amerika” gibi bir film senaryosu rengi ortaya çıkıyor.
Bu işte bir hata, bir yanılgı, bir tutum yanlışı var gibi geldi bana. Ana panodaki profil kaybolup aralardaki küçük resimlerle bir özet film çekilmiş gibi.
Gerçi bir kitabı incelerken, aktarılan olayları değerlendirmek ve yorumlamak çabası. Ama, kimse İnce Memed romanındaki karakterleri ıciklayip ciciklayarak carşaflamıyor. Ana tema, İnce Memed’in haksızlığa karşı verdiği mücadeledir.
Şeytan ayrıntıda gizlidir sözü etkileyici bir yandan da. Fazla mı etkisinde kaldınız bu sözün, bilmiyorum ki abi.
Uğur Mumcu’nun ‘Çıkmaz Yol’ kitabını da arkadaşlara önermek isterim bu arada. Kalbi sızlayarak yazdığı için .
Pek sanmam. Ayrıntıya girsem daha neler çıkar. Belki bundan sonra ayrıntıya girenler çıkacaktır.
Selam Gün,
Bir şey eklemek istiyorum, Bütün o dönem boyunca benim gibi hiç de o bir uçtan diğer uca gidişlere kapılmayanlar ve işçiler arasında çalışanlar da vardı.
Yazdıklarına gelince. Elrom vs. konusunda Benim Oktay’la ilgili bu yazımda da ek bilgiler var.
https://demirden-kapilar.blogspot.com/2017/10/oktay-etimann-ardndan-dev-gencin.html