Bir işçinin mektubu: AKP’ye neden oy verdim?
Evrensel Gazeitesi’nden alınmıştır.
Artemis İşçisi
Gebze
20 yıllık işçilik yaşamımda ilk kez bir gazeteye yazı yazıyorum. Bu mektubu yazıp yazmama konusunda çok düşündüm. Fabrikadaki birkaç işçi arkadaşımın cesaret vermesiyle yazmaya zorda olsa karar verdim. Çalıştığım fabrikadaki bazı arkadaşların yazdığı yazıların Evrensel’de yayınlanması beni ayrıca teşvik etti. Ama yazmaya çalıştığım mektup, benim için biraz sıkıntılı bir durumdu.
Ben Gebze Organize Sanayi Bölgesi’nde bulunan Artemis fabrikasında 17 yıldır çalışmaktayım. Aylık ücretim 1650 liradır. Ayrıca yılda 3 ikramiyemiz vardır. 2 çocuğum var ve hepsi de okula gitmektedir. Bütün işçilik hayatımda ilk kez bu seneki 1 Mayıs’a fabrikadaki arkadaşlarla birlikte Gebze’de katıldım. Önceden 1 Mayıs’ı televizyonlarda izler, doğrusu olumsuz düşünürdüm. Hatta 1 Mayıs’a gideceğimi eşime bile söylemedim. Ancak arkadaşlarla metal işçilerinin grev ziyaretlerine, Gebze’deki Emek Partisi’nin düzenlediği Soma ile ilgili panele fabrikadaki arkadaşlarla birlikte gitmem, 1 Mayıs’a katılma konusunda bana yardımcı oldu. Fabrika pankartımızın arkasında arkadaşlarla yürümek başka fabrikaların işçileriyle bir arada olmak beni çok etkiledi.
Gebze Organize’deki Arçelik LG işçilerinin direnişine kendimce katkılar sundum. Çalıştığım bölümde Arçelik LG işçileri için yardım toplamada görev aldım. Birkaç kez direniş çadırını ziyaret ettim. Hayatım boyunca MHP ve AKP’ye oy verdim. Haziran’daki seçimde sandığa gitmedim. Gitseydim Haziranda AKP’ye ya da MHP’ye oy vermeyecektim. HDP’ye oy vermeye de sıcak bakmadım. Fabrikamızda 2-3 tane Kürt işçi var. Onlarla herhangi bir sürtüşmem, onları hor görme gibi bir tutumum olmadı. Bence bir tarafta işçiler var, diğer yanda patronlar var. Bu bölünme dışındaki Türk-Kürt bölünmesi hepimize zarar verir.
Ben 15 yıl borçlanarak Tuzla Aydınlı’da bulunan TOKİ konutlarından ev aldım. Daha 13 yıllık borcum var. Ayda aidat dahil 530 lira ödeme yapıyorum. Taksitlerimiz 6 ayda bir enflasyon kadar artıyor. Haziran’dan sonra hükümet kurulaması sonucu benimle aynı durumda olan binlerce işçiyi istikrar bozulacak kaygısı aldı. Benim oturduğum TOKİ konutlarında yaklaşık ailelerle birlikte 6000 insan yaşamaktadır. TOKİ’den 15 yıl borçlanarak ev alanların büyük çoğunluğu benim gibi fabrikalarda çalışan işçilerdir. TOKİ yönetimi bizlere yaptıkları toplantılarda sürekli olarak “İstikrar bozulursa, AKP tek başına hükümet kuramazsa taksitleriniz çok artar. Bakın döviz fırladı gitti, faizler arttı zar zor ev sahibi oldunuz. Yanlış yaparsanız evinizde gider” dediler. Ben fabrikaya geldiğimde kendimi güvende hissederken, yaşadığım konutlara gittiğimde kendimi yalnız, çaresiz hissetmeye başladım. Fabrikada başka şeyleri konuşurken eve gittiğimde başka şeyleri konuşur hale gelmiştim. TOKİ yönetimi neredeyse 3 gün arayla oturanlarla toplantı yapar hale gelmişti.
Ben 1 Kasım seçimlerinde oyumu AKP’ye verirken bir işçi gibi değil TOKİ’den 15 yıl borçlanarak ev almış birisi gibi davranmak zorunda kaldım.
Demek ki bu işçiye AKP’nin ekonomide istikrarı garanti edemeyeceği, bir çok gösterge itibariyle AKP döneminde işçi sınıfının durumunun kötüleştiği, ve bizzat AKP iktidarı altına ekonomik sarsıntının yine yaşanma ihtimalinin yüksek olduğu anlatılamamış.
Liberalleri “AKP kötü ama en azından Kürtler ile süreç yürütüyor” yalanı oyalamıştı. Yalan yıkıldı savaş başladı.
Solun da “AKP kötü ama en azından işçilere istikrar veriyor” yalanından uyanması için illa ekonomik krizi mi beklicez? Kriz gelene kadar sen ideolojik olarak hazırlanmamışsan zaten iş işten geçmiş olur krizi fırsata çevirir bir tokat daha vururlar yüzümüze. 2007-2008 dünya ekonomik krizinde kral çıplak çıktı da ne oldu işçiler lehine? Bizim kriz de “kendi kendine” hiç bir şeyi çözmeyecek. Bir süre “ellerine yüzlerine bulaştırdılar” diye keyif izleyip, sonra yine bizim üzerimize binen çözümleriyle yaşamaya devam etmek değildir devrimcilik.
Bence bu mektup isciye “anlatilmasi” gereken bir sey oldugunu degil, secim sandiginda iscinin ne kadar caresiz oldugunu gosteriyor. Mektup’ta da bu acikca ifade edilmis. Eger sorun secim olarak konursa isciler mevcut burjuva partilerinin hic birine guvenmiyor. Sadece santaja tek bir oya sahip biri olarak boyun eymek ya da oy vermemek arasinda kaliyor.
Isciler guclu olduklari yerlerde, is yerlerinde, fabrikalarda, sinif dayanismasi icerisinde kolektif bir butun olarak gucluler ancak. Eger farkina varilmasi gereken bir sey varsa o da bu durum.
Dolayisiyla mesele krizi beklemek ya da beklememek degil, oncelikle gercekleri soylemek; secimde AKP ye ya da baska bir partiye oy vermek istikrari getirmeyecek diyebilmek gerekiyor. Kriz gelecek ve AKP ile ya da AKPsiz burjuvazi isci sinifina bedel odetmeye calisacak. Bunu soylemek ilk adim. Gercegi soylemedigimiz, uyduruk fantazilerle kendimizi ve sinifi kandirdigimiz surece iscilerin bizi dinlemeyecek. Secimler bir cozum olmayacak. AKP nin gidip baska bir partinin/partilerin kualisyonu sorunlari cozmeyecek.
Bu gercek nereye goturur bizi? Bu da ikinci soru…
Evrensel Gazetesi ve benzerlerinin işci sınıfına yaklaşımı ve AKP-nin durumunu saptaması bu yazıda görülüyor.
Sol adına bu yazının yayınlanması üzüntü verici.
Ancak PKK kuyrukculuğunda solculuğun çürümesine örnek olabilir.
olayı bu kadar basite indirgeyen sol ancak bilgisayar oyunlarında iktidar olur.tabii ki bazı kesimlerin istikrar sıkıntısı var ama %49,5 bu kadar basit değerlendirme olmaz.
Mektuptaki anlatı çok basit.
Yazarı ““İstikrar bozulursa, AKP tek başına hükümet kuramazsa taksitleriniz çok artar. Bakın döviz fırladı gitti, faizler arttı zar zor ev sahibi oldunuz. Yanlış yaparsanız evinizde gider” diyen “TOKİ Yönetimi”nin dediğini doğru kabul etmektedir.
Oysa bu doğru değildir. Doların yükselişi de, işsizliğin yükselişi de, gelir dağılımındaki eşitsizliğin yükselişi de, iş kazalarının yükselişi de, AKP’nin istikrar döneminin ürünleridir. Bunu bireysel deneyim ile görmek her zaman mümkün olmaz. Borca kirmek kendi hatan, işsizk kalmak kendi yeteneksizliğin gibi gözükür. Dolayısıyla bunları sistematik olarak analiz eden organik entellektüel mi dersin, bilinçli işçi mi dersin, sol basın emekçisi mi dersin bunlara ihtiyaç vardır. EMEP ve Evrensel demek ki bunu başaramamış. “İşçiler” de başaramamış. Biz de başaramamışız. Kimse başaramamış (mektup uydurma değilse). AKP’nin anlatılarına karşı gerçekler ortaya serilememiş (evet en önemli şey “deneyim”, “his”, vb. değil soğuk gerçeklerin ne olduğudur).
Fabrikada Türk-Kürt yok işçi-patron var deyip, Soma üzerine etkinliğe gidip sonra yine AKP’ye oy vermek, “ekonomik” alandaki mücadelenin otomatik olarak politik bir nitelik kazanmadığını düşündürmeli. Ekonomizm, sendikal bilinç filan..
20-30 yıldır ciddi bir ideolojik hasar, sınıf bilincinde dağılma altında olduğumuz gerçeği karşısında “işçici” bir bakışla kendimizi avutamayız. Kendimizin de içinde olduğu sınıf, kendi çıkarları için oldukça parantezlenmiş bir kaç örnek dışında (Tekel, Metal grevi) mobilize olmuyor, sürekli bir mücadele örmüyor. En kitlesel hareket olan Gezi de işyeri değil kamusal alan üzerinden patladı, ve bütün kucak açıcı evrenselliğine rağmen “AKP’li %50″nin polarizasyonunu delemedi. Açıkça kabul edelim, AKP’ye oy verenler Gezi’ye katılmadı.”Güçlü” hissedecekleri ortam hazır olduğu halde gelip “güçlü” hissetmeyi denemediler. Bu nedenle de hükümet devrilmedi. Soma için de mobilize olmadılar, metal grevi için de olmadılar. Hala gidip AKP’ye “istikrar” diye oy vermek de bu halin açık bir semptomudur. İstediğin kadar “diğerleri de burjuva” de, AKP’ye oy veren böyle düşünüp vermiyor. “Bu AKP iyi diğerleri istikrarı bozuyor” diye veriyor. Büyük bir rasyonellikle çıkarını hesap edip gidip de AKP’yi seçtiğini filan düşünüyorsan bütün bu devlet terörü, medya sansürü, kutuplaştırıcı nefret dili, eğitim başta olmak üzere her alanda muhafazakarlaşma, vb. bunlara gerek kalmazdı. Kabul edelim büyük bir zihinsel zehirlenme içinde olan bir kitle var ortada.
Bu gidişle ekonomik kriz de geldiğinde faturasını “kolektif terör”e, İsrail’e, mankurtlara, bilmemne lobisine çıkarır yine iktidarlarını korurlar, hatta majoriteryan diktayı derinleştirirler. Zaten faşizm de tam anlamıyla şöyle faturanın bütün komünist, yahudi, ermeni, alevi eşcinsel ve mankurt aydınlara kesilebileceği sağlam bir kriz üzerine kurulabilir ancak. Kriz anına “AKP’nin istikrarını kim bozdu” zihniyeti ile girerse kitleler, ki bu mektup bu bakışın ifadesi, durum kötü.
https://mobile.twitter.com/minikbalina/status/543722499729788928
bu mektuba senin yorumun nedir gün abi?
İşçilerin içinde bulunduğu sıkışmışlığı anlamak açısından önemli. aynı zamanda da işçi sınıfının ne kadar etik dışı bir konuma sürüklendiğini anlamak açısından da son derece öğretici. bir toki katı taksiti karşılığı kendi sömürücü ve katillerine oy veriyorlarsa gerçekten durum berbat demektir. Evrensel’in bu mektubu eleştirisiz ya da yorumsuz koyması ne anlama geliyor, onu bilemiyorum. Ben de yorumsuz koydum ama benim amacım bu konuda bir tartışma olmasıydı. Yoksa işçileri mazur görmek değil.
ayrıca ben de dikkatsiz davranmış olabilirim.
Bir TOFAŞ işçisi anlatıyor:
19 Mayıs 2015
Adres:
https://pbs.twimg.com/media/CFiw_YiUUAA7XSC.jpg:large
Şöyle oldu; fikri çalışmalarda bulunmuş bir insanım. Farklı gruplara da katılıyorum, farklı kitaplar da okuyorum. Fabrikada çalışma esnasında iş arkadaşlarımızla konuşma imkânımız olmadığı için sürekli yapabildiğim tek şey düşünmek oluyor!
Bu düşünceler gerçekten, yani hep acı düşünceler; sonumuzun düşüncesi, dünyanın ne olacağı düşüncesi… Ben bir düşünürü ziyaret ettim arkadaşlarla. O düşünür dedi ki (belki de onu karşımda canlı olarak görünce heyecanı da sarmış olabilir) “Güneş her gün doğuyor, yeni bir anlamla doğuyor.”
Ben sadece bu lafı düşündüm ve açılan kapıların ardı arkası gelmedi! Yani ben düşünüyorum; güneş her gün doğuyor ama yeni bir anlamla doğmuyor! Her gün ben o fabrikaya gidiyorum, aynı şeyleri yapıyorum, yapıyorum ve saatlerce aynı şeyi yapıyorum; ve günlerim ziyan oluyor!
Bir anlamsızlık belirdi ve anlamsızlık da amaçsızlığı beraberinde getiriyor!
Bu da beni uçurumun kenarına getirdi;
Düşüncelerimle yaşantım arasında bir uçurum olduğunu farkettim!
*
Yukarıda okumuş olduğunuz TOFAŞ işçisinin bu “iliklerine kadar gerçekliğini!” bir sosyolog nasıl detaylandırmış; dikkat edelim:
[[[ …
“Ulusların Zenginliği” çok uzun bir kitaptır; Adam Smith’in zamanında, yeni ekonomi taraftarları kitabın sadece dramatik ve umut dolu başlangıç kısmına atıfta bulundu. Oysa kitap ilerledikçe daha karanlık hâle gelir: İğne fabrikası giderek uğursuz bir yere dönüşür!
Adam Smith, iğne imâlatında, işlemleri parçalara bölmenin:
İğne işçilerine saatler boyunca bir tek küçük işlem yaptırarak; onları uyuşturan, sıkan bir işgününe mahkûm etmek olduğunu farketmişti. “Rutin”; belirli bir noktada zararlı hâle gelmeye başlar! Çünkü insanoğlu kendi çabası üzerindeki kontrolünü yitirir; çalışma zamanı üzerindeki kontrolün yitmesi ise insanın “zihnen öldüğü” anlamına gelir!
Smith; kendi çağındaki kapitalizmin bu yol ayrımına geldiğini düşünüyordu. Yeni düzende “en çok emek sarf edenler en azla yetiniyor” dediğinde; aklında ücretlerden ziyade işin bu insani boyutu vardı!
“Ulusların Zenginliği”nin en karamsar pasajlarından birinde Smith şöyle yazar:
“İşbölümünün ilerlemesiyle birlikte; emeğiyle geçinen insanların çoğunun işi bir dizi çok basit işlemle, hattâ bir veya iki işlemle sınırlı hâle gelir. Bütün hayatı birkaç basit işlemi gerçekleştirmekle geçen insan son derece aptal ve cahil hâle gelir.”
Bu alıntının gösterdikleri doğrultusunda hareket edersek:
Özellikle bugün, “sanayi işçisi”; 1000 dize ezberlemiş bir tiyatro oyuncusundaki özdenetime ve dinamik ifade gücüne asla sahip değildir!
“Diderot”nun aktör ve işçi arasında kurduğu benzeşim yanlıştır; çünkü işçi yaptığı işi kontrol edemez. İğne işçisi, işbölümü sürecinde “aptal ve cahil” bir yaratığa dönüşür; yaptığı işin “tekrara dayalı doğası” onu pasifleştirir. Bu nedenlerden ötürü; endüstriyel rutin, insan karakterinin bütün derinliğini yok etmek tehlikesini barındırır!
…]]]
Kitap: “Karakter Aşınması: Yeni Kapitalizmde İşin Kişilik Üzerindeki Etkileri”
Yazan: Richard Sennett (Sosyolog)
Yayınevi: Ayrıntı Yayınları
Sayfa 38, 39
https://www.ayrintiyayinlari.com.tr/images/UserFiles/Documents/Gallery/karakter%20asinmasi1.pdf
(Konu hakkında detaylı açıklamalar için aşağıdaki adresi ziyaret ediniz:
http://www.gunzileli.com/2015/05/28/diktatorluge-karsi-direnis-barikatina-bir-tas-da-sen-koy/ )
Zilelinin yorumu ve işçileri katillerin aptalca destek olmakla eleştiren bütün sol gerçeği kavrayamadigini itiraf ediyor sadece. Gerçek su ki çalışmak zorunda olanlar için bir ev önemlidir. Yine gerçek su ki AKP iktidarı ile uyguladığı şiddet açısından diğer burjuva partilerinin oluşturacağı potansiyel bi hükümetin hiç bir farkı yok. Esas etik olmayan tavır baş geçicilik, MHP ye de olsa oy verin demek.
Mektupta oy vermenin işçi açısından nasıl da yalnizlaatirici ve gucsuzlestirici bir deneyim olduğu açıkça anlaşılıyor. Seçim sandığında işçinin zafer kazanabileceğini söyleyen entellektüeller sadece bu zayıflık hissini güçlendiriyorlar. Sonra da işçiye utanmadan sen aptalsin ahlaksizsin diyorlar. En büyük yalan bu. İscine aptal ne ahlaksiz sadece ozguvensiz ve umutsuz.
Öte yandan mülayim in haklı olduğunu düşünüyorum. Entelektuellerin görevi kendi kişisel sorunlarini n yükünü işçinin sırtına atmak değil. Ümit vermek, iyi haberi vermek – bu sistem yikilabilir- ve gerçeği söylemek – AKP kismi bi kurtuluş sunamaz demek. Bu krizin çözümünü umutla ve yılmadan sömürülenlerin kolektif mücadelesiyle geleceğini soylemeyip kolay ama hayali kuruluşlar sunanlar işçiler onlarin fantazilerini paylaşması diye onları sucladiklarinda esas ahlaksızlığı kendileri yapıyorlar..
“David Harvey” ile yapılan röportaj:
http://vimeo.com/44465815
“(İstanbul) Tarlabaşı ve Şehirleşme”
Haziran 2012
http://www.tarlabasiistanbul.com/
=== David Harvey ===
ABD-Baltimore’de gözlemlediklerim ile Türkiye-Tarlabaşı’nda gözlemlediklerim arasında muazzam benzerlikler var. İnsanların ortak tarihinin yaşandığı bu meskenlerin aşama aşama bozguna uğratıldığını, ve hattâ yağmalandığını söyleyebilirim. Burada ikâmet eden insanlar mülklerinden dışarı çıkarılıyor ve birkaç ayın ardından bu mülkler yıkılıyor. ve bu tür alanlarda neler yapılacağı konusunda bizlere çok önemli soru işaretleri kalıyor. Bölgeyi baştan aşağı hummalı şekilde yeniden inşa etmek dışında ortada seçim yapma imkânı pek gözükmüyor ve yaşananlar günden güne kötüleşiyor.
Şehirler de, doğal olarak, değişime tabiidir. Ve bu değişimin önemsiz olduğu söylenemez. Fakat yaşanılan bölgeyi, sokakların yapısını, meskenleri dönüştürürken; orada yaşayanları, insanları da bu dönüşüme ortak etmek, onların kaygı ve beklentilerine önem vermek gerekir. “Coğrafi dönüşüm” adlı esaslı bir kavramdan bahsediyorsak; orada yaşayan insanları bu kavrama dahil etmemek yanlıştır. Mülklerinden uzaklaştırılan insanların, yeniden inşa dönemi bittiğinde, yaşadıkları yere tekrar dönmelerinin yolları açılmalıdır. “Yeniden dönüşüm”, “kentsel dönüşüm” dediğimiz şeyin doğası, sadece bölgenin fiziki yapısının değişmesi ile sınırlı kalmamalı; bir zamanlar orada yaşayan insanların yenilenmiş mülklerine dönmeleri sağlanmalıdır. “Komşuluk” dediğimiz kavram ancak bu şekilde yarınlara taşınabilir. “Orta-üst tabaka”, “yüksek tabaka” adları ile nitelediğimiz sınıfların ücretlerinin satın alacağı şekilde yeniden inşa edilmiş bu bölgeyi yıkımdan önceki hakiki sahiplerine vermemek en büyük hakkaniyetsizliktir. En başta bölgenin bağlı olduğu belediyenin bu dönüşüme büyük destek vermesi, sadece binaların fiziki yapısının değişmesi ile ilgili değil; aynı zamanda bu yeni binalara taşınacak “yeni tabaka”ların gündelik hayata yapacakları etkiden de kaynaklanmaktadır. işte tam da bu noktada “demokrasi” dediğimiz şeyin gerçekten işleyip işlemediğini görüyoruz! Ve sorunlar burada başlıyor!
“Toplumsal şehirleşme”den daha çok “mali yönden yüksek getiri sağlamak temelli (vested interest) şehirleşme”nin işlediğini görüyoruz. Burada şu an yaşananlar ile araştırma yaptığım birbirinden farklı ülkelerin şehirleşme tecrübeleri ve benim ikâmet ettiğim yer olan Baltimore’da yaşananlar örtüşüyor. Şunu belirtmeliyim: Bir zamanlar oldukça canlı olan “mahalle kültürü”, kentsel dönüşüm bittikten sonra neredeyse ölü alanlar hâline geliyor. Çünkü dönüşüm tamamlandıktan sonra, insanların bir zamanlar hergün temerküz ettikleri o hayatın coşkusuna; son model BMW’lerden, yeni inşa edilmiş binaların o kaliteli pencerelerinin arkasından artık ulaşılamıyor, “muhabbet” dediğimiz şey bitiriliyor. Bir zamanlar bu alanlarda tam manâsı ile “sokak hayatı” vardı. Ama “kentsel dönüşüm” dediğimiz şey yayılmaya devam ettikçe, bunların hiçbiri kalmayacak. Çünkü nihayetinde bu insanlar “soylulaştırılmış” olacak. (Gentrification: Nezihleştirme, burjuvalaştırma, soylulaştırma, seçkinleştirme.)
Friedrich Engels’in konu hakkında güzel bir saptaması var: “Burjuvazi bu tür sorunları asla çözmez; sadece çevresinde dolanır.” Gözlerimiz önünde yaşanıyor: Yoksulluk ortadan kalkıyormuş gibi yapılıyor, “düşük gelirli yaşam” sona eriyormuş gibi yapılıyor, marjinalleşmeye yol açan şartlar bitiyormuş gibi yapılıyor; hayır hepsi yerli yerinde duruyor, sadece başka yönlere itiliyor! Mülklerinden uzaklaştırılan bütün bu insanlar üzerine sorulan büyük sorular ise: Nereye gidecek bu insanlar?! Yepyeni bir çevrede, en az önceki mülklerinde sahip oldukları kaliteye yakın bir seviyede “muhabbet”i kurabilecekler mi?! Bunu kendilerine gerçekten mesele edinip edinmediklerinden emin değilim ama kentsel dönüşümden önce yaşadıkları yerde yıllardır ördükleri sosyal dokuları, gitmeye zorlandıkları yeni mekânlarda tekrar canlandırabilecekler mi?! şimdi görüyoruz ki; bu dokular altüst edildi. İnsanlar, kendi başlarının çaresine bakmaya terk edildi. bu hâlde mevcut toplumsal sorunlar gittikçe şiddetlenir!
=== Soru ===
Ne pahasına olursa olsun bir ev sahibi olmak ve bunla doğrudan ilişkili; “borçlanmada artış”ın bu kadar cazip hâle gelmesinin sebebi ne?
=== David Harvey ===
Konut sahibi olmanın bir güvence olarak algılanması insan hayatında çok ciddi faktörlere işaret ediyor. Doğal olarak insanlar, bu güvenceye ulaşmak zorunda hissediyorlar. Birçok yerde bu güvence; “özel mülkiyet” dediğimiz şeyle gerçekleşiyor. Fakat sadece “özel mülkiyet” yolu ile gerçekleşmesi şart değil; güvenceyi sağlayabilmek için çok farklı sistemler de mevcut. öyle sanıyorum ki, kapitalizm dışı yeni bir sistemin açtığı yol ile başınızın üzerinde bir çatı örmenin başarılı sonuçlanmayabileceğinin yarattığı endişeyle, şüpheyle birlikte; özel mülkün sadece sana ait olması, “burası benim yaşam alanımdır” diyebilmek insanları mülk sahibi olmak hususunda cezbediyor olabilir, buna bir tür çözüm gözüyle bakılıyor olabilir. Sistemi yönlendiren güçler bu algıya ters yönde hareket etmiyorlar; o “mitoloji”yi olabildiğince teşvik ediyorlar! Bu minvalde “özel mülkiyet” olgusunun toplum nezdinde yaygınlaşmasının sağlanması, bir tür “toplumsal pasifleştirme”yi de ilerletiyor. Çünkü: Bir konut sahibi olmak, hayatta çok mühim bir güvence eşiğiymiş gibi insanların beynine zerk edildikçe; insanlar uysal nesnelere dönüştürülüyor, ve problem yaratmadan bu sözde mühim hedefe ulaşanlardan biri daha olabilmek için gündelik koşuşturmalarına devam ediyorlar.
=== Soru ===
Kentsel dönüşüm konusunda “fakirin suçlu yerine konması” hususunu neye dayanarak çürütüyorsunuz?
=== David Harvey ===
Yoksulların yaşadığı, “slum” olarak, “gecekondu semti” olarak nitelenen bölgelerde nelerin yaşandığı ile ilgili adeta tarihi, kalıplaşmış bir anlatım durmadan tekrarlanıyor! İplerin ucunu tutan oldukça zengin kesimler (ki büyük çoğunluğunu “Beyaz Yakalı Suçlular & White Collar Criminals” olarak değerlendirmek yerinde bir tespit olacaktır) dünyayı soyup soğana çeviriyor, hayatlarının çok büyük bir kısmı “Wall Street” gibi yerlerde geçiyor. Onların caddesine gidip şunu haykırdığımızı bir hayal etsenize: “Hepinizi temizleyeceğiz, çünkü hepiniz suçlusunuz.” Şu an içinde bulunduğumuz (Tarlabaşı gibi) yerlerde, bizim öncelikli ihtiyaçlarımız; asgari düzeydeki hastalıklar için hizmet verecek sağlık merkezleri, eğitim konusunda meydana getirilecek hizmetler vb. olmalı. Örneğin, uyuşturucu madde bağımlılığı konusunda iyileştirmeler yapabilmek için bu tür hizmetlerin kurulmasına ihtiyaç var. Fakat ne görüyoruz? Burada insanlar tüm bunlardan yoksun bırakılmış. Yerel yönetimler bünyesinde herhangi bir birim tarafından, belediye tarafından, sağlık hizmetleri tarafından olsun; burada yaşayan insanlar onların menziline girmiyor. Her mahalle için tek tek olmasa bile, en azından birkaç mahallenin birleşik kapasitesini kaldıracak sağlık kliniklerinin kurulması, bu mahallelerde yaşayan insanların doğru-dürüst tedavi görmesinin yolunu açabilirdi. Bu mahallelerde yaşanan bu yoksunluk, toplumun diğer katmanlarında da varmış gibi bir yargıya varmak tabii ki doğru değil. Fakat ne yazık ki, “gecekondu semtleri”nde yaşayan sakinlerin “şeytani varlıklar” olduğunu, “kötü insanlar”, “pis kokan insanlar” olduğunu, bu nedenle hiçbir şeyi haketmediklerini; “burjuva sınıfı” damgalıyor, ve algıyı toplum geneline yaymaya çalışıyor! “Düşük gelirli sınıfların” savunmasız olduğunu tekrarlaya tekrarlaya, onları daha da savunmasız hâle getiriyorlar!
=== Soru ===
Tarlabaşı gibi bir yerde muhalif kanatlarla nasıl bağlar kuruyorsunuz?
=== David Harvey ===
Şunu belirteyim: Bir “sokak hareketine” veya mahalle sakinlerinin kendi aralarında oluşturduğu muhalefet gruplarına, ne yapmaları gerektiği ile ilgili doğrudan söz söylemem. Eğer bu muhalif gruplar, “sermaye” denen şeyin nasıl işlediğini daha yakından tanımak isterlerse, benzeri genel problemlerin yapısı hakkında konuşmak isterlerse; onlara bunları seve seve anlatırım. Tecrübelerime dayanarak söyleyebilirim ki, bazı gruplar gerçekten öğrenmek istiyor: “Biz Tarlabaşı’nda böyle bir sorun yaşıyoruz. Peki sizin gözlemlediğiniz diğer bölgelerde durum nasıl?” gibi. Onlara bu konuda ışık tutabilirsem çok mutlu hissederim. Fakat samimi konuşmam gerekirse: Akademide, üniversitede devam eden bir başka mücadele var! Benim ve benim gibilerin kavgasını verdiği değerler için üniversiteler eğitime açık yerler değil artık! Benim öncelikli hedefim, üniversitenin kendi alanı dışında inatla tuttuğu veya en azından üniversite alanına paralel gözüken konular hakkında araştırmalar yapmak, toplumlar için “ortak iyi” olan konular hakkında araştırma yapmak! Gündelik hayatım bunun mücadelesini vermekle geçmeli, benim misyonum bu. Araştırma yaptığın konuların bizzat “sokak” içinde geçmesi gerekmiyor; ama görüyorum ki çok büyük bir kısmı “sokak” içinde yaşanmaya devam ediyor, hem de çok acı verici şekillerde!
(Röportajın sonunda, 8:44, David Harvey; büyük çuvalı ile çöp toplayan bir tarlabaşı sakininin önlerinden hızla geçişini görür ve şunları söyler):
İnsanlar, bu şekilde yaşamaya nasıl devam edebiliyor?!
Bu; “vasıflı”, kesinlikle “vasıflı işgücü”dür!
(Konu hakkında detaylı açıklamalar için aşağıdaki adresi ziyaret ediniz:
http://www.gunzileli.com/2015/05/28/diktatorluge-karsi-direnis-barikatina-bir-tas-da-sen-koy/ )
Ya benim isyan ettiğim AKP’nin kendini hala işçi sınıfı için göreli bir başarı öyküsü olarak sunabilmesi. Bir de koca koca solcuların da buna inanması. Yok kardeşler böyle bir şey. Rakamları bütünlüklü olarak incelerseniz AKP’nin ekonomideki performansının işçi sınıfı açısından vasat ile kötü arasında olduğunu görebilirsiniz. Bitsin artık bu anlatı, ülkenin 15 yıl önceki hali ile kafasında kıyas yapıp “bak nasıl geliştik AKP döneminde” diyenler gibi, yahu tabii ki belli bir gelişme olacak sanki 1985-2000 arası yerinde mi saydı ülke de 2000-2015 arası pek bir gelişti. Bundan bıktım ben..
Evrenselde çıkan bir işçi mektubu üzerinden arkadaşların yazdığı yorumları bir işçi olarak okudum.Hepsi sol lafazan bana göre.Ben işçi kardeşimi, yazdığı mektubu anlıyorum.Onaylamıyorum ama anlıyorum..Gebze’deki o bir mayıs da o işçi kardeşimle aynı yollarda yürümüşüm.Ne güzel..Daha önce hiç bir mayısa da katılmamış.Sonra bir adım atmış.Bir mayısa,etkinliklere katılmış..Ama AKP nin şantaj ve baskı vs .ortamında bir çıkışsızlığın kurbanı olarak gidip kendi celladına da oy vermiş.!!.Verili nesnel durum bu.Ve evet maalesef bu nesnellik ciddi yüzdelik durumu kapsıyor hala..Bu durumdaki işçiler hala gidip oylarını AKP’ye verebiliyor..Sol lafazanların hiç kafa ve emek vermedikleri alan da burada işte.Biz ne yapacağız.Buraya ter akıtacak mıyız?.Yoksa dışarıdan maval okuyup onların bir gün AKP-ye veya düzen partilerine küsmeleri nimi bekleyecekseniz?Zurnanın zırt dediği delik burada.Ve sol özellikle lafazan sol bu deliğe çok ama çok uzakta..Solun hiç mi suçu yok?o kadar işçi lafı edip bir fabrika yolu bilmeyen solun!!!
.Ne mutlu ki bu topraklarda mütevazi de olsa bu yolda yürümeye çalışan genç mücadeleci bir genç işçi kuşağı geliyor. İyi ki geliyor.saygılar….
http://marksist.net/ilkay-meric/akpnin-istikrar-kandirmacasi.htm
http://marksist.net/okurlarimizdan/kim-kazandi.htm