Bugün HDP’yi Savunmak Özgürlüğü Savunmaktır
(Doğu Perinçek’in çıkardığı 2000’e Doğru dergisinin 1991 yılındaki kapağı)
Bugün HDP, genel bir saldırı altındadır.
AKP diktatörlüğü, 7 Haziran seçimleriyle HDP’den aldığı yaranın acısını unutmuş değil. Bu yüzden, bu partiyi ne yapıp ne edip bir an önce “öbür tarafa” göndermek için her türlü desiseyi yapıyor ve bundan sonra devamı da gelecek. Suruç, Diyarbakır, Ankara bombalamaları yetmedi. Şimdi de HDP, yandaş medyanın ve hatta genelde medyanın bombardımanı ve yargının tehdidi altında.
Devlet ve yargı organları zaten diktatörlüğün emrinde. Medya da bu konuda fazlasıyla gayretkeş. Demokratik özerklik ve özyönetim, bu partinin programında olduğu halde bugün sanki büyük bir suçmuş gibi sunuluyor. Niyet belli. Önce “suçu” imal edersiniz, sonra da bu suça göre “suçlu”yu bulursunuz. Şu anda imal edilen “suç” özyönetim. Ne o efendim, HDP özyönetim diyerek bölücülüğe çanak tutuyormuş. Oysa özyönetim, HDP yöneticilerinin de belirttiği gibi, birlikte yaşama iradesinin programıdır. Birlikte yaşayalım ama yerel alanlarda yaşayan halkların da söz hakkı olsun, kendi kendilerini yönetme hakkına ve becerisine sahip olsunlar demektir. Esas bölücülük, halklara bu özyönetim hakkını tanımayan merkezi ceberrut devletin halktan kopuk organlarını ve emirlerini dayatmaktır. HDP, birlikte yaşamanın son şansıdır. Türk burjuvazisi, ceberrut devlet, faşistler ve AKP diktatörlüğü bu son şansı ortadan kaldırmaya çalışıyor.
Bu gayretin en önünde, ellerinde kasap bıçaklarıyla Vatan Partililer ve onların baş kasabı Doğu Perinçek bulunuyor. Bir parti düşünün ki, başka bir partinin kapatılmasını savunuyor. Bunlar günümüzün önde giden faşistleridir.
CHP sessiz. Evet, bu partinin Sezgin Tanrıkulu gibi yöneticileri Kürt halkının yanında bir tutum sergiliyor, fakat bu yeter mi? CHP bu isteri dalgasına dur dese, VP’ni, AKP’ni, MHP’ni geri püskürtmek işten bile değil. Fakat yapmıyorlar bunu. Bu faşist saldırının ardından sıranın bir gün kendilerine de geleceğini hiç düşünmüyorlar mı? Parti kapatmanın yolu bir kere açılmayagörsün…
HDP yönetimi derdini yeterince anlatamadı. PKK’nin mantıksız bir şekilde AKP diktatörlüğünün saldırı savaşına cevap verme çizgisine yönelttiği eleştirileri sürdüremedi. Selahattin Demirtaş yalnız bırakıldı ve bu durum, HDP yönetiminin PKK’nin dayattığı sınırlara doğru ricat etmesine yol açtı. İki taraflı kıskaca alınan HDP, Türkiye genelinde desteğimi kaybediyorum, bari esas dayanaklarımı kaybetmeyeyim telaşına düştü. Diktatörlük ve satraplarının tam da istediği şey buydu. Şu anda keyifle kanlı ellerini oğuşturduklarını hep birlikte görüyoruz.
Özgürlükçü güçler dağınık ve çaresiz, olup biteni seyrediyor. Çok acı bir durum bu. Göz göre göre, AKP’ye altı ay önce en ölümcül darbeyi indiren partinin boğazını kesmek üzereler ve bizler bu durumu önleyebilmek için gerekenleri yapamaz durumdayız.
Biliyorum, karamsar bir yazı oldu ama ne yazık ki durum bu. Toparlanıp bir karşı hamle yapamaz mıyız? Yapmak zorunda değil miyiz? Gözümüzün önünde bir siyasi partinin katline doğru bir gidiş var.
Bugün özgürlüğü savunmak HDP’yi savunmaktır. HDP’nin ardından faşizm, özgürlük adına geriye ne kalmışsa ona saldıracaktır.
2015’in son yazısı bu mu olmalıydı?
Gün Zileli
30 Aralık 2015
www.gunzileli.com
gunzileli@hotmail.com
bir umut olan hdp simdi bütün özgürlükcü insanlari toparlamasi
gerek ama ben karamsarim cünkü hdp artik bundan sonra bir yol ayiriminda ya pkk rest cekecek veyada bütün türkiyenin
yeni toplumun anlayisini kabul edip yoluna devam edecek.
gezi isyanini iyi yakalamisdi hdp gencler artik hdp altinda yavas
yavas toparlaniyordu yani türkiye parisi oluyordu buda türk islam sentezi olanlari rahatsiz etti,akp drhal savas politikasina döndü.pkk elinden geldi gibi bu savasa evet dedi cünkü onun icin önemli olan kendi kurtulus harektidir,artik hdp karar vermesi gerekiyor pkk artik ne olmazi lazim? galiba hdp bu riski almayacaktir yazik olur bütün bu kadar ölen insanlara.baris ve kardeslik,ask buna hdp inaniyorsa pkk birakmasi gerek pkkk sadece kendini düsünen bir hareket.savas evet diyene bu yandan barisdan söz edmek cok yanlis hdp kararini vermesi gerek.
Tam yerinde olumlu bir yazı.Bahane edilen öz yönetim demokratik özerklik aslında hayatın siyasetin yerel bir aktivite olduğu hayatın bizzat yaşandığı yerelin ilgili yerel dinamikler yerel halkın kendi kendini yönetmesi programının gayrı meşru ilan edilmeye çalışılıp reel mevcut faşist yönetim biçiminin ceberrut merkezci tahakümcu otoriter idarenin savunulması çok enteresan hatta bu iki yönetim biçimi arasında kendine sol sosyalist devrimci diyenlerin bile öz yönetimi bölünme ayrılıkçılık gibi yerden eleştirmesi resmen egemen hegemonik sistemin zihinleri zehirleyip esir alması değilde nedir şu soruları soralım kim yönetimin yerele yani halka verilmesine karşı çıkar birincisi mevcut yönetenleri anladık iktidarı elinden gider halk kendini yönetmeyi becerirse iktidar efendisine ihtiyaç kalmaz ikinci karşı çıkan katagori şimdi iktidar olmayıp gelecekte iktidar hayali olan devletçi iktidarcı anlayışlar öz yönetime demokratik özerkliğe değişik bahanelerle karşı çıkarlar çünkü onların gelecek iktidar hayalleride öz yönetimde imkansızlaşır çünkü öz yönetim iktidarı hegemonya tahakküm oterite ve hiyeyarşiyi mümkün olduğunca dağıtan iktidarı asıl sahibi bizzat sorunu hayatı pratik yaşayan halka dağıtır iktidarı dağıtan anlayışı yalnız özgürlükçü toplumsal devrimci anlayışlar savunur dışındaki her türden devletçi iktidarcı anlayışlar öz yönetime karşı çıkar.Zileli yazısında demirtaşın yalnız kalıp pkk çizgisine savrulduğu tezi sorunludur burada demirtaşın eleştirilen kürdün devletide federasyonuda kantonuda özerkliğide olacak cümlesi zaten pratiklerdir ırakta nerdeyse devlet gibidir suriyede kantondur suriye yerel dinamiklerin projesine bizim yada diğer bölümlerdeki kürdün itirazı değil yerelin kendi iradesine saygıyı beklemeliyiz bizdede demokratik özerklikle idarenin yerelleşmesi egemenliğin merkezden yerele yaşanan yerel dinamiklere taşınıp yerel doğrudan yüz yüze demokrasinin işleyebileceği yerel meclislere verilip karar program süreçlerinin halkın iradesiyle kararlaştırılıp yürütme ve yönetimleri karar süreçlerinden uzaklaştırıp doğrudan demokrasiyle oluşan karar ve programların sadece uygulayıcısı seviyesine indirgeyip iktidar tekelini dağıtmak harika bir programdır henüz açıklanan 14 maddede bunlar yok ama bunları katkı vermeye çalışıyoruz düşünün en küçük yerel meclisin aldığı karar ve programını hiç bir üst organın değiştiremeyeceğin kurallaştırmak ne demek iktiarcılar devletçiler doğuştan yönetici halkı için en iyisini bilip yapanlar ne der buna en devrimci öncüler dahil iktidarı olumlu tüketen program öz yönetim demokratik özerkliktir şimdi zileliye soruyorum pkk bu doğrudan yerel halkın kendi kendini yönetebildiği öz yönetime karşımı???? bu işleyişte herhangi bir yerelde doğrudan halkın iradesinden pkk nin hdp nin akp nin chp nin çıkacağının garantisi varmı???bu politik programdan çok toplumsal bir program ve doğrudan iktidarı yerelleştirip ilgili yerel dinamiklere devreden toplumsal kömünal anarşizan program değilmi????HDP Konferans çalışmalarıyla ilgili Kocaeli konferans yerel sunuşu paylaştım zileli neden fark etmedi????duyurular kısmına girecek seviyede metin değilmi??????? zilelinin o taslak çalışma hakkındaki görüşünü merak ettim duyurularda demi,rtaşın Erdoğancılar yazısının altına gönderdim görüşüne eleştirisine varsa katkısını merak ettim????
HDP YENİDEN YAPILANMA KONFERANSLARINA KOCAELİ YEREL SUNUŞ
Geç de olsa ilk defa HDP yerel dinamiklerden beslenerek yapısal sorunlarına yeni çözümler üreterek giderek bürokratlaşma ve dar kadro partisine oturan örgüt ve çalışma tarzını olumlu tüketme çabası olarak konferans çalışması başlatması olumlu olmuştur.Sistemin alternatifi Toplumsal muhalefetin Politik Partisi olma iddiasındaki HDP nin bütün yetmezlik ve sorunlarına rağmen siyasi hayatımızda düzene alternatif ilk defa politik bir seçenek olabilmesi siyaseten DEVRİM olduğunu HDP den önceki durumumuzu hatırlayınca daha iyi anlıyoruz.Geldiğimiz olumlu yerin bilincinde olup yapısal sorunlarımıza yeni çözümler yerelden bizzat hayatın yaşanıp siyasetin üretildiği pratiklerden üretebilirsek HDP olması gereken zemine oturup öncelikle üyelerin,program,yerel dinamiklerin,etik demokratik değerlerin,evrensel özgürlükçü devrimci birikimlerin ve geleceğin iktidar partisi yapabilmemiz mümkündür.Bunun birinci koşulu bütün pratiklerimizin oturduğu yukardan aşağıya en devrimci öncü anlayışına oturan kadro partisi geleneksel tarzımızı kırıp dökmeden olumlu tüketip yüzleşebilmemizden geçeceği çok açıktır.Kendi iktidarıyla yüzleşemeyip olumlu tüketemeyenlerin iktidar güç hegemonyanın sorunlu olduğunu sorunsuz güç ve iktidarın asıl sahibi halkın seçmenin kendisinde olduğunu bilmeyen anlayışların bunları yapamayacağı giderek daha katı merkezi örgüt anlayışı ile var olan demokratik işleyişleri de engelleyip yerelden yani halktan beslenmeyi engelleyeceği bilinmekte dir.Açıkça tek cümle ile bütün pratikler aslında ne yapıp ne yapmamamız gerektiğini göstermiştir.Kendi örgütünü kendiliğinden işleyen kişilerin grupların iyi yada kötü niyetine bağlı olmayan kurumlar kurallar işleyişlerle doğrudan demokratik işleyişlerin kurumsallaştığı başarı siyaset pratiği ile yönetemeyenlerin gelecekte de halkıda demokratik işleyişlerle yönetemeyeceği gerçeğinden kabül görüp başarması mümkün değildir.
Böyle bir perspektif beklerken genelgede yapısal sorunlarımızı açığa çıkarması ve geleceğin alternatif başarı siyasetinin kural kurum ve işleyişlerinin yerelden üretilmesini teşvik yerine konferansların işleyiş ve perspektifini nicel ve nitelik olarak daraltan bildik eski anlayışla merkezci kontrolcü endişeli dille bilinenlerin tekrarı yerllerde kabül görmeyip asıl yapısal sorunlarımıza odaklanıp yeni yaratıcı çözüm ve önerilerle alternatif başarı siyasetinin katkıları açığa çıkacağından eminim.
İlk önce yaptığımız iş olan Demokratik Siyasetin tek cümle ile tanımını yapmalıyız.Siyaseti nasıl algıladığımız parti programı gibi temel metinlerde tanımlanmalı.HDK 2012 Mayıs genel kuruluna Kocaeli raporuylu bir cümlede verdiğimiz tanımın en uygun tanım olduğunda ısrarcıyız.
ÇÖZMEYİP AĞIR BEDELLER ÖDEDİĞİMİZ SORUNLARIN SORUNU YAŞAYAN HALKIN İRADESİ BELİRLEYİCİLİĞİNDE ÇÖZÜMÜ VE GELECEK BEKLENTİLERİNİN YÖNETİLMESİ Başarı siyasetinin tek cümlede tanımı olarak programa girmesini tartışmaya sunuyoruz.Zaten şu anda konuştuğumuz yapısal sorunları bu tanıma yaptığımız işlerin ne kadar uyduğunu irdelediğimizde daha iyi anlayacağız.Başarı hedefleyen partinin ilk yapacağı iş yaptığı işi siyaseti tanımlamak olmalıdır.Bu verimli tanımın oturduğu iki kriter vardır biri halkın seçmenin iradesini temel alan DEMOKRATİKLİK ikincisi ise ağır bedeller ödediğimiz yapısal sorunlarımıza kilitlenme anlayışı dır ki bu iki kriter başarı siyaset teori ve pratiğinin temel anlayışıdır buna oturmayan siyaset pratiklerinin başarması mümkün değildir.
HDK-HDP sürecinde toplumsal muhalefetin örgütünün inşasında sistemin mağdurlarını temel alıp birlikte iş yapma yeteneklerini geliştirip bu geniş toplumsal muhalefet dinamiğinden TOPLUMSAL MUHALEFETİN POLİTİK PARTİSİ (HDP) ni inşa etmeye çalışmıştık içinde toplumsal yerel politik bütün kimlik inanç çevre cinsiyet sitemin mağduru dinamikleri barındırdiğini biliriz.Bunların sadece biri yada bir kaçının örgütüne dönüşmemiz daralma riskini engellemek için partiyi de HDP nedire cevap bulmalıyız 2. Önemli önerimiz HDP nedirin cevabı TOPLUMSAL MUHALEFETİN POLİTİK PARTİSİ dir tek cevabı olmalıdır.Bu önerimizin nedeni genellikle eski devrimci ağırlıklı sosyalist gelenek ve bileşenlerin programlarında sosyalist parti yazması HDP ye taşınıp HDP yi daraltma ihtimalini ortadan kaldırmak için temel metinlere bu şekilde tek cümlede HDP nedir in cevabı olmalıdır.
3.Temel önerimiz geleneksel çalışma tarzı ve örgütlenme anlayışı tümüyle sorunlu ve ihtiyaca cevap olmayan tarzı tümden değiştirmek yerine alternatif başarı siyasetinin teori ve pratiği örneklerine oturan yeni tarzı öneriyoruz.HDP de temel özne parti üyesi olmalıdır.Bileşen partiler HDK da bileşen olabilir ama HDP de bileşen parti temsiliyetine son verip temel temsiliyet parti üyeliği ile olmalı ve üyenin hukuğu özne olduğu kendini bütün yaratıcılığı ile gerçekleştirmesinin önünü açacak yeni bir hukuk tanımlanmalıdır.Şu anda HDP nin oturduğu anlayış ve refleksler kadro partisi olduğundan bütün süreçler 200-300 kişilik bir birini tanıyan dar kadro ile yönetilmesinin nedeni budur.Kadro partisine oturan anlayışla geldiğimiz yer bu kadardır bundan ileri gidemeyiz dikkat edersek kadro partileri genellikle kendi kadrolarını yönetimlere temsile taşır bunu yapabilmek için yerinde doğrudan demokrasiyi ve siyasetin merkezi değil yerel aktivite olduğunu unutan bir yönetim tarzımız olması bundandır.Bu işleyişin tam tersi bütün çalışmalar ilgili alanın yerelin yada yerellerin toplamı genelin bütün dinamiklerine üye temel hukuku ile açık katılımcı doğrudan demokratik işleyişlerle üretilecek geçici süreç yönetim programlarını üretmek üretilen bu programı uygulayacakları aşağıdan yukarıya demokratik işleyişlerle seçip yönetimler oluşturmak işleyişiyle olabilmelidir.Son dönemde basında da tartışılan HDP parti meclisini yönetimleri vekilleri delegeleri kim seçti??sorusuna yanıt verememek bu sorunlu örgüt ve kadro partisine oturan çalışma tarzından kaynaklı olup bununla yüzleşip olumlu tüketmeden başarmamız mümkün değildir.
Tam bu noktada yeniye dair alternatif başarı siyaseti teori ve pratiğinin yeni çalışma tarzının kurumlarına ve işleyişlerine ilişkin önerimiz olacak ironiktir HDK2012 mayıs genel kuruluna sunulan Kocaeli metninde de vermiştik ya okuyan olmadı ya da okunduysa en devrimci öncülerce dikkate alınmadı metni verirken eleştiri beklediğimizi söyleyip yazdık geri dönüş metne eleştiri de almadık.Önerimiz HDK-HDP bütün örgüt birimleri yerlelden genele hepsi için uygulanması gereken nerde HDP varsa ilk yapmamız gereken kurumlardır.Eski emek hukuk komisyonları yerine bütün birimlerde olması gereken kurumlar olarak…
1-Bilgi toplama Envanter Komisyonu
Bütün bilgilerin güncellenip arşivlendiği en yeni teknolojide mutfağın ve bütün katılımcıların hizmetine sunulduğu partini birikim ve hafızasını oluşturan çalışma grubu.
2-Program proje mutfak komisyonu
Yukardaki biriktirilen bilgilerle ilgili yerel ve genelin süreç yönetim programlarını özgün projeleri üreten fikir seviyesindeki çalışmaları bütünlüklü proje program seviyesine yükselten mutfak komisyonu.
3-Tanıtım organizasyon basın yayın ajitasyon komisyonu
Parti programı ve çalışmalarının organizasyonu tanıtımı iletişimi ajitasyonu yerel genel saha ve bütün çalışmaların yapıldığı çalışma grubu.
4-Ölçme değerlendirme komisyonu
Uygulanan süreç yönetim programlarının hedeflerine ulaşıp ulaşmadığını belirli zaman aralığında yapıp yapamadıklarımızı ölçüp değerlendirip yetmezlik ve eksiklerimizi açığa çıkarıp bulunduğumuz yeri anlayıp görünür geleceği önümüze koyan çalışma grubu.
Basit gibi görünen bu önerilerimiz bütün birimlerde temel alınıp uygulanması yaşadığımız hayatın pratiğini kavramamız giderek bu hayatı değiştirip dönüştürmenin programlarına ulaşıp bunları nasıl ve kimlerle gerçekleştirebileceğimiz yeni ve dinamik örgütlere bizi taşıyıp en çok ihtiyacımız olan halkımızın gelecek beklentilerini bizzat halkımızla birlikte gerçekleştirmenin yeni olanaklarını bize sunabilen model olabileceği umudundayız.
HDP merkezi mutfağının bizce ilk yapması gereken bütün yerellerin önüne süreli iş olarak önümüzdeki 5-10 yılı kapsayan kendi yerel süreç yönetim programlarını üretmeleri işi koymalıdır.Bu yerel programların toplamından genel parti Süreç Yönetim Programına aşağıdan yukarıya ulaşmalıdır.Üretilen Büyük insanlık programı en iyisi olsa bile sorunludur merkezde yazılmıştır en mükemmel merkezi program bile bizzat sorunu yaşayan halkın cümlesinden tarzından beslenemedikçe yetersizdir aşağıdan gelen yerellerin dinamizmini pratiğini ve çözümlerini taşıyan dan beslenen en kötü program bile yukardan yapılandan daha verimli başarılı sonuçlar üretir.
Bu metni okuyanlardan tek isteğim yukarda bir cümlede yaptığım alternatif başarı siyaset tanımına yaptığımız işlerin ne kadar uyup uymadığını kontrol edersek aslında başarı siyaseti diye ne yaptığımızda açığa çıkar.Merkezi mutfağın bu metne eleştirilerini öğrenmek isteriz ama şimdiye kadar verdiğimiz siyasi katkı metinlerine uygulananları hatırlayınca umutsuz olduğumu söylemeliyim.Tek umudum kendi pratiklerimizle el yordamı ile ulaştığımız başarı siyaseti pratiğini Haziran seçimlerinde bir miktar kendi pratimde ilçelerimizde uygulamaya çalıştık bu çalışmalara katılan yerel ilçe örgütlerimizin yönetici ve aktivistleri bildik edilgen siyaset pratiği ile benim önerdiğim başarı siyaset pratiği farkını halktaki ilgi ve etkisini fark etmemeleri mümkün değil düşüncesiyle çalışmalarda ilçelerin aktivistlerinden faydalanırsa daha verimli konferans sonuçları alınacağı düşüncesindeyim.Bu yeni pratiğin başarısıda bizden kaynaklı olmadığını dürüstçe söylemeliyim bu önerilerin hepsi tek cümlede gizli olan siyaset tanımındaki temel alınan sorunu yaşayan halkımızdan öğrendiklerimizdir.Bizim yaptığımız sadece eski ezberimizi tüketip halkımızdan öğrendiğimizi pratikleştirmek olmuştur umarım halkımızın HDP den neyi isteyip neyi istemediğini kedisinden öğrenmeyi tercih ederiz.Hala bizden istenenin ne olduğunu zaten en iyi biz biliyoruz diyeceksek bu çalışmalarında beklenen sonuçları vermeyeceği açıktır.Kocaeli HDK-HDP bütün pratiklerinde bulunmuş özgürlükçü toplumsal devrimci olmaya çalışan Toplumsal Ekolojik Kömünalist HDP üyesi olarak bunca bedelle bu günlere gelen HDP nin sistemin mağduru gariban halkımızın biricik seçeneği tek alternatifinin başarması dileklerimizle konferans çalışmalarını selamlıyorum. Aralık 2015 KOCAELİ SİNAN ODABAŞ
önce yazidan bir alinti:
“AKP diktatörlüğü, 7 Haziran seçimleriyle HDP’den aldığı yaranın acısını unutmuş değil. Bu yüzden, bu partiyi ne yapıp ne edip bir an önce “öbür tarafa” göndermek için her türlü desiseyi yapıyor ve bundan sonra devamı da gelecek.”
T.C.’nin kurulusundan itibaren milli güvenlik stratejisinde her zaman devletin varligi icin “tehdit” olarak görülmüs “bölücülük” meselesini, diger bir deyisle kürt-kürdistan sorununu sayin zileli iki siyasi parti arasinda ki “kan davasina” baglayip, böylece meselenin tarihi-toplumsal-siyasi-ekonomik icerigini görmezden gelerek, kürt hareketine yapilan baskilari “AKP’nin kuyruk acisi” gibi yansitarak sorunu kahvehane muhabbetlerine yarasacak bir siyasi seviyeye düsürmüs. siyasi analiz ile alakasi olmayan böyle bir apolitik yaklasimi cürütmek son derece basit:
-kürt hareketinin kürdistanin bazi illerinde ilan ettigi özyönetim projesini AKP’nin disinda ki diger siyasi partiler, -ordu-CHP, MHP vs.- aynen AKP gibi devletin bölünmez bütünlügüne bir tehdit olarak görüyorlar mi? evet. su anda kemalist fraksiyon devletin basina gecse özyönetim-özerklik ilanlarini kabul eder mi? hayir. demek ki PKK’nin özerklik ilanlarina ve kürt hareketinin legal kesiminin de özerklik ilanlarini desteklemesine karsilik devletin kürt hareketini legali-illegali ile baski altina almasinin iki siyasi parti arasinda ki “secim hesaplasmasi” ile alakasi yoktur. T.C., “türk-sunni” taviz vermezse, esnemezse devlet ve toplum olarak gercekten bölünme “tehdidi” ile karsikarsiya. devletin bu panik havasi ile belediyeler yasasini yerelden yana degil tam tersine merkezi devlet otoritesini daha da güclendirme yönünde degistirmeyi gündeme almasi, kürdistanda sarsilan otoritesini kaybetme korkusunun disa yansimasidir. sayin zileli’nin gözü AKP’den baska birsey görmedigi icin, kürdistanda ki durumun devlet acisindan “ciddiyetini” algilama sorunu yasiyor.
sayin zileli, türk burjuvazisinin HDP projesine karsi cikmasi icin hicbir neden yok, tam tersi. bunu neye dayanarak iddia ediyorsunuz? mesela isverenler derneklerinin demecleri, görüsleri gibi somut veriler sunarmisiniz lütfen!
http://www.nasname.com/a/roboskinin-intikami-devletlesmektir
son öz yönetim ve kürdistan açıklamalarından sonra chp yi merak edenler meclis tv de chp vekillerinin bir kısmı kürt sorunuyla ilgili konuşurken o chp vekilimi MHP mi akp vekilimi hiç belli olmayıp aynı ırkçı millici şöven dille konuşan vekiller izledim.yakında ihtiyaç olursa bu vekillerden akp ve MHP ye geçen olursa şaşırmayın şu kürdistana itiraz edip atatürkü dilinden düşürmeyenler ilk mecliste baksınlar kürdistan vekili lazistan vekili şükrü bey bütün bunlar kendi coğrafyası ve kimliği ile zabıtlardadır.
Zileli yazısının başlığı harika hala Demirtaş pkk çelişkisi yaratma çabası pkk nin esiri olmuş anlamına gelip mecbur kalıp öz yönetim açıklaması yapmış gibi yapmak haksızlık açıklamaları ortada son konuyla ilgili röpörtajı ortada tam bir Özgürlükçü Toplumsal Devrimci çizgi de duruyor Demirtaş sitedeki tartışmaların metaforu ile sistemin kürt sorunu konusunda zehirlediği zihnimizdeki milli duyguları ÖKSÜRMEYE ihtiyacımız olduğunu unutup millici zeminden enternasyonalist özgürlükçü çizgiyi eleştirebilmek türk solunun en devrimci öncü hastalığı değil de nedir yinede bu iklimde tam zamanında yazılmış olumlu yazı için zileliyi kutluyorum HDP kanpanyası yapmak en sağlıklı duruş olabilir.
Hdp özgürlükçü değil. Kendi özgürlüğünü bile PKK’ye karşı savunamadı. Etkisiz eleman. Zaten devletin de onu kapatmayı çok önemsediği yok. Ciddi ve sorumlu davransa devletten muhatap bulacak.
Demirtaş artık doğan medyanın ekran yıldızı olmadığını anlamalı ve bir politikacı gibi ciddi ve sorumlu davranmaya çalışmalıdır.
Seni seni burada da mı ağaçları kakmaya başladın 🙂
Lütfen cahilliğimi bağışlayın.
Barzaniciler diye tabir edilen kesim ile PKK (Abdullah Öcalan liderliğinde) arasındaki uzlaşmazlık, birbirleriyle yarışır halde olmalarının nedenlerini, herhangi bir tarafın propagandasına eğilim göstermeden, yaşandığı haliyle yazacak birileri var mı?
Gün bey, siz de dahil?
Evet gün abi, senin anı kitaplarını severek okudum. Bloğunu keşfedince burayı da bırakmadım. Senin sevdiğim özelliğin, kızmaman ve farklı fikirlere hoşgörü göstermen. Bu açıdan özgürlükçü anarşizminde tutarlısın. Buna değer biçiyorum.
Gerçi farklı fakirlerden bazılarını sen de diğer pek çok solcu gibi hemen AKP’li olmakla itham ediyorsun ama olsun. Hiç olmazsa hakaret, küfür ve yasaklama yok sende.
Ağaçları kakıyorum ama güzel bir amaç için. Sahillerimize vuran bebek cesetlerinin; Sur’da, Cizre’de, ortada kalan çocuk bedenlerinin karşısındaki çaresizliğimizin utancı bizleri biraz daha uzaklaştırıyor güvenden ve ümitten. Bu nedenle yeni yıl kutlamaları çok sahte ve cansız. Ümidi ve güveni artırmak için ağaçlarımızı kakmaktan da, sorgulayıcı aklın ilkelerini kabullenmiş kafalara kakmaktan da vazgeçmeyeceğim. 🙂
Herkese mutlu yıllar…
sana da ağaçkakan arkadaşım. Ağaçları kakmaya devam et ama buna diktatörlüğün çürümüş ağaçları da dahil olsun mutlaka. iyi yıllar ve sevgiler.
Ağaç kakmadan önce örümcek bağlamış zehirlenmiş zihnini kak.HDP özgürlükçü değilde senin gibi efendi ve düzen yalayıcılarımı özgürlükçü doğan medyasıymış utanmıyormusun akşama kadar doğan dahil bütün medya HDP yi itibarsızlaştırmak hdp ve kürt sorununu mit ajanı akademisyen ve bilumum zevatla tv lerde konuşuyorlar hiç HDP liye fırsat vermeden görmezmisin????bütün bunlar neden yapılır??????kime hizmet etmek için HDP yemi akp devlet-iktidar efendilerinemi hizmet ediyor görmüyormusun haAAAAA Bu yalakalık yetmedi galiba ağaçkakanamı ihtiyacı var efendilerin senin işlevin nedir???iktidarcı olmayan siyaset dışında halkın kendi kendini yönetmesini öz yönetimi savunan olabilirmi?????dikkatini çekmedimi reel iktidar sahipleri ve gelecekte iktidar hayaliyle yanıp tutuşanlar hariç bütün özgürlükçüler hem HDP yanında destekçisi yada cıvarındadır ve bunların hepsi öz yönetimi savunur. sen mi özgürlükçülüğü bize öğreteceksin efendilerin esiri cümlene dikkat et bu site özgürlükçü anarşist site başka yerde kusabilirsin????
“Özgürlükçü güçler dağınık ve çaresiz, olup biteni seyrediyor” demişsin ama bunun sebebi senin söylediğin gibi sadece güçsüz olmaları mı yoksa HDP’nin iflas etmesi bunların (Türkiye solunda hakim güç olan stalinistlerin) işine mi geliyor? Zİra HDP, altı ay önce, stalinist olmayan bir solculuk tarzıyla AKP’yi geriletmişti.
Stalinistlerin bu işte bir dahli olduğunu sanmıyorum. Onlar da şaşkın durumda. İktidar büyük bir inisiyatif aldı.
Türkiye solunda Komünist Parti gibi stalinist yapıların veya deli gaffar gibi kemalist sosyalistlerin HDP’nin adım adım yok edilmesine sevindiklerini düşünüyorum. Onların da işine geliyor bu durum. Belki HDP’den umudu kesen üç beş solcu onların örgütüne uğrar da dükkan döner.
kendilerine “özgürlükcü, anarsist” etiketi yapistiranlarin icler acisi ideolojik sefaleti: “özgürlükcü akil tutulmasi”
-gerek zileli gerekse de okuyucularinin yorumlarindan, siyasi-toplumsal-ekonomik hadiseleri dogru anlama ve algilama sorunu yasadiklari belli oluyor. sayin zileli kendini don kisot AKP’yi de yel degirmeni saniyor. sayin zileli türkiye ve dünyada olan biteni önce kendisi anlayip sonra da okuyucularina anlatacagina, “özgürlük” gibi soyut-abstrakt bir kavrami idealize edip, idealizm-moraralizm (ahlak) dünyasinin hayal deryasinda yüzüp duruyor. hal böyle olunca realite sürekli iskalaniyor.
-önce yazidan bir alinti:
“CHP bu isteri dalgasına dur dese, VP’ni, AKP’ni, MHP’ni geri püskürtmek işten bile değil. Fakat yapmıyorlar bunu. Bu faşist saldırının ardından sıranın bir gün kendilerine de geleceğini hiç düşünmüyorlar mı? Parti kapatmanın yolu bir kere açılmayagörsün…”
sayin zileli, CHP irkci-milliyetci isteriye neden dur demiyor? bu soruyu kendinize soracaginiza, bir ahlak zaptiyesi pozu ile CHP’yi yargiliyorsunuz. belli ki CHP’den beklentileriniz var. devrimcilik adina CHP’ye “sira size de gelebilir” seklinde akil satip uyari yapmanin ne kadar “ümitsiz-caresiz” bir cagri olgunu farkinda misiniz? kendi siyasi kurgu dünyanizda AKP’yi “fasist” olarak kategorize ettiginiz icin, bunun alternatifi ister istemez rakip fraksiyon olan kemalistler oluyor. “türk-sunni” kimligini esas almis olan T.C.’nin kurucu kadrosunun partisi CHP’den “bölücülükle mücadele” konusunda AKP’den farkli bir tavir beklemek akil tutulmasi degilse nedir? genel olarak ulusal ideolojilere özel olarak da kemalist ideolojiye “ilerici, anti-fasist” misyonu yüklemek degilse nedir? fasist düsüncenin din’i ideolojiden degil “ulusalcilik” ideolojisinden türedigini önceki yorumlarimda yazmistim. hal böyleyken CHP gibi türk ulusalcisi bir partiden T.C.’nin “bölücülük ile mücadele”sine “dur” demesini beklemek icin insanin aklini peynir ekmek ile yemis olmasi lazim.
– “agackakan” adli yorumcudan alinti: “Demirtaş artık doğan medyanın ekran yıldızı olmadığını anlamalı ve bir politikacı gibi ciddi ve sorumlu davranmaya çalışmalıdır.”
bu arkadasin yazdiklarindan politikacilari nasil idealize ettigi belli oluyor: “bir politikaci gibi ciddi ve sorumlu…”
sayin agackakan, ciddi ve sorumlu politikacilar ne is yaparlar, yani o ciddiyet ve sorumlulugun iceri nedir, bunu bize aciklarmisin? böyle laflari AKP, CHP, MHP secmenleri yapsa anlarim da, anarsist bir siteye yorum yazan birisinin böyle laflar etmesi “bilinc-bilgi” seviyesininin ortalama bir türk vatandasindan farkli olmadigini gösteriyor.
-anonim kardes, siyasi partilerin varlik nedeni siyasi güc sahibi olma ve iktidardir, yani siyasi partiler belli cikar gruplarinin temsilcileridirler. dolayisi ile siyaset arenasinda ki bütün partiler ister istemez rakipdirler. siyasi partileri kuran ve yasatan insanlar iki bölüme ayrilir: siyasetci-yönetici kesim ve üyeler-taraftarlar. siyasi partilerin yöneticileri yöneticilik koltuklari icin birbirleri ile rekabet ederler. bu rekabetin nedeni kariyer yapma ve ekonomiktir (para). siyasi partiler arasinda ki fark ideolojik olabildigi gibi, örnek AKP ve CHP arasinda ki fark, aralarinda ideolojik bir fark olmayip sadece bir cikar grubu olarak faaliyet yürüten partiler de var. mesela daha MHP’den ayrilan m. yazicioglu’nun BBP’nin ideolojileri aynidir: ülkücülük-türkcülük-irkcilik vs. diger bir örnek, almanya da sosyal demokratlar ile muhafazakarlar arasinda fazla bir fark bulamazsiniz. alman sosyal demokrarinin eski baskani schröder’e gazeteciler: “sizin muhafazakar CDU ile farkiniz nedir” diye sorduklarinda söyle cevap vermisti: ” biz onlarin yaptiklarini daha basarili-iyi bir sekilde hayata gecirecegiz.”
PKK ile KDP iki kürt ulusalcisi partidir. yani ayni tabana hitab ederler. hal böyle olunca bu iki parti kürtlerin destegini almak, ulusal ve uluslararasi arenada “kürtlerin asil temsilcisi biziz, yani muhatap biziz” rekabeti baslar. bu iki parti arasinda ki ideolojik farka gelince: PKK’yi ve talabani’nin YNK’sini laik CHP’ye benzetmek, KDP’yi de muhafazakar AKP’ye benzetmek yanlis olmaz. ideolojik farklar her zaman belirleyici olmayabilir. mesela talabani’nin YNK’si sosyal demokrat bir parti olmasina ragmen sii molla iran rejimi ile iyi iliskilere sahiptir.
http://marksist.net/oktay-baran/teror-soylemi-kime-hizmet-ediyor.htm
Sistemin öğrettiği yalanlarla zehirlenip bilmediğimiz tanımadığımız araştırmadığımız PKK -hdp-kdp BARZANİ hakkında yorum yaparsak galiba bilip bilmeden egemen hegemonyanın oluşturmaya çalıştığı algıyı yeniden üreten efendilerin aktörü pozisyonuna istemesekte düşeriz.
Bu farkı anlamayacak ne var pkk -kdp temel farkını sınıfsal karakterinden anlamak bile mümkün pkk kürt yoksulları pleplerinin ulusal politik örgütü kdp ırak kürtburjuvazisi komprador tüccar ve egemenlerinin millici ulusalcı devletçi partisi pkk kürt ulusal ağırlığına rağmen örgütünde türk arap Süryani ezidi türkmen bölgede yaşayan halkların özgürlükçü devrimcilerinide içinde barındırıp ilk defa bu kadim coğrafyada kapitalist moderniteye itirazı özgürlükçü toplumsal ekolojik kömünalizmi politik programlaştırıp yapabildiği ölçüde pratikleştirmeye çalışan devlet ve iktidarcı olmayan siyasi hayatımızın en farklı organizasyonu bu sitede yazanların çoğu kendine anarşist falan desede eski alışkanlıktan olsa gerek devletçi-millici-iktidarcı(iktidar olamayıp olmak için yanıp tutuşan) olduklarından iktidarcı devletçi olmayan ulusal halk hareketi pkk yi HDP yi anlamaları mümkün değil çünkü bütün bu zihinleri kuşatan içinde yaşadığımız maddi şartlar ve MODERNİZM zehirlemiştir site tartışmalarının metaforu ile biraz bu zehri ÖKSÜRELİM demekten dilimizde tüy bitti hala yukardaki yorumları görünce üzülmemek elde değil
AKP’ye faşist denmesine itiraz eden marxist argüman gibiler Erdoğan’ın şu sözlerine katılırlar mı acaba?
–
Cumhurbaşkanlığı’ndan açıklama
Cumhurbaşkanlığı, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Suudi Arabistan ziyareti dönüşünde ifade ettiği “Hitler Almanyası” benzetmesinin bazı haber kaynakları tarafından açıkça çarpıtılarak ve tam tersi bir mana verilerek kullanıldığını bildirdi.
Cumhurbaşkanlığından yapılan açıklamada, Erdoğan’ın Suudi Arabistan ziyaretini tamamlamasının ardından, dün İstanbul Atatürk Havalimanı’nda basın toplantısı düzenlediği anımsatıldı.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu toplantıda kullandığı “Hitler Almanyası” benzetmesinin bazı haber kaynakları tarafından açıkça çarpıtılarak ve tam tersi bir mana verilerek kullanıldığı vurgulanan açıklamada, basın toplantısında Erdoğan’ın altını çizdiği üç nokta şöyle sıralandı:
“1) Başkanlık sistemi üniter devletlerde de olur. Başkanlık sistemi, federalizme dayanmak zorunda değildir.
2) Hem parlamenter hem de başkanlık sisteminde esas olan, adalet ilkesinin uygulanması ve halkın beklentilerinin karşılanmasıdır.
3) İster parlamenter ister başkanlık modeli olsun, sistem kötüye kullanıldığında, Hitler Almanyasında olduğu gibi ortaya felaketle sonuçlanan kötü yönetimler çıkabilir. Ne parlamenter sistem ne de başkanlık sistemi, bu tür sonuçların ortaya çıkmasına tek başına engel olamayabilir. Önemli olan millete hizmet eden adil bir yönetim tarzının benimsenmesidir.”
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, bu hususların altını çizmek için Hitler Almanyası örneğini daha önce de verdiği belirtilen açıklamada, bazı basın kuruluşlarının “Erdoğan, etkili başkanlık sistemine örnek olarak Hitler Almanyasını gösterdi” şeklinde haber yapmasının tarafsız ve dürüst habercilik ilkeleriyle asla bağdaşmadığı vurgulandı.
Açıklamada, şu ifadelere yer verildi:
“Böyle bir benzetme söz konusu değildir. Holokostu ve antisemitizmi, İslamofibiyle beraber bir insanlık suçu olarak ilan eden Sayın Cumhurbaşkanımızın ifadelerinin Hitler Almanyasına olumlu bir gönderme gibi yansıtılmaya çalışılması kabul edilemez.”
http://www.hurriyet.com.tr/cumhurbaskanligindan-aciklama-40034633
–
Bu bile AKP diktatörlüğü ve Erdoğan liderliğinin faşist olduğunu kanıtlamaya yeter bence.
Marksist Argüman yazmasına karşın, kaba analizleri o rumuzuna yakışmıyor.
L. Bonapartei’ın 18. Brumaire’sinden..
” “Fransızların yaptıkları gibi, kendi ulusunun gafil avlandığını söylemek yetmez. Ne bir ulusun, ne de bir kadının, karşılarına çıkan ilk serüvencinin kendilerini iğfal edebildiği zaaf anı bağışlanır bir şey değildir. Şeyleri bu biçimde sunmakla sorun çözümlenemez, ancak başka bir biçimde ifade edilmiş olur. Nasıl olup da 36 milyonluk bir ulusun üç dolandırıcı tarafından ansızın faka bastırıldığı ve direnç göstermeden köleliğe sürüklendiği, gene de açıklanması gereken bir şey olarak kalır.”
Üç değil de “1 ” dolandırıcı da denilebilir.
Ve HDP’de bir “devlet dolandırıcılığı” ile “körkütük savaşçı-iktidarcı” geleneğin kurbanı olmuştur. Tarihsel salaklıklara eklenmiş, kaçırılmış, boğazlanmış bir fırsat. Her iki “taraf” için de…
***
CHP’ye gelince.
CHP tabanının çoğunluğunun arzularına aykırı davranıyor. Tabanının cesaretine layık olmayan parti. Gezi İsyanı eğer ki çoğunluk olarak CHP’ye oy verdiyse…
Aynı kitapta Marks yazıyor.
“”Burjuvazi, nasıl bir yıl önce devrimci proletaryayı başından atmak zorunluluğunu anlamış idiyse, şimdi de demokrat küçük-burjuvalardan kurtulmak gereğini hissediyordu…Proletarya partisinin gücü sokakta idi, küçük-burjuvazinin gücü ise bizzat Ulusal Meclisin bağrında.”
Görülür, proleteryaya destek vermediği için Marks küçük burjuvaziyi aşağılar.
Yani o günkü CHP kitlesini..
*
Gerçekleşmeyecek olsa bile “olması gerekeni” söylemek, politik açıdan yanlış değil; insani açıdan zorunludur…
*
Fazla politik olanların, hayatın dinamiği içindeki ayrıntıları kaçırması kaçınılmaz; kendine aşır güç vehmedenler; ister askeri, ister siyasi, ister “argümancı” olarak, öyle kolay bir çuval incir pisletir ki.. aynı PKK gibi…Elinde yalnız çekiç olanların, her zaman o çekici kullanmaya hevesli olması gibi..
*
Siyaset sınıflardan kopabilir! Er ya da geç oraya döner ama koptuğu zamanlarda da bu “marksist argümancılar” çuvallar;
ve şöyle anılırlar. “Onlar halkın haklarını temsil ediyorlardır, onların çıkarı halkın çıkarıdır. Dolayısıyla girecekleri bir mücadele için değişik sınıfın çıkarlarını ve konumlarını gözden geçirmeleri de gerekmiyordur… Onların işareti vermesi yetecektir, halk bütün tükenmez kaynaklarıyla çökecektir zalimlerin üzerine…” Pratikte başarısız olunmuş, güçlü taraftar bulamamışlarsa “bu ya bölünmez halkı birçok düşman kamplara bölen kötülükçü safsatacıların, ya demokrasinin hedeflerini kendi öz iyiliği olarak değerlendiremeyecek kadar sersem ve kör olan ordunundur, ya da uygulamada bir ayrıntı her şeyi berbat etmiştir, ya da artık beklenmedik bir rastlantı bu kez oyunu kaybettirmiştir. Her halükarda demokrat, mücadeleye nasıl masum girdiyse en rezil bir yenilgiden de lekesiz, hatasız çıkar… kendisi ve partisi eski konumunu terk etmeyecektir, tersine, koşulların olgunlaşıp onlara yaklaşması lâzımdır.” (aynı kitap…)
“Siyaset sınıflardan kopabilir!” Yanlış anlaşılmasın; sınıf adına ama sınıftan bağımsız davranma olarak yazdım.
Hitler ve Stalin gibi!
Sınıf adına ama sınıfın çıkarını belirleyen bir “devlet” örgütü olarak…
*
Yaşadığımız gibi…
ve PKK’da devlet gibi.. “Halk” adına ama kendi “inandığı” gibi..Ya da “örgüt” çıkarını halkın çıkarı sayan “Devlet Partileri” gibi..
Özgürlükçü mahlaslı site müdavimi bana fena yüklenmiş. Ama keşke doğru anlayıp yüklenseydi. Ben hdp’nin ve Demirtaş’ın seçimler döneminde doğan medyasının yıldızı olduğunu; artık öyle olmadığını yazmıştım.
Bu da gayet açık. Kırpıp kırpıp yıldız yaptılar, sonra bir tarafa attılar. Demirtaş’ın ve hdp’nin bunu görmesi lâzımdı.
Sayın “marxist argüman”; ciddi politikacı güçleri biriktirip birleştirir ve hedefe doğru yönlendirir. Bunun için de politikalar üretir. Ciddi politikacı olmanın anarşizmle çelişen bir yanı olmasa gerek. Tabii anarşistler müzmin muhalif olmaktan memnun değillerse….
Hdp ne yaptı? Seçim dönemi boyunca ve ilk seçimden sonra bile sürekli olarak AKP ile koalisyon yapmayacağına dâir yemin billahlı sözler vermekten başka ne?! Koca bir hiç… MHP ile bile koalisyona hazır olduğu mesajı verdi. CHP-MHP koalisyonuna dışardan destek vereceğini bile ilan etti. Bu kadar kişiliksiz ve aciz bir politika…
Pkk’nin kör şiddetini yarım ağızla eleştirdi; Kandil’den sert fırçayı yiyince o yarım ağzı da kapattı. Hendekler saçmalığına karşı samimi bir itiraz, doğru bir eleştiri yapmadı.
1 milyonluk oy kaybı… Kürd illerinden bu kayıp. Bu sonuç yeterince açıklayıcı. Ama anlamak istemeyen ciddiyetsiz politikacılar yine bildiğini okumaya devam ediyor.
Ağaçkakan efendi AKP ile kualisyonu bizim yapmamız pek mümkün değil henüz o seviyede devletçi iktidarcı faşistleşemedik iyisimi sen akp ile kualisyon henüz yapmamışsan hazır eski efendiler akp ile toka yapıp HDP ve kürtler bilumum özgürlükçü toplumsal muhalefeti imha etmeye çalıştığı iklimde darbece Kemalist ırkçı şövenler+dinci cihatçı faşistlar+ağaçkakangiller itifakı ile mili ve zilli kualisyon yaptığınızı bilmiyormuyuz devam edin????
gün abi aktroll değilim bunu peşin peşin yazayım.
polemik yaratmak için sormuyorum, şunu çok merak ediyorum, akp’ye oy veren insanların çoğunluğunu ‘anadolu çomarı’ diye bir kalıba sokmak kime ne avantaj sağlar?
1 kasım’da hdp’ye oy verdim. 31 aralık gecesi arkadaşlarımla kutlama masasındayken, hdp’den de akp’ye 1 kasım’da oy göçü yaşandı, yani bu insanlar da ‘çomarlaştı’, diyenler oldu! sinirden ne cevap vereceğimi bilemedim! hdp’ye gönül vermiş insanların çoğu, 7 haziran’dan beri korkutulduklarından 1 kasım’da akp’ye göç ettiler. bu insanlara ‘çomarlaştıklarını’ söyleyip, yangına körükle gitmiş olmuyor muyuz? bugün hdp’yi savunmak özgürlüğü savunmaksa eğer, insanları çomarlık derecelerine göre tasnif etmek kime ne sağlayacak gün abi?
Kürtler her geçen gün yalnızlaşıyor.
https://www.youtube.com/watch?v=BCpWzpA998w
Ruşen Çakır
haklısın.
ak troller burayda inmis…….
chh-mhp koaliyonunu disardan desteklemek neyin ciddiyetsizligini gösteriyor anlamis degilim türkiyenin
derhal akp belasindan kurtulmak icin cok ugras ve capa göstermisdir hdp bana kalirsa daha fazla yapabilirdi,bu sarttlarda kimsenin lüks yapacak durum yok ortalik kan ve gözyasi eger bunu chp-mhp koalisoyunu durduracaksa yine desteklemesi gerek hdp.erdogan tamamen rasyonalist düsünceden uzak kendini bütün varligini yeni osmanliya baglamis bunlara biz göz yumacayiz ve özgürlükden bahseteceyiz…..trajikkomedi!!!türkiye kendini büyük bir kabusa hazirliyor bana kalirsa belki bazi partiler ve örgütler undan sonra ki türkiye düsünüp ve kuruyorlar,türk-sünni kesimin bunu cözecene galiba kimse inanmiyordur.ancak br büyük savas yenilgi ille akp giter düsünür ola bilirler,hdp özelikle demirtas simdiye kadar gercekten acik özgürlükcü toplum anlaysini savundular kendilerini kutluyorum ama yukarida ki yazimda belirdim gibi pkk ile köprüleri yikmasa baris ve kardeslik söylemi tutmaz inandirici olmaz.pkk akpnin savas politikasi iflas edecenden emin ve o yüzden hdp rahat hareket edirmiyor.sonuc bence türkiyenin bir büyük savas maglubiyetinden sonra bir kürdistan devleti cikaca ve türkiye toplumunun degisecene tarih bunu göstermisdir.
anonim 21 ve onun gibi düşünen haziranda hdp ye oy verip kasımda akp ye oy veren seçmen sayısı haziranda chp ye oy verip kasımda akp ye oy verenlerden çok az olmasına rağmen kasım seçimindeki akp oy artışının sebebi olarak hdp gösterilmesi bile akp yi yenebilecek gücün hdp olduğu bilinç altının tezahürü değilse kasıtlı HDP itibarsızlaştırması olabilir inanmıyorsanız seçimden sonra oy geçişlerini sahada araştırıp açıklayan adil gürün araştırmasına bakın chp haziran oyundan %2.5 kasımda akp ye kaptırdı ama diğer ve MHP den kasımda aldığı ile telafi etti HDP akp ye ve chp ye oy kaptırdı kasımda toplamı 1 milyon hepsi akp ye gitmedi bir kısmı chp ye gitti yazının başlığındaki zileli cümlesi bu gün HDP yi savunmanın tam zamanı değilse ne zaman eski yeni bütün sistemin aktörlerinin hedefine alıp imha etmeye çalıştığı tek aktör HDP ise kendine bu düzenin karşıtıyım diyenin önce yaptığı işin kurduğu cümlenin kime hizmet ettiğine bakması lazım değilmi???hem düzene sisteme itirazım var diyeceksin hem de düzenin sistemin programına amacına hizmet eden cümle kurup iş yapacaksın ondan sonrada burda ona buna laf yetiştireceksin ıktır git bak işine önce yerini belli et kimden yanasın bu iklimde zalimden yana isen korkudandır korkmakta insani bir duygudur korkanların korkusunu yenecek seviyede başarı siyaseti ve güven veremediysek eksiklik bizdedir(HDP) Konferans çalışmalarında bütün bu ve benzer yetmezliklerimizi derinlemesine açığa çıkarıp olumlu tüketmeye çalışacağız.
“Özgürlükçü”; AKP ile hdp artık tabii ki koalisyon kuramaz. Hdp bu fırsatı kendi eliyle tepti. Artık hiç bir parti ile koalisyon kuramaz. Artık tek başına iktidarı zorlaması gerekecek! 🙂
Devlete ait silah tekelini kırma heveslisi şiddet örgütünü eleştiremedi. Mücadelesini demokratik yollardan vermeyi başaramadı. İlk kışkırtmada gaza gelerek söylemini sertleştirdi. Devletin oyununa geldi. Oysa politika ciddi iştir; sloganlarla yürümez.
Ankara katliamının sıcağı sıcağına, henüz ölülerin yattığı meydanda partisine oy istedi. Büyük oy kaybıyla aldı cevabını.
Ama anlamış görünmüyor. Hâlâ aynı sorumsuz dili kullanıyor ve insan ölümlerinin bir tarafı olmayı sürdürerek ve daha da kötüsü, yabancı devletlerden gelecek desteklere bel bağlayarak bir şeyler elde etmeyi umuyor.
Ağaçkakan, sana aktrol/TCtrol diyebilir miyim?
O.Gürsel yukarıda şöyle yazmış:
“CHP tabanının çoğunluğunun arzularına aykırı davranıyor. Tabanının cesaretine layık olmayan parti.”
CHP’li tabanı az çok biliyorum. Burjuva ve kapitalizme inanmış, sosyalizme çok uzaktan sadece sempati besleyen kişiler. Ayrıca CHP tabanı kendi başına alternatif oluşturabilecek ve yönetime bir şey diyecek durumda değil.
Diğer bir önemli noktada şu: CHP ile AKP ruh ikizidir, ortak ideolojiyi paylaşmaktadır. Bu ortak ideoloji de neoliberalizm ve kapitalizmdir. Onlar için sorun bu ideolojinin her seferinde kazanmasıdır. CHP tabanının da (çoğu için söylüyorum) bu ideoloji ile bir problemi yoktur. Bu yüzden CHP kapitalizm ve neoliberalizm konusunda AKP’ye köstek değil şu veya bu şekilde yardımcı olan bir partidir.
Bu yüzden AKP’ye karşı CHP’den destek beklemek ölüden medet ummak gibi olacaktır.
Diyebilirsin, ama sadece dediğinle kalmış olursun. Benim argümanlarıma karşılık vermeyip “aktrol, tctrol” demekle yetinmen tartışmamızı takip edenlerin gözünde bir anlam ifade eder.
Şimdi aklıma geldi; bu trol lafı yokken sizler ne buluyordunuz karşıtlarınızı itham etmek için? Sol jargonun “revizyonist”, “oportünist” vb laflarının hepsini birden karşılar oldu bu “trol” lafı. Bu da popüler kültürle ilgilenenlerin incelemesi gereken bir konu olmalı.
“AKP’ye altı ay önce en ölümcül darbeyi indiren partinin boğazını kesmek üzereler ve bizler bu durumu önleyebilmek için gerekenleri yapamaz durumdayız.” diyen Gün Zileli zavallı durumu itiraf etmektedir. Demek ki halk oyu yeteri kadar alınmamaktadır. O zaman proplem diğer partilerde (VP, DSP, HYP, HSP, ÖDP, BDP, BBP, H ve E, LDP, EDP, EMEP, SHP, TP, TKP, YP) olduğu gibi seçmeni ikna edememek olduğu açıktır. HDP Rusyanın partisi pardon Türkiye’nin partisi ise seçmen ikna edilecek ÖNLEMENİN tek yolu bu Gün efendi. Eskiden olduğu gibi başka yollara pardon HENDEK lere giderseniz o kazdığınız çukurlar sizlerin ancak mezarları olur. Tarih tekerrürden ibaret olduğunu en iyi sen bilirsin!
agackakan ve anarsistB’nin yazdiklarina yorum:
önce sunu belirteyim: demokrasi rejiminin adina “serbest secimler” denilen “sirk-tiyatro” oyununa figüran-secmen olarak katilmayi red eden biriyim. sayin zileli gibi kendisine devrimci-anarsist diyen insanlar bu sirk-tiyatro oyununu teshir edip, bunun “demokratik kapitalist tezgah”in islemesinde oynadigi fonksiyonu okuyucularina aciklayacaklarina, devleti yönetmeye talip rakip fraksiyonlardan birini digerine tercih etmeyi “sisteme muhaliflik” saniyorlar. hal böyle olunca, siyasi tartismalarin icerigi sürekli AKP, CHP, MHP gibi burjuva partilerini karsilastirmak, birini digerine tercih etmek oluyor. mesela söyle konular bu arkadaslarin hic ilgisini cekmez: sosyal piyasa ekonomisi nasil isler, ekonomik büyüme ne demektir, ekonomi gercekten sürekli büyümek zorunda mi, gayri safi milli hasila ne demek; nasil hesaplanir, finans krizi, devlet nedir, “ulus” denilen sey nasil ortaya cikmistir, atmosfer ve cevre kirliliginin kapitalist üretim ile iliskisi, NATO, mülteci sorununun kaynagi, amerikan dünya düzeni ne demektir, soma da 301 iscinin öldügü “kazalar” ne anlama geliyor, soma da ki “kaza” ile ilgili mahkemeler devam ediyor, bu mahkemerde kim ne anlatiyor vs. vs.
agackakan, senin yazdiklarindan siyaset kurumunu ve siyasetcileri idealize ettigin belli oluyor. yani sen “ciddi ve sorumlu” siyasetciler tarafindan yönetilmeyi-güdülmeyi icsellestirmissin, bu yöneten-yönetilen iliskisini dogal gördügün icin sorgulamak aklina bile gelmiyor. bizim gibi siradan insanlarin kaderini belirleyen iki kesim var: devleti yöneten politikacilar ve isveren sinifi. bu gercegi inkar edemeyiz. yalniz benimle senin farkin, ben senin gibi beni güdecek, bana liderlik yapacak, yol gösterecek “ciddi ve sorumlu” siyasi liderler aramiyorum. birde ekonomik üretim tekelinin isveren-kapitalist sinifinda olmasi, bizim gibi siradan insanlarin ekmek parasi kazanmak icin önce kendisine is verecek bir patron bulma mecburiyeti, bu durum da bir doga-tabiat kanunu degildir. sayin zileli, su “AKP modundan” cikin artik, biraz da bu konulara kafa yoralim. yoksa bir AKP, CHP, MHP taraftarindan ne farkimiz kalir?
anarsistB, yazdiklarina katiliyorum. yalniz kafa karisikligina meydan vermemek icin: kapitalizm bir ideoloji degildir, özel mülkiyete, para’ya, kar’a-kazanc’a, para’nin; sermaye’nin-kapital’in sürekli-sonsuz birikimi prensiplerine dayali ekonomik üretim bicimidir. “neo liberalizm” denilen iktisadi politikalardan kast edilen, kapitalist devlet’in ekonominin aktörlerine daha fazla serbestlik tanimasi. son finans krizinde gördük, kapitalist devlet finans sektörünün-bankalarin borclarini üstlenip, piyasaya “taze” para pompaladi, ekonomiyi tekrar “düze” cikardi. yani devlet, kapitalist ekonominin kurucusu, koruyucusu ve garantörüdür.
http://www.gunzileli.com/2013/07/03/devrim-kitlelerle-yasar-silah-devrimi-oldurur/
http://www.gunzileli.com/2012/12/02/reeldemokrasisinin-uc-temeli/
sahte pardonları hiç sevmem.
Sayın “marxist argüman” 29,
Her ne kadar, kullandığınız mahlasın başında [marxist] yazıyor olsa da; “29” numaralı metninizin ekseriyetine katılıyoruz.
Bizler, bebekliklerinden itibaren patron kıçı yalamak için yetiştirilmiş “Beyaz Ya-LA-ka”larız, ne yazık ki!
Özellikle şu ifadelerinize:
1.
[piyasa ekonomisi nasil isler, ekonomik büyüme ne demektir, ekonomi gercekten sürekli büyümek zorunda mi, gayri safi milli hasila ne demek; nasil hesaplanir, finans krizi, devlet nedir, “ulus” denilen sey nasil ortaya cikmistir, atmosfer ve cevre kirliliginin kapitalist üretim ile iliskisi, NATO, mülteci sorununun kaynagi, amerikan dünya düzeni ne demektir, soma da 301 iscinin öldügü “kazalar” ne anlama geliyor, soma da ki “kaza” ile ilgili mahkemeler devam ediyor, bu mahkemerde kim ne anlatiyor vs. vs.]
2.
[yöneten-yönetilen iliskisini dogal gördügün icin sorgulamak aklina bile gelmiyor. bizim gibi siradan insanlarin kaderini belirleyen iki kesim var: devleti yöneten politikacilar ve isveren sinifi. bu gercegi inkar edemeyiz. yalniz benimle senin farkin, ben senin gibi beni güdecek, bana liderlik yapacak, yol gösterecek “ciddi ve sorumlu” siyasi liderler aramiyorum. birde ekonomik üretim tekelinin isveren-kapitalist sinifinda olmasi, bizim gibi siradan insanlarin ekmek parasi kazanmak icin önce kendisine is verecek bir patron bulma mecburiyeti, bu durum da bir doga-tabiat kanunu degildir. sayin zileli, su “AKP modundan” cikin artik, biraz da bu konulara kafa yoralim. yoksa bir AKP, CHP, MHP taraftarindan ne farkimiz kalir?]
3.
[kapitalizm bir ideoloji degildir, özel mülkiyete, para’ya, kar’a-kazanc’a, para’nin; sermaye’nin-kapital’in sürekli-sonsuz birikimi prensiplerine dayali ekonomik üretim bicimidir. “neo liberalizm” denilen iktisadi politikalardan kast edilen, kapitalist devlet’in ekonominin aktörlerine daha fazla serbestlik tanimasi. son finans krizinde gördük, kapitalist devlet finans sektörünün-bankalarin borclarini üstlenip, piyasaya “taze” para pompaladi, ekonomiyi tekrar “düze” cikardi. yani devlet, kapitalist ekonominin kurucusu, koruyucusu ve garantörüdür.]
bu sayfada ve bu sitede görüş bildiren kişilerin çoğu dikkat etmez! Çünkü işlerine gelmez!
Örneğin, bu sayfada sayın “ogürsel”, yine, her zaman yaptığı gibi; kendini “sol’da” zannedip kapitalizmi öksürmeyi unutmaya devam ediyor!
Örneğin, sayın Gün Zileli, “K.O.B.İ.” kavramı ve uygulamasının, kapitalizmin günümüz çekirdeklerinden biri olduğunu öğrenmek de istemiyor, özgürleştirmek de istemiyor!
Örneğin, “24 Ocak 1980 kararları nedir?” sorusunun cevabını hiç ama hiç merak etmezler!
Peşinen belirtelim:
Bizler, yani bebekliklerinden itibaren patron kıçı yalamak için yetiştirilmiş “Beyaz Ya-LA-ka”lar; “Marxist” değiliz. Fakat, dünya genelinde, yüzbinlerce “Marxist” olan ve “Marxist” olduğunu zanneden müttefikimiz var.
Sayın “marxist argüman” 29,
( http://www.gunzileli.com/2015/05/28/diktatorluge-karsi-direnis-barikatina-bir-tas-da-sen-koy/ ) adresindeki “yorumlar” kısmında yazılan bütün metinleri dikkatle incelemenizi öneriyoruz.
Sizin de sorduğunuz soruların önemli bir kısmının cevabına, yukarıdaki sayfada ulaşabilirsiniz.
Özellikle, sizin de işaret ettiğiniz [Kapitalizm; bir doğa-tabiat kanunu değildir!] açıklamanız çok önemli!
Ama gelin görün:
Sayın “ogürsel” gibi şahıslar bunu anlamak istemiyor! İşte ispatı: [bence “rekabet” doğanın temelinde mevcut. Dayanışma, yardımlaşma da. Örneğin en başında 100 milyon sperm rekabet eder, ovymu döllemek için! Ve rekabet hayatın olmazsa olmazıdır!] Okumuş olduğunuz köşeli [] parantez içindeki ifadeyi “Diktatörlüğe Karşı Direniş Barikatına Bir Taş da Sen Koy!” başlıklı yazının altında, “286” numaralı kısımda sayın “ogürsel” haykırdı!
“Doğanın, hayatın içinde akan, doğal olan, katıksız olan ‘rekabet'” mekanizması ile,
“Kapitalizmin dayattığı (artificial) yapay ve (deadly) ölümcül ‘rekabet'” hastalığını birbirine karıştırıyorlar!
Arasındaki farkı görmek istemiyorlar!
Bu mühim konu hakkındaki detaylı açıklamalara;
( http://www.gunzileli.com/2015/05/28/diktatorluge-karsi-direnis-barikatina-bir-tas-da-sen-koy/ ) adresindeki “yorumlar” kısmında yazılan metinlerle ulaşabilirsiniz.
Esen kalın.
O.Gürsel’in CHP kitlesiyle ilgili yorumu üzerine benim de söylemek istediklerim olacak.
Bu iktidardan kurtulmak isteyen bu kitlenin, daha doğrusu genel olarak, seçim ve darbe yollarıyla gitmesi mümkün olmayan bir iktidardan kurtulmak isteyen kitlelerin yapması gereken şey çok basit: Örgütlü ve liderli bir hareketle (Gezi türü protestolarla -ne kadar yaygın olsa da- değil) ve gerekirse silahlı mücadele dahil zor yoluyla iktidarı devirmek.
Bunu yapmadan sistemin bir parçası olmayı sürdürüp, işte/okulda/evde/yolda, para kazanıp harcamakla geçen hayatı sorgulamadan devam ettirip, sonra da 4 yılda bir oy kullanarak iktidarın değişmesini istiyorlarsa o iktidar değişmediğinde şikayet etmesinler o zaman.
http://devrimcidemokrat.com/serbest-kuersue/2234-ibrahim-gueclue-pkk-n-n-hendek-savas-kuert-savas-degil-bir-vekalet-savas-d-r.html
Yukarıdaki yorumda geçen rekabet ve eşitsizlik konusundaki tartışmayla ilgili olarak, değişik bir bakış açısına sahip bir görüşü aşağıda alıntılamak isterim (S. Ateş’in Kuran tefsirinden, 1.cilt s. 360,361. kaynağa takılmamak lazım, önemli olan söyleyen değil fikirlerdir)
“Belli bir şeyi yapmak zorunda bırakılan, onun dışına çıkamaz ve yaptığından sorumlu olmaz. Bize en yakın misal kendi organlarımızdır. Kanı pompalamak ve emmek için kasılıp gerilmek üzere yaratılmış olan kalp, bu hareketi zorunlu olarak yapar. Mide de sindirim asit ifrazı ve kasılıp gerilme görevini sürdürür. Bunlar bu iş için yaratılmışlardır, bunun dışına çıkamazlar. Ama insanın kendisi öyle değildir. Bu organların bütünü olan insan, akıl ile seçme yeteneğine sahiptir. Herkesin akıl gücü ve yeteneği aynı olmadığı için düşünceler de farklıdır. Düşünce farklılığından dolayı da ihtilaf doğar. O halde insanlar arasında ihtilaf olması doğaldır. Çünkü bu düşünce farklılıklarından doğan ihtilaflar, insanları yarışmaya, rekabete sevk eder. Yarışma, rekabet de ilerlemeye, kalkınmaya yardım eder. Mücadele, insanları birbirinden üstün ve kuvvetli olmaya iter. Bu da sanayiin, ilmin gelişmesine neden olur.”
HDP Kaynıyor; Demirtaş Çırpınıyor!
Uzun süredir var olan ama dışarıya yansıtılmamaya çalışılan sorunlar, Selahattin Demirtaş’ın “içimizdeki Erdoğan seviciler” açıklamasıyla su yüzüne çıktı. Demirtaş’ın açıklamasından hemen sonra Sırrı Sakık, Hasip Kaplan ve Adil Zozani’nin tepki vermesi ve “Demirtaş kimi kast ediyorsa açıklamalıdır” demeleri dikkatleri HDP’ye çevirdi. Her ne kadar Figen Yüksekdağ durumu kurtarmaya çalışsa da, yaşanan iç hesaplaşma gündemden düşürülemedi.
Demirtaş Ortada kaldı!
Öcalan tarafından “veliaht” seçilen Demirtaş, seçim sürecinde başarılı bir grafik çizdi. Kemalist ve Fethullahçı medyanın olağanüstü çabasıyla “Türkiye’nin umudu” haline gelen Demirtaş, ummadığı ilgi karşısında bocalamadan rolünü oynamaya başladı. Bu süreç içerisinde İmralı ile bağları kopan Demirtaş, Kemalistlerin gazına gelerek tek hedef olarak “AKP’yi devirmek” planının en kullanışlı aktörü haline getirildi.
Demirtaş’ın bu “Kemalist blok” tercihi Öcalan’ın geçmişiyle örtüşse de; Öcalan’ın ‘Kim devlete hükmederse onun hizmetinde olduğu’ gerçeği, AKP’nin devletleşmesi sonucu AKP vasıtasıyla devletin hizmetine girmesiyle Öcalan hem geçmiş söylemleriyle hem de Demirtaş’ının bu günkü duruşuyla örtüşmeyecek bir noktaya geldi. Bu değişimin en somut hali, 2013 Newroz’unda okunan Öcalan mektubunda “İslam kardeşliği” vurgusuyla somutlaşan Neo Osmanlıcılık anlayışı idi. Bunu “Eşme ruhu” açıklaması izledi ve PKK’nin devlete bağlı yarı resmi milis gücü olması yönünde düşünceler geliştirildi. Demirtaş bu değişimin bilincindeydi ve de parçasıydı. Ancak Öcalan’a rağmen ne Demirtaş ne de başka birinin açıkça tavır alması söz konusu değildi.”İslam kardeşliği” söylemi içten içe HDP’yi huzursuz etmiş, Kemalist Türk solu bu rahatsızlığını cılız da olsa dillendirmeye başlamıştı.
PKK’nin Suriye’de Esad’tan yana tutum alması ve bu tutumun Türkiye/AKP politikalarıyla çatışması, “süreç” denilen ve Kürdleri devlete (AKP eliyle) monte etmeyi amaçlayan projesi sekteye uğradı. Her ne kadar “Başkanlık” sorunundan dolayı iplerin koptuğu söylense de, esas sorun PKK/PYD’nin Türk devleti ile önceden varılan “İslam Kardeşliği” projesini terk ederek Şii blokta yer almasıydı.
AKP ile iplerin kopması ve İmralı ile görüşememenin de verdiği rahatlıkla Demirtaş Kemalist blok’ta tereddütsüz yerini alırken, HDP’yi de sistem içi kavgada Kemalistlerin motor gücü yaptı. Hatırlanacağı gibi seçim sürecinde HDP neredeyse Kürdlerle ilgili bir tek soruna değinmezken, tamamen rejimin bekçisi gibi davrandı ve tek amaç olarak “AKP’yi indirme” projesinin aktif bir parçası oldu. AKP’nin zorlanması ve “indirilebilir” umudunun artması Demirtaş’a büyük bir “prestij” kazandırdı Kemalist çevrelerde. 7 Haziran seçimlerinde HDP’nin elde ettiği başarıda bir bütün olarak Kemalistlerin direkt/dolaylı desteğinin payı oldukça fazlaydı. Bu başarıda, AKP’nin ırkçı söylemleri ve PKK ile Kürdleri özdeşleştirme yanılgısı yanında reformlardan vazgeçme mesajları da etkili oldu kuşkusuz. 1 Kasım’da HDP’nin düşüşe geçmesinde, Kürdlerin umduğunu bulamaması ve hendek siyasetiyle yaşamın zehir edilmesi bir etken idi; diğer bir etken ise AKP’nin fabrika ayarlarına dönerek PKK-Kürdler ayırımını yapması ve Kürdlerle PKK/HDP dışında ilişki kurma yollarını açarak reformlara devam edeceği sinyallerini vermesiydi.
Hendeklerle zor durumda kalan HDP, ne engelleyebilecek iradeye sahipti ne de bunun inandırıcı bir açıklamasını yapacak durumdaydı. Utangaçça “hendekler yanlıştır” dense de sesleri hemen kesildi ve susturuldular. Halkın desteğini hızla yitiren HDP, AKP’nin “artık muhatap HDP değil” çıkışıyla da tamamen işlevsiz kaldılar.
Hendeklerin HDP’yi olumsuz etkileyeceği bilinmesine ve başta Demirtaş olmak üzere birçok HDP’li Hendeklere karşı olmasına rağmen açıkta tutum alamadılar. Daha sonra “birileri” tarafından kulakları çekilince de açıkça Hendek amigoluğuna soyundular. PKK’nin İran/Rusya tercihi, Qandil’in harekete geçmesini sağladı ve HDP’yi açıkça oyuncağa çevirdi. Demirtaş’ın Rusya gezisi de, AKP ile iplerin kopması, demokrasi söylemlerini boşa çıkarması ve Hendeklerin savunulması stratejisinin bir parçasıydı kuşkusuz. Düne kadar “Çipras” diye pazarlanan Demirtaş, bugün ne yaptığını bilmeyen ve başkaları tarafından yönetilen ucuz bir piyon durumuna düşmüş durumda.
Demirtaş’ın “Kürdlük” Sevdası
Kemalistlerin iktidar olacağını varsayan Demirtaş, AKP ile ipleri koparmada sakınca görmedi. Dahası Kürdlük ile ilgili her türlü söylemi “çöpe atarak” adeta milliyetçi bir Türk partisinin Başkanı gibi davranmaya başladı. Güney’e ve Bağımsız Kürdistan düşüncesine açıkça saldırdı. Güney (PDK/Berzanî) ile AKP’yi ve AKP ile IŞİD’i özdeşleştirerek dolaylı olarak Güney ile IŞİD arasında bir bağ varmış gibi çirkince suçlamaların baş aktörü oldu. Sadece AKP ile değil aynı zamanda Güney/Berzanî ile de ipleri kopardı. Ancak işler umduğu gibi gitmeyince tekrar AKP tarafından muhatap alınmak için çırpınmaya başladı. AKP’den yüz bulamayan ve Kemalistler tarafından da (kullanılacak bir şeyi kalmayınca) yavaş yavaş terk edilen Demirtaş, sinsice/kurnazca Kürdistani söylemlere sarılmaya başladı. Çünkü Demirtaş’ın tek umudu Güney/Berzanî ile sıcak ilişki geliştirerek tekrar AKP ile masaya oturacak bir aktör olabilmektir. Demirtaş açıkça Kürdistani söylemleri ve Güney Kürdistan’ı bir araç olarak kullanmak ve eski konumunu elde etme gayreti içine girdi.
Demirtaş’ın “içimizdeki Erdoğancılar” söylemi aslında içimizdeki “Berzaniciler” idi. Açıkça Güney/Bezani’nin HDP içindeki etkisini dillendirmekten kaçınan Demirtaş, dolaylı yollardan bu rahatsızlığını dile getirmiş oldu. Güney/Berzanî düşmanlığında sınır tanımayan PKK/HDP içindeki Kemalist bloğun en aktif elemanlarından biri olan Selahattin Demirtaş’ın “Kürdistani” söylemleri ve Güney/Berzanî’ye dair olumlu yaklaşımı çaresizlikten başka bir şey değildir. Bu gerçeği görmeyen Kürd politik çevreleri, Demirtaş’a anlam yüklemeye başladılar. Yıllardır yanılan Bu çevreler, “ılımlı” bir söylemin nedenlerini bilemeyecek kadar acizdirler. Bu acizliklerinden ve kişiliksizliklerinden dolayı her seferinde HDP/PKK ihanetinin kendini tekrar üretmesine katkı sunuyorlar. “Birlik” adı altında PKK/HDP ihanetini meşrulaştırma aracına dönüşen bu kesimin Demirtaş’a dair “umut verici” açıklamaları ya cahilliklerinden ya da gizli Apoculuklarından kaynaklıdır.
Demirtaş, Derin Kemalistlerin hizmetkarlığında sınır tanımayan kirli bir aktördür. Bu kirli yüzü deşifre olunca, düşmanlık ettiği “Kürdistani söylemlere” sarılmaya başladı. Bir numaralı düşman olarak gördüğü Başkan Berzanî’ye dair olumlu söylemleri de, tekrar sahnede yer almak içindir kuşkusuz.
Bu gerçekliğin görülmesi ve Güney/Berzanî tarafından da bu kirli aktörlere ve anlayışlarına prim verilmemesi gerekiyor.
HDP her açıdan sıkışmış durumda. Bu devlet projesinin çaresizliği ve güçsüzleşmesi Kürdlerin lehinedir. Çünkü HDP sırf Kürdleri ulusal sorundan uzaklaştırmak için kurulmuş kirli bir yapıdır. Hendek rezaleti ile birlikte köşeye sıkışan HDP, hem Kürdlerden uzaklaşıyor hem de Beyaz Türklerin desteğini kaybediyor. Bu bunalımlı döneminde bir “can simidi” olarak Kürdlüğe ve Berzanî’ye sarılmaya çalışan HDP ve Demirtaş’a yeniden ihanet için fırsat verilmemelidir. Görünen o ki, HDP ciddi ayrışmalara ve hesaplaşmalara gebedir. HDP’nin yiyeceği her darbe Kürdlerin lehinedir. Kuşkusuz ki HDP içinde yaşanan karmaşa ve sorunlar olduğu gibi PKK içinde de yaşanıyor ve birbiriyle bağlantılıdır. Umarız ki Kürdler bu kargaşayı doğru okur ve bu ihanet çetelerine koltuk değneği olmazlar; en fazla da Güney Kürdistan’ın çok dikkatli ve kararlı olması gerekiyor…
Haber/Yorum
03.01.2016
http://www.nasname.com/a/hdp-kayniyor-demirtas-cirpiniyor
“HDP’nin yiyeceği her darbe Kürdlerin lehinedir.”
akıl, fikir, izan, vicdan!
30 nolu yoruma cevap:
-“marxist” sifati sizi yada seni niye rahatsiz etti, anlamadim. yazdiklarim icinde seninde onayladigin kapitalizm elestirilerini ben marx denilen adamin “kapital” kitaplarindan ögrendim. hem bu elestirileri onaylayip hem de “marxist” sifatindan rahatsiz olmani anlamis degilim. “ogürsel” adli yorumcunun yazdiklari ortalama bir CHP’linin görüslerini yansitiyor. sayin zileli’nin bundan önceki üc yazisinin altinda gürsel arkasin fikirlerini “ulusalci solculuk” olarak elestirmistim zaten. gürsel’in kapitalist sömürü iliskilerine de ulus-devlete de herhangi bir elestirisi yok. “rekabet hayatin dogal bir parcasidir” diyen gürsel gibi insanlar, kapitalizmi insanlara benimsetmek icin uydurulan ideolojilerin bilincli yada bilincsiz sözcülügünü yapiyorlar. bunlari teshir etmek görevi herkesten önce marxistlere düser.
madem konu rekabetten acildi, birkac sey yazayim:
– sinifli kapitalist toplum tamamen rekabet prensibine göre isler. fransiz burjuva devriminin o cok idealize edilen “esitlik” ve “özgürlük” ilkeleri sözkonusu bu rekabetin esit kosullarda hayat bulmasindan baska bir anlama gelmez. fransiz devriminin “kardeslik” prensibi ise “ulus-millet” yada “halk” denilen kollektifin sinifsiz-imtiyazsiz homojen bir kütle oldugu ideolojisini-propagandasini vaaz eder.
– sinifli kapitalist dünyada gerek bireyler arasinda gerekse de gruplar, sirketler, siyasi partiler, uluslar-devletler arasinda ki rekabet birbirinin gözünü oyma, dirsek atma, celme takma, ekonomik iflasa sürükleme, tehdit-santaj gibi cesitli yöntemlerle gerceklesir. ilkokuldan itibaren daha iyi notlar icin yarisan-yaristirilan ögrencilerden tutalim, meslek hiyerarsisinde yükselmek icin yarisanlara, bir ise basvuran isci adaylari arasinda kiran kirana bir rekabet vardir. bu rekabeti organize eden kurum devlet denilen üst otoriteden baskasi degildir.
– devlet denilen siyasi otorite, yani devletin siddet tekeli olmasa, cikar catismasi ve rekabete dayali böylesi materyalist bir toplumun kurulmasi ve bir gün bile yasamasi mümkün degildir. yani kapitalist toplum, tamami ile burjuva devletin ve o’nun yönetim bicimi olan demokrasi’nin ürünüdür. kapitalist zenginligi koruyan devlet olmasa, yasa, polis, mahkeme, cezaevi tehtidi olmasa o zenginligin bir günde yagmalanacagini bilmek icin kahin olmak gerekmiyor. alman halki gibi “yagmalama”ya fazla meyil göstermeyen toplumlarin davranisi ise, bu toplumun devlet tarafindan iyi bir sekilde “egitildigini”, sözkonusu bu toplumun özel mülkiyet-sahsi mülkiyet kültürünü nasil özümsedigini gösterir.
– meslek hiyerarsisini devlet kapitalist ekonominin ihtiyaclarina göre belirler: meslek hiyerarsisi olmasa ögrencilerin not icin yarismasina da gerek kalmaz.
– ev sahibi-kiraci, isveren-calisan, satici-alici arasinda söyle bir uzlasmaz cikar catismasi vardir: kiraci evini mümkün oldugunca en yüksek fiyata kiralamaya calisirken, kiraci mümkün mertebe az kira ödemek ister. kapitalist bir isletmede calisanlarin ücreleri masraf hanesine dahil oldugu icin, isveren mümkün mertebe az ücret ödemeye calisir. iscinin cikari ise mümkün oldugunca sagligini gözeterek az calisip, cok para kazanmak.
– insanlarin yada bir toplumun temel ihtiyaclari sonsuz egildir. bundan dolayi ekonomi sürekli büyükmek zorunda degildir. kapitalist ekonominin sürekli büyüme ihtiyaci birincisi rekabette altta kalma, iflas etme korkusu, ikincisi gayri safi milli hasilanin toplam degerinin para olarak yada parasal bir rakam olarak hesaplanmasindan dolayidir. bir toplumun sonsuz sayida otomobile yada milyarlarca otomobile ihtiyaci olmaz, ama sözkonusu ekonomi para’ya dayali ise, o ekonomik büyümenin limiti-siniri, dur-duragi yoktur, olamaz da. kisacasi “ekonomik büyüme” cilginliginin kaynagi para’ya endeksli ekonomidir. kapitalist ekonomide gerek özel sektörün hesaplamalarinda gerekse de devletin gayri safi milli hasila hesaplamalarinda calisanlar-emekciler ve ücretleri bagimli degiskendir, her halükarda “masraf-gider” kategorisine dahildirler. iste kapitalist toplumda “calisan-isci” olmanin talihsizligi-kadersizligi tam da burdan kaynaklanir.
Sayın “anonim” 33,
İşte:
Diyanet işleri (eski) başkanı Süleyman Ateş’in yanıldığı husus:
[insan, akıl ile seçme yeteneğine sahiptir. Herkesin akıl gücü ve yeteneği aynı olmadığı için düşünceler de farklıdır. Düşünce farklılığından dolayı da ihtilaf doğar. O halde insanlar arasında ihtilaf olması doğaldır. Çünkü bu düşünce farklılıklarından doğan ihtilaflar, insanları yarışmaya, rekabete sevk eder. Yarışma, rekabet de ilerlemeye, kalkınmaya yardım eder. Mücadele, insanları birbirinden üstün ve kuvvetli olmaya iter. Bu da sanayiin, ilmin gelişmesine neden olur.]
Yukarıda, köşeli [] parantez içinde aktarılan kısım; “insan”ların arasında doğal olarak var olan “farklılık”ların, insanları “ihtilaf yaşamaya” sürükleyeceği yanılgısıdır, önkabulüdür!
Yani; “insan”ların kendi aralarındaki doğal farklılıklar nedeniyle “ihtilaf yaşamaya teşne” olduğu yanılgısı, ne yazık ki; “dayanışma içinde olmak (co-operaton)” gerçekliğini örtüyor!
Bunun temeli; yine “insan”ların yapıtaşlarından biri olan “greed’in (açgözlülüğün)” kapitalizm tarafından körüklenmesidir! Ancak ve ancak “rekabet” edilirse, hayatta kalınabileceği yanılgısıdır, dayatmasıdır!
Artık 2016’dayız! Tekrara düşmek zorunda değiliz!
Tercih yapmaya adım adım yaklaşıyoruz:
“İnsan”ların kendi arasındaki doğal farklılıklar nedeniyle “ihtilaf yaşamaya teşne” hâlâ olacak mıyız?!
Yoksa;
“Greed”imizi kontrol altına alıp, “co-operation & dayanışma içinde yaşamayı” mı tercih edeceğiz?!
Yüzyıllar boyunca hepimize yutturulan “yanılgıları” artık yutmamaya ne zaman başlayacağız?!
Bu mühim konuda yaşanan kafa karışıklığının çözümü için sizlere 3 adet referans önerelim:
1. REFERANS:
“İnsan” tekildir, parçalanamaz!
Bu tekilliğin getirdiği birincillik olarak “özgür” olduğu gibi aynı zamanda “sosyal”dir.
“Co-operation & Dayanışma içinde olmak” ve “communal & birarada yaşamak” eylemlerini tarih boyunca gerçekleştirmiş bir varlıktır.
“Yapayalnız” bir birey de değildir, “bir koyun sürüsü gibi güdülmeye hazır” sosyal de değildir!
Hepsinden önce “insan”: Thomas Hobbes’un dikte ettiği gibi “doğuştan kötücül” değil; Jean-Jacques Rousseau’nun hatırlattığı gibi “doğuştan iyicildir”!
2. REFERANS:
“İnsanoğlunun bugüne kadarki koşullarının, ahlâksızlığının doruğu ‘rekabettir.'”
(Friedrich Engels’in “Ekonomi Politiğin Bir Eleştiri Denemesi” başlıklı makalesi,
“Sol Yayınları” tarafından basılan “1844 Elyazmaları” adlı kitap,
2. baskı,
369. sayfa)
3. REFERANS:
“SAĞMAL İNEK!” OLARAK YAŞAMAYA HÂLÂ DEVAM EDECEK MİYİZ ?!
“(TZM) The Zeitgeist Movement” isimli oluşumun kurucusu ve “Zeitgeist” belgesel dizisinin yapımcısı “Peter Joseph” tarafından, facebook sayfasında kendisine soru soran bir takipçisine yazdığı cevap.
Orijinal İngilizce metin için:
( https://www.facebook.com/peterjosephofficial/posts/685822444788247 )
8 Mayıs 2014 Perşembe
Bir takipçiden,
=== “İtiraz ve soru”: ===
Birçok insan “(planned obsolescence) ~ tasarım ömrü ~ plânlı eskime/eskitme”nin kötü bir şey olduğunu düşünüyor. Çünkü böyle bir modelin, dünyada var olan milyonlarca doğal ve insan yapımı kaynağın boş yere harcanması anlamına geldiğini savunuyor.
Ama yanıldıklarının farkında değiller!
Yukarıda bahsedilen model; “inovasyon ~ yenilik” dediğimiz kavramın içeriğini oluşturuyor.
Özellikle “elektronik ürünler” üzerine sürekli kafa yoran yüzbinlerce araştırmacı; en yeni teknolojiyi ürünleri içine yerleştirmeye, daha güçlü, daha verimli, daha güncel cihazlar yaratmaya çalışıyor. Neden? Çünkü: Böyle bir sahada muazzam büyüklükte bir “teşvik sistemi” var; neredeyse bir nehir yatağını dolduracak kadar çok “para akışı” var!
Eğer böyle bir “teşvik sistemi”, “yüksek kazanç kapısı” denilen olgular olmasa idi; bu araştırmacıları en son teknoloji ile donatılmış cihazlar üretmeye kim kamçılayabilirdi ki?!
Bu nedenle “plânlı eskime/eskitme” modeli iyi ki var! Bu sayede en son teknolojiye her zaman erişebiliyoruz, sürekli güncelleniyoruz!
Bu model aynı zamanda “çevre problemleri” ve “kıtlık” başta olmak üzere dünyanın en temel sorunlarının da yegâne çözüm yolu!
=== Peter Joseph’in cevabı: ===
“Teknolojik ilerlemenin sürekliliğini sağlamak için; ‘para’nın tüm dünyada dolaşımını sağlamalıyız.” görüşü; “eğer bir saniye duraklarsan seni hemen yiyecek bir aslan tarafından kovalanırcasına koşmak; kalp sağlığının korunması için iyidir.” sözü ile aynı kapıya çıkar!
Bu durumda; “bir aslan tarafından kovalanıyor olmak” tâbirine; kişinin kendi kalp sağlığı için egzersiz yapıyor olması şeklinde kabul edip, ve hattâ bunu sıradan bir sistem hâline getirip; “iyidir” denebilir mi?! Eğer kişiyi kaçması için kamçılayan bir aslan olmasa idi, bu kişi hayatında hiç bir zaman koşuya çıkmayacak mıydı?!
Aslanın, doğal yapısı gereği, bir avcı (ve çoğunlukla “zarar verici”) özelliğini temsil ettiği varsayılıyor. Bu özelliğin, “insan”ın içinde de var olduğu, hayatta kalabilmesi için bu özelliğini dışarı vurması gerektiği; sorgulanması teklif dahi edilemez “fiziğin değişmez bir yasası”ymış gibi kabul ettiriliyor! Aslanın bu özelliği insana ikâme ettirilerek, “ekonomik verimliliğin arttırılması!” uğruna, öz anlamından bile bile saptırılıyor!
Aynı mantık; piyasa ekonomisini savunan dar görüşlü bir çok iktisatçı tarafından; “plânlı eskime/eskitme modeli ne kadar da iyi baksanıza; geçen yılla karşılaştıracak olursak bu yıl daha fazla FAKİR İNSAN; cep telefonuna, televizyona ve mikro-dalga fırına sahip oldu!” şeklinde propaganda ediliyor. Bunu söyleyerek; “piyasa ekonomisinin varlığını” ispat ettiklerini, onu tâbiri caizse “akladıklarını”, ve hattâ daha verimli, daha eşitlikçi, daha adil bir hayat getirdiğine dair methiyeler düzdüklerini zannediyorlar!
Fakat görmezlikten gelinen veya anlaşılmayan bir durum var:
“Piyasa ekonomisi (daha ayrıntılı ifade edecek olursak; ‘sömürü↔kıtlık↔rekabet’ düzeni)” denilen sistem; “açlığın” ve “sınıflar arasındaki dengesizliğin” başladığı yerdir!
“Teknolojik ilerleme ve verimlilik” üzerine, günlerimizi, başı veya sonu bilerek kırpılmış, dar görüşlü referanslar içinde papağan gibi konuşup durarak geçirebiliriz!
“Kanser, kişinin iştahını kesiyormuş…”,
“Kanser, o kadar harika bir şey ki senin birkaç kilo vermene yardımcı olabilir…”,
“Bedava yemek, bedava bir oda ve bir spor salonuna sahip olsak ne kadar da güzel olurdu… Hadi gel; bir suç işleyip hapse girelim ve kendimizi rahata kavuşturalım!”
Son zamanlarda yukarıdaki gibi sözleri sık duyar oldum!
Ve “yeşil doğa devrimi”nin hibrid (melez) elektrikli arabalarla gerçekleşeceğini de duydum. Şimdi, hemen evimden fırlayarak “kapitalist piyasa sisteminin kurallarına uyarak!” bu arabalardan 10 adet satın alacağım ve ben de “yeşil doğa devrimi”ne küçük bir katkı sağlamış olacağım!
İşin bam teline dokunduğunuzda şu dayatmayı görürsünüz:
“Dünyanın sınırlı kaynaklarının boş yere harcandığını ve ekolojik yıkıma yol açtığını bile bile; ‘mal veya hizmet!’ satın almak, ‘para!’ denilen nesnenin sürekli dolaşımda kalmasını sağlamak ve daha fazla endüstriyel büyümeyi teşvik etmek (bu büyümeye artık ‘inovasyon!’ deniyor), kâinatın geleceği için mutlak iyi ve elzemdir.”
Hayır!
“Plânlı eskime/eskitme” modeli; teknolojik yeniliklerin kâinatın bütününe sunabileceği “ilerlemek” olgusunu, sadece ve sadece; “paranın kullanımı döngüsü” içinde kasıtlı olarak tutmak plânından başka hiçbir şey değildir!
“Yan ürün & İkinci-derece ürün (byproduct)” dediğimiz nesne ise “daha fazla para kazanmak!” ilkesinden başka bir şey değildir!
Yukarıda yazılan döngülerin, kendi “inovasyon!” mantığı içinde değerlendirildiğinde; ne kadar da doğru bir eylem olduğu, “ilerlemenin sürekliliği için ‘tüketim’in şart olduğu” algısı hepimize bebekliğimizden itibaren kabul ettiriliyor!
Bu aynı zamanda “inovasyon”un; “plânlı eskime/eskitme” modelini daha yaygın hâle getirebilmek için icat edilmiş bir kelime olduğunuda mı gösteriyor?! Hmm… Şimdi daha iyi anladım!…
Ana akım medya tehlikeyi ne kadar görmezden gelirse gelsin, önümüzdeki 10 ila 20 yılda gerçekleşecek; “enerji↔biyolojik çeşitlilik↔doğal kaynaklar” halkaları içinde başlamak üzere devasa bir krize sürüklenmekte olduğumuzun sinyalleri mevcut!
Bu sinyalleri hissedebilmek için bir müneccim olmanıza gerek yok, çok güçlü bir antene de ihtiyacınız yok. Bahsedilen halkaların tükenmeye yüz tuttuğu dönemlerde, insanoğlunun dehşetengiz savaşlar başlattığını tarih bizlere öğretiyor! (Eğer “medya dünyası!”nın gerçeklikle bir karış bağlantısı kalmış ise, nihayetinde önlemler almak ve topyekûn eyleme geçmek için cesur adımlar başlayıncaya kadar; her tv kanalı bu “amansız tüketim kültürü!”nün bizleri nereye götürdüğü üzerine, hergün, haberler sunar! Ama ne yazık ki; “medya!” da şirketokrasinin kontrolünde olduğundan, bu mümkün gözükmüyor!)
Ekonominin daimi özelliği:
Kaynakların “sürekli kâr!” odaklı kullanılması, bu amaçta mümkün olan en yüksek seviyede verimliliğin elde edilmesi ve insanları “sağmal inek!” düzeninde tutabilmek için; keşfetmiş ve üretmiş olduğumuz hâlde, yeni ürünleri, yeni dizaynları, “zamanı geldiğinde piyasaya sürmek üzere!”, yüksek güvenlikli laboratuvarlarda ve/veya antrepolarda bekletmekten ibaret değildir!
Bu sisteme uymaya mahkûm değiliz!
Başka yollar da var!
Oluşumumuz “The Zeitgeist Movement”ın önerdiği “(C.D.S.) Collaborative Design System ~ (O.T.S.) Ortak Tasarım Sistemi”, şu an içinde yaşamakta olduğumuz kapitalist sistemden daha isabetli sonuçlar veriyor: “Bilimsel yöntemlerle titizlik içinde filtrelenen demokratik planlama sistemleri.”
(C.D.S.), merkezi bir plânlama sistemi değildir! Tüm plânların tek bir karar merkezinde toplandığı bir sistem hiç değildir!
Temeli:
İnsanların hiçbir kısıtlamaya maruz bırakılmadan katılabildikleri,
Akışın çataklaşmadan sağlanabilmesi için programlamaların demokratik, ortak kararlar ile alındığı,
Serbest-erişimli sistemler mantığına dayanan;
İster bireysel ister toplumsal amaçlarla olsun farketmez,
Herhangi bir endüstriyel/teknolojik ürün üzerinde değişiklikler yapabilmek, bu değişiklikleri kısıtlamaya maruz kalmadan her zaman yapabilmek,
Bu değişiklikleri yaparken uygulanan yöntemlerin “tüm insanların yararına gönüllü olarak açık & şeffaf” tutulduğu bir düzendir.
Bana çok sık sorulan ve hattâ bu soru yoluyla şahsıma çamur atılan bir konuya bu mesajımda bir kez daha açıklık getireyim:
(C.D.S.)de; “Sovyet Kapitalizmi!” ile uzaktan-yakından ilişkisi olan bir tür “miras devri!” yoktur!
“Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği” başta olmak üzere, küremizdeki bir çok iktisadi “sol” sistemler, Marx’ın bıraktığı eserler ve diğerleri; oluşumumuz tarafından tabii ki incelenmiş, tarihin bizlere bıraktığı nimet ve uyarılar tabii ki dikkate alınmıştır. Fakat geleceğimizi inşa ederken hiç bir “siyasi” ve/veya “iktisadi” ideolojiye körü körüne bağlanmamayı prensip edinmiştir!
Yukarıda yazdıklarım sadece “Sovyet Kapitalizmi!” değil; ondan daha tehlikeli olan “Özel Sektör Kapitalizmi! & Şirketokrasi!” başta olmak üzere tüm sistemler için geçerlidir!
Tekrar etmek gerekirse:
Çoğunluğumuz, şu an sürmekte olan sistem içinde, sanki bir tuzağa düşmüşçesine, sıkışıp kalmış,
Tabloyu daha geniş açıyla görebilme yetisini kaybetmiş veya “görmezlikten gelmiş!”,
Daha sorumlu, daha verimli olasılıklar üzerine düşünmekten tâbiri caizse “vazgeçmiştir!”
Gerçek bir ekonomi; “insanların ihtiyaçları” ve “toplumların refahının” dengede olmasına dikkat ederek, “üretim↔tüketim döngüsü”nü her zaman asgari düzeyde tutarak, ürünleri güncel kılabilmek için stratejik şekilde belirlenmiş, mümkün olan en iyi üretim hatlarını “her zaman açık ve şeffaf” tutmayı hedefler.
Böyle bir ekonomi sistemine geçmek bir rüya değil.
Bugün üzerinde yaşamaya mecbur bırakıldığımız “kapitalist piyasa ekonomisi!” adlı sistemi sarsmak için niyetlerimizde muazzam bir değişikliğe gitmeliyiz.
Başlangıç için daha fazla cesarete ihtiyacımız var!
Saygılarımla,
Peter Joseph
***
Yukarıda okumuş olduğunuz P. Joseph’in yazdığı cevaptan sonra, sayfanın altındaki yorumlardan birinde, “Matrix” filminde bir karakter olan “Morpheus”un resmi üzerine aşağıdaki söz yazılarak espri yapılmış:
“Sana ‘iPhone 8′in çoktan üretilmiş olduğunu, ama ’6′ ve ’7′yi tüketmeden ona asla sahip olamayacağını söylesem; ne yaparsın?!”
İngilizce:
( https://www.facebook.com/photo.php?fbid=753128634738073&set=p.753128634738073&type=1 )
Hayli zaman önce izlediğim ‘yeni yıl’ konulu bir TV skecinde, Türkiye’nin bir yöresinin, uzun süre aynı yılda (sanırım 1960’larda bir yıldı) takılıp kaldığı, sonraki yıllara girmediği anlatılıyordu. Türkiye Devleti de belli konularda o yöreyi andırıyor.
2015’te parti kapatılması ve HDP’lilerin dokunulmazlıklarının kaldırılıp yargılanmaları gündeme gelebiliyor. Erdoğan artık hiç kimse için sürpriz olmayan açıklamalar yaparken, İstanbul Barosu ve Vatan Partisi genel başkanı Doğu Perinçek de boş durmayıp yangına körükle gidiyor.
Bu yazıda, ‘ne idiğü fazlasıyla belli’ iktidar sahiplerini boş verip ‘şahin’ AKP muhaliflerine (!) bakalım. İstanbul Barosu ve Perinçek’e.
Daha önce de sıklıkla yazmaya çabalamıştım. Türkiye’de belli konular, birbirine taban tabana zıt görünen kurum ve kişileri milliyetçilik şemsiyesi altında bir araya getirir. Milliyetçi refleksin harekete geçirilebildiği konuların başında da, herkesin malumu, Kürt meselesi var. Neredeyse yüz yıldır, her dönemde dönüşerek devam eden ve son on küsur yılda adı artık daha açık konulmaya başlanan bir sorun.
Marx’a göre ‘toplumlar çözemeyecekleri sorunları gündemlerine getir(e)mez’. Yani, eğer bir sorundan söz ediyorsak artık onu çözmek için gerekli koşullara/araçlara da sahip olabiliriz demektir. Örneğin Türkiye’nin Mars’a gidememe gibi bir sorunu yok ama Kürt sorunu var! Demek ki artık sorun olarak tanımlanabilen ve dolayısıyla çözülme olasılığı bulunan bir olgudan söz ediyoruz.
Kuşkusuz çözüm, çözüm sürecinde rol alabilecekler, çözüm için gerekli araçlar gibi ifadelerin içeriği de ‘sorunun’ nasıl tanımlandığına bağlı. Kürt sorunu ‘eşit yurttaşlık/demokratikleşme’ sorunu mu, yoksa ‘terör’ sorunu mu? Mesele bu. Kullanılacak araçlar ve başvurulacak yöntem, başlangıçtaki tanıma göre saptanır. Tanımlayacak olanlarla o tanıma uygun biçimde davranacaklar ise, içinde yaşadıkları maddi koşullarından ayrı düşünülemez.
Türkiye, defalarca yanlış teşhis koyduğu bir soruna hatalı (doğal olarak) tedavi yöntemleri uygulama peşinde ve tabii o yöntemlerin muhatabı olan insanlar da, ürün. İktidarı muhalefeti ve yurttaşıyla, milliyetçi bir ‘ürün’. Ve Kürt sorunu, milliyetçiliğin nefes borusu…
İstanbul Barosu yönetimi ve Perinçek’in açıklamalarına bakalım. Herhalde şundan kuşku duymayız: Her ikisi de ‘solcu’ olduğu kanısındadır ve Kürt karşıtlığı gibi bir ithamı şiddetle reddederler. Ayrıca AKP ve Erdoğan’a muhalifler. Buna mukabil mevzu Kürt sorunu olduğunda, aynı dille benzer açıklamaları yapabiliyorlar. Safları sıklaştırıyorlar, hiç duraksamadan.
İstanbul Barosu’nun açıklaması bir yanıyla matrak, diğer yandan çok vahim. Matrak tarafı şu: Uzun yıllar sınav kâğıdı okuyanlar, öğrenci milletini ‘kâğıtlarına’ göre tasnif edebilir! Sınav kâğıtları öğrencinin kişiliğini ve niyetini kolaylıkla ele veren metinlerdir. Çalışkan öğrenci, çalışkan beceriksiz öğrenci, tembel yetenekli öğrenci, tembel dürüst öğrenci, tembel numaracı öğrenci vs…
Tembel ve üçkâğıtçı öğrencilerin bir kısmı, sınav kâğıdında hoca ‘tavlamaya’ çalışır. Hiç çalışmamıştır, bu nedenle lafı uzatır. Uzattıkça, arada bir yerlerde mantıklı ve doğru bir şeyler de yazabilme olasılığı bulunduğunu düşünür. Bir de hocanın hoşuna gidecek sözcükler serpiştirir. Diyelim ki hoca sol görüşlü. Kâğıdın olur olmaz satırlarına örneğin ‘son kertede’ gibi ifadeler yerleştirir ki göze girsin ve üç beş not kapsın! Oysa okuyanı sinirlendirdiğiyle kalır. Kimi muhafazakâr öğrenciler de, aynı sonuca ağır oturaklı görünerek varmaya çalışır. Yalan yanlış, özenti eski Türkçe bir dille öyle ‘ağdalı’ bir kâğıt verirler ki, Osmanlı paşalarından biri hortladı sanırsınız.
İşte Baro’nun son derece vahim açıklaması bana ‘tembel ve uyanık’ öğrencileri anımsattı. Sanki milliyetçi ergenlerin eline kâğıt kalem verilmiş, onlar da aslında bilmedikleri konularda ‘bir kesimin’ hoşuna gidecek maddeler kaleme almışlar gibi. Sorun şu ki, kahramanlarımız yetişkin! Baro’nun ‘sert’ açıklamasında malum retoriğin tüm ‘olmazsa olmazları’ mevcut.
Bir ikisini aktarayım: Olur olmaz satırlara yedirilmiş ‘emperyalizm’. Sıklıkla kullanılan ve muhatabın sözünü/eylemini değersizleştirmeye yönelik ‘sözde’ tespiti. Emperyalizmin asırlık rüyalarının açık edilmesi. Sevr tehdidi. Özyönetim ilanındaki ‘demokrasi’ ve ‘özgürlük’ vurgularının birer ‘maskeden’ ibaret oluşunun teşhiri. Baro yönetiminin üstün mizah yeteneğini sergilemesi açısından da manidar olan ‘Biji serok Obama’ afacanlıkları. HDP’nin bizlerin göremediği gerçek niteliğinin (!) ortaya çıkarılması. BOP’a (Büyük Ortadoğu Projesi) yapılan vurgu. Güneydoğu’daki feodal düzenin bir kez daha anımsatılması, vesaire…
Yargının ‘savunma’ ayağının temsilcisi olan Baro bildirisinin ‘hukukla’ ilgisizliği, ‘pes‘ dedirten üslubu ve saptamaların vahameti bir yana, söz konusu metin insanı memleketteki hukuk eğitimi ve ortalama hukukçu niteliği üzerine de bir kez daha düşünmeye sevk ediyor. Aslında hayli ayrıntılı biçimde ele alınması gereken bir zırvayla karşı karşıyayız. Ancak yine bir ‘hukukçu/gazeteci’ olan değerli Ali Topuz öyle güzel bir eleştiri yazmış ki kişisel sayfasında, bu satırların yazarına Topuz’un tespitlerine katılmak düşer.
Ancak hiç olmazsa, ‘ilk üç madde’ meselesinin Baro yönetiminin sandığı gibi olmadığını ve konuya dair farklı görüşler bulunduğunu; DTK açıklaması Türkiye hukuk sistemi açısından aykırı/uygulanamaz olsa da ‘bölgeli devlet’ adı verilen sistemin ‘bölünme’ anlamına gelmediğini ve anadilde eğitimin bir insan hakkı konusu olduğunu hatırlatmadan bitirmeyelim bu faslı.
Perinçek’in HDP’nin kapatılması konusundaki açıklamasına gelince.
Doğu Perinçek uzun yıllar önce konuya dair bir tez yazdı. Tezinde parti yasaklarına eleştirel yaklaşır. 1980’ler ve 90’larda farklı telden çalan bir Perinçek var. Genel başkanı olduğu Sosyalist Parti 1992 Temmuz ayında AYM tarafından kapatıldı (RG-25.10.1992) ve kapatılma gerekçesi, kamuoyunda bilinen şekliyle ‘bölücülük’ idi!
Anlayacağınız Perinçek 1992’de AYM kararıyla ‘bölücü’ olarak tescil edilmiş bir partinin lideriydi. Türk ve Kürtlerin federal devletinden, bölgesel özerklikten, Türkçe ve Kürtçe iki resmi dilden, Kürt ulusundan vs. söz eden bir siyasetçi ve yazardı. Sonrası malum. Hidayete erdi. Kişisel olarak ileride ‘Umre’yle taçlandıracağını düşündüğüm siyasi kariyerinin şu anki evresinde Perinçek, HDP’nin kapatılması gerektiğini düşünüyor ve bunu yüzü hiç kızarmadan dillendiriyor.
Gerçi neden kızarsın; herkes gibi o da olması gereken yerde. Her neyse… ‘Perinçekler’ hakkında kalem oynatmak insanın içini sıkıyor. Bir değil iki değil, hangi birini yazacaksın!
Hâl böyleyken kabul etmek gerek ki aslında Kürtler, memleketin uğursuzunu ‘bir araya getirme’ gibi bir işlev de görüyor! Sayelerinde o meşhur büyük milliyetçi/faşizan fotoğrafı daha açık seçebiliyoruz! Hukukçusu, siyasetçisi, yazarı, akademisyeni, TV soytarısı, sermayedarı vb. Dilleri, düşleri, niyetleri, dünyaları ne kadar da benzer. Galiba aralarındaki belirgin fark, sakal ve bıyıkları.
Murat Sevinç, 3 Ocak 2016, “diken” haber sitesi
Sayın marksist argüman, HDP siyasi parti değil mi? Cinsiyetsiz ve sorumsuz olmasını mı bekliyorsunuz? O zaman gitsin, çocuk parkında oynasın! 🙂
Ciddi ve sorumlu olmayı reddeden bir parti olsa olsa kokteyl partisidir. HDP de biraz öyleydi, kokteyl…
İktidar perspektifi olmayan bir partiye kim, neden oy versin? Sırrı güzel espri yapıyor, Selo iyi saz çalıyor diye mi?
“Bizler meclise” dendi, hanı, nerede bizler meclise girmiş gibi olduk mu? Bizim sesimizi temsil edebildiler mi? Hendek politikasını kendi tabanlarına sordular mı?
35..e ayrıntıya girmeyeceğim..
Bırak da başkaları analizi “marksist” görsün. Sizde o incelik derinlik olmadığını yazmış, bir cümlenizin sığlığını ortaya koymuştum.. .
Lütfen siz de eleştiri getirirken bari “marksist” olun.
“CHP” li derken bir cümle yazın.
Rekabet konusunda yazdığımı cımbızla çekmeyin. Orada ne yazdığım belli..
Neyse bunlar önemsiz şeyler.. Tartışma kişiselleşmemeli..
*
“Marksist analiz” dışında bir analizi önemseyeceğimi sanmıyorum.. tam da bu nedenle size yakıştıramıyorum!
Marksizmi, sizin gibi “marksistlerden” kurtarmak gerek; bu benim işim değil; yazdım, geçtim.. Gerçekten o adama saygı duyuyorsanız çok dikkatli olmalısınız.. Bu sizin işiniz..
Sayın “marxist argüman” 35,
Şahsınızın [marxist] olması; bizleri, yani bebekliklerinden itibaren patron kıçı yalamak için yetiştirilmiş “Beyaz Ya-LA-ka”ları rahatsız etmedi. Bizlerin “Marxist” olmadığını ifade etmek için yazdığımız bir girizgâhtı.
“35” numaralı metninizde, [madem konu rekabetten acildi, birkac sey yazayim] altında maddeler hâlinde sıraladığınız açıklamalarınızın ekseriyetine katılıyoruz. Keşke; ifade ettikleriniz daha çok bilinse, daha çok yaygınlaşsa…
(Not: Çoğul şahıs ekiyle yazmamızın
1. sebebi: Bir [1] kişi değiliz.
2. sebebi: Nezakete dikkat etmek.)
Sayın “marxist argüman” 35,
Açıklamalarınıza destek olmak adına bir referans daha aktarıyoruz:
“John McMurtry” izah ediyor:
(Kanada ‘Guelph Üniversitesi’nde felsefe profesörü)
“…
Şimdi, herhangi birimiz çıkıp; ‘bunların hepsi nerede başladı?’ diye sorabilir.
Bugün sahip olduğumuz; tamamıyla çökmek üzere olan bir dünya!
Her şey ‘John Locke’ ile başladı!
John Locke bize mülkiyeti tanıttı. ‘Özel hak’ ve ‘özel mülkiyet’ için üç şartı vardı:
1. Başkaları için yetecek kadar ‘artık’ bırakılmalı.
2. Bu ‘artıklar’ asla çürümeye terk edilmemeli.
3. En önemlisi bu ‘artıkları’; ‘işgücüyle’ yoğurmalı. (Not: ‘İstihdam’ kelimesinin; ‘insanları robotlaştırarak, bu yolla muşgul ederek, zapturapt altında tutmak’ fiili hâline dönüştürülmesi!)
Bu üç basamak doğru bir eylem gibi gözükebilir; ‘dünyayı emeğiniz ile yoğurmak’. Ancak ondan sonra ürüne sahip olmaya hak kazanabilirsiniz. Ama başkalarına da yetecek kadar geride bıraktığınız sürece ve bu ‘artıklar’ çürümediği sürece hiçbir şeyin ziyan olmasına izin vermiyorsanız, o zaman tamam; her şey harika!
Locke, ünlü ‘Devlet Yönetimi Üzerine İnceleme’ (İngilizce aslı: ‘Two Treatises of Government’, 1689) adlı eserini ortaya çıkarmak için çok zaman harcadı. Ekonomik, politik ve hukuksal anlayış üzerine geleneksel bir inceleme olduğundan, bugün hâlâ üzerinde çalışılan klasik bir kitaptır.
İyi de, Locke yukarıda bahsedilen şartlarını listeledikten sonra, ve siz hâlâ ‘özel mülkiyetten yana mıyım? Yoksa değil miyim?’ diye düşünürken; Locke, özel mülkiyetin savunmasını gayet tutarlı ve güçlü bir şekilde vermişti bile! Hâttâ doğrudan ortaya koyuyor! Hem de iki parmağın şıplatılması gibi bir çırpıda; bir tek cümle içinde!
Locke şöyle diyor:
[İngilizce]
The ‘one thing’ that blocks this is the invention of money, and men’s tacit agreement to put a value on it; this made it possible, with men’s consent, to have larger possessions and to have a right to them.
[Türkçe]
‘Paraya ihtiyaç; insanlığın zımni (dolaylı) arzusundan sadece bir kez feyz aldı ve ardından -para- var oldu.’
Locke bütün koşulların iptal edildiğini ve silindiğini söylemese de, en sonunda ‘…-para- var oldu.’ dedi ve kesti, bitirdi!
Böylece bizler bugün ‘üretmiyoruz’ ve işgücümüzle, alın terimizle bir eşya sahibi olmuyoruz; ‘para’ denen madde işgücünü satın alıyor!
Artık ‘başkalarına ne olacak?’ endişesi yok:
‘Yeteri kadar başkalarına kalmış mı?’
Ya da ‘Kalan mallar ziyan olacak mı?’
Diyor ki: ‘Para; gümüş ile altına benzer ve altın bozulmaz. Bu nedenledir ki, para israftan sorumlu tutulamaz.’
Bu çok saçmadır! Paranın veya gümüşün veya altının atomik yapısını konuşmuyoruz; bunların bireye ve topluma ‘etkilerinin’ ne olduğu hakkında konuşuyoruz! Birbiri ile alâkasız cümle dizilerini görüyorsunuz!
Fakat en endişe verici olan ‘mantıksal hokkabazlık’; Locke’un bu çetrefilli ifadelerinden paçasını kurtarması ancak sermayedarların çıkarlarına uyması ile sağlanıyor!
Sonra bir başka ekol; ‘Adam Smith’ geliyor. Ve yukarıda Locke’un anlattıklarına ‘din’i de ekliyor.
Locke; “Tanrı bunu tamamen bu şekilde yaptı ve bu Tanrı’nın doğrusudur.” diye başlamıştı,
Hemen sonrasında Smith’in söylediğinden anlıyoruz ki; ‘Bu sadece Tanrı’nın değil…’ Tırnak içinde verilen ifadeyi direkt telaffuz etmiyor ya da edemiyor! Ne kadar ‘muğlak’ ifadeler kullandıklarının farkına varın artık!
Smith’in felsefi zemine yayarak ‘prensipte’ dediği:
(“Bu sadece Tanrı’nın değil…”) ↔ “Bu sadece -özel mülkiyetin- sorunu değil.
Tarihten ve Locke’un sistemleştirdiği mirastan devralarak herkese hatırlatıyoruz ki: -Piyasa ekonomisi- ön koşulludur.
Yani en sade tabirle; nasıl insanın doğuştan sahip olduğu yüzbinlerce özellik var ise;
-Piyasa ekonomisi- de hayatın içinde, en başından itibaren, var olan bir düzendir. Bu durum da doğal olarak ön koşulludur.”
Yukarıdaki açıklamanın ne kadar muğlak ve bir o kadar sahte göründüğünü, ve günümüzde hâlen devam etmekte olan ‘serbest piyasa ekonomisi’nin bu sahte görünümden beslendiğini şimdi daha iyi anladınız mı!
Üstelik bu muğlak ifade, neredeyse ‘Tanrı’ yerine koydukları ‘Adam Smith’in kaleminden dökülenlerdir! Kitabını (hangi dilde çevirisi olduğu fark etmez) alıp incelediğinizde; ‘para ve piyasa ekonomisi ön koşulludur’ bölümünü açıp okuduğunuzda bu muğlaklığa dikkat edin; kafanız çok karışacak, anlam vermekte güçlük çekeceksiniz! (‘Milletlerin Zenginliği’ & ‘The Wealth of Nations’, 1776)
Smith devam ediyor:
“İşgücü satın alan yatırımcılar vardır. → Bu durum -piyasa ekonomisi-nin ön koşuludur!”
“(Yatırımcının & patronun) Bir başkasının işgücünü ne ölçüde satın alabileceğinin sınırı yoktur. → Bu durum -piyasa ekonomisi-nin ön koşuludur!”
“(Yatırımcının & patronun) Ne kadar para & sermaye biriktirebileceğinin, dünya genelinde ne büyüklükte -eşitsizlik- (yani o meşhur ‘gelir dağılımı adaletsizliği’!) olduğunun ve olacağının oranı belirli değildir, belirlenemez. → Bu durum -piyasa ekonomisi-nin ön koşuludur!”
Ve böylece o büyük fikriyle gelir (bu fikri; kitaplarında ayrı başlıklar altında ispatlı olarak, örneklendirerek anlatmamış, yine her zaman yaptığı gibi; satır aralarına sokuşturarak geçiştirmiştir!):
Bilirsiniz:
İnsanlar ürünleri, malları ‘satmak için’ piyasaya sürdüğünde arz ve diğerleri bu ürünleri, malları ‘satın aldığında’ talep oluşur, vesaire; iktisadın en temel konuları.
‘Arzı talebe’ ya da ‘talebi arza’ nasıl eşitleyebiliriz? Bunlar arasındaki denge nasıl sağlanabilir? Bunların nasıl dengelendiği; ekonomi biliminin merkezi konularından biridir.
Ve Adam Smith diyor ki: ‘Bunları dengeleyen -piyasanın görünmez elidir-!’ (The Invisible Hand!)
Yani yukarıda bahsettiğim ‘muğlaklık’; şu anda sanki ‘Tanrı’ lafı tekrar geliyormuşcasına eli kulağında!
Locke’un söylediklerini hesaba katarak; mülkiyet haklarını, tüm gerekliliklerini ve ‘doğal haklarını’ Smith de söylemedi, ya da söyleyemedi!
Şu anda ‘Tanrı’ metaforu ile doğrudan veya dolaylı olarak yoğrulmuş; bir sözde ‘ön koşullu sistemle’ karşı karşıyayız: Kapitalizm!
Şimdi söyleceğim alıntıyı bulmanız için ‘Milletlerin Zenginliği’ni sonuna kadar okumanız gerekir. Smith der ki:
[İngilizce]
‘Every species of animals naturally multiplies in proportion to the means of their subsistence, and no species can ever multiply beyond it. But in civilized society it is only among the inferior ranks of people that the scantiness of subsistence can set limits to the further multiplication of the human species; and it can do so in no other way than by destroying a great part of the children which their fruitful marriages produce.’
[Türkçe]
‘Bütün hayvan çeşitleri, tabii, beslenme araçları oranında çoğalır. Hiçbir hayvan türü bundan öteye çoğalamaz. Ama uygar toplulukta, yiyecek kıtlığı yalnız alt tabakalardaki insan türünün fazla çoğalmasına set çekebilir. Bunu da, ancak o kimselerin verimli evliliklerinden üreyen çocukların büyük bir kısmını ortadan kaldırarak yapar.’
[‘Milletlerin Zenginliği’, İş Bankası Yayınları, ciltli 2006 basım, çeviren ‘Haldun Derin’, sayfa 87, orta paragraf.
https://alisveris.iskulturyayinlari.com.tr/tanim.asp?sid=H08NT6LNV0H3N7GTLUDM ]
Yani en kötü anlamıyla Smith; ‘evrim teorisini’ beklemektedir!
Kitabından yukarıda aktardığım bölüm Darwin’den çok önceydi! Ve Smith onlara ‘işçi ırkı’ adını çoktan vermişti!
Şunu görebilirsiniz:
‘İcat edilmiş yeni bir -ırkçılık- anlayışı’,
Sayısız miktarda çocuk öldürmeye göz yumacak kadar düşüncesizlik, şuursuzluk, vicdansızlık,
Ve ‘-görünmez el- denen şey; ihtiyacı karşılayacak kadar kaynak, kaynağı karşılayacak kadar da ihtiyaç yaratır.’ diye silsile hâlinde fikir yürütmesi!
Locke ve hemen ardından Smith ile muğlakça sistemleştirilmiş bir kavramın; ‘Tanrı’ metaforuyla yoğrulmuş, sözde ‘bilgece bir tavır olarak!’ bizlere yüzyıllardır nasıl yutturulduğunu nihayet görmeye başladınız mı!
Bolca; kelimenin gerçek anlamıyla ‘öldürücü’, hayat yıkıcı, eko-soykırımcı düşünceler! Günümüzde bir şekilde devam eden ‘akılcı düşünen gen (aklı başındalık!)’ anlaşılan o ki Smith’de de vardı!
Adam Smith gibi erken dönem iktisat düşünürleri tarafından ortaya atılan ‘Kapitalist Serbest Piyasa Sistemi’ adı verilen konseptin kökenine baktığınız zaman:
‘Piyasa’nın temel amacının; gerçek, dokunulabilir, somut yaşam şartlarını destekleyen bir ‘takas sistemi’ üzerine kurulduğunu görürsünüz.
Adam Smith, dünyadaki en büyük kâr sağlayıcı ekonomik sektörün; neticede ‘finansal takas’ ya da diğer adıyla ‘yatırımın’ içinde olacağını, bu alana kanalize olacağını anlamamıştı. Yaşadığı dönemi baz alırsak; Smith’in bunu anlamaması veya öngörememesi bir nebze makûl kabul edilebilir.
‘Finans’ kısaca:
Paranın kendini diğer paraların hareketleriyle kazandığı, ‘topluma sıfır verimli’ değer sunan keyfi bir oyundur! Yine de Smith’in niyetini dikkate alarak ya da almadan, onun en temel ilkelerinden biri olan ‘paranın -ticari mal- olarak kabul edildiği’ bir teori için; böylesine anormal görünen bir kapı (yani ‘finans’ kapısı) sonuna kadar açık kaldı: Bunun en yakınımızdaki yıkıcı örneğini hâlâ sürmekte olan 2007-2008…2016… küresel finans krizinde gözlemleyebilirsiniz!
Bugün, dünyanın bütün ekonomilerinde iddia ettikleri sosyal sisteme;
‘Para’nın peşinde olmak için,
Sadece ‘para aşkı’ için koşulur, başka hiçbir şey için değil!
Adam Smith tarafından esrarengiz bir şekilde nitelenmiş, bir nevi ‘kişisel dini manifestosu’ olarak kabul edilebilecek ‘Görünmez El’ kavramının altında yatan fikir:
Bu hayâli, ticari malın; sığ, menfaatçi arayışının, büyülü şekilde, zaman geçtikçe, bireyin ve toplumun refah ve gelişimine dönüşeceği yönündedir!
Yani; “sen ilk önce kendini kurtar, herkes kendini kurtarırsa, toplum da otomatikman kurtulacak, ve böylelikle refah toplumsal olarak artacaktır!” yalanına temel hazırlandı! (Not: ‘Ronald Reagan’, ‘Margaret Thatcher’ ve ‘Turgut Özal’ üçlüsünü hatırlamanızı umuyoruz!)
Gerçekte; ‘parasal teşvik’ veya bazılarının adlandırdığı gibi ‘Parasal Değer Dizisi’; ‘Hayat Değer Dizisi’ olarak da adlandırılabilecek temel intifa hakkından ayrılmıştır!
Aslında olan şudur ki:
Bu iki dizge konusunda, ekonomik doktrinler arasında tam bir kafa karışıklığı söz konusudur.
‘Para Değer Dizisi’nin ‘Hayat Değer Dizisi’ni doğurduğunu zannederler. Bu yüzden; ‘daha fazla mal satılması durumunda -Gayri Safi Yurtiçi Hasıla (GSYH)- yükselirse, refah seviyesi daha da yükselmiş olacak.’ yalanını yayarlar!
‘Gayri Safi Yurtiçi Hasıla’; toplumsal sağlığın hangi seviyede olduğunun temel göstergesi olarak kullanılabilecekmiş! ‘Para’nın rahminden ‘hayat’ı doğurmak için uğraşırsanız; sağlık ölçümlerini de ‘paraya göre’ yapmak zorunda kalırsınız!
İşte her şey apaçık ortada: Karmaşayı görüyorsunuz!
Malın satışından elde edilen bütün ‘gelirleri’ ve ‘makbuzları’; ‘Para Değer Dizisi’ ile ilişkilendiriyorlar, ve bunu ‘yaşam üretimi’ ile karıştırıyorlar!
Kısacası en başından beri kendinizi; ‘-Para- ve -Hayat- Değer Dizilerinin’ tamamen birbirine zorla eklemlenmesinden oluşturulmuş, ‘icat edilmiş!’, bir sistem içine inşa etmiş durumdasınız! Ve bebekliğinizden itibaren ‘rekabetçi olmanız’ beyninize enjekte edildiğinden; sistemi (kapitalizmi!) daimi olarak besliyorsunuz!
Dolayısıyla; ‘Para Dizisi’ herhangi bir üretimden ayrıştıkça, gitgide daha da ölümcül olan ‘plânlı bir yanılgıya karşı!’ mücadele etmek zorunda kalıyoruz.
Bu bir ‘sistem tıkanıklığı’dır!
Ve bu ‘sistem tıkanıklığı’ bugün geçmişte hiç olmadığı kadar ölümcül bir seviyeye yükselmiştir!
Bu tıkanmış sistemi ortadan kaldırmak için ‘eylemlere başlamayı geciktirdiğimiz’ müddetçe; ‘corporatocracy & şirketokrasi’ bütün muhalefet tohumlarını yok edecek!
…”
Sayın “ogürsel” 39,
[Rekabet konusunda yazdığımı cımbızla çekmeyin. Orada ne yazdığım belli..
Neyse bunlar önemsiz şeyler..]
[Önemsiz şeyler] demek ha! İnsan, evladından utanır!
“Beyaz Ya-LA-ka”laşmış oğlunuzla hâlâ konuşmadınız mı “kapitalizmin dayattığı yapay ve ölümcül rekabet” konusunu sayın “ogürsel” ?!
Hâlâ öksürmüyor musunuz kapitalizmi?!
Yazıklar olsun!
[Bu meselenin tarihsel köklerini ve bugün de devam eden nedenlerini iyi açıklayan güzel bir yazı]
Anadolu kütlesini boydan boya kesen derin bir yarık. Aynı zamanda tarihi bir sınır: ikibin küsur yıldan beri, tarafları değişse de yeri pek değişmeyen bir medeniyet ve dil ayracı.
Rum Ülkesinin sonu
MÖ 1. yüzyıldan MS 240’lara dek Fırat Roma egemenliğinin doğudaki sınırı olmuş. Daha sonra imparatorluk bir ara Dicle’ye kadar dayanmışsa da, Fırat’ın ötesinde hiçbir zaman tam tutunamamış. İki nehir arasındaki ülkeler İran’la sonsuz bir çekişme konusu olarak kalmış.
Bin küsur yıl boyunca Fırat Yunan dilinin de doğu sınırı olmuş. İskender fetihlerini izleyen devirde Yunanca çeşitli eski Anadolu dillerini eritip, Fırat’ın batısındaki ülkelerin ortak konuşma dili olmayı başarmış. Fırat’ın doğusunda ise – imparatorluk memurları ile onlara özenen bir miktar kentli seçkin dışında – Yunanca konuşan olmamış. Urfa’da Rum egemenliği altında 3. yüzyıldan itibaren gelişen büyük kültürel etkinliğin dili Rumca değil Süryanice. 7. yüzyıldaki Arap istilası arefesinde Malatya’nın dili Rumca, ama nehrin karşı yakasındaki Harput ve Dersim’de Ermenice hakim.
Yarım Elma
Anadolu’yu fetheden Türkler de fetihten kısa bir süre sonra Fırat ekseninde ayrışmaya yüz tutmuşlar. 14. yüzyıla doğru belirginleşen iki edebi lehçeden Doğu Anadolu Türkçesi (‘men virürem’) zamanla Azericeyi, Batı Anadolu Türkçesi (‘ben verirem’) Türkiye Türkçesini doğurmuş. Siyasi yapılanma dille atbaşı gitmiş. 15. yüzyılda Fırat’ın batısındaki Türk beyliklerini Osmanlı yutarken, doğusundakiler de Akkoyunlu’nun egemenliği altında derlenir gibi olmuşlar. Daha sonraki dini kargaşada Akkoyunlu devleti çökünce, Osmanlı gücü Fırat’ı aşıp başıboş kalan Doğu’yu zapturapt altına almış.
Ama Osmanlı devletinin standart yönetim yapısı Fırat’ın ötesinde kök tutmamış. Batıda geçerli olan vilayet ve tımar düzeni yerine Osmanlı devleti Doğu’yu yarı-bağımsız beylikler, babadan oğula geçen ocaklıklar vasıtasıyla yönetmiş. 19. yüzyılda bu düzeni bozup merkezi yönetimi kurmaya teşebbüs ettiğinde zincirleme felaketlerle karşılaşmış.
Daha ilginci: Fırat’ın doğusunda Türkçe konuşan kimse kalmamış. 1071’den beri aralıksız Türklerce yönetilen bu bölgede, bugün Türkçenin anadil olarak hayatiyetini sürdürdüğü alan Erzurum’dan Kars ve Ahıska’ya, öbür yandan Nahçevan ve Tebriz’e uzanan dar bir koridordan ibaret. Buna karşılık Diyarbakır, Mardin, Muş veya Van’da – devlet memurları ile onlara özenen bir miktar kentli seçkin dışında – özel yaşamında Türkçe konuşan pek yok.
[Sevan Nişanyan – Kelimebaz]
40 nolu yoruma cevap:
benzer konulara kafa yormamiz sevindirici, yalniz elestiri kadar nasil elestirdigimiz de önemlidir. sizin astiginiz yazilarda sanki tüketime dair üretilen ideolojilerin tuzagina düsülmüs. kapitalizmde üretim-tüketim iliskisi üzerine su yazdiklarim icinde katilmadiklariniz varsa elestirilerinizi belirtin.
Üretim cilginligi“ mi „tüketim cilginligi“ mi?
kapitalist ekonominin yol actigi cevre ve atmosfor kirliliginin sebebi üretim ile mi yoksa tüketim ile mi alakalidir?
insanlarin acligini gidermek icin yedigi ekmekten bindigi otomobil, oturdugu eve kadar, ihtiyaclarini karsilama isine tüketim-konsum diyoruz. insan ihtiyaci sinirsiz-ölcüsüz degildir. örnek: bir insan bir oturusta kac ekmek yiyebilir? bir kerede sonsuz sayida ekmek yiyen insan var mi? bir evde kac televizyon bulunur? evini tika basa televizyon ile dolduran insan var mi? demek ki insanlarin sözümona acgözlü-nefsi doymaz davranisini cevre ve atmosfer kirliliginin kaynagi olarak gösteren iddia dogru degil.
kapitalist toplumda cevre ve atmosfer kirliliginin kaynagi tüketim degil üretim bicimidir. serbest piyasa ekonomisinde insan ihtiyaclari para kazanmak icin sadece bir aractir. diger bir degisle kapitalizmde tüketim ve tüketici ekonominin bagimli degiskenidir. ne demek bu? temel prensibi rekabet olan serbest piyasa ekonomisinde mal-ürün üreten sirketler, ürettikleri bu mallari satmak icin kiran kirana rekabet ederler. kapitalist rekabetin belirleyici ölcüsü satisa sunulan malin fiyatidir, diger bir degisle o malin parasal degeridir. bundan dolayi kapitalistlerin ana hedefi ürettikleri ürünleri rakiplerine göre daha ucuza mal edip daha ucuza satmaktir. bir ürünü daha ucuza mal etmenin yolu masraflari mümkün oldugunca azaltmak ve belli bir zaman diliminde, diyelim ki bir saat icinde mümkün mertebe cok sayida mal üretmektir. kapitalist bir isletmede mümkün oldugunca asagiya cekilmesi gereken masraflar nelerdir: calisanlarin ücretleri, hammadde, enerji, transport, kira vs. üretimi hizlandirmanin yollarindan biri calisanlari mümkün mertebe hizli bir tempoda calistirmaktir. diger yol teknoloji-makinelesme. örnek, bir tekstil fabrikasinda bir saatte 100 kazak üreten eski makinenin yerine ayni zaman dilimi icinde diyelim ki iki kati hizli, yani 200 kazak ören yeni bir makine alindigini kabul edelim. bu durumda eskiden calisanlarin yaptigi bazi isleri yeni makine üstlendigi icin calisanlarin bir kismi fazlalik olarak isten cikarilir. yani isveren yeni makineye yaptigi masrafin bir kismini daha az isci calistirmak, daha az ücret ödemek suretiyle cikarir. yeni makine daha seri calistigi icin kalan isciler daha yüksek bir tempoda calismak zorundadirlar. diger yandan yeni makinenin kisa sürede masrafinin cikmasi yani makinenin kendini mümkün olan en kisa sürede amortize etmesi icin vardiyali üretime gecilir, makinenin durmamasi icin gece-gündüz üretim yapilir. yeni makine sayesinde kazaklari daha ucuza mal eden firma, bu sefer kar marjinin düsmemesi icin daha fazla kazak satmak durumunda kalir. herhangi bir sektörde herhangi bir üreticinin baslattigi böyle bir gelismeyi diger rakip sirketler de pazar paylarini kaybetmemek icin taklit ederler. peki eski makineler ne yapilir? sanayi hurdasi. yani bu “eski” makineyi üretmek icin harcanan insan emeginden tutalim hammaddeye kadar, hepsi mecburen ise yaramaz hurdaliga dönüsüyor. eski makinelerin ürettigi kazaklar yeni makinelerin ürettigi kazaklar kadar kaliteli olsa dahi eski makine hurdaliktir, neden? cünkü bu eski makine üretim hizi olarak kapitalist rekabette bir sirketi ayakta tutacak hizda üretim yapamiyor. bu durum otomobil, cep telefonu, televizyon, buzdolabi gibi bütün elektronik esyalar icinde gecerlidir. bir cep telefonu insanlarin isini görmedigi icin piyasadan kalkmaz, kapitalist rekabette model yada fiyat olarak yarisamadigi icin üretimi durdurulur. insanlar eski model bir arabayi ne kadar begenirse begensin, bu otomobil ve yedek parcalari kapitalist rekabette bir üretici firmaya kar getirmiyorsa üretimi durdurulur. bati almanya dogu almanyayi topraklarina kattiginda, dogu almanyanin sanayi tesisleri kapitalist rekabete uygun olmadiklari icin hurdaya cevrildi. dikkat edilirse serbest piyasa ekonomisinde bir sanayi tesisinin ise yararlik ölcüsü insanlarin isini görecek faydali ürün üretiyor mu üretmiyor mu degildir, ölcü rekabette para kazandiracak verimlilige sahip mi degil mi.
diger bir örnek. cevrenin daha az kirlenmesi icin otomobil egzozlarina yada fabrika bacalarina filtre takilmasi meselesi. otomobil üreten firmalar bu “gereksiz” masraflardan mümkün mertebe kacinirlar. üretici firma sayet filtre parasini otomobilin satis fiyatina dahil ederse, bu sefer filtre takmayan rakip firma ile fiyatta yarisamaz. ayni sekilde kapitalist devletlerde kendi sirketlerinin uluslararasi rekabette yabanci sirketler karsisinda fiyat yönünden dezavantajli konuma düsmemeleri icin, kendi milli firmalarini filtre takma gibi yasal zorunluluklara tabii tutmaktan kacinirlar.
bu örneklerden sonra cevre ve atmosfer kirliliginin tüketim ile alakali olmadigini, tam tersine kapitalizmin bastan sona mantiksiz-sacma-absurd bir üretim-kar-yatirim sonsuz döngüsü ile alakali oldugu anlasildi umarim.
mete yarar’ın bugünki yazısından:
İlk yalanı yakalarsak sonrasını da biraz anlamış oluruz. Ayrıca terör sarmalının başlangıcı olarak gösterilen olayı biraz açmak gerekiyor ki kimseyi aptal yerine koymaya çalışmasınlar. Ceylanpınar’da evlerinde uyku halinde şehit edilen polislerimiz ile ilgili konuya açıklık getirmekte yarar var. Bu konu açıldığında örgüt yandaşları olayın muğlakta kalması için oldukça gayret sarf etmektedirler. Bu bile araştırmaya gerek olduğunu ispatlar.
Evlerinde şehit edilen polisler terör örgütünün ima ettiği gibi İŞİDçi oldukları için değil, bölgedeki gençlik yapılanmasının sorumlusunu yakalamada görevli oldukları için şehit edilmişlerdir. Olaya karışanlar planlı olarak Mardin bölgesinden gelmişlerdir. Olayın gerçekleşmesinden sonra dinlemeye takılan görüşmelerde Kandil’deki merkeze sabah 06:00’da faaliyet raporu iletilmiştir. Konuşmanın içeriği incelendiğinde, olayın Kandil’deki merkezinin bilgisi dahilinde yapıldığı net olarak anlaşılmaktadır. Olaydan bahsedilmeden planlanan faaliyetin yerine getirildiği ve silahlar ile kimlikleri alındığı ifade edilmiştir.
Olayı yapanların bir kısmı Suriye tarafına geçmiş, bir kısmı ise olaydan hemen sonra farklı şehirlerde yakalanmıştır. Suçlarını ve planlamanın nasıl yapıldığını itiraf etmişlerdir. Bunlara rağmen bazı kesimler olayın arkasında PKK nın olmadığını ifade edebilmektedirler. Bu olay ve sonrasında arka arkasına yaşanan suikastler ve bombalı saldırılar incelendiğinde aslında hiç bir şeyin spontane gerçekleşmediği net olarak görülmektedir.
http://superhaber.tv/mete-yarar-bizans-usulu-tartisma
“Bugün özgürlüğü savunmak HDP’yi savunmaktır. HDP’nin ardından faşizm, özgürlük adına geriye ne kalmışsa ona saldıracaktır.” diye yazılı beyanı veren Gün bey ÖZGÜRLÜK eşittir HDP diyebilecek bir akıl olduğunu anlıyoruz. Demek ki masum insanları dağa çıkaran, küçüçük çoçukların ellerine silah veren, sivil insanların hayatlarını karartan, bugün söylediğini yarın inkar eden, mağra adamlarının sözünü dinleyen bir parti özgürlük yolunu açacak!!!
Ben anarşistim diyen bir insanın özgürlükçü olması büyük bir çelişkidir. Ve psikolokların deyimi ile fazla anarşi kişiyi sapkınlığa götürür.
Feodal yapının çocukları sadece çok eşlilik için özgürlük ararlar diğer yanda coğrafi konum ve örf, adetler özgürlüğe karşıdır. İşte bu yüzden HDP asla ve asla ÖZGÜRLÜĞE giden yolun partisi olamaz.
tanımlamalarınızın hepsi egemenlerin uydurması.
Bu cinayet tipik bir MİT tertibi ve provokasyonudur.
Zileli aman dikkat mit çi itçi nasname millici ırkçı efendi yalayıcılar bu sitede yorum diye düzenin efendilerin argümanlarını yeniden üretip kafa karıştırıp cılız da olsa bereketli toprakların özgürlükçü toplumsal devrimci dinamiklerini yalan yanlış itibarsızlaştırmalarının aleti olma zileli????altına yorum yazıp tam devlet cümlesi demek bu anlayışın sitede yeniden üretilmesini engelemez???nasname şerefsiz rezilleri Demirtaşa piyon diyecek cesareti zileliden bulmasın barzaninin abd nin akp tc.ve tayibin dibini yalayanlar bu sitede özgürlükçü toplumsal devrimcilere iftira atabiliyorsa site adına üzüntü vericidir???
mevcut parlamentoda tek hdp bir özgürlük ve baris adresidir
baska secenek yok !!!
chp kendini bir türlü kemalizimden kurtulmadikca hicbir zaman
sol veya sosyaldemokrat adlantirimaz kendi bunun zaten tarihsel bir altyapisi yok.
hdp den baska nerdede arayacayiz özgürlügü???
sol cevrede kimse bir cadi altinda birlesib bir parti kuramiyor nedenleri cokca ve sikilcaya kadar tartisilidi…..gönül istiyor bir türkiye sol partizi ama galiba bizden bu isi daha iyi biliyorlar…..ortak düsman dururken nedense kimsenin umrunda degil herkes baska bir telden caliyor yok sen revsiyonist sin yok burjuva takildin aglancak durumumuz var!
neyse simdi mevcut duruma bakarken hdpye baska bir alternativ yok, bana kalirsa böyle muhalefet anlayisida yok neymis yok ülke kaosa gitmesin gitti kadar gitmis!
galiba herkes memnun….özgürlük elde etme icin tabii ki türkiyede insanlar bedel ödedi ve öldü! busuna kalmasin birgün kalkip biri cikip artik seriat kanunlari gecerlidir……o zaman bu insanlara yazik olmusdur ve yok yere ölmüsledir.hdp hep belirtim gibi pkk artik birakmasi gerek bundan sonra pkk savas programindan baska secenek birakmadi kendine.umarim türkiye insanlari barisin ve özgürlügün deger iyi bilir ve bu akp belasindan kurtulur.
Bu sitede her türlü görüş yer alır. Cevap vermek de dahil.
sayin zileli, sizin “turgay” gibi yorumcularla yaptiginiz tartismalar hangi kategoriye giriyor? böylesi tartismalar gerek tarz gerekse de icerik olarak siyasi fikir tartismasindan cok futbol fanatiklerinin tartismalarina benziyor. birincisi T.C. devletini yada AKP hükümetini elestirmek icin kürt hareketine “bu eylemi PKK yapmis olamaz” seklinde kefil olmak gerekmiyor. siyasi bilgi ve bilince sahip bir insanin sunu bilmesi lazim: ne devlet iki polisi öldürüldü diye, ne de PKK iki militani öldürüldü diye görüsmeleri kesmez, ateskesi bozmaz. devleti yöneten siyasetcilerin “iki polisimiz öldürüldü, bundan dolayi cözüm sürecini bitiriyoruz” zokasini bilgisiz-bilincsiz insanlar yutabilirler, yutuyorlarda. aydin bir insanin görevi böylesi zokalari yutmus insanlarla bos-beles polemiklere girmek degil, tam tersine bunun bir manipülasyon oldugunu bu insanlara anlatmaya calismaktir. ikincisi, HDP’ye yapilan baskilara dikkat cekmek icin “özgürlük” gibi soyut-idealist kavramlara siginmaya yok. kaldi ki dünyada ki 7 milyar insana “özgürlük senin icin nedir?” diye sorsaniz 7 milyar farkli cevap alirsiniz. “tanri” denilen fantazi ürünü kavram adina bir seyi savunmak ne kadar yanlissa, “özgürlük” denilen hayali-fantastik kavram adina bir seyi savunmakta o kadar yanlistir.
Özgürlükçü
Neden adınla bu kadar tezatsın?
Yukarıda paylaşılan o yazının yanlış, yalan veya iftira olduğunu düşündüğün argümanlarına kendi argümanlarınla cevap vereceğine sansür çağrısında bulunuyorsun. Nasname bile bu kadarını yapmaz herhalde.
Sayın “marxist argüman” 43,
“Marxist” olduğunuzu en başta belirttiğiniz için; “43” numaralı metninizde yazdığınız detaylı açıklamaları zaten biliyorduk ve tecrübe ediyorduk. Bizler, İstanbul/Maslak’daki yüksek yüksek plazalarda, bebekliklerinden itibaren patron kıçı yalamak için yetiştirilmiş “Beyaz Ya-LA-ka”lar olarak; “43” numaralı metninizde yazdıklarınızı (ne yazık ki!) bizzat uygulamaya mecbur bırakılan kimseleriz!
Yani, daha öz ifadeyle, bizler, “Beyaz Ya-LA-ka”lar, “43”de yazdıklarınızı uygulamak için yeiştirilmiş “kapitalizmin köleleriyiz!” Size aktardığımız bilgi ve haberlerin hepsi; piyasanın tam ortasından gelenlerdir.
********************
“43”de yazdıklarınızın temeli:
“Emek-Değer” teorisine
[Almanca]
“Arbeitswerttheorie”
[İngilizce]
“Labor theory of value”
[Kaynak]
“Das Kapital. Kritik der politischen Ökonomie”
“Capital: Critique of Political Economy”
“Das Kapital: Ekonomi Politiğin Eleştirisi”
(1867-1883)
( http://marx-emek-deger-teorisi.tumblr.com/ )
ve
“Artı (artık) değer” teorisine
[Almanca]
“Mehrwert”
[İngilizce]
“Surplus value”
( http://marx-artik-deger-teorisi.tumblr.com/ )
dayanıyor.
********************
Metninizdeki şu sorunuz önemli: [Üretim cilginligi mi, tüketim cilginligi mi?]
İktisadi kavram ve modellemelerle ilgileneceğinizi (ya da çoktandır ilgilendiğinizi) varsayarak; şimdilik 3 referans bilgi vererek konuya devam edelim:
=== 1. REFERANS ===
Eğer daha önce incelediyseniz, bir kez daha incelemenizi tavsiye ediyoruz:
“Joseph Alois Schumpeter” adlı şahsın tespitlerini, demeçlerini, teorilerini, kitaplarını, bu şahsın görüşlerinin 21. yüzyılda bile dünyayı nasıl domine ettiğini araştırmanızı öneririz.
Özellikle; “Die Schöpferische Zerstörung”, “Creative destruction”, “Yenilere yer açmak için eskileri ortadan kaldırmak; Yaratıcı yıkım” teorisinin ne demek olduğunu araştırdığınızda [Üretim cilginligi mi, tüketim cilginligi mi?] sorunuzun cevabına birkaç adım daha yaklaşacaksınız.
=== 2. REFERANS ===
Eğer daha önce incelediyseniz, bir kez daha incelemenizi tavsiye ediyoruz:
“John Maynard Keynes”; 1929 küresel ekonomik buhrana çözümler için kafa yorarken (en özetin özeti ifadeyle, kabaca) şunu dile getirmişti: “Dünyadaki mevcut ekonomi akışının pek fazla sendelemeden sürebilmesi için, ticaretin uçlara kaçmadan akmaya devam edebilmesi için; çukurlar kazıp bunları tekrar doldurmayı, çukurlar kazıp bunları tekrar doldurmayı, çukurlar kazıp bunları tekrar doldurmayı deneyebiliriz.”
“If the Treasury were to fill old bottles with banknotes, bury them at suitable depths in disused coalmines which are then filled up to the surface with town rubbish, and leave it to private enterprise on well-tried principles of laissez-faire to dig the notes up again (the right to do so being obtained, of course, by tendering for leases of the note-bearing territory), there need be no more unemployment and, with the help of the repercussions, the real income of the community, and its capital wealth also, would probably become a good deal greater than it actually is. It would, indeed, be more sensible to build houses and the like; but if there are political and practical difficulties in the way of this, the above would be better than nothing.”
(Yıl: 1936, “The General Theory of Employment, Interest and Money”, book 3, chapter 10, section 6, page 129)
Bu ifadeyle Keynes’in işaret ettiği husus: “‘Devlet’ mekanizması (sovyetik aşırıcılığa kaçmadan) piyasanın sürekliliğini sağlamak adına, yine piyasaya cansuyu olmak amacıyla; piyasaya dokunuşlar yapabilir.” ifadesiydi. Örneğin, “altyapı yenilemesi” başlığı altında; bir ülkenin bir bölümünün (veya bütününün) baştan aşağı güncellenmesi için “devlet” mekanizması önayak olabilir, “hamilik ceketini giyip piyasanın mentor’u olabilir”, ister bizzat kendi hazinesinden harcama yaparak, ister ihale yoluyla özel sektörü yönlendirerek; “altyapı yenilemesi” çalışmalarına başlanabilir.
Bu ne demek?
Şu demek: Su borularının yenilenmesi, kanalizasyon sisteminin yenilenmesi, elektrik şebekelerinin, kablolarının yenilenmesi, yolların yenilenmesi, köprülerin yenilenmesi, barajların yenilenmesi, cadde, mahalle, sokakların yenilenmesi, kamu binalarının yenilenmesi (peşi sıra hanehalkı meskenleri de olabilir) vb.
Bütün bu “yenileme” çabaları, sadece o sektörlerde faaliyet gösteren şirketlerin ekonomik buhrandan kurtulmasına yarar sağlamayacak, aynı zamanda yan sanayi kollarının da, dolaylı bile olsa, işlerlik kazanmasına yol açacaktı. İstihdam iştahının artmasına, işsizliğin azalmasına, yeni üretim sahalarının (ve teknolojilerinin) doğmasına yol açacaktı. En nihayetinde, ekonomi yeniden canlanmaya başlayacaktı.
=== 3. REFERANS ===
Artık 2016’dayız!
Piyasalar neredeyse birbirine entegre olmuş durumda. (Örneğin, Çin “Halk!” Cumhuriyeti’nin “komünizm”le uzaktan yakından ilgisi artık yok!)
“İnsan”ların yapıtaşlarından biri olan “greed’in (açgözlülüğün)” kapitalizm tarafından körüklendiğini, artık gayet iyi bildiğimiz hâlde, bu tuzağa daha fazla düşmemeliyiz! Artık tercih yapmak zorundayız!
“Ancak ve ancak ‘rekabet’ edilirse, hayatta kalınabileceği” yanılgısının, dayatmasının tuzağına düşmemeyi yeniden öğrenmek zorundayız! Sayın “ogürsel”in ve onun gibilerin konformistliğinden kaçınmalıyız!
Yüzyıllar boyunca hepimize yutturulan “yanılgıları” artık yutmamaya ne zaman başlayacağız?!
“SAĞMAL İNEK!” OLARAK YAŞAMAYA HÂLÂ DEVAM EDECEK MİYİZ ?!
“(TZM) The Zeitgeist Movement” isimli oluşumun kurucusu ve “Zeitgeist” belgesel dizisinin yapımcısı “Peter Joseph” tarafından, facebook sayfasında kendisine soru soran bir takipçisine yazdığı cevap.
Orijinal İngilizce metin için:
( https://www.facebook.com/peterjosephofficial/posts/685822444788247 )
8 Mayıs 2014 Perşembe
Bir takipçiden,
=== “İtiraz ve soru”: ===
Birçok insan “(planned obsolescence) ~ tasarım ömrü ~ plânlı eskime/eskitme”nin kötü bir şey olduğunu düşünüyor. Çünkü böyle bir modelin, dünyada var olan milyonlarca doğal ve insan yapımı kaynağın boş yere harcanması anlamına geldiğini savunuyor.
Ama yanıldıklarının farkında değiller!
Yukarıda bahsedilen model; “inovasyon ~ yenilik” dediğimiz kavramın içeriğini oluşturuyor.
Özellikle “elektronik ürünler” üzerine sürekli kafa yoran yüzbinlerce araştırmacı; en yeni teknolojiyi ürünleri içine yerleştirmeye, daha güçlü, daha verimli, daha güncel cihazlar yaratmaya çalışıyor. Neden? Çünkü: Böyle bir sahada muazzam büyüklükte bir “teşvik sistemi” var; neredeyse bir nehir yatağını dolduracak kadar çok “para akışı” var!
Eğer böyle bir “teşvik sistemi”, “yüksek kazanç kapısı” denilen olgular olmasa idi; bu araştırmacıları en son teknoloji ile donatılmış cihazlar üretmeye kim kamçılayabilirdi ki?!
Bu nedenle “plânlı eskime/eskitme” modeli iyi ki var! Bu sayede en son teknolojiye her zaman erişebiliyoruz, sürekli güncelleniyoruz!
Bu model aynı zamanda “çevre problemleri” ve “kıtlık” başta olmak üzere dünyanın en temel sorunlarının da yegâne çözüm yolu!
=== Peter Joseph’in cevabı: ===
“Teknolojik ilerlemenin sürekliliğini sağlamak için; ‘para’nın tüm dünyada dolaşımını sağlamalıyız.” görüşü; “eğer bir saniye duraklarsan seni hemen yiyecek bir aslan tarafından kovalanırcasına koşmak; kalp sağlığının korunması için iyidir.” sözü ile aynı kapıya çıkar!
Bu durumda; “bir aslan tarafından kovalanıyor olmak” tâbirine; kişinin kendi kalp sağlığı için egzersiz yapıyor olması şeklinde kabul edip, ve hattâ bunu sıradan bir sistem hâline getirip; “iyidir” denebilir mi?! Eğer kişiyi kaçması için kamçılayan bir aslan olmasa idi, bu kişi hayatında hiç bir zaman koşuya çıkmayacak mıydı?!
Aslanın, doğal yapısı gereği, bir avcı (ve çoğunlukla “zarar verici”) özelliğini temsil ettiği varsayılıyor. Bu özelliğin, “insan”ın içinde de var olduğu, hayatta kalabilmesi için bu özelliğini dışarı vurması gerektiği; sorgulanması teklif dahi edilemez “fiziğin değişmez bir yasası”ymış gibi kabul ettiriliyor! Aslanın bu özelliği insana ikâme ettirilerek, “ekonomik verimliliğin arttırılması!” uğruna, öz anlamından bile bile saptırılıyor!
Aynı mantık; piyasa ekonomisini savunan dar görüşlü bir çok iktisatçı tarafından; “plânlı eskime/eskitme modeli ne kadar da iyi baksanıza; geçen yılla karşılaştıracak olursak bu yıl daha fazla FAKİR İNSAN; cep telefonuna, televizyona ve mikro-dalga fırına sahip oldu!” şeklinde propaganda ediliyor. Bunu söyleyerek; “piyasa ekonomisinin varlığını” ispat ettiklerini, onu tâbiri caizse “akladıklarını”, ve hattâ daha verimli, daha eşitlikçi, daha adil bir hayat getirdiğine dair methiyeler düzdüklerini zannediyorlar!
Fakat görmezlikten gelinen veya anlaşılmayan bir durum var:
“Piyasa ekonomisi (daha ayrıntılı ifade edecek olursak; ‘sömürü↔kıtlık↔rekabet’ düzeni)” denilen sistem; “açlığın” ve “sınıflar arasındaki dengesizliğin” başladığı yerdir!
“Teknolojik ilerleme ve verimlilik” üzerine, günlerimizi, başı veya sonu bilerek kırpılmış, dar görüşlü referanslar içinde papağan gibi konuşup durarak geçirebiliriz!
“Kanser, kişinin iştahını kesiyormuş…”,
“Kanser, o kadar harika bir şey ki senin birkaç kilo vermene yardımcı olabilir…”,
“Bedava yemek, bedava bir oda ve bir spor salonuna sahip olsak ne kadar da güzel olurdu… Hadi gel; bir suç işleyip hapse girelim ve kendimizi rahata kavuşturalım!”
Son zamanlarda yukarıdaki gibi sözleri sık duyar oldum!
Ve “yeşil doğa devrimi”nin hibrid (melez) elektrikli arabalarla gerçekleşeceğini de duydum. Şimdi, hemen evimden fırlayarak “kapitalist piyasa sisteminin kurallarına uyarak!” bu arabalardan 10 adet satın alacağım ve ben de “yeşil doğa devrimi”ne küçük bir katkı sağlamış olacağım!
İşin bam teline dokunduğunuzda şu dayatmayı görürsünüz:
“Dünyanın sınırlı kaynaklarının boş yere harcandığını ve ekolojik yıkıma yol açtığını bile bile; ‘mal veya hizmet!’ satın almak, ‘para!’ denilen nesnenin sürekli dolaşımda kalmasını sağlamak ve daha fazla endüstriyel büyümeyi teşvik etmek (bu büyümeye artık ‘inovasyon!’ deniyor), kâinatın geleceği için mutlak iyi ve elzemdir.”
Hayır!
“Plânlı eskime/eskitme” modeli; teknolojik yeniliklerin kâinatın bütününe sunabileceği “ilerlemek” olgusunu, sadece ve sadece; “paranın kullanımı döngüsü” içinde kasıtlı olarak tutmak plânından başka hiçbir şey değildir!
“Yan ürün & İkinci-derece ürün (byproduct)” dediğimiz nesne ise “daha fazla para kazanmak!” ilkesinden başka bir şey değildir!
Yukarıda yazılan döngülerin, kendi “inovasyon!” mantığı içinde değerlendirildiğinde; ne kadar da doğru bir eylem olduğu, “ilerlemenin sürekliliği için ‘tüketim’in şart olduğu” algısı hepimize bebekliğimizden itibaren kabul ettiriliyor!
Bu aynı zamanda “inovasyon”un; “plânlı eskime/eskitme” modelini daha yaygın hâle getirebilmek için icat edilmiş bir kelime olduğunuda mı gösteriyor?! Hmm… Şimdi daha iyi anladım!…
Ana akım medya tehlikeyi ne kadar görmezden gelirse gelsin, önümüzdeki 10 ila 20 yılda gerçekleşecek; “enerji↔biyolojik çeşitlilik↔doğal kaynaklar” halkaları içinde başlamak üzere devasa bir krize sürüklenmekte olduğumuzun sinyalleri mevcut!
Bu sinyalleri hissedebilmek için bir müneccim olmanıza gerek yok, çok güçlü bir antene de ihtiyacınız yok. Bahsedilen halkaların tükenmeye yüz tuttuğu dönemlerde, insanoğlunun dehşetengiz savaşlar başlattığını tarih bizlere öğretiyor! (Eğer “medya dünyası!”nın gerçeklikle bir karış bağlantısı kalmış ise, nihayetinde önlemler almak ve topyekûn eyleme geçmek için cesur adımlar başlayıncaya kadar; her tv kanalı bu “amansız tüketim kültürü!”nün bizleri nereye götürdüğü üzerine, hergün, haberler sunar! Ama ne yazık ki; “medya!” da şirketokrasinin kontrolünde olduğundan, bu mümkün gözükmüyor!)
Ekonominin daimi özelliği:
Kaynakların “sürekli kâr!” odaklı kullanılması, bu amaçta mümkün olan en yüksek seviyede verimliliğin elde edilmesi ve insanları “sağmal inek!” düzeninde tutabilmek için; keşfetmiş ve üretmiş olduğumuz hâlde, yeni ürünleri, yeni dizaynları, “zamanı geldiğinde piyasaya sürmek üzere!”, yüksek güvenlikli laboratuvarlarda ve/veya antrepolarda bekletmekten ibaret değildir!
Bu sisteme uymaya mahkûm değiliz!
Başka yollar da var!
Oluşumumuz “The Zeitgeist Movement”ın önerdiği “(C.D.S.) Collaborative Design System ~ (O.T.S.) Ortak Tasarım Sistemi”, şu an içinde yaşamakta olduğumuz kapitalist sistemden daha isabetli sonuçlar veriyor: “Bilimsel yöntemlerle titizlik içinde filtrelenen demokratik planlama sistemleri.”
(C.D.S.), merkezi bir plânlama sistemi değildir! Tüm plânların tek bir karar merkezinde toplandığı bir sistem hiç değildir!
Temeli:
İnsanların hiçbir kısıtlamaya maruz bırakılmadan katılabildikleri,
Akışın çataklaşmadan sağlanabilmesi için programlamaların demokratik, ortak kararlar ile alındığı,
Serbest-erişimli sistemler mantığına dayanan;
İster bireysel ister toplumsal amaçlarla olsun farketmez,
Herhangi bir endüstriyel/teknolojik ürün üzerinde değişiklikler yapabilmek, bu değişiklikleri kısıtlamaya maruz kalmadan her zaman yapabilmek,
Bu değişiklikleri yaparken uygulanan yöntemlerin “tüm insanların yararına gönüllü olarak açık & şeffaf” tutulduğu bir düzendir.
Bana çok sık sorulan ve hattâ bu soru yoluyla şahsıma çamur atılan bir konuya bu mesajımda bir kez daha açıklık getireyim:
(C.D.S.)de; “Sovyet Kapitalizmi!” ile uzaktan-yakından ilişkisi olan bir tür “miras devri!” yoktur!
“Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği” başta olmak üzere, küremizdeki bir çok iktisadi “sol” sistemler, Marx’ın bıraktığı eserler ve diğerleri; oluşumumuz tarafından tabii ki incelenmiş, tarihin bizlere bıraktığı nimet ve uyarılar tabii ki dikkate alınmıştır. Fakat geleceğimizi inşa ederken hiç bir “siyasi” ve/veya “iktisadi” ideolojiye körü körüne bağlanmamayı prensip edinmiştir!
Yukarıda yazdıklarım sadece “Sovyet Kapitalizmi!” değil; ondan daha tehlikeli olan “Özel Sektör Kapitalizmi! & Şirketokrasi!” başta olmak üzere tüm sistemler için geçerlidir!
Tekrar etmek gerekirse:
Çoğunluğumuz, şu an sürmekte olan sistem içinde, sanki bir tuzağa düşmüşçesine, sıkışıp kalmış,
Tabloyu daha geniş açıyla görebilme yetisini kaybetmiş veya “görmezlikten gelmiş!”,
Daha sorumlu, daha verimli olasılıklar üzerine düşünmekten tâbiri caizse “vazgeçmiştir!”
Gerçek bir ekonomi; “insanların ihtiyaçları” ve “toplumların refahının” dengede olmasına dikkat ederek, “üretim↔tüketim döngüsü”nü her zaman asgari düzeyde tutarak, ürünleri güncel kılabilmek için stratejik şekilde belirlenmiş, mümkün olan en iyi üretim hatlarını “her zaman açık ve şeffaf” tutmayı hedefler.
Böyle bir ekonomi sistemine geçmek bir rüya değil.
Bugün üzerinde yaşamaya mecbur bırakıldığımız “kapitalist piyasa ekonomisi!” adlı sistemi sarsmak için niyetlerimizde muazzam bir değişikliğe gitmeliyiz.
Başlangıç için daha fazla cesarete ihtiyacımız var!
Saygılarımla,
Peter Joseph
***
Yukarıda okumuş olduğunuz P. Joseph’in yazdığı cevaptan sonra, sayfanın altındaki yorumlardan birinde, “Matrix” filminde bir karakter olan “Morpheus”un resmi üzerine aşağıdaki söz yazılarak espri yapılmış:
“Sana ‘iPhone 8’in çoktan üretilmiş olduğunu, ama ‘6’ ve ‘7’yi tüketmeden ona asla sahip olamayacağını söylesem; ne yaparsın?!”
İngilizce:
( https://www.facebook.com/photo.php?fbid=753128634738073&set=p.753128634738073&type=1 )
AKP’den çok daha tehlikelisi budur;
http://www.hurriyet.com.tr/devlet-bahceli-ozyonetim-bolunmedir-ayrilmadir-ve-yilanin-basi-kucukken-ezilmelidir-40035905
Dinle Marksist!
Yönetici sınıf haline gelmiş proletaryadan bahsediyorsun. O halde sorabilir miyiz proletarya yönetici sınıf olmuşsa kimi yönetecektir? Ayrıca “yönetici sınıf düzeyine yükselmiş proletarya” ne demektir? Proletarya bir bütün olarak hükümetin başına mı geçecektir? Şu anda Türkiye’de yaklaşık 6 milyon işçi vardır. Bunların hepsi birden yönetici mi olacaktır? Eğer bütün halk yönetici olacaksa, o zaman hükümet yok olacak, devlet yok olacak demektir; ancak ortada bir devlet varsa orada yöneten efendiler ile yönetilen köleler de var demektir.
Son söyleyeceğin söz halkın yöneticilerini demokratik seçimle seçeceği, gerektiği zaman da görevden alacağı olabilir. Burjuvalar da aynı şeyi söylüyor. Ama biz özel mülkiyeti kaldıracağız, dolayısıyla herkes işçi olacak ve temsilci olarak kendi aralarından birini seçecekler diyorsun. Eski işçi demek istiyorsun. Çünkü geçmişi ne olursa olsun bir milletvekili, bir bakan artık bir milletvekili ve bakandır. Koltuk ve ayrıcalık çok tatlıdır. Hem sen demez miydin, insanların bilinçlerini sosyal konumları belirler diye. İşçi sınıfı devleti öncü partisi aracılığıyla yönetir diyeceksin, öncü partinin kimlerden oluştuğunu biliyoruz. Marksizm-Leninizm’in bilimini, onun rehberliğini kabul etmiş profesyonel devrimcilerden. Bu formülasyona bakıyoruz. Ortada Marksizm-Leninizm var, profesyonel devrimciler var, bilim var. Ama hani işçi sınıfı? Cevabın hazır biliyorum. Marksizm-Leninizm işçi sınıfının çıkarlarını savunur diyorsun. Sana Sovyet Deneyinden söz etmeyeceğim, cevabını biliyorum. Onlar revizyonistti, Stalinist’ti falan.
Ama dünyanın hiçbir yerinde işçiler senin gibi Marksizm-Leninizm bizim çıkarlarımızı savunur diye düşünmüyorlar. Tam tersine şöyle düşünüyorlar: Devlet kapitalist de olsa, sosyalist de olsa benim yaşamımda ne değişecek. Ben gene sabah 8’de işe geleceğim 5’te çıkacağım. Fabrika eskiden patronunken şimdi devletin olacak. İyi de bundan bana ne? Ben zaten patronun suratını hiç görmem ki. Benim işim ustabaşıyla nadiren de müdürlerle. Ustabaşım SHP’li, müdür ANAP’lı. İkisi de komünist olsa ne olacak? Hem duydum ki, artık fabrika anonim şirket oluyormuş. Bir sürü patron olacak, ben de para biriktirirsem biraz hisse senedi alabilirim. Diyorlar ki, sosyalizmde fabrika devletin olacak, devlet senin olacak, o halde fabrika senin olacak. Nasıl yani? Fabrika benim olacaksa ben şu Allanın belası işi bırakabilir miyim? Ya da çalışma saatlerini kısaltabilir miyim? Yok, ona merkezi planlama karar verir. İyi o zaman şu hesaplara bir göz atalım bizim ücret herhalde 3-4 kat artar. Olur mu Yoldaş, kârın hepsini sen alırsan yeni yatırımları nasıl yaparız, savunma sanayi nasıl olacak, komünist partisinin, gizli polisin, bürokratların maaşları nereden verilecek, ücretleri de merkezi planlama belirler. Peki grev? Ne grevi, kendi kendine mi, grev yapacaksın fabrika zaten senin. Peki sendika? Sendika olacak tabi, komünist parti politikalarını sana benimsetmek için. İyi, o zaman ben sosyalizm almayayım, şimdi hiç değilse arada bir grev yapıp bazı isteklerimi kabul ettirebiliyorum.
Yoldaş, bu işçi sınıfı çok dar kafalı değil mi? “Tarih yapmak” falan umurunda değil. İyi de başka türlü olabilir mi? Devrimciliğinde samimiysen, biraz düşün işçi olmak ne demektir? Ücretli kölelik. Köleler köle kalarak yeni bir hayat kurabilir mi? İşçi sınıfının devrimci olabilmesi için “işçi” olmayı reddetmesi gerekir. Bu durumda -gene başa geldik- kim yönetecek işçi devletini?
Sakın ağzı laf yapan yeni partili akademisyenler, bürokratlar ve politikacılar olmasın?
http://www.anarsi.org/arsiv.php?isl=oku&id=120&tip=1&ust=46
Kürt Sorunu ve Sahte Demokratlar
Özgür Doğan
7 Haziran seçiminden bu yana düzen cephesinin Kürt hareketine dönük çok boyutlu saldırısı giderek daha da şiddetleniyor ve akıl sınırlarını zorluyor. Son olarak Demokratik Toplum Kongresi genel kurulunda kabul edilen bildirge, başta AKP olmak üzere düzen güçlerini tabir yerindeyse zıvanadan çıkarttı. Hükümet ve yandaşları Kürt hareketini ve onun siyasal temsilcilerini açıkça ve yüksek perdeden ihanetle suçlayan açıklamalar yaptılar. Bu salvo atışlarıyla harekete geçen yargı kurumları DTK genel kurulu hakkında soruşturma başlattı. Buna HDP’nin kapatılması, HDP’li milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılması çağrıları eşlik ediyor.
HDP sözcülerini alenen hedef gösteren açıklamalar içinde, bölünme teraneleri ve anayasaya aykırılık suçlamaları gırla gitti. Kendileri rejimin fiilen değiştiğini söyleyip başkanlık dayatmasını her yolla gündeme taşırken, 7 Haziran seçiminin sonuçlarını yok sayarken, Meclisin toplanmasını engellerken ya da CHP’ye hükümet kurma görevini vermezken anayasayı unutanların bugün anayasadan bahsetmeleri tam bir ikiyüzlülüktür.
Ama iş onlarla kalmıyor. Şartlı tahliyenin adeta gereğini yerine getiren Vatan Partisinin malum lideri Doğu Perinçek de HDP’nin derhal kapatılmasını talep ederken, CHP’den ise daha diplomatik dille de olsa DTK kararlarının kabul edilemezliği vs. açıklamaları geldi. 7 Haziran seçimlerinden önce Kürt sorununda daha demokrat görünümlü bir söylem tutturan CHP, seçimlerden sonra gerçekleşen hükümet darbesini adeta seyretti. Bu da yetmezmiş gibi Kürt halkına yönelik saldırıya destek verdi. Tezkereye destek veren CHP, Rus uçağının düşürülmesi hususunda da hükümeti destekledi. Arkasından, son yürütülen askeri operasyonları, sokağa çıkma yasaklarını açıkça doğru bulduğunu ilan ederek, hükümeti operasyonlara son vermeye çağırmak yerine, Kürt halkına hendekleri kapatma çağrısında bulundu.
Devletin zirvelerinde Kürt sorununda ılık meltem rüzgârları eserken aslan kesilen, demokratik özerklik ve hatta federasyon da dahil her konu rahatlıkla tartışılmalı diyen kimi burjuva yazarlar da, rüzgârın tersine dönmesiyle birlikte Kürt hareketine hücum etmeye başladılar. Olup bitenleri bir parça insani vicdan duygusuyla anlayıp yorumlamak yerine, devlet ricalinin değişen tutumuna kendilerini hızlıca adapte ediverdiler. Kimisi zaten dümenini rüzgâra göre ayarlamıştı, rüzgârla birlikte o da yön değiştirdi. Kimisi kalemşörlüğünü yaptığı medya patronlarının direktifleri doğrultusunda tutumuna ayar çekti. Kimisi ise tartaklanma korkusuyla yelkenlerini suya indiriverdi.
DTK Bildirgesi bu cenahta da şoven ve devletçi reflekslerle karşılandı. Neymiş, bu bildirgenin zamanı mıymış, demokratik özerklik oldu bittiye mi getirilirmiş, böylesi bir adım bir ilan konusu değil bir müzakere konusu olmalıymış vs. vs. Durumu açıklığa kavuşturmak için birkaç soru soralım. DTK kararında Kürtler bağımsızlık ve ayrı bir devlet kurma doğrultusunda bir irade mi ortaya koymuşlardır? Hayır! Bu kararda demokratik özerklik mi ilan edilmiştir? Hayır! Olan şudur; DTK kararında Kürtler demokratik özerklikten ne anladıklarını ortaya koymuş ve yapılacak yeni bir demokratik anayasada kendileri ve Türkiye’deki diğer halk kesimleri için ne tür demokratik haklar istediklerini belirtmişlerdir.
Başkanlık dayatmasıyla yeni anayasa tartışmalarının gündeme geldiği, iktidardaki AKP’nin Meclisteki düzen partilerini yeni anayasa konusunda ikna etmek için turlara çıktığı bir dönemde, Kürt hareketinin yeni anayasa kapsamında kendi siyasal beklentilerini ortaya koymasından daha doğal ne olabilir? Anayasa tartışmalarının baş gündem maddesi olduğu böyle bir dönem zamanlama açısından uygun değilse, uygun zaman ne zamandır?
Görülüyor ki, AKP hükümeti, boyun eğmeyi reddeden ve haklarını almak için direniş yolunu seçen Kürt halkına karşı başlattığı savaşta, MHP’den Vatan Partisine, CHP gibi demokrat geçinen devletçi-ulusalcı güçlerden kapıkulu demokratlara kadar düzen güçlerini kendi arkasında hizaya sokmayı büyük ölçüde başarmıştır. Atmosferin tümüyle değişmesiyle birlikte, bugüne kadar Kürt sorunu konusunda bir ölçüde demokrat bir çizgi izleyen burjuva yazarların ve akademisyenlerin hepsi olmasa da bir kesiminde de tornistan eğilimleri giderek daha güçlü bir biçimde kendini belli etmeye başlamıştır.
Kendilerini demokrat addetmeyi pek seven bu sahte demokratlar takımının en büyük meziyeti devletin zirvelerinden esen rüzgâra göre hızla tutum değiştirmektir. Bir kez daha açığa çıkıyor ki, bu topraklardaki burjuva aydın birikimi çürüktür, ilkesizdir, çıkarcıdır, korkaktır. Ve hepsinden önce de yaşanan tüm toplumsal değişime rağmen halen kapıkulu zihniyetinden kendini kurtarabilmiş değildir. Burjuva demokrasisinin çürüme çağında demokratik değerlerle tanışmaya başlayan bu tayfadan, burjuva demokrasisinin evrensel ilkelerine göre tutum takınmalarını beklemek nafiledir. Burjuva demokrasisinin evrensel ilkeleri denilen şeylerin kendisi bugün birer nostalji konusu haline gelmişken bu durum pek de şaşırtıcı değil aslında. Ama yine de bu toprakların burjuva aydınlarının ve sözümona demokratlarının hücrelerinin derinlerine işleyen devletçi reflekslerine, şoven boyutlardaki milliyetçi zihniyetlerine işaret etmek gerekiyor.
İşin aslı şudur ki, Kürt hareketinin siyasetine dair bu itirazların hepsi bahanedir. Bu itirazları yönelten cenah zaten uzun süredir AKP’nin gerekçelerini aynen tekrar etmekten ve tekrar alevlenen haksız savaşın sorumluluğunu Kürt hareketine yüklemekten geri durmuyor. Kürt hareketini “hendek siyasetine saplanmakla”, “çözüm sürecini bitirmekle”, “silahlara ve güç siyasetine tekrar dönmekle” eleştiriyor. Bu tarz sahte demokratlarla AKP arasındaki tek fark, AKP “bitireceğiz, gömeceğiz, ezeceğiz” söylemini tırmandırırken, bu zevatın, “aman yapmayın, tekrar müzakere masasını kurun” demesidir.
Bugün Kürt sorununda işlerin bu noktaya gelmesinden kimin sorumlu olduğunu saptamanın bir kıymeti var mı? Aslında var. AKP’nin ürettiği ve tüm düzen partilerinin hareket noktası haline getirdiği “PKK masayı devirdi ve tekrar savaşı seçti” şeklindeki yalanları deşifre etmek için bir önemi var. TC’nin egemen sınıfının Kürt sorununa demokratik, adil ve barışçıl gerçek bir çözüm üretmekten aciz olduğunu göstermesi bakımından bunun bir önemi var. Yıllardır, aman şu seçimi de bekleyin, şu darbecileri temizleyelim ondan sonra vb. teraneleriyle Kürt halkının oyalandığını göstermesi bakımından bir önemi var. Liberallerin ve sahte demokratların yaydığı hayallerin kofluğunu göstermesi bakımından da bir önemi var.
Bugün Kürt sorununda bir kez daha silahların konuşmasının baş sorumlusu AKP ve TC’nin egemenleridir.
AKP, geride kalan yıllarda, Kürt hareketini oyalayarak, sahte çözüm hayalleriyle besleyerek pasifize etmeyi umuyordu. Çatışmaların son bulmasıyla hem Türk hem de Kürt halkı nezdinde itibarının ve siyasal desteğinin artacağını, bölgeye aktarılacak kaynaklarla Kürt yoksullarını tavlayacağını, İslam kardeşliği söylemiyle Kürtlerin ulusal taleplerini nötralize edebileceğini düşünüyordu. Kürt sorununun bir başka boyutu olan Irak Kürdistanı’ndaki sorunu da Barzani’yle kurduğu ilişkiler aracılığıyla kontrolü altına alabileceğini düşünüyordu. Suriye Kürdistanı’ndaki durum ise onun gündeminde başlangıçta yoktu. Ancak yaşanan gerek iç gerekse de dış gelişmeler AKP’nin beklentilerini boşa çıkardı.
Silahların susması ve çözüm umudunun artması Kürt halkı içerisinde AKP’ye değil HDP’ye dönük güçlü bir siyasal destek artışını beraberinde getirdi. Kürt halkının geniş kesimleri makarna ve kömür paketleriyle satın alınamayacağını, elde Kürtçe Kur’an’la mitinglerde arz-ı endam etmenin de artık kendisini kandıramayacağını ortaya koydu.
Erdoğan yönetimi, açığa çıkan yolsuzluklarla birlikte bir varoluş kavgasına sürüklendi. Parantez açarak belirtelim ki, 7 Haziran seçimlerinin sonuçları Erdoğan’ın kaygılarının derinliğini ve gerçekliğini ortaya koydu. Çıkış yolunu da ülke içinde baskıları ve Ortadoğu’da emperyalist maceracı girişimleri arttırmakta aramaya başladı.
Bu çizgide kırılma noktasının Kobane’de yaşananlar olduğunu söylememiz gerekiyor. İçerideki Kürtleri oyalama politikası tökezleyen, Barzani’yle ittifak politikasından istediği ölçüde yarar sağlayamayan Erdoğan yönetimini esas hüsrana uğratan Suriye ve özellikle de Suriye Kürdistanı’ndaki (Rojava) gelişmeler oldu. Rojava’da şekillenen Kürt yönetiminin üzerine salınan IŞİD çetelerinin Kobane’de püskürtülmesi Erdoğan’ın Kürt politikasının iflası anlamına gelmekle kalmadı. Bu gelişme aynı zamanda IŞİD barbarlığı karşısında büyük bir direniş gösteren Kürt hareketinin hem bölgede hem de Batı dünyasında büyük bir sempati kazanmasıyla sonuçlandı.
Bu gelişmeler eşliğinde başkanlık dayatmasında yeni zorlamalara girişildi. Kürt illerinde 6-8 Ekim 2014 tarihlerinde yaşanan olaylarda 50’ye yakın insan yaşamını yitirdi ve bunun sorumluluğu HDP’ye ve en başta da Demirtaş’a yıkılmaya çalışıldı. “Kamu düzeni” söylemiyle yeni anti-demokratik uygulamalar gündeme getirilmeye ve otoriterleşme doğrultusunda adımlar atılmaya başlandı.
HDP buna rağmen müzakere sürecinin devamı doğrultusunda çaba gösterdi. Ne var ki bu çabalar 28 Şubat 2015’te, Dolmabahçe Sarayında açıklanan “mutabakat” metninin Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından yok sayılmasıyla boşa çıktı. Mutabakat metnini tanımadığını söyleyen Erdoğan, açıkça Kürt sorunu diye bir sorun olmadığını, meselenin kamu düzeninin sağlanması ve terör sorunu olduğunu söylemeye başladı. Mart ayında uzunca süredir tartışılan “İç Güvenlik Yasası” meclisten geçirilerek Kürt halkı üzerindeki baskılar arttırılmaya başlandı. Aynı dönemde Kürt hareketinin lideri Öcalan’a dönük tekrar tecrit uygulaması başlatılıp, Öcalan’ın avukatlarıyla, İmralı heyetiyle ve HDP’yle irtibatı bir kez daha kesildi. Sürecin buzdolabına kaldırıldığı söylemi hem Cumhurbaşkanı hem de hükümet yetkilileri tarafından defalarca dile getirildi. Tüm bunlar üzerine Demirtaş’ın “seni başkan yaptırmayacağız” açıklaması da bu noktada yapıldı. Silahların susmasından umduğunu bulamayan AKP, gerilimi arttırarak ve çatışmaları körükleyerek HDP’yi Meclis dışında bırakma politikasını devreye soktu.
7 Haziran seçimlerine ilerleyen bu süreçte HDP’nin barışçıl çözüm ve müzakerelerin başlatılması politikasının karşısına provokasyonlar, HDP’lilere dönük ölümle sonuçlanan saldırılar ve nihayet Diyarbakır mitinginin bombalanması çıkartıldı. Demirtaş’ın Kürt halkını sakin olmaya, provokasyona gelmemeye, gerekirse “on adım geri atmaya” çağrıları da bu süreçte oldu. HDP’nin bu barışçıl politikası 7 Haziranda beklenilenin de üstünde bir başarı göstermesiyle sonuçlandı. AKP tek başına iktidar kuramayacak bir duruma düştü. Tam da bu arada ikinci bir kırılma noktası daha yaşandı, yine Suriye’de. Tel Abyad’ı IŞİD çetesinden temizleyen Kürt güçleri Rojava’da iki kantonun birleşmesini sağladılar. Bu gelişme ile Türkiye’deki Kürt sorununda da bir kez daha silahlı çatışma döneminin düğmesine bastı AKP hükümeti. PKK’yi yeniden silahlı çatışma eksenine çekmek üzere gerçekleştirilen Suruç katliamını, PKK kamplarının çok yoğun bir hava bombardımanına tutulması takip etti. Bir kez daha Kürt kentlerinde 2011’dekine benzer bir keyfi gözaltı ve tutuklama kampanyası başlatıldı. Kürtler bu saldırılara özyönetim talebiyle karşı durdular. Keyfi gözaltılara, ev baskınlarına ve yargısız infazlara çeşitli mahallelerde hendekler ve barikatlar ile karşılık verdiler.
Erdoğan’ın ipleri tümüyle eline alarak 7 Haziran seçimlerini boşa çıkartması, hükümet kurulmasını engellemesi, Meclisin toplanamaması aslında fiilen bir hükümet darbesi anlamına geliyordu. Buna paralel biçimde Kürt hareketine gerek siyasal gerekse de askeri cephede ilan edilen savaşla birlikte PKK de kendisini savunacağını ve sürece Erdoğan-AKP ikilisinin noktayı koyduğunu açıkladı. 1 Kasım seçimlerine giden süreçte yaşanan 10 Ekim Ankara katliamına rağmen PKK, seçimlerin yapılabilmesi için tekrar ateşkes ilan etti, ancak bu da egemenleri yolundan döndüremedi.
Tablonun satırbaşları bunlarken, gelinen noktadan ötürü Kürt hareketini sorumlu göstermek, bir yanılsama değil, olsa olsa Türk burjuva aydınının geleneksel devletçi ve şoven reflekslerinden kaynaklanmaktadır.
Bir noktayı tekrar hatırlatmakta fayda var. Erdoğan-AKP yönetiminin Kürt politikasının tabutunun son çivisini çakan Suriye’deki gelişmeler olmuştur. Başlangıçta hesaba katamadığı ve sonra IŞİD aracılığıyla imha etmeye kalkıştığı Rojava’daki gelişmeler karşısında AKP ve TC egemen sınıfı, geleneksel inkârcı-imhacı çizgisine geri dönmüştür.
Çok açık bir gerçekle karşı karşıyayız. Kürt sorunu hiçbir zaman Türkiye ile sınırlı bir sorun olmadı. Kürtler Türkiye, Irak, İran ve Suriye’de yaşayan ezilen bir halktır. Bu sorun tek tek hiçbir ülkenin değil, bir bütün olarak bölgenin sorunudur. Irak’ta ve Suriye’de yaşanan gelişmeler, Kürt sorununu uluslararası bir sorun haline getirmiştir. Bugün sorun çok daha karmaşık bir hale gelmiştir.
Kürt hareketi hem Türkiye’de hem de Irak ve Suriye’de büyük bir güç kazanmış ve demokratik bir güç/dinamik olarak Batı gözünde de önemli bir prestij sahibi olmuştur. Türkiye’deki Kürt hareketinin, sorunun demokratik ve barışçıl çözümü için diretmesi, Türkiye içerisinde “yerli” bir çözüm için çaba sarfetmesi, birlik yönünde bir eğilim sergilemesi, aslında Türkiyeli emekçiler için, demokratik hak ve özgürlükler mücadelesi için büyük bir şanstır. Ne var ki, TC’nin egemenlerinin genlerine işlemiş olan geleneksel korkularıyla giriştikleri imha saldırıları bu demokratik birlik eğilimini her geçen gün daha da zayıflatmaktadır.
Bunun sorumlusu, otoriter bir rejim inşa ederek dışarıda emperyalist maceracı bir siyaset izleyen, içeride ise Kürt halkının demokratik taleplerini görmezden gelerek Kürt hareketini ezmeye girişen ve toplumu kutuplara ayırıp düşmanlaştıran AKP iktidarı ve onu destekleyen düzen cephesidir.
http://marksist.net/ozgur-dogan/kurt-sorunu-ve-sahte-demokratlar.htm
DİP bildirisi: Özyönetime evet! AB tipi özerkliğe hayır! Merkezi planlama! Ortadoğu Sosyalist Federasyonu!
Devrimci İşçi Partisi Merkez Komitesi
Ocak 4, 2016
Kürtlerin kendi kaderini tayin hakkı çerçevesinde özyönetime/demokratik özerkliğe destek!
Avrupa Birliği tipi bir ekonomik model olarak özerkliğe hayır!
İşçi ve emekçiden yana bir düzen için merkezi planlama!
Tüm bölge halklarının ortak kurtuluşu için Ortadoğu Sosyalist Federasyonu!
Demokratik Toplum Kongresi (DTK) Kürt halkının çeşitli kurumlarını bir araya getirerek “Özyönetimlerle İlgili Siyasi Çözüm Deklarasyonu” başlığını taşıyan bir bildirge yayınladı. Amaç bugün Türkiye’nin Kürt bölgesindeki kentleri ve kasabaları saran şiddet ve katliam dalgasına siyasi alanda bir çözüm önerisi getirmekti. DTK’nın bu girişimi, genel olarak bakıldığında 26 Temmuz’da Tayyip Erdoğan bloku ve AKP savaşı yeniden tırmandırmaya başlayalı beri, Kürt hareketinin izlediği çizgiye göre daha ileridir. Bugüne kadar yerellerde “özyönetim” ilan edilirken merkezi kurumlar (HDP, HDK, DTK ve bir ölçüde DBP) sadece barışa dönüş çağrıları yapmakla yetiniyordu. Devrimci İşçi Partisi (DİP) biraz da kendini bu pasifist yaklaşımdan ayırmak için vurgulu biçimde şu şiarı öne sürdü ve bunda ısrar ediyor: “Barış istemek yetmez! AKP’yi yenmeden, bu savaş bitmez!” Şimdi Kürt hareketi kolektif olarak bu basit pasifist yaklaşımın ötesine geçiyor ve bir siyasi tutumu öne sürüyor; bunu barışın hem kanalı, hem de hedefi haline getiriyor.
Statü, özyönetim, özsavunma
Bu siyasi tutum üç ekseni ve bir tanımlama işlemini kapsıyor. Her şeyden önce statü kavramı geliyor. Bu kavram hemen metnin giriş bölümünde öne sürülüyor: “Demokrasi ve özgürlük talepleri özünde siyasi statü talepleridir.” Bu şekilde dört parçalı Kürt sorunu Türkiye’deki parça açısından da bir siyasi birim sorunu olarak gündeme getiriliyor.
Metnin ikinci ekseni 26 Temmuz sonrası dönemde çeşitli yerel yönetimler ve benzeri güçler tarafından ilan edilen özyönetim yaklaşımının Kürt hareketi tarafından merkezi ve bütünsel olarak benimsenmesidir.
Üçüncü eksen ise özsavunmaya sahip çıkılmasıdır: Bildirge, “…savaş ve şiddet politikalarına karşı bireyin ve toplumun kendi özsavunmasını almasının meşruluğunu…” karar altına alıyor. Kürt hareketinin çevresine üşüşmüş liberallerin, hatta Kürt hareketi içindeki AKP sevdalısı çizginin “hendek” edebiyatı ile özsavunma çabasını sürekli aşağılamaya çalıştığı hatırlandığında, bu pozisyonun ilericiliği tartışılmaz biçimde ortadadır.
Bildirgede yeni olan nedir?
DTK bildirgesinde yeni olan “özyönetim” konusundaki kararlı tutum değildir. Metinde “özyönetim” ve “demokratik özerklik” kavramları geçişli olarak aynı anlamda kullanılıyor. DTK “demokratik özerklik” ilanını yapalı dört buçuk yıl oluyor! Hatırlanacağı gibi, 14 Temmuz 2011’de toplanan DTK “demokratik özerkliği” ilan etmişti. DİP “demokratik özerklik” ilanını derhal selamlamış, işçi sınıfının demokratik özerkliği savunması gerektiğini açıklamıştı (http://gercekgazetesi.net/ulusal-sorun/isci-sinifi-demokratik-ozerkligi-desteklemeli).
Öyleyse, “Özyönetimlerle İlgili Siyasi Çözüm Deklarasyonu”nda yeni olan özyönetim ya da demokratik özerkliğin savunulması değildir. Yenilik başka noktalardadır. Birincisi, bunun bir statü olarak ele alınmasıdır. İkincisi, özsavunmanın özyönetimle ilişkilendirilmesi ve ona sahip çıkılmasıdır. Üçüncüsü, ilanından dört buçuk yıl sonra demokratik özerkliğin ya da şimdi daha çok kullanılan adıyla özyönetimin somutlaştırılmasıdır. Metin, 14 maddelik bir liste çerçevesinde “özyönetim” kavramının içeriğinin ne olması gerektiğini ayrıntılı biçimde ortaya koyuyor. Burada bölgelerin oluşumu, nasıl yönetileceği, merkezi idare ile ilişkisi, kendi iç ilişkileri, hangi toplumsal kesimler üzerinde yükseleceği, merkezi hükümet ile özyönetimler arasında görev ve yetki bölüşümü, gelir kaynakları, güvenlik bakımından yetkiler gibi çok önemli ve hassas konularda genel olarak Türkiye kamuoyu ile ciddi bir tartışma başlatma çabası var.
Bildirgede esas olarak tartışılması gereken bu. AKP ve MHP yanlılarının, hatta CHP’nin DTK’nın “özyönetim” bildirgesini vahim bir şey açıklanmış, bölücülük savunulmuş gibi karşılamaları olsa olsa ne kadar ciddiyetsiz olduklarını gösterir. Hareket, yukarıda da belirttiğimiz gibi, 14 Temmuz 2011’de, hatta ondan da önce daha geniş bir topluluk olarak Aralık 2010’da “demokratik özerklik” planını halka açıklamıştı (http://gercekgazetesi.net/ulusal-sorun/kurt-halki-projesini-acikladi-saygi-duyalim-tartisalim). Bunu duymamayı nasıl başardınız? Duyduysanız neden şimdi “skandal” diye bağırıyorsunuz ama o günden sonra kaç yıl boyunca Kürt hareketi ile iş yapabildiniz? İkiyüzlülük!
Kürtlerin kendi kaderlerini tayin hakkı
DİP bütün ezilen halklarla birlikte Kürt halkının da kendi kaderini tayin hakkını tanıyor ve savunuyor. Yukarıda da belirttik, 2011’de “demokratik özerklik” ilan edildiğinde partimiz derhal ve ikirciksiz tanıdı bu iradeyi. Ama o zaman da söyledik, şimdi de tekrarlıyoruz: demokratik özerklik veya özyönetim, ancak ezilen bir halkın statüye kavuşması yolunda bir talep olarak anlamlıdır. Türkiye’nin her köşesinde birtakım bölgeler yaratarak çeşitli kamu hizmetleri konusundaki görev ve yetkileri merkezden alıp buralara taşımak hem bölgeler arası eşitsizlikleri arttırır hem de özelleştirmeyi teşvik eder. Biz demokratik özerk bölgelerin sadece Türkiye’nin Kürtlerinin kendilerine ait bir statüsü olması bakımından anlamlı olduğunda ısrarlıyız. Kürtlerin kendi kaderlerini tayin hakkını her zaman savunduk. Ancak bugün öne sürülen demokratik özerklik programında olduğu gibi, Kürt halkının ötesinde tüm Türkiye’yi kapsayan bir program ortaya konulduğunda Türkiye’nin işçileri ve emekçileri açısından neyin lehte, neyin aleyhte olduğunun kararını, sınıf örgütlerinin vermesine saygı duymaları gerektiğini hatırlatmak zorundayız..
Sosyal sınıf gerçeği yine yadsınıyor
Kürt hareketi geçmişten beri olduğu gibi bu bildirgede de toplumun sınıflara ayrıştığını, bu sınıfların bazılarının diğerlerini sömürerek yaşadıklarını, ötekilerin ise, Kürtler dâhil olmak üzere, ezildiğini, işsizlik ve yoksullukla boğuştuğunu, yer yer sefalet içinde yaşadığını bütünüyle görmezlikten geliyor. Özyönetimin içeriğini anlatan 14 madde boyunca kadınların, gençlerin, farklı etnisite ve inançların hakları savunuluyor, bunların bir bölümünün kendi özyönetim organlarına sahip olması gerektiği belirtiliyor. Ama “işçi”, “emekçi”, “sınıf” kelimeleri koskoca metinde bir kez bile geçmiyor! Bir ülkenin siyasi yapısı sınıflardan koparılarak ele alındığında bu, var olan sınıf hâkimiyetinin onaylanması anlamına gelir. Ya işçi sınıfından yanasınızdır, ya da burjuvazinin! Kürt hareketi bu konuda kendini yeniden ve yeniden sorgulamalıdır.
Avrupa’yı kurtarıcı olarak görmekten vazgeçmek gerek
Kürt hareketi özyönetim talebini Avrupa Konseyi Yerel Yönetimler Şartı’na bağlıyor. Türkiye’nin bu Şart’a koyduğu şerhin kaldırılmasını talep ediyor. Oysa bu uluslararası metin, genel bir insan hakları ya da halkların kendi kaderini tayin hakkı belgesi değildir, Avrupa kapitalizminin kıta çapında birleşmesi sürecinin ihtiyaçlarına çözüm olarak düşünülmüş bir anlaşmadır. Kürt halkının bir statü kazanması için gerçek bir çözüm olarak görülemez. Daha önemlisi, bu taleple Kürt hareketi kendi geleceğini kapitalist Avrupa Birliği’nin himmetine bağlamaktadır. Oysa emperyalist Avrupa bıçak kemiğe dayandığında NATO üyesi Türkiye devletinin çıkarlarını kendi çıkarlarıyla özdeşleştirecektir. Kürt hareketi kurtuluşun Avrupa Birliği denen emperyalist odaktan geleceğine dair bütün yanılsamalarını terk etmelidir.
Bugün anayasa demek Erdoğan sevdalılarına taviz vermek demektir
2011 seçimlerinden sonra sözde demokratik muhalefetin bütün unsurları ile birlikte Kürt hareketinin temsilcileri de “sivil, demokratik bir anayasa” şiarına sarıldılar. Biz, Kürtlerin kurtuluşunun bütün bir anayasa çalışmasına bağlı olmadığını, işçi sınıfı ve diğer ezilen sınıf ve katmanların da bu güç dengeleri altında anayasa çalışmasından ancak zararlı çıkabileceğini vurguladık; anayasa tartışmasının Erdoğan’ın başkanlığına kapı açmaktan başka bir anlam taşımayacağını ifade ettik. Gezi ile başlayan halk isyanı Erdoğan’ın başkanlık hevesini kursağına tıktı. 7 Haziran Erdoğan’ın bu yenilgisini perçinledi.
Ama şimdi 1 Kasım hayalet seçimlerinden kanırta kanırta silah zoruyla sandıkta kendine bir çoğunluk çıkarınca Erdoğan bloku ve AKP başkanlığı yeniden gündeme getirmeye cesaret ediyor. Bugün, meclis aritmetiği de, güçler dengesi de Erdoğan’ın başkanlığı olmazsa yeni anayasa da olamayacağı anlamına geliyor. Öyleyse, DTK’nın yeniden anayasayı gündeme getirmesi, Bildirge’nin sonuç bölümünde “…demokrasiyi ve özgürlükleri güvence altına alacak demokratik bir anayasa yapılması zorunludur” demesi, yeniden Erdoğan bloku ile pazarlığa kapı açmak demektir. Bunu reddediyoruz. Kürt hareketi içindeki Erdoğan sevdalılarına verilen bu taviz mutlaka geri alınmalıdır.
Kürt halkı ancak özgür bir Ortadoğu’da kurtulacaktır
Diğer parçalardaki kardeşleriyle ortak biçimde kaderini tayin etmek ve kendi seçtiği statü altında yaşamak ezilen Kürt halkının hakkıdır. DİP bu hakkı sonuna kadar tanır. Ama bir hakkın tanınması başkadır, onun gerçekleşmesi için gerekli koşullar hakkında değerlendirme başka. DİP, Kürt halkının kurtuluşunun ancak Irak Kürdistanı’nın petrollerine göz dikmiş, o bölgeyi de sömürgeleştirmek için çalışan, bütün Ortadoğu’da hâkimiyet kurmak için mücadele eden Türkiye burjuvazisinin siyasi ve toplumsal üstünlüğüne son verildiği koşullarda gerçekleşebileceğini vurgular. DİP, burjuvazinin alaşağı edilmesinin ancak işçi sınıfının önderliğinde bir ezilen sınıf ve güçler ittifakınca sağlanabileceğini ve bunun zorunlu olarak bir işçi sınıfı iktidarı ve merkezi planlamaya dayanan bir ekonominin yaratılmasıyla sonuçlanacağını hatırlatır. DİP, böyle bir siyasi atılımın Kürt halkının kurtuluş mücadelesiyle ittifak içinde Kürt hareketinin tarihi programının da içerdiği bir Sosyalist Ortadoğu Federasyonu’na doğru yürüyüşün merkezi güçlerinden biri olacağının altını çizer.
Kurtuluşumuz birlikte olacaktır. İş ki emperyalizmden ve kapitalizmden kopalım.
Devrimci İşçi Partisi Merkez Komitesi
3 Ocak 2015
http://gercekgazetesi.net/dip-bildirisi/dip-bildirisi-ozyonetime-evet-ab-tipi-ozerklige-hayir-merkezi-planlama-ortadogu
Demokratik özerklik neden kalıcı çözüm olamaz?
Çetin Çeko
Devlet güçleriyle PKK gerillaları arasında sıcak çatışmaların devam ettiği bir ortamda, geçtiğimiz hafta Demokratik Toplum Kongresi (DTK), Olağanüstü Kongresi’ni yaptı. Kongre, Kürt sorununun çözümü bağlamında Türkiye’nin demokratikleşmesinde demokratik özerkliğin ne anlama geldiğini açıklayan “Öz yönetimlerle ilgili siyasi çözüm deklarasyonu” yayınlandı.
PKK ve bileşenleri, demokratik özerklik tezinin mimarı Abdullah Öcalan olduğunu her fırsatta dile getiriyorlar. 1998 yıllarında PKK ile devlet arasında dolaylı görüşmelerin başlamasıyla Öcalan’ın Kürdistan’ın bağımsızlığı yerine Kürtlerin kimliklerini, dillerini ve siyasal haklarını özgürce yaşayacağı bir birlikteliğin olabileceği konusunda açıklamaları olmuştu. Öcalan’ın 1999’da Kenya’da yakalanıp Türkiye’ye getirilmesiyle, PKK tümüyle bağımsız Kürdistan tezinden vazgeçerek; sırasıyla federasyon son olarak demokratik özerklik tezini savunmaya başladı. Öcalan’daki stratejik ideolojik dönüşümü PKK ve bazı çevreler doğal bir düşünsel evrim olarak kabul etseler de, Öcalan’ın devletin elinde rehin olması ve üzerindeki siyasal ve psikolojik baskının bu noktaya gelmesinde belirleyici olduğu hakim bir kanaattir.
Üzerinde durmaya çalışacağım nokta, Öcalan’ın nasıl ve neden bağımsız Kürdistan tezinden vazgeçtiğinden ziyade, demokratik özerkliğin Kürt ve Kürdistan sorununun kalıcı çözümünü kapsayıp kapsamadığıdır. Konuya ilişkin benzerdüşüncelerimi, daha önceki makalelerimde de paylaşmıştım. Demokratik özerklik tartışmasının kendi kulvarı içinde daha çok tartışılacağından, düşüncelerimin tekrarı olsa da gündeme gelmesinde yararı olacağını düşünüyorum.
DTK’nın on dört maddede formüle ettiği öz yönetimlerle ilgili siyasi çözüm deklarasyonu, Türkiye’nin Avrupa Konseyi Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’ndaki çekincelerini kaldırmasına ek olarak, Kürt sorununun çözümü bağlamında Türkiye’nin demokratikleşmesini kapsayacak siyasi, toplumsal, kültürel, idari, kimlik, inanç, cinsiyet ve yerel asayiş konu başlıklarının TBMM çatısı altında karara bağlanarak, demokratik özerklikle çözülebileceğini içeriyor.
Söz konusu deklarasyonda Kürt sorununun çözümü, “Kürtlerin demokratik hakları” kavramıyla ifade edilmektedir. Özel olarak Kürtlerin ulusal demokratik haklarına, ülkeleri Kürdistan’ın coğrafi bütünlüğü korunarak ve siyasi sınırları belirtilerek Kürdistan’a açık bir özerklik vurgusu yapılmamaktadır. Önerilen özerkliği sorunlu kılan en önemli ve temel eksikliğin burada yattığını düşünüyorum. Bunun yerine ülke genelinde kültürel, ekonomik, coğrafi yakınlıklar dikkate alınarak bir veya birkaç komşu şehri kapsayacak biçimde, idari özerk bölgelerin oluşturulmasıyla Kürt sorununun çözülebileceği, Türkiye’nin de demokratikleşeceği ifade ediliyor.
Demokratik özerklik İspanya özerklik modelinin budanmış hali
Kürtlerin özerklik talebi ve mücadeleleri yeni bir fenomen değildir. Güney Kürdistan (Irak Kürdistanı) ve Doğu Kürdistan’daki (İran Kürdistanı) siyasi güçler, yakın döneme kadar özerklik için mücadele verdiler. Hedefleri Kürdistan’a otonomi, Irak ve İran’a demokrasi idi. Öcalan ve PKK çevresinin önerdiği demokratik özerklik modeli ise, İspanya özerklik modelinin budanmış ve kısırlaştırılmış halidir diyebiliriz. Demokratik özerkliğin bu haliyle hayata geçmesi durumunda, Kürtlerin kendi geleceklerini kendilerinin belirleme haklarının önü kapatılmaktadır.
İspanya yakın siyasi tarihi Baskların, Katalanların ve Galiçyaların Madrid’den yetki devri ve güç paylaşımı talepleri ile Franco faşizmine karşı mücadeleyle biçimlendi. Diktatör Francisco Franco’nun 1975’de ölümünün ardından, İspanya’nın demokratikleşmesine paralel olarak 17 bölgeye özerklik verildi. 17 bölgeden sadece üç ulusun bağımsızlık, özerklik talebi ve mücadelesi vardı. On dört bölgenin özerklikle ilgili hiçbir talebi yoktu. Her üç ulusun özerklik talebine karşın, özerklik talep etmeyen ve buna ihtiyaç duymayan İspanya’nın diğer 14 bölgesine de özerklik statüsü verilerek, ara bir çözüme ulaşıldı ve 17 özerk bölge ortaya çıktı.
Gaye, ulusal demokratik talepler içeren Bask, Katalan ve Galiçya bölgelerinin özerk statülerine benzer statü, diğer 14 bölgeye de verilerek ülkenin bölünmediği, ulusal sorunların bir nebze de olsa idari sorun düzeyine çekilerek, yerel yönetimleri kuvvetlendirip, tüm ulusları İspanyol üst kimliği içinde tutmaya çalışmaktı.
İspanyol üst kimliğinin karşılığını önerilen demokratik özerklik modelinde Türkiyelilik kimliği kabul edersek; devlete ve Türk halkına ülkenin batısı ile doğusundaki iller arasında ayrı bir idari statü ve farklılık olmayacağı mesajı verilmektedir. Amaç, Kürt hareketinin ayrılıkçı ve birlikçi ikili niteliğinden, ayrılıkçı niteliğinin olmadığı algısını Türk kamuoyunda oluşturmaktır. Oysa ülkenin batısında demokratikleşme sorunu varken, doğusunda ise Kürt ulusunun ulusal demokratik hakları ekseninde yetki devri ve güç paylaşımı yanında, kendi geleceğini kendi belirleme meselesi vardır. Edirne, Çankırı ve Tokat’taki vatandaşın idari özerklik talebi olmadığı gibi, olması durumunda ise kendi geleceğini kendisinin belirlemesi, yani “self determination” sorunu yoktur.
Kendi geleceğini ipotek altına alma
1975 İspanya Anayasası’nın en belirgin özelliği Katalanların, Baskların ve Galiçyaların kendi geleceklerini kendilerinin belirleme haklarının Madrid tarafından ipotek altına alınmış olmasıdır. Bu açıdan yapılan tüm bağımsızlık referandumlarını merkezi hükümet geçersiz kabul etmektedir. 1975 anayasasında yapılan bu tarihsel hatayla Katalanlar, Basklar ve Galiçyalar kendi elleriyle giydikleri deli gömleğini bugün nasıl çıkarabiliriz mücadelesi içindedirler.
İspanya özerklik modeli, Britanya modelinin tersine ucu kapalı bir modeldir. Britanya modelinde İskoçya’nın, Kuzey İrlanda’nın ve Galler’in bağımsızlıklarının yolu her zaman açıktır. Demokratik özerklik modeli ise, Kürt ulusunun kendi geleceğini kendisinin belirleme hakkı konusunda ucu kapalı bir tutum içindedir. Kürt ulusunun Türk ulusuyla bugün birlikte yaşama kararını yarın ayrılmadan yana kullandığında, bunu garanti altına alacak hiç bir önermeye ve yaptırıma sahip değildir.
İspanyol özerklik modelinde her üç ulusun Katalanların, Baskların ve Galiçyaların ülkelerine ulusal bütünlükleri ve siyasi sınırları korunarak, parçalanmadan özerklik verilmiştir. Diğer on dört bölgeye de, idari işlerlik göz önüne alınarak ve yapay siyasi sınırlar oluşturularak özerklik inşa edilmiştir. Bu açıdan demokratik özerklik modelinde en vahim önerme, Kürdistan’ın coğrafi siyasi sınırları ve Kürtlerin ulusal bütünlükleri göz önüne alınmayıp, Kürdistan’ın bir kez daha kendi içinde iller bazında parçalanarak ayrı özerk yapılara bölünmesidir. Önerilen Batı (Rojawa) Kürdistan’da uygulanan kanton modelidir. Bu modelin Suriye’nin yeniden yapılmasında temel oluşturup oluşturmayacağını zaman bize gösterecektir. Ezilen ulus açısından, İspanya modelinde ulusal coğrafi siyasi sınırların bütünlüğü içinde özerklik, DTK’nın demokratik özerklik, öz yönetim önermesinden daha ileri ve tutarlı bir muhtevaya sahiptir.
Türk devleti 90 yıl aradan sonra sadece söylemde Kürtlerin varlıklarını inkardan vazgeçmesine karşın, Kürtlerin ve Kürdistan’ın statüsüne direnmektedir. Öz yönetim deklarasyonunda önerilen çözümün ve modelin, bundan daha fazla nasıl makul olacağına ilişkin vurgu bu nedenle çok önemlidir. Burada devlete bir serzeniş vardır, o da “daha ne kadar taviz vermemizi bekliyorsunuz” serzenişidir. Türk devletinin Kürt ve Kürdistan sorunu karşısındaki tarihten günümüze duruşu göz önüne alındığında, gelebileceği azami noktanın, Avrupa Konseyi Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’ndaki çekinceleri kaldırarak, yerel yönetimleri güçlendirmesi olarak tahmin ediliyor. Gerek Türk devleti gerekse Kürt hareketinin bütün bileşenleri, Avrupa Konseyi Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’nın kabul edilmesi ve idari tanzimle Kürt ve Kürdistan sorununun kalıcı çözüme kavuşmayacağını, sadece ara, geçici bir çözüm olacağını gayet iyi biliyorlar.
Şu soruyu sorabiliriz; Kürtlerin ulusal demokratik istemleri Türk devletinin Kürdistan sorunu karşısındaki duruşuna göre mi inşa edilmeli, yoksa evrensel haklar ve özgürlükler esas alınarak Kürdistan sorununun geldiği nokta itibariyle mi inşa edilmelidir?
Talep edilen demokratik özerklik modeli, Türk devletinin Kürt sorunu karşısında gelebileceği azami noktaya göre tek ayak üzerinden inşa edilmeye çalışılmaktadır. Kuşkusuz bu da bir çözümdür, ama kalıcı bir çözüm değildir. DTK, HDP ve PKK bileşenleri kalıcı olmayacak bu çözümü nihai ve mükemmel bir çözüm olarak ifade etmeleri sorunun özüdür.
Son dönemlerde HDP Eş Başkanı Selahattin Demirtaş’ın, Kürtlerin ve Kürdistan’ın statüsü konusunda özerklik dışında, federasyon ve ayrı devlet kurma hakları olduğu açıklamaları demokratik özerklik, öz yönetim deklarasyonunun ilerisinde açıklamalardır. Bu düşünceler, Demirtaş’ın şahsi düşünceleri mi yoksa HDP grubunun mu düşünceleri olduğunu zaman içinde göreceğiz.
Ayrıca daha önce ilan edilen ama geri çekilen demokratik özerklik gibi, son dönemlerde ilan edilen öz yönetimlerin de usul ve meşrutiyet açısından talep edilen özerkliğin içini boşalttığının altını çizmemiz gerekir.
PKK, DTK ve HDP bileşenleri önerilen öz yönetim ve demokratik özerkliğin Kürt ve Kürdistan sorununda kalıcı bir çözüm olmadığı, kalıcı çözümün Kürtlerin bir ulus ve ülkeleri Kürdistan’ın coğrafi ve siyasi sınırlarının tanındığı, Kürt ulusunun ayrılma hakkı da dahil olmak üzere, kendi geleceğinin garanti altına alanıdığı bir modelle mümkün olacağını gündemlerine almaları gerekir.
http://gelawej.net/index.php/yazarlar/latest-items-three-columns/2341-demokratik-ozerklik-neden-kalici-cozum-olamaz
su an mevcut sistem tehlikeli ve insan düsmani yani bu sisteme bagli olanlar akp-mhp-chp bunlar basa asaga bes yukari bu sisteme baglilar.cok türk.islam sentezi biras kemalizm ve batilik al sana sistem!!!
o yüzden hdp büyük baski altinda cünkü yu yapiyi bozmak istiyor ve yerine evrensel degerlere sahip olan bir toplum anlayisi.lüften burada ki arkadaslar konu ile ilgili yazilar yazin cok birisinin marxist mi yoksa kapitalist ne anlam tasyior bilmiyorum gündemimiz hdp ve özgürlük harekti.
hdp bir anlayis ve hosgürü partisi ilk önce ondan sonra diger konulalar ilgilli birseyler söylenebilir,degisk kesimden ve topluluklardan partide insanlar bunlar ideolojik farkliliklari var ama biraraya gelip bir umut yolculu baslatdilar.bundan sonra hdp sola mi kayar veyada sadece kürt harektinin bir parcasi mi kalir onu zamam gösterecek.
irak ve suriyeyde yakinda bir kürdistan devleti var olacak gibi gözükyor bu durumda hdp nasil bir politika izleyecek beklemek gerek bir birlesik kürdistan arzulaniliryorsa hdp projesi bitmistir,pkk sahneye bundan sonra daha cok cikacaktir.
“Suphi’yi benim için öldürdüler!”
95 yıl önceki katliam aydınlanıyor mu?
Bundan 95 sene önce, 1921 yılının 28/29 Ocak gecesi, Türkiye Komünist Partisi’nin kurucusu ve başkanı Mustafa Suphi, parti genel sekreteri Ethem Nejat ve 13 yoldaşı Trabzon’da bindirildikleri bir teknede katledildiler… Bedenleri Karadeniz’in soğuk ve karanlık sularına atıldı… Bir daha hiç birinden haber alınamadı…
Türkiye Komünist Partisi (TKP) geleneğinin takipçileri, her yıl ocak ayında bu geleneğin kurucu önderi Mustafa Suphi’yi saygı ve acıyla anarlar… Düzenlenen tören ve gecelerde Mustafa Suphi ve ilk TKP’lilere ait bilgiler paylaşılır, şiirler, marşlar, şarkılar okunur… Örneğin ‘Anadolu Şuraları Hükümeti varolsun…’ diye başlayan marş o günlerden kalmadır… Eski tüfekler arasında mutlaka hala hatırlayanlar vardır…
Nazım Hikmet’in Karadeniz’de katleden 15 yoldaşa dair ‘15’lere’ diye bilinen ünlü şiirleri bu anma törenlerinin vazgeçilmezleri arasındadır…
Nazım’ın bu komünist katliamın şehitleri için yazdığı şiirin ‘Kalbim yine çarpıyor, kalbim yine çarpacak’ dizeleri her genç komünistin kalbine onları katleden Burjuvazi’ye karşı derin bir mücadele azmiyle kazınır…
TKP geleneği ve Nazım’ın şiirleri bu katliamdan dönemin Ankara yönetimini, yani Mustafa Kemal’i sorumlu tutarlar… Genel kanı, Mustafa Kemal’in o dönemde hayli karışık olan Ankara’da siyasi gücü elinden kaçırmamak için hem sahte bir Komünist Partisi kurdurttuğu, hem de Kazım Karabekir aracılığı ile yolladığı talimatlar ile Rusya’dan gelen Mustafa Suphi ve TKP heyetini, Trabzon’dan bir tekne ile Rusya’ya geri yollattığı ve yolda da öldürttüğü şeklindedir…
‘ENVER’ KİTABINDA YENİ İDDİA BELGESİ
Ancak, gazeteci-tarihçi Murat Bardakçı’nın İş Bankası Yayınları tarafından Kasım 2015’te satışa sunulan ‘Enver’ isimli 780 sayfalık dev belgesel-kitabında ilk kez yayınlanan bazı mektuplara göre, Enver Paşa, Mustafa Suphi cinayetini kendi taraftarlarının, kendisi adına işlediğini öne sürmektedir…
Bu yazıda, daha önce çeşitli yazarlar tarafından benzer iddialar öne sürülmüş olsa da, Türkiye kamuoyunun gündemine ilk kez bu mektuplarla eşliğinde, belgesiyle gelen bu ‘Suphi’yi Enverciler öldürdü’ iddiasını, mercek altına almaya çalışacağız…
Mustafa Suphi ve arkadaşlarını öldürten Trabzon’daki Kayıkçılar Kahyası (Reisi) Yahya Kahya’dır. Yahya Kahya o dönemde Enver’in adamı olarak bilinir. Hatta 1921’de bir süre Trabzon’a gelerek kalan (Enver’in amcası) Halil Paşa’nın Yahya Kahya’nın adamları ile Enver’i Anadolu’ya geçirmek istediği söylentisi yayılır. Halil Paşa Ankara’nın baskısı ile 1921 yazında iki ay kadar kaldığı Trabzon’u terk eder, Batum’a gider ve orada Enver Paşa ile buluşur. Enverci Yahya Kahya aynı dönemde, Ankara’nın (Mustafa Kemal’in) yolladığı istihbarat müdürü Feridun Kandemir’i de tehdit ve zorbalıkla Trabzon’dan uzaklaştırmaya çalışır… Yani Yahya Kahya, Ankara’dan çok Enver’e bağlıdır…
Enver Paşa Sakarya Savaşı boyunca (23 Ağustos-13 Eylül 1921) Mustafa Kemal’in yenilgisi halinde, Sovyet desteği ile Anadolu’ya geçmek için Batum’da bir tren içinde bekler. Mustafa Kemal Sakarya savaşından galibiyetle çıkınca, Enver Paşa Anadolu’ya geçme umudunu yitirerek, Orta Asya’ya yönelir. Enver Paşa bir yıl sonra 4 Ağustos 1922’de Buhara’da Bolşevikler’le giriştiği bir çatışmada öldürülecektir.
Şimdi dönelim Mustafa Suphi katliamına…
Yahya Kahya da bu katliam nedeniyle Karabekir’in emriyle 1921’de tutuklanıp, Sivas’ta yargılanır ve beraat eder. Daha sonra Yahya Kahya’nın ‘Sanki ben bu işi tek başıma mı yaptım, çok üstüme varırlarsa her şeyi açıklarım’ demeye başlar…
Yahya Kahya bir yıl kadar sonra 3 Temmuz 1922’de faili meçhul bir cinayete kurban gider. Cinayeti Topal Osman’ın adamları ile birlikte Mustafa Kemal’in Muhafız Taburu Komutanı İsmail Hakkı Tekçe’nin işlediğini, yıllar sonra Tekçe, verdiği bir röportajda kendisi açıklamıştır. Enver Paşa da Yahya Kahya’nın öldürülmesinden tam bir ay sonra (4 Ağustos 1922) Orta Asya’da çatışmada can verecektir…
ENVER NE DİYOR?
Peki Mustafa Suphi’yi Yahya Kahya aracılığı ile kim öldürtmüştür?
Şimdi gelelim Murat Bardakçı’nın yeni kitabındaki yeni Enver Paşa-Mustafa Suphi iddiasına…
‘Enver’ kitabının 241. Sayfasında şu satırlar yer alıyor:
‘’(Enver) Mustafa Suphi’den ilk defa 20 Şubat 1921’deki mektubunda ‘…Bu sırada burada komünist olmuş ve Rusların hemen oyuncağı olan Suphi ve rüfekasının Trabzon’dan kaçmaya mecbur olduklarını ve galiba bir tarafta öldüklerini söylediler’ diye bahseder. Dört gün sonra Mustafa Suphi’nin ‘kendisinin aleyhinde bulunduğu için öldürüldüğünü’ iddia eder ve ‘bunun kendisi için yapılmış olmasından memnun olduğunu’ yazar.
‘…Komünist Partisi Reisi Suphi Bey, Bakü’de aleyhimde bulunduğu için biçareyi Trabzon’da evvela karla tükürükle hamallar epeyce ıslattıktan sonra bir motorbotla Batum’a iade etmek üzere yola çıkarmışlar. Halbuki yanına yüz yirmi bin Rus altını olduğundan kendisini zanlarınca yolda öldürmüşler paralarını almışlar. Mamafih bunu benim için yaptıklarından memnun olduğumu ve başkasına söylememelerini tembih ettim. Bence düşman da olsa, madem ki Müslüman, böyle olmamalıydı. Fakat ne çare yazılan çekilirmiş.’ (Enver Paşa’nın 24 Nisan 1921 tarihli mektubundan)’’
(Bak: Enver-Murat Bardakçı-İş Bankası Yayınları-Kasım 2015-Sayfa 241)
Enver Paşa daha sonra Mustafa Suphi’nin öldürülmesinden dolayı Bolşeviklerin üzgün olduklarını, hadiseden Türkiye’yi sorumlu tuttuklarını, ancak cinayetin Ankara’ya verdikleri desteği etkilemeyeceğini söylediklerini anlatır.
Enver Paşa 9 Eylül 1921 tarihli bir mektubunda da şunları yazar:
‘’…Hatta Orjenidçe ‘Biz arkadaşlarınızdan Yahya Kahya’nın Suphi ve rüfekasını öldürttüğünü bilmekle beraber yine bunu düşünmeyerek, yalnız kuvvetli bir Türkiye’nin ne suretle meydana çıkması kabil ise ona çalışıyoruz’ dedi. Böylece bizim partiye her suretle yardım edebileceğini söyledi. Mamafih bu yardımın şimdiye kadar olandan fazla bir şey olacağını zannetmiyorum. ‘’ (Bak: Enver-Sayfa 241)
Stalin’in istihbarat şefi olarak bilinen Orjenidçe’nin Enver Paşa’ya Suphi’yi öldürten Yahya Kahya için ‘arkadaşlarınızdan’ ifadesini kullanması kuşkusuz anlamlıdır. Bolşeviklerin bu katliamın içinde Enver Paşa’nın ve adamlarının parmağı olduğunu bildiklerini göstermektedir. Buna rağmen Enver Paşa’ya desteklerinin sürmesi, tam da o tarihte (Eylül 1921) Anadolu’daki savaşın kaderinin henüz belli olmaması (Sakarya Savaşı) ve sallantıda olmasıdır.
Bolşevikler, Mustafa Kemal ve milli kuvvetlerin yenilgisi halinde Enver Paşa önderliğinde Sovyetler’e bağlı İslami-Bolşevik askeri kuvvetleri, Anadolu’ya gönderme opsiyonunu ellerinde tutmak istemektedirler.
İŞİN ARKA PLANI
Mustafa Suphi (TKP) ve Enverciler arasındaki çekişmenin asıl ortaya çıktığı yer ise 1-7 Eylül 1920 tarihleri arasında Bakü’de toplanan ünlü Şark Milletleri Kurultayı’dır.
Komünist Enternasyonal tarafından düzenlenen bu kurultaya 29 milletten 2000 kadar delege katılır. Kurultay’ın başkanlığını Zinovyev yapar.
Türkler 235 delege ile Kurultay’ın en kalabalık grubunu oluştururlar. Türkler arasında ise birbiri ile çekişen üç grup vardır: Mustafa Kemal’e bağlı Ankara Hükümeti temsilcileri, Türk komünistleri (Mustafa Suphi ve arkadaşları) ve İttihatçılar (Kurultay’a katılan Enver Paşa ve arkadaşları).
Kurultay’da Enver Paşa’nın konuşmasına izin verilmez, ancak Enver Paşa bir locada oturarak kurultayı izler. Dördüncü gün Enver Paşa’nın bir bildirisi kurultayda okunur. Komünistler (Mustafa Suphi ve ekibi) bu sırada salonda şiddetle Enver Paşa aleyhine tezahürat ve protestoda bulunurlar. ‘Kurultay’a değil, halk mahkemesine!…’ diye bağırırlar… Enver Paşa ve taraftarları bunu unutmayacaktır! Enver Paşa daha sonra Mustafa Suphi’nin öldürülmesinden sonra yazdığı (yukarda verdiğimiz) mektupta, kendisine karşı bu protestoyu cinayet nedeni olarak gösterecektir…
TKP BAKÜ’DE KURULUR
Mustafa Suphi önderliğindeki ilk Türkiye Komünist Partisi (TKP) 10 Eylül 1920’de Bakü’de kurulur. Partinin kurucuları Mustafa Suphi ile birlikte Bakü’de Doğu Milletleri Kurultayı’na (1-7 Eylül 1920) katılan Moskova’ya bağlı Türk komünistleridir. TKP’ye Mustafa Suphi başkan, Ethem Nejat ise genel sekreter seçilirler. Trabzon’daki katliamda 15’ler içinde Suphi ve Nejat ile birlikte bu ilk kuruculardan bazı isimler de vardır.
Mustafa Kemal ise Moskova’ya bağlı bu TKP’ye karşı Ankara’da bir ay sonra 18 Ekim 1920’de kendi TKP’sini kurdurtur. Kurucular arasında Yunus Nadi, Celal Bayar, Refik Koraltan gibi Mustafa Kemal’e bağlı eski İttihatçılar vardır.
YEŞİL ORDU VE ÇERKES ETHEM
Aynı dönemde Ankara’da ve Anadolu’da bir de gizli ‘Yeşil Ordu’ teşkilat kurulmuştur. Mustafa Kemal Nutuk’ta Yeşil Ordu’dan etraflıca bahseder. Yeşil Ordu yandaşları, Enver Paşa önderliğinde Bolşevik-İslam Ordusu’nun Rusya’dan gelip Türkiye’yi kurtaracağı propagandasını yaparlar. Yeşil Ordu’nun Türkiye’deki bayraktarlığını ise bir süre sonra Çerkes Ethem ve çetesi üstlenir. Teşkilatı Mahsusa’nın ünlü reislerinden Kuşçubaşı Eşref bu tarihlerde Çerkez Ethem ile beraber ve onun yanındadır.
ENVER’E GAZ VEREN KUŞÇUBAŞI’NIN KARDEŞİ HACI SAMİ
Kuşçubaşı’nın kardeşi Hacı Sami Bey ise Moskova’da Enver Paşa’nın yanındadır ve onu sürekli olarak Anadolu’ya geçip, idareyi eline alması için teşvik etmektedir. Bu Hacı Sami daha sonra Enver Paşa’yı Buhara’da Basmacılar’a katılarak girişeceği maceraya kışkırtan ve bir yıl sonra ölümüne neden olan aynı kişidir.
Hacı Sami çeşitli maceralardan sonra 1927’de Sisam adasından Yunanlıların emriyle Mustafa Kemal’e suikast düzenlemek için Anadolu’ya geçecek ve Ayvalık civarındaki Madran’da jandarma ile girdiği çatışmada öldürülecektir.
RUSYA’DA SUPHİ-ENVER ÇEKİŞMESİ
Buraya kadar anlatılan tabloda ortaya çıkan gerçekler şöyle özetlenebilir:
1920 yılı Eylül ayından 1921 yılı Eylül ayına kadar geçen sürede, Mustafa Kemal ve arkadaşları Ankara’da milli mücadeleyi Meclis üzerinden yürütmek ve TBMM Hükümeti’ne bağlı düzenli bir ordu kurmak ve işgalci Yunan ordusunu ülkeden atmak için uğraşmaktadırlar. Bu sürede Mustafa Kemal Sovyetler’den destek ve yardım almaya çalışmakta ve buna çok önem vermektedir.
Sovyetler’de ise yüzünü Anadolu’ya dönmüş, Mustafa Kemal ve arkadaşlarının başarısızlığı halinde Anadolu’da milli mücadelenin liderliğini almaya aday iki grup vardır: Enverci İttihatçılar ve Komünistler. Bunlar da kendi aralarında çekişmektedirler. Moskova, Mustafa Suphi ve TKP’yi desteklemektedir. Ancak Enver’e ve arkadaşlarına da İslam İhtilalciler’i Cemiyeti üzerinden yardım yapmaktadır.
ENVERCİ-KOMÜNİST ÇEKİŞMESİNİN ANA NEDENİ
Enverciler ve Mustafa Suphi (Türk komünistleri) arasındaki bu çekişme, arkasına Sovyet desteğini alarak Anadolu’da (Türkiye) kimin hakim olacağı üzerinedir. Bu hakimiyet için Müslüman esir ve askerlerle, Bolşevik İslamcılardan 1500-5000 kişilik bir askeri güç oluşturulması düşünülür. Ama bu güce kimin önderlik edeceği henüz belirsizdir. Enver mi, Mustafa Suphi (TKP) mi? Sovyetler’deki Türkler arasında Enverciler-Komünistler (Suphi yandaşları) kavgası bunun üstünedir. Yani Sovyet desteği ile Anadolu’da kimin hakim olacağı kavgasıdır…
Enver, ‘İslam İhtilal Cemiyetleri İttihadı’ isimli teşkilatı 1920 yazında Moskova’da kurar. Bu örgütü 1 Eylül 1920’de Bakü’de toplanacak Doğu Milletleri Kurultayı’na yetiştirmek için kurar. Bu örgüt adına Kurultay’a bildiri sunar. Aslında Doğu Halkları Kurultayı ve İslam-Bolşevik İhtilalleri fikri Sultan Galiyev’indir. Ancak Galiyev’in Bakü’deki bu kurultaya katılması Stalin-Galiyev çekişmesi nedeniyle Stalin tarafından engellenir.
Enver Paşa, Bakü’den Moskova’ya dönünce, 1920 yılında Eylül’ün ikinci haftası (Yani Bakü’de TKP’nin kurulduğu aynı tarihte) İslam İhtilalleri Cemiyeti’nin ilk kongresini toplar. Kendisi başkanlığa seçilir. Halil Paşa ve Hacı Sami de üyeler arasındadır. Bir süre sonra 28 maddelik Halk Şuralar Fırkası program yayınlayıp, Anadolu’ya da yollarlar. Karabekir bu program eline geçince, buna ve Enver’e karşı sert tedbir alınması gereğini Ankara’ya, Mustafa Kemal’e bildirecektir.
Enver Paşa Moskova’da hazırlık yaparken Mustafa Suphi ve arkadaşları daha hızlı davranıp TKP’nin 10 Eylül 1920’de kuruluşundan 3 ay sonra, 28 Aralık 1920’de eşi ve 17 arkadaşı ile birlikte Kars’a gelirler. Onları Kazım Karabekir karşılar. Mustafa Kemal heyetin Ankara’ya gelmesini istemez. Heyet önce Erzurum’a, oradan organize halk protestoları ile Trabzon’a yollanacaktır.
6-11 Ocak 1921 Anadolu’da I. İnönü Savaşı’nın yaşandığı karışık dönemdir.
Aynı tarihlerde (Ocak 1921) Çerkes Ethem’in Ankara’ya karşı ayaklanması başlar. İsmet Paşa kuvvetleri Çerkes Ethem’e karşı harekete geçer. Çerkes Ethem Yunanlılara sığınır. Kuşçubaşı Eşref de onunla birlikte Yunanistan’a sığınır. Mustafa Suphi tam bu kargaşa ortamında çıkar gelir…
28 Ocak 1921’de Mustafa Suphi ve arkadaşları Trabzon’a gelirler, yine protestolar arasında bir motora bindirilip Batum’a yollanırlar. Yahya Kahya’nın adamları ikinci bir motor ile onlara ulaşıp hepsini katlederler. Suphi’nin eşi çete tarafından Trabzon’a getirilir, bir süre sonra o da öldürülür.
Enver Paşa, Mustafa Suphi’nin katlinden iki ay sonra, Mart 1921’de Moskova’da Halk Şuralar Fırkası adlı partiyi kurar. Bu Envercilerin Partisi’dir. 1921 Eylül ayında, Enver Paşa Batum’da Anadolu’ya geçmeyi beklerken 5 kişi ile bu partinin kongresini toplar ve parti yeniden İttihat ve Terakki Partisi adını alır.
Mustafa Kemal’in Sakarya Savaşı’ndan başarıyla çıkması Enver Paşa’nın hayallerini bozacak ve Paşa yönünü Orta Asya’ya çevirecektir…
KIZIL ORDU KAFKASYA’YA DAYANIR
Ankara Hükümeti açısından olayın bir de Kafkasya’da hakimiyet mücadelesi yönü vardır. Sovyet yetkili Çiçerin’in 1920 yazında Ermenistan adına Türkiye’den bazı bölgeleri istemesi üzerine, Ankara Hükümeti’nin kararıyla Kazım Karabekir Paşa 15. Kolordu ile Doğu’da ileri harekata başlar.
Karabekir 1920 Ekim-Kasım aylarında süren askeri harekatta, Sarıkamış, Kars, Ardahan, Artvin, Batum ve Iğdır’ı alıp Gümrü’ye kadar ilerler. 22 Kasım 1920’de Gümrü Antlaşması için görüşmeler başlar. 3 Aralık 1920’de Ermenistan Hükümeti ile Gümrü Antlaşması imzalanır. Ancak 4 Aralık 1920’de Kızıl Ordu Ermenistan’ı işgal eder ve Anadolu’nun kapısına, Türkiye sınırına dayanır.
İşte Mustafa Suphi ve arkadaşları Bolşevik Kızıl Ordu’nun Kafkasya’yı işgal ettiği bu 1920 Aralık ayının sonunda Kafkasya’dan Kars’a gelirler. Mustafa Suphi’nin beraberinde 1500 kişilik bir Müslüman esir-kızıl askerlerden oluşan bir askeri kuvvetle Anadolu’ya ve Ankara’ya geleceği söylentisi ise, o günlerde Ankara’yı, Mustafa Kemal’i ve Batı Cephesi Kumandanı İnönü’yü çok tedirgin etmektedir. Bu kuvvetin derhal birliklere dağıtılması için yazışmalar yapılır. Ancak böyle bir kuvvet gelmez…
BAYAR: BU KIŞ KOMÜNİZM GELECEK
O tarihte Ankara’da kurulan (yapay) Türkiye Komünist Partisi içinde yer alan Celal Bayar’ın yarım yüzyıl sonra söylediği (70’li, 80’li yıllar) ve Türkiye siyaset tarihine geçen ‘Bu kış komünizm gelebilir’ sözü muhtemelen 1920’lerin Ankarası’nda o kış yaşanan derin korkunun izlerini taşımaktaydı…
Dönemin öyküleri çok boyutludur ve iç içe geçmiştir… Yazdıkça uzayıp gider…
Özetlenecek olursa, Ankara ve Mustafa Kemal 1920-1921 arası Batı’da Yunan ordusu ile savaşmakta, Doğu’da ise Enver Paşa’nın Anadolu’ya dönme tehdidi ve Bolşevik Kızıl Ordu’nun TKP öncülüğünde Türkiye’ye girme ihtimaline karşı önlem almaya çalışmaktadır…
Sovyetler Mustafa Kemal’i desteklerken, TKP veya Enver Paşa aracılığı ile Anadolu’da doğrudan hakimiyet ihtimalini de düşünmekte ve bu opsiyonu gelişmelere göre değerlendirmektedirler…
Enver Paşa, muhtemel rakip olarak gördüğü Mustafa Suphi ve TKP’lillerden nefret etmektedir. Anadolu’da Enverciler (Yahya Kahya), Ankara’nın da istememesi üzerine, Mustafa Suphi ve arkadaşlarına katliamı ve 120 bin altın gibi o günler için büyük bir parayı gasp etmeyi nispeten kolay bir şekilde gerçekleştirirler…
Mustafa Kemal ve Enverciler de, Mustafa Suphi ve TKP’lilerin Ankara’ya gelmesini istemezler… Ankara, Kazım Karabekir aracılığı ile onları Trabzon’dan Batum’a geri gönderir… Ancak belli ki katliamda Envercilerin rolü ve parmağı vardır… Enverci Yahya Kahya, TKP’lileri katlettirir… Enver’in yeni yayınlanan ‘Benim için öldürdüler’ mektubu bunu doğrulayan önemli bir belgedir…
Mustafa Suphi ve TKP’lilerin tasfiyesinden 7 ay sonra (1921 Temmuz-Ağustos) Enver Paşa Anadolu’ya geçmek için bu kez ciddi olarak uğraşır… Ancak Mustafa Kemal’in 22 gün 22 gece süren Sakarya savaşından zaferle çıkması Enver Paşa’nın dönüş hayallerini sona erdirir…
Enver Paşa, taraftarlarının Mustafa Suphi’yi katletmesinden 1 yıl 6 ay sonra Buhara’da Bolşevikler’le çatışırken can verecektir…
Mustafa Kemal, Sovyet desteği ile Anadolu’da hakimiyet kurma hesapları yapan iki gücü de tasfiye eder… Türkiye’de TBMM ile kurduğu milletin hakimiyetini kimseye kaptırmaz…
Türkiye’nin siyasi tarihi her biri ayrı bir macera ve aksiyon filmi olabilecek öykülerle doludur…
KEREM ÇALIŞKAN, 5-1-2016
özgürlükçü sansür istemez hani hakaret yoktu nasname Demirtaşa hakaret ediyor mitçi eski asker akşama kadar bütün tv lerde yalan dolan ile düzenin algısını yeniden üretirken bu siteyedemi ihtiyacı var şaşırdım? bunlarla uğraşacağımıza yönetmek nedir öz yönetim ne olabilir iktidar hegemonya üretmeden iktidarları dağıtan öz yönetim modeli inşa etmek mümkünmüdür?gibi bizzat hayatımız yaşadığımız hayatın sorunları ve çözümlerine odaklanalım fuzuliden sistemin aleti olmayalım??
zilelide özgürlükçünün 100 puanlık uzmanlık sorularında tık yok sansür istemiş ayağına cevap verdi???asıl soruların cevabını alamadık koferans taslak çalışmasına eleştiri istedik tık yok?
“beyaz ya-LA-ka”lar icin not:
yasadigimiz dünyayi anlamak icin sinifli kapitalist toplumda ki maddi cikar catismalarinin-celiskilerinin kaynagini desmeye devam edelim. asagida yazdiklarim icinde yanlis bulduklariniz varsa elestirilerinizi belirtin.
Kapitalist toplumun vicdani: Ahlak
Sinifli toplumda ahlakin kaynagi ve fonksiyonu
Ahlak (moral) sunu emreder: “yaptigin islerde (sadece) kendini degil, her zaman baskalarini (da) düsün.“ Böyle bir buyruk ancak maddi-materyalist cikar karsitliginin oldugu durumlarda anlamli olabilir, aksi durumda anlami olmazdi. Böyle bir toplumda sayet ben kendi cikarima göre hareket edersem, baskalarinin cikarini dikkate almamam lazim; dahasi baskalarinin cikarlarina zarar verme hatta engel olmak durumunda kalirim. Eger baskalarinin cikarini kendiminmis gibi görürsem, dikkate alirsam, bu seferde kendi cikarimi az yada cok ihmal etmis olurum. Bu cikar karsitligi-antagonizmi tesadüfi bir uyma-uymama hali degildir. Burda sözkonusu olan materyalist karsitligin vatandaslik dersinde verilen söyle örneklerle de alakasi yok: birisi yüksek sesle müzik dinlemek isterken, yan komsu sessizlik istiyor. Burda sözü edilen, özel mülkiyet iliskilerinden kaynaklanan materyalist rekabettir.
Sözkonusu materyalist cikar catismasina gem vurulmasaydi, yani toplumsal iliskilerin prensibi olan rekabet ölcüsüz ve sinirsiz olsaydi, cikar karsitligi üzerine kurulu böyle bir toplum ne var olabilirdi nede kalici. Kapitalist sahsi cikarlarin az cok uyusmasi ve kurulu düzeni yikmamasi icin bir üst otorite olarak devlet ve devletin siddet tekeli (gewaltmonopol) devreye girer. Önce vatandaslarini yasalari ile sahsi cikar takibine kosan ve yetkilendiren kapitalist devlet, ayni zamanda bu rekabete sinir da ceker. Kapitalist rekabettin kurallarini belirleyen devletin ilkesi “ne sis yansin ne kebap“ degildir. Devlet, rekabetin kurallarini tamami ile kapitalist düzenin devami ve verimliligi dogrultusunda belirler.
Yasamak icin para kazanmanin sart oldugunu idrak edip benimseyen vatandaslar, yasal sinirlari dikkate alirlar, cünkü ancak sözkonusu bu yasal cercevede sahsi cikar takibi mümkündür. insanlarin yasalara uymasi sirf cezalandirilma korkusundan degildir, ayni zamanda kendi özgürlüklerinin bittigi yerde baskalarinin özgürlügünün basladigini da fark etmelerindendir. Bu ayni zamanda su anlama da gelir: kendi cikarini hayata gecirmek icin, rakip cikarlarla uzlasmak, taviz vermek, ölcüyü kacirmamak. Kapitalist sahsi cikar rekabetinin yasal kurallarininin, rakipler tarafindan ahlaki kurallara-insani erdemlere dönüstürülmesi bu noktada baslar. Maddi cikar rekabetinin yasal kurallarini ahlaki erdemlere dönüstürüp özümseyen kapitalist bireylerden en terbiyeli-ahlakli olanlari, sürekli olarak baskalarinin davranislarini gözetleyen, onlara not veren ahlak zabitasina dönüsürler.
Moralist insan bu iliskiyi bas üstü cevirerek ters yüz eder. “Adil bir rekabet“ icin koyulmus yasal hak ve yükümlülüklerin gerekliligine iman etmis moralist birey, kendi hakki ile baskalarinin hakkini karsilastirirken, ölcü olarak sadece kendi ahlak pusulasini tekip eder. Toplumsal iliskileri ahlak terazisine vuran moralist birey, insan davranislarinin, para kazanma zorunlulugu ile bagini-iliskisini inkar edip, bu davranislarin nedenlerini insanlarin tabiatinda-karakreterinde arar. “Psikoloji“ denilen burjuva biliminin uydurma teorilerinin de tamami ayni sekilde insan davranislarini, insanlarin yasadiklari mevcut siyasi-ekonomik kosullardan soyutlayarak, bu davranislarin kökenini soyut-abstrak bir “kisilik-karekter-ruh hali“ kavrami ile aciklamaya calisirlar. Ahlakci-moralist ideoloji-ideal, maddi cikar catismalarinin kaynagi olarak ekonomik iliskileri degil, tek tek insanlarin sözde “egoist egilimlerini“ prangaya vurur: “Herkes biraz sorumlu davransa, kendini bilse, egosuna gem vursa dünya cennet olur.“
Alcakgönüllü, saygili, düsünceli olma ve baskalarini da böyle olmaya davet etme, kisinin kendi cikarini bir kenara atmasi anlamina gelmiyor; sahsi cikar takibinin ve cikar catismasinin ahlaki kurallar cercevesinde hayat bulmasi gerektigine vurgu yapar. Moralist insan, bir yandan devletin yasalarini kendi cikarlarindan üstün görüp kabul ettigini, kamu yararini-toplumun cikarini da gözettigini söylerken, diger yandan sahsi cikarini geri plana itme davranisini, yani alcakgönüllü olmayi sahsi cikarina erismek icin kaldirac olarak kullanir. Moralist birey yasadigi bu celiskiyi bir nevi hayra yorarak, yani kendi alcakgönüllügünü “samimi“, baskalarinin ayni davranisini “icten pazarlikli, ikiyüzlü“ olarak damgalar. Moralist insanin yasadigi bu celiskileri „hayra yorma“ davranisinin sebebi vicdanini rahatlatma amaclidir. Kapitalist birey, sahsi cikar takibi sonucu baskalarinin cikarina zarar verdiginde vicdan azabi yasamamak icin, kendi eylemini kendi vicdaninda ve baskalarinin önünde ahlaki degerlerle gerekcelendirir. Mesela bir isveren masraflari düsürmek ve kazancini cogaltmak icin isci cikardiginda bunu söyle gerekcelendirir: “geride kalan iscileri düsünerek isci cikardim, isci cikarmasaydim isyerimi kapatmak zorunda kalirdim, hepsi issiz kalirdi.“ Kisacasi kapitalist toplumda herkes davranisini kamu-toplum yarari ve ahlaki ilkeler isiginda gerekcelendirir. Politikaci kariyer, iktidar, para icin degil topluma hizmet icin o isi yaptigini iddia eder. Firinci, para kazanmak icin degil, vatandas ac kalmasin diye ekmek üretir vs…
Son olarak moralist-idealist elestiri ile marxist elestirinin farkina deginmekte fayda var. Dünyanin, aslinda olmasi gerektigi gibi olmadigindan sikayetci olmak marxist elestiri degildir. Marksist elestiri: dünya neden böyledir? sorusunu cavaplamakla baslar. insanlarin sikayetci oldugu durumlarin nedenlerinin kaynagina inip, bunun mevcut toplumsal düzen ile iliskisini-bagini ortaya koyar. Böyle bir elestirinin amaci: yasadiklari hayattan memnun olmayan insanlarin, bu memnuniyetsizligin en azindan kaynagini taniyip, ona yönelmelerini saglamaktir.
Sayın (marxist argüman) 60,
“60” numaralı metninizde yazdığınız her kelimeye katılıyoruz, destekliyoruz.
Şu kısım hariç: [Dünyanin, aslinda olmasi gerektigi gibi olmadigindan sikayetci olmak marxist elestiri degildir. Marksist elestiri: dünya neden böyledir? sorusunu cavaplamakla baslar. insanlarin sikayetci oldugu durumlarin nedenlerinin kaynagina inip, bunun mevcut toplumsal düzen ile iliskisini-bagini ortaya koyar. Böyle bir elestirinin amaci: yasadiklari hayattan memnun olmayan insanlarin, bu memnuniyetsizligin en azindan kaynagini taniyip, ona yönelmelerini saglamaktir.]
Unutmayınız:
Artık 2016’dayız!
(( Ve “2016” da olmak; geçmişi çöp kutusuna göndermek demek değildir!
Tehlike: “Tarih öğretmenliği & ‘tarih-izm'” hastalığına boğulup, herkesin birbirine “bugünü anlamak için tarihe dönelim!” cümlesiyle “tarih öğretmeye kalkışması!”, ve bugün + yarın için neler yapılması gerektiği üzerine kafa yormama uyuşukluğuna savrulmasıdır!
“‘Tarih’ten nasihatler öğrenmek” dediğimiz şey ile,
“Herkesin birbirine ‘tarih öğretmenliği’ yapa yapa boğulması” arasındaki farkı anlamak zorundayız! ))
Eğer, Türkiye dahil olmak üzere dünyanın birçok ülkesinde [Üretim cilginligi mi, tüketim cilginligi mi?] sorusunu ve “‘ekonomik büyüme’ niçin bu kadar çok önemseniyor?” sorusunu; “marksist perspektifle” mi değerlendirmeliyiz?, “(kapitalizmin yonttuğu) moralist-idealist perspektifle” mi değerlendirmeliyiz?, “mutlakçı perspektifle” mi değerlendirmeliyiz?, “müşterekçi perspektifle” mi değerlendirmeliyiz? ve yazmakla bitiremeyeceğimiz çeşit çeşit, türlü türlü perspektif(ler)le mi değerlendirmeliyiz?, soruları temelinde yol yapmaya çalışırsak, (ne yazık ki!) sadece ama sadece “teorik” sahada kısılıp kalma riskimiz var! Ki bu “kısılıp kalmak” tehlikesinin en dehşet örneğini, siz, “60”da, “moralist-idealist perspektif”in kapitalizm tarafından nasıl sıvılaştırılıp, nasıl zararsızlaştırılıp, beyinlerimize, hayatlarımıza enjekte edildiğini yazarak hepimize tekrar hatırlatmış oldunuz! “60”da yazdıklarınızı asıl anlaması gereken kişiler; sayın “ogürsel” ve onun gibi konformizm içinde yüzenlerdir, “‘kapitalizmin dayattığı (artificial) yapay ve (deadly) ölümcül rekabet’in ‘r’sinden” haberi olmayanlardır!
Elbette “marksist eleştiri”nin hayata getirdiklerini; bugün de, yarın da, değerlendirmeye devam edeceğiz, etmeliyiz! Fakat; sadece ama sadece “marksist eleştiri” sınırları içinde kalarak değil!
(( Not: Kapitalizmin, renk renk kategoriler yarattığını hepimiz hergün görüyoruz:
Turuncu Yaka ↔ Turuncu Ya-LA-ka
Pembe Yaka ↔ Pembe Ya-LA-ka
Kırmızı Yaka ↔ Kırmızı Ya-LA-ka
Gri Yaka ↔ Gri Ya-LA-ka
Sarı Yaka ↔ Sarı Ya-LA-ka
Mor Yaka ↔ Mor Ya-LA-ka
Yeşil Yaka ↔ Yeşil Ya-LA-ka
Mavi Yaka ↔ Mavi Ya-LA-ka
Beyaz Yaka ↔ Beyaz Ya-LA-ka
çoğaltın çoğaltabildiğiniz kadar! ))
Bizler, yani bebekliklerinden itibaren patron kıçı yalamak için yetiştiriliş “Beyaz Ya-LA-ka”lar; çözüm önerileri arasında atılacak ilk adımlardan biri ne olabilir?, sorusuna cevap olarak “rekabet etmeyi terketmeyi denemeye başlamak zorundayız!” görüyoruz. Dikkat buyurunuz; “tek adım” demiyoruz, “ilk adımlardan biri bu olabilir” diyoruz.
Şu sayfada ( http://www.gunzileli.com/2015/05/28/diktatorluge-karsi-direnis-barikatina-bir-tas-da-sen-koy/ ), 28 Mayıs 2015’ten beri görüşlerimizi yazdığımızı yukarıda hatırlatmıştık. Bunları okumaya başladınız mı, bilmiyoruz. (Not: Okurken, “pipsqueak” mahlası ile yazan kişinin metinleriyle de karşılaşacaksınız. Sayın “pipsqueak”in yazdıklarının, bizlerin yazdıklarından katbekat mühim olduğunu belirtelim! Kendisiyle olan yazışmamızda, aramızdaki üslubun tansiyonu yer yer çok yükseklere çıksa da; sayın “pipsqueak”in aktardığı bilgilerin ve ikazlarının, bizimkilerden daha önemli olduğunu unutmayınız; onun metinlerini bu bakış açısıyla okumanızı öneririz! Bizim yazdıklarımızdan daha çok sayın “pipsqueak”in yazdıklarından öğreneceğinize emin olabilirsiniz!)
Yukarıda adresini verdiğimiz sayfadan üç örneğimizi aktaralım:
=== 1. ÖRNEK ===
Bir TOFAŞ işçisi anlatıyor:
(19 Mayıs 2015)
Adres:
https://pbs.twimg.com/media/CFiw_YiUUAA7XSC.jpg:large
Şöyle oldu; fikri çalışmalarda bulunmuş bir insanım. Farklı gruplara da katılıyorum, farklı kitaplar da okuyorum. Fabrikada çalışma esnasında iş arkadaşlarımızla konuşma imkânımız olmadığı için sürekli yapabildiğim tek şey düşünmek oluyor!
Bu düşünceler gerçekten, yani hep acı düşünceler; sonumuzun düşüncesi, dünyanın ne olacağı düşüncesi…
Ben bir düşünürü ziyaret ettim arkadaşlarla. O düşünür dedi ki (belki de onu karşımda canlı olarak görünce heyecanı da sarmış olabilir) “Güneş her gün doğuyor, yeni bir anlamla doğuyor.”
Ben sadece bu lâfı düşündüm ve açılan kapıların ardı arkası gelmedi! Yani ben düşünüyorum; güneş her gün doğuyor ama yeni bir anlamla doğmuyor! Her gün ben o fabrikaya gidiyorum, aynı şeyleri yapıyorum, yapıyorum ve saatlerce aynı şeyi yapıyorum; ve günlerim ziyan oluyor! Her gün, her hafta, her ay, her yıl, ben ve benim gibiler o fabrikada hep aynı şeyleri tekrar ediyoruz!
Bir anlamsızlık belirdi ve anlamsızlık da amaçsızlığı beraberinde getiriyor!
Bu da beni uçurumun kenarına getirdi;
Düşüncelerimle yaşantım arasında bir uçurum olduğunu farkettim!
***
Yukarıda bir örneğini okumuş olduğunuz TOFAŞ işçisinin bu “iliklerine kadar gerçekliğini!” bir sosyolog nasıl detaylandırmış; dikkat edelim:
[…
“Ulusların Zenginliği” çok uzun bir kitaptır; Adam Smith’in zamanında, yeni ekonomi taraftarları kitabın sadece dramatik ve umut dolu başlangıç kısmına atıfta bulundu. Oysa kitap ilerledikçe daha karanlık hâle gelir: İğne fabrikası giderek uğursuz bir yere dönüşür.
Smith, iğne imâlatında, işlemleri parçalara bölmenin:
İğne işçilerine saatler boyunca bir tek küçük işlem yaptırarak; onları uyuşturan, sıkan bir işgününe mahkûm etmek olduğunu farketmişti.
“Rutin”; belirli bir noktada zararlı hâle gelmeye başlar. Çünkü insanoğlu kendi çabası üzerindeki kontrolünü yitirir; çalışma zamanı üzerindeki kontrolün yitmesi ise insanın “zihnen öldüğü” anlamına gelir!
Adam Smith; kendi çağındaki kapitalizmin bu yol ayrımına geldiğini düşünüyordu. Yeni düzende “en çok emek sarf edenler en azla yetiniyor” dediğinde; aklında ücretlerden ziyade, işin, bu insani boyutu vardı.
“Ulusların Zenginliği”nin en karamsar pasajlarından birinde Smith şöyle yazar:
“İşbölümünün ilerlemesiyle birlikte; emeğiyle geçinen insanların çoğunun işi bir dizi çok basit işlemle, hattâ bir veya iki işlemle sınırlı hâle gelir. Bütün hayatı birkaç basit işlemi gerçekleştirmekle geçen insan son derece aptal ve cahil hâle gelir.”
Bu alıntının gösterdikleri doğrultusunda hareket edersek:
Sanayi işçisi, 1000 (bin) dize ezberlemiş bir tiyatro oyuncusundaki özdenetime ve dinamik ifade gücüne asla sahip değildir. “Diderot”nun aktör ve işçi arasında kurduğu benzeşim yanlıştır; çünkü işçi yaptığı işi kontrol edemez! İğne işçisi, işbölümü sürecinde “aptal ve cahil” bir yaratığa dönüşür; yaptığı işin tekrara dayalı doğası onu pasifleştirir. Bu nedenlerden ötürü; endüstriyel rutin, insan karakterinin bütün derinliğini yok etmek tehlikesini barındırır!
…]
Kitap: “Karakter Aşınması: Yeni Kapitalizmde İşin Kişilik Üzerindeki Etkileri”
Yazan: Richard Sennett (Sosyolog)
Yayınevi: Ayrıntı Yayınları
Sayfa 38, 39
Adres:
( https://www.ayrintiyayinlari.com.tr/images/UserFiles/Documents/Gallery/karakter%20asinmasi1.pdf )
=== 2. ÖRNEK ===
Aşağıda okuyacağınızın gerçekte yaşanmış olup-olmadığına dair kanıt yok. Fakat günümüzde (daha çok ABD sınırları içinde) bir nasihat gibi anlatılmaya devam ediliyor:
1950’lerde ABD/Cleveland’da “Ford”un tesislerini; şirketin kurucusu Henry Ford’un torunu “Henry Ford II”nin ev sahipliğinde gezmekte olan “Otomotiv Sanayi Çalışanları Sendikası” başkanı “Walter Philip Reuther” arasında bir konuşma geçer.
Tesisin ortalarına yaklaştıklarında; Henry Ford II, W. P. Reuther’ı, yeni teknoloji ile donattıkları üretim bandının başına getirir ve sinsi bir ses tonuyla ona sorar:
{{{ Sayın Reuther, siz de kendi gözlerinizle gördünüz; çağ artık makinelerin çağı!
Şu robotik kollara bakar mısınız ?! Bir insan koluyla kıyaslayacak olursak; ne kadar da maharetli çalışıyorlar değil mi!
Aslında ben bir şeyi merak ediyorum:
Lütfen bana söyler misiniz;
(Eliyle alaylı bir şekilde makineleri işaret ederek)
Sendikanıza topladığınız aylık aidatları bu vakitten sonra nasıl toplamayı düşünüyorsunuz ?! }}}
Reuther, istifini hiç bozmadan aynı alaycı ses tonuyla cevap verir:
{{{ Bay Henry, peki siz bu üretim bandından çıkardığınız otomobilleri nasıl satmayı planlıyorsunuz ?!
Arabalarınızı bu makineler satın almayacak herhâlde; değil mi bay Henry ?!
Bir şeyi asla aklınızdan çıkarmayın bay Henry;
Siz yepyeni teknolojileri tesislerinize kurarak, üretim maliyetlerinizi her geçen gün azaltarak arabalarınızı üretiyor olabilirsiniz.
Ama unutmayın;
“Tüketici” dediğimiz “insanlar” hâlâ o eski yöntemle, yani bir erkekle bir dişinin biraraya gelmesiyle üretiliyor!
Her ay bir önceki aya göre,
Her yıl bir önceki yıla göre,
Veya her “beş yıl” bir önceki “beş yıl”a göre gibi zaman dilimleri üzerine bir değerlendirmede bulunursanız:
Eline daha az maaş geçen bir tüketici, eğer gelirini arttıramazsa;
Sizin “yepyeni teknoloji” ile donatılmış, “robotik kollarla üretilen” son model arabanızı da almayacaktır !!! }}}
der ve her ikisi de kahkaha atarak tesisin geri kalanını gezmeye devam ederler!
(Kaynak)
Kasım 2011
The Economist
“Artificial intelligence – Difference Engine; Luddite legacy”
(Adres)
econ.st/18Unoqz
Şimdi tekrar tekrar düşünmek zorundayız:
“Robotik Kollar” araba satın alabilir mi !?
Yoksa;
Arabayı “insan” mı satın alır !?
Kapitalizme karşı “eylem”lere başlamadığımız sürece; bu soruları sormaya (ne yazık ki!) daha çok devam edeceğiz!
=== 3. ÖRNEK ===
“Gabor Maté” izah ediyor:
(Uyuşturucu madde ve alkol kullanımının en aza indirgenmesi-önlenmesi, çocukların gelişim süreci ve stres üzerine eğitim veren Kanadalı doktor)
“Rekabeti” temel alan ve gerçekte, sıklıkla acımasız bir şekilde bir insanın diğer insanı sömürmesine dayalı bir toplumda:
Hakim ideoloji “çıkar sağlamak amacıyla özellikle sorun yaratmayı”, “başka insanların sorunlarından çıkar sağlamak” durumunu mazur görür!
Ve bunu insan doğasının en temel; değişmez özelliklerine bağlar!
Yani toplumdaki hurafe:
İnsanların doğuştan rekabetçi olduğu,
Doğuştan bireyci olduğu,
Ve doğuştan bencil olduğu yönündedir!
Gerçek ise tam zıttıdır!
İnsan olarak belirli ihtiyaçlarımız vardır. Somut olarak insan doğasından bahsetmenin tek yolu; belirli insani ihtiyaçlarımızın olduğunu kabullenmektir. Buraya kadar her şey normal; “doğanın bir parçası olduğumuzu” elbette kabul ediyoruz.
Arkadaşlığa ve yakın ilişkilere insanca bir ihtiyaç duyarız:
Olduğumuz gibi sevilmek,
Bağlanmak,
Kabul edilmek,
Fark edilmek,
Ve onaylanmak için.
Eğer bu ihtiyaçlar karşılanırsa merhametli, yardımsever ve diğer insanlar için empati sahibi bireylere dönüşürüz.
Fakat toplumumuzda sıklıkla gördüklerimiz; yukarıda açıkladığımızın tam tersine işaret ediyor:
“İnsan doğasının sınırsız tahribatı!” Çünkü: İnsanların “çok az bir kısmının ihtiyaçları” karşılanıyor! Evet, insan doğası hakkında konuşabilirsiniz. Ama yalnızca içgüdüsel olarak uyandırılmış temel insan ihtiyaçları bakımından ya da “karşılandığında” belli özelliklere; “karşılanmadığında da” farklı bir takım özelliklere sebep olan belirli insan ihtiyaçları demeliyim.
Çok farklı şartlarda hayatta kalmamızı sağlayan,
Olağanüstü bir adaptasyon esnekliğine sahip “insan organizması”nın;
Belli çevresel gereksinimler veya insani ihtiyaçlar için sıkı sıkıya programlanmış olduğu gerçeğini fark ettiğimizde, “toplumsal zorunluluk” belirmeye başlar!
Bedenlerimizin fiziksel besinlere ihtiyacı olduğu gibi;
İnsan beyninin de gelişiminin her basamağında pozitif çevresel uyaranlara ihtiyacı,
Ve-fakat aynı zamanda “negatif uyaranlardan da korunmaya” ihtiyacı vardır!
Yani eğer “olması gereken şeyler” gerçekleşmezse,
Ya da “olmaması gereken şeyler” gerçekleşirse;
Gayet açıktır ki: Ortaya yalnızca birbirini izleyen zihinsel ve fiziksel hastalıklar değil, aynı zamanda “birçok zararlı davranış biçimi” çıkacaktır!
Bu durumda, bakış açımızı dışa doğru yönelterek ve günümüzdeki şartları hesaba katarak şu soruları sormalıyız:
“Modern dünyada kendi ellerimizle yaratmış olduğumuz koşullar, sağlığımıza gerçekten yardımcı oluyor mu ?!”
“Sosyo-ekonomik sistemimizin temelleri; insanlık, sosyal gelişim ve ilerleme için fayda sağlamakta mı ?!”
“Yoksa, toplumumuzun şu an içinde bulunduğu eğilim; gerçekte kişisel ve sosyal refahımızı yaratmamız ve korumamız için gereksinim duyduğumuz temel evrimsel ihtiyaçlarımızın tersine mi gidiyor ?!”
adamlar adim adim islam devletine dogru gidiyor görünen ki
baski ve ölümler daha cok yasanak buna kim dur diyebilecek???
cok zor dönemler yasanacak artik hic cekinmeden ne yapmak istediklerini söylüyorlar ve yapiyorlar sanki hic birsey karsi durmuyor bu dayatmaya,tarihsel türkiyede toplumun yapisi
saga yönelik ic ve dis dinamikler hep bu yapiyi korumusdur.
demek istedim toplumun cogunlu bu partiyi ve anlayisini destekliyor oran olarak ban göre yüzde 55 .zaten bunlari bildikleri icin böyle yapabiliyorlar insanlara bir osmanli masali anlatip duruyorlar sanki bütün bölgeyi gasp etecek misler gibi.insanlar yüzeysel oldu icin bunada kaniyor bizler bundan sonra bu gibi konulari islemek zorundayiz bana kalirsa gerisi toplumun anlaysina göre önemsiz,malesef öyle.
disardan hic bir uygulama beklemeyin onlara göre zaten türkiyenin köken o oldu icin umrunda degiller,özgürlügü sizler alacaksiniz!!!chp artik nasil bir tutum ondan sonra izleyecek ve burjuva ne yapacak zaman belirlicek,ortak düsmana karsi birlesin iran gözünüz önunde! hdp ben kürt harektine kalacana tahmin ediyorum zaten baska bir beklendi olamaz cünkü bir kürdistan olmasinda hakki var.
illerde ben türkiyede bir devrim görüyorum!!!
bütün inancimla söylüyorum…..bu düzenin ve toplum anlayisi iflas edmisdir.gezi isyani zamanla insanlarin hafizina geri gelecek ve temel hak özgürlüklerini isteyeceklerdir insanin tabiati bu.hazir olun ve umutunuz yitirmeyin,almanyadan selamlar.
“beyaz ya-LA-ka”lar icin not:
“bugünü anlamak icin tarihe dönüp bakmaliyiz” inanci, adi “tarih” olan burjuva biliminin insanlara empoze ettigi bir dogmadir. bu konuda yazdiklariniza tamamen katiliyorum. ayni elestirileri ben kisa bir süre önce “anomim” mahlali yorumcuya yapmistim. asagida yazdiklarima elestirileriniz varsa belirtin lütfen!
Kapitalizmde kadin sorununun “cözümü“
Kadin emansipasyonu: “Esitlik“
Bu yazi da günümüz modern burjuva toplumlarinda kadinlarin yasadiklari sorunlarin feminist hareketlerin iddia ettigi gibi “erkek egemen-ataerkil toplum“ safsatasi ile, “erkeklerin önyargilari“ efsanesi ile alakasi olmadigini göstermek istiyorum.
Siyasi emansipasyon-yasal hak esitligi günümüz modern kapitalist toplumlarinda baski ve ayrimciliga ugrayan grup ve katmanlarin bu sorunlarinin, devlet tarafindan taninmasi anlamina geliyor. Sözkonusu bu taninma, baski ve ayrimciliga ugrayan toplumsal gruplarin siyasal yönetimde temsil edilmeleri sureti ile gerceklesiyor. Devletin, toplumsal bir sorunun varligini “realite“ olarak tanima yoluyla cözme iddiasi “yedek cözüm“den baska bir anlama gelmez. Bu yöntemle sözkonusu sorunu üreten nedenler ortadan kaldirilmiyor; sorun, siyasi anlamda “temsil hakki“na kavusturulmak sureti ile taninmis oluyor. Bu sekilde cözüme kavusturulan problemlerden biri de kapitalist toplumda kadin’in eristigi yuttaslik statüsüdür. Kadin hareketlerinin bu konuda ki basarisini bir zamanlarin isci-proletarya hareketi veya zencilerin irkciliga karsi mücadelesi ile karsilastirmak yanlis olmaz. Gelismis kapitalist toplumlari gözönünde bulundurarak söylersek kadin, 1970’lerden bu yana toplumun yasal haklarla donanmis özgür bir bireyi durumunda. Fakat kadinlarin erkeklerle yasal-hukuki tam hak esitligi statüsü, her ne hikmetse kadinlarin en azindan büyük cogunlugunun sosyal-ekonomik durumunda ciddi bir iyilesmeye yol acmadi. isin tuhaf yani, bu celiskili durum kadin hareketlerinin de dikkatini cekmiyor.
Kadinlarin kapitalist toplumda ki rolü sorusunu , kadin hareketleri en basindan itibaren “erkeklerle esitlik“ talebi ile cevaplandirdilar. Kadin hareketleri, devletin kendilerine bictigi toplumsal “kadinlik rolü“nün sebep ve amaclarini elestirmek orda kalsin, bu sebep ve amaclarin ne oldugunu ögrenmek bile istemediler.
Kadin sorunu özünde yasal-hukuksal bir sorun olmayip, devletin kendi siyasi-ekonomik programi dogrultusunda vatandaslarina yükledigi roller ve serbest piyasa ekonomisinin rekabet prensibinin bir ürünüydü. Calisanlarin ücretlerinin masraf-gider olarak hesaplandigi kapitalist ekonomi de isveren, “mümkün olan en az ücretle en yüksek verim“ hesabi ile is piyasasinda her zaman bol miktarda bulunan isci adaylari arasinda secim yapma hakkina sahiptir. Kapitalist is piyasasinda is bulmak icin birbirleri ile yarisan, yarismak zorunda olan isci adaylari icin örnegin saglik sorunlari, ilerlemis yas, kücük cocuk sahibi olma gibi durumlar dezavantaj anlamina gelir. isveren, kadin bir isciyi ise alirken onun birgün cocuk dogurma ihtimalini hesaplar. Bunun isveren icin anlami, anne olan bir isci kadin en azindan belli bir süre icin meslegine ara vermek zorundadir. Tekrar edersek kapitalist isletmelerin iscinin sirtindan-emeginden mümkün mertebe en fazla kar yapma, -“minimum ücret, maximum kar“- prensibinden dolayi is piyasasinda kadin olmak, yaslilik, mesleksiz-diplomasiz olmak, engelli olmak basli basina bir dezavantajdir. isveren, isci adaylarinin bu tür “aciklarini“ birbirine karsi kullanip, daha az ücret ödeyerek kar’ini arttirma yollarina bakar. Devletin yasa ile isverene, isci adaylari arasinda ayrimcilik yapmasini yasaklamasinin pratikte bir faydasi yoktur. Bir kadin isci adayinin bir isvereni: “kadin oldugum icin beni ise almadi“ seklinde sikayet etmesi durumunda, isveren, bunun yasal olarak yasak oldugunu bildigi icin mahkeme önünde bir baska sebep öne sürer. Demek ki kadinlarin hala bazi is sektörlerinde erkeklere nazaran daha az ücretle calistirilmalarinin sebebi ekonomiktir; feministlerin iddiasi olan “kadin düsmani toplum“ safsatasi ile alakasi yoktur. “Esit ise esit ücret“ talebinde bulunan kadin hareketleri icin, erkeklerin aldiklari ücret ile insanca yasayip yasayamadiklarinin bir önemi yoktu; önemli olan kadinlarla erkeklerin ücretlerinin esit olmasiydi. Bazi is sektörlerinde isverenler, „esit ise esit ücret“ talebini kadinlarin ücretini arttirarak degil, erkeklerin ücretlerini kadinlarin seviyesine düsürerek, “al sana esitlik“ dercesine kendileri acisindan kar’a dönüstürmüslerdir.
Her seyin ekonomiye endeksli oldugu, toplumun ekonominin hizmetine kosuldugu kapitalist sistemde tamami ile biyolojik, dogal bir durum olan cinsiyetin, kadinlar acisindan ekonomik bir “handikap“a dönüstürüldügünü yukarda belirtmistik. Kapitalist toplumda zaten “esit muamele“ islemi sonucu ortaya cikan esitsiz durumu, yine “esitlik“ talebi ile düzeltmek isteyen kadin hareketlerinin bu talebinin neden yanlis oldugunu göstermek icin bir örnek daha verelim: bir isyerinde calisan farkli özelliklere sahip insanlari düsünelim: kadin-erkek, genc-yasli, saglikli-hasta, cocuklu-cocuksuz vs. Serbest piyasa ekonomisinde isveren yukarda saydigimiz farkli özelliklere sahip insanlarin hepsine esit muamele yapar ve hepsinde ayni basariyi,ayni is verimini görmek ister. Yani bir isveren, yasli bir isciye yada evde bakilmasi gereken kücük cocuklari olan isci bir kadina daha töleransli davranmaz. Kapitalist toplumda böylesi problemler “özel problem“ kategorisine girer; ne isveren ne de devlet „sahsi problemler“ icin sorumluluk almaz. Hal böyleyken, kadin hareketlerinin “esitlik isteriz, herkese esit muamele yapilsin“ talebinin anlamsizligi ortaya cikmis oluyor: sikayet konusu esitsizlik zaten insanlara yapilan “esit muamele“nin ürünü. Kadin hareketlerinin bu esitlik idealizmi, kadinlarin askerlik gibi insan öldürme mesleklerinde de erkeklerden geri kalmamalari gerektigini savunacak kadar uc boyutlara varmistir.
Kadin hareketleri devletin aileye yükledigi ulusun-devletin “üreme hücresi“ rolünü ve yasa ile esleri birbirine bakmaya yükümlü kilma isini de elestirmediler. Evli yada bosanmis eslerin yasal olarak birbirlerine bakma mecburiyeti aldigi ücret ile kit kanaat yasayan ücretli kesim icin gecerlidir.Kendilerine bakacak kadar yeterli gelire sahip zengin kesim icin böyle bir yasa gerekmez. Devletin böyle bir yasa ile amacladigi, ücretli calisan kesimin kendini yeniden üretimi-neslin devam ettirilmesi (reproduktion) isini devlete ve ekonomiye yük olmadan kendi sinirli imkanlari ile gerceklestirmeleri. Kadin hareketlerinin aile konusunda ki talepleri, yükün-sorumlulugun kari ve kocaya esit bir sekilde dagitilmasindan ibaretti. “Bedenim benimdir“ gibi sloganlarda aslinda “annelik rolünü ret etmiyorum ama ne zaman cocuk yapacagima ve annelik ile is kariyerini nasil bagdastiracagima ben karar vermek istiyorum“ demekten baska bir anlama gelmiyordu.
Kadin hareketleri tarafindan bir özgürlük eylemi gibi idealize edilen kadinlarin “meslek hayatina atilmasi, üretime katilmasi“, meslek hiyerarsisinde tepeye tirmanma basarisini göstermis kadinlar haric, geri kalan cogunlugun durumunda sosyo-ekonomik bir iyilesmeye yol acmamistir. Hatta kadinin yükü artmistir. Almanya da ikinci dünya savasindan sonra gelisen ekonominin ihtiyaclari dogrultusunda yedekte bekletilen kadinlar, ucuz isgücü rezervleri olarak devlet tarafindan is piyasasina sürülmüslerdir. Ayni dönemde kadinlarin kitlesel olarak okul ve mesleki egitime tabi tutulmalari da yine gelismekte olan alman ekonomisinin kalifiye isci ihtiyaci icindi. Kadin hareketleri kapitalist meslek hiyerarsisini de elestiriye deger bulmamislardir. Sadece hiyerarsinin tepesinde ki yönetici-sef makamlarinin kadin ve erkekler arasinda esit paylasilmasini talep etmislerdir.
Feminist cinsiyet ideolojisinin en temel argümanlarindan biri de sudur: “Kadiniz, magduruz, magdur oldugumuz icin de hakliyiz.“ Alman devleti basbakanlik koltugunda yada IMF gibi dünyayi cekip ceviren kurumlarin basinda kadinlarin olmasi da, kadin hareketlerinin: “Kadinlar olarak hepimiz erkek milletinin magduruyuz“ argümanini dillendirmeye devam etmelerine engel degildir. Dünyanin neresinde siddet icerikli bir olay olsa kadin hareketlerinin yaptiklari ilk is kurbanlarin ve faillerin cinsiyetine bakmak: “Kurbanlar icinde kadin var mi, fail erkek mi?“ Bundan dolayidir ki kadin hareketlerinin internet sayfalari söyle haberlerle doludur: “iki kadin daha öldürüldü, bir kadin daha taciz edildi vs…“
Cinsel taciz, siddet gibi olaylarin tek tek erkeklerin zihniyeti ile, feodal kültür kalintilari ile bir alakasi yoktur. Bu tür olaylarin, gelismis kapitalist ülkeler de dahil, bir türlü bitmemesinin kaynagi da yine kapitalist toplumun hiyerarsik sosyo-ekonomik yapisi ve ekonomik bagimlilik iliskileridir. Bir isyerinde sekretere yapilan cinsel tacizin, o isyerinin temizligini yapan isci tarafindan degilde o isyerinin patronu tarafindan yapilmasi bir tesadüf degildir. Cinsel tacizin, siddetin mantigi sudur: “Patron olarak bu benim hakkim.“ Ayni sekilde, yatili okullarda ögretmenlere emanet edilen kiz ve erkek cocuklara yada cocuk cezaevlerinde gardiyanlar tarafindan cocuk mahkumlara yönelik cinsel taciz ve siddette tamamen sözkonusu bu hiyerarsik toplum düzeni, yani sucu isleyen kisinin sahip oldugu yasal güc, yetki ve makam ile alakalidir.
Sonuc: Modern burjuva toplum varoldugu müddetce feminist elestiri de kapitalist sisteme eslik eden bir cesit fon müzigi olarak devam edecektir cünkü, feminist elestiri tamda kapitalist rekabet ölcülerini esas almakta: bireyler arasinda ki mesleki kariyer ve para kazanma yarisi esit sartlarda hayat bulmali, toplumun ürettigi zenginlikten herkes kisisel basarisina, performansina göre pay almali.
Kadin hareketlerinin bugün “kadinlik” kimligini sahiplenip ön plana cikarmalari, feminist elestirinin cikis noktasi olan devletin vatandaslarina bictigi kadin-erkek rollerinin benimsenmesinden baska bir anlama gelmez. Kadin hareketlerinin kendilerini her seyden önce cinsiyet üzerinden tanimlama isi, toplumu “kadinlar-iyiler (kadin kolektifi)”, “erkekler-kötüler (erkek kolektifi)” seklinde iki karsit cepheye bölerek, bir cesit cins-cinsiyet irkciligina kadar varmis durumda
Otoriterleşmenin Paramiliter Görünümleri
Levent Toprak
Türkiye’de yürümekte olan otoriterleşme süreci, olağanüstü rejimlerin oluşum çizgilerini adeta el kitabını izler gibi izliyor. Bu çizgiler arasında klasik bir yer işgal eden paramiliter oluşumlar ve onların oynadıkları roller de günümüz Türkiye’sinde enikonu kendisini göstermekte. Bir yandan özellikle Kürtlere yönelik pogrom girişimlerinde adı öne çıkan Osmanlı Ocakları türü oluşumlar, futbol taraftar örgütlenmeleri, bir yandan Sedat Peker gibi tescilli faşist kadroların Erdoğan ve AKP hizmetine girmesi; MHP ve BBP gibi partilerin ve özellikle bunların gençlik uzantısı örgütlenmelerinin Erdoğan’ın çizgisine daha fazla kaykılarak, Suriye’deki savaşta dahi adeta lejyon güç olarak yer almaları, burjuva medyanın en büyük kurumlarından birinin binasının bu güruh tarafından basılması, benzer kişilerin Ahmet Hakan gibi yazarlara dayak atması gibi olgular bu minvalde yeterli alâmetleri oluşturuyorlar.
Modern anlamda kapitalizmin geliştiği dönemler itibarıyla olağanüstü rejimlerin bir ilk örneği olan yeğen Bonapart’ın rejiminden bu yana kapitalist dünya nice olağanüstü rejim gördü. Bunların birçoğunda, lider olarak öne çıkan kişi, mutlak güce doğru yürüyüşünde olağan burjuva rejim mekanizmalarının dışında bir vurucu paramiliter güce ihtiyaç duymuştur. İtalya’da Mussolini’nin Kara Gömleklileri ile Almanya’da Hitler’in Kahverengi Gömleklileri bu tür vurucu güçlerin en çok bilinen örnekleri olmuştur.
Bu hareketler liderin olağan ve “meşru” mekanizmalarla göremeyeceği işleri görmek ve onun önünü açmak için örgütlenirler. Asıl işlevleri devletin olağan baskı aygıtlarından başka “sivil” bir baskı ve şiddet aracı oluşturmaktır. Kahverengi Gömlekliler olarak da bilinen Hitler’in SA kıtaları (Sturmabteliung – Hücum Birlikleri ya da Fırtına Birlikleri) hiç kuşkusuz bunun en çarpıcı tarihsel örneğiydi. Ancak bu tür hareketlerin sadece klasik faşizm vakalarında görüldüğü sanılmamalıdır. Elif Çağlı’nın Bonapartizmden Faşizme adlı kitabında dikkat çektiği gibi klasik faşizm örneklerinden çok daha önceleri, Bonapartizm terimine hayat veren yeğen Louis Bonaparte da Fransa’da 10 Aralık Derneği adı altında bir lümpenler ordusu örgütlemişti. Bu yapılanmalar genelde toplumu, özel olarak da otoriter yürüyüşün önünde engel oluşturabilecek her türlü demokratik-ilerici toplumsal kuvveti bastırıp sindirmek üzere şiddet uygulamışlardır.
Erdoğan’ın başkanlık sistemi adı altında mutlak güce ulaşmak için yürüttüğü süreç de olağan burjuva siyaset sisteminin mekanizmalarıyla daha fazla ilerleyemediği, hatta tehlikeye düştüğü için bir paramiliter vurucu güç ihtiyacı doğdu. Osmanlı Ocakları adıyla ortaya çıkan oluşum bunun somutlanmaya çalışıldığı en belirgin girişim oldu. Son birkaç aydır bu yapının sanki gözden düşmekte ve kenara itilmekte olduğu izlenimi veren gelişmeler yaşandıysa da, hem bu gelişmelerin gerçek niteliği hem de ne olursa olsun sürecin özünün değişmediği iyi anlaşılmalıdır.
Aslına bakılırsa Erdoğan’ın son Suudi Arabistan gezisi dönüşünde yaptığı basın toplantısında, özlediği başkanlık rejimine örnek olarak Hitler Almanya’sını vermesi çok şey söylemektedir. Hiç kuşkusuz bu basit bir gaf değildir. Erdoğan’ın ekibinin arkadaki mutfakta neleri konuşup fikir jimnastiği yaptığını ele vermektedir. Erdoğan sadece patavatsızlığıyla mutfakta konuşulanlardan aklında kalanı irticalen söyleyivermiş olabilir. Fakat önemli olan Erdoğan ve ekibinin Hitler’in iktidar yürüyüşünü enikonu incelediğidir. SA kıtalarının bu incelemeden muaf tutulduğunu düşünmek için bir sebep yoktur.
Kısa bir hatırlama
Bu yazının sınırları içinde uzun boylu anlatmaya gerek olmasa da, Mussolini’nin Kara Gömleklileri ile Hitler’in Kahverengi Gömleklileri hakkında kısa bir tarihsel hatırlatma yapmak yerinde olacaktır.
Faşizmin ilk yükseldiği ülke olan İtalya’da ortaya çıkan ve Nazım’ın faşizmle ilgili şiirlerinde de çokça geçen Kara Gömlekliler 1919’da oluşturulmaya başlanmıştı. Bu paramiliter birliklerin her birine Squandre d’Azione (Eylem Timi) deniliyordu. O sıralar devrimci bir kaynaşma içinde olan İtalya’da, bu timlerin işi, sosyalistlerin örgütlerini ezmek, yok etmek ve böylelikle faşist hareket dışında tüm alternatif siyasi odakları ortadan kaldırıp, Mussolini’nin mutlak iktidara giden yolunu temizlemekti. Sosyalistlerin toplantılarına, derneklerine, etkinliklerine saldırılar düzenlenerek açık bir terör uygulanıyor ve bununla genel bir gözdağı ve sindirme operasyonu yürütülüyordu. Çok kısa süre içinde, bu şiddet dalgasından asıl nasibini alacak olan yeni kurulan Komünist Parti oldu. Aynı saldırılar bu kez katlanarak komünistleri hedef aldı. Bu timler paramiliter doğalarına uygun bir alâmeti farika olarak üniforma tarzı siyah gömlekler giyiyorlardı. Devlet destekli şiddet kampanyaları gitgide sendikalı işçileri, kooperatifleri ve burjuva muhalefeti de hedef aldı. Ülke çapında yüzlerce kişinin öldürüldüğü bu süreç içinde timlerin sayısı da hızla arttı. Sonunda Mussolini’nin 1922’deki meşum Roma Yürüyüşü bu kıtaların hepsinin Napoli’de bir araya getirildiği Faşist Kongrenin ardından gerçekleşti. Bilindiği gibi Mussolini bu yürüyüş sonunda Roma’da iktidarı ele geçirmişti. İktidarın ele geçirilmesinden kısa süre sonra ise Kara Gömlekliler resmi milis gücüne dönüştürülüp Ulusal Güvenlik İçin Gönüllü Faşist Milisler adı altında yeniden örgütlendiler. Sosyalistlerin, komünistlerin ve diğer muhalif kesimlerin ezilerek sindirildiği koşullarda popüler bir simge haline gelen kara gömlek zamanla bu milislerin dışında da faşizmi destekleyen ya da ona sempati gösterenler tarafından giyilmeye başlandı.
Buna çok benzer ve çok daha gelişmiş bir örnek olarak Almanya’daki SA örgütlenmesi de İtalya’dan çok değil sadece üç yıl sonra Hitler tarafından başlatıldı. İlk kadrolar daha ziyade savaş sonrasında terhis olmuş ve Nazi Partisine yeni katılmış kudurgan eski askerlerden oluşuyordu. Bu askerlerin çoğu daha önce Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht’in de katledilmesini organize eden meşhur Freikorps’un mensuplarıydılar. Freikorps devlet eliyle örgütlenen düzensiz silahlı birliklerdi, amaçları savaş sonrası oluşan devrimci durumda komünistlere ve işçilere karşı sokak savaşlarını yürütmekti. Bu haliyle Freikorps bir nevi faşist paramiliter örgütlenmelerin ön habercisiydi. Bunlar İtalya örneğinden de esinlenerek Kahverengi Gömleği kendilerine alâmeti farika yaptılar. Bu SA birliklerinin ilk başlarda görünürdeki işlevi parti toplantı ve etkinliklerinin güvenliğini sağlamaktı. Ancak askeri bir düzen içinde üniformalı olarak gösterişli yürüyüşler yapıyorlar ve giderek her türlü politik rakibe saldırılar düzenliyorlardı. Bu saldırılar seçimlerde seçmenler üzerinde baskı uygulama amacıyla da yapılıyordu. Elbette saldırıların en büyük hedefi komünistlerdi. Ancak hedef komünistlerle sınırlı değildi. Sosyal Demokratlar da nasiplerine düşeni alıyorlardı. Ama bu politik hareketlerin yanı sıra Hitler’in demagojik propagandalarının özel bir hedefi durumuna getirilen Yahudiler de geniş bir toplumsal grup olarak hedef tahtasına konuyordu. Krizle birlikte çığ gibi büyüyen işsizlikten de yararlanan SA, Hitler’in iktidarı gasp ettiği 1933’te üye sayısını milyonlarla sayılacak noktaya çıkardı.
Türkiye’de yeni faşizan kaynaşma
İtalya ve Almanya örnekleriyle burada çok kısa olarak anlatılan sürecin çok çeşitli yönleri ve geniş bir tarihi bulunmaktadır. Bizim için hareket noktası olarak önemli olan husus, bu yapılanmaların öz olarak hangi işlevi gördükleri ve bu bakımdan tarihsel/politik anlamlarının ne olduğudur. Bunlar asıl olarak diktatörlük heveslisi burjuva liderin iktidar yürüyüşünde olağan politik mekanizmalarla bertaraf edilemeyen engellerin ortadan kaldırılması ya da etkisizleştirilmesi işlevini görmüşlerdir. Ancak bu tür yapılanmalar ilerleyen dönemlerde çeşitlenen ihtiyaca göre farklı ülkelerde daha farklı biçimlerde de kullanılmıştır.
Türkiye’de de asıl olarak Ülkü Ocakları özellikle 70’li yıllarda yükselen devrimci hareket ve işçi hareketini sindirmek için düzen güçleri tarafından paramiliter vurucu güç olarak sahaya sürülmüştür. Devrimci öğrenci ve işçilere, sendikacılara, işçi liderlerine, ilerici aydınlara yönelik açık bir terör harekâtı yürütülmüş, faşist 12 Eylül 1980 darbesine kadar giden süreçte binlerce kişi katledilmiştir. Burada, Elif Çağlı’nın aynı kitapta açıkladığı gibi, faşizmin gelişi klasik örneklerden farklı olarak faşist partinin ve onun liderinin iktidara gelmesi şeklinde olmayıp, sadece farklı bir varyant sergilemiştir. Devletin derinlerinden örgütlenmiş sivil faşist hareket ordunun faşist darbesi için yol düzleyici olarak kullanılmıştır. Ordu faşist hareketin çeşitli lider ve militanlarını da hapse atmış, hatta kimilerini idam etmiştir. O nedenle MHP liderliği faşist darbeden sonra “fikrimiz iktidarda, biz hapisteyiz” diye yakınmıştı. Her ne olursa olsun paramiliter vurucu güç, olağanüstü rejimin yolunu döşeyen bir etmen olarak devrim güçlerinin ezilmesi ve toplumun genel olarak sindirilip terörize edilmesinde kilit rol oynamıştır.
Faşist rejimin gadrine uğradığı için belli gönül kırıklıkları yaşadıysa da, faşist hareket ilerleyen yıllarda Kürt hareketinin yükselişiyle birlikte yeniden işbaşına çağrıldı. Kürdistan’da sivil bir faşist hareket şekillendirmek mümkün olmadığı için, faşist militanlar bu dönemde esas olarak Jandarma ve polis bünyesinde Kürtlere karşı yürütülen sömürgeci savaşın vahşi kıyıcıları olarak kadroya alındılar. Bunlar on binlerce insanın canına kıyarak büyük suçlar işlediler. Dahası, daha önceleri klasik bir çekirdek oy tabanının ötesine geçemeyen MHP, 1999 seçimlerinde patlama yaparak iktidar ortağı oldu.
Ancak 2000’lere gelindiğinde ortam değişmişti. Artık yeni bir güç olan AKP’nin yükselişine tanıklık edilecekti. Kürt sorununda da savaş 90’lı yıllardaki şiddetini yitirecek, görüşmeler yoluyla soruna çözüm getirme iddiasındaki AKP’nin yumuşama politikaları öne çıkacaktı. Ne var ki, çeşitli aşamalardan geçen ve dalgalanmalar yaşayan bu sürecin özünde bir oyalamaca olduğu gitgide daha belirgin biçimde ortaya çıktı. AKP’nin sorunu çözmeye niyeti yoktu. Sadece birtakım hak kırıntıları vererek silahlı hareketi sona erdirmeyi hedefliyordu. Öte yandan içeride kendisine yönelik darbe girişimlerini atlatmayı başaran Erdoğan, içte ve dışta bir dizi yeni meydan okumayla yüz yüze geldi: Arap halklarının isyan dalgası ve Ortadoğu’da tırmanan emperyalist savaş süreci, Kürt hareketinin hem içeride hem de Suriye’de elde ettiği kazanımlar, Gezi sürecinde doğan korkular ve süreç içinde gerileyen oy desteği… Erdoğan ve ekibi tüm bu problemlerden çıkış yolunun otoriter bir rejimle mümkün olacağı düşüncesiyle, kendi mutlak liderliğinde otoriter bir başkanlık sistemine geçişi dayattı.
Bu süreçte Gezi direnişinin özellikle tetikleyici bir rol oynadığını tespit etmek gerekiyor. O ana dek, özel bir durumu olan Kürt hareketi bir yana, Erdoğan asıl olarak darbe biçiminde ciddi bir tehlike ile karşılaşmışken, şimdi ilk kez geniş ölçekli bir sokak hareketiyle yüz yüze geliyordu. O günlerde yaptığı kritik bir konuşmada “yüzde 50’yi zor tutuyorum” demişti. Aslında böyle bir şey yoktu, zira o günlerde kendi istediği gibi kontrol edebileceği paramiliter bir aygıtı yoktu Erdoğan’ın. Ancak derhal kollar sıvanıp böylesi bir hazırlığa girişildi. İlk girişimler Gezi sürecinin ilerleyen günlerinde kendini gösterdi ve futbol taraftarlığı kisvesi altında örgütlenmiş Kasımpaşalı çeteler Okmeydanı’nda bir solcu genci öldürdüler.
İşte Gezi, Suriye savaşı, Kürt sorununda sürecin tıkanması ve savaşın kızışması, emperyalist paylaşım savaşının yeni aşamalar kaydetmesi ve Türkiye’nin özellikle Suriye ve Kürt sorunu üzerinden ağır risk altına girmesiyle, Erdoğan ekseninde hareket eden ve olağan devlet kadroları dışından devşirilmiş paramiliter kuvvetler elzem bir ihtiyaç olarak kendini dayattı. AKP’nin halim selim kendi gençlik kollarının bu işe pek uygun olmadığı açık olduğundan, “dış” kaynaklara göz dikildi. Bu noktada Muhsin Yazıcıoğlu’nun ölümüyle bir anlamda siyasal olarak boşlukta kalan BBP’nin Alperen Ocakları hiç kuşkusuz öne çıktı. Nitekim Osmanlı Ocakları’nın oluşumunda bu kaynaktan gelen kadroların önemli bir yer tuttuğu görülüyor. Genel başkan olan ve “Recep Tayyip Erdoğan’ın askerleriyiz” diyen zat daha önce Alperen Ocakları çevresinde bulunmuş ve Papa’nın 2006’daki Türkiye ziyaretinde silahlı eylem yapacağı istihbaratıyla gözaltına alınan grupta yer alıyor. Her nasılsa ifadesi alındıktan sonra serbest bırakılıyor (!) Daha sonra Hrant Dink cinayeti ile ilgili olarak tutuklanan kişilerden biri de bu grupta yer alıyor ve o da Trabzon Alperen Ocakları’nın eski başkanı.
Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde BBP başkanı CHP/MHP ortak adayı Ekmeleddin İhsanoğlu’nu destekleyeceklerini açıkladığında şaşırtıcı bir gelişme yaşandı ve Alperen Ocakları başkanı buna karşı açıklama yaptı. Daha sonra görevden alınan bu kişi, ayrı bir baş çekerek ocağı böldü ve anlaşılan o ki ayrılanlar daha sonra Osmanlı Ocakları’nın yapılanmasını oluşturdular.
Ancak MHP tarafından genelde tasmaları tutularak Kürtler üzerine fazla salınmayan Ülkücü faşist sürüsü daha geniş ve asıl hedef kitleyi oluşturmaktadır. Erdoğan’ın Kürt düşmanlığını mahmuzlayan politika dönüşüyle birlikte bu taban da her iki seçim öncesi süreçte ülkeyi bir çırpıda saran pogromlarda yer aldı. Bu pogromlar Nazi Almanya’sında Yahudilere yapılan sürek avlarını fazlasıyla andırmaktaydı. Sokak ortasında Kürtlerin kovalanıp dövülmesi, öldürülmesi, Kürtlere ait olduğu düşünülen ev ve dükkânların ateşe verilip adeta linç ayinleri yapılması, kitapçıların yakılması, HDP bina ve bürolarının yakılıp yıkılması, yağmalanması vs. tüm bunlar tarihten tanıdık manzaralar oluşturuyordu.
Bu manzaraları bütünleyen bir başka benzerlik de Erdoğan’ın mutlak iktidara yürüyüşünde muhalif burjuva kesimlere ve medyaya yaklaşım biçimidir. Can Dündar ve Erdem Gül bizzat Erdoğan marifetiyle açıkça mesnetsiz suçlamalarla hapse atılmış, Fethullah Gülen medyası el koyma operasyonlarıyla ablukaya alınmıştır. Bunların yanı sıra, medyanın önemli bir bölümünü ele geçirmiş olmasına rağmen Erdoğan ve ekibi burjuva medyanın yine de ana kolu olarak kalmayı başaran Doğan grubuna dört koldan baskı uygulamaktadır. Maliye kontrolleri ve büyük cezaların yanı sıra holdingin diğer yatırımlarını sekteye uğratacak devlet kısıtlamaları ekonomik baskı ayağını oluştururken, medyadaki lümpen tetikçiler aracılığıyla sürekli olarak gözdağı vermeler, hakaretler, tehditler ve sindirici kara propaganda diliyle bu muhalif kesimler hizaya sokulmakta. Bunların da yeterli gelmediği yerde faşizan it sürüsü aracılığıyla açık şiddet kullanımı devreye sokulmakta. AKP gençlik kolları başkanı Abrürrahim Boynukalın’ın öncülüğünde Osmanlı Ocakları güruhunun Hürriyet’e iki kez baskın düzenlemesi, sıkça tehdit edilen Ahmet Hakan’ın sonunda benzer bir ekip tarafından dövülmesi ve normal şartlarda hemen derdest edilecek Boynukalın gibilerin şimdi bakan yardımcısı olarak taltif edilmesi gibi hadiseler de yine Hitler Almanya’sından tanıdık manzaralar.
Öte yandan Hitler nasıl kitle sporunu kendi faşizan kitle hareketini koruyup geliştirmenin araçlarından biri olarak kullandıysa, şimdi Erdoğan ve şürekâsı da AKP’nin elindeki belediyeler aracılığıyla başta Ankara’daki Osmanlıspor kulübü olmak üzere eski ve hükmünü yitirmiş kulüpleri ele geçirip yeni adlar altında diriltiyorlar. Bu eksende hem bir karşı-kültür yaratmak hem de daha önemlisi holiganlarıyla birlikte bir taraftar güruhu yaratmak istiyorlar.
Erdoğan’ın ve AKP’nin kendine ait faşizan paramiliter yapılanmaları bu klasik işlevlerin yanı sıra daha geniş bir boyutta da geliştirilmektedir. Son aylarda Kürt illerindeki faşizan abluka ve imha sürecinde özel görevlerle adeta dokunulmazlık altında vahşet uygulayan ekipler devreye sokulmuş durumdadır. Eskinin JİTEM’ini andıran ve kimsenin karışamadığı bu ekiplerin korku salmak üzere vahşette sınır tanımadıkları görülüyor. Bunlar arasında başta Çeçenler olmak üzere çeşitli ülkelerden devşirilmiş ve Türkçe konuşmayan İslamcı militanlar da göze çarpıyor. Suriye’deki süreçle de bağlantılı olarak devletin gizli servisleri uluslararası bir terör şebekesi oluşturmuşa benziyorlar. Bu uluslararası faşist çeteler Suriye’de de bir yandan rejime karşı savaşıyor, bir yandan da yerel halktan direnişle karşılaştıklarında katliamlar gerçekleştiriyorlar. Devlet Suriye’deki Türkmenler arasında ve oraya yerleştirip örgütlediği bu tür militanlar aracılığıyla Suriye’deki süreç üzerinde söz sahibi olmayı amaçlıyor. Yakınlarda ortaya çıkan çeşitli görüntü ve bilgiler MHP’nin de Suriye’deki karanlık faşist örgütlenmelerin içinde yer aldığına işaret ediyor. Savaşçı Bayır-Bucak Türkmenleri diye gösterilenler arasında komutan düzeyinde olan bazılarının Türkiye’den giden MHP’liler olması ve MHP’nin yaptığı açıklamalarda bu kişileri sahiplenmesi aslında son dönemde MHP’nin resmi düzeyde izlediği Erdoğan’ı kritik noktalarda kollayan politik çizgisiyle de uyuşuyor. Anlaşılan o ki içte ve dışta yürüyen Kürt savaşı MHP tarafından da Erdoğan’ın otoriter yönetimi altında ve adeta ilan edilmemiş bir koalisyon biçiminde yürütülmektedir. Kürt illerindeki katliamları işleyenlerin MHP sembolleriyle hareket etmeleri ve bunun hiçbir şekilde inkâr edilmemesi bu derin işbirliğinin sadece küçük ve sembolik bir göstergesini oluşturuyor. Aslında Sedat Peker gibi sembol bir ismin bir eliyle bozkurt, diğer eliyle Rabia işareti yaparak yürüttüğü Erdoğan’a destek kampanyası, bu kampanyada “oluk oluk kan akacak” demesi ve bundan bir gün sonra Ankara katliamının gerçekleşmesi, hem bu koalisyona dair hem de geride ne gibi planların yapılmış olduğuna dair ipuçları veriyor.
Her ne kadar bir örtük koalisyondan söz etsek de, bu süreç aynı zamanda Erdoğan’ın MHP’yi de yiyip yutma süreci olarak yürümektedir. Bunun nereye kadar bu şekilde yürüyeceği belli olmamakla beraber şu anki gidişat bu doğrultudadır. Türkiye’nin farklı kollara bölünerek akan tüm geçmiş faşizan müktesebatı Erdoğan’ın Kürt düşmanlığı ve Ortadoğu’ya dönük emperyalist politikasının potasında yoğrulup, onun führerlik hevesleri eşliğinde bir noktaya doğru odaklanmaktadır. Yeni bir doğrultu ve enerji verilerek tepeden örgütlenmekte olan faşizan kaynaşma şimdiden Kürt halkına ve Suriye halklarına karşı büyük cinayetler işlemiş durumdadır. Tarihteki tüm diğer örneklerde olduğu gibi işçi hareketi, sosyalistler, demokratlar, ilericiler bu yapılanmaların hedefi durumundadır. Kendisine zaten bir süredir reis diye hitap edilen Erdoğan’ın bu führerlik sevdası asla ciddiye alınmayacak bir çılgınlık olarak görülmemelidir. Almanya’da ve diğer tarihsel örneklerdeki benzer “çılgınlıkların” ne büyük yıkımlar getirdiği asla unutulmamalıdır.
http://marksist.net/levent-toprak/otoriterlesmenin-paramiliter-gorunumleri.htm
Demokrasi Mücadelesinin ve/veya HDP’nin Sorunları (3) HDP Programı Neden Demokratik Değildir? Örnek “Resmi Dil”, Ortak Dil (Lingua Franca) ve Ana Dil Hakkı
Nesnel çıkarları demokrasiden yana olan tüm toplumsal güçleri birleştirmenin biçimsel koşullarını önceki iki yazıda ele aldık.
Bunların birincisi, farklı öznelerin bir araya gelmesi ve kendini o taleplerde bulabilmesi için, programın, (taleplerin veya tekliflerin) Radikal, Kapsamlı ve Sistematik olması gerektiği idi. İlk yazıda bunun ne anlama geldiğin göstermeye çalışmıştık.
İkincisi, farklı dillerin (burada linguistik anlamda dilden söz etmiyoruz, farklı paradigmalar; gizli veya açık varsayımlar, problematikler, söylemler, ideolojiler anlamında kullanıyoruz dil kavramını) bir araya gelebilmesi için, sadece somut, herkesin aynı şeyleri anlayacağı bir program olması gerektiğini yine somut örneklerle göstermeye çalıştık.
Ancak bunlar son duruşmada biçimsel özelliklerdir. Bunlar içeriğin ne olması gerektiği üzerine yol gösterici olabilirler ama somut bir şey söylemezler.
Ama bu biçimsel özellikler üzerinde hemen başlangıçta bu kadar durmamızın nedeni, ancak doğru bir içeriğin bu biçimsel niteliklere sahip olabileceğidir. Dolayısıyla bu biçimsel özelliklerden hareketle bir içeriğin doğru olup olmadığı da anlaşılabilir. Bu yazıda demokrasi kavramının en temel özelliklerinden hareketle bunu somutlamayı deneyelim.
*
Program en soyut ve genel ifadeyle demokrasi olmalıdır.
Peki demokrasi nedir sosyolojik olarak?
Demokrasi insanların (ya da yurttaşların) biçimsel (hukuki, siyasi) eşitliği demektir.
Gerçek (iktisadi, sosyal) eşitlik ise, sosyalizm, diğer bir ifadeyle“komünizmin alt aşaması”; veya tek tanrılı dinlerin bölüşüm ve tüketim alanında tedbirlerle kurmak istediğidir.
Eşitlik kavramının veya zorunluluklar âleminin ötesi ise komünizm, diğer bir ifadeyle “komünizmin üst aşaması” veya tek tanrılı dinlerin “Cennet” olarak tanımladığıdır.
Yani demokrasi, iktisadi ilişkiler içindeki konumları haricinde, siyasi, hukuki ve kültürel vs. bakımdan insanların eşit olmaları demektir.
Bu iki farklı eşitlik, yani sosyal (gerçek veya iktisadi) eşitlik ile biçimsel (hukuki, siyasi) eşitlik arasındaki ilişkiler elbette son derece önemlidir. Bu ilişkilere hangi yasaların yön verdiği ise ancak tarihten ve toplumsal ilişkilerin gözleminden çıkarılabilir ve en kısa ve özlü biçimde şöyle özetlenebilir.
Biçimsel bir eşitlik olmadan gerçek bir eşitlik mümkün olamaz. Ama bir sosyal yani gerçek eşitlik (ya da sosyal eşitsizliklerin nispeten daha küçük farkları) olmadan da biçimsel bir eşitliğin kalıcı olmadığını ve olamayacağını tarih göstermiştir. Örneğin, tek tanrılı dinler, özellikle Hıristiyanlık ve İslam, Allah aracılığıyla insanları biçimsel olarak eşitler. Ancak tarih bir süre sonra Allah’ın devletin ve eşitsizliklerin bir aracı haline getirildiğini göstermiştir. Bu aslında sosyal eşitlik olmadan biçimsel eşitliklerin fazla yaşayamayacağı yasasının bir tezahüründen başka bir şey değildir.
Ama bu konuyu ve ilişkiyi şimdilik bir kenara koyalım. Şimdi esas sorun biçimsel eşitliğe (Demokrasiye) ulaşmak. Çünkü o, işin olmazsa olmazı.
Biçimsel eşitlik şu anlama gelir: kimse, dininden, dilinden, renginden, etnisinden, siyasi fikirlerinden, estetik zevklerinden, kültüründen vs. dolayı farklı bir muameleye uğrayamaz ve uğramamalıdır.
Bunun tek yolu da, Politik olanın, yani devletin dili, dini, kültürü, estetik zevki, rengi olmaması; diğer bir deyişle devletin dil, din, etni, ırk, soy, sop, kültür vs. körü olması veya tersinden bir formülasyonla dilin, dinin, rengin, etninin, soyun, kültürün vs. politik bir anlamı ve sonucunun olmamasıdır.
Bu kadar sade ve basit.
Ama bu basitlik hala Türkiye’de hiçbir partinin programında olmadığı gibi, entelektüel dünyada bile ne tartışılır ne de bir yankı bulur. Bunu bugün Türkiye’de somut ve açık olarak savunan hiçbir politik güç, entelektüel akım vs. yoktur. Esas sorun da zaten buradadır. Bütün politik çıkmazların, toplumsal muhalefetin ve demokratik hareketin zayıflığının nedeni de budur.
*
Türkiye’de devlet Türk’tür ve Sünni Müslüman’dır.
Dolayısıyla Türkiye’de demokrasiden söz edilemez.
Demokrasi ancak devletin Türk ve Müslüman olması son bulduğunda; devletin dili ve dini olmadığında olabilir.
Böyle Türklük ve Sünni İslam’la tanımlanmış bir devlet ve ulusta, ancak, tıpkı eski İyonya (Yunan) ve Grek (Helen) kentlerinin birer köle sahipleri demokrasisi olması gibi, Türklerin ve Sünni Müslümanların demokrasisinden söz edilebilir.
Ama demokrasinin kendisi insanların ve yurttaşların biçimsel eşitliği anlamına geldiğinden, “Türk Demokrasisi” veya “Müslüman Demokrasisi” gibi bir kavram, “yaşayan ölü” gibi bir oksimorondan başka bir şey olamaz.
(Burada bir başka sonuç daha çıkar. Devletin herhangi bir dilinin, dininin, etnisinin., ırkının, tarihinin vs. bulunduğu devletler ve uluslar demokratik değildir ve olamazlar. Aslında bunlar demokrasiye karşı birer karşı devrimi temsil ederler ve karşı devrimin ürünüdürler. Diğer bir deyişle, demokrasi mücadelesi aslında bir karşı devrimi ortadan kaldırma mücadelesidir.)
Şimdi bu radikallik, kapsayıcılık ve sistemli olma niteliklerini örneğin dil konusunda (Burada lingüistik anlamıyla dilden söz ediyoruz) somutlayalım.
Demokrasi dil konusunda her şeyden önce şu anlama gelir: devletin dili olamaz. Yani demokrasinin aracı olan bir devlette resmi dil olamaz.
Çünkü Resmi Dil, insanların öğrenmek ve konuşmak zorunda oldukları bir dildir.
Çünkü devletin dilinin olması demek, bu dilin diğer diller karşısında imtiyazlı olması demektir. Eşitsizlik demektir. Demokrasinin en temel ilkesinin, biçimsel eşitliğin, bunun dillerdeki ifadesi olan dillerin eşitliğinin yok edilmesi demektir.
Demokraside, herkesini istediği dili ana dil olarak seçme ve ana dilinde eğitim, konuşma, yazma hakkı olur. Herhangi bir dili öğrenme ve konuşma zorunluluğu olmaz. Çünkü böyle bir zorunluluk o hakkın inkârı ve çiğnenmesi anlamına gelir.
Demokratik bir ulusta, devletin görevi, insanların bu hakkını gözetmek, garanti etmek, çiğnenmesini engellemek, yani bu eşitliği sağlamak ve korumaktan ibaret olur.
Görüldüğü gibi, Demokraside Radikallik (devletin dilinin, resmi dilin olmaması); Kapsayıcılık (Hiçbir dilin resmi olmaması); ve Sistemlilik (Devletin dili gibi, dini, soyu, tarihi, kültürü vs. de olmaması) birbirinden ayrılmaz bir bütündür.
Şimdi, HDP programına bakarsanız şunu görürsünüz; Devletin Türklükle ve Türk diliyle tanımlanmış olmasını, yani bir resmi dilin olmasını ve bu dilin de Türkçe olmasını sorun etmediği gibi; özyönetimlerin de kendi resmi dillerinin olmasını; hatta her dili politik bir tanıma konusu haline getirmektedir.
Ayrıca bunu da, en küçük bir somutluk olmadan somut herkesin aynı şeyi anlayacağı somut talepler olarak değil; ilkeler bildirisi biçiminde bunu yapmaktadır.
“Partimiz, Türkiye gibi çok kimlikli, çok kültürlü, çok dilli ve çok inançlı bir ülkede tüm farklılıkların hiçbir baskı ve ayrımcı uygulamaya maruz kalmadan varlığını korumasını ve geliştirmesini savunur. Halklarımızın eşit ve özgür yurttaşlık hukuku içerisinde yaşama hakkına sahip olduklarını temel bir ilke olarak kabul eder.
Partimiz, halklarımızın eşit, özgür ve barış içinde gönüllü bir ortak gelecek kurabilmelerinin önündeki başlıca engel olan, farklılıkların inkârına dayanan ‘tek’çi anlayışın ortadan kaldırılmasını gerekli ve zorunlu görür, asimilasyona ve inkârcılığa karşı her düzeyde mücadele eder.
Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkını savunan ve bunu ilkesel yaklaşım çerçevesinde değerlendiren partimiz, Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana Kürt halkının varlık ve haklarının mutlak inkârıyla çözümsüzlüğe mahkûm edilen Kürt sorununun, barışçı, demokratik, eşit haklara ve gönüllü birliğe dayalı çözümünü savunur ve bunun için mücadele eder.”
Bu koca koca lafların ve paragraflar boyu ilkelerin bir tek anlamı vardır: Devlet diğer kültür ve dilleri de tanısın. Yani devletin bir resmi dili olması reddedilmemekte; ama diğer kültür ve dillerin tanınması, onlara ayrı muamele yapılmaması talep edilmekte; yani aslında diğerleri de politikleştirilmekte; bu alanın politika dışına çıkması talebi bulunmamaktadır.
Dilin politik alandan dışlanması başka bir şeydir; bütün dillerin politize edilmesi başka bir şeydir. Bu tıpkı, devletin diğer dinleri de tanımasını, onlara farklı muamele yapılmamasını istemek gibidir. Bu demokratik değildir; gerici bir taleptir.
Bu durum HDP’nin de benimsediğini söylediği, Demokratik Toplum Kongresi’nin yeni kabul edilen bildirge programında çok daha açık olarak görülmektedir:
“7. Her kademede eğitimin özyönetimlere bırakılması. Türkçe’nin yanı sıra bütün anadillerin de eğitim ve öğretim dili olması. Eğitim müfredatında genel müfredat dışında yeni demokratik anayasa, evrensel değerler ve insan hakları çerçevesinde yerelin tarihi, kültürel ve toplumsal özgünlükleri ve ihtiyaçları temelinde müfredata eklemeler yapılması. Türkçenin yanında yerel dillerin de resmi dil olarak kabul edilmesi.
Şimdi bir de yıllardır bizim “Çatı Partisi”, “Demokrasi İçin Birlik Hareketi”, HDK ve HDP’ye defalarca önerdiğiniz, ama bir kere gündeme alınmasına, okunmasına bile keyfi olarak müsaade edilmemiş programın bu konudaki son derece basit iki maddesine bakalım:
“Gerçek bir eşitlik için; ulusun tanımından her türlü dil, din, tarih, “etni”, soy, kültür, “ırk” belirlemesi kalkmalı, ulus bunlarla tanımlanmaya karşı tanımlanmalıdır.”
Başlığı altında, konumuzla ilgili bağlamda programatik bir metin olarak son derece somut şu üç talep bulunmaktadır.
“• Herkesin istediği dili anadil olarak seçme ve anadilinde eğitim hakkı olmalıdır.
• Ortak bir konuşma ve yazışma dili gerekip gerekmediğine; gerekiyorsa bunun hangi dil olacağına demokratik ulusun yurttaşları tartışarak ve oylayarak karar verirler.
• Okullarda herkes ana dilinde, ama aynı ortak tarihi, edebiyatı vs. okumalıdır. Bu kitaplar ülkedeki ve komşularındaki bütün dillerden, etnilerden, dinlerden, kültürlerden, cinslerden eşit miktardaki temsilcilerce ortaklaşa yazılmalıdırlar.”
Son derece net, açık, bütün kaçış ve farklı yorumlama yollarını tıkayan, biçimsel kurallardan ibaret; son derece devrimci, demokratik ve radikal; ulusun Türklükle veya herhangi bir dille tanımlanmasına son veren üç madde.
Burada radikalliğin nasıl somutluğu ve iç tutarlılığı zorladığı somut olarak görülmektedir. Radikal, tutarlı veya gerçek bir demokrat olmadığınızda; ister istemez ağzınızda lafı geveler, nereye çeksen oraya gidecek ilkeler koyarsınız.
*
Diller konusuna girmişken önce, çok karıştırılan, ortak bir anlaşma dili (Lingua Franca) ve Resmi Dil farkına kısaca değinelim.
Bu farkı göstermek için, Altın para ve kâğıt para iyi bir analoji sunabilir.
Para’nın malların mübadelesinde bir eşdeğerdir. Eşdeğerler ticareti muazzam kolaylaştırır.
Ortak anlaşma dili, tıpkı ekonomide paranın eşdeğer fonksiyonu gibidir. Örneğin zaman zaman tuz, sığırlar vs. kullanılmış olsa da en bilinen biçimiyle Altın, içinde taşıdığı yüksek emek miktarı, kolayca küçük parçalara ayrılabilirlik, bozulmazlık, kopya edilemezlik gibi nedenlerle eşdeğer, yani para olarak kullanılır.
Bu bağlamda Altın yani para, siyasi değil, iktisadi zorunluluklar; pratikliği nedeniyle eşdeğer olarak kullanılır. Bu nedenle, ortak anlaşma dili (Lingua Franca), Altın’a benzetilebilir. Lingua Franca siyasi bir zorunluluğa ve baskıya dayanmaz.
Resmi Dil ise, bir takım kâğıt parçalarının, devletin zoru ve tekeli ile ortak eşdeğer olarak kabul ettirilmesine benzer.
Birincisinde siyasi ve idari bir zorunluluk yoktur, tamamen gönüllü ve pratik olarak bir sorunun çözümüdür. Diğerinde ise, zorunluluk vardır. Basılmış parayı kabul etmeyip, altın istediğinizde o devlet sizi polis ve jandarma zoruyla hapse atar. Altını herkes emeği ile üretebilir; ama parayı sadece ve sadece devlet basar. Basmaya kalkanı da kalpazan diye içeri atar.
Evet, ekonomik ihtiyaçlar, aynı yerde yaşamanın dayatmaları vs. insanları ister istemez bir ortak dil bulmaya zorlar. Ama bu zorlama, pratik, günlük hayata ilişkin ve iktisadi bir zorlamadır ve gerçek bir demokraside de öyle kalmalıdır; siyasi bir zorlama (devletin bir zorlaması) olmamalıdır.
Yani diyelim ki, demokratik bir cumhuriyette resmi dil olmaz ama yurttaşlar işleri kolaylaştırmak için, tamamen pratik, siyasi olmayan nedenlerle oturdular tartıştılar ve bir herkesin öğrenebileceği bir ortak dilin belirlenmesinin, siyasi, iktisadi, bürokratik, insani vs. işleri çok kolaylaştıracağında, muazzam bir ekonomi sağlayacağında anlaştılar. Ve kendi vergilerinden oluşan devlet bütçesinin bir bölümünün de bu ortak anlaşma dilinin öğrenilmesine imkân sağlanması için ayrılmasına karar verdiler. Bu resmi bir dil değildir. Çünkü burada siyasi bir baskı yoktur; ana dilinde eğitim, konuşma, yazma hakkının ortadan kaldırılması yoktur. Hak bakidir.
Bu ortak bir dil (Lingua France), herkesin anadilinde konuşma ve öğrenme hakkını hiçbir şekilde çiğnemez ve çiğneyemediğinde demokrasinin bir aracı olabilir. Hatta demokrasinin gelişmesi ve yerleşmesi için bile çok önemlidir.
Yani somut olarak bu şöyle bir anlama gelir: herkesin ana dilinde eğitim ve konuşma hakkı veridir. Ama devlet anlaşılmış ortak dilde de (Lingua France) eğitim olanağı sunmak zorundadır. İnsanlar bu ortak dili öğrenmek ve konuşmak zorunda değildir. Yani bu olanak (ortak bir dille işleri kolayca halletme olanağı) hakkı (Ana dilinde eğitim ve konuşma hakkını) ortadan kaldırmaz. Hakkı kullanıp kullanmamaya bu hak sahipleri karar verir.
Bu baskı olmadığında, normal olarak her uygar insan hem kendisi hem başkaları için kolaylaştırıcı, daha az zaman ve enerji israfına yol açacağı için zaten gönüllü olarak Lingua Franca’da işlerini yürütmekte bir mahzur görmez.
Bu durumu daha iyi somutlayabilmek için bugün dünyadaki İngilizcenin durumuna bakalım. Globalleşmiş dünyada, ulusal devletlerin dışındaki iktisadi, kültürel ve siyasi ilişkilerde kimseye İngilizce öğrenme zorunluluğu getirilemez. Ama insanlar tamamen pratik nedenlerle, ilişkilerin de zorlamasıyla İngilizce öğrenirler ve konuşurlar. Siyasi bir zorunluluk ve baskı olmadığından kimse bu siyasi olmayan ama fiili İngilizce konuşma zorunluluğunu bir baskı olarak hissetmez. Aksine konuşamamayı kendi eksikliği vs. olarak görür.
İşte gerçekten demokratik bir ülkede de durum mutatis mutandis (gerekli değişiklikler yapıldığında) tam da böyle olur ve olmalıdır.
Demokratik bir ulusta da aynı durum olur. Devletin dili olmaz. Resmi dil olmaz. İnsanların ana dilinde eğitim hakkı olur. Herkesin isterse öğrenebileceği bir ortak dil (ki o ülkede konuşulan bir dil olması da gerekmez. Örneğin Hindistan’daki İngilizce gibi) resmi dil değildir. Devletin görevi bu dili öğrenme imkânı sağlamak olur.
*
Burada yine çok karıştırılan ve ulusu bir dille tanımlayan ve bir resmi dili zorunlu görenlerin biraz da kasıtlı olarak karıştırdığı; resmi dilin Demokrasinin gerçekleşmesi için zorunlu olduğu şeklindeki çarpıtmaya ve ideolojik argümana değinelim.
Demokrasi, insanların eşitliği ise, toplumun sorunları hakkında yurttaşların bilgi sahibi olmaları ve kararlara katılabilmesi gerekir. Çok farklı dillerden insanların olduğu yerlerde bunun nasıl zor bir sorun olduğu ve olacağı açıktır. Birçok farklı dilden insanların bulunduğu bir toplantıda bir konuyu tartışmaya ve karar almaya çalışın bakın, nasıl korkunç pratik zorluklarla karşılaşırsınız. Her şeyden önce çeviriler nedeniyle korkunç bir zaman ve enerji kaybı. Ama bir de çeviriler esnasında anlamların değişmesi gibi bir yığın sorun.
Özellikle kapitalizm öncesi tarım ve köy ekonomisine dayanan dünyada, pazar ilişkilerinin (ve kısmen de büyük merkezi imparatorlukların) yokluğu nedeniyle, demokrasi, yani yurttaşların sorunlar hakkında tartışıp, ülkedeki sorunlar üzerine partilerin, farklı programların oluşması ve kararlar verilebilmesi pratik olarak da neredeyse olanaksızdı. Biraz da bu nedenle demokrasi ancak küçük ve doğrudan topluluklarda (köy komünlerinde, kentlerde, burglarda (örneğin Hansestad’larda) mümkün olabiliyordu.
Fransız Devrimi olduğunda Fransa’nın onda biri “Fransızca” konuşur durumdaydı. Bu durumda, Fransız Devriminin yurttaşlık ideali ile dillere bölünmüşlük arasında bir gerilim, bir çelişki de vardı. Bu nedenle, o zamanlar belli bir dilin öğrenilmesinin zorunlu kılınması; devrimin eski toplum üzerinde zorla egemen olmasının, örneğin tıpkı krallığı veya asillerin imtiyazlarını tasfiye etmenin, bir aracı, eşit ve kendi hakkında kararlar verebilecek yurttaşları yaratmak için bir ilaç gibi görülüyordu.
Orada amaç, bir dil aracılığıyla başka dilleri baskı altına almak değil; aksine, imtiyazlara, ortaçağın köleleşmiş ilişkilerine karşı modern yurttaşlar yaratmaktı. Tam da böyle olduğu için, örneğin Alsace Loren’deki Almanca konuşanlar Fransız yurttaşı olmaya ve Almanca konuşup öğrenmeye devam ediyorlar; Fransızcanın resmi dil olmasını bir baskı olarak algılamıyorlar; aksine eski rejimin baskısından kurtuluşun bir aracı olarak görüyorlardı. Yani o durumda bile bu standartlara ulaşma ve demokrasiyi mümkün kılma aracı olarak bir resmi dil, diğer bir dili konuşanlara karşı bir baskı aracı değildi; devletin ve ulusun bir dille tanımlanması anlamına gelmekten uzaktı.
İşte bu tamamen eşitlikçi kaygılardan kaynaklanan bu tarihsel olguya bakarak, Türk devleti ve milliyetçileri, devletin ve ulusun dil üzerinden (Türkçe) tanımlanmasını devrimcilik olarak göstermeye çalışıyorlar. Burada hem Fransız deneyiminin yan etkileri önceden görülememiş tedbirlerinin (Bir resmi dilin, dillerin eşitliği ilkesini zedelediği) olumsuz etkileri (reziletleri) birer ideal gibi (Fazilet) koyulmaktadır; hem de Fransız Devrimi’nde demokrasinin ve eşitliğin aracı olarak düşünülmüş bir araç; eşitsizliği savunmanın bir aracı haline getirilmeye çalışılmaktadır.
Zaten bütün karşı devrimler, devrimlerin bayraklarıyla iş görürler. Onların içeriğini boşaltıp, bütünüyle gerici bir anlam ve işlev yüklerler.
*
Bu dil örneğinde hemen görüleceği gibi, radikallik, en ideal demokrasiyi istemek demektir.
Ve herkese ana dilde eğitim istediğinizde ancak tüm dili nedeniyle ezilenleri birleştirebilir ve egemen dilden olanları da birer demokrat olmaya; yani kendini dönüştürmeye davet edebilirsiniz.
Her bir bölgede çoğunluk olanların kendi dillerini o bölge için resmi dil yapmaları ve dillerinin tanınması için mücadelelerinin demokrasi ile ilgisi yoktur. Bu amaca ulaşıldığında, yani devlet diğer dilleri de tanıdığında, o insanlar, birer milliyetçi (Türk, Kürt, Ermeni, Rum, Arap vs.) olmaktan çıkıp birer demokrata dönüşmüş olmazlar.
HDP’nin ve DTK’nın programı ve talebi ise özünde, tam da budur. Türklerin çoğunlukta olduğu yerde Türkçe; Kürtlerin çoğunlukta olduğu yerde Kürtçe “resmi dil” olsun demektedirler. Bu demokratik bir program değildir.
Ezilen bir dilin mensuplarının, kendi dillerinin de resmi bir dil olması için mücadelesi Alevilerin Cemevi de ibadet yeri olarak tanınsın demesine benzer. Demokratik değil, özünde gerici bir taleptir. Hem demokratik, hem de tüm ezilen dinlerden olanları birleştirebilecek ve ezen dinden olanları da birer demokrata dönüştürebilecek olan talep, Camilerin de tanımamasıdır. Camilerin, imamların, müezzinlerin bütünüyle cemaatin gönüllü bağışlarıyla tıpkı cem evleri ve dedeler seyitler gibi olmasıdır.
Ya da diğer dillerin de tanınması ve resmi dil olması, tıpkı ortaçağdaki köylü isyancıların, yıktıkları krallar yerine isyanın önderini yeni bir Kral yapmalarına benzer. Çin’deki Taipingler özünde bir köyü isyanının ortaya çıkardığı bir hanedandı. Benzer şekilde, bugün dünyadaki ulusal kurtuluş savaşlarının neredeyse hepsi, bir dil, din vs.’ye dayanan birer ulusal hareket olmaktan çıkmazlar ve tam bu nedenle de birer demokratik devrim başaramazlar ve başaramamışlardır.
*
Burada yine çok karıştırılan, eğitimin içeriği konusuna, yani okulların ayrılması konusuna kısaca değinelim. Bu konuda HDP ve DTK aslında fiilen okulların ayrılmasını talep etmektedirler. Bu aslında son derece gerici bir taleptir. Bütün dünyada en gerici partiler tarafından savunulmuştur ve savunulur.
Okulların ayrılmasına Marksistler ve tutarlı demokratlar her zaman temelden karşı çıkmışlardır. Okulların ayrılması, diyelim Kürtlerin Kürt okuluna, Ermenilerin Ermeni okuluna, Rumların Rum okuluna Türklerin Türk okuluna gitmesidir. Bu her zaman en gericilerin talebi ve uygulaması olmuştur.
Okulların ayrılması nedir? Önce bunu netleştirelim.
Okulların ayrılması, okulların mekân olarak ve/veya dil olarak ayrılması ile karıştırılmaktadır.
Okulların ayrılması mekânların ve binaların ayrılması değildir sadece. Genellikle bir ırkçılığın olduğu yerlerde bu biçimlere de bürünür. Siyahların beyazların okullarına gidememesi gibi. Türkiye’de (“azınlıkların”) örneğin Ermenilerin okullarının ayrı olması gibi.
Keza herkesin ana dilinde eğitim hakkı okulların ayrılması gibi algılanmaktadır.
Elbette aynı ana dile sahip olanlar aynı okula ya da sınıfa giderler. Farklı ana dillerin aynı dershanede eğitim görmesi ancak çok sınırlı imkânlarda zorunlu olarak başvurulabilecek bir çözüm olabilir. Ama bu okulların ayrılması anlamına gelmez. Okulların ayrılması ana dilde öğrenilenin içeriğine ilişkindir.
Aynı binada hatta aynı dilde, diyelim ki resmi bir dil var ve herkes dersleri Türkçe görecek, buna mecbur. Ama her dile ve kültüre, Türkçe dilinde farklı bir tarih, edebiyat, dersi verilecek. Örneğin resmi dilde (Türkçede), Kürtler Kürt Tarihi ve edebiyatı, Türkler Türk Tarihi ve edebiyatı, Ermeniler Ermeni Tarihi ve edebiyatı okuyorsa, bu okulların ayrılmasıdır.
Ya da şöyle de olabilir bu okulların ayrılması: Türkler Türkçede Türk Edebiyatı ve Tarihi, Kürtler Kürtçede, Kürt Edebiyatı ve Tarihi, Ermeniler Ermeni edebiyatı ve Tarihi okuyorlarsa elbette bu da okulların ayrılmasıdır. Burada herhangi bir dil üzerine baskı yok gibi görülür. Hepsine eşit muamele varmış gibi görülür. Ama burada Tarih, Edebiyat ve Dil aslında politize olmuştur. İçeriği devlet belirlemektedir. Ve bu eşitsizlikleri ve ulusal, kültürel düşmanlıkları besler.
İşte HDP ve DTK’nın savunduğu aşağı yukarı böyle bir şeydir. Devletin bütün dilleri ve kültürleri tanıması özünde okulların ayrılmasından başka bir anlama gelmez.
Demokratik bir cumhuriyette, herkes, kendi ana dilinde (yani mekânlar pek ala ayrı olabilir) ama aynı tarihi, edebiyatı vs. okur. Yani eşitlik esas olduğundan örneğin bu dillerden birinin tarihi ve edebiyatı olmayacaktır ve olamaz.
Herkesin ana dilinde ama aynı tarihi ve edebiyatı okumasının bir tek biçimsel çözümü olur: tüm dillerden, dinlerden, kültürlerden, cinslerden eşit sayıda ve onların içindeki farklı eğilimleri de yansıtacak çoklukta yine o dilden olanlarca seçilmiş bir heyetin yazacağı ortak tarih ve edebiyat okutulur. Tıpkı herkesin kendi dilinde ama aynı fiziği, biyolojiyi okuması gibi.
Yani aslında bu tarih, pratik sonucu itibariyle dillerin veya ulusların bir tarihi olmadığına dair bir tarih olur. Edebiyat fiilen bir dünya edebiyatı olur.
Devletin belirleyebileceği budur.
Elbette kendini Türk olarak veya Kürt olarak veya Ermeni olarak kabul edenler; kozmopolit ve ulussuz kabul edenler vs. “kendi” tarihlerini araştırmak, okutmak, yaymak; edebiyatını yaşatmak vs. için birlikler kurabilir, dersler, kurslar, sempozyumlar düzenleyebilir, yayınlar yapabilir vs.. Ama bunlar tıpkı farklı dinlerin ve cemaatlerin faaliyetleri gibi olur. Devlet buna karışamaz ve içeriğini belirleyemez. Bu fikir ve örgütlenme özgürlüğünün somut bir biçiminden başka bir anlam taşımaz.
Bunun dışındaki her türlü çözüm okulların ayrılması anlamına gelmektedir. Ve ancak böyle bir çözümle Türkler de bu demokrasi mücadelesine kazanılabilirler ve demokrata dönüştürülebilirler; yani kendi imtiyazlarına karşı bir mücadeleye çekilebilirler.
*
HDK ve HDP’nin programı dolayısıyla stratejisi baştan aşağı yanlış olduğu; demokrat olmaktan uzak olduğu için Kürt hareketi Türkiyelileşememektedir. Türkiyelileşme Kürtlerin üzerindeki Ulasal baskıya karşı mücadeleyi esas sorun olmaktan çıkarma gibi algılanmaktadır. Bunu sadece Türkler ve Türk ulusçuları değil; Kürt ulusalcıları da böyle algılamaktadır. Aslında bütün zıt görünümlerine rağmen ikisi de aynı anlayıştadır.
Türkleri aptal yerine koyup, korkmayın biz ayrılmak istemiyoruz diyerek Türkler kazanılamaz. Hem Türkler hem de Kürt ulusalcıları bunun bir tür “takiye” olduğunu düşünmektedir.
Türklere açıkça şunu söylemelidir Kürt Hareketi: evet Kürtlüğün de tanınması eninde sonunda bölünmeyle sonuçlanır. Devlet ve ulus yani politik olan Kürtlük ve Türklük ile tanımlandığı sürece, Türkler veya Kürtler birlikte yaşama iradeleri kendilerine ait olacağından bugünkü konjonktürde birlikte olsalar bile, eninde sonunda ayrılırlar büyük bir olasılıkla. Ve bu ayrılmayı, Kürtlerin isteyeceğini sanmak da yanlıştır. Muhtemelen, Avrupa Birliği’ne kapağı atmak isteyen Türkler, tıpkı İtalya’daki Liga Nord gibi veya Katalan gibi, bunu ilk isteyenler olacaktır.
Bu açmazdan çıkmanın tek yolu, Kürtlerin ve Türklerin, demokratlaşmalarıdır; Türklüğün ve Kürtlüğün hiçbir politik anlamının olmadığı; demokratların ulusu Kürtlük ve Türklükle tanımlamak isteyenlere karşı mücadele ettiği ve onlar üzerinde bir diktatörlük kurduğu bir ülkede bölünme olmaz.
Bunun tek yolu da Kürtlüğün de tanınması değil; Türklüğün de tanımamasıdır.
Sorun “Kürt Sorunu” değil, Türk sorunudur; ulusun ve devletin Türklükle tanımlanmış olmasıdır.
Tüm dillerin eşitliği ve herkesin ana dilinde eğitim, konuşma ve yazma hakkıdır.
Okulların ayrılması değil, herkesin ana dilinde aynı ortak tarihi ve edebiyatı okumasıdır.
Bu kadar basit.
“Demokratik Modernite”, “Demokratik Cumhuriyet”;Demokratik Ulus budur.
Ne var ki, HDP ve DTK bunların hiç birini somut olarak savunmamaktadır.
Kongre ve Konferansların yapması gereken ilk iş sistemli, radikal, kapsamlı, somut taleplerden ibaret bir programdır.
Demir Küçükaydın
http://demirden-kapilar.blogspot.co.uk/2016/01/demokrasi-mucadelesinin-veveya-hdpnin.html
Sayın “marxist argüman” 63,
“Kadın”larla ilgili konuların çok büyük bölümü:
1. “Erkek”lerin tahakkümü,
2. “Kapitalizm”in tahakkümü,
3. “Devlet mekanizması”nın tahakkümü,
(…)
ve daha da sıralayabileceğimiz “tahakkümler silsilesi” ile doğrudan ilişkilidir!
Burada üzerinde dikkatle durduğumuz ve sizlere de işaret etmeye çırpındığımız husus şu:
Sayın Zileli’nin şu an üzerinde yazı yazdığımız sayfasında ve/veya başka binlerce mecrada (sadece “internet içindeki mecralar” olması gerekmiyor; “gerçek dünya içi de” dahil olmak üzere) “likeminded & fikirleri birbirine yakın olan” kişilerin biraraya gelerek, birbirlerine yine kendilerinin bildiği, tecrübe ettiği konuları yazması, göndermesi, izletmesi, dinletmesi, anlatması; ne yazık ki artık, bir tür “terapi seansları”na dönüşüyor, kendi akvaryumumuz içinde debelenmeye dönüşüyor, kendi fanusumuz içinde debelenmeye dönüşüyor!
Sizin bize yazdığınız pasajları, paragrafları, kitap & makale alıntılarını, kendinizden tespitleri bizler zaten biliyorduk ve tecrübe ediyorduk; bizim size yazdığımız pasajları, paragrafları, kitap & makale alıntılarını, kendimizden tespitleri siz zaten biliyordunuz ve tecrübe ediyordunuz!
Artık sadece ama sadece; birbirimize gönderdiğimiz her ne olursa olsun, bunlara katılıp / katılmadığımız, bunları eleştirip / eleştirmediğimiz, bunları onaylayıp / onaylamadığımız döngüsü içinde kısılıp, sadece kendi akvaryumumuz içinda kalarak, adeta “kendi kendimizi yine kendi anlattıklarımızla besleme mekanizması”ndan başka hiçbir işlevi olmayan robotlara dönüşüyoruz, dönüştük!
Artık 2016’dayız!
“Herkesin birbirine yönelik ‘tarih öğretmenliği’ne kalkışmasının getirdiği harikûlâde konformistlik”ten kurtulmamız için başımıza daha nelerin gelmesi gerekiyor?!
En ince kılcal damarlarımıza kadar yüzyıllardır enjekte edilen “kapitalizm hastalığı”na karşı “eylemler”e başlamamız için; daha nereye kadar birbirimize “tarih öğretmenliği” yapabiiriz?! Niçin “birbirimize tarih öğretmek”ten bıkmak istemiyoruz?! Kapitalizmin tuzağına düştüğümüzün farkına varmayı niçin istemiyoruz?!
Bizler, yani bebekliklerinden itibaren patron kıçı yalamak için yetiştirilmiş “Beyaz Ya-LA-ka”lar; çözüm önerileri arasında atılacak ilk adımlardan biri ne olabilir?, sorusuna cevap olarak “rekabet etmeyi terketmeyi denemeye başlamak zorundayız!” görüyoruz. Dikkat buyurunuz; “tek adım” demiyoruz, “ilk adımlardan biri bu olabilir” diyoruz.
Şu sayfada ( http://www.gunzileli.com/2015/05/28/diktatorluge-karsi-direnis-barikatina-bir-tas-da-sen-koy/ ), 28 Mayıs 2015’ten beri görüşlerimizi yazdığımızı yukarıda hatırlatmıştık. Bunları okumaya başladınız mı, bilmiyoruz. (Not: Okurken, “pipsqueak” mahlası ile yazan kişinin metinleriyle de karşılaşacaksınız. Sayın “pipsqueak”in yazdıklarının, bizlerin yazdıklarından katbekat mühim olduğunu belirtelim! Kendisiyle olan yazışmamızda, aramızdaki üslubun tansiyonu yer yer çok yükseklere çıksa da; sayın “pipsqueak”in aktardığı bilgilerin ve ikazlarının, bizimkilerden daha önemli olduğunu unutmayınız; onun metinlerini bu bakış açısıyla okumanızı öneririz! Bizim yazdıklarımızdan daha çok sayın “pipsqueak”in yazdıklarından öğreneceğinize emin olabilirsiniz!)
“Şiddete başvurmayan ‘doğrudan eylem’;
Yaratmayı amaçladığı ‘bunalım ve gerilim’ yoluyla,
Müzakere masasına oturmaya inatla yanaşmayan toplumu kılcal damarlarına işlemiş sorunla nihayet yüzyüze gelmeye zorlar!
Sorunu daha fazla göz ardı edilemeyecek biçimde dramatik duruma sokar!
Acı tecrübelerimizden biliyoruz ki:
Ezenler özgürlüğü asla gönüllü olarak vermezler;
Ezilenlerin özgürlüğü kendi elleriyle alması gerekir!”
Martin Luther King, Jr.
ABD-Birmingham hapishanesi
16 Nisan 1963
( http://abacus.bates.edu/admin/offices/dos/mlk/letter.html )
Artık daha fazla cesarete sahip olmaya mecburuz!
Hadi Uluengin bugünden başlayarak Özyönetim ve özerlik konularını içeren bir dizi yazı yazacağını belirtiyor…Bugünkü yazısı olan “özyönetim” başlıklı yazıya bir itirazım da olsa, önemli ve güncel konu olduğu için ve belki fark edmemiş bir ilgilisi olur diye dikkate getirmeyi düşündüm….
yazıda görüldüğü üzere iki kavramın farklı olduğunu söyledikten sonra yazar, anarşizmden vb esinlenen, teoride harikulade ve fakat hayali-ütopik bu tür denemelerin sonunun hüsranla bittiğini çeşitli örneklerle belirtiyor. ve bütürden oluşumların ancak isviçre gibi ülkelerde yerel bazda başarılı olduğunu savunuyor.
ancak bence yazarın dikkate almadığı ilk husus, küresel entegrasyona dahil olan bu tip yapılanmaların nasıl bir gelişim seyri izleyeceği noktasında ilk yazısında değinmemiş olması….
ikinci olarak ulus devlet mülkiyetlerinin henüz gereğince geriletilemediği bir süreçte böylesi denemeler için erken karar vermek için acele edilmemesi gereği…
umulur ki yazar bu konularda da görüş beyan eder ve biz de üstünde düşünme fırsatı buluruz…
“beyaz ya-LA-ka”larin 66 nolu notuna cevap:
-kapitalizme karsi eyleme gecmenin ilk adimi olarak “birbirimizle rekabet etmeyi birakalim” diye yazmissiniz. rekabete son verme nasil olacak, ne öneriyorsunuz, somut yazar misiniz?
-“direnis barikatina bir tas da sen koy” yazisinin altinda ki yorumlarin bir kismini okudum. “pipsqueak” adli yorumcu benim fikir ve eylem birligi yapacagim bir insana benzemiyor. “ogürsel”in “pipsqueak”a yaptigi elestirilere katiliyorum.
-eyleme gecme konusunda yazdiklariniza katilmiyorum, gercekci degilsiniz. sizin gibi, benim gibi kendi kisisel cabasi ile, epey bir zaman ve emek harcayarak, dogru kaynaklari okuyarak kendilerini az cok bilinclendirmis insanlarin orani sizce ne kadardir? sokaga cikip bagirmakla kime ne anlatacaksiniz?
-bir sistemi yikabilecek kesim, yine o sistemi kas ve beyin gücü ile ayakta tutanlardir, yani bürodan fabrikaya kadar calisan insanlardir. calisanlarin bir isyan hareketine girismelerinin sartlari-kosullari nelerdir? birincisi bu insanlarin hayatlarindan sikayetci olmalari lazim. ikincisi bu sikayetin-memnuniyetsizligin kaynagini dogru tespit edip dogru bilinc edinmeleri lazim. ücüncüsü bu dogru bilinci edinen insanlarin toplumda dikkate alinacak kadar kalabalik olmalari lazim.
-kapitalist düzen özel sektörden, patronlardan ibaret degildir. kapitalist düzenin kurucusu, gözetleyicisi ve garantörü devlettir. bundan dolayi düzene karsi ciddi anlamda yani “yapici” degil “yikici” elestiri ve eyleme girisen insanlar ister istemez devletin siddetine maruz kalirlar.
-sizin sistem karsiti diye dikkate aldiginiz kapitalizm elestirilerinin cogunlugu dikkat ederseniz “yikici” degil “yapicidir” papa’nin kapitalizm elestirisinden tutalim ali koc’a, burda ki “ogürsel”in, hatta sayin zileli’nin muhalifligi bile “konstruktiv” yani “yapici”dir. “düzen” deyince sayin zileli’nin aklina sadece AKP geliyor. sayin zileli’ye kalsa bizi götürüp CHP’nin kuyruguna takacak.
– kapitalist hakimiyetin iki ayagi var: birincisi insanlari ekonomik yönden bagimli hale getirerek, yani yasayabilmak icin para kazanma mecburiyeti. günümüzde para artik hayatimizin dogal bir parcasi olarak görülüyor. öyle ki insanlar paranin olmadigi, paraya endeksli olmayan bir ekonomiyi hayal bile edemiyorlar.
-soma kömür ocaginda ki “kaza” ile ilgili süren mahkemede sag kurtulan iscilerin bir kismi sikayetci olmadilar. neden? cünkü maden ocagini isleten sirket, iscilere söyle bir santaj yapiyor: “mahkemede sikayetci olmazsaniz, sizi tekrar ise alacagiz.” kapitalist dünyada calisanlarin her türlü santaja acik bu bagimlilik iliskisi istisna degil kuraldir. kapitalist tezgahin ikinci ayagi ideolojik olarak insanlarda bilinc bulanikligi yaratmak, ya da yanlis bir bilinc empoze etmek.
-kapitalizmi ayakta tutan ve bilincin manipüle edilmesi diyebilecegimiz ideolojilerden birincisi ulusculuk-milliyetcilik. bunun cisimlesmis hali ulus-devlet. ikincisi din-dincilik afyonu. insanlarin kendilerini din ile, ait olduklari ulus-millet ile ve nihayet vatandasi olduklari devlet ile özdestirmeleri; gerekirse vatan-millet-devlet-din icin bazi “fedakarliklara-cefalara” katlanilmasi gerektigi inanci günümüzde “devrimci bir isyan”in önünde ki en ciddi ideolojik engeldir. insanlarin büyük bir cogunlugu parasiz bir dünya hayal edemedikleri gibi, ayni sekilde devletsiz bir dünyayi da hayal bile edemiyorlar.
-sayin “beyaz ya-LA-ka”lar, ben dünyaya bakinca vatanina-milletine-devletine-liderlerine-dinine-mezhebine bagli-sadik insanlar ve “para rejimi”nin hüküm sürdügü bir düzen görüyorum. bundan dolayi sizin “yeterince biliclendik, yeterince bilincli insan var, artik eyleme gecelim” fikriniz gercekci degildir.
http://www.nasname.com/a/utangac-apocular-seyircisiz-sahnede-boy-gosterdi
Sayın “marxist argüman” 68,
( http://www.gunzileli.com/2015/05/28/diktatorluge-karsi-direnis-barikatina-bir-tas-da-sen-koy/ ) adresinde yazılan metinlerin hepsini okumadığınız için; çözüm önerilerimizin ne olduğunu görmemişsiniz. Bir kısmını değil; hepsini okumanızı ısrarla tavsiye ediyoruz.
“68”de yazdığınız ifadelerin büyük çoğunluğu; özellikle “sol” kesimde olanların ve kendini “sol’da” zannedenlerin dışa vurduğu ağlak cümlelerdir. “Ne yapılmalı?”, “nasıl yapılmalı?” sorusunu, sizin gibi, sayın “ogürsel” de sormuştu, cevabımızı yazdık ama devamını getirmedi.
Yukarıda “61” numaralı metnimizde yazdığımız şu işareti dikkatle incelememişsiniz:
{{{
Bir TOFAŞ işçisi anlatıyor:
(19 Mayıs 2015)
Adres:
https://pbs.twimg.com/media/CFiw_YiUUAA7XSC.jpg:large
Şöyle oldu; fikri çalışmalarda bulunmuş bir insanım. Farklı gruplara da katılıyorum, farklı kitaplar da okuyorum. Fabrikada çalışma esnasında iş arkadaşlarımızla konuşma imkânımız olmadığı için sürekli yapabildiğim tek şey düşünmek oluyor!
Bu düşünceler gerçekten, yani hep acı düşünceler; sonumuzun düşüncesi, dünyanın ne olacağı düşüncesi…
Ben bir düşünürü ziyaret ettim arkadaşlarla. O düşünür dedi ki (belki de onu karşımda canlı olarak görünce heyecanı da sarmış olabilir) “Güneş her gün doğuyor, yeni bir anlamla doğuyor.”
Ben sadece bu lâfı düşündüm ve açılan kapıların ardı arkası gelmedi! Yani ben düşünüyorum; güneş her gün doğuyor ama yeni bir anlamla doğmuyor! Her gün ben o fabrikaya gidiyorum, aynı şeyleri yapıyorum, yapıyorum ve saatlerce aynı şeyi yapıyorum; ve günlerim ziyan oluyor! Her gün, her hafta, her ay, her yıl, ben ve benim gibiler o fabrikada hep aynı şeyleri tekrar ediyoruz!
Bir anlamsızlık belirdi ve anlamsızlık da amaçsızlığı beraberinde getiriyor!
Bu da beni uçurumun kenarına getirdi;
Düşüncelerimle yaşantım arasında bir uçurum olduğunu farkettim!
***
Yukarıda bir örneğini okumuş olduğunuz TOFAŞ işçisinin bu “iliklerine kadar gerçekliğini!” bir sosyolog nasıl detaylandırmış; dikkat edelim:
[…
“Ulusların Zenginliği” çok uzun bir kitaptır; Adam Smith’in zamanında, yeni ekonomi taraftarları kitabın sadece dramatik ve umut dolu başlangıç kısmına atıfta bulundu. Oysa kitap ilerledikçe daha karanlık hâle gelir: İğne fabrikası giderek uğursuz bir yere dönüşür.
Smith, iğne imâlatında, işlemleri parçalara bölmenin:
İğne işçilerine saatler boyunca bir tek küçük işlem yaptırarak; onları uyuşturan, sıkan bir işgününe mahkûm etmek olduğunu farketmişti.
“Rutin”; belirli bir noktada zararlı hâle gelmeye başlar. Çünkü insanoğlu kendi çabası üzerindeki kontrolünü yitirir; çalışma zamanı üzerindeki kontrolün yitmesi ise insanın “zihnen öldüğü” anlamına gelir!
Adam Smith; kendi çağındaki kapitalizmin bu yol ayrımına geldiğini düşünüyordu. Yeni düzende “en çok emek sarf edenler en azla yetiniyor” dediğinde; aklında ücretlerden ziyade, işin, bu insani boyutu vardı.
“Ulusların Zenginliği”nin en karamsar pasajlarından birinde Smith şöyle yazar:
“İşbölümünün ilerlemesiyle birlikte; emeğiyle geçinen insanların çoğunun işi bir dizi çok basit işlemle, hattâ bir veya iki işlemle sınırlı hâle gelir. Bütün hayatı birkaç basit işlemi gerçekleştirmekle geçen insan son derece aptal ve cahil hâle gelir.”
Bu alıntının gösterdikleri doğrultusunda hareket edersek:
Sanayi işçisi, 1000 (bin) dize ezberlemiş bir tiyatro oyuncusundaki özdenetime ve dinamik ifade gücüne asla sahip değildir. “Diderot”nun aktör ve işçi arasında kurduğu benzeşim yanlıştır; çünkü işçi yaptığı işi kontrol edemez! İğne işçisi, işbölümü sürecinde “aptal ve cahil” bir yaratığa dönüşür; yaptığı işin tekrara dayalı doğası onu pasifleştirir. Bu nedenlerden ötürü; endüstriyel rutin, insan karakterinin bütün derinliğini yok etmek tehlikesini barındırır!
…]
Kitap: “Karakter Aşınması: Yeni Kapitalizmde İşin Kişilik Üzerindeki Etkileri”
Yazan: Richard Sennett (Sosyolog)
Yayınevi: Ayrıntı Yayınları
Sayfa 38, 39
Adres:
( https://www.ayrintiyayinlari.com.tr/images/UserFiles/Documents/Gallery/karakter%20asinmasi1.pdf )
}}}
Dikkatinize sunmak için yeniden yazdığımız yukarıdaki işaret, sizin [birincisi bu insanlarin hayatlarindan sikayetci olmalari lazim.] ifadenizin hatalı olduğunun göstergesi. İnsanlar hayatlarından şikayetçi sayın “marxist argüman”!
[ben dünyaya bakinca vatanina-milletine-devletine-liderlerine-dinine-mezhebine bagli-sadik insanlar ve “para rejimi”nin hüküm sürdügü bir düzen görüyorum. bundan dolayi sizin “yeterince biliclendik, yeterince bilincli insan var, artik eyleme gecelim” fikriniz gercekci degildir.] yanılıyorsunuz!
“Sol” kesimde olanların ve kendini “sol’da” zannedenlerin büyük çoğunluğu; “1960 ve 70’lerin eylemlilik retoriği!” içinde kısılıp kaldıklarından şu ifadeyi [kendilerini az cok bilinclendirmis insanlarin orani sizce ne kadardir? sokaga cikip bagirmakla kime ne anlatacaksiniz?] sürekli tekrarlarlar. İnsanlar bilinçli sayın “marxist argüman”! İnsanları “ebleh yerine koyan” bizleriz! Kendinizi dev aynasında görmeyiniz! Bizler, yani bebekliklerinden itibaren patron kıçı yalamak için yetiştirilmiş “Beyaz Ya-LA-ka”lar kendimizi yıllardır dev aynasında gördüğümüzü çok geç anladık, hata yaptığımızı çok geç farkettik! Bir insanın “bilinçli” olması için; sadece Karl Marx’ın her kitabını, sadece Leon Trotsky’nin her kitabını, sadece Friedrich Engels’in her kitabını, sadece Michel Foucault’nun her kitabını, sadece Vladimir Lenin’in her kitabını, sadece Murray Bookchin’in her kitabını, sadece Nail Satlıgan’ın her kitabını, sadece Mihri Belli’nin her kitabını, sadece Mahir Çayan’ın bütün yazılarını, sadece Che Guevara’nın her sözünü, sadece Marshall Sahlins’in her kitabını veya sadece Étienne de La Boétie’nin her kitabını ezberlemesi YETMİYOR!
[sizin sistem karsiti diye dikkate aldiginiz kapitalizm elestirilerinin cogunlugu dikkat ederseniz “yikici” degil “yapicidir” papa’nin kapitalizm elestirisinden tutalim ali koc’a, burda ki “ogürsel”in, hatta sayin zileli’nin muhalifligi bile “konstruktiv” yani “yapici”dir. “düzen” deyince sayin zileli’nin aklina sadece AKP geliyor. sayin zileli’ye kalsa bizi götürüp CHP’nin kuyruguna takacak.] yazmışsınız.
Bu tespitinizin anafikri doğru, içinizdeki isyanı hissedebiliyoruz fakat ifadenizde bir takım eksikler var gibi gözüküyor (yanılıyor olabiliriz).
Öncelikle; [papa’nin kapitalizm elestirisi] ve [Ali Koç’un kapitalizm eleştirisi] hakkındaki görüşlerimizi, en detaylı hâliyle ( http://www.gunzileli.com/2015/05/28/diktatorluge-karsi-direnis-barikatina-bir-tas-da-sen-koy/ ) adresinde yazdığımız metinlerden okuyabilirsiniz. Örneğin, yaptığımız “eylem”ler sonucunda “Arçelik”in Eskişehir’deki tesisine Ali Koç’un girememesi gibi! Bu metinlerimize yüksek dikkat göstermenizi öneriyoruz. Eğer verdiğimiz adresteki metinlerimizi atlamadan, sonuna kadar okursanız; daha detaylı bilgilere ulaşacaksınız.
En başta sayın Zileli olmak üzere, sayın “ogürsel” ve birçok katılımcı da dahil; “devlet mekanizması”nın tek seferde yıkılamasa bile, en azından, hasara uğratılması için; bu mekanizmaya karşı mücadele edilebilecek birçok unsurla (çok önemli not: “Sergey Nechayev”in zırvalamalarına eğilim göstermeden!) müşterek hareket edilebileceği görüşünü savunur. Bu görüşü savunmakta haklılık payları da yüksektir.
Fakat:
Ya yıllardır “kapitalizm hastalığını öksürmeyi unutmuş olmaları” sebebiyle, ya da “kapitalizmin ‘hayatın akışı içinde doğal bir süreç’ olduğu” yalanına tav olduklarından; “ölümcül kapitalizm hastalığı”na karşı mücadeleyi neredeyse hiç gündemlerine almıyorlar! Örneğin, 17 Ocak 2016 “Pazar” günü ( http://www.gunzileli.com/2016/01/05/17-ocakta-sokaklari-bos-birakin-hareketi/ ) düzenleyeceklerini zannettikleri protestoyu “hafta içi”nde yapmayı hiç akıllarına bile getirmek istemiyorlar! Protesto tarihlerini bile “kapitalist iş hayatı!”nın koyduğu kurallara göre, seslerini soluklarını çıkarmadan ayarlıyorlar!
Sadece “AKP diktatörlüğü”ne karşı mücadele etmek yetmiyor!
Sadece “Fethullah Gülen cemaati”ne karşı mücadele etmek yetmiyor!
Sadece “devlet mekanizması”na karşı mücadele etmek yetmiyor!
Her zaman, ne yazık ki her zaman; “ölümcül kapitalizm hastalığı”nın kuluçka merkezleri olan “corporatocracy & şirketokrasi”ye karşı mücadele etmeyi hep öteliyorlar, hiç önemsemiyorlar!
Eğer “eylem”ler değimiz şey, yukarıdaki 4 (dört) yapıya karşı “aynı anda” yürütülmezse; hiçbir sonuca ulaşamayacağız!
Ne yazık ki: Sayın Zileli, sayın “ogürsel” ve birçok katılımcı; “ehven-i şer” sözüne inanmak zorunda kaldıkları için, “sistem karşıtlığı!” denen şeyi sadece ama sadece “devlet karşıtlığı!” hedefiyle sınırlıyorlar! “DEVLET”TEN KATBEKAT DAHA TEHLİKELİ OLAN “CORPORATOCRACY & ŞİRKETOKRASİ”YE KARŞI ENERJİLERİNİ HARCAMAK İSTEMİYORLAR!
Daha spesifik örnekler olması açısından:
[1]
Bugün “Mehmet Şimşek”, “Mustafa Elitaş” veya “Cemil Ertem” ne kadar tehlikeli ise;
“Selin Sayek Böke”, “Kemal Derviş” veya “Enis Berberoğlu” yukarıdakiler kadar tehlikelidir!
Her iki kanattan birini “seçmek!” zorunda değiliz! Ölümü görüp sıtmaya razı olmak zorunda değiliz!
[2]
AKP’nin oy deposu olan “K.O.B.İ.”lerin ne demek olduğundan haberi olmayan, bu “K.O.B.İ.”lere nasıl kumpaslar düzenlendiğini hiç gündemine almayan; “sol’da” olan kesimlerin (örneğin sayın Gün Zileli gibi!) “rekabetin ‘r’sinden” haberi olmaması, kapitalizme karşı kallavi bir ses çıkarmaması normaldir!
“24 Ocak 1980 kararları”nın ne demek olduğunu bir kez bile merak etmemiş; “sol’da” olan kesimlerin (örneğin sayın Gün Zileli gibi!) “rekabetin ‘r’sinden” haberi olmaması, kapitalizme karşı kallavi bir ses çıkarmaması normaldir!
“Kapitalizmin dayattığı yapay (artificial) ve ölümcül (deadly) rekabet” hastalığı hususunda; yukarıda “35” numaralı metninizde muazzam şekilde ifade ettikleriniz ile, “68” numaralı metninizde yazdıklarınızın çoğu birbiriyle çakışıyor!
Yukarıda köşeli [] parantez içindeki ifadelerinize yönelik yazdığımız yanıtlarla birlikte “68”de yazdığınız diğer bütün ifadelerinize toplu cevabımız şu:
Şu girizgâhla başlayalım:
[- kapitalist hakimiyetin iki ayagi var: birincisi insanlari ekonomik yönden bagimli hale getirerek, yani yasayabilmak icin para kazanma mecburiyeti. günümüzde para artik hayatimizin dogal bir parcasi olarak görülüyor. öyle ki insanlar paranin olmadigi, paraya endeksli olmayan bir ekonomiyi hayal bile edemiyorlar.
– soma kömür ocaginda ki “kaza” ile ilgili süren mahkemede sag kurtulan iscilerin bir kismi sikayetci olmadilar. neden? cünkü maden ocagini isleten sirket, iscilere söyle bir santaj yapiyor: “mahkemede sikayetci olmazsaniz, sizi tekrar ise alacagiz.” kapitalist dünyada calisanlarin her türlü santaja acik bu bagimlilik iliskisi istisna degil kuraldir. kapitalist tezgahin ikinci ayagi ideolojik olarak insanlarda bilinc bulanikligi yaratmak, ya da yanlis bir bilinc empoze etmek.
…”para rejimi”nin hüküm sürdügü bir düzen görüyorum…] yazmışsınız.
1. Bölüm:
Yukarıda hatırlattığımız bir TOFAŞ işçisinin verdiği işareti tekrar okuyabilirsiniz.
2. Bölüm:
Yukarıda “[2] (AKP’nin oy deposu olan…)” numaralı açıklamamızı tekrar okuyabilirsiniz.
3. Bölüm:
Yukarıda, “40 (3 Ocak 2016)” numaralı metnimizde hatırlattığımız; “John McMurtry”nin yaptığı uyarıyı daha dikkatli değerlendiriniz.
4. Bölüm:
“Kapitalizm ortadan kaldırıldıktan sonra neler olabilir?”
Ve
“‘Para rejimi’nin hükmünün sona erdirilmesinden sonra neler olabilir?”
sorularına verilebilecek cevaplardan bir tanesi için;
Şu referansları daha önce inceledisyseniz, bir kez daha incelemenizi öneriyoruz:
[2007] “Zeitgeist: The Movie”
(Sizin için Türkçe altyazılı)
(Not: Firefox’da izlerseniz, ses sorunu çözülür.)
https://www.youtube.com/watch?v=BRkyY23mgVc
[2008] “Zeitgeist: Addendum”
(Sizin için Türkçe altyazılı)
(Not: Firefox’da izlerseniz, ses sorunu çözülür.)
https://www.youtube.com/watch?v=x1kuDClkE3w
[2011] “Zeitgeist: Moving Forward”
(Sizin için Türkçe altyazılı)
(Not: Firefox’da izlerseniz, ses sorunu çözülür.)
https://www.youtube.com/watch?v=faXZ2VdNu-A
“The Zeitgeist Movement Orientation Guide”:
( http://www.thezeitgeistmovement.com/uploads/upload/file/19/The_Zeitgeist_Movement_Defined_PDF_Final.pdf )
“Değişim” denen şey (veya “sol’cu”ların ve kendini “sol’da” zannedenlerin söylediği “devrim!” denen şey) bugünden yarına, akşamdan sabaha gerçekleşmez!
Soru: Kapitalizme karşı mücadelede atabileceğimiz ilk adımlardan biri ne olabilir?
Cevap: İlk önce “birbirimizle rekabet etmeyi bırakarak”; kapitalizmin kolunu, bacağını, kanadını, nefes borusunu kullanılmaz hâle getirmek!
Bunu yapabilmek için “eylem”lere başlamak zorundayız!
Unutmayınız sayın “marxist argüman”:
10 Ekim 2015 Ankara bombalamasında hayatları ellerinden alınan yoldaşlarımızın bizlere miras bıraktığı mücadeleyi devam ettirmek için; “anlı-şanlı!” sendikalar 12 ve 13 Ekim tarihlerinde ülke çapında “grev” duyurusu yapmıştı. Bu “grev”e HİÇ KİMSE KATILMADI! Bugün; ciddi ciddi kafa yormamız gereken konu işte budur!
Peki “birbirimizle rekabet etmeyi bıraktıktan sonra” mücadelenin devamını nasıl getirebiliriz:
Belki; “ekmek parası kazanmak için mahkûm edildiğimiz iş yerlerimize hiç gitmeyerek” bir deneme yapabiliriz!
Belki; “ekmek parası kazanmak için mahkûm edildiğimiz iş yerlerimizde kalıp; üretimi durdurarak” bir deneme yapabiliriz!
Henüz “rekabet etmeden yaşamayı” öğrenmiş değiliz; bu sebeple devamını getirmemiz pek mümkün gözükmüyor!
“Corporatocracy & Şirketokrasi”nin tahakkümüne isyan etmediğimiz sürece,
“Kapitalizmi öksürmekten vazgeçtiğimiz” sürece;
Yukarıda okuduklarınız, hep çok uzakta kalacak!
Bebekliğimizden itibaren “mutluluğu para ile eşdeğer tutmak” düşüncesiyle yetiştiriliyoruz!
Alışkanlıklarımızı terk etmek o kadar kolay olmayacak!
“Kapitalizmi öksürmeyi tekrar öğrenmemiz” o kadar kolay olmayacak!
“Başlangıç için daha fazla cesarete ihtiyacımız var!”
Bir kez daha ifade edelim:
“Değişim” denen şey (veya “sol’cu”ların ve kendini “sol’da” zannedenlerin söylediği “devrim!” denen şey) bugünden yarına, akşamdan sabaha gerçekleşmez!
Son kez hatırlatalım:
Dikkat ediniz sayın “marxist argüman”: “Çözüm önerisi” diye yazdık; “tek çözüm yolu bizim dediğimizdir” diye yazmadık!
“We were not born critical of existing society. There was a moment in our lives (or a month, or a year) when certain facts appeared before us, startled us, and then caused us to question beliefs that were strongly fixed in our consciousness-embedded there by years of family prejudices, orthodox schooling, imbibing of newspapers, radio, and television. This would seem to lead to a simple conclusion: that we all have an enormous responsibility to bring to the attention of others information they do not have, which has the potential of causing them to rethink long-held ideas.”
(Howard Zinn, 1922-2010)
Esen kalın.
“70” numaralı metnimizde “Şu girizgâhla başlayalım” ifademizde anlatım bozukluğu vardır.
“Girizgâh” kelimesi ile “başlamak” kelimesi köken olarak aynıdır.
Bu nedenle:
Yukarıdaki (yanlış) ifademizi; “Şu girizgâhı yapalım” (doğru) şekilde düzeltiyoruz, ve sitenin bütün takipçilerinden özür diliyoruz.
HDP uzun süredir ‘milliyetçi ve ulusalcı’ bir eksende. Ve bu ekseni aslında en öncelikli olarak oluşturdu. Gördüğüm ve anladığım kadarıyla ekolojik sosyalizm vb. HDP için aslında çok önemli değildi, bunlar işin kılıfı idi. Gezi olayları zaten bunu çok açık olarak gösterdi.
Elbette HDP ekoloji ve sosyalizme yönelik sayısız toplantılar yapmış ve kararlar almış olabilirler ama bu asıl gerçeği yani HDP’nin milliyetçi ve ulusalcı çizgisini değiştirmiyor. Ve bundan böyle de değiştirmesi epey zor görünüyor.
AKP’ye karşı HDP’yi desteklemenin olası sonuçları ne olabilir? AKP de milliyetçi çizgiye yerleşmiş bulunuyor. Bu durumda sürekli çatışmak isteyen iki milliyetçi güç arasında salt zayıf olduğu için HDP’yi seçmek mantıklı gelebilir ama bu işin şöyle kötü bir tarafı da var: milliyetçilik ekseninde başlayan çatışmalar giderek şiddetlenebilir ve bunun nereye varacağı belli olmaz.
O yüzden bu şekilde milliyetçi vb. politikalar üzerinden anlamlı siyaset yapılamaz. HDP ve AKP için de bu işin sonu büyük hüsran olacaktır.
http://gelawej.net/index.php/yazarlar/ibrahim-guclu/2347-barzaniler-kurdistan-devlet-baskani-mesut-barzani-ve-mezhepler-sorunu
beyaz “ya-LA-ka”larin 66 nolu notuna cevap:
-TOFAS iscisi ile ilgili yaziyi daha önce asmistiniz ve okumustum. dikkat ederseniz bu isci arkadas okuyan, arastiran, yasadigi memnuniyetsizligin kaynagini tespit etmeye calisan biri. tipki benim gibi sizin gibi. fakat böyle insanlar kücük bir azinligi olusturuyorlar. büyük cogunluk enerji ve zamaninin cogunu zaten gecim derdi, para kazanma ile harciyor. bu insanlar isyerinde ki ve evde ki isten geriye zaman ve enerji kalmissa, oturup bir dizi yada film seyrederek ya da kahve de okey oynayarak biraz stres atip ertesi gün tekrar ise dinc olarak gitmeye calisiyorlar. büyük cogunluk burjuva basin yayinini takip ediyorlar; facebook, twitter gibi internet ortamlarinda paylasilan haberleri okuyor. TOFAS iscisi gibi yasadigi hayati anlamay calisan insanlarin kücük bir azinlik oldugunu nerden biliyorum? isyerimde ki arkadaslardan tutalim, cevremde ki insanlara bakarak.
Sayın “marxist argüman” 74,
Emin olunuz: “Az” değiliz!
( http://www.gunzileli.com/2015/05/28/diktatorluge-karsi-direnis-barikatina-bir-tas-da-sen-koy/ )
“143” numaralı, “30 Ağustos 2015” tarihli metnimizden bir başka uyarı işareti daha:
{{{
Yaşadığımız hayâl kırıklıklarından bir işaret:
Adresi şu:
( https://twitter.com/AFSARTISING/with_replies )
Kendisinin kelimeleriyle aktarıyoruz:
“Yakamın rengi ‘beyaz’ sayılmaz, yine de başımdan geçen bir olayı anlatayım.
Yeni mezun mühendis olarak bendeniz, şirkette bölüm sorumlusu olarak çalışırken, bölümüme bağlı diğer çalışanlarla ve (mavi yaka) işçilerle arkadaş olarak çalışacağımıza inanarak çalışmaya başladım. Herhangi bir olay olduğunda, mavi yaka’nın tarafını tutarım. Mavi yaka’nın bir talebi olduğunda, yönetime iletirim. Şirketteki diğer mühendisler benim bu davranışlarıma göz devirir, ama ben yine de bildiğimi okurum.
Gel zaman git zaman; mavi yaka’larla olan bu yakınlığımın aslında şirkette ‘sevilmememe’ sebep olduğunu gördüm! Bu umurumda değildi, zaten bekliyordum!
İşin kötü yanı: Mavi yaka’ların tek istediği beni ezmekti! Senelerdir mühendislerin koyduğu tüm kuralların intikamını benden almaktı! Bunu öğrenince şok oldum! İşten eve aynı servisle dönerken, sudan bir bahaneyle kavga çıkarıp bana bağırma-çağırma girişimleri; bardaktan taşan son damla olmuştu! Beklentilerini karşılayamamıştım!
Bugün; ‘yaşı ilerlemiş mühendislerin’ neden asık suratlı, ters, kaba-saba davrandığını daha iyi anlayabiliyorum! Günlük hayatlarında farklıydılar. Ama şirkette saygı görmek ve işlerini yapabilmek için öyle davranmaları gerekiyordu!
İşten çıktım!
Mesleği bırakmayı düşündüm!
Sonra, tek başına çalıştığım bir işim oldu. Gezdiğim fabrikalarda yine mavi yaka’yla sohbet ettim, yine arkadaş oldum. Onları yine dinledim, dinlemez olaydım! Her sohbette nefret ve saldırganlık!
Örnekler sonsuz…
‘1 Mayıs çağrısı’na ana-avrat söven mi dersin!
Koca bir oda dolusu adamın, eylemcilere tecavüz etmek dahil, işkence ve öldürme fantezileri mi dersin!
Ne ararsan var!
Hadi hepsini geçtim;
‘Gezi’de kaç mavi yaka vardı?
Veya soruyu söyle sorayım:
2015 Ağustos’una geldik, üzerinden 2 yıl 2 ay geçti; şu an kaç mavi yaka’lı destekliyor ‘gezi’yi?
Daha gerçek sorular da sorabilirim!
Bir ateist, Kürt, Ermeni, Yahudi vs. öldürüldüğünde kaç mavi yaka’lı üzülür bir fabrikada?
Metal işçileri istedikleri zam dışında; sanıyor musunuz ki, herhangi bir toplumsal olayda duyarlılık gösterir? Buna inanıyor musunuz? İnanıyorsanız; yanılıyorsunuz!
Burnundan kıl aldırmayan ‘beyaz ya-LA-ka’lar ise hâlâ var! Birçok fabrikada ‘beyaz yaLAka’ların yemek yediği odalar bile farklı yerlerde! Sıraya girip yemek yiyorlar; ‘bizimkiler geliyor!’
Beni sorarsanız: Ben adam olmadım! Hâlâ bu tip olayları görsem ŞİRKETTEKİ EN ÜST YETKİLİYLE konuşuyorum. Sürüp giden yanlıştan dem vuruyorum!
1 Mayıs kutlamalarında, şu meşhur ‘tulumlu, yumruğu havada işçi posteri’ni görünce aklıma hep bunlar geliyor, işçilerle sohbetlerimiz geliyor. Bağdaştıramıyorum!”
}}}
[28 ŞUBAT 2014]
Atanamayan Kimya Öğretmeni Gamze Filiz Arslan; av tüfeğiyle intihar etti!
( http://www.radikal.com.tr/turkiye/atanamayan-bir-ogretmenin-vedasi-1178984/ )
( http://t24.com.tr/haber/sinopta-atanamayan-ogretmen-intihar-etti,252228 )
=== Örnek 7 ===
[20 OCAK 2015]
İcralık olan kadın öğretmen bankada kendini bıçakladı!
( http://www.milliyet.com.tr/icralik-olan-kadin-ogretmen-gundem-2000881/ )
=== Örnek 8 ===
[26 EYLÜL 2015]
Antalya’da bankadan çektiği 30 bin liralık kredinin taksitlerini ödemekte zorlandığı için bunalıma girdiği belirtilen işçi emeklisi 68 yaşındaki Ali Saygı, kendini balkon demirine asarak yaşamına son verdi.
( http://www.diken.com.tr/kredi-borcunu-odemekte-zorlanan-isci-emeklisi-bunalima-girip-intihar-etti/ )
İsyanını dışarıya sadece “haykırış” yoluyla değil; yukarıda okuduğunuz şekillerde ve daha da sayabileceğimiz o kadar çok yolla dışarıya vuran var ki!
En büyük handikaplarımızdan biri; “korku”!
Esen kalın.
“Ağzıma tüfek sokup mekanizmayı çalıştırdılar!” Engin Altay 12 Eylül’de yaşadıklarını anlattı:
https://flipagram.com/f/iWFfD0D5zR
beyaz “ya-LA-ka”lar icin not:
sizin verdidiginiz örnekler benim gözlemlerimi, tezlerimi dogruluyor. ben insanlarin hayatlarindan memnun olduklarini iddia etmedim. memnuniyetsizlik-mutsuzluk arayisin ilk adimidir, sartlarindan biridir. yalniz sizin görmek istemediginiz gercek su: calisma hayatindan memnun olmayan herkes otomatikmen anti-kapitalist olmuyor, sistem-devlet muhalifi olmuyor. sizin düsündügünüz gibi olsaydi zaten kapitalist düzen simdiye kadar ayakta kalamazdi, yönetenler böyle kolay yönetemezlerdi. kapitalizme karsi sadece tek argümanla, sadece “rekabet”e dikkat cekerek insanlari sistem karsiti yapacaginizi düsünmenizi cok safca buluyorum. size somut örnekler vereyim ki birbirimizi daha iyi anlayalim.
-örnek 1. kapitalist merkezleri sarsan finans krizini amerika ve avrupa fazla zorlanmadan atlattilar, neden? cünkü devleti yöneten politikacilar: “sevgili vatandaslar, zor zamanlardan geciyoruz, herkesin fedakarlik yapmasi gerekecek. önce ekonomiyi, özel sektörü kurtarmamiz lazim, cünkü hepimizin selameti buna bagli” dediler ve devletine-milletine-liderlerine bagli vatandaslarin büyük cogunlugu hayat standartlarinin düsürülmesine gercekten fazla bir tepki göstermediler.
-örnek 2. sayin zileli basta olmak üzere, sol kesimin ideallestirdigi gezi protestolarinin icerigi neydi? gezi protesto komitesinin talepleri internette duruyor, bakabilirsiniz. o taleplerin icinde ne devlet karsiti ne de kapitalizm karsiti tek bir sey bulamazssiniz. tam tersine o protestoleri yapanlarin kullandiklari dil ile devleti yönetenlerin kullandiklari ayni: vatandasi-miz, birligi-miz, beraberligi-miz. gezi taleplerine hakim dil özetle söyle, devlete hitaben: “bu kadar cevretme aziz sultanim!”
-örnek 3. secimlerden önce politikacilar vatandaslari oy kullanmaya tesvik ederler, hatta sandiklara gitmeleri icin vatandaslari gerekirse para cezasi ile tehdit bile ederler. neden? cünkü secimlere katilip oy kullanmak, oy’unu hangi partiye verildiginden bagimsiz olarak- “devlete-sisteme evet!” anlamina gelir. bundan dolayidir ki politikacilar secimlerden sonra oy kullanan bütün secmenlere tesekkürü ederler. bu gercegi tespit ettikten sonra lafi suraya getirmek istiyorum: türkiyede secimlere katilim orani yaklasik yüzde seksen-doksan civarinda. bu oran avrupada ki secimlere katilim oranindan epey yüksek. secimleri boykot ederek düzeni yikmak mümkün degil ama sizin söylediginiz ilk adim olabilir, yani: “ben serbest secimler denilen sirk-tiyatro oyununun sistemin kendini onaylatmasi, kendi mesrulugunu tazelemesi oldugunu anladim, bundan dolayi oy kullanmiyorum” demektir. demek ki sadece “rekabet”i fark etmekle bilinclenme süreci bitmiyor, serbest secimlerden tutalim yüzlerce konuda karsi argüman gelistirmek, kapitalizmi bir bütün olarak dogru elestirmeden, dogru bir bilince ulasmak mümkün degil. serbest secimlerin demokratik sistem ve kapitalist ekonomi acisindan diger bir fonksiyonu sudur: issizlikten tutalim düsük ücretlere, savas ve silahlanmadan tutalim cevre ve atmosfer kirliligine kadar, bütün bu sorunlari yasayip sikayetci olan vatandaslara devlet söyle bir teklif yapar: “iktidarda ki hükümetten-partiden memnun kalmadiysaniz, bir sonra ki secimlere kadar sabredin, bu sefer muhalefette ki partilerden birisini iktidara getirin:” burjuva demokratik devlet böylece her yeni secimde vatandasin sikayetlerini yeni bir umuda-beklentiye dönüstürür, gazi-havasi alinan vatandas dört-bes yil uslu uslu bir sonraki secimleri bekler. yani burda dönen tezgah su oluyor: sanki bütün bu sorunlar sistemin-düzenin kendisinden kaynaklanmiyor da, iktidarda ki partinin “beceriksiz-bencil” politikalarindan kaynaklaniyormus gibi, düzenin kendisi sorgulanmiyor, tam tersine suclu-sorumlu olarak devleti-ekonomiyi hakki ile yönetemeyen politikacilar ve patronlar araniyor. iste benim “yapici-konstruktiv” elestiri dedigim budur. yani düzeni kökten degistirmeyi degil de, düzenin bazi asiri-exrem yanlarini yontmaya calismak, düzeni-devleti daha iyi bir hale nasil getirebiliriz diye kafa yormak.
Sayın “marxist argüman” 77,
[kapitalizme karsi sadece tek argümanla, sadece “rekabet”e dikkat cekerek insanlari sistem karsiti yapacaginizi düsünmenizi cok safca buluyorum. size somut örnekler vereyim ki birbirimizi daha iyi anlayalim.] yanılıyorsunuz.
Ne yazık ki; sadece ama sadece “dünya çapında, devasa şirket oligarklarının (ve “devlet”lerin) kendi aralarındaki trilyon dolarlık it dalaşı rekabeti”ni dikkate alıyorsunuz, kendi hayatınıza enjekte edilen “rekabet”i görmek aklınıza gelmiyor:
Sayın “marxist argüman”; siz, şu an bir yerde maaşlı & ücretli çalışıyorsunuz (veya kendi işinizin patronu da olabilirsiniz). Her ne kadar kullandığınız mahlas “marxist” kelimesini de içerse, ve “77”de ne kadar bol örnek de yazsanız, “kapitalizmin dayattığı yapay ve ölümcül rekabet” içinde hayatınızı sürdürmek için; 11 Ocak 2016 Pazartesi sabahı iş başı yapacaksınız! Tıpkı bizler, yani bebekliklerinden itibaren patron kıçı yalamak için yetiştirilmiş “Beyaz Ya-LA-ka”lar gibi!
“Rekabet” kelimesini çok ama çok hafife alıyorsunuz!
İlk önce kendi aramıza saldıkları “rekabet hastalığı”nı üzerimizden söküp atmazsak; “şirketokrasi”nin trilyon dolarlık rekabetini konuşmak abes!
Bir kez daha tavsiye edelim:
1. tavsiyemiz:
“61” numaralı metnimizde hatırlattığımız; “Gabor Maté”in ikazı.
2. tavsiyemiz:
[2007] “Zeitgeist: The Movie”
(Sizin için Türkçe altyazılı)
(Not: Firefox’da izlerseniz, ses sorunu çözülür.)
https://www.youtube.com/watch?v=BRkyY23mgVc
[2008] “Zeitgeist: Addendum”
(Sizin için Türkçe altyazılı)
(Not: Firefox’da izlerseniz, ses sorunu çözülür.)
https://www.youtube.com/watch?v=x1kuDClkE3w
[2011] “Zeitgeist: Moving Forward”
(Sizin için Türkçe altyazılı)
(Not: Firefox’da izlerseniz, ses sorunu çözülür.)
https://www.youtube.com/watch?v=faXZ2VdNu-A
“The Zeitgeist Movement Orientation Guide”:
( http://www.thezeitgeistmovement.com/uploads/upload/file/19/The_Zeitgeist_Movement_Defined_PDF_Final.pdf )
“Değişim” denen şey (veya “sol’cu”ların ve kendini “sol’da” zannedenlerin söylediği “devrim!” denen şey) bugünden yarına, akşamdan sabaha gerçekleşmez!
Soru: Kapitalizme karşı mücadelede atabileceğimiz ilk adımlardan biri ne olabilir?
Cevap: İlk önce “birbirimizle rekabet etmeyi bırakarak”; kapitalizmin kolunu, bacağını, kanadını, nefes borusunu kullanılmaz hâle getirmek!
Bunu yapabilmek için “eylem”lere başlamak zorundayız!
Unutmayınız sayın “marxist argüman”:
10 Ekim 2015 Ankara bombalamasında hayatları ellerinden alınan yoldaşlarımızın bizlere miras bıraktığı mücadeleyi devam ettirmek için; “anlı-şanlı!” sendikalar 12 ve 13 Ekim tarihlerinde ülke çapında “grev” duyurusu yapmıştı. Bu “grev”e HİÇ KİMSE KATILMADI! Bugün; ciddi ciddi kafa yormamız gereken konu işte budur!
Peki “birbirimizle rekabet etmeyi bıraktıktan sonra” mücadelenin devamını nasıl getirebiliriz:
Belki; “ekmek parası kazanmak için mahkûm edildiğimiz iş yerlerimize hiç gitmeyerek” bir deneme yapabiliriz!
Belki; “ekmek parası kazanmak için mahkûm edildiğimiz iş yerlerimizde kalıp; üretimi durdurarak” bir deneme yapabiliriz!
Henüz “rekabet etmeden yaşamayı” öğrenmiş değiliz; bu sebeple devamını getirmemiz pek mümkün gözükmüyor!
“Corporatocracy & Şirketokrasi”nin tahakkümüne isyan etmediğimiz sürece,
“Kapitalizmi öksürmekten vazgeçtiğimiz” sürece;
Yukarıda okuduklarınız, hep çok uzakta kalacak!
Bebekliğimizden itibaren “mutluluğu para ile eşdeğer tutmak” düşüncesiyle yetiştiriliyoruz!
Alışkanlıklarımızı terk etmek o kadar kolay olmayacak!
“Kapitalizmi öksürmeyi tekrar öğrenmemiz” o kadar kolay olmayacak!
“Başlangıç için daha fazla cesarete ihtiyacımız var!”
Bir kez daha ifade edelim:
“Değişim” denen şey (veya “sol’cu”ların ve kendini “sol’da” zannedenlerin söylediği “devrim!” denen şey) bugünden yarına, akşamdan sabaha gerçekleşmez!
Son kez hatırlatalım:
Dikkat ediniz sayın “marxist argüman”: “Çözüm önerisi” diye yazdık; “tek çözüm yolu bizim dediğimizdir” diye yazmadık!
[sizin verdiginiz örnekler benim gözlemlerimi, tezlerimi dogruluyor.] yazmışsınız.
“56” numaralı metnimizde nasıl bir ikazda bulunmuştuk; hatırlıyorsunuz değil mi:
{{{
Artık sadece ama sadece; birbirimize gönderdiğimiz her ne olursa olsun, bunlara katılıp / katılmadığımız, bunları eleştirip / eleştirmediğimiz, bunları onaylayıp / onaylamadığımız, bunları doğrulayıp / doğrulamadığımız döngüsü içinde kısılıp, sadece kendi akvaryumumuz içinda kalarak, adeta “kendi kendimizi yine kendi anlattıklarımızla besleme mekanizması”ndan başka hiçbir işlevi olmayan robotlara dönüşüyoruz, dönüştük!
}}}
Esen kalın!
Zamani’yim olacağız egemen
Kurulacak proleter bir düzen
dizeleri çağımızda, özellikle ülkemizde, kurulması istenen düzenin yönünü bilmemekten kaynaklanıyor. Bu dizelerin söylendiği yıllarda (R. Z. H. Ş. B. s. 458) uluslararası ilişkilerde, yönetimlerde büyük değişiklikler olmuş, “proleter düzen” nerdeyse dışlanmıştır. Bunu bir yana bırakalım, ülkemizde “proleter düzen”i kurabilecek nitelikte bir “işçi gücü” oluşabilmiş midir? Kuşkusuz yoktur. Dahası var, günümüzde, şimdi yaşadığımız evrede, bu düzenin kurulmasını isteyen yurttaşın seçim bölgesinden Kamutay’a gelenler arasında “proleter düzen”den yana kim vardır? Ozanın söylediği boşlukta kalıyor, yalnızca böyle bir düzenden yana olanların sömürülmesine yarıyor. Seçimleri kazanıncaya değin “işçi yanlısı”, seçimi kazandıktan sonra “işçi sömürücüsü” olmak ülkemizde Osmanlıdan kalma bir gelenektir.
Devrim için bilgi gerek
Telli sazla olmaz Memo
Sen tuzağa düşmez isen
Ağa tüyün yolmaz Memo
Osmanlının yolundasın
Kör ağanın kolundasın
Alamanya pulundasın
Bu yol sana kalmaz Memo
Sömürünün ocağında
Yattın ağa kucağında
Ölmüşse balık ağında
Daha suya dalmaz Memo
İstanbul’u nideceksin
Niye yola düşeceksin
Senin acını kim çeksin
Seni kimse almaz Memo
İyi dinle Memo kardaş
İster isen güçlü yoldaş
Çağını bulmaya uğraş
Kimse seni bulmaz Memo
Önce kendini bilirsen
Sonra Bektaş’a gelirsen
Seni ölmeden ölürsen
Kimse yere salmaz Memo
Derviş Kerem’in sözüne
Canla kulak tut özüne
Bakagör iki gözüne
Seni yoğa salmaz Memo..
–
İsmet Zeki Eyüboğlu – Sömürülen Alevilik s. 182, 183, 184
http://issuu.com/sacittademir/docs/__smet_zeki_ey__bo__lu_-_s__m__r__l
“beyaz ya-LA-ka”lar icin not:
ben kendim de gerek calistigim is yerinde gerekse de özel hayatta sürekli olarak “rekabet”e maruz kaliyorum. sizin su öneriniz yerindedir: önce kendimiz rekabet iliskilerini bilince cikarip, kendi cevremizden baslamak üzere rekabetin “gerekliligine, zorunluluguna, faydalarina” tavir almak. sonra ki adim rekabete dair ideolojileri somut argümanlarla teshir edip, bunu diger insanlara da anlatmaya calismak. kapitalist bireylerin bir cogu rekabeti icsellestirmis, hayatin dogal bir parcasi, hatta faydali olarak görüyor. yani “rekabet var” demekle olay bitmiyor, karsida ki insanlarin cogu sunu diyecek: “rekabetin nesi kötü, neden karsisin?” rekabete dair türlü türlü ideolojiler var, örnek: hayatinda bir “baltaya sap olamamis” yani kapitalist rekabettte “basarisiz” olmus insanlara söyle denilir: “demek ki yeterince gayret etmemissin.” sayet sözkonusu bu “basarisiz” insan da rekabeti icsellestirmisse, sucu sistemde degil kendisinde arayacaktir. sucu kendinde arayan insanlarin sonu intihar etmeye kadar varabiliyor. burda ki ideoloji su oluyor: kapitalist toplumda önün acik, gayret edersen zengin de olursun, kariyer de yaparsin. bu konuda istisna teskil eden örnekler de verilir: “bak tayyip de emekci cocuguydu, basbakan oldu.” oysa rekabet zaten kazanani ve kaybedeni sart kosar. mesela bir futbol liginde her takimin teorik olarak sampiyon olma ihtimali vardir ama, sonucta ancak sadece bir tanesi birinci olabilir. bireyler arasi rekabetten tutalim devletler arasi rekabete kadar sistem böyle isler.
-ankara katliamindan sonra sendikalarin grev cagrisina hickimse katilmadi diye defalarca yazdiniz. fakat bunun nedeni nedir, bu konuda neden birsey yazmiyorsunuz? benim aklima gelen neden sudur: sendikalara üye insanlar ankara da öldürülen insanlari “bölücü” yada “komünist” olarak görüyorlar, devlet ve millet “düsmanligi” yapan bölücü ve komünistlerin ölümü hak ettiklerini düsündükleri icin, o insanlar icin grev yapmayi dogru bulmadilar. diger bir neden su olabilir: “grev yaparsam ben de bölücü ve komünist olarak damgalanirim, isimi kaybedebilirim.” sayet durum böyleyse, burda karsimiza cikan mesele rekabet degil, benim yukarda dikkat cektigim durum: birincisi insanlarin kendilerini yasadiklari ulus-millet-devlet ile özdestirmeleri, kendini devleti-milleti ile tanimlayan bu insanlarin devlete-millete yönelik her türlü “yikici” hareketi tipki devleti yöneten politikacilar gibi “terör” olarak kategorize edip tavir almalari. ikincisi ekonomik sebep, yani kapitalizmde sermayesi ya da kendisine gelir getirecek özel mülkiyeti olmayan insanlarin ekmek parasi icin önce kendi sirtindan para kazanacak bir patron bulma mecburiyeti. sonra bir is bulan bu “sanslilarin” sürekli olarak i$inin kaybetme korkusu ile kendini hayatin sartlarina “adapte” etmesi, gerekirse patronu ve devleti “benim isyerim” benim devletim” “benim milletim” diyerek savunmasi.
Sayın “marxist argüman” 80,
Metninizin altına imzamızı atıyoruz; aşağıdaki kısım hariç.
[-ankara katliamindan sonra sendikalarin grev cagrisina hickimse katilmadi diye defalarca yazdiniz. fakat bunun nedeni nedir, bu konuda neden birsey yazmiyorsunuz?]
Sorunuza cevap verelim:
Ne demeye çalıştığımızı görebileceğinizi zannetmiştik, bu sebeple devamını getirmeyi tercih etmemiştik. Öyleyse şimdi açık yazalım:
Şahsınızın “80” numaralı metninde ifade ettiği gerekçeler de dahil olmak üzere; ilk sırada “kapitalizmin dayattığı yapay ve ölümcül rekabet!” var!
Her sene “1 Mayıs” öncesinde her kafadan bir ses çıkar!
“1 Mayıs”ın elbette Taksim Meydanı’nda gerçekleştirilmesi gerektiğini bu siteye de tekrar tekrar yazmaya lüzum yok. “1 Mayıs” daima Taksim’de olmalı; buraya kadar her şey tamam.
Peki:
Niçin “Mavi Ya-LA-ka”lar veya “Beyaz Ya-LA-ka”lar: Her sene sadece ama sadece “1 Mayıs”da sadece ama sadece Taksim’e gitmeyi bir görev bilmekle yetiniyor da; niçin “TÜSİAD”ın, niçin “MÜSİAD”ın, niçin “TUSKON”un, niçin “Akbank”ın merkez binasının, niçin “Yapı & Kredi”nin merkez binasının, niçin “İş Bankası” merkez binasının, niçin “Sabancı Holding Yönetim Merkezi”nin, niçin “Borusan Holding Yönetim Merkezi”nin, niçin “Doğuş Holding Yönetim Merkezi”nin, niçin “Ahmet Nazif Zorlu”nun ofisinin, niçin “Ali Ağaoğlu”nun ofisinin, niçin “Murat Ülker”in ofisinin, niçin “Ahmet Çalık”ın ofisinin, niçin “Turgay Ciner”in ofisinin, niçin “Aydın Doğan”ın ofisinin, niçin “Hamdi Akın ve Sani Şener”in ofisinin, niçin “Şarık Tara”nın ofisinin, niçin “Hüsnü Özyeğin”in ofisinin, niçin “Tuncay Özilhan”ın ofisinin, niçin “Jak Kamhi”nin ofisinin, niçin “Muharrem Yılmaz”ın ofisinin, niçin “İshak Alaton”un ofisinin, niçin “Mustafa Boydak”ın ofisinin, niçin “Bülent Eczacıbaşı”nın ofisinin veya niçin Koç Holding Yönetim Kurulu Merkezi “Nakkaştepe”nin önünde protesto yapmayı aklına getirmiyor?!
Evet, her sene “1 Mayıs”da Taksim’e coşkuyla yürümek ve gir(ebil)mek devasa bir sorumluluk, muazzam bir his, fakat; yukarıdaki “eylem”leri yapabildikten sonra Taksim’e yürüyor olmanın bir anlamı vardır! Artık 1977’de değiliz; 2016’dayız!
Mehmet Ayvalıtaş’ın,
Abdullah Cömert’in,
Ali İsmail Korkmaz’ın,
Ethem Sarısülük’ün,
Medeni Yıldırım’ın,
Ahmet Atakan’ın,
Hasan Ferit Gedik’in,
Berkin Elvan’ın;
davaları hâlâ devam ediyor. Aileleri ve yakınları mahkeme tarihlerini daima, her platformda duyurmaya çırpınıyorlar!
Peki; niçin bu mahkemelere hiç kimse katılmıyor?!
Cevap:
Şahsınızın “80” numaralı metninde ifade ettiği gerekçeler de dahil olmak üzere; ilk sırada “kapitalizmin dayattığı yapay ve ölümcül rekabet!” var!
Çünkü İLK SIRADA; kapitalizmin herkesi askeri disipline maruz bıraktığı “hafta içinde iş & güç, hafta sonunda göbek şişirmek” gerekçesi var!
“80”de yazdığınız diğer bütün gerekçeler sonra gelir!
(Ek bilgi:
Hatırlayınız:
24-25 Aralık 2015’te, hacker grubu “Anonymous”un; İş Bankası, Ziraat Bankası, Akbank, Garanti Bankası gibi onlarca “şirketokrasi”ye yaptığı saldırılar sonucunda piyasalar işlevsiz hâle getirildi, “rekabet!”in nefes borusu sıkıldı!
Hacker grubu “Anonymous”; niçin sadece “cumhurbaşkanlığı resmi sitesi”ne, niçin sadece “başbakanlık resmi sitesi”ne, niçin sadece “genelkurmay başkanlığı resmi sitesi”ne veya niçin “dil & tarih kurumu resmi sitesi”ne saldırı yapıp geri çekilmedi de; “‘şirketokrasi’nin can damarlarının siteleri!”ne saldırı yaptı?! Çünkü; kapitalizmi kökünden sarsmaya başlamak için piyasaları darmadağın etmek zorundasınız! Sıradan 1 [bir] iş günü içinde “cumhurbaşkanlığı resmi sitesi”ne yapılan ziyaretin sayısına bakın ve yukarıda yazılan bankaların sitelerine yapılan ziyaretin sayısına bakın; neticeyi kendi gözlerinizle görün! Piyasaların (pazarların) yoğun olduğu yerleri sarsarsanız ele avuca gelir sonuçlar elde edebilirsiniz; inin cinin top oynadığı mekânları sarsarak değil!
Dünya genelinde:
Kapitalizmin kuluçka merkezleri olan “şirketokrasi”ye karşı mücadele etmediğimiz sürece; “[ulus-millet-devlet ile özdestirmeleri]” ortadan kaldıramayız. Bunu asla ama asla unutmayınız sayın “marxist argüman”!
[ulus-millet-devlet ile özdestirmeleri] ortadan kaldırmaya niyetlenenler; ilk önce kapitalizmi ortadan kaldırmazlarsa hiçbir sonuca ulaşamazlar!
[ulus-millet-devlet ile özdestirmelerin] maskesini yırttığınız anda, altından “şirketokrasi”nin çıktığını görürsünüz!
Artık 1716, 1816 veya 1916’da değiliz; 2016’dayız!)
Bu sayfayı ziyaret eden herkesin; özellikle “35” ve “80” numaralı metinleri dikkatle okumasını öneriyoruz!
Hoşçakalın.
CHP-HDP anlaşsın… YEREL ÖZERKLİKLER KURULSUN
Tam zamanıdır; ülkeyi kaosa, uçuruma, Hitler’ci bir faşizme sürükleyen; kendi ülkesinin insanlarına top, tüfekle saldıran ve saldırılardan bunalmış bir halkı kazanmak için…
Her il kendi meclisleriyle yönetilsin
Her il kendi Valisini seçsin
Her il kendi savcısını seçsin
Her vali kendi emniyet müdürünü seçsin
***
Her il kendi vergisini toplasın; yüzde 10’unu merkeze versin
Her il eğitim, sağlık ve iç güvenlikte özerk olsun
Ordu, Sınırlar ve gümrükler vb. Merkezî İktidarın olsun
vs… vs…
**
Bu kaostan, bu diktatörlükten, diktatörlüğün kalmak için sürdürdüğü akıl ve ahlâk dışı baskıdan kurtulmanın acil ve “yumuşak” çözümü…
Bu Türk-Kürt, Sünni, Laik, Alevi parçalanmasını körükleyenlerden kurtulmak; iç savaşa, kargaşaya düşmeden yeniden ayağa kalkmak için…
*
Tam da Kürt halkı ezilirken; tam da Batı, bir yarı-açık cezaevi olmuş, faşizan totaliter baskı altında inlerken bir ortak payda bulup, kuşatmayı yarmalı.
İktidar Doğu’da zafer kazandığında, Batıdaki faşizm dayanılmaz olacak; ya faşist diktanın suç ortağı olacak ya da işsiz, sefil veya cezaevinde yaşayacaksın.
Zaman daralıyor…
CHP ve HDP yerel özerklikler üzerinde acilen tartışmalı, anlaşmalı… Bu faşizmin sonunu ya da CHP bu ya da buna benzer bir etkili öneri, inisiyatif ortaya koyamazsa, zaten kendi sonunu da getirecektir.
“CHP ve HDP yerel özerklikler üzerinde acilen tartışmalı, anlaşmalı” diye yazmis ogürsel. politikacilar da söyle diyecekler: “emriniz olur sayin gürsel bey!” ogürsel’in yazisi devlete ve topluma ayar-düzen vermeye calisan kapitalist bireyin toplum mühendislik ahmakligina güzel bir örnek. bilmeyende sanacak ki AKP öncesi türkiye cennetti. 80 yil boyunca kemalist NATO generallerinin laik dikta yönetimini bize “özgürlük” diye satmaya calisiyorlar. sanki kemalist genarellerin yönetiminde kürdistan da katliamlar yoktu da, AKP ile basladi. sayin zileli, ogürsel’in bu yorumu, sizin burda devleti yönetmeye talip fraksiyonlardan birini digerine karsi destekleme, iktidar oyunlarinda taraf olma yazilarinizin ürünlerinden biridir. bu yanlis bilinci insanlara “anarsistlik” diye satiyorsunuz. “bayaz ya-LA-ka”larinda dikkat cektigi ekonomik mücadele insanlari ister istemez devlet ile karsi karsiya getirir. fakat sizin yada HDP’nin siyasi mücadelesi insanlari yine ister istemez devleti savunmaya, devleti ve düzeni daha isler bir hale nasil getirebiliriz, devletin bekaasi icin neler yapabiliriz pozisyonuna getirir. sizin yazilariniz ve okuyucularinizin yorumlari bu duruma iyi bir kanit teskil ediyor. ister HDP olsun ister komünist partisi olsun, siyasi bir partinin secimlere katilmasi ne anlama gelir: ben devleti ve toplumu yönetmeye talibim, üstelik bunu rakiplerim olan diger siyasi partilerden daha iyi yaparim. yasal siyasi partiler ile düzeni degistirecekleri illüzyonuna kapilanlara: secimleri ve kurallarini kendi yasasi ile belirleyen devlet, secimlerin düzeni-devleti yikmak yada degistirmek icin “suistimal” edilmesine asla izin vermez. böyle bir tehlikeyi savusturmak icin devlet, rejim-düzen “düsmani” partilerin secimlere katilimini engellemekten tutalim, parti kapatmaya, secilmis milletvekillerini -HDP’lilere yaptigi gibi- yargilama-cezaevine atmaya kadar cesitli yöntemlere basvurur. böyle yöntemlerin sadece T.C.’ye özgü oldugunu sanan demokrasi idealistlerine-ahmaklarina gelismis bati demokrasilerinden almanyadan da örnek verebilirim.
“Her il kendi meclisleriyle yönetilsin
Her il kendi Valisini seçsin
Her il kendi savcısını seçsin
Her vali kendi emniyet müdürünü seçsin”
sayin ogürsel’in bu yazdiklari yönetilmeyi icsellestirmis kapitalist bireyin icler acisi “özgürlük” anlayisini ortaya koyuyor: beni (türk) ahmet gütmesin-yönetmesin (kürt) mehmet gütsün-yönetsin, allah basimizdan vali, savci, emniyet müdürü gibi devlet büyüklerimizi eksik etmesin fakat, hangi devlet büyügümüzün bizi yönetip terbiye edecegine en azindan biz kendimiz karar verelim. devlet baba, bu kadarini da bize cok görme, yoksa “isyankar” bir kul-vatandas olurum ona göre haberin olsun!
sayin zileli, sizin “anarsist” özgürlük anlayisinizin ogürsel’inkinden farki var midir, varsa nedir?
83..“CHP ve HDP yerel özerklikler üzerinde acilen tartışmalı, anlaşmalı” diye yazmis ogürsel. politikacilar da söyle diyecekler: “emriniz olur sayin gürsel bey!” ogürsel’in yazisi devlete ve topluma ayar-düzen vermeye calisan kapitalist bireyin toplum mühendislik ahmakligina güzel bir örnek.”
***
Bana ahmak diyorsunuz; şu kesin; ikimizden biri kesinlikle ahmak!
**
Senin o ezberlediğin 19. yy lafları ile solun geldiği yer ortada.
*
Yerel yönetimlerle ilgili yazdıklarım sitede duruyor.
*
Anarşizm veya sosyalizm gibi tek sözcükle ifade edebilecek siyasal yanlılığım yok..
*
İnsan düşüncelerini yazar; tartışılır; ahmaklar yalnızca yargılar..
*
Korunmak istenilen devlet değil, toplumlar, halklar, insanlardır. Ahmaklar, Merkezî İktidar siyasetinden başka bir şey anlamaz; ezberleri bozulur.. Yönetmeye gelince; 100-500 yıl sonranın hayallerini yarın olacakmış gibi konuşanlar da sevimli ahmaklardır. Ve ergen isyancı zihinle, somut koşulları analiz edemeyen ezberci birikimiyle, basmakalıp devrim palavralarıyla ahmaklığının anlaşılmayacağını sanır.
*
yerel yönetimler en azından bu ülkede Merkezİ iktidarı parçalar; özgürlük alanları yaratır. Bu imkanı verir. Ahmaklar, toplumsal süreçlerin diyalektiğini anlamadan ahkâm keser.
*
Bu topraklarda 1923 den bu yana böylesi görülmedi! 12 Eylül bile! Ahmaklar bu ayrıntı farklılığını anlamaz; 12 eylül tüm burjuvazi ve Emp. adına herkese eşit Faşistti! AKP ise iç savaşı kışkırtan pervasızlığı ile çok daha kanlı süreçlerin taşlarını döşüyor..
Ahmaklık da bunu göremeyenlerin, göreni yargılamasıdır.
*
İnsan her yazılanı, arkasındaki kaygıyı, “öngörüyü” anlamayabilir.. Anlamadığı halde anlıyormuş gibi yazmak da ahmaklığın standardıdır..
*
Bir ahmak için de bu denli cevap yazmaya, anlamayacağı bakış açılarını yinelemeye kalkışmanın da pek akıllıca olduğu söylenemez…
bu postmodern faşizm
K. Evren E. Eren’i astırdı; “adamcağıza” hala ne deniliyor; şimdi doğrudan kafasına sıkılıyor. Yaşını büyütmeye de gerek yok!
O “bebek katili Apo!” Şu bebekleri kim öldürüyor..? İşkence yapılmıyor! İnfazla sokak aralarında yapılınca gerek de kalmıyor..
**
Burada önümüzdeki 3-5 yılı nasıl yaşayacağız? Toplumun yüzde 13 ‘ü IŞİD e olumsuz bakmıyor.. MHP kafası ortada… Sol’un gücü, CHP küçükburjuvazisinin cesareti, öngörüleri ortada..
*
Palavra değil.. olabilecek bir siyasal taktik (strateji değil!) öneren varsa söylesin, yazsın..
Hitlerci faşizmin “reel koşullarda” nasıl önlenebileceğine dair bir düşünce..
*
Devrim iyi de bunu yapacak sınıf yok ortada. Anarşizm iyi de yüzde 60 sağcı-edilgen yığınlar var ortada..
Milyonlarca insanı boğazlayarak devrim yapılmaz ki…
(Not: Bu metnimizi sayın “marxist argüman” da isterse okuyabilir.)
Sayın “ogürsel” 82 ve 84,
Size; 35 yıldan fazla “kapitalizmi öksürmeyi unutmuş olduğunuzu” defaatle işaret etmiş olmamıza rağmen, hatanızda ısrar ediyor olmanıza üzülüyoruz! ( http://www.gunzileli.com/2015/05/28/diktatorluge-karsi-direnis-barikatina-bir-tas-da-sen-koy/ )
“82” ve “84” numaralı metinlerinizde dile getirdiğiniz ikazları, içinizde alev alev yanan isyanı, çığlık ata ata ses tellerinizin yırtılmasını; anlıyoruz, isyanınızı destekliyoruz, özellikle bu iki metninizin altına imzamızı atıyoruz! Fakat; EKSİK (AMA “İNADINA EKSİK!”) KALMAYA NİÇİN BU KADAR TEŞNE OLDUĞUNUZA DA BİR TÜRLÜ ANLAM VEREMİYORUZ?!
Sayın “marxist argüman” size çok temel bir soru soruyor, siz ise ısrarla “lâf bükmeye” devam ediyorsunuz!
Sayın “marxist argüman”, “devlet mekanizması”nın faşizmine karşı insanların harekete geçmeye gönülsüz davranmasının ana sebebi “kapitalist ekonomi”dir, diye bas bas bağırıyor; siz ise, sayın “ogürsel”, “ahmak” kelimesini fütursuzca kullanmaktan hoşnut oluyorsunuz!
Bakın bakalım:
12 Eylül 1980 öncesi bu ülkenin ekonomi koşullarına,
13 Ocak 2016 öncesi bu ülkenin ekonomi koşullarına;
Nasıl farklılıklar bulacaksınız?!
Sayın Gün Zileli ile “Verita Kitap” bir söyleşi yapmış ( https://www.youtube.com/watch?v=RiX5e8hOj2s ).
Bu söyleşinin 56. dakika 24. saniyesinde, masadaki gözlüklü beyefendi “24 Ocak 1980 kararları”ndan bahsetti. Sayın Zileli’den gık çıkmadı!
Eğer bu ülkede “sol’da olan” ve kendini “sol’da zanneden” kesimler, “24 Ocak 1980 kararları”nın ne olduğunu bilmiyorsa; ölmüşüz de ağlayanımız yok!
Size ( http://www.gunzileli.com/2015/05/28/diktatorluge-karsi-direnis-barikatina-bir-tas-da-sen-koy/ ) adresinde yaptığımız görüşmelerde şu soruyu sorduk:
Eğer “kapitalizmin dayattığı yapay ve ölümcül rekabet”e karşı mücadele yürütmezseniz,
Eğer kapitalizmin kuluçka merkezleri olan “şirketokrasi”ye karşı mücadele yürütmezseniz;
“Devlet mekanizmasının” faşizmini, “devlet mekanizmasının” cellatlığını nasıl ortadan kaldırmayı plânlıyorsunuz?!
Bu sorularımıza verdiğiniz yanıt:
1978-79 ders yılında, siz henüz üniversite öğrencisiyken, birkaç “sol babaların” yazdığı kitapları okumuş olduğunuzu söylemeniz,
[bence “rekabet” doğanın temelinde mevcut. Örneğin en başında 100 milyon sperm rekabet eder, ovymu döllemek için!] ifadenizle “kapitalizmin dayattığı rekabetin ‘r’sinden” haberiniz olmadığını göstermeniz,
Ve günümüz solunun 19. yüzyılda debelenip durduğu tespitini yazmanız!
Günümüz solunun 19. yüzyılda sıkıştığını bizler de söyledik, bizler de yazdık, bizler de bağırdık! Bizler de, yani bebekliklerinden itibaren patron kıçı yalamak için yetiştirilmiş “Beyaz Ya-LA-ka”lar da, o sayfada yazdık! Yazdıklarımızı dikkatle okursanız görürsünüz! Tespitlerimiz sizinkinden farklı değil ki! Ama siz utanmadan arlanmadan “tarih madenciliği” yapmaya devam ettiniz, yine “tarih öğretmenliği” yapmaya devam ediyorsunuz!
17 Ocak 2016 “Pazar” günü protesto çağrınız var ( http://www.gunzileli.com/2016/01/05/17-ocakta-sokaklari-bos-birakin-hareketi/ ). Niçin “pazar” gününe ayarladınız da; “hafta içi”ne ayarlamadınız?! Çünkü; sizin de hastanede “hafta içinde işiniz & gücünüz var!” değil mi sayın “ogürsel”?!
Şöyle bir zırva yazılmış:
{{{
( http://www.gunzileli.com/2016/01/05/17-ocakta-sokaklari-bos-birakin-hareketi/ )
3’e
kapitalizm’i tüketim besliyordu ya.. Düşmanı kalbinden vurmak için pazar günü..
Salakça para harcanmasın diye…
*
yahu, adamlar “çocukları öldürmeyin” diyene bile top yekun saldırıyor…
Havaya bakın; bu utanmazlıkları pervasızca yapıyorlar..
siz nerede yaşıyorsunuz…?
Kemik sağ’ın oyu yüzde 60. Devlete köle % 60…
Sokaklarda cesetleri umursamayan yüzde 51!
Koyun gibi sünni savaşında ölmeye gönüllü yüzde 20, gönülsüz ama itiraz etmeyecek yüzde 35; toplamı 55..
*
Enver, o Sarıkamış’ta 80.000 askeri soğukta donarak öldürmüş.. Zavallı Enver Paşa! Bu 80.000 insandan neden kimse itiraz etmedi de ölümü seçti?
*
Buralarda işler bildiğiniz gibi değil
}}}
İşte cevabımız:
Paranın harcanması için ilk önce “emeğin patron tarafından sömürülerek maaşın & ücretin kazanılması gerekir”!
“Hafta içi!”nde kemiklerinde bir damla ilik kalmayana kadar sömürülen insan, önüne atılan 3-5 kuruşu harcamak için “pazar” günü, AVM’den AVM’ye gezer! Sizin (haklı) eylem çağrınıza katılmaz! Saçmalamaktan vazgeçiniz!
(Not: Eylem çağrınız haklı, doğru, yerinde, meşru, yapılmalı! Fakat “‘şirketokrasi’nin tahakkümü”nden haberiniz olmadığı için zırvalamışsınız!)
En basit gerçeği bile göremeyecek kadar “kapitalizmi öksürmeyi unutmuşsunuz”!
Artık 1716’da, 1816’da veya 1916’da değiliz; 2016’dayız! Dünyayı “şirketokrasi” yönetiyor!
“Tarih”ten, sadece ama sadece birbirimizin başına çivi gibi çaka çaka “tarih öğretmenliği” yaparak nasihat alınmaz; “eylem”e geçmeye mecburuz!
Yazık!
Ölmüşüz de ağlayanımız yok!
“Şiddete başvurmayan ‘doğrudan eylem’;
Yaratmayı amaçladığı ‘bunalım ve gerilim’ yoluyla,
Müzakere masasına oturmaya inatla yanaşmayan toplumu kılcal damarlarına işlemiş sorunla nihayet yüzyüze gelmeye zorlar!
Sorunu daha fazla göz ardı edilemeyecek biçimde dramatik duruma sokar!
Acı tecrübelerimizden biliyoruz ki:
Ezenler özgürlüğü asla gönüllü olarak vermezler;
Ezilenlerin özgürlüğü kendi elleriyle alması gerekir!”
Martin Luther King, Jr.
ABD-Birmingham hapishanesi
16 Nisan 1963
( http://abacus.bates.edu/admin/offices/dos/mlk/letter.html )
86..
yapmayın arkadaşlar.
o arabesk filmindeki tip gibi, her kapı arkasında, her ağaç ardına gizlenmiş, her perdenin kıyısında ortaya çıkmayın..
“Metin Feyzioğlu, “Kanlı terör örgütü PKK’ya bir cümlecik dahi aleyhte konuşmadan sürekli ama sürekli Türkiye Cumhuriyeti’ne söz söyleyenleri mütareke döneminin işgal altındaki sözde aydınlarının kalıntıları olarak niteliyorum” dedi”
**
RTE’nin aşağıladığı adam şimdi onunla aynı dili konuşuyor…
İşte memleket bu halde..
Ben Merkezî İktidar parçalansın derken bir sürü “ahmak” anlamıyor.
Var olan koşullarda “sol” eğilimli hiç bir siyaset Merkezî İktidarı ele geçiremez.. Geçirirse de en iyisi RTE’yi bile aratır!
*
Ne çok gizli MHP’li var! RTE boşuna orada bu politikaları yürütmüyor; mallarını tanıyor. Bu mal’lara kızmakta haklı; sanki ondan iyisini yapacakmış gibi heveslerle çıkıyorlar ortaya…
86’ya..
anlamak istemediğiniz şey şu…
sizin o kitap kapaklarınız bir toplumsal devrim yapıldıktan sonra gündeme gelir! O kitaplar devrim yapmaz; devrimi biçimlendirir.
Kapitalizm vahşi insan doğasının ta kendisidir. Bencillik ve açgözlülük insanın doğasında vardır. Yardımlaşma ve iyilik de..
10 bin yıldır insanın içindeki bencillik ve açgözlülük semirtildi.
**
Kapitalizm öksürükle atılmaz; öksürük krizi ile gözleri kan çanağına dönerek, ses telleri yırtılarak, boğula, boğula atılacak!
daha ancak “öhö” aşamasına gelinen evrede , tarihsel süreçleri umursamayan bu iyimserliğinizi paylaşamıyorum..
İnsanlara FIRSAT verin! Ve bilin ki, ömrünüze sığmayacak iddia taşıyorsunuz.. Sakin olun…
M. Feyzioğlu güruhuna birileri anımsatmalı;
Kurtuluş savaşı Kürt halkı ile birlikte başarıldı ve Kürt halkı temsilcileri önemsendi…
Sonra onlara ihanet edildi.. ama bu bir gerçeği değiştirmez…
Bu iş, Diktatörlükten Kurtuluş Savaşı böyle olur! Ve kazandıktan sonra yaşanılan tarihsel deneyim ile uzlaşma sağlanarak mümkün olur..
Bunlar taşkafalı Atatürkçüler… Çapsız, yalakalar… Nasıl bir “işgal altında ” olduklarını anlayamayacak, cellatları ile aynı dili konuşacak kadar zavallılar…
ogürsel’e yanit:
-önce “beyaz ya-LA-ka”lar icin 24 ocak 1980 ekonomi reformlari ile ilgili not: 24 ocak kararlari sizin yazdiginiz gibi 12 eylül darbesine finansal kaynak saglamak icin alinmadi. darbe ile 24 ocak reformlari iliskisini ba$ üstü cevirmissiniz. 24 ocak kararlari IMF’nin T.C.’ye verdigi kredi karsiliginda dikte ettigi reformlardir. 12 eylül darbesi ise 24 ocak kararlarinin hayata gecirilmesinin zeminini hazirlamak, o dönemde güclü olan sendikal-toplumsal muhalefeti bastirmak icin yapilmistir.
-sayin ogürsel, sizin amaciniz dünyada olan biten siyasal-ekonomik-toplumsal meseleleri anlamak ve baskalarina da anlatmak degil, kapitalist toplumun ahlak zaptiyesi rolünü benimseyip, moralist-ahlakci bir bakis acisi ile yargiclik yapip vicdanini rahatlatan biri oldugunuz belli oluyor.
-toplumsal olaylari istediginiz gibi yönlendireceginiz hazir recete pesindesiniz. öyle bir recete yok, illede recetevari bir sey ariyorsaniz benim cevabim kapitalizme karsi “dogru bir bilinc” edinmek ve bunu diger insanlara tasimaya calismak. fakat sizin böyle uzun vadeli projelere ilginiz olmadigini ben anladim. sizin durumunuz $una benziyor: insanlar her gün a$k’i, kar$i cinsi konu$maktan bikmazlar ama “hele gelin birde hepimizin kaderine hükmeden $u ekonomiyi konusalim” deyince, hic kimsenin ilgisini cekmez. calisanara, ekonomik sefaletin kaynagini anlatmaya calisinca, onlar da tipki sizin gibi kendilerini ekonomik darbogazdan kurtaracak kisa vadeli acil bir hazir recete soruyorlar. kürdistan da, van da, diyarbakir da aclik, yoksulluk, sefalet diz boyu. sizin ve sayin zileli’nin böyle konular hic ilgisini cekmez. en az siyasi hadiseler kadar trajik olan kürdistanda ki ekonomik sefalet neden kimsenin gündemine girmez: cünkü serbest piyasa ekonomisinde gemisini kurtaran kaptan; her birey kendi yoksullugundan-sefaletinden kendisi sorumludur, bu bireylerin özel sorunudur. sayin ogürsel, vicdaninizi rahatlatip rahat uyuyabilmek icin ahlak zaptiyeligi yapacaginiza $u soruya bir kafa yorun: üretim araclarinin, teknigin, üretim verimliliginin yüz yil önceye göre en az yüz kat arttigi günümüzde neden milyarlarca insan hala acliga, sefalete mahkum? bir tarafta biriktikce biriken kapitalist zenginlik, bununla baglantili olarak diger tarafta arttikca artan yoksulluk, sefalet sizi niye hic rahatsiz etmiyor? tabii siz insanlarin yoksulluk gibi “özel” sorunlarina burnunuzu sokmayacak kadar kibar bir ahlak zaptiyesisiniz. sizin sorulariniza özetle $u cevabi vereyim: sizi rahatsiz eden ve cözüm aradiginiz sorunlarin hepsi ekonomiyle, ekonomik üretim bicimiyle, kapitalist dünyanin siyasi düzeni olan ulusal devletler ve onlarin sirketlerinin rekabetiyle, para rejimiyle, dolar-euro emperyalizmi ile alakali. gördügünüz gibi bütün toplumsal-siyasal yollar ekonomiye cikiyor.
marxist argüman’ın o.gürsel’i yanıtladığı son yorumuyla ilgili ben de ona sormak isterim.
Kapitalizmi ve bütün sonuçlarını hepimiz biliyoruz. Hatırlatmanıza gerek yok. Asıl hatırlatılması gereken Marksizm -sadece reel sosyalizm değil, bütün olarak Marksizm- neden başarılı olamadı?
Böyle durumlarda başlangıcı sorgulamak gerek. İlk düğmeyi yanlış iliklerseniz diğerleri de öyle olur. Demek ki Marksizm’de yanlış bir şeyler var ki hem kapitalist düzeni değiştiremedi, hem de kurduğu reel sosyalizm deneyimleri – “gerçek sosyalizm” olup olmamaları bir yana – başarısız oldu.
Sayın “marxist argüman” 91’e,
[24 ocak kararlari sizin yazdiginiz gibi 12 eylül darbesine finansal kaynak saglamak icin alinmadi. darbe ile 24 ocak reformlari iliskisini ba$ üstü cevirmissiniz. 24 ocak kararlari IMF’nin T.C.’ye verdigi kredi karsiliginda dikte ettigi reformlardir. 12 eylül darbesi ise 24 ocak kararlarinin hayata gecirilmesinin zeminini hazirlamak, o dönemde güclü olan sendikal-toplumsal muhalefeti bastirmak icin yapilmistir.] yazmışsınız.
Hâlâ birbirimize “tarih öğretmenliği” yapmaya devam mı edeceğiz?!
“24 Ocak 1980 kararları”nın niçin alındığını bizler de, yani bebekliklerinden itibaren patron kıçı yalamak için yetiştirilmiş “Beyaz Ya-LA-ka”lar da biliyoruz!
Hiçbir şeyi [baş üstü çevirdiğimiz] yok!
“91”deki açıklamanızda; darbenin zaten gelmekte olduğunu, IMF’nin dikte etmesiyle Turgut Özal önderliğinde hazırlanmış “24 Ocak kararları”nı dayanak olarak kullanmayı ve bu kararları uygulamayı cuntanın zaten plânlamakta olduğunu kendiniz de ifade etmişsiniz: [12 eylül darbesi ise 24 ocak kararlarinin hayata gecirilmesinin zeminini hazirlamak].
Eğer “24 Ocak kararları” diye bir şey (kim dikte ederse etsin farketmez) alınmamış olsaydı; cunta, darbe yapmaya kolay kolay yeltenemezdi! Mutlaka ama mutlaka; cuntayı, ekonomik güvence altına alacak koşulların (IMF’nin kredisi örneği gibi) kendiliğinden oluşması için cunta beklerdi veya bu koşulların oluşması için poposunu yırtanlara destek olurdu!
“Ekonomi”nin ne kadar mühim bir unsur olduğunu siz de gayet iyi biliyorsunuz; “91” numaralı metninizin son kısmında sayın “ogürsel”e haykırmışsınız: [sizi rahatsiz eden ve cözüm aradiginiz sorunlarin hepsi ekonomiyle, ekonomik üretim bicimiyle, kapitalist dünyanin siyasi düzeni olan ulusal devletler ve onlarin sirketlerinin rekabetiyle, para rejimiyle, dolar-euro emperyalizmi ile alakali. gördügünüz gibi bütün toplumsal-siyasal yollar ekonomiye cikiyor.]
********************
Sayın “ogürsel” 87’ye ve 89’a,
[86..
yapmayın arkadaşlar.
o arabesk filmindeki tip gibi, her kapı arkasında, her ağaç ardına gizlenmiş, her perdenin kıyısında ortaya çıkmayın..] yazmışsınız.
Siz “meydancılık mesleğini icra eden bir kişi misiniz de” kimin nereden ve nasıl çıkması gerektiği hususunda kendi kendinize yetki verebiliyorsunuz!
Siz; “doktorluk” gibi çok asil bir mesleği icra ediyorsunuz; buradan ayrılmamanızı tavsiye ediyoruz!
Kusura bakmayınız sayın “ogürsel”:
Siz 35 yıldan fazla “devlet sektöründe sömürüle sömürüle göbeğini şişirmiş ve kapitalizmin dayattığı rekabetten haberi olmayan” bir konformistsiniz!
Sayın “ogürsel”;
Sizin “şirketokrasi”den de,
“Özel sektör”den de,
“Kapitalizmin dayattığı yapay ve ölümcül rekabet”ten de haberiniz yok!
Bu nedenle boş konuşuyor ve parmaklarınızı bu siteye girerek boşa yoruyorsunuz!
Hoşçakalın!
Yukarıdaki yorumda paylaşılan yazısında görüldüğü üzere, Metin Feyzioğlu gibilerinin temsil ettiği bu faşist-Kemalist devletçilerin Erdoğan iktidarından şikayet etmeleri çelişkinin dik alasıdır.
Eğer, Batı Anadolu’daki bu şoven devletçi halk, Doğu’da kendilerinin yaşadığı baskıyla [ki aslında yok böyle bir baskı, bu Batı’da halk değil, az sayıda birey için -bazı muhalif gazeteci, siyasetçi, asker vs- geçerli] kıyaslanamayacak bir zulüm yaşayan bir halka karşı o zalim devletten yana iseler bu iktidarı hak ediyorlar demektir.
91’e
ekonomi-politikle ilgili tüm yazdıklarına katılıyorum..
bilinenleri yinelemek istemiyorum..
Mücadelenin
çok kısa, kısa, orta ve uzun vadeli ele alınması gerektiğini düşünüyorum. “Çok kısa” vadeli “çözümleri”,
NASIL… NE YAPMALI’yı
“yüksek sesle”, yazarak düşünüyorum.. .
**
Farklı düşüncelere de açığım…
Beyaz yala ka arkadaşlara ekonomi politik ve kapitalizmi çok iyi içinden yaşayıp bilmelerinden hareketle bir sorum olacak.
Sorumda samimiyim özellikle kapitalizmi öksürme metaforlarını izinsizde kullandım samimi cevap alabililmek umuduyla soruyorum.
Son devlet-iktidarın savaş kaos konseptinden sonra imc de en devrimci öncüler yeniden müzakere masasına devlet-iktidarın dönmesini ne sağlayabilir sorusuna bir türlü anlamlı cevap bulamamışlardı
Naçizane daha öncede de paylaştım bu gün devlet-iktidarı bu savaş konseptini braktıracak yegane nedenin ekonomi olduğunu savaşı sürdüremeyecek seviyede ekonomik kriz ve çıkmaz olmadıkça reel politikte kaos ve savaş ikliminin devlet-iktidara zaman kazandırıp milli duygularda halkı devletin ardına dizen sonuçlarından dolayı yapılacak en uygun mücadelenin 6 milyon hdp seçmeni 3 ay ekonomiden çekilip vergisini ödemese 5 ekmek yerine 1 ekmekle yetinip ekonomik kriz kanpanyası yapılsa hdp ye mesafeli olup savaşa hayır açıklamasına katılmayıp ekonomik ambargo kampanyasına katılacak akp ve iktidar karşıtlarının da kampanyaya katılımı ile zaten iran-abd nükleer anlaşması fed faiz artırımı giderek küresel bölgesel ve yerel konjöktürün yarattığı reel ekonomik krizin kanpanya ile türkiye merkezli savaşı sürdüremeyecek seviyede kitleneceğini değil savaştan vaz geçmek siyasi iktidarı bile sallayacak seviyede sonuçları olabileceği tezi hakkındaki görüşünüz nedir.
Toplumsal muhalefet ekonomi özründenmidir neden ekonomi ki kapitalizmin asıl can damarını hiç bilmez kapitalizmin aslında kendi silahı ile daha iyi vurulacağı neden hiç aklına gelmez??????
http://demirden-kapilar.blogspot.com.tr/2016/01/hdp-demokrasi-platformunun-alternatif.html
14 Ocak 2016
Rusya’da yapılan kamuoyu araştırmaları Sovyet önderi Stalin hakkında olumlu düşüncelere sahip olanların oranının son 10 yılın en yüksek seviyesine çıktığını ortaya koyuyor.
TÜBİTAK’ta düzenlenen Ar-Ge Reform Paketi Tanıtım Toplantısı’nda konuşan Başbakan Ahmet Davutoğlu, “Barış Bildirgesi”ne imza atan 1128 akademisyeni hedef alırken, PKK’nın da Stalinist bir örgüt olduğunu iddia etti. Buna karşın, Rusya’da yapılan kamuoyu araştırmaları Sovyet önder Stalin hakkında olumlu düşüncelere sahip olanların oranının son 10 yılın en yüksek seviyesine çıktığını ortaya koyuyor. Yuri Levada kamuoyu araştırmaları merkezinin anketine katılanların yüzde 34’ü, “Stalin’e hangi hatalar ve günahlar mal edilirse edilsin, onun yönetiminde halkımız Büyük Anayurt Savaşı’ndan (2’nci Dünya Savaşı) zaferle çıktı” cevabını verdi. 2007 yılında bu şekilde düşünen Rusya vatandaşlarının oranı yüzde 28 idi.
Ankete göre Rusya halkının yüzde 20’si ise Stalin’in “Sovyetler Birliği’nin büyümesini ve aydınlanmasını sağlayan bilge bir yönetici” olduğunu düşünüyor.
Türkrus’un haberine göre, “Stalin, milyonlarca insanın ölümünden sorumlu zalim bir tirandı” seçeneğini anket katılımcılarının yüzde 21’i işaretledi.
Ankette yer alan diğer cevaplar şöyle:
Keskin sınıf savaşının, dış tehditlerin olduğu şartlarda devlette yalnızca sert bir yönetici düzeni sağlayabilirdi: %15
Stalin’in politikaları nedeniyle ülke 1941 yılında savaşa hazırlıksız yakalandı ve büyük kayıplar verdi: %13
Halkımız Stalin gibi bir lider olmadan yapamaz, er ya da geç böyle biri gelecek ve düzeni sağlayacak: %12
Stalin ve yaptıkları hakkında henüz her şeyi bilmiyoruz: %11
Stalin, Lenin’in ve diğer Bolşevik devrimcilerin başlattıkları davayı devam ettirdi: %6
“STALİNİST ANLAYIŞ”
Başbakan Ahmet Davutoğlu TÜBİTAK’ta düzenlenen Ar-Ge Reform Paketi Tanıtım Toplantısı’ndaki konuşmasında PKK’ya yönelik, “Özgür düşünceyi yok sayan Stalinist bir anlayışla benim olduğum yerde hiç kimse barınamaz diyen bir anlayışa sahipler.” ifadelerini kullandı.
http://odatv.com/davutoglunu-sasirtacak-stalin-haberi-1401161200.html
ABDULLAH CÖMERT
15 OCAK CUMA
SAAT: 09.00
BALIKESİR AĞIR CEZA MAHKEMESİ
KATILIM İÇİN İLETİŞİM:
FIRAT KÜFECİ: 0535 226 51 65
TELEFON NUMARASI GERÇEKTİR, DAVAYA KATILMAK İSTEYENLER ARAYABİLİR.
( https://twitter.com/140journos/status/687597551009312768 )
MEHMET AYVALITAŞ
18 OCAK PAZARTESİ
İSTANBUL ANADOLU ADLİYESİ
MUHARREM AYVALITAŞ’TAN ÇAĞRI:
“SON DURUŞMADA 30-50 KİŞİ BİLE DEĞİLDİK!
‘GEZİ’ BİTTİ, HERŞEYİ UNUTTUNUZ!”
( https://twitter.com/MEHMETAYVALITAS/status/687577706662342656 )
ogürsel icin not:
Devlet’e dair ideolojiler
ideoloji 1: “Devlet herkesi-hepimizi temsil ediyor.” Halk ve devletin bir, ayni sey oldugunu varsayan bu iddia, obje ve subjeyi ayni seylermis gibi kabul ederek devlete yönelik bir elestiriyi geri cevirir, ret eder. Bu bakis acisi, halkin günlük faaliyetleri ile devletin siyasi-ekonomik programinin gerceklesmesine hizmet etmesini ve örnegin secimlere katilmak, oy kullanmak, kamu düzenine uyulmasini dogal bir vatandaslik görevi olarak görür. Yalniz bu yasal yükümlülük ve haklar, halkin kendi belirledigi seyler olmayip, siyasi otorite olan devlet tarafindan belirlenir. Halkin kendini devlet ile özdeslestirmesi, devlet ile halkin gercekten bir ve ayni seyler oldugu anlamina gelmez. Diyelim ki vergi toplayip, bu vergi gelirlerinin nereye harcanacagina karar veren halk degil devlettir vs. Halk, devlet programina gönüllü hizmet etsede , bu onun devlet egemenliginin objesi oldugu gercegini degistirmez.
ideoloji 2: “Homo homini lupus-insan insanin kurdudur.” Siyaset bilimi, devletin varligini-gerekliligini insanlarin sözde vahsi tabiatina ve insanlarin bu vahsi tabiatindan dolayi devlet olmazsa birbirlerini “yiyecekleri” varsayimina dayandirir. Burdan varilan sonuc: devletsiz bir toplum düsünülemez; tabiati geregi siddete meyilli olan insanoglunu islah etmek icin devlet sart. Böyle sacma bir tezi cürütme cabasina girismek bir baska sacmalik olur fakat bu tezin kendi icinde celiskili oldugunu belirtmeden gecmeyelim: eger insan vahsi bir tabiata sahipse, yine insan tarafindan ve insan icin olusturulan devletin, insanin bu “vahsi egilimini” bastirmak yerine, bu “dogal hobisini” doyasiya yasamasi icin devletin buna imkan tanimasi daha mantikli olurdu.
Ideoloji 3: Bu teze göre devlet, insanin dil, kültür, örf, adet gibi tabii özelliklerinin ifadesinden baska birsey degildir. Bu tez su gercekleri görmezden gelir, örnek: dünyada cok sayida insan ingilizce bilir, konusur ama, ingilizce konusan bu insanlarin hepsi otomotikmen “ingiliz” olmaz. Ayni sekilde almanca bilen bir insanin alman yazar Goethe’yi okumasi onun “alman” sayilmasi icin yetmez. Tipki her alman’in Beethoven’i dinlememesi yada sevmemesi gibi.
Dikkat edilirse son iki ideoloji birbiri ile celisiyor: bir seferinde devlet, ortak dil-kültürel özellikleri sayesinde zaten “siyasi bir kolektif” olusturan insanlara hizmet icin vardir-gereklidir. Diger seferinde, güya vahsi bir tabiata sahip insanlarin bir arada yasamasini mümkün kilmak icin bir üst otorite olarak devlet sarttir. Her iki iddianin ortak noktasi: devleti insan tabiati ile iliskilendirmesi, insan tabiatina atfedilen celiskili uydurma özellikler ile devletin varligini mesrulastirmak.
Sonuc: Devlet-halk iliskisine iliskin bu aciklamalar bu iliskiyi yeterince aciklamiyor. Birincisi, devlet, yasal yükümlülük ile insanlari vatandas yapmakta, bu yasal düzenleme ile insanlar “halk” denilen kolektifin (volkskollektiv) bir üyesi olup, üyesi olduklari o toplum icin savasta ve barista sorumluluk tasimak zorundadirlar. ikincisi, devlet, halk denilen bu siyasi kolektifi günlük islerinde“kamu düzenine” uymaya mecbur kilarak, halki, devletin siyasi-ekonomik programinin gerceklesmesi icin hizmete kosmus olur.
92 nolu yoruma cevap:
-utangac kapitalizm savunuculari renklerini belli etmeye basladilar. bunlardan biri de sensin. “Kapitalizmi ve bütün sonuçlarını hepimiz biliyoruz” diye yazmissin. global kapitalizmin ürünü olan sefil insanlik ve tabiat manzaralari senin de dedigin gibi gözler önünde. yalniz benim ile senin farkin su oluyor: ben sürekli olarak dikkatleri suna cekmeye calisiyorum: ekonominin nasil organize edilecegine karar veren devletler ve isveren sinifidir. yani özel mülkiyetten tutalim para’nin, sermayenin sonsuz birikimi-büyümesi üzerine kurulu serbest piyasa ekonomisi ne allahin emridir, ne de tabiat-doga kanunudur; bunu belirleyenler devleti ve ekonomiyi yöneten insanlardir. sen ise cogunluk gibi bu sefil manzaralari dogal kabul ediyorsun, elestirmiyorsun. elestiriyorum diyorsan, elestirdigine dair bir yorumunu göster okuyalim.
-senin “kapitalizmi zaten biliyoruz, real sosyalizm neden basarisiz oldu” diye sormandan belli ki niyetin temiz degil. senin gibi yarim agiz kapitalizmi elestiriyormus gibi yapip sureti haktan görünüp marxizme gol atmaya calisanlari iyi taniyorum.
-birincisi: farz edelim senin düsündügün gibi sosyalizm kapitalizme alternatif olma potansiyeline sahip degil. bu durum benim kapitalizme yukarda yaptigim elestirileri gecersiz kilar mi? kapitalizme yaptigim elestirileri cürütemiyorsun ama, “kapitalizm alternatifsizdir” propagandasini yapmaktan da geri durmuyorsun.
-ikincisi: sovyetler birliginin kendini fesh etmesi yada real sosyalizmin basarisiz olmasindan sen burjuva dünyasinin propagandasinin da etkisi ile “kapitalizm alternatifsizdir” sonucuna varmissin. ben ise “real sosyalistler nerede yanlis yaptilar, o yanlislari düzeltelim” sonucuna vardim.
-benim bu yazinin altinda yaptigim kapitalizm elestirilerini dikkatli okusaydin, orda benim real sosyalistlerden hangi noktalarda ayrildigimi görürdün. fakat senin niyetin üzüm yemek degil bagciyi dövmek. ben yinede real sosyalistlerin yanlislarini özetlemeye calisayim:
1-) marx para’yi, para’nin varligini, para’ya endeksli ekonomiyi elestirmistir. real sosyalistler bu elestiriyi anlamadiklari gibi üstelik üstünde marx resmi olan para bastilar.
2-) marx, arti degeri elestirmistir. real sosyalistler bunu da anlamadilar yada islerine gelmedi, bunun yerine real sosyalistlerin politikasi “arti deger olsun fakat adaletli paylasilsin” seklindeydi. marx’in düsüncesi arti deger, kar, kazanc yerine insan ihtiyacina göre üretim.
3-) özetle para, arti deger, fiyat, kar, kazanc kapitalist ekonomiye ait kategorilerdir. real sosyalistler serbest piyasa ekonomisinin bu kategorilerini ret etmek yerine benimseyip kullandilar.
4-) ulusalcilik-milliyetcilik ideolojisi ve onun cisimlesmis hali ulus devlet kapitalist toplum ile ortaya cikmistir. real sosyalistler ulusalci-milliyetci ideolojiyi elestirip teshir edeceklerine ulus’u dogal bir olgu olarak kabul edip “uluslarin kaderini tayin hakki” yanlisini savundular, hala da sosyalistler bu yanlisi yapmaya devam ediyorlar. bundan dolayidir ki real sosyalist ülkeler “komünistlerin vatani olmaz” diye düsünüp aralarimda ki sinirlari kaldirmayi bir an bile akillarindan gecirmemislerdir; bilakis sosyalistlik ile ulusalcilik cin devriminde oldugu gibi ic ice gecmistir.
marxist düsünce sunu öngörür: insanlar temel ihtiyaclarini karsilayacak kadar calistiktan sonra geri kalan zaman ve enerjiyi hayatin tadini cikarmak icin kullanmalilar. mao ve stalin gibi real sosyalistler ülkelerini sürekli olarak gelismis kapitalist devletler ile kiyaslayip, bu devletler ile yarismislardir. kapitalizmi ortadan kaldirma iddiasini tasiyan real sosyalistlerin kendilerini sürekli kapitalist devletler ile kiyaslamalari, real sosyalistlerin kapitalizm ile baglarini tam koparmak istemediklerine, hatta kapitalizmin insanlari sömürerek ortaya cikardigi zenginligi, arti degeri taktir ettiklerinin kanitidir. bundan dolayidir ki, real sosyalistler insanlari gerektiginde zor ile posasi cikincaya kadar calistirmakta bir sakinca görmemislerdir.
5-) real sosyalistler devleti bir üst otorite olarak ret edip ortadan kaldirmak yerine toplumu yönetmek icin devleti yasatmaya devam etmislerdir. “halk demokrasisi” yada “sosyalist demokrasi” safsatasi ile var olan burjuva demokrasini de ortadan kaldirip devlet ve devlet partisi olan komünist partisi ile toplumu yönetmeye-gütmeye devam ettiler.
6-) marx’in da elestirilmesi gereken yanlis düsünceleri var. örnek: tarihsel materyalizm efsanesi. ilkel köleci toplum, feodal toplum, kapitalist toplum, sosyalist toplum falan fistik. kapitalizmin er gec yikilip yerini sosyalist topluma birakacagi düsüncesi kökten yanlistir. tarihsel olaylarin aktörü insandir, insandan bagimsiz isleyen tarihsel bir sürec yoktur. insanlar kapitalizmi yanlis bulup yeni bir düzen arayisina girmedikce kapitalizmin yikilmasi icin hic bir tarihi zorunluluk yoktur.
http://nisanyan1.blogspot.com.tr/2014/05/neden-sosyalist-degilsin-arkadas.html
102.. ye
Genel doğruları yazıyorsun; ben daha somut konuşmak istiyorum.
*
Kaçırmış olmalısın; yazmıştım ve sormuştum..
“Devrimci sınıf” kim?
Marks’ın işçi sınıfının devrimci olmadığı ortaya çıktı. O zaman “kapitalizm dışı” bir ekonomi-hayatı hangi sınıf yapacak? (Dolayısıyla Kapitalizm dışı bir hayata ait tartışmadan kaçınmıyorum; ama NASIL ve KİM tarafından sorularının doyurucu yanıtları “bence” yok.. 1- Marks’ın proleteryası bu işi yapamaz.. 2-Lenin modeli devrim değil, darbeciliktir! ..)
Bu koşullarda da “Büyük Hayal” ile çelişmeyecek ve kapitalizm ile “hesaplaşıncaya” dek, ve bu ülkenin verili tarihsel-toplumsal-siyasal ara çözümlere dair.. “yüksek sesle düşünüyor, yazıyorum..”
Ben Meseleye böyle bakıyorum! ..
Sayın “ogürsel” 104,
[Bu koşullarda da “Büyük Hayal” ile çelişmeyecek ve kapitalizm ile “hesaplaşıncaya” dek, ve bu ülkenin verili tarihsel-toplumsal-siyasal ara çözümlere dair..] yazmışsınız.
[“Büyük Hayal”] ifadenizle ne demek istediniz; daha açık, daha detaylı yanıtlar mısınız?
[ara çözümler] ifadenizle ne demek istediniz; daha açık, daha detaylı yanıtlar mısınız?
(Not:
Cevaplarınızı yazarken; “şaka”lar, “zahiri” ifadeler, “sembolik” terimler, “metaforik” üslup kullanmamanızı istiyoruz. Cevaplarınızı açık açık, hiçbir dil oyunu ve süslemesine meyletmeden yazar mısınız?)
Marxist arguman’in verdigi cevaplardan onun zihniyetinin karsi oldugunu soyledigi kapitalistlerden farki olmadigi anlasiliyor. Ayni totaliterlik. Boylelerinin eline guc gecse utangac kapitalist olmakla sucladigi insanlari karsi devrimci diye infaz bile edebilirler. Butun devrimler barbarlikla sonuclandi zaten. Kapitalizm diye soyut bir kotu, bir seytan kurgulamislar kafalarinda. Kendi bakis acilari mutlak iyilik. Ayrica, kapitalizm yikilinca yerine gelecek duzenin insanlarin butun ihtiyaclarini karsilayamayacagini dusunmeleri gerekir. Sinifsiz bir toplum kurulsa, sefalet ve aclik yok olsa bile duygusal acliklar ve bunlarin neden oldugu acilar ve siddet her zaman olacaktir. Hicbir duzen butun kotulukleri ortadan kaldiramaz.
Kamu borcu, Avrupa’nın içinden çıkmak için çabaladığı ekonomik krizin başlıca nedenlerinden biriydi. Başta Avrupa ülkeleri olmak üzere diğer ülkeleri de az veya çok etkileyen bu krizin yansımalarını hâlâ yaşıyoruz. Dolayısıyla güncelliğini koruyan bu konuya büyük katkı veren bir tartışmayı Haldun Bayrı’nın çevirisi ile sizlerle paylaşıyoruz.
Tartışmanın bir tarafında “21. Yüzyılda Kapital” kitabının yazarı, Fransız ekonomist Thomas Piketty, diğer tarafındaysa “Occupy Wall Street”in teorisyeni, Amerikalı anarşist & antropolog David Graeber var.
Graeber’in Paris’te bulunduğu bir sırada ikiliyi Fransa’nın önde gelen bağımsız internet platformlarından “Mediapart” bir araya getirdi. Joseph Confavreux ve Jade Lingered tarafından gerçekleştirilen tartışma 6 Ekim 2013’de yayınlandı.
*****
Joseph Confavreux & Jade Lingered
Antropolog David Graeber’ın “Borç, İlk 5000 Yıl”ı ( http://www.everestyayinlari.com/tr/kitap.asp?id=1454 ) ve ekonomist Thomas Piketty’nin “Yirmi Birinci Yüzyılda Kapital”i ( http://www.kitapyurdu.com/kitap/yirmi-birinci-yuzyilda-kapital-karton-kapak/351495.html ), son dönemin kuşkusuz en güçlü ve arıtıcı siyasî denemeleri.
İnsanlar arasındaki eşitsizliğin ve borçlardaki ağırlığın dayanılmaz doruklara tırmandığı bir duruma nasıl geldiğimizin çarpıcı bir manzarasını çıkarmak için, iki yazar da uzun tarihe (Piketty’de üç yüzyıl, David Graeber’da ise 5000 yıl) müracaat ediyor.
İkisi de etkileyici bir külliyata dayanarak özgün çözümler öneriyor:
Piketty’ye göre, sermayeden ve malvarlığından istisnaî, müterakkî (oranı matrahın çokluğu ile yükselen vergi) ve mümkünse dünya çapında bir vergi alınmalı;
David Graeber’a göre ise, yüzyıllar boyunca çok sayıda toplumda örnekleri görüldüğü gibi, borç reddedilmeli.
Graeber’ın Paris’e gelmesi vesilesiyle iki araştırmacıyı bu yüzden görüştürmek istedik. Borçlanma ve eşitsizliklerin artması süreçlerinden ekonomik, siyasî, ama aynı zamanda zihinsel bakımdan da özgürleşmenin nasıl mümkün olduğu sorusu üzerinde yoğunlaştı görüşmeleri:
=== SORU ===
İkiniz de ekonomik ve mali sistemin tükenme noktasına geldiğini ve bu halde uzun süre dayanamayacağını söyler gibisiniz. Bunun başlıca nedenlerinin neler olduğunu her biriniz bana anlatabilir misiniz?
THOMAS PIKETTY: Sistemin çöküşünün arifesinde olunduğundan emin eğilim; en azından sâfî ekonomik bakış açısıyla. Siyasî tepkilere ve elitlerin toplumun artakalan kısmını durumun kabul edilebilir olup olmadığına ikna etme kapasitelerine çok bağlı bu. Çok etkili bir kanaat aygıtı var ise, sistemin bu halde kalmayı sürdürememesi için hiçbir sebep yok. Dolayısıyla sistemin çöküşüne sâfî ekonomik kuvvetlerin sebep olacağını sanmıyorum.
Marx “kâr oranındaki düşüş eğiliminin kaçınılmaz biçimde kapitalist sistemi devireceği”ni düşünüyordu. Ben bir bakıma ondan daha kötümserim, çünkü ortalama %5 gibi bir sabit sermaye randımanı ve ölçülü bir büyümeyle bile, zenginlikler git gide daha fazla aynı ellerde yoğunlaşacak ve geçmiş mirasların ağırlığı daha da artacak.
Ama bu, başlı başına, bir ekonomik çöküş oluşacağı anlamına gelmez. Dolayısıyla benim tezim; Marx’ınkinden farklı, David Graeber’ınkinden de farklı. Bilhassa ABD’de olmak üzere hepimizin gözlemlediği bir “borç patlaması” oluştuğu muhakkak: Fakat, aynı zamanda, borcun toplamının hayli üstünde olan kuvvetli bir sermaye artışı da var.
Dolayısıyla yaratılan net zenginlik pozitif, çünkü sermayenin büyümesi borcun yükselişinden de süratli. Bunun illâki iyi bir şey olduğunu söylemiyorum. Fakat bu hâdisenin sistem çöküşüyle eşanlamlı olmasını gerektirecek sâfî ekonomik bir sebep yok.
=== SORU ===
Ama eşitliksizlikler düzeyinin dayanılmaz hale geldiğini söylüyorsunuz, değil mi?
THOMAS PIKETTY: Evet, ama bu noktada da, bahsedilen ülkeye göre, caydırma ya da baskı aygıtı, veya ikisinin bileşimi, böyle bir durumun sürmesine izin verebilir. Bir yüzyıl önce, sanayileşmiş ülkelerin elitleri, kamuoylarına rağmen, her tür müterakkî vergi salınmasını reddetmeyi başarmışlardı. Müterakkî gelire bir vergi getirilmesi için bir savaş gerekmişti.
DAVID GRAEBER: Ama bir kişinin borçlanması zorunlu olarak başka birinin zenginliğine tekabül eder, değil mi?
THOMAS PIKETTY: İlginç bir nokta bu. Kitabınıza hayran oldum, getireceğim tek eleştiri, sermayenin borçla özetlenmediği olurdu. Kamu borcu da olsa özel borç da olsa, daha fazla borcun başkaları için kaynaklar yarattığı doğru. Fakat borç ile sermaye arasındaki mümkün farklılıkları cepheden zikretmiyorsunuz. “Sermayenin tarihi”yle “borcun tarihi” aynıymış gibi yapıyorsunuz. Borcun şimdiye kadar tasarlanabildiğinden çok daha önemli bir rol oynadığını söylemekte haklı olduğunuzu düşünüyorum. Özellikle de, ekonomistlerin sermaye birikimi, takas, paranın yaratılması ya da para karşılığı ile mübadele üzerine anlattıkları peri masallarındakinden…
Borçlanma ilişkilerinde geçerli olan iktidar ve tahakküm ilişkileri üzerinde ısrar ederek bakışı kaydırtma tarzınız mükemmel. Ama sermaye bizatihi yararlıdır. Sermaye eşitliksizlikleri bir sorundur, ama kendi içinde sermaye bir sorun değildir. Bugün de öncekine nazaran çok daha fazla sermaye var.
DAVID GRAEBER: Sermayenin borçla özetlendiğini söylemek istemiyorum. Fakat herkese bunun aksi anlatılınca; bu öykünün “ücretlilik tarihi”, “sanayi kapitalizmi” ve “sermayenin ilk biçimleri” üzerine bıraktığı boşlukları doldurmak da bize düşüyor. Tayfı genişletmeyi deniyorum. Borcun artışı esnasında kaynakların da arttığını neden söylüyorsunuz?
THOMAS PIKETTY: Net zenginlik, yani borcu da hesaba kattıktan sonra hesaplanabilir kaynaklar arttı.
DAVID GRAEBER: Önceye nazaran kişi başına daha fazla mı zenginlik var yani?
THOMAS PIKETTY: Orası bâriz. Meskenleri ele alalım. Elli ya da yüz yıl önceye nazaran daha çok mesken olduğu gibi, bir üretim yılına oranla, öncekinden çok daha fazla “borcu düşülmüş” meskenler var. Bir yıllık (Gayrı Safi Yurtiçi Hasıla) GSYİH’ya eklendiğinde, bütün ekonomik faaliyetten doğan gelirler diye tanımlanan ulusal sermayeyi ölçerseniz, ülkedeki kamusal ve özel tüm aktörlerin borçlanmasını bundan çıkarırsanız; zengin ülkelerdeki oran kırk yıldır artmıştır. ABD’deki artış Avrupa ve Japonya’daki kadar göz alıcı olmamıştır, ama artmıştır. Dolayısıyla kaynaklar borçtan çok daha hızlı artıyor.
DAVID GRAEBER: Baştaki, “sistemin mümkün çöküşü” sorusuna dönersek; bu çeşit tarih tahminlerinin bir tuzak olduğunu düşünüyorum. Şurası kesin ki, bütün sistemlerin bir sonu var ve bunun ne zaman vuku bulacağını bilmek çok zor. Ama kapitalist sistemde bir yavaşlamanın işaretlerini görüyoruz.
Teknoloji düzeyinde, 1960 ve 1970 yıllarında olduğu gibi büyük icatlar arifesinde olduğumuz duygusunda değiliz. Siyasî görüşler anlamında, Birleşmiş Milletler’in kurulması ya da uzay programının başlatılması gibi savaş-sonrasının büyük projelerinden uzak görünüyoruz. Ekosistemimizin ve insan yaşamının sürdürülebilirliğini tehdit etmesine rağmen, iklim bozulmasına karşı bile hiç kimse bir şey yapamıyor.
Bu güçsüzlük duygusu da tam olarak, 30 yıldır caydırma ve zorlama aygıtlarının, kapitalist sistemin sürdürülebilirlik koşullarını yaratmak da dahil olmak üzere her şeyden ziyade, “ideolojik savaşı kazanmak için seferber edilmiş olmalarından”dır!
Neo-liberalizm; siyasete ve ideolojiye ekonomi karşısında öncelik tanımıştır. Strateji bakımından, kapitalizmi uzun vadede sürdürülebilir kılmak için işe koyulmaktan ziyade, kapitalizmin uzun vadede sürdürülebilir olduğuna inandırmak için yırtınmayı tercih etmiştir! Sonuç: Kendini boktan işlerde bulan insanlara başka mümkün hiçbir şey olmadığını düşündürecek ölçüde etkili bir muhayyile savaşıdır!
Bu “kapitalist ideolojik hegemonya”nın bugün sınırlarına vardığı iyice görülüyor. Sistemin çöktüğü anlamına mı gelir bu? Söylemesi zor. Ama çökmeye başlasaydı da şu gördüğümüze benzerdi. Ekonomik sistemler temel değişimler geçirebilir. Kapitalizm yakın tarihlidir, başka bir şey haline gelebileceğini tahayyül etmek mâkul.
=== SORU ===
Kapitalizm; sorunun bizatihi kaynağı mı, yoksa reforma uğratılabilir mi?
THOMAS PIKETTY: David Graeber’ın kitabında en çok takdir ettiğim noktalardan biri, “kölecilikle kamu borcu” arasında kurduğu devamlılık. Borcun en uç biçimi köleliktir: İlelebet bir başkasına aitsinizdir; potansiyel olarak çocuklarınız da. Genel anlamda uygarlığın ilerlemelerinden biri, kölecilikten kurtulmak olmuştur.
Oysa David Graeber’ın da bize açıkladığı gibi, borcun kuşaktan kuşağa kölecilikle yapılan aktarımı modern bir varoluş biçimine kavuşmuştur; o da kamu borcu ve onun borçlanmayı bir kuşaktan diğerine transfer etme imkânı veren artışıdır. Aşırı bir durum tahayyül edilebilir: Bir yıllık GSYİH değil de on ya da yirmi yıllık GSYİH mesâbesinde olan ve bütün üretimin, yaratılan bütün zenginliklerin “borç ödemesine tahsis edildiği”, köleleştirilmiş bir toplumu var etmekten ibaret, sonsuz bir kamu borcu miktarı! Bunun üzerinden herkes nüfusun içindeki bir azınlığın kölesi olurdu ki bu da tarihimizin başına bir dönüş olur!
Fiiliyatta henüz oraya gelmedik. Nitekim borca karşı sürülecek çok sermaye var hâlâ. Fakat şeylere bu şekilde bakmak, borçlulara suçluluk duygusunun aşılandığı, her birimizin ulusal kamu borcunda 30 ila 40 bin Euro borç payımız olduğunun kafamıza kakıldığı şu tuhaf durumu anlamaya yardım ediyor. Ayrıca çılgın bir şey bu; zira, bir kez daha tekrarlayacak olursam, kolektif olarak borçlardan fazla kaynaklara sahibiz. Nüfusun büyük bir bölümünün çok az sermayesi var, çünkü sermaye bugün çok yoğunlaşmış.
19. yüzyıla kadar; sermaye stokunun %90’ı nüfusun %10’una aitti.
Bugün biraz farklı: ABD’de, sermaye stokunun %73’ü en zengin %10’un elinde!
Bu öyle bir yoğunlaşma düzeyi ki, nüfusun %50’sinin sadece borcu var. Nüfusun bu yarısı için kişi başına kamu borcu, sahip olduklarından daha çok. Fakat nüfusun %50’sinin borçlardan fazla sermayesi var ve dolayısıyla “kemer sıkma politikaları”nı haklı göstermek için halk kesimlerine böyle suçluluk duygusu aşılamak saçma.
David Graeber’ın yazdığı gibi “borcun iptali çözüm mü peki?” Hiç karşı değilim buna. Ama malvarlığı üzerinden, en üst basamakların mükellefiyet oranları yüksek bir müterakkî vergiden daha çok yanayım. Niye? Çünkü bir gün sonranın neye benzeyeceğini bilme meselesi bu. Borcu bir iptal ettiğinizde ne yapıyorsunuz? Plan ne?
Borcu iptal etmek, son alacaklıyı, borcun son zilyetini suçlu telakki etmektir. Oysa işlediği şekliyle mali işlemler sistemi, en iri aktörlere iptalden epey önce ellerindeki kâğıtlardan kurtulma imkânı tanır. Son alacaklı, aracılık sistemi yüzünden, ille de çok zengin değildir. Borcu iptal ederseniz, bu yüzden zenginlerin para kaybedeceği kesin değil.
DAVID GRAEBER: Borç iptalinin tek çözüm olduğunu ileri süren yok. Benim için, bir çözümler dizisi içinde kaçınılmaz bir unsur bu. Borcun iptalinin bütün sorunlarımızı çözebileceğini sanmıyorum. Daha çok kavramsal bir kopuş bu. Açık konuşursam, borcun toptan silinmesinin her halükârda şu veya bu şekilde vuku bulacağına inanıyorum.
Benim için tartışma daha ziyade bu iptalin şekilleri üzerinde dönüyor:
Ya açık bir biçimde, dikey bir kararla ve mevcut yapıları koruyarak olur;
Ya da toplumsal hareketlerin itmesiyle olur!
Konuştuğum siyasî ya da ekonomik yetkililerin çoğu borcun bir şekilde reddinin elzem olduğunu teslim ediyorlar!
THOMAS PIKETTY: Benim sorunum da bu: Bankacılar sizinle aynı fikirde!
DAVID GRAEBER: Borç silindiği andan itibaren asıl mesele, sonunu iyi getirmek için bu süreci nasıl ele alacağımızı bilmek! Zira tarihte, çoğu zaman hakkaniyetsiz olan mevcut toplumsal yapıların muhafazasına hizmet etmiş çok sayıda borç silme örneği var.
Fakat borcun silinmesi bazen toplumsal değişimin oluşmasına da hizmet etmiş. Atina ve Roma anayasalarının kökenine bakalım mesela; iki durumda da bir borç krizi vardı ve bu krizi halletmenin bir şekli yapısal siyasî reformlar yapmak olmuştu. Roma cumhuriyeti ve Atina demokrasisi borç krizinden doğmuştur.
Aslında bütün büyük siyasî dönüşüm anları şu veya bu şekilde borç krizinden doğmuştur. Amerikan Devrimi sırasında Büyük Britanya nezdinde borcun reddedilmesi taleplerden biriydi.
Siyasî mucitlik gerektiren benzer bir anla karşı karşıya olduğumuzu düşünüyorum!
Ama borç silme kendinde bir çözüm değil, çünkü tarihte bunun korkunç biçimde geriletici versiyonları var. “Boston Consulting Group” bu konuyla ilgili olarak “Mezopotamya’ya Dönüş” başlıklı bir raporu böyle yumurtladı; toplu borç silme durumunda neler olup biteceğini görmek için modelleri elden geçiriyorlar. Vardıkları sonuç: Bunun büyük ekonomik karışıklıklar yaratacağı, fakat yapılmadığı takdirde de daha çok karışıklığın çıkacağı! Ekonominin “güncel yapıları”nı korumak istiyorsanız, buradan geçmenizin gerekeceği! İşte; borç silme önerisine tipik bir gerici cevap örneği!
Kapitalizmle ilgili olarak ise, 50 yıldan fazla dayanabileceğini tahayyül etmekte zorlanıyorum; özellikle de ekolojik sorun bakımından. “Occupy Wall Street” hareketini somut öneri dile getirmediği için kınadıkları vakit (ki getirmiştik), biraz da kışkırtmak için, borcun iptali ve 4 saatlik işgününün getirilmesi çağrısında bulundum. Ekolojik açıdan yararlı olurdu ve çoğumuzun, büyük bir bölümü insanları meşgul tutmaktan başka hiçbir şeye yaramayan işlerde çalışmasını gerektiren çalışma zamanının aşırı büyümesine cevap verirdi.
Günümüzdeki üretim tarzı, ekonomik ilkelerden ziyade ahlâkî ilkeler üzerine kurulmuştur.
“Borcun”, “çalışma saatleri”nin ve “çalışma disiplini”nin artması; bunların hepsi atbaşı gidiyor gibi!
Şayet “para”, hepimizin elde tuttuğumuz banknota aynı değeri verme vaadiyle oluşan bir toplumsal ilişki ise; çalışmaya bağlanma ve üretkenliğin geleceği hususunda ne tür vaatlerde bulunmayı dilediğimizi düşünmemek niye?! Bunun için “borcun yürürlükten kaldırılmasının kavramsal bir kopuş olduğu”nu söylüyorum. Demokratik biçimde tekrar müzakere edilebilir; başka toplumsal sözleşme biçimlerini tahayyül etmede bize yardımcı olması için.
=== SORU ===
Thomas Piketty, size göre, borcun reddedilmesi “uygar” bir çözüm değil. Ne demek istiyorsunuz?
THOMAS PIKETTY: Çünkü borçların son alacaklıları ille de ödettirmek gereken kişiler değildir. Zenginlikler üzerinden bir müterakkî vergi hakkında ne düşünürsünüz David Graeber? Bu sonuca ulaşmanın daha uygar bir tarzı gibi geliyor bana.
Borcun feshedilmesinin sizin dışınızdaki en ateşli destekçilerinin, IMF ve Bundesbank’ta (Almanya Merkez Bankası) kullanılan deyişle “haircuts” (kesinti, tıraşlama, teminatın değer kaybetme ihtimaline karşılık borç verenin mağdur olmaması için ödenen risk primi) isteyenler olmasına gerçekten şaşakalmam üzerinde ısrar ediyorum!
“Haircuts”, sözü şuraya getirir: Kamu borçlarının zilyetleri çok risk aldılar, dolayısıyla şimdi, ödeme yapmalılar. Yunanistan’ın borcunun değerini %50 indirelim; Kıbrıs’ın borcunun da %60’ını. Bu hiç de ilerici bir çözüm değil!
Beni mazur görün ama, hedeflemek istediklerimizi daha iyi hedefleyebilmek için hangi aletle donanmamız gerektiği, hangi kolektif kurumları yaratmamız gerektiği sorununu “ciddiye almamanız” şaşırtıyor beni! Biz entelektüellerin rolünün bir kısmı da inşa etmek istediğimiz kolektif kurumları söylemek; vergi de bunların biri.
DAVID GRAEBER: Müterakkî vergi bana “Keynesçi çağ”ın ve artık hakikaten savunulamaz görünen “büyüme oranı varsayımları” üzerine kurulu yeniden dağıtma mekanizmalarının tipik özelliği gibi geliyor. Bu “yeniden dağıtıcı mekanizma biçimleri”; tarihsel olarak “yeniden dağıtıcı vergi politikaları”nın yerleştirilmesiyle aynı zamanda oluşan ücret artışlarına bağlı yüksek üretkenlik tahminlerine dayanıyor.
Acaba bu politikalar bir düşük büyüme ortamında sürdürülebilir mi? Toplumsal sonuçları ne olur?
THOMAS PIKETTY: Düşük bir büyüme bu tipte “yeniden dağıtıcı vergi araçları”nı daha da arzu edilir kılar. Sadece geleneksel gelir vergisinden söz etmiyorum; düpedüz zenginliğin ve sermayenin müterakkî vergilendirilmesinden söz ediyorum!
İnsanların sahip olduğu bir sermaye miktarı var; borçtan arındırılmış değer olarak. Bu sermayeye müterakkî bir mükellefiyet oranı dayatırsanız, çok aza sahip olanlar için mükellefiyet oranı negatiftir; bu da dolayısıyla borçlarının bir kısmının silinmesi anlamına gelir. Dolayısıyla “Keynesçi gelir vergilendirme politikaları”ndan çok farklı bir şey söz konusu.
Ayrıca “düşük büyüme”, “gelir vergisi”ni ve “servet vergisi”ni daha da arzu edilir kılıyor, zira düşük bir büyümeyle birlikte, büyüme oranıyla sermayenin randıman oranı arasındaki makas açılır.
İnsanlık tarihinin büyük bölümünde, ekonomik büyüme neredeyse sıfır mertebesinde olmuştur; sermayenin randıman oranı ise %5 civarında. Büyüme oranı savaş sonrası Avrupa’daki gibi %5 civarında olunca, ikisi arasındaki makas dardır dolayısıyla.
Fakat büyüme oranı %1, hâttâ bazı Avrupa ülkelerindeki gibi negatif olduğu zaman; iki oran arasındaki makas muazzam açılıyor!
Sâfî ekonomik bakış açısıyla bu bir sorun değil; ama toplumsal bir bakış açısıyla sorun, çünkü; büyük servet yoğunlaşmalarına yol açıyor! Buna karşı; “servetin” ve “malvarlığı”nın müterakkî vergilendirilmesi yararlıdır.
DAVID GRAEBER: Ama sermayeye konulacak bu müterakkî verginin uluslararası olması gerekmez mi?
THOMAS PIKETTY: Evet, elbette! Ben de sizin gibi “enternasyonalist”im, dolayısıyla bu noktada aramızda bir tartışma çıkacağını sanmıyorum.
DAVID GRAEBER: Yine de ilginç bu; zira, tarihsel olarak, kredinin güçlü olduğu bir çağa geçtiğinizde, genel olarak “borçluları koruyup alacaklıların saçmalıklar yapması”nı, “borçlulardan yana önlemler alma pahasına engelleyen” bir tür çıkıntı mekanizmanız vardır!
Alacaklıların borçlular üzerinde fazla nüfuz kurmalarını engelleyen bu mekanizmalar çeşitli biçimlere bürünmüştür: Mezopotamya’da tanrısal hukuk monarşisi, Kitabı Mukaddes’te “yubil” yılı (elli yılda bir gelen azatlık ve meserret yılı), Ortaçağ’da kilise hukuku, Budizm, Konfüçyüsçülük: Kısacası, o toplumlarda kredi üzerindeki denetimi elinde tutan kurumsal ve-veya manevi bir aygıt vardı.
Bugün; kredinin belirleyici olduğu bir evredeyiz, fakat işleri tersten yapıyoruz! Neo-liberalizm bir “iman biçimi gibi görülebildiği ölçüde” neredeyse dinî tabiatta olan çıkıntı mekanizmalarımız şimdiden var; fakat, borçluları alacaklılardan korumak yerine, tersini yapıyorlar!
30 yıldır: “IMF”, “Dünya Ticaret Örgütü”, “Breton Woods”un rahminden çıkan mali kurumlar, “yatırım bankaları”, “çokuluslu şirketler” ya da “uluslararası sivil toplum kuruluşları”nın oluşturduğu bütün; (Birleşmiş Milletler’in aksine) kararlarını uygulatma olanakları bulunan “dünya çapında uluslararası bir bürokratik sistem” teşkil ediyor!
“Finansçılar”ın ve “alacaklılar”ın çıkarlarını savunmak için bütün bu yapı göstere göstere yerleştirilmiş olduğuna göre, seferber edildiği amacın tersini yapması için o aygıtı dönüştürmek siyaseten nasıl mümkün olabilir?
THOMAS PIKETTY: Daha fazla insanı ikna etmek gerekecek, ne diyebilirim size?!
Nereye gitmek istediğimizi bilmek bile önemli!
Beni endişelendiren ise; bahsettiğiniz büyük kurumlar için borcu iptal etmenin sizin düşündüğünüzden çok daha doğal olması. Şu “haircut” deyişini niye seviyorlar? Çünkü pazarın ahlâk sisteminde kalıyorsunuz! Suçlu; borcu olan! Bence risk; finans kurumlarının sizin tasvir ettiğiniz istikamette gitmeleri.
Tipik bir biçimde, Kıbrıs Krizi sırasında, sermayelere müterakkî bir vergi tasarısı tartışılmış olmasına rağmen, biraz terakkiyle, “IMF” ile “Avrupa Merkez Bankası”, sonunda herkese eşit bir dolaylı vergi tercihinde bulunarak “haircuts” usûlüne gitme kararı aldılar.
Fransa’da, 1945-46’da, muazzam bir kamu borcu vardı. Çözüm için iki araç kullanıldı. Önce bolca enflasyon (ki tarihte borçtan kurtulmanın başlıca usûlüdür), fakat insanların elindeki azı da azalttı o; mesela yoksul yaşlı kimseler herşeylerini kaybettiler! Bunun sonucunda, herşeylerini kaybetmiş bu emeklilere asgari bir gelir biçimi, bir yaşlılık yardımı yaratılması için 1956’da ulusal mutabakat sağlandı. Zenginler bu enflasyon yüzünden hiçbir şey kaybetmediler! Enflasyon onların servetlerini azaltmıyor, çünkü sağlam aalanlara yatırıyorlar, bu da servetlerini koruyor!
O zenginlere asıl para kaybettiren şey, o sırada yerleşen bir başka mekanizma: 1945’te getirilen bir müterakkî ve istisnaî vergi. Oysa 70 yıl sonra IMF, sermaye üzerinden bir tedrici müterakkî vergi getirmenin teknik açıdan imkânsız olduğuna inandırmaya çalışıyor bizi! Şu bahsettiğiniz kurumların “haircuts”ı tercihinde güçlü ideolojik nedenler olmasından korkuyorum gerçekten!
=== SORU ===
Bir “vergi kaçışı riski” yok mu?
Sermaye sahiplerinin borçtan kurtulmaları, borcun iptalinin etkilerinden kurtulmalarından daha kolay değil mi?
THOMAS PIKETTY: Hayır, borç reddinin etkilerinden de, enflasyonun etkilerinden de kurtulmak çok kolay.
İri portföyler borç kâğıtlarını tutmazlar ve temiz sermayelerden oluşurlar. Vergi kaçışına karşı mücadele etmek mümkün mü? Evet, istenirse yapılabilir. Modern hükûmetler kararlarına saygı gösterilmesini istedikleri zaman bunu becerirler. Batılı hükûmetler Kuveyt petrolüne Irak el koymasın diye Kuveyt’e bir milyon asker göndermek istedikleri zaman, yapıyorlar bunu! Irak’tan korkmuyorlarsa, Bahamalar’dan ya da Jersey’den korkmaları için bir sebep yok; ciddi olalım! Servet ve sermaye üzerinden müterakkî bir vergi getirmek teknik sorunlar çıkarmıyor. Siyasî irade sorunu bu!
*****
David Graeber’ın Türkçe’ye çevrilen kitapları:
“Anarşist Bir Antropolojiden Parçalar”
Çeviren: Bengü Kurtege-Sefer
Yayınevi: Boğaziçi Üniv. Yayınları (2012)
( http://www.bupress.org/tanim.asp?sid=V5ZI6D5VXB8B3E8DU3QQ )
“Tersine Devrimler: Siyaset, Şiddet, Sanat ve Hayalgücü Üzerine Denemeler”
Çeviren: Aslı Esen
Yayınevi: Everest Yayınları (2014)
( http://www.everestyayinlari.com/tr/kitap.asp?id=1357 )
“Borç: İlk 5000 Yıl”
Çeviren: Muammer Pehlivan
Yayınevi: Everest Yayınları (2015)
( http://www.everestyayinlari.com/tr/kitap.asp?id=1454 )
Thomas Piketty’nin Türkçe’ye çevrilen kitabı:
“Yirmi Birinci Yüzyılda Kapital”
Çeviren: Hande Koçak
Yayınevi: İş Bankası Kültür Yayınları (2015)
( http://www.kitapyurdu.com/kitap/yirmi-birinci-yuzyilda-kapital-karton-kapak/351495.html )
Sayın “anonim” 106,
Sayın “marxist argüman”, “devlet mekanizması”nın cellatlığı üzerine çok mühim tespitler yazmış olmasına rağmen, nereden buldunuz, nasıl çıkardınız da; kendisine [totaliterlik] yaftasını yapıştırabildiniz?! Kullandığı mahlasın içinde “marxist” kelimesi geçiyor diye bir husumet mi besliyorsunuz?!
[Kapitalizm diye soyut bir kotu, bir seytan kurgulamislar kafalarinda. Kendi bakis acilari mutlak iyilik.] yazmışsınız!
Bakınız sayın “anonim” 106,
“Kapitalizm hastalığı”nı sizin de en ince kılcal damarlarınıza enjekte ettikleri için, bağışıklığı en başta kazanmışsınız; utanmadan arlanmadan [Kapitalizm diye soyut bir kotu, bir seytan kurgulamislar kafalarinda] yazabilmişsiniz! Yazık! Ölümün bile ne olup / ne olmadığı aşikâr değilken; sizi de sıtmaya çoktan razı etmişler! Yazık!
Sayın “marxist argüman” tespitlerinin hiçbirinde [mutlak iyilik] ile uzaktan yakından ilgili, “%100 doğru!” ifadeler kullanmadı ki! Bunlar, asıl sizin kafanızın içindeki (belki de “azılı husumet!”; emin değiliz) öfke hezeyanlarının dışa vurumu!
Bakınız sayın “anonim” 106,
Bizler, yani bebekliklerinden itibaren patron kıçı yalamak için yetiştirilmiş “Beyaz Ya-LA-ka”lar; İstanbul/Maslak’taki yüksek yüksek plazalarda, piyasaların nasıl işlediği ile ilgili saniyelik bilgilere (ne yazık ki!) sahibiz. Yani, sizlere aktardığımız her kelime; piyasaların tam ortasından gelenlerdir!
“Hayatın doğal akışı içinde olan, kendiliğinden olan rekabet” kavramı ile,
“Kapitalizmin körüklediği yapay ve ölümcül rekabet” arasındaki farkları anlamak istemediğiniz sürece; öfke hezeyanlarınız katlanarak artmaya, ne yazık ki, devam edecek!
Artık 2016’dayız!
Bugün ve yarın; dünya genelinde atacağımız adımların hepsi olmasa bile çoğu artık “tercih” meselesidir! Hiçkimsenin hiçkimseye “tarih öğretmenliği” yapmaya tahammülü kalmadı artık!
Yine “tarih”ten son kez uyaralım:
“İnsan” tekildir, parçalanamaz!
Bu tekilliğin getirdiği birincillik olarak “özgür” olduğu gibi aynı zamanda “sosyal”dir.
“Co-operation & Dayanışma içinde olmak” ve “communal & birarada yaşamak” eylemlerini tarih boyunca gerçekleştirmiş bir varlıktır.
“Yapayalnız” bir birey de değildir, “bir koyun sürüsü gibi güdülmeye hazır” sosyal de değildir!
Hepsinden önce “insan”: Thomas Hobbes’un dikte ettiği gibi “doğuştan kötücül” değil; Jean-Jacques Rousseau’nun hatırlattığı gibi “doğuştan iyicildir”!
Kuzey Amerika’daki liberter düşüncenin teorisyeni ve “Occupy Wall Street” hareketinde başı çeken isimlerinden antropolog David Graeber, “Bir serbest pazar ekonomisini sürdürmek için 14. Louis’nin mutlak monarşisinin bin katı kırtasiye gerekir” diyor!
Bu tespitten yola çıkan anarşist antropolog Graeber, “bürokratik kapitalizm”in yeni bir eleştirisinin ana hatlarını çiziyor.
Fransa’nın popüler internet gazetesi Mediapart, Joseph Confavreux ve Jade Lindgaard’ın David Graeber ile gerçekleştirdiği söyleşiyi 1 Ocak 2016’da yayınladı.
Röportajın Türkçe’ye çevirisini Haldun Bayrı yaptı.
*****
“Günümüzde bürokrasiden pek bahsedilmiyor. Buna karşılık 20. yüzyılın ortasında, özellikle de 1960’lı yılların sonu ve 70’li yılların başında, herkesin ağzında bu sözcük vardı.” diye saptıyor David Graeber, “Bürokrasi” başlıklı kitabının girişinde (“The Utopia of Rules: On Technology, Stupidity, and the Secret Joys of Bureaucracy”, Melville House, 2015).
“Borç” üzerine yazdığı ve yüzbinlerce satan kitabıyla (“Debt: The First 5000 Years”, Brooklyn, N.Y. 2011, Melville House) ünlenen anarşist antropoloğa göre, bürokrasinin adının anılmaması, ona bağlı sorunların ortadan kalkmış olmasından değil; devletle karıştırmıyorsak, “yaşamımızın tüm yönlerini belirlemesi”ne rağmen buna “alışmış olmamız ve artık bürokrasiyi düşünmenin içimizden gelmemesi”ndendir.
Nitekim, David Graeber’ın ileri sürdüğüne göre, “Bir serbest pazar ekonomisini sürdürmek için 14. Louis’nin mutlak monarşisinin bin katı kırtasiye gerekir.”
Antropolog hatırlatıyor: “İngiliz liberalizmi kamu bürokrasisinin erimesine yol açmadı, tam aksini yaptı: Özerk bireyler arasında bir serbest sözleşmeler dünyasının liberal rüyasını mümkün kılan hukukçular, zabıt kâtipleri, müfettişler, noterler ve polis komiserleri yelpazesinin sürekli yayılmasına yol açtı!”
Mesele, 1960 ve 1970 yıllarında kapitalizme karşı dövüşen solun taşıyıcısı olduğu anti-bürokratik bireycilik dilinin, “her toplumsal meseleye ‘pazar çözümleri’ talep eden bir sağ tarafından, artan bir yırtıcılıkla” devralınmış olmasıdır. Bu hareket karşısında, “klasik sol, eski refah devletinden artakalanı kurtarmayı denemek için acınası bir artçı kavgası vermek durumunda kalmıştır. Devlet’in icraatını daha ‘etkin’ kılma mazeretiyle, kamu hizmetlerinin kısmî özelleştirilmesini ve bizzat bürokratik idare yapısında ‘pazar ilkeleri’nin, ‘pazar teşvikleri’nin ve pazara dayalı diğer ‘sonuçtan sorumlu kılma usûlleri’nin git gide artan bütünleşmesini onaylamıştır; çoğu zaman hızlandırmıştır da.”
Antropolog için bütün bunlar bir “siyasî felaket”e götürmektedir, çünkü “her toplumsal mesele karşısında, radikal solun çözümleri neredeyse her yerde düpedüz dışlanmıştır; ‘ılımlı’ solun çözümleri ise, değişmez bir biçimde, bürokrasinin en beter unsurlarıyla kapitalizmin en beter yönlerinin kâbusvâri kaynaşması haline gelmiştir.”
Dolayısıyla David Graeber’ı izleyince, “nihaî hedefi kâr biçimiyle zenginlik çıkarmak olan, kural ve yönetmeliklere boğulmuş tek bir varlıkta kamusal ve özel gücün tedrici kaynaşması”na tanıklık etmekteyiz. Nitekim ona göre, “serbest ticaret ve serbest pazar, gerçekte dünya çapında idarî yapılar yaratılması anlamına gelir”, oysa “gelirlerden çıkarılan kârların bir kısmı, uzmanlığa dayalı ya da serbest mesleklerden ayrıcalıklı bileşenlere yönlendirilmekte veya şirketlerde kırtasiye meraklısı yeni bürokrat tipleri yaratılmasına hizmet etmektedir”, ki bu da önceki bir makalesinde kınadığı, “-stratejik vizyon koordinatörü, insan kaynakları danışmanı, hukuk analisti, vb. gibi- yapay ve bâriz biçimde anlamsız, uydurma meslekler”i teşvik etmektedir; “üstelik bu mevkilere getirilenler de şirkete hiçbir şey katmadıklarını gizliden gizliye bilirler.”
David Graeber’ın teşhis ettiği bu bürokratik kapitalizme getirilecek bir sol eleştiri nasıl olurdu? Paris’e uğraması vesilesiyle ondan aldığımız bazı cevaplar şunlar:
=== SORU ===
Hükûmetlerin aldıkları kararlarda çoğu zaman özel çıkarlar etkili olmasına rağmen, son kitabınızda bürokrasiye saldırıyorsunuz. Düşman o mu sahiden?
DAVID GRAEBER: Hiç kimse düzenleme yapmak istediğini iddia etmiyor ama, gerçekte yaptıkları tek şeyse daha fazla düzenleme! Düzenleme yapmama fikri aslında ne anlama geliyor? Düzenlemeleri kaldırmak değil, yeni biçimlerini yaratmak anlamına geliyor. Mesela ABD’de, havayolu şirketlerindeki “düzenlemeleri kaldırdılar”. Somut olarak, birkaç küçük oligopol arasındaki rekabetin idaresi sisteminden, çok sayıda şirketin rekabete sokulmasına geçildi. Daha sonra telefon ve iletişim teknolojilerindeki düzenlemeleri kaldırdılar; sonra da sıra bankalara geldi. Bu alanda, birbiriyle rekabet halindeki çok sayıda küçük şirketten, az sayıda oligopolün rekabet ettikleri sisteme geçildi.
Gerçekte “düzenlemenin kaldırılması” her anlama gelebiliyor. Bu sözcüğün özünde bir anlam yok. Düzenlemenin kaldırılmasından söz edildiğinde, aslında düzenlemeler sistemini kendi işine geldiği şekilde değiştirmekten söz ediliyor. Yani çoğu zaman bazılarının daha fazla para kazanması için bu. Kapitalizmin bugünkü işleyiş biçimi tam olarak bu: Birileri yararlansın diye kuralları değiştirmek. Siyaset git gide enikonu sermaye gelirinden kâr elde edip, aynı sermayeye daha da fazla gelir temin eden yeni kurallar yerleştirmek amacıyla siyasî yapıları etkilemek için bu kârın kullanılmasından ibaret bir hale geliyor!
=== SORU ===
Bugün sizi niçin araştırma konusu olarak bürokrasi (buram buram 60’lı yıllar kokan o terim) ilgilendiriyor?
DAVID GRAEBER: Halk sınıfları neden sol partiler yerine sağ popülist partilere oy vermeye yatkın? Çünkü somut baskı tecrübeleri bizatihi kapitalizmden ziyade bürokratlardan, bütün işi yoksulları dertlerine yanmaya itmekten ibaret olan herkesten geliyor!
İşin alaycı tarafı şu: Sağ ne kadar reform yaparsa bürokratlar da o kadar artıyor. Kınamak gereken bir kısır döngü bu. Anti-bürokratik sol eleştiri için muazzam bir potansiyel var.
Biz (yani “Occupy Wall Street hareketi”) %1 ve %99’dan söz ettiğimizde muazzam bir yankı uyandırdı! %1 sadece bir ayrıcalıklılar sınıfı değil; bir sınıfın iktidarına da işaret ediyor bu!
Bu %1, seçim kampanyalarında adaylara en çok para veren ve ekonomik büyümenin yararlarının çoğunu istifleyenler!
Bu da bir tesadüf değil. Bugün kapitalizm git gide daha az (klasik Marksist açıklama uyarınca) ücretlerden artıdeğer çıkarılmasıyla işliyor; ve git gide daha çok borçla, borçla ilgili kesintiler ya da gecikme zamlarıyla doğrudan artıdeğer çıkararak işliyor. Bütün bunlar hükûmetin koyduğu kurallarla kararlaştırılıyor. Özetle, %1’i oluşturanlar paranızı alıyor ve bu parayı kendilerine daha çok kâr getirecek yasaları yazsınlar diye siyasetçilere veriyorlar!
=== SORU ===
Sorun bürokrasi mi, yoksa kapitalizmin onu sahiplenme biçimi mi?
DAVID GRAEBER: 19. yüzyılda, imparatorluk zamanında Büyük Britanya büyük bir kapitalist güçtü ve serbest ticaret retoriğini ciddiye alıyordu. Kapitalist şirketler nispeten ufaklardı; çoğu aile şirketiydi.
20. yüzyılda ABD’de ve Almanya’da başka bir sistem yerleşti: Yüksek düzeyde bürokratikleşmiş bir şirketler kapitalizmi. ABD bürokratik kurumlar yarattı: “IMF”, “Dünya Bankası”, “Birleşmiş Milletler”. Daha önce bunlarla eşdeğer hiçbir şey yoktu. Bu büyüleyici.
Amerika kendini, düzenlemesiz bireyciliğin ülkesi olarak görüyor, oysa inanılmaz bir biçimde bürokratikleştirilmiş bir toplum! Ve bu bürokratik rejim türünü dünyanın artakalanına dayatmış! Küreselleşme karşıtı hareketler; “Dünya Ticaret Örgütü”, “IMF” ve “Dünya Bankası” hakkında bunu vurgulamışlardır ve insanlar keşfettikleriyle dehşete düşmüşlerdir!
=== SORU ===
Ama sorun bu bürokrasinin bizatihi varlığı mı, yoksa büyük şirketlerin avukatları veya lobicileri sayesinde çıkarlarını savunmak için daha fazla imkânları olması mı? Her şeyden önce bir güç dengesi oyunu değil mi bu?
DAVID GRAEBER: Bu bürokrasi kendini yerleştirenlerin çıkarlarına hizmet edecek şekilde tasarlanmış. “Refah Devleti”nin 1940, 1950 ve 1960’lı yıllardaki serpilip gelişme devrinde bürokrasiyi halkın tarafına geçirmek için bir deneme oldu. Ama sadece boş bir umut olarak kaldı bu. “Bürokrasi” ve “Refah Devleti” sol tarafından yaratılmadılar; kökeninde, “Bismarck” gibileri tarafından, iktidar icrasının halk tarafından yürütülmesini engellemek için dikey bir yapı olarak yaratıldı. Bunları açık bir biçimde toplumu kendi hesabına çalıştırma yolları olarak tanımlamıştır: “Dürüstlüklerini sağlamak için onlara bir şeyler vermek lâzım” diye!
“Refah Devleti” kurumlarının çoğu (mesela sağlık sigortası ya da kamu kütüphaneleri) halk hareketleri ve sendikalar tarafından yaratılmışken, hükûmetler onların bu örgütler tarafından yönetilmesine izin vermemişlerdir. “Dikey bürokratik sistemler aracılığıyla” yüklenmişlerdir onları! Sorun, bu idare erki bir kez bırakıldığında; artık geri alınamamasıdır! İşlerin “neredeyse askerî bir dikey karar sistemi uyarınca idare edilmesi”ni bir kez kabullendiğinizde; oyunu kaybetmişsiniz demektir! Neo-liberalizmin çelik gibi yasasıdır bu: “Daima daha fazla düzenleme ve bürokrat yaratır.” Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonraki 10 yıl boyunca, memurların sayısı %20 artmıştır!
=== SORU ===
Solun suçu mu bu?
DAVID GRAEBER: Hayır, ama budalaca davranmıştır. Sol, bürokrasiyi savunması gerektiğini düşünerek kendi tuzağına düşmüştür; oysa bürokrasi gerçekte git gide daha fazla sağın çıkarları hizmetinde hareket etmektedir. 1960’lı yıllardaki radikal militanlar (hippiler, sitüasyonistler…) bürokrasiye çok sert ve haklı bir eleştiri yöneltiyorlardı. Onlara göre, bürokratik kurumlarla işleyen toplumsal demokrasi, faşizmden ya da devlet sosyalizminden o kadar da uzak değildi.
Ama bugün durum bütünüyle değişti.
Sağ, eski solcu eleştiriyi kendi hesabına geçirdi! ABD’de “Cumhuriyetçi Parti”, Obama’nın sağlığa erişim reformunu (Obamacare) devlet sosyalizminin ve faşizmin bir biçimi olmakla itham ediyor. Sol ise bürokrasiyi savunuyor. Hâlbuki, bürokrasideki sorunlarımızın çoğuyla bankamızla ilişkilerimizde karşılaşıyoruz!
Bilgisayarınızı tamir ettirmek için “Apple”a gidip de idarî soru fişleri, bitmek bilmeyen kuyruklar ve telefonda beklemeler cehennemine düştüğünüz vakit, bunun bürokrasi olduğunun hiç kimse farkına varmıyor!
20. yüzyılın başında Kafka tarafından tasvir edilmiş olan bütün bu idarî çılgınlık, bugün gündelik yaşamımız hâline geldi! Oysa hiç kimse bunun bürokrasi olduğunu düşünmüyor, zira bürokrasi fikri hep hükûmet fikriyle birleştiriliyor!
=== SORU ===
Ama bürokrasisiz bir demokrasi hayal edilebilir mi peki? Umumî menfaatin savunulmasını temin etmek için idareye ihtiyacımız var…
DAVID GRAEBER: Evet, doğru. Ama 50 sene önce, bugüne nazaran yapılan işin %5’i kırtasiye idi. Bugün dünyanın o zamankinden daha karmaşık olduğunu zannetmiyorum.
Öğretmenlik yapmak 20 ya da 50 yıl önceden üç misli daha mı karmaşık? Aynı şey, yalnız şimdi bunun idaresi için on misli insan gerekiyor. Her şeyin bireysel düzeyde idare edilemeyeceği doğru: Mesela “organ bağışı”. Fakat yararlı olmayı sürdürdüğü işlevleri daha iyi belirlemek için bürokrasinin elzem olmadığı fikrinden yola çıkmak gerekiyor.
İnsanların “(direct democracy) doğrudan demokrasi” biçimleri yaratarak doğrudan eylemle yaptıkları; bürokrasiye bir alternatif örneğidir. ABD’de ya da İngiltere’de yararlı olacak tek bürokrasi biçimi, olmayan bürokrasidir: Tıbbî evveliyatınızın arşivi, mesela. Bürokrasinin çekici kısmı, gayri-şahsî bir sistem olmasıdır.
=== SORU ===
İki yıl önce, fabrikalarını başka bir yere taşımak isteyen mal sahibine karşı grevde olan, Marsilya yakınındaki “Fralib” fabrikasını ziyaret ettiniz. Ne öğrendiniz orada?
DAVID GRAEBER: Şirketin içinde karar alma ve işletme hususundaki tüm ara işlevleri; tahlilimi çok etkileyen bir tecrübe oldu. “Bullshit jobs” ya da “uydurma meslekler” üzerine metnimde yararlandım bundan.
Neden şirketler “hiçbir şey yapmıyor görünen kimseler”i istihdam ederler?
“Fralib”lilerin açıkladığına göre; geçmişte fabrikalarında istikrarlı bir üretkenlik ve ücret artışı yaşanmış. Sonra durmuş! Üretim sahalarına yeni teknikler ve yeni makineler getirdiklerinde, önceki gibi ücret artışından yararlanamamışlar. Bunun yerine, işverenleri git gide daha fazla kadrolu memur istihdam etmiş.
İlk başta iki tane varmış: “İnsan kaynakları sorumlusu” ve “şef”. Sonra 7, 8, 9 kişi… Takım elbiseli olan ve işçilerin etrafında dolanıp duran kimseler. Yapacak pek işleri yokmuş. Dolayısıyla; çalışanları “gözlemlemeye”, “gözlemeye”, “değerlendirme sistemleri yaratmaya” koyulmuşlar; ve, sonunda, fabrikanın Polonya’ya taşınmasını önermişler! Kim bu insanlar? Çalışan değiller. İş idaresiyle (management) uğraşıyorlar. Rantın kârını tekrar dağıtmanın bir biçimi bu: Şirket zengin; o kadar çok para kazanıyor ki, onlara verecek hakiki işi olmaksızın bütün bu insanları işe alıyor!
=== SORU ===
Kitabınızda “diplomania”yı (diploma düşkünlüğünü) kınıyorsunuz. Bu nedir?
DAVID GRAEBER: “Uygulamalara” değil de “belgelere” bakarak bir değer yaratma örneğidir bu!
“Uygulama” üzerinde öğrendiğiniz bilgiler bugün “kâğıtlarla geçerlik kazanmak” zorunda!
Kütüphaneciler gayrişahsî usûllerin yerleşmesi sebebiyle mesleklerini yeniden öğrenmek zorunda kaldılar; bu yüzden tekrar okula gittiler, krediler aldılar… Şifacılık sanatını ya da gazeteciliği icra etmek için, aniden, size bir diploma gerekiyor!
Mali ve bürokratik kapitalizmle bağlantılı bir ruh hâline tekabül ediyor bu! Değerin “kâğıtlardan”, “idarî belgelerden” gelmesi fikri! Bir tür “fetişleştirme”!
Şayet fakirseniz, sosyal yardım alabilmek için “bazı koşullara uymak ve çok sayıda kâğıt doldurmak” gerekiyor; ilettiğiniz bilgileri de birilerine havale etmiş oluyorsunuz.
Orta sınıftansanız, kendinizi ve diğer meslektaşlarınızı değerlendirmekle geçiriyorsunuz zamanınızı… Dolayısıyla değerimizin “sınıflandırılmamızdan geldiği” fikri var; beraberinde de değerimizi yarattığını düşündüğümüz devasa bir belgeler ve soru fişleri zinciri geliyor; oysa yaratılan, zorakiliktir.
Her seyi ekonomiye ve kapitalizme indirgiyorsunuz. Kapitalizm ortadan kalkarsa ne olacagini saniyorsunuz? Devlet, siniflar, yoksulluk tamamen ortadan kalkti diyelim. O zaman bugunku siddetin, cinayetlerin, intikamlarin, ofkenin, nefretin, acinin cogu yine olacaktir. Bunlarin pek cogunun nedenlerinin kapitlizmle, devletle, siniflarla ilgisi yok. Cok cesitli nedenleri var.
Kimsenin acik ve net bir sekilde yanitlayamadigi bir diger soru da kapitalizmin yerine kurulacak sinifsiz, devletsiz, sermayesiz toplumda guvenligin, sosyal hizmetlerin, sanayinin, bilimin, kulturun, sanatin vs. kimler tarafindan nasil icra edilecegidir.
http://www.nasname.com/a/basin-ozgurlugu-ve-ilkesizlik
Sayın “anonim” 110 ve 111,
Anlamak istemediğiniz nokta şurası:
[Her seyi ekonomiye ve kapitalizme indirgiyorsunuz. Kapitalizm ortadan kalkarsa ne olacagini saniyorsunuz? Devlet, siniflar, yoksulluk tamamen ortadan kalkti diyelim. O zaman bugunku siddetin, cinayetlerin, intikamlarin, ofkenin, nefretin, acinin cogu yine olacaktir. Bunlarin pek cogunun nedenlerinin kapitlizmle, devletle, siniflarla ilgisi yok. Cok cesitli nedenleri var.] yazmışsınız.
Yukarıdaki ifadenizin son kısmı olan [Cok cesitli nedenleri var.] cümleniz; sizin acil durumlarda kaçış kapınızdır! Kendi argümanınızı ortaya koymamak için uydurduğunuz kaçış cümlenizdir!
Yukarıdaki metinlerimizde “kapitalizme karşı çözüm önerileri” hususunda defalarca işaretlerde bulunduk; bütün bunları gözleriniz ve aklınızla okumamışsınız ya da kasıtlı olarak görmemişsiniz!
“Ölümcül kapitalizm hastalığı” sizin vücudunuzda da o kadar yüksek, o kadar dehşet verici seviyelere ulaşmış ki, bağışıklık kazanmakla yetinmemişsiniz; kapitalizmin dikte ettiği üslupla yazdığınızın farkında değilsiniz!
“Kapitalizmin alternatifsizliği yalanı”nı en azılı şekilde dünyaya yutturmaya çalışan zehirli insanlardan ikisi “Margaret Thatcher” ve “Ronald Reagan”dır (üçüncüsü de “Türkiye” isimli ülkede “Turgut Özal” isimli zehirdir!) Bütün bunlardan haberdar olmayacak kadar tecrübesiz biri olmadığınızı umut etmek istiyoruz sayın “anonim” 110 ve 111!
Kapitalizmin yegâne alternatifinin “Marxism’in rahminden doğmuş her şey!” OLMADIĞINI DA ANLAYIN ARTIK! 1910’ların sonu 1920’lerin başından itibaren bütün dünyayı aynı retorikle kandırıyorlar; siz ve sizin gibiler de buna ısrarla kanmaya devam ediyorsunuz! Gözlerinizi ve aklınızı açın, gerçekleri görün, size yutturulanların farkına varın artık! “Kapitalizmin alternatifi Marxism değildir!” bu sözü anlayın artık! Kendinizi tekrar etmeyin!
“Kapitalizmi ortadan kaldırmak” kavramı ile
“Marxist bakış açısı ile eleştiri yapmak” kavramını birbirine karıştırmayınız! “Elma” ile “armut”u birbirine karıştırmayınız!
İŞTE:
DİKKATTLE OKUMANIZI VE İZLEMENİZİ TAVSİYE EDİYORUZ!
“KAPİTALİZME KARŞI ÇÖZÜM ÖNERİLERİ NELERDİR?”
“SAĞMAL İNEK!” OLARAK YAŞAMAYA HÂLÂ DEVAM EDECEK MİYİZ ?!
“(TZM) The Zeitgeist Movement” isimli oluşumun kurucusu ve “Zeitgeist” belgesel dizisinin yapımcısı “Peter Joseph” tarafından, facebook sayfasında kendisine soru soran bir takipçisine yazdığı cevap.
Orijinal İngilizce metin için:
( https://www.facebook.com/peterjosephofficial/posts/685822444788247 )
8 Mayıs 2014 Perşembe
Bir takipçiden,
=== “İtiraz ve soru”: ===
Birçok insan “(planned obsolescence) ~ tasarım ömrü ~ plânlı eskime/eskitme”nin kötü bir şey olduğunu düşünüyor. Çünkü böyle bir modelin, dünyada var olan milyonlarca doğal ve insan yapımı kaynağın boş yere harcanması anlamına geldiğini savunuyor.
Ama yanıldıklarının farkında değiller!
Yukarıda bahsedilen model; “inovasyon ~ yenilik” dediğimiz kavramın içeriğini oluşturuyor.
Özellikle “elektronik ürünler” üzerine sürekli kafa yoran yüzbinlerce araştırmacı; en yeni teknolojiyi ürünleri içine yerleştirmeye, daha güçlü, daha verimli, daha güncel cihazlar yaratmaya çalışıyor. Neden? Çünkü: Böyle bir sahada muazzam büyüklükte bir “teşvik sistemi” var; neredeyse bir nehir yatağını dolduracak kadar çok “para akışı” var!
Eğer böyle bir “teşvik sistemi”, “yüksek kazanç kapısı” denilen olgular olmasa idi; bu araştırmacıları en son teknoloji ile donatılmış cihazlar üretmeye kim kamçılayabilirdi ki?!
Bu nedenle “plânlı eskime/eskitme” modeli iyi ki var! Bu sayede en son teknolojiye her zaman erişebiliyoruz, sürekli güncelleniyoruz!
Bu model aynı zamanda “çevre problemleri” ve “kıtlık” başta olmak üzere dünyanın en temel sorunlarının da yegâne çözüm yolu!
=== Peter Joseph’in cevabı: ===
“Teknolojik ilerlemenin sürekliliğini sağlamak için; ‘para’nın tüm dünyada dolaşımını sağlamalıyız.” görüşü; “eğer bir saniye duraklarsan seni hemen yiyecek bir aslan tarafından kovalanırcasına koşmak; kalp sağlığının korunması için iyidir.” sözü ile aynı kapıya çıkar!
Bu durumda; “bir aslan tarafından kovalanıyor olmak” tâbirine; kişinin kendi kalp sağlığı için egzersiz yapıyor olması şeklinde kabul edip, ve hattâ bunu sıradan bir sistem hâline getirip; “iyidir” denebilir mi?! Eğer kişiyi kaçması için kamçılayan bir aslan olmasa idi, bu kişi hayatında hiç bir zaman koşuya çıkmayacak mıydı?!
Aslanın, doğal yapısı gereği, bir avcı (ve çoğunlukla “zarar verici”) özelliğini temsil ettiği varsayılıyor. Bu özelliğin, “insan”ın içinde de var olduğu, hayatta kalabilmesi için bu özelliğini dışarı vurması gerektiği; sorgulanması teklif dahi edilemez “fiziğin değişmez bir yasası”ymış gibi kabul ettiriliyor! Aslanın bu özelliği insana ikâme ettirilerek, “ekonomik verimliliğin arttırılması!” uğruna, öz anlamından bile bile saptırılıyor!
Aynı mantık; piyasa ekonomisini savunan dar görüşlü bir çok iktisatçı tarafından; “plânlı eskime/eskitme modeli ne kadar da iyi baksanıza; geçen yılla karşılaştıracak olursak bu yıl daha fazla FAKİR İNSAN; cep telefonuna, televizyona ve mikro-dalga fırına sahip oldu!” şeklinde propaganda ediliyor. Bunu söyleyerek; “piyasa ekonomisinin varlığını” ispat ettiklerini, onu tâbiri caizse “akladıklarını”, ve hattâ daha verimli, daha eşitlikçi, daha adil bir hayat getirdiğine dair methiyeler düzdüklerini zannediyorlar!
Fakat görmezlikten gelinen veya anlaşılmayan bir durum var:
“Piyasa ekonomisi (daha ayrıntılı ifade edecek olursak; ‘sömürü↔kıtlık↔rekabet’ düzeni)” denilen sistem; “açlığın” ve “sınıflar arasındaki dengesizliğin” başladığı yerdir!
“Teknolojik ilerleme ve verimlilik” üzerine, günlerimizi, başı veya sonu bilerek kırpılmış, dar görüşlü referanslar içinde papağan gibi konuşup durarak geçirebiliriz!
“Kanser, kişinin iştahını kesiyormuş…”,
“Kanser, o kadar harika bir şey ki senin birkaç kilo vermene yardımcı olabilir…”,
“Bedava yemek, bedava bir oda ve bir spor salonuna sahip olsak ne kadar da güzel olurdu… Hadi gel; bir suç işleyip hapse girelim ve kendimizi rahata kavuşturalım!”
Son zamanlarda yukarıdaki gibi sözleri sık duyar oldum!
Ve “yeşil doğa devrimi”nin hibrid (melez) elektrikli arabalarla gerçekleşeceğini de duydum. Şimdi, hemen evimden fırlayarak “kapitalist piyasa sisteminin kurallarına uyarak!” bu arabalardan 10 adet satın alacağım ve ben de “yeşil doğa devrimi”ne küçük bir katkı sağlamış olacağım!
İşin bam teline dokunduğunuzda şu dayatmayı görürsünüz:
“Dünyanın sınırlı kaynaklarının boş yere harcandığını ve ekolojik yıkıma yol açtığını bile bile; ‘mal veya hizmet!’ satın almak, ‘para!’ denilen nesnenin sürekli dolaşımda kalmasını sağlamak ve daha fazla endüstriyel büyümeyi teşvik etmek (bu büyümeye artık ‘inovasyon!’ deniyor), kâinatın geleceği için mutlak iyi ve elzemdir.”
Hayır!
“Plânlı eskime/eskitme” modeli; teknolojik yeniliklerin kâinatın bütününe sunabileceği “ilerlemek” olgusunu, sadece ve sadece; “paranın kullanımı döngüsü” içinde kasıtlı olarak tutmak plânından başka hiçbir şey değildir!
“Yan ürün & İkinci-derece ürün (byproduct)” dediğimiz nesne ise “daha fazla para kazanmak!” ilkesinden başka bir şey değildir!
Yukarıda yazılan döngülerin, kendi “inovasyon!” mantığı içinde değerlendirildiğinde; ne kadar da doğru bir eylem olduğu, “ilerlemenin sürekliliği için ‘tüketim’in şart olduğu” algısı hepimize bebekliğimizden itibaren kabul ettiriliyor!
Bu aynı zamanda “inovasyon”un; “plânlı eskime/eskitme” modelini daha yaygın hâle getirebilmek için icat edilmiş bir kelime olduğunuda mı gösteriyor?! Hmm… Şimdi daha iyi anladım!…
Ana akım medya tehlikeyi ne kadar görmezden gelirse gelsin, önümüzdeki 10 ila 20 yılda gerçekleşecek; “enerji↔biyolojik çeşitlilik↔doğal kaynaklar” halkaları içinde başlamak üzere devasa bir krize sürüklenmekte olduğumuzun sinyalleri mevcut!
Bu sinyalleri hissedebilmek için bir müneccim olmanıza gerek yok, çok güçlü bir antene de ihtiyacınız yok. Bahsedilen halkaların tükenmeye yüz tuttuğu dönemlerde, insanoğlunun dehşetengiz savaşlar başlattığını tarih bizlere öğretiyor! (Eğer “medya dünyası!”nın gerçeklikle bir karış bağlantısı kalmış ise, nihayetinde önlemler almak ve topyekûn eyleme geçmek için cesur adımlar başlayıncaya kadar; her tv kanalı bu “amansız tüketim kültürü!”nün bizleri nereye götürdüğü üzerine, hergün, haberler sunar! Ama ne yazık ki; “medya!” da şirketokrasinin kontrolünde olduğundan, bu mümkün gözükmüyor!)
Ekonominin daimi özelliği:
Kaynakların “sürekli kâr!” odaklı kullanılması, bu amaçta mümkün olan en yüksek seviyede verimliliğin elde edilmesi ve insanları “sağmal inek!” düzeninde tutabilmek için; keşfetmiş ve üretmiş olduğumuz hâlde, yeni ürünleri, yeni dizaynları, “zamanı geldiğinde piyasaya sürmek üzere!”, yüksek güvenlikli laboratuvarlarda ve/veya antrepolarda bekletmekten ibaret değildir!
Bu sisteme uymaya mahkûm değiliz!
Başka yollar da var!
Oluşumumuz “The Zeitgeist Movement”ın önerdiği “(C.D.S.) Collaborative Design System ~ (O.T.S.) Ortak Tasarım Sistemi”, şu an içinde yaşamakta olduğumuz kapitalist sistemden daha isabetli sonuçlar veriyor: “Bilimsel yöntemlerle titizlik içinde filtrelenen demokratik planlama sistemleri.”
(C.D.S.), merkezi bir plânlama sistemi değildir! Tüm plânların tek bir karar merkezinde toplandığı bir sistem hiç değildir!
Temeli:
İnsanların hiçbir kısıtlamaya maruz bırakılmadan katılabildikleri,
Akışın çataklaşmadan sağlanabilmesi için programlamaların demokratik, ortak kararlar ile alındığı,
Serbest-erişimli sistemler mantığına dayanan;
İster bireysel ister toplumsal amaçlarla olsun farketmez,
Herhangi bir endüstriyel/teknolojik ürün üzerinde değişiklikler yapabilmek, bu değişiklikleri kısıtlamaya maruz kalmadan her zaman yapabilmek,
Bu değişiklikleri yaparken uygulanan yöntemlerin “tüm insanların yararına gönüllü olarak açık & şeffaf” tutulduğu bir düzendir.
Bana çok sık sorulan ve hattâ bu soru yoluyla şahsıma çamur atılan bir konuya bu mesajımda bir kez daha açıklık getireyim:
(C.D.S.)de; “Sovyet Kapitalizmi!” ile uzaktan-yakından ilişkisi olan bir tür “miras devri!” yoktur!
“Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği” başta olmak üzere, küremizdeki bir çok iktisadi “sol” sistemler, Marx’ın bıraktığı eserler ve diğerleri; oluşumumuz tarafından tabii ki incelenmiş, tarihin bizlere bıraktığı nimet ve uyarılar tabii ki dikkate alınmıştır. Fakat geleceğimizi inşa ederken hiç bir “siyasi” ve/veya “iktisadi” ideolojiye körü körüne bağlanmamayı prensip edinmiştir!
Yukarıda yazdıklarım sadece “Sovyet Kapitalizmi!” değil; ondan daha tehlikeli olan “Özel Sektör Kapitalizmi! & Şirketokrasi!” başta olmak üzere tüm sistemler için geçerlidir!
Tekrar etmek gerekirse:
Çoğunluğumuz, şu an sürmekte olan sistem içinde, sanki bir tuzağa düşmüşçesine, sıkışıp kalmış,
Tabloyu daha geniş açıyla görebilme yetisini kaybetmiş veya “görmezlikten gelmiş!”,
Daha sorumlu, daha verimli olasılıklar üzerine düşünmekten tâbiri caizse “vazgeçmiştir!”
Gerçek bir ekonomi; “insanların ihtiyaçları” ve “toplumların refahının” dengede olmasına dikkat ederek, “üretim↔tüketim döngüsü”nü her zaman asgari düzeyde tutarak, ürünleri güncel kılabilmek için stratejik şekilde belirlenmiş, mümkün olan en iyi üretim hatlarını “her zaman açık ve şeffaf” tutmayı hedefler.
Böyle bir ekonomi sistemine geçmek bir rüya değil.
Bugün üzerinde yaşamaya mecbur bırakıldığımız “kapitalist piyasa ekonomisi!” adlı sistemi sarsmak için niyetlerimizde muazzam bir değişikliğe gitmeliyiz.
Başlangıç için daha fazla cesarete ihtiyacımız var!
Saygılarımla,
Peter Joseph
***
Yukarıda okumuş olduğunuz P. Joseph’in yazdığı cevaptan sonra, sayfanın altındaki yorumlardan birinde, “Matrix” filminde bir karakter olan “Morpheus”un resmi üzerine aşağıdaki söz yazılarak espri yapılmış:
“Sana ‘iPhone 8’in çoktan üretilmiş olduğunu, ama ‘6’ ve ‘7’yi tüketmeden ona asla sahip olamayacağını söylesem; ne yaparsın?!”
İngilizce:
( https://www.facebook.com/photo.php?fbid=753128634738073&set=p.753128634738073&type=1 )
[2007] “Zeitgeist: The Movie”
(Sizin için Türkçe altyazılı)
(Not: Firefox’da izlerseniz, ses sorunu çözülür.)
https://www.youtube.com/watch?v=BRkyY23mgVc
[2008] “Zeitgeist: Addendum”
(Sizin için Türkçe altyazılı)
(Not: Firefox’da izlerseniz, ses sorunu çözülür.)
https://www.youtube.com/watch?v=x1kuDClkE3w
[2011] “Zeitgeist: Moving Forward”
(Sizin için Türkçe altyazılı)
(Not: Firefox’da izlerseniz, ses sorunu çözülür.)
https://www.youtube.com/watch?v=faXZ2VdNu-A
“The Zeitgeist Movement Orientation Guide”:
( http://www.thezeitgeistmovement.com/uploads/upload/file/19/The_Zeitgeist_Movement_Defined_PDF_Final.pdf )
Son kez hatırlatalım:
Yukarıda okuduklarınız ve izledikleriniz “tek çözüm yolu” değildir; “çözüm önerilerinden birkaç tanesidir”!
Derinde yatan, ekonomik yapıdan da önemli olan, o yapıya yol açan nedenler değil midir?
Örneğin, Ortadoğu’nun neredeyse daimi bir savaş coğrafyası olmasının en önemli nedeni petrolün büyük bir kısmının, ve önemli yolların, limanların bu bölgede olması değil midir? Geçmişte de iklimi en önemli nedendi. Arap yarımadasının bedevi fatihlerini gaza, cihad, Allah maskeleriyle çevreyi istila edip ganimet ve vergilerle geçinmeye zorlayan şey, bu coğrafyanın kuraklığı, tarıma elverişsizliği değil miydi? Bu yapıları değiştirmeden kapitalizmi devrimlerle veya başka yollarla değiştirmek olamaz işte.
(Böyle durumlar engellenebilir elbette. Petrol gibi fosil yakıtlar yerine doğal enerji kaynaklarının kullanımıyla enerji paylaşımı savaşlarına son verilebilir. Geçmişteki İslam devletlerinin bölgenin tahılını gönderip su kanallarını inşa etmesi gibi bu ihtiyaçlar da dışarıdan temin edilebilir. Burada demek istediğim, ekonomi konuşurken bunun derindeki asıl nedenlerini pek konuşmuyoruz. Böyle olunca da tartışma yüzeysel olabiliyor)
Bu sitedeki başka bir yazıya şöyle bir yorum yapılmış:
casus belli: Marksizm aydinlarin afyonudur 3 Eylül 11 / 12pm
Belli araliklarla belli dozda marksizm alanlar kendilerini güçlü ve zeki hissederler. Tüm problemlerini çözdüklerini zannederler, karsi cinsle olan iliskilerinde daha özgüvenli olurlar, gelecege yönelik sonsuz bir ümit belirir, bazi bagililarda gereksiz fedakarlik ve kendine zarar verme hissi de dogar ancak marksizm uyusturucusunu alim süresi uzadikca organlar tahrip olur; özellikle beyin hücreleri ölmeye baslar, Stalinit akud ve Maomao hastaliklari belirebilir, bazi marksizm bagimlilari birkaç yillik bir süreden sonra baslarini duvara vurmaya baslarlar, bu asamada hastaligin artik tedavisi mümkün degildir. Tek çare bir müddet siyasetle ugrasmamak, halkin arasina karisip tevazu içinde kendini yeniden egitmektir, marksizm hastalari yakinlarinin destegiyle bunu atlatabilirler, onemli olan marksizmin bir afyon oldunu anlayip, geleneklerin degil ideolojinin daha zararli oldugunu kavramaktir.
Sayın “anonim” 114,
Ağaçları tek tek ve ormanı bir bütün olarak AYNI ANDA GÖRMEK İSTEMEZSENİZ; “114” NUMARALI METNİNİZDE OLDUĞU GİBİ KOPUK KOPUK İFADELER YAZARSINIZ! BU CÜMLEMİZ BİR EMİR DEĞİLDİR; SİZE YAZDIĞIMIZ DOSTANE BİR UYARIDIR!
İlk olarak, açıklamanızın girişinde yazdığınız soru; bağlamı yanlış yerden kurduğunuzun ispatı: [Derinde yatan, ekonomik yapıdan da önemli olan, o yapıya yol açan nedenler değil midir?]
Sayın “anonim” 114 asla unutmayınız:
“Millet”, “milliyet”, “ulusuna bağlılık / bağlı olmamak” gibi kavram ve uygulamalar; kişinin, içinde doğduğu toplulukla birlikte gelişen hususlardır. Hiçbirimiz; hangi topluluğun içine doğacağımıza karar vermiyoruz. Bu paragrafımızın başında belirttiğimiz “her tür aidiyet hususu” içimize; yetiştiğimiz toplumla birlikte yerleşir ve büyür.
“Dinlerin rolleri”, “Arap medeniyetinin dominant olduğu coğrafyalardaki hayat”, “petrole verilen önem” ve daha da sıralayabileceğimiz bütün bu hususlar; kişinin, içinde yetiştiği toplumun iklimiyle ilgilidir. “114”ün girişinde sormuş olduğunuz sorudan sonra sıraladığınız her şey daha sonra gelir! Yazdıklarınız asla önemsiz değildir; fakat “kök” sizin yazdıklarınız değildir! Israr ederseniz hatanızı tekrar etmiş olursunuz.
Dikkatinizi yönlendirmeye çırpındığımız durum şu:
Yukarıda sıraladığımız bütün “aidiyet husus”larını da kapsayacak şekilde, dünyadaki bütün insanların ortak özellikleri vardır. Bu “ortak özellikler”in en bilinenleri:
1. Beslenmek.
2. Korunmak.
3. (Özellikle son 30 yıldır daha çok bir tür “isteyip/istememek” hâline dönüşmüş olsa da) Üremek ve geleceğe yönelik her tür plân.
Konuyu yok yere uzatmamak adına şahsınızın verdiği “petrol” örneği üzerinden gidelim:
“Petrol” dünyada her zaman vardı. Yeraltında böyle bir varlığın olduğunun keşfedilmesi ve hayatımızın birçok alanında kullanılmaya başlanması; doğal bir prosedürdür, akış içinde olağandır. Buraya kadar hiçbir sorun yok.
Sorunun başladığı yer “‘petrol’ün paylaşımı” hususudur:
“Petrol”ü birbirimizle kavga ederek mi, birbirimizin kafasına bombalar yağdırarak mı paylaşacağız?
“Petrol”ü birbirimizle kavga etmeyerek mi, birbirimizin kafasına bombalar yağdırmayarak mı paylaşacağız?
Artık 1716’da, 1816’da, 1916’da veya “11 Eylül 2001″de değiliz; 2016’dayız! “Tarih”te birbirimize yaşattığımız katliamları tekrar yaşamak zorunda mıyız?! Artık “tercih” yapmak zorundayız! Artık “tercih yapacak kadar” akıllanmış olmak, geçmişin nasihatlerini öğrenmiş olmak zorundayız! “Ahmak olmadığımızı” artık anlamalıyız!
“Kapitalizm”; hayatın akışı içinde kendiliğinden doğmuş “önemsiz bir şey” değildir!
“Kapitalizm”; icat edilmiş “ölümcül bir hastalıktır”!
“Hayatın içindeki ‘doğal’ rekabet” ile
“Kapitalizmin dayattığı yapay ve ölümcül rekabet” birbirinden ayırdedilmesi gereken kavramlardır!
Eğer “kapitalizmin dayattığı yapay ve ölümcül rekabet”in ne demek olduğunu ve sizin bile hayatınızın içine nasıl enjekte edildiğini öğrenmezseniz, şunları yazarak saçmalarsınız:
[Örneğin, Ortadoğu’nun neredeyse daimi bir savaş coğrafyası olmasının en önemli nedeni petrolün büyük bir kısmının, ve önemli yolların, limanların bu bölgede olması değil midir? Geçmişte de iklimi en önemli nedendi. Arap yarımadasının bedevi fatihlerini gaza, cihad, Allah maskeleriyle çevreyi istila edip ganimet ve vergilerle geçinmeye zorlayan şey, bu coğrafyanın kuraklığı, tarıma elverişsizliği değil miydi? Bu yapıları değiştirmeden kapitalizmi devrimlerle veya başka yollarla değiştirmek olamaz işte.
(Böyle durumlar engellenebilir elbette. Petrol gibi fosil yakıtlar yerine doğal enerji kaynaklarının kullanımıyla enerji paylaşımı savaşlarına son verilebilir. Geçmişteki İslam devletlerinin bölgenin tahılını gönderip su kanallarını inşa etmesi gibi bu ihtiyaçlar da dışarıdan temin edilebilir. Burada demek istediğim, ekonomi konuşurken bunun derindeki asıl nedenlerini pek konuşmuyoruz. Böyle olunca da tartışma yüzeysel olabiliyor)]
Bütün dünyada hepimiz olmasa da çoğumuz:
Kapitalizme azılı şekilde karşı olsak da; yine “kapitalizmin şart koştuğu rekabet”e göre günlük hayatlarımızı programlamaya mecbur bırakılıyoruz! Örneğin; 18 Ocak 2016 Pazartesi, sabah kalkıp “kapitalist işimize & gücümüze!” gidip “kapitalist maaşımızı & ücretimizi!” elde etmeye mecbur bırakılmamız gibi!
Size bir üst paragrafta; hepimizin hayatında en olağan hâle getirilen, zorla alıştırıldığımız “kapitalist rekabet” örneğini yazmış olduk! İlk önce, hepimizin içine enjekte ettikleri “kapitalist rekabet hastalığı”ndan kurtulmamız gerekiyor!
Yukarıda köşeli [] parantez içinde yazdığınız her ifade; “kapitalist rekabet hestalığı”nın tezahürleridir! “Petrol” Arap medeniyetinin dominant olduğu coğrafyalarda yaygın ve diğer bölgelerde yaygın değilse; bu “petrol”ün paylaşımı için birbirimizin başını ezmek zorunda artık değiliz! Artık “ahmak” olmamalıyız!
Sadece “petrol” örneğine takılıp kalmayınız. Bu metnimizin girişinde yazdığımız uyarıyı aklınızdan çıkarmayınız: “Ağaçları tek tek ve ormanı bir bütün olarak ‘aynı anda görmek’ zorundasınız!”
Yine “tarih”ten son kez uyaralım:
“İnsan” tekildir, parçalanamaz!
Bu tekilliğin getirdiği birincillik olarak “özgür” olduğu gibi aynı zamanda “sosyal”dir.
“Co-operation & Dayanışma içinde olmak” ve “Communal & Birarada yaşamak” eylemlerini tarih boyunca gerçekleştirmiş bir varlıktır.
“Yapayalnız” bir birey de değildir, “bir koyun sürüsü gibi güdülmeye hazır” sosyal de değildir!
Hepsinden önce “insan”: Thomas Hobbes’un dikte ettiği gibi “doğuştan kötücül” değil; Jean-Jacques Rousseau’nun hatırlattığı gibi “doğuştan iyicildir”!
“İNSANIN DOĞUŞTAN KÖTÜCÜL OLDUĞU YALANI”NI ACI ÇEKTİRE ÇEKTİRE NASIL YAYDIKLARINI DAHA YAKINDAN GÖRMENİZ İÇİN,
“KAPİTALİZMİN DAYATTIĞI YAPAY VE ÖLÜMCÜL REKABET”İ DAHA YAKINDAN TANIMANIZ İÇİN İKİ ÖRNEK:
Tarih: 10 Ocak 2016
15 YAŞINDAKİ UMUT, TAKDİR BELGESİ ALAMADIĞI İÇİN EVLERİNİN PENCERESİNDEN ATLAYARAK İNTİHAR ETTİ!
İzmir’in Torbalı İlçesi’nde oturan 15 yaşındaki Umut Okay Giriş, dördüncü kattaki evlerinin penceresinden atlayarak yaşamına son verdi. Gencin, 22 Ocak’ta verilecek ara karne öncesi takdir belgesini iki puanla kaçırdığını ve bu nedenle ailesini üzdüğünü yazdığı bir intihar notu bıraktığı öğrenildi.
Olay, geçen pazar günü akşam saatlerinde, Alpkent Mahallesi’ndeki apartmanda meydana geldi.
Torbalı İcra Müdürü Fikri Giriş’in oğlu Umut Okay Giriş, bunalıma girip oturdukları apartmanın dördüncü katındaki evlerinin pencereden kendini boşluğa bıraktı. Kanlar içinde yerde kalan, Torbalı Anadolu Lisesi 9’uncu sınıf öğrencisi olan Umut Okay Giriş, ambulansla Torbalı Devlet Hastanesi’ne kaldırıldı. Ardından ambulansla ilk olarak İzmir Ege Üniversitesi’ne ardından Dokuz Eylül Üniversitesi Hastanesi’ne götürüldü. Ancak Umut Okay Giriş, yolda yaşamını yitirdi.
Polis, evde inceleme yaptı. Liseli gencin yazdığı belirtilen bir intihar notu bulundu. Umut Okay Giriş’in 22 Ocak’ta verilecek ara karne öncesi takdir belgesini iki puanla kaçırdığını, bu yüzden anne ve babasını çok üzdüğünü yazdığı öğrenildi.
Çok zeki bir çocuk olduğu belirtilen Umut, dün ailesinin memleketi Elazığ’da toprağa verildi.
( http://www.milliyet.com.tr/liseli-umut-4-uncu-kattan-olume-gundem-2177723/ )
Tarih: 15 Ocak 2016
13 YAŞINDAKİ BERRİN, TEOG SINAVINDA İSTEDİĞİ PUANI ALAMAYINCA BANYODA KENDİNİ ASARAK İNTİHAR ETTİ!
Bursa’da babası öğretim üyesi, annesi doktor olan 13 yaşındaki Ayşe Berrin Yılmazlar dün gece evin banyosunda kendisini bornoz kemeriyle astı. Ortaokul 8′inci sınıf öğrencisi Yılmazlar’ın, TEOG sınavında istediği puanı alamayınca bunalıma girip, intihar ettiği ileri sürüldü.
DHA’da yer alan habere göre, olay, merkez Nilüfer İlçesi 19 Mayıs Mahallesi’nde meydana geldi.
TEOG sınav sonuç sonuçlarının dün akşam internet ortamında açıklanmasıyla, puanlarının düşük olduğunu gören Ayşe Berrin Yılmazlar, iddiaya göre çok üzüldü ve odasına kapandı. Girdiği bunalımdan çıkamayan Ayşe Berrin Yılmazlar, gece banyoya girerek, kendisini bornoz kemeriyle kalorifer borusuna asarak yaşamına son verdi.
Anne ve babası, sabah kızları Ayşe Berrin Yılmazlar’ın banyodaki kalorifer borusuna asılı cansız bedeniyle karşılaşınca sinir krizleri geçirdi. Cumhuriyet Savcısının incelemesinin ardından cenaze Adli Tıp Kurumu’na gönderildi. İşlemlerin tamamlanmasının ardından Ayşe Berrin Yılmazlar’ın cenazesi Kükürtlü Camii’nde ikindi vakti kılınan namazın ardından Hamitler Mezarlığı’nda toprağa verildi.
Ayşe Berrin Yılmazlar’ın intiharıyla ilgili savcılık soruşturma başlattı.
( http://www.birgun.net/haber-detay/13-yasindaki-berrin-teog-sinavinda-istedigi-puani-alamayinca-intihar-etti-100934.html )
Bu devlet yıkılmadıkça…
SEYFİ CENGİZ·19 OCAK 2016 SALI
Kırmanciye ve Kürdistan birer koloni.
Bu iki coğrafyada gelişme, şehirleşme hemen hiçbir dönemde doğal bir seyir izlemedi.
Şehirlerin sadece yöneticileri değil, yerleri, merkezleri, sınırları, mimarisi de devlet tarafından ve devlet çıkarına göre belirlendi.
Bu iki coğrafyadaki eski kentler yıkıldı.
Tanzimat ve Cumhuriyet dönemlerinde devlet kararıyla yeni “kentler” inşa edildi.
Hepsini tanıyoruz bunların.
Gerçekte birer devlet sitesi, birer garnizon bunlar.
Davutoğlu’nun açıklamasına göre, şimdi, “yeni bir kentsel dönüşüm” projesi gündemde.
Yeni iller kurulacak, kiminin merkezleri ve sınırları değişecekmiş.
Bu yeni kuşak kentler de açık ki birer devlet sitesi olacak.
Gerekçe hep aynı:
“Asayiş, güvenik, kamu düzeni”.
Özetle, TC devletinin bekası.
Bu devlet yıkılmadıkça bu kısır döngü değişmez.
http://www.facebook.com/notes/seyfi-cengiz/bu-devlet-yıkılmadıkça/1060542723996756
[Yukarıda paylaştığım yazı olayı iyi açıklamış. Bu konuda önceden okuduğum bazı örnekler de kavramama yardımcı oldu. Örneğin; Harput’un yanında Elazığ’ın kurulması, Malatya’nın bugünkü yerine taşınması, Pertek, Hozat, Mazgirt’te kurulan kışlalarla ilçe merkezlerinin burada gelişmesi gibi. Ayrıca devletin askeri birliklerinin inşa ettiği il ve ilçeler bu bölgeyle sınırlı değil; Osmaniye, Islahiye, Reyhanlı, Hassa gibi ilçeler de bu şekilde kuruldu]
Kapitalizmin kendiliğinden çöküp çökmeyeceği tartışmalarında atlanan bazı noktalar var kanımca.
İlk olarak kapitalizmin çökmesinin farklı şekillerde gerçekleşebileceği üzerinde durulmuyor. Kapitalizmin yerini devrimle kurulacak bir sınıfsız toplum alamayabilir. Kapitalist üretim biçimi yerini -sınıflı veya sınıfsız- başka bir düzene bırakmayabilir, bunun ardından otorite boşluğunun yol açağı kronik krizlerin, savaşların olacağı bir kaos dönemi gelebilir.
Çelişkinin sadece burjuvazi ve işçi sınıfı arasında olduğu kabulünün de sorgulanması gerektiğini düşünüyorum.
Bence bütün uygarlıkların temel çelişkisi, yükselmelerinin nedeni olan üretim tarzlarının aynı zamanda çöküşlerinin nedeni olmasıdır.
Sanayi devriminden önceki uygarlıkların fetihe, ganimete, köleciliğe dayalı olması, hem yükselişlerinin hem de bir süre sonra çöküşlerinin nedeni olmuştur.
Sanayileşme ve kentleşme de yarattığı ekonomik sistem nedeniyle sanayi uygarlığının gücünün kaynağıdır. Fakat bu, ilerleyen zamanlardaki zayıflıklarının da kaynağıdır.
Sanayileşme ve kentleşme sürecinin ilerlemesi toplumun temeli olan aileyi zayıflatır, genç kuşaklarda birçok yeni soruna yol açar. Gelişmiş bölgelerin nüfusu azgelişmişlerin lehine azalır, başka krizlerin eklenmesiyle bunun etkileri daha yıkıcı olabilir -son mülteci krizlerinde olduğu gibi.
Sayın “anonim” 118,
Tespitlerinizin, endişelerinizin büyük çoğunluğunda haklısınız.
Bakış açınızı daha da genişletmek için; yukarıda “50” numaralı (5 Ocak 16 / 12am) metnimizde hatırlattığımız referanslara yönelmenizi öneriyoruz:
1. referans: “Joseph Alois Schumpeter”
2. referans: “John Maynard Keynes”
3. referans: “Sağmal inek olarak yaşamaya hâlâ devam edecek miyiz?!”
118..
Aile konusunda kafa yormalı, okumalısınız.
Aile toplumunu kendini yeniden üretmesinin kaynağı olduğu gibi, toplumun tüm “adaletsizliğinin” de yeniden üretildiği odaktır.
Yalanın, sömürünün “çekirdeğidir.”
Yarısı “iyi” ise diğer yarısı korkunçtur..
Aile’nin tarihsel evrimine bakın..
Türkiye’deki ailelere iyi bakın..
Devrim aileyi de içine almadıkça devrim olamayacak…
Sayın “ogürsel” 120,
Sayın “118”e yazdığınız cevabın altına bizler de, yani bebekliklerinden itibaren patron kıçı yalamak için yetiştirilmiş “Beyaz Ya-LA-ka”lar da; imzamızı atıyoruz!
Sizle uzlaştığımız hususlar o kadar çok ki…
Ahhh keşke:
“Kapitalizmin dayattığı yapay ve ölümcül rekabet”e karşı,
“Şirketokrasi”ye karşı,
“Kapitalizm”e karşı mücadelelere de omuz verseniz sayın “ogürsel” !
120
Söyledikleriniz çok doğru elbette.
Bu bir denge meselesi her şeyde olduğu gibi.
Yeni sorunlar yeni çözümlerle aşılır.
Yoksa, bu sorunu tek taraflı değerlendiren, geçmişi olumlayıp bugünü kötüleyen muhafazakarların yaptığı gibi, geçmiş düzeni devam ettirip günümüzden kaçmak mümkün değildir.
Barzani’nin Bağımsızlık Çıkışları Neyin İşareti?
Zeynep Güneş
Irak Kürdistanı’ndaki iktidar kapışması yaz aylarından bu yana alabildiğine şiddetlenmiş durumda. Ekonomik kriz, ayyuka çıkan yolsuzluklar ve başkanlık koltuğunu fiilen gasp etmesi nedeniyle giderek artan bir muhalefetle karşı karşıya kalan Barzani, bunların yanı sıra dış gelişmelere de bağlı olarak büyük bir sıkışmışlık içinde. Son dönemlerdeki bağımsızlık çıkışlarının, Kürt bölgesinin batı sınırlarını oluşturan 400 kilometrelik hatta boydan boya hendek kazılmaya başlanmasının ve gerek içe gerekse dışa dönük çeşitli manevralarının arka planında, işte bu sıkışıklığı aşma ve iktidarını muhafaza etme çabaları önemli bir yer tutmaktadır.
Barzani yönetiminin izlediği politikalar sadece Güney Kürdistan halkını değil, diğer parçalardaki Kürtleri de yakından ilgilendiriyor. Zira Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi (IKBY), resmen elde ettiği statüyle, diğer parçalarda yürüyen Kürt ulusal kurtuluş mücadeleleri için de önemli bir örnek teşkil ediyor. Ne var ki, Barzani ve partisi (Kürdistan Demokrat Partisi – KDP), iktidar uğruna, her türlü kirli pazarlık ve ittifakla Türkiye ve Suriye Kürtlerinin ulusal kurtuluş mücadelelerini de baltalama noktasına gelmiş bulunuyor. İçeride Talabani liderliğindeki Kürdistan Yurtseverler Birliği’ne (KYB) ve Goran (Değişim) Hareketi’ne karşı yürüttüğü iktidar mücadelesini, dışarıda da PYD ve PKK’ye karşı verdiği hegemonya mücadelesi tamamlıyor. Bu noktada Barzani’nin en büyük destekçilerinden biri de Erdoğan-AKP hükümeti.
Öncelikle, Barzani’nin sıkışmışlık durumunu belirleyen iç faktörlere kısaca değinelim. ABD’nin Irak’ı işgal etmesinin ardından Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi adı altında anayasal güvenceye kavuşan federe Kürdistan devleti, 2005 yılından bu yana Barzani’nin başkanlığında yönetiliyor. Barzani 2005’te parlamento tarafından, 2009’da ise halkoyuyla seçilerek bu koltuğa oturmuştu. 2013’te dolan görev süresi parlamento tarafından iki yıllığına uzatılan Barzani’nin uzatma süresi de geçtiğimiz Ağustos ayında sona erdi. Normalde yeniden başkanlık seçimi yapılması gerekiyorken, Seçim Kurulu, ekonomik krizi ve eleman yetersizliğini gerekçe göstererek seçimlerin yapılamayacağını duyurdu. Bu aslında Barzani’nin işine gelen bir durumdu. Zira Goran Hareketi ve KYB, üst üste iki dönem görev yapmış olması nedeniyle Barzani’nin yeniden aday olamayacağını savunmaktaydı. Her ne kadar KDP, Barzani’nin halkoylamasıyla bir kez seçildiği için ikinci kez de aday olabileceğini savunsa da, bu ciddi bir anlaşmazlık konusuydu. Dolayısıyla Seçim Kurulunun kararı bu noktada Barzani için kurtarıcı bir rol oynadı. Ancak tek tartışma konusu bu değildi. Barzani’nin görev süresinin uzatılması da, daha önce KYB ile varılan anlaşma gereğince bir kezle sınırlandırılmıştı. Ne var ki Barzani bu yöndeki tüm itirazları ve yasal prosedürleri hiçe sayarak, başkanlık süresini Adalet Bakanlığı aracılığıyla bir kez daha iki yıllığına uzattırdı. Buna şiddetle muhalefet eden Goran Hareketi ise Ekim ayında[1] bakanlarının koalisyon ortağı oldukları hükümetten atılması ve meclis başkanının Erbil’e sokulmaması ile cezalandırıldı. Böylece Barzani, bir tür hükümet darbesiyle başkanlık koltuğunu gasp etti.
Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi, KDP ve KYB’nin uzlaşması üzerine şekillenmiş bir yapı olarak doğmuştu. Goran’ın KYB’den ayrılmasıyla birlikte Talabani önderliğinin büyük bir güç kaybına uğraması siyasi dengeleri de değiştirdi. Yaşanan sürtüşmeler nedeniyle Irak Kürdistanı’nda halen bir anayasa bile yapılabilmiş değil. Birbiriyle çelişebilen eski ve yeni yasalar nedeniyle, siyasi krizler hukuki çözümden ziyade tıpkı Barzani’nin başkanlık dayatmasındaki gibi oldubittilerle aşılmaya çalışılıyor. Ancak anlaşmazlıklar gerçekte aşılmıyor, aksine keskinleşerek patlama noktasına doğru ilerliyor. Geçtiğimiz günlerde KYB’nin KDP ile aralarındaki “stratejik anlaşma”nın sona erdiğini ve yeni bir ittifakın ancak “yeni bir güç paylaşımı” temelinde mümkün olduğunu açıklaması da bunun bir ifadesidir.[2]
Bu siyasi çatışmaları şiddetlendirici bir etken de, özellikle petrol fiyatlarının düşmesi ve Irak yönetiminin merkezi bütçeden aktarması gereken payı aktarmaması yüzünden iyice ağırlaşan ekonomik krizdir. Irak yönetimi, anayasaya göre, petrol gelirleri karşılığında Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ne merkezi bütçeden belli bir pay aktarmak zorunda. Ne var ki iki yönetim arasında herhangi bir gerilim patlak verdiğinde, Irak yönetiminin ilk tepkisi bu payı keserek IKBY’yi sıkıştırmak oluyor. Irak Maliki yönetimi altındayken, bu payın (2014 yılında 17 milyar dolar civarında bir meblağ idi) verilmemesi IKBY’yi çok zor durumda bırakmış, memur maaşları ödenemez hale gelmişti. Bunun üzerine IKBY geçtiğimiz yaz Bağdat’a verdiği petrolü keserek tüm petrolü kendisi ihraç etmeye başlamıştı. Maliki hükümetinin düşmesinin ardından Irak başbakanı olan İbadi, IKBY ile hem merkezi bütçe payı hem de petrol ihracatı konusunda anlaştı. Ancak bir süre sonra Irak merkezi bütçesinden aktarılması gereken pay aktarılmayınca, Barzani yönetimi Türkiye üzerinden petrol ihracatına başladı. Bununla birlikte petrol fiyatlarındaki keskin düşüş nedeniyle Kürdistan bütçesi büyük bir açık verdi ve ekonomik kriz derinleşti.
Tüm bu iç gerilimlerde, Barzani yönetiminin Türkiye’yle yakın bir siyasi ve ekonomik işbirliği içinde bulunmasının, Irak yönetimininse İran’a yakın durmasının da büyük bir rolü var kuşkusuz. IKBY’nin yegâne gelir kaynağı olan petrolü ihraç edebilmesi için Türkiye tek geçiş noktası durumunda. Bunun da ötesinde, inşaattan gıdaya pek çok sektörde, Türk şirketlerinin Güney Kürdistan’da büyük ölçekli yatırımları ve ticari ilişkileri mevcut. Aynı şekilde Barzani ve diğer KDP yöneticilerinin de Türkiye’de pek çok şirketi ve güçlü ticari bağları var. AKP hükümetiyle Barzani arasındaki yakın işbirliğinin ekonomik temeli buralara dayanıyor.[3]
Bu işbirliği elbette siyasi ittifakla da taçlanıyor. AKP hükümeti Barzani’yi uzun zamandır çok işlevli bir araç olarak görüyor ve kullanıyor. Rojava’da PYD’yi rakipsiz bir güç olmaktan çıkarmanın yanı sıra Türkiye’de de PKK’nin gücünü kırarak Kürt hareketini bölüp zayıf düşürmek üzere Barzani’yle ittifak yapıyor. Rojava’nın IŞİD saldırıları karşısında yalnız bırakılmasında, Musul ve Kerkük’ün savunma girişiminde bile bulunulmaksızın IŞİD’e teslim edilmesinde, Musul’da eski Baasçı güçlerle işbirliğine gidilmesinde vs. Barzani yönetiminin Türkiye’yle olan ittifakının da önemli bir rolü bulunmaktadır. Bu ittifakın aynı zamanda İran’ın bölgedeki gücünü zayıflatma amacını taşıdığını da belirtelim.
Bunların yanı sıra, Barzani yönetimi Türkiye’nin bölgedeki sıkışmışlığında da ilk imdada koşan güçtür. Örneğin uçak krizinin patlak verdiği ilk haftalarda, Rusya, Türkiye ile IŞİD arasındaki petrol ticaretinin kanıtı olduğunu savunduğu tanker sevkiyatı görüntüleriyle AKP hükümetini zor durumda bırakmıştı. İşte bu noktada Barzani derhal devreye girerek ve bu görüntülerin IKBY’den Türkiye’ye giden petrol tankerlerine ait olduğunu söyleyerek Erdoğan’ın imdadına yetişmişti. Başika krizinde de benzer bir yardıma koşma durumu yaşandı. IŞİD bahanesiyle Başika kampına gönderilen askeri birlikleri, Irak yönetiminin ve ABD’nin tepkileri nedeniyle geri çekmek zorunda kalan Türkiye, bu birliklerin bir bölümünü Barzani yönetiminin egemenliğindeki bölgeye çekti.
Bugün kendi sınırları içindeki Kürt halkının özyönetim talebini şiddetle reddeden, özgürlük mücadelesini azgın bir savaşla yok etmeye çalışan, aynı şekilde PYD’yi terörist olarak niteleyip Rojava’daki özgürlük hareketini boğmaya uğraşan ve tıpkı bir zamanlar Irak Kürdistanı’na yapıldığı gibi Rojava için kırmızıçizgiler ilan eden AKP hükümeti, bağımsız bir Kürt devletinden söz eden Barzani’yi cumhurbaşkanlığı sarayında ve başbakanlıkta Kürdistan bayraklarıyla karşılıyor! Barzani de, Kürt halkına yönelik katliam politikaları konusunda gıkını çıkarmaksızın PKK’ye yüklenerek, TC’ye saygıda kusur etmediğini gösteriyor. Sonuçta Barzani iktidar uğruna, Kürt halkının en kalabalık parçasına yönelik kirli bir savaş yürüten Türkiyeli egemenlerle bile işbirliği ve uzlaşma içinde olabiliyor. Bu durum, ezilen ulusun emekçi kesimleriyle burjuva kesimlerinin çıkarlarının özde nasıl da farklı olduğunun çok somut bir göstergesidir.
Onyıllardır Irak Kürdistanı’nın iki büyük siyasi hareketi olan KYB ve KDP burjuva önderliklerdir. Her birinin kendine bağlı peşmerge güçleri bulunan ve biri Erbil-Duhok, diğeri ise İran sınırındaki Süleymaniye çevresinde ve Halepçe’de güçlü olan bu siyasi partilerin liderlikleri, hem devlet iktidarı aracılığıyla alabildiğine zenginleşmiş hem de yozlaşıp yolsuzluğa batmışlardır. Gerek yolsuzluklar gerekse ekonomik krizin sonuçları emekçi kitlelerde giderek büyüyen bir hoşnutsuzluğa yol açmaktadır. Ne var ki, burjuva siyasal güçler bunu aralarındaki iktidar mücadelesinin mezesi haline getirmeyi başarmaktadırlar.
Irak Kürdistanı’nda yaşanan gelişmeleri, Ortadoğu’da yürüyen savaştan, emperyalist kutuplardan ve bölge güçleri arasındaki rekabetten bağımsız olarak ele almak mümkün değildir. Bu noktada İran ve Türkiye faktörleri fazlasıyla öne çıkmaktadır. İran, Irak Kürdistanı’nın doğu komşusu, Türkiye ise kuzey komşusudur ve her iki burjuva gücün de bu bölge üzerinde kirli hesapları bulunmaktadır. Türkiye nasıl Barzani üzerinden bu hesaplarını hayata geçirmeye çalışıyorsa İran da Talabani, Goran ve daha da önemlisi Irak merkezi yönetimi üzerinden benzer şeyi yapmaya çalışmaktadır. Nitekim Barzaniciler KYB ve Goran’ı “İran’ın kuklası” olmakla suçlarken, onlar da KDP’yi Türkiye’nin savaş politikalarına destek vermekle ve Kürt birliğini bozmakla eleştirmektedirler. Bu arada IKBY topraklarına yönelik IŞİD saldırıları karşısında Barzani ve Türkiye hiçbir şey yapmazken, İran’ın KYB peşmergelerine silah ve asker desteği vererek IŞİD’e karşı mücadelede önemli bir rol oynadığını ve bu nedenle bölgedeki prestijinin giderek arttığını belirtelim.
Elbette bu resmin bir parçasıdır ve tamamını görmek için Rusya ve ABD’nin kutup başlarını çektiği büyük emperyalist güçlerin Kürdistan toprakları da dâhil olmak üzere tüm bölgeye yönelik kirli hesaplarını, paylaşım planlarını ve bu uğurda yürüttükleri korkunç savaşı görmek gerekiyor. Bölge güçleri ve emperyalist devletler gerek Kürt bölgelerini kendi nüfuz alanları haline getirmek, gerekse birbirleriyle mücadelede koz olarak kullanmak için, Kürt burjuva önderlikleriyle çeşitli düzeylerde ittifaklar yapıyorlar. Bu ittifakların burjuva çıkar birlikleri temelinde şekillendiği ise aşikârdır. Sonuçta olan Kürt emekçilere ve diğer Ortadoğu halklarına olmakta, onların kurtuluş ve özgürlük hayalleri her seferinde, üstelik de ağır bedeller ödemek zorunda bırakılarak, karartılmaktadır.
Ortadoğu’da yürüyen emperyalist paylaşım savaşı uzun bir süredir Kürt sorununu uluslararası bir sorun haline getirdiği gibi, Kürdistan’ın farklı parçalarının kaderini de daha önce hiç olmadığı kadar birbirine bağlamıştır. Kürdistan bir bütün olarak özgürleşmedikçe bölgedeki Kürt sorunu son bulmuş olmayacaktır. Bunun da ötesinde yoksul Kürt emekçilerinin gerçek kurtuluşu, tüm bölge halklarının başta emperyalist güçler olmak üzere, kendilerini ezen, sömüren ve kan üzerinden egemenlik sürdüren tüm burjuva güçlerden kurtulmalarında yatmaktadır.
[1] Ekim ayı başlarında Irak Kürdistanı, yaygın protesto gösterilerine tanık oldu. Üç aydır maaşları ödenmeyen öğretmenlerin eylemleri, ülkenin diğer taraflarına da yayılan protesto gösterilerine dönüştü. Bu gösterilerde ekonomik taleplerin yanı sıra yolsuzluklara duyulan tepki de dile getirildi. Süleymaniye’de KDP bürolarının da basıldığı bu eylemler sırasında 5 kişi hayatını kaybederken 200’den fazla insan yaralandı. Barzani bu gösterilerden Goran Hareketi’ni ve KYB’yi sorumlu tuttu.
[2] Kürdistan’da 2005 ve 2009 yıllarında gerçekleştirilen parlamento seçimlerine, Celal Talabani önderliğindeki KYB ile Mesud Barzani önderliğindeki KDP ittifak yaparak girmişler, hükümeti ve devlet başkanlığını da bu ittifak temelindeki bir güç paylaşımıyla belirlemişlerdi. Bu dönemde gerek merkezi düzeydeki gerekse Kürt güçleri arasındaki anlaşmalar sonucunda, Talabani Irak cumhurbaşkanı olurken, Barzani de bölgesel yönetimin devlet başkanlığı görevini üstlenmişti. Fakat 2009 seçimleri öncesinde, Goran (Değişim) Hareketi’nin ayrı bir parti oluşturarak KYB’den ayrılmasıyla güç dengelerinde önemli bir değişim yaşanmıştı. Goran Hareketi ilk olarak girdiği bu parlamento seçimlerinde %24 civarında oy aldı ve bu durum 2013 seçimlerini de etkileyecek güçlü bir faktör oluşturdu. 2013 seçimlerine KYB ve KDP ayrı ayrı girdiler ve bu seçimlerde 111 üyeli parlamentonun 38 koltuğunu KDP, 24 koltuğunu Goran, 18 koltuğunu KYB ve 10 koltuğunu Kürdistan İslam Birliği Partisi kazandı. Ancak KYB ile KDP arasındaki “stratejik anlaşma” resmen devam ediyordu ve başkanlık krizi esnasında KYB’nin Barzani’ye karşı Goran kadar sert muhalefet yürütmemesinde bunun büyük bir payı vardı.
[3] Ayrıntılı bilgi için bkz. Oktay Baran, Irak, Petrol ve Kürt Sorunu, MT, Mart 2013
http://marksist.net/zeynep-gunes/barzaninin-bagimsizlik-cikislari-neyin-isareti.htm
Palermo’nun ardından Napoli’den de Abdullah Öcalan’a fahri hemşehrilik
İtalya’nın Palermo kentinden sonra Napoli de PKK’nın hapisteki lideri Abdullah Öcalan’a fahri hemşehrilik verdi. Karara merkez sağdan ve diplomasi çevrelerinden tepki gelirken, Belediye Başkanı Luigi de Magistris,’cahillikle’ suçlandı.
Öcalan’a fahri hemşehrilik kararı, Napoli Belediye Başkanı Luigi de Magistris’in önerisiyle Belediye Meclisi tarafından dün alındı.
Belediye Meclisi’nin basın açıklamasında kararın, “Kürt halkıyla demokrasi, eşitlik ve özgürlük dayanışması sergilemek adına alındığı” belirtildi.
Kararda, “Napoli kenti, Kürt halkına sevgi, saygı ve dostlukla bağlıdır” denildi.
‘Öz yönetim hakkını tanıyoruz’
Karar metninde ayrıca şu ifadeler yer aldı:
“Abdullah Öcalan, Kürt halkının siyasi ve ruhani lideridir. Halkının maruz kaldığı baskılara karşı savaşmış ve özellikle son yıllarda baskıcı, gaddar ve otoriter politikalarla ciddi şekilde engellenen demokratik insan haklarının yerine getirilmesi için mücadele etmiştir.”
Kararda, Napoli Belediyesi’nin Suriye’deki Kobani kantonuyla bir anlaşma imzalayarak “evrensel öz yönetim hakkını tanıdığı” da hatırlatıldı.
Napoli’deki Kürt derneği “Napoli Kürdistan Ağı” da, fahri hemşehrilik beratının 15 Şubat’ta yapılacak bir törenle Abdullah Öcalan’ın yeğeni Dilek Öcalan’a teslim edileceğini açıkladı.
Merkez sağdan tepki geldi
Napoli Belediyesi’nin Abdullah Öcalan’a fahri hemşehrilik verme kararı İtalya’da bazı kesimlerden tepki çekti.
Gelecek Mayıs ayında yapılması planlanan belediye seçimlerinde, Belediye Başkanı Luigi de Magistris’in rakibi olan merkez-sağın adayı Gianni Lettieri, “Napoli’nin onca sorunu varken Belediye Başkanı Abdullah Öcalan’a fahri hemşehrilik vermeye vakit bulabiliyor. Bu size normal geliyor mu? Söyleyecek söz bulamıyorum” dedi.
İtalya’nın eski Ankara Büyükelçisi Carlo Marsili de “Napoli Belediye Meclisi’nin Öcalan’a fahri hemşehrilik vermesi, uluslararası meseleler konusunda tam bir cahillik göstergesidir. Kürtlerle PKK’yı birbirine karıştırmak (İtalya’daki) solcularla Kızıl Tugay’ları birbirine karıştırmaya benziyor. Bir belediye başkanı demagoji yapmak yerine böyle kararlar almadan önce iyi düşünmelidir” diye tepki gösterdi.
İtalya’nın Sicilya adasının başkenti Palermo da geçen Aralık ayında, “Kürt halkı ve Abdullah Öcalan”a fahri hemşehrilik vermiş, Türkiye’den bu karara tepki gelmişti.
Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Tanju Bilgiç, “AB’nin ve uluslararası kuruluşların terör listelerinde yer alan bir terör örgütü liderine fahri vatandaşlık verilmesi kabul edilemez bir saygısızlık” demişti.
http://www.hurriyet.com.tr/palermonun-ardindan-napoliden-de-abdullah-ocalana-fahri-hemsehrilik-40046968
Şirketokrasi’ye inanmıyorum. Bu burjuva kapitalist hegemonyanın bir görünümü. İki örnek, Hitler ve Erdoğan..
Burjuvazi adına ve gerekirse burjuvaziye rağmen!
*
ABD bir bunalıma girse, o şirketler Devlet-polis-ordu aracılığıyla hegemonyalarını korumak için bilinen tüm otoritelerinden vazgeçer, kendileri için, aralarından kimi “yumuşakların” da hesabını görecek faşistik re-organizyonun kulu kölesi olurlar.
*
Kapitalizm’e gelince…
Devrimi toplumlar, insanlar yapacak; bu burjuva-kapitalist ilişkiler içinde devrim yapacak sınıf-sınıflar-insanlar kim olacak? Eğer proleterya artık devrimci değilse, soyut bir “işçi sınıfı” adına küçük burjuva önderler particilik yapıyorsa…
Bunun yanıtı henüz verilmiş değil…
Toplum içinde Devrim Güçlerin-Sınıfın kimliği netleşmedikçe, Devrim soyut, hayali bir kavram bence…
Sayın “ogürsel” 125,
TESPİT 1:
[Şirketokrasi’ye inanmıyorum.] yazmışsınız!
Şaşırmadık!
Çünkü siz “özel sektör sömürücülüğünün ne demek olduğundan haberi olmayan” bir şahsiyetsiniz!
TESPİT 2:
[Devrimi toplumlar, insanlar yapacak; bu burjuva-kapitalist ilişkiler içinde devrim yapacak sınıf-sınıflar-insanlar kim olacak? Eğer proleterya artık devrimci değilse, soyut bir “işçi sınıfı” adına küçük burjuva önderler particilik yapıyorsa…] yazmışsınız!
SİZ KİMSİNİZ, SİZ NESİNİZ ?!
SİZ “İŞÇİ” & “EMEKÇİ” DEĞİL MİSİNİZ SAYIN “OGÜRSEL” ?! ?! ?!
NİÇİN YUKARIDA KÖŞELİ [] PARANTEZ İÇİNDEKİ İFADENİZDE; KENDİNİZİ SOYUTLUYORSUNUZ ?!
NİÇİN KAPİTALİZMİN TAHAKKÜMCÜ ÜSLUBUNA, DAHA YOLUN EN BAŞINDAYKEN, KELİMELERİNİZ İÇİNDE KULLANARAK BOYUN EĞİYORSUNUZ?!
Kendinizi “eleştirecek” cesaretiniz yok!
35 yıldan fazla süre “devlet hastanelerinde doktorluk yapa yapa konformistleşmişsiniz!” (Not: Mesleğinizdeki mahirliğiniz farklı konu; “sömürüldüğünüz mekânlar” farklı konu! Elma ile armutu birbirine karıştırmayınız!)
35 yıldan fazla süre “kapitalizmi öksürmeyi unutmuşsunuz!”
35 yıldan fazla süre “devletin şefkatli kanatları altında sömürüldüğünüz için”; şirketokrasiye inanmamanız gayet normal!
=== SİZE BOŞUNA HAYKIRMIYORUZ! ===
“Şirketokrasi” hastalığını yok ettiğimiz anda; “devlet”in beslendiği kaynağın kökünü de kurutmuş oluruz! Bunu göremeyecek kadar tecrübesiz birisi misiniz sayın “ogürsel”?!
Artık 19. yüzyılda yaşamıyoruz; 2016’dayız!
Bugün:
“Şirketokrasi” ile “devlet mekanizmaları”; tarihte hiç görülmediği kadar girift! Bunu göremeyecek kadar kapitalizmi öksürmeyi unuttuğunuzun farkında değil misiniz sayın “ogürsel”?!
=== SİZE BOŞUNA HAYKIRMIYORUZ! ===
“Beyaz Ya-LA-ka”laşmış evladınızla en kısa zamanda görüşün, ve kendisinden;
“Kapitalizmin dayattığı yapay ve ölümcül rekabet”i,
“Şirketokrasi”yi,
“Kapitalizmin 2016 hâli”ni öğrenin diye; ama umursamıyorsunuz! Çünkü konformistsiniz! Bunu kendinize itiraf edecek cesaretiniz yok!
=== SİZE BOŞUNA HAYKIRMIYORUZ! ===
“2016”YI ANLAMANIZ İÇİN SİZE REFERANSLAR GÖNDERİYORUZ, AMA SİZ “19. YÜZYIL SOLCU BABALARININ KİTAPLARI BANA YETER! KENDİ KİTAP KAPAKLARINIZI BANA GÖNDERMEYİN!” DİYECEK KADAR KÜÇÜLÜYORSUNUZ:
[1]
Kitap: “İşletme Hastalığına Tutulmuş Toplum: Şirket İdeolojisi, Yönetsel İktidar ve Toplumsal Taciz”
Yazan: Vincent de Gaulejac
Çeviren: Özge Erbek
Yayınevi: Ayrıntı Yayınları
Adres: ( http://bit.ly/1dX0lOW )
[2]
Kitap: “Karakter Aşınması: Yeni Kapitalizmde İşin Kişilik Üzerindeki Etkileri”
Yazan: Richard Sennett
Çeviren: Barış Yıldırım
Yayınevi: Ayrıntı Yayınları
Adres: ( http://bit.ly/1CkYv08 )
[3]
Kitap: “Prekarya: Yeni Tehlikeli Sınıf”
Yazan: Guy Standing
Çeviren: Ergin Bulut
Yayınevi: İletişim Yayınları
Adres: ( http://bit.ly/1LmQPD2 )
[4]
Kitap: “Borç: İlk 5000 Yıl”
Yazan: David Graeber
Çeviren: Muammer Pehlivan
Yayınevi: Everest Yayınları
Adres: ( http://bit.ly/1GEmdqy )
[5]
Kitap: “Küresel Çarkın Dışında Kalanlar: Tüketim Toplumundaki Yeni Fakirlik”
Yazan: Kathrin Hartmann
Çeviren: Etem Levent Bakaç
Yayınevi: Ayrıntı Yayınları
Adres: ( http://bit.ly/1LrQ7Bh )
[6]
Kitap: “Ne Ders Olsa Veririz: Akademisyenin Vasıfsız İşçiye Dönüşümü”
Yazanlar: Aslı Vatansever & Merâl Yalçın
Yayınevi: İletişim Yayınları
Adres: ( http://bit.ly/1SApX3z )
[7]
Kitap: “İdiotizm: Kapitalizm ve Hayatın Özelleştirilmesi”
Yazan: Neal Curtis
Çeviren: Mehmet Ratip
Yayınevi: İletişim Yayınları
Adres: ( http://bit.ly/1Ms7fKF )
[8]
Kitap: “Oblomov”
Yazan: İvan Gonçarov
Çevirenler: Sabahattin Eyüboğlu & Erol Güney
Yayınevi: İş Bankası Yayınları
Adres: ( http://bit.ly/1Swyhnm )
[9]
Kitap: “Asrın Vebası: Narsisizm İlleti”
Yazanlar: Jean M. Twenge & W. Keith Campbell
Çeviren: Özlem Yüksel
Yayınevi: Kaknüs Yayınları
Adres: ( http://bit.ly/1G7FIx8 )
Eğer zahmet olmazsa; konforlu koltuğunuzdan kımıldayıp, “kapitalizme karşı eylem”lere siz de destek verirseniz, sizin de hayalini kurduğunuz o meşhur “devrim!” denen şey belki gerçekleşir!
Ne günlere kaldık!
Ölmüşüz de ağlayanımız yok!
Eğer “kendinizi eleştirebilecek!” cesareti bulabilirseniz; şu sorularımıza cevap yazmanızı bekliyoruz:
1. “Beyaz Ya-LA-ka”laşmış evladınızla görüşüp, kendisinden “kapitalizmin dayattığı yapay ve ölümcül rekabet” hakkında tecrübeler öğrendiniz mi ?
2. “Umut Okay Giriş”in ve “Ayşe Berrin Yılmazlar”ın niçin intihar ettiği ile ilgili cevabınız nedir ?
( http://www.milliyet.com.tr/liseli-umut-4-uncu-kattan-olume-gundem-2177723/ )
( http://www.birgun.net/haber-detay/13-yasindaki-berrin-teog-sinavinda-istedigi-puani-alamayinca-intihar-etti-100934.html )
BU TEMEL 2 (İKİ) SORUYA CEVAPLAR ARAMADAN; “KAPİTALİZM”E KARŞI, “FAŞİZM”E KARŞI MÜCADELE YÜRÜTEMEYİZ! BUNU GÖREMİYOR MUSUNUZ SAYIN “OGÜRSEL”?!
Hiçbir “sembol”e, “metafor”a, dil oyunu ve süslemesine meyletmeden bu sorularımızı cevaplar mısınız ?
Yeniden, yeniden aynı şeyleri yazmayın.
Uluslararası tekeller ve acentaları mevzusu 30 yıldır konuşulan mevzudur. Devletle iç içe oluşu, Nijerya’da Shell…Şili darbesi ITT vs. bilinen hikayeler..
Yazmıştım.. Arkalarından “devletlerini” çekin, bu denli güçlü olamazlar. ABD donanması olmasa…
Kuşkusuz bir “Şirketokrasi” vardır ama bu emperyalist sömürü sisteminin “görünen” parçasıdır. Ayzberg gibi..
Sanırım zaten sizin en büyük sorununuz yalnızca “görebildiğiniz” kadarı ile meseleye bakıyorsunuz.
Sayın “ogürsel” 127,
Sadece ama sadece 19. YÜZYIL ÇEMBERİNDE SIKIŞARAK Marxist yaklaşımlar okyanusunda yüzdüğünüzden; 2016 içinde debelendiğiniz tuzağı ve gelmekte olan katmerli tehlikeyi göremeyecek kadar kapitalizmi öksürmeyi unutmuşsunuz!
Kıymetini bilmediğiniz zavallı Marx dirilip, 2016’da evinize gelip sizi ve sizin gibileri ziyaret etse;
“‘Beyaz Ya-LA-ka’ların sizlere ilettiği uyarı işaretlerini neden görmüyorsunuz?!
Ben 19. yüzılda nasıl uyarılar yaptı isem; ‘Beyaz Ya-LA-ka’lar da sizlere 2016 ve sonrasının uyarılarını iletiyor!
‘Beyaz Ya-LA-ka’ların uyarılarını göremeyecek kadar konfor içinde yüzeceğinizi sezebilseydim; ‘Das Kapital’i yazmaya hiç yeltenmezdim!
Yazık! Acıyorum size!”
diye sizi haşlardı! Yüzünüz kızarır mı sayın “ogürsel”?!
Sizin gibilerin ciğerini biliriz! 35 yıldan fazla süre devlet hastanelerinde çalışa çalışa maaşınızı almışsınız, geçiminizi sağlamışsınız; devletin şefkatli kanatları altında ve gri duvarları arasında, DEVLET SINIRLARI DIŞINDAKİ “ÖZEL SEKTÖR SÖMÜRÜCÜLÜĞÜ”NDEN ZERRE HABERİNİZ OLMADAN yıllarınızı tüketmişsiniz! Şimdi de sayın Gün Zileli’nin sitesine gelmiş [sizin en büyük sorununuz yalnızca “görebildiğiniz” kadarı ile meseleye bakıyorsunuz] diye ahkâm kesiyorsunuz!
ARTIK 19. YÜZYILDA DEĞİLİZ; 2016’DAYIZ!
WAKE UP AND SMELL THE COFFEE!
Size boşuna haykırmıyoruz; eğer en kısa sürede “Beyaz Ya-LA-ka”laşmış evladınızla görüşürseniz:
“Kapitalizmin dayattığı yapay ve ölümcül rekabet”i,
“Şirketokrasi”yi,
“Kapitalizmin 2016 hâli”ni öğrenirsiniz! Ama öğrenmek istemiyorsunuz; çünkü işinize gelmiyor!
Size de, sayın “pipsqueak”e de; piyasaların tam ortasından bilgiler gönderdiğimizi defaatle hatırlattık, ama ısrarla 19. yüzyılda kalmayı istediniz!
Bakınız:
Artvin’den Ankara “OSTİM”e kadar,
Ağrı’dan Bursa’ya kadar,
Antep’ten Çorlu’daki “Avrupa Serbest Bölgesi”ne kadar,
Sivas’tan Çerkezköy’e kadar,
İskenderun limanından İzmir’e kadar;
Bu ülkedeki bütün “organize sanayi bölgelerinde” yapmadığımız saha araştırması kalmadı!
Hâlâ bu saha araştırmalarına devam ediyoruz!
Çünkü; Maslak’taki plazalarda, kıçlarını yalamaya mecbur bırakıldığımız uluslararası C.E.O.’ların (patronların!) yeni yatırım (sömürü!) plânlarının altyapısını oluşturmak ve “plazalara taze kanlar devşirmek için!” bu saha araştırmalarını yapmaya mecbur bırakılıyoruz!
Sayın Gün Zileli “Verita” söyleşisinde ( https://www.youtube.com/watch?v=RiX5e8hOj2s ), 55. dakikadan itibaren uzun sakallı beyefendinin “K.O.B.İ.” hatırlatması ve hemen karşısındaki gözlüklü beyefendinin “24 Ocak 1980 kararları” hatırlatması ile ilgili gık çıkarmadı, çıkaramadı! Çünkü haberi yok!
Sayın Zileli’nin haberi olmadığı gibi sizin de haberiniz yok sayın “ogürsel”!
Sadece AKP’nin hüküm sürdüğü “devlet” mekanizmasından bahsetmiyoruz; “şirketokrasi” hastalığının nasıl bir kuluçka merkezi gibi kullanıldığını da sizlere işaret etmek için çırpınıyoruz!
Sizlere TÜSİAD, MÜSİAD ve TUSKON başta olmak üzere; “şirketokrasi”nin hükümranlığını pekiştirmek için nasıl karteller kurduğunu boşuna anlatmıyoruz!
İşçinin emekçinin bayramı dedikleri “1 Mayıs”larda; TÜSİAD’ın, MÜSİAD’ın veya TUSKON’un yönetim binaları önünde niçin hiç protesto gösterileri düzenlenmiyor?! diye boşuna sormuyoruz!
Yıllardır, üniversitelerde saha araştırmaları yapıyoruz.
Bu araştırmalarımıza ek olarak; “şirketokrasi (corporatocracy)” canavarının birer neferi olmak için bebekliğimizden itibaren “submissive schooling” sultasından geçtik! “Şirket” denen yerlerde “istihdam” edilmek için beynimiz yıllarca programlandı!
Yıllardır Maslak’taki plazalarda (her gün!) görüşmeler yaptığımız “gençlik myth”leriyle şu sonuca ulaştık:
Eğer, en azından, Adam Smith’in sistemleştirdiği-kavramlaştırdığı, bir tür “motor” hâline getirdiği kapitalizmin, bu “gençlik myth”inin beynine ne zaman ve nerelerde zerk edildiğini keşfedemezsek; sarhoş kavgası içinde enerjimizi boş yere harcamış oluruz sayın “ogürsel”!
İşte bu kısır döngüde boğulmamak için saha araştırmalarımızı yaptığımız esnada, ve Maslak’taki plazalara gelen çeşitli yaştaki ve eğitim seviyesindeki kişilerle görüşürken, başlangıcın yoğunlaştığı (start line) yerlerin; “eğitim merkezleri” olduğunu, özellikle de “üniversiteler” olduğunu gözlemledik.
İstanbul’da herhangi bir üniversitede okuyan öğrenciye de, Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi’nde okuyan öğrenciye de; bilinçaltından ağır ağır zamana yayarak, “Maslak” metaforu içinde bir iş hayatına sahip olmak özendiriliyor! Yani bu öğrencilerin hepsine “Beyaz Ya-LA-ka olmak için eğitim görün!” deniyor!
Bu sadece “buzdağının görünen kısmı”dır!
“Meslek Yüksek Okulları”nda, “Teknik Liseler”de, “Endüstri Meslek Liseleri”nde ve “Klasik Liseler” de yaptığımız saha araştırmalarının raporlarını da size aktarsak; kafanızı dağlara taşlara vurursunuz!
19. YÜZYILDA SIKIŞIP KALDIĞINIZ İÇİN 2016’YI TERSTEN ANLIYORSUNUZ SAYIN “OGÜRSEL”! İŞTE İSPATI:
[Arkalarından “devletlerini” çekin, bu denli güçlü olamazlar. ABD donanması olmasa…
Kuşkusuz bir “Şirketokrasi” vardır ama bu emperyalist sömürü sisteminin “görünen” parçasıdır. Ayzberg gibi..] yazmışsınız!
2016’dayız! Bunu idrak ediniz; parmaklarımız koptu yaza yaza!
Bugün:
“Şirketokrasi” hastalığını yok ettiğiniz anda “devletler”i çürütürsünüz! Yani sizin yukarıda köşeli [] parantez içinde yazdığınızın tam tersi sayın “ogürsel”!
[ABD donanması]na:
Teknik ekipman sağlayan “şirketler!”,
Okyanusun ortasında aylarca dayanabilecek meşrubat, gıda üreten “şirketler!”,
Envaiçeşit silah, balistik füze üreten “şirketler!” hangileri; bunları hiç merak edip araştırdınız mı?!
Bizlerin, yani bebekliklerinden itibaren patron kıçı yalamak için yetiştirilmiş “Beyaz Ya-LA-ka”ların işi bu şirketleri araştırmak! [ABD donanması]na malzeme sağlayan şirketler ile Türkiye donanmasına malzeme sağlayan şirketler arasında kaç defa konferans düzenledik; sizin bunlardan haberiniz var mı?! Olamaz! Çünkü; devletin şefkatli kanatları ve gri duvarları dışında akan “kapitalist rekabeti”, “özel sektörü” hiç merak etmediniz!
“Halliburton”la, “Cargill”le veya “Kraft Foods”la kaç kez toplantı yaptığımız hakkında en ufak bir fikriniz var mı?! Olamaz! Çünkü; devletin şefkatli kanatları ve gri duvarları dışında akan “kapitalist rekabeti”, “özel sektörü” hiç merak etmediniz!
ŞİMDİ:
Eğer “kendinizi eleştirebilecek!” cesareti bulabilirseniz; şu sorularımıza cevap yazmanızı bekliyoruz:
1. “Beyaz Ya-LA-ka”laşmış evladınızla görüşüp, kendisinden “kapitalizmin dayattığı yapay ve ölümcül rekabet” hakkında tecrübeler öğrendiniz mi ?
2. Yukarıda, “126” numaralı metnimizde yazdığımız “referans kitapları” (şimdilik 9 adet) okudunuz mu ?
3. “Umut Okay Giriş”in ve “Ayşe Berrin Yılmazlar”ın niçin intihar ettiği ile ilgili cevabınız nedir ?
( http://www.milliyet.com.tr/liseli-umut-4-uncu-kattan-olume-gundem-2177723/ )
( http://www.birgun.net/haber-detay/13-yasindaki-berrin-teog-sinavinda-istedigi-puani-alamayinca-intihar-etti-100934.html )
BU TEMEL 3 (ÜÇ) SORUYA CEVAPLAR ARAMADAN; “KAPİTALİZM”E KARŞI, “FAŞİZM”E KARŞI MÜCADELE YÜRÜTEMEYİZ! BUNU GÖREMİYOR MUSUNUZ SAYIN “OGÜRSEL”?!
Hiçbir “sembol”e, “metafor”a, dil oyunu ve süslemesine meyletmeden bu sorularımızı cevaplar mısınız ?
Genel olarak katılıyorum ancak eklemek istediklerim var.
Örneğin;
(İstanbul’da herhangi bir üniversitede okuyan öğrenciye de, Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi’nde okuyan öğrenciye de; bilinçaltından ağır ağır zamana yayarak, “Maslak” metaforu içinde bir iş hayatına sahip olmak özendiriliyor! Yani bu öğrencilerin hepsine “Beyaz Ya-LA-ka olmak için eğitim görün!” deniyor!)
Evet doğru, sistem, devamlılığı için gençleri Beyaz Ya-la-Ka olacak şekilde yetiştiriyor.
Öte yandan aynı sistemin, Beyaz Ya-la-Kalar kadar işçilere de ihtiyacı var.
Bu durumda, aşağıdaki haberde olduğu gibi, ihtiyaç fazlası Beyaz Ya-la-Ka yüzünden işçilere olan ihtiyaçları artarsa kendileri bu duruma karşı çıkmazlar mı?
*
Socar Türkiye CEO’su Kenan Yavuz’dan tartışma yaratacak paylaşımlar
Azerbaycan devlet petrol şirketi Socar’ın Türkiye CEO’su Kenan Yavuz, YÖK’e yönelik sert eleştirilerde bulundu. ‘Gecekondu üniversiteler’ ifadesi kullanan Yavuz, sanayi sektörü olarak kalifiye eleman bulamadıklarına vurgu yaptı. “Gelen CV’leri çöpe atıyorum kapım üniversitelilere kapalı” diyen Yavuz’un bir çağrısı da ailelere yönelik. Yavuz, daha sonra Hürriyet’e konuyla ilgili ek açıklama yaptı ve “”Yükseköğretim düzenine getirdiğim eleştirilerin, bu meselenin tartışmaya açılmasına katkı sağladığını ve tartışma zemini açtığını görmekten son derece memnun oldum” dedi.
3.6 milyar liralık cirosu ile Türkiye’nin en büyük 16’ncı sanayi kuruluşu olan Petkim’in de aralarında bulunduğu bir dizi yatırımı bulunan Socar 10 yıllık bir süreçte Türkiye’de 20 milyar dolar yatırım planlıyor. Söz konusu Bu portföy de Kenan Yavuz’a emanet. Ancak, Yavuz’un gündemi şu sıralar kalifiye eleman sorunu…
Üç yıl içinde binlerce meslek eğitimli işçi istihdam edeceklerini ifade eden Yavuz, ‘Üniversiteliler’e kapım kapalı’ diyor.
Yavuz, Twitter hesabı üzerinde paylaştığı mesajlarda son yıllarda sayıları hızla artan üniversitelere yönelik de eleştirilerde bulundu.
İşte Kenan Yavuz’un dikkat çeken paylaşımları:
*Bazı üniversitelerin yaptığı reklamlar ibretlik;
*YÖK denilen kurum aileleri ve çocuklarımızı kandırmaktan vazgeçmelidir. Üniversite! bitirip ortalığa dökülen milyonlarca genç var.
ELİNE DİPLOMA ALAN…
*Nitelikli ara işgücü bulamıyoruz. Üniversite bitirdim diye eline diploma alan,ben ne zaman müdür olacağım demeye başlıyor.
*Buradan YÖK’e sesleniyorum, gelecek üç yıl içinde binlerce meslek eğitimli işçi istihdam edeceğim. Üniversite mezunlarına ise kapım kapalı.
*Ailelere sesleniyorum, Sitcom Üniversitelere çocuklarınızı gönderip hayatlarını karartmayın. İş bulamazlar.
*Anadolu’nun köylerine uluslararası ilişkiler bölümü açan YÖK, yazık değil mi bu çocuklara, onlara ümit bağlamış ailelere?
GECEKONDU ÜNİVERSİTELER KURULUYOR
*Üzülerek söylemek zorundayım, lütfen bana Üniversite! mezunu CV yollamayın. Bakmadan çöpe atıyorum.
*YÖK eğer talep ederse, çöpe attığım Üniversite mezunlarının CV’lerini kendilerine hediye edebilirim. Çöp kutum dolu zira. @YuksekogretimK
*Gecekondu üniversiteler kuruluyor.Buralardan mezun çocuklarımız ve ailelerin beklentileri yükseliyor. Sonrası ise vahim.
*Meslek Yüksek Okulları ve teknik meslek eğitimi teşvik edilmeli, teknik olmayan Meslek Yüksek Okulları kapatılmalıdır.
‘KORE VE ALMANYA MUCİZESİNE BAKIN’
*Kasabalarda uluslararası ilişkiler olur mu? Çocuklarımız ve aileleri sanal beklentilere sokuluyor.Eğitim planlaması en önemli meselemizdir.
*Herkes üniversite mezunu olacak diye birşey yok. En yüksek işsizlik oranı üniversite mezunları arasında.
*Zira her on ara işgücüne karşı sadece bir üniversite mezununa ihtiyaç var.
*Japonya, Kore ve Almanya mucizelerinin altında yatan nitelikli ara işgücü ve kaliteli üniversite eğitimidir.
*Sanayici olarak bir gün bile YÖK bizlere sormuyor istihdama dair ihtiyaclarımız nelerdir diye.Kafasına göre hareket ediyor.Sonuç ise ortada.
*YÖK Sitcom Üniversitelere izin vermemelidir artık; @YuksekogretimK
YAVUZ: TARTIŞMA ZEMİNİ OLUŞTU MEMNUNUM
Socar Türkiye CEO’su Yavuz’un yaptığı paylaşımlarını Hurriyet.com.tr’de yer alması üzerine Hürriyet Dünyası ile yazılı bir açıklama yaptı. Yavuz açıklamasında şunları kaydetti:
“Yükseköğretim düzenine getirdiğim eleştirilerin, bu meselenin tartışmaya açılmasına katkı sağladığını ve tartışma zemini açtığını görmekten son derece memnun oldum.
Ülkemizin en önemli zenginliği nüfusumuzun genç oluşudur. Ancak bu büyük avantajımız eğitim planlamasındaki yanlışlıklar ile heba olmamalıdır. Mesleki eğitimin önemine dikkat çekmek istiyorum. Yakın geçmişimizde meslek liselerindeki haksız katsayı uygulamaları nedeniyle mesleki eğitim büyük darbe almıştı.
Bu toplumsal meseleyi çözmek için; eğitim planlamasını sağlıklı bir zemine çekmek ve mesleki eğitime önem veren bir yapıya geçmek zorundayız.
Nitelikli ara işgücü ve kaliteyi merkezine alan bir üniversite eğitimi, olmaz ise olmazımızdır.
Genç nüfusumuz 2023 hedeflerimiz için en önemli avantajımızdır. Nitelikli meslek ve üniversite eğitimi bizi bu hedeflerimiz ile mutlaka buluşturacaktır.”
http://www.hurriyet.com.tr/socar-turkiye-ceosu-kenan-yavuzdan-tartisma-yaratacak-paylasimlar-29490620
128’e
acil sorun;
Türkiye ortadoğu bataklığına dalacak mı? Yüzbinlerce insanı öldürtecek mi?
Bu katliam önlenebilir mi?
Kürt halkına yönelmiş acımasız bastırma girişimini teşhir etmede ne yapılabilir?
***
sizin sorularınızın yanıtı bekleyebilir.. (bir de ben hayata bu tür sığ sorular üzerinden yaklaşmıyorum..)
129 no’lu yorumumda paylaştığım habere ilaveten bu soruna değinen köşe yazıları da var, onlardan alıntıladığım şu cümlelerde doğru tespitler var;
*
BİR ülke bütün çocuklarını lise ve üniversitede okutmak için çırpınırsa, bu çırpınma bir kurtuluş ve yükseliş çırpınması değil, batma boğulma çırpınmasıdır. Ana kural şudur: Lise ve üniversite okumaya yetecek miktarda zekası, istidadı, kabiliyeti, ehliyeti, yapısı olan gençler dikkatle ve adaletle seçilir, vasıflı liselerde ve üniversitelerde okutulup yetiştirilir. Diğerleri, pratik meslek eğitimine yönlendirilir. [Her Genç Üniversitede Okumalı mı? – Mehmed Şevket Eygi]
Okullar ve liseler akılları iyiye, doğruya, güzele yönlendiremiyorsa felaketler, âfetler, kaos, anarşi, fitne, fesat, krizler, çürüme, dağılma, tefessüh, bozulma başlar. Cebir, geometri, fizik, kimya gibi derslere çok önem verip de, yazılı ve edebî lisanı ihmal eden bir eğitim sistemi ülkesini intihara götürür. Olgun, medenî, hayırlı insanlar cebir ve geometri ile değil, ince ve derin lisanla düşünür. Asıl lisan konuşulan değil, yazılı zengin lisandır. Bugünkü kuşa çevrilmiş sade, duru, arı, ahenksiz Türkçe ile medeniyet olmaz. Üç beş yüz kelimelik günlük iletişim Türkçesi ile eğitim için; bunca okula, öğretmen ordusuna, eğitim tantanasına, bütçedeki milyarlara lüzum yoktur. [Akla Eğitime Edebiyata Liselere Dair – Mehmed Şevket Eygi]
Bu konu üzerine İsmet Zeki Eyüboğlu’nun yazdıkları da önemli;
*
Bu konuda en büyük yanlışlık, tabanı olmayan, bilimsel, düşünsel alanda bir gerekim doğmayan bölgelerde üniversite gibi, uygarlık alanında ilerlemenin gerektiği yüksek kurumlar açmaktı. Üniversite, ancak düşünsel, eğitimsel alanda tabandan gelen bir aydınlanma etkisiyle kurulabilir. Türkiye’de, son kırk yıl içinde açılan üniversitelerin tabanı yoktur, toplumsal yapılaşmadan gelen bir gereksinme nedeniyle kurulanı da yoktur, daha açığı bu kurumlar gereksizdir. Bu üniversite açma olayının arkasında, bir üstünlük yarışmasının gizlendiği bellidir, tabanında yöresel bencillik vardır.
Hasan Âli Yücel’in Milli Eğitim Bakanlığı döneminde Köy Enstitüleri açıldı, ilk tepki, çocuklarını yurt dışında okutan varlıklı ailelerden geldi. Bu kurumların kapatılması, yerine İmam-Hatip okullarının açılması, tabanı tabandan yıkmak girişimidir.
Burada, yıllardır gözden kaçmış, önemsenmemiş, üzerinde gereğince durulmamış bir olay vardır. Bu toplumsal olayın tabanında üretim-tüketim dengesizliğinin bulunduğunu anlamak, özellikle 1950 yönetimiyle başlayan göçleri gözönünde bulundurmak yararlıdır. Köy Enstitüleri’nin kuruluşuyla, kırsal kesimlerde kıyıya itilmiş yaratıcı yeteneklerin ivme kazanması, eskiye yönelik çevrelerde tedirginlik yaratmıştır. Bu konunun yeri burası değil, ancak bu kuruluşların kapatılmasıyla köyden kente göçüşün hızlandığı da bilinen bir gerçektir. Bu kuruluşların arkasından İmam-Hatip Okulları’nın yaygınlaşması, toplumsal bir sorun olarak gündeme getirildi.
Bu eğitim olayının saptırılması, köyde tabandan gelecek kalkınmanın, kentten köye aktarılacak yüzeysel bilgilerle, işlemlerle sağlanacağı çılgınlığının geçerlik kazanması, köyden kente göçüşün önünü açtı. Köy Enstitüleri’nde, köyünde okuyan genç, büyük kentlere kaydırılarak, oralarda İmam-Hatip öğrencisi olarak okumayı büyük bir başarı saydı. Artık köyün çocukları kentlinin İmam-Hatip okullarındaki öğrencilerine dönüştü. Köyünden koparılan öğrenci, kentte tüketici, toprağından kopmuş bir saksı çiçeğine dönüştürüldü. Bu çiçek bakım ister, kendisini besleyecek yeterli toprak ister, su ister. Köyden kente gelen, İmam-Hatip okullarında yatılı, yatısız okuma olanağı bulan gençlere verilen bilgiler doğal yaşamdan değil, düşsel kuruntulardan kaynaklanıyordu. Artık köylü çocuk çok verimli toprağın bakımla, gübreyle, başka geliştirici gereçlerle değil, “Tanrı’nın yardımıyla” bolluk sağlayıcı olduğunun kesinliğine kapıldı, yanıldı.
Köyden kente göçüşün büyümesi, çoğalması “gecekondu” olayının hızlanmasını, büyük kentlerin çevrelerindeki üretim alanlarının düzensiz, dengesiz, sağlıksız nitelikli konutlaşmasına olanak sağladı. İstanbul’un çevrelerinde görülen eski tarlalar (buğday, ayçiçeği, değişik türde ekin, hayvan otlağı olarak kullanılan alanlar) birer “gecekondu mahallesi”ne dönüştürüldü.
Son paylaştığım yazıda bahsedilen köyden kente göç sorunuyla ilgili benim de söylemek istediklerim olacak.
Üretimi düşüren bu göç olgusuna engel olmak için devletin zor kullanması sanırım yanlış değildir.
Örneğin;
Osmanlı döneminde İstanbul’un büyümesi ve nüfusunun artmasının bir sorun haline gelmesi yüzünden birçok kez (Kanuni döneminden itibaren, daha sonra IV.Murad, Celali isyanları sırasında, III.Ahmed ve Patrona Halil isyanından sonra vb.) şehre belli bir süre önce gelmiş olanların geri gönderilmesi,
Emeviler döneminde Irak’ta çok sayıda köylünün haraçtan kurtulmak için müslüman olmaları ve işledikleri araziyi bırakıp kentlere kaçmaları üzerine otoriter vali Haccac’ın kentlerde yakaladığı bütün köylüleri zorla eski yerlerine yollaması ve din değiştirmeyi yasaklaması vb.
Üretimin tamamen durmasına zor yoluyla da olsa engel olmuyor mu?
Çoğunluk köyden kente göç ettiğinde bu dengenin nasıl bozulacağı üzerinde pek düşünmüyoruz.
Galiba anti-kapitalizm, devrim ve sosyalizm sorunları kadar bu mesele üzerinde de durmalıyız.
Sayın “ogürsel” 130,
[Türkiye ortadoğu bataklığına dalacak mı?] Siz ve sizin gibiler “faşizm”e karşı çıktığınız kadar “kapitalizm”e de karşı çıkmazsanız dalacak!
[Yüzbinlerce insanı öldürtecek mi?] Siz ve sizin gibiler “faşizm”e karşı çıktığınız kadar “kapitalizm”e de karşı çıkmazsanız öldürtecek!
[Bu katliam önlenebilir mi?] Siz ve sizin gibiler “faşizm”e karşı çıktığınız kadar “kapitalizm”e de karşı çıkmazsanız önlenemeyebilir!
[Kürt halkına yönelmiş acımasız bastırma girişimini teşhir etmede ne yapılabilir?] Siz ve sizin gibiler “faşizm”e karşı çıktığınız kadar “kapitalizm”e de karşı çıkmazsanız teşhir etmede pek bir şey yapılamayabilir!
Sayın “ogürsel”,
Sizin; Maslak’taki plazalarda, yönetim kurulu üyelerinin toplantı odalarında, “operasyonlar sonrası Güneydoğu Anadolu bölgesindeki yeniden imar çalışmalarından rant elde edebilmek için” birbirleriyle nasıl yarıştığı hakkında herhangi bir bilginiz var mı?! Olamaz! Çünkü; devletin şefkatli kanatları ve gri duvarları dışında akan “kapitalist rekabeti”, “özel sektörü” hiç merak etmediniz!
Bunlardan haberiniz yok; gelmişsiniz burada bize nasihat vermeye yelteniyorsunuz!
Eğer “kendinizi eleştirebilecek!” cesareti bulabilirseniz; şu sorularımıza cevap yazmanızı bekliyoruz:
1. “Beyaz Ya-LA-ka”laşmış evladınızla görüşüp, kendisinden “kapitalizmin dayattığı yapay ve ölümcül rekabet” hakkında tecrübeler öğrendiniz mi ?
2. Yukarıda, “126” numaralı metnimizde yazdığımız “referans kitapları” (şimdilik 9 adet) okudunuz mu ?
3. “Umut Okay Giriş”in ve “Ayşe Berrin Yılmazlar”ın niçin intihar ettiği ile ilgili cevabınız nedir ?
( http://www.milliyet.com.tr/liseli-umut-4-uncu-kattan-olume-gundem-2177723/ )
( http://www.birgun.net/haber-detay/13-yasindaki-berrin-teog-sinavinda-istedigi-puani-alamayinca-intihar-etti-100934.html )
BU TEMEL 3 (ÜÇ) SORUYA CEVAPLAR ARAMADAN; “KAPİTALİZM”E KARŞI, “FAŞİZM”E KARŞI MÜCADELE YÜRÜTEMEYİZ! BUNU GÖREMİYOR MUSUNUZ SAYIN “OGÜRSEL”?!
Hiçbir “sembol”e, “metafor”a, dil oyunu ve süslemesine meyletmeden bu sorularımızı cevaplar mısınız ?
Bir an bu kemanın çığlıklarını, ezgisini Kürtlerin ya da tüm insanlığın sesi olarak.. günümüz ya da binlerce yılın ezilmiş mazlumların “sesi” olarak dinleyebilseler… dinleyebilsek…
https://www.youtube.com/watch?v=WPsAR9Sx-JQ
sayın ruhsuz, insanlıktan çıkmış, orta sınıf ev köpeği rahatı ile yaşamak isteyen küçük burjuva konformist antikapitalistler, kapitalist konformist hayatı özleyenlerin nevrotizmini ciddiye alan ergen akıllılar; kapitalizmin tüketimine sahip olamayanların acılarını kendine dert edinen çok bilmiş, çok şirretler; kapitalist mülkiyetçi ahlakı edinmiş küçük esnaf ahlakı ile anti kapitalistlik yapmaya kalkışanlar; 5000 yıllık saygı, vakar, bilgelikten zerre nasibini almadan kafa ütüleyenler; bilimsel kuşkuculuğun zekasından haberi olmadan, dinci eblehliğin duaları gibi durmaksızın aynı cümleleri huşu ile bağıranlar…
söylemleriniz, içeriği ile tezat…
korkarım gerçekten samimiyseniz.. bu koşullarda bile 20 yıl sonra “mevzuyu” ancak toparlayacaksınız!
Sayın “ogürsel” 136,
Siz ilk önce “kapitalizmi öksürmeyi tekrar hatırlayınız!”
35 yıldan fazla süre, “devlet hastanelerine sırtınızı yaslaya yaslaya göbeğinizi şişirmişsiniz!” Şimdi gelmişsiniz sayın Gün Zileli’nin sitesine ahkâm kesiyorsunuz!
Size defalarca yazdık:
En yakın sürede “Beyaz Ya-LA-ka”laşmış evladınzla görüşün ve kendisinden “kapitalizmin dayattığı yapay ve ölümcül rekabet”i öğrenin, diye! Ama yaklaşamadınız! Çünkü; zerre cesaretiniz yok!
Hâlâ ama hâlâ “tarih öğretmenliği” yapma derdindesiniz!
Eğer “kendinizi eleştirebilecek!” cesareti bulabilirseniz; şu sorularımıza cevap yazmanızı bekliyoruz:
1. “Beyaz Ya-LA-ka”laşmış evladınızla görüşüp, kendisinden “kapitalizmin dayattığı yapay ve ölümcül rekabet” hakkında tecrübeler öğrendiniz mi ?
2. Yukarıda, “126″ numaralı metnimizde yazdığımız “referans kitapları” (şimdilik 9 adet) okudunuz mu ?
3. “Umut Okay Giriş”in ve “Ayşe Berrin Yılmazlar”ın niçin intihar ettiği ile ilgili cevabınız nedir ?
( http://www.milliyet.com.tr/liseli-umut-4-uncu-kattan-olume-gundem-2177723/ )
( http://www.birgun.net/haber-detay/13-yasindaki-berrin-teog-sinavinda-istedigi-puani-alamayinca-intihar-etti-100934.html )
BU TEMEL 3 (ÜÇ) SORUYA CEVAPLAR ARAMADAN; “KAPİTALİZM”E KARŞI, “FAŞİZM”E KARŞI MÜCADELE YÜRÜTEMEYİZ! BUNU GÖREMİYOR MUSUNUZ SAYIN “OGÜRSEL”?!
Hiçbir “sembol”e, “metafor”a, dil oyunu ve süslemesine meyletmeden bu sorularımızı cevaplar mısınız ?
Evet, HDP’yi savunmak lazım. Hala öyle mi acaba? Öyle düşünenlerin sıkı bir argümana ihtiyaçları olacak.