“Beyin Ölümü”
Sağ dizimden minüsküs ameliyatı olmak üzere, 22 Nisan sabahı, erkenden, genç arkadaşım Haydar Karataş’la birlikte yürüyerek hastaneye gittim. İkimiz de, bir gün önce, arkadaşımız Mustafa Tokdede’nin önerisiyle yazdığımız Kronik Muhalif adlı siteden, “yeniden yapılanma” gibi tuhaf ve komik bir gerekçe gösterilerek atılmıştık. Sabahın o erken saatinde, dağ yollarında yürürken, Kronik Muhalif‘in kronik yetersizliklerinin üzerinde konuştuk daha çok.
Doktor, daha önce, aynı gün hastaneden çıkabileceğimi söylediğinden, yanıma ne diş fırçası, ne de okuyacak bir şey almıştım. Ameliyattan sonra, yaradan sızan kan normalin biraz üstünde olduğundan o geceyi hastanede geçirmem gerektiği söylendi. Tamam da, nasıl vakit geçirecektim burada?
Öğleye doğru telefonla arayan arkadaşım Ayşe Nesrin, okuyacak malzeme ihtiyacımı duyunca, her zamanki telaşlı koşturmacasıyla şehir merkezine inerek, bulabildiği Türkçe gazeteleri alıp getirdi: Hürriyet, Milliyet, Sabah.
Normal zamanda bu gazetelerin her birini okumam on dakikayı geçmezdi. Ne var ki, içinde bulunduğum özel koşullarda, bunları, ölüm ilanlarına kadar okuyan işsiz güçsüz ihtiyarlar gibi saatlerce okumak zorundaydım. Zaman ilerledikçe, vakit öldürme çabamın, “beyin ölümü gerçekleşti” denilen duruma benzer bir duruma yol açtığını fark ettim.
“Haber”lere hiç girmeyeyim. Çok sayıda köşe yazısını birbirinin ardından okumak gibi ağır bir görevi yerine getirmek, bu gazeteleri her gün okuyan insanların içinde bulunduğu, hissetmezlik, düşünemezlik hallerini anlamamda yardımcı oldu. Bu köşe yazıları, insanda zekâ kaybına, donarken içine girilen uyuşukluk ve uyku haline, hissizleşmeye yol açıyordu. Kronik Muhalif‘in sözünü ettiği “yeniden yapılanma” böyle bir şey miydi acaba?
Okuduğum tüm makaleleri burada sıralamam mümkün değil. Zaten çoğunu hatırlamıyorum bile. Hatırladıklarım ise, size temin ederim ki, en kötüleri değil.
Yalçın Doğan’ın yazdıklarının yarısına kadar hiçbir şey anlamadığımı fark ettiğim an panikler gibi oldum. Belden aşağımı tamamen uyuşturan iğnelerin etkisi olabilir miydi acaba? Sonra belli belirsiz bir şeyler anlamaya başlayınca biraz yatıştım. Yalçın Doğan, YÖK başkanından ve tutuklanan Haberal’dan söz ediyordu. YÖK Başkanı, Haberal’a geçmiş olsun demiş. Çünkü Haberal, bir zamanlar, YÖK başkanının babasını tedavi etmiş. YÖK başkanı, tutuklanan diğer rektörlere geçmiş olsun dememiş. Çünkü, anladığım kadarıyla onlar YÖk başkanının babasını muayene etmemiş. Mevzuyu böyle anladım ama tam olarak doğru anladım mı, emin değilim.
Yılmaz Özdil adlı bir köşe yazarı, kimi neden sevdiğini, kimi neden sevmediğini anlatmış. Ama aradaki bağlantıları kurmakta zorluk çektiğimi fark ettim. Kendimi pek iyi hissetmiyordum.
Mehmet Y.Yılmaz, Hazreti Muhammed’in ulvi kişiliğinden söz ediyordu. Bağlantıları yakalayamadım, bu ulvi kişiliğin konuyla bağlantısı neydi? Durumum akşama doğru ağırlaştı. Önümdeki düğmeye basıp hemşireyi çağırsam mı diye düşünmeye başladım.
Ertuğrul Özkök, “isteyen herkesle iddiaya girmeye hazır”mış? Ama neden? Gerçi bu “iddia” sözü zihnimi biraz canlandırır gibi oldu ama kısa sürdü. Sarkozy, aleyhinde yazan gazetelerle didişmezmiş. Demokrasinin gereğiymiş bu. Ama böyle bir şey için neden iddiaya girmek istiyordu Özkök? Geceyi nasıl geçirecektim? Dayanmalıydım.
Eyüp Can adlı bir köşe yazarı, “zihniyet devrimi”nden söz etmiş. Çünkü DİSK artık patronları suçlamak yerine işbirliğine gidiyormuş. Devrimin nerede cereyan ettiğini anlamakta zorlandım. Tanrım, sen bana muhakeme gücü ver. İdrakimi tamamen kaybetmeyeyim.
Sami Kohen’in, Ermenistan’la diplomatik ilişkiler makalesini, kapanan gözlerimi açık tutmaya çabalayarak okuduktan sonra (rahmetlinin yazılarını zaten hiç okumazdım. Ne? Rahmetli mi? Sami Kohen mi? Gerçekle hayal birbirine karışmaya başladı galiba) son bir atılımla Hasan Cemal’in yazısını okudum ve anladım. Avrupa, allahtan Sarkozy ve Merkel’den ibaret değilmiş. Yazının başlığı buydu ve anladığım da bundan ibaretti.
Beynimin gittikçe uyuşup büzüldüğünü hissettiğim için, Güneri Cıvaoğlu’nun “23 Nisan nasıl bayram oldu” yazısını okumadan geçmeyi akıl edebildim. Beden, dıştan gelen kötü etkilere karşı kendiliğinden bir savunma mekanizması geliştiriyor.
Erdal Şafak, krize karşı hükümetin 500 bin işçiye iş sağlama paketini hoş karşılamış. En önemli şey “sosyal barış”mış. Ben de ruhsal barışa kavuşup bir uyuyabilsem.
Nazlı ılıcak’ın, derslerle, öğütlerle ve akıl vermelerle dolu yazısını okurken rahmetli anneannem geldi gözlerimin önüne. O da rahmetli dedem Sami Kohen’i hep böyle azarlar, yeniden yapılandırırdı. Bilincim iyice bulanıyordu galiba. Son bir kurtuluş umuduyla, hiç sevmediğim bilmecelere el attığım an uykuya dalmışım nihayet.
Sabah uyandığımda normale dönmüştüm, yaşıyordum. Ayıktığında boş şişelere kötü kötü bakan bir ayyaş gibi, yere saçılan gazetelere bakıp, “bir daha mı” diye söylendim.
O sırada içeri, ameliyatımı yapan genç doktor girdi, önündeki tekerlekli sehpayı itekleyerek. Yanında bir hemşireler, stajyer doktorlar ve hastabakıcılar ordusu yoktu. Türkiye’de olsa, hademe ya da hastabakıcı sanıp kimse yüzüne bile bakmazdı.
Doktor, ellerine ince naylon eldivenler geçirip kanı dizden dışarı akıtan boruyu çıkardı. Yaralara yeniden plaster koydu. Dizi bandajladı. Eski sargıları bir çöp torbasına koyup ağzını bağladı ve sehpasını sürerek diğer hastalara doğru ilerledi.. Bütün bunları yaparken ne bir hemşire çağırdı yardıma, ne de çöp torbasını bir hastabakıcıya bağlattı.
Az kalsın beyin ölümüme yol açacak köşe yazarlarından kurtulduğuma memnundum. Doğrusunu söyleyeyim, kronik “yeniden yapılandırmacı”lardan kurtulduğuma da. En çok sevindiğim ise, solcularımızın teorik metinlerinde çok fazla sözünü edip bir türlü hayata geçiremedikleri ya da bir yapım hatasıyla kapıkulu bürokratları ortaya salarak “gerçekleştirdikleri” “yeni insanın“, genç bir doktorun şahsında, bir yönüyle gerçekleştiğine tanık olmamdı.
Gün Zileli
23 Nisan 2009
Umarım bir daha o gazeteleri okumak zorunda kalmazsınız 🙂
İşte ondan bir emin olabilsem. Ama bütün gün boyunca okumayacağımdan eminim. Hastanelik olsam bile.
Umarım bir Tv leri setretmek zorunda kalmasın. Se asıl o zman gör beyin ölümünü……
Cengiz arkadaş, Karanlığın Ötesinde ile ilgili sorunuz bana ulaştı ama burada göremedim. Kitap, bu ay kitapçılarda olacak.
bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu.,,selamlar. ğün,,bir yazı önce birğün, evrensel, sol ğibi ğazeteleri beğenmediğini., bu ğazetelerin örğütleri yaşatmak, nefes almak için olduklarını yazmıştın.,,,hadi ,,bu senin ğörüşündür diye saygı duydum. lakin,. teknik ve içerik olarak bu ğazeteleri hiç beğenmediğini vurğulamıştın……..birden bu yazın çıktı., hürriyet , sabah,,v.s ğibi ğazetelerin ve köşe yazarlarının sende beyin dumuru uğrattığını yazıyorsun.,,.,,ve de oldukca duyarlı yazıyorsun…kardeşim.,,bu aralar seni anlayamıyorum., sen ne beğeniyorsun..neden bir önceki yazının üstüne bu yazıyı yazmak ğereğini duydun.beğenmiyorsan aydınlık oku., veya zatialiniz bir ğazete çıkarın. selam ederim.
Sait, dikkat etmiyorsun, ben “beyin Ölümü” yazısını bundan 3,5 yıl önce yazmıştım. ayrıca bugün de yazsam aynı şeyleri yazardım. Örgüt gazetelerini beğenmeyince medyayı mı beğenmek zorunda oluyoruz ya da tersi. Bence örgüt gazeteleri medya gazetelerini örnek alıyorlar aslında. Yani özünde onlar da medya gibi burjuva.