Bataklık mı? Cıva mı?
Sağ-sol kavramları elbette izafidir ama toplumsal ve siyasal durumu kavramakta hâlâ önemli yerleri vardır.
Bu yazının konusunu oluşturan ve bugün Türkiye’nin toplumsal ve politik ortamını anlamamıza yardımcı olacak “sağa kayma”yı tanımlayabilmem için öncelikle Türkiye’nin 1960’larının sonlarındaki “sola kayma” ortamını kısaca hatırlamak gerektiğini düşünüyorum.
Türkiye, özellikle 1960’ların ikinci yarısında, temelde toplumsal ve ona bağlı olarak da politik alanda belirgin bir sola kayma yaşamıştı. İşçi sınıfı sola kayıyor ve geleneksel sendikası Türk-İş’i kitleler halinde terk edip DİSK’e katılıyordu. Köylü kitlelerinde önemli bir hareketlenme vardı, toprak işgalleri, üretici eylemleri yaygınlık kazanıyordu. Toplumun en uyanık kesimleri, öğrenciler, öğretmenler, memurlar, subaylar vb. sola yöneliyordu. Toplumun parlayan yıldızı devrim, değişim, soldu.
En soldaki daha sola kayıyor, hemen sağında bulunan da biraz daha sola kayarak onun bıraktığı boş yere yerleşiyordu. Bir zamanlar sol sayılan bir siyasi güç, bu sola kayış içinde sağda kalıyor ve özellikle solda kimse görece sağ bir konumda gözükmemek için sağda kalan bu güç kendini biraz daha sola çekme ihtiyacını duyuyordu.
Bir süre sonra bu sola kayış çılgınca bir “daha solda olma yarışı”na dönüştü ve tabii ki, bunun felaket doğuran sonuçları oldu. Küçük gruplar bu yarışın sonucunda silahlı eylemlere ve kendi “sol”luklarını ölümleriyle ispatlamaya giriştiler. “Sol yarışı”nın acı sonuydu ölüm. Ölümle sonuçlanacağı kesin olan çılgınca bir araba yarışı gibi.
Öyle ki, normal hayatlarında herhangi bir değişiklik yapmaya hazır olmayan, hadi sen de şunu şuradan şuraya götür dendiğinde bunu yapmaktan korkan insanlar bile bu yarışı trübünlerden alkışlıyor ve alkışlarıyla yarışçıları teşvik ediyorlardı.
SBF kantininde otururken, Deniz Gezmiş’in, yüzüne maske takmadan katıldığı banka soygunlarından birinin duyulması üzerine orada bulunanların yaşadığı heyecanı ve verdiği desteği bugün gibi hatırlarım. SBF kantininde o sırada bulunan öğrenciler ve taşradan gelmiş birkaç öğretmen, silahlı mücadeleyi hararetle destekliyor ve artık THKO taraftarı olduklarını açık açık ilan ediyorlardı. Çoğu, kendileri bizzat böyle bir silahlı mücadeleye katılmaya hazır olmasalar ve SBF kantininden çıkıp gittikten sonra normal aile hayatlarına dönecek olsalar da. Tabandaki bu teşvik, THKO karşısında güç kaybetme endişesine kapılan THKP-C’nin, kendi görece uzun hazırlık devresini bile rafa kaldırıp zamanından evvel silahlı eylemlere girişmesine neden olmuştur. Her iki örgütün de örgütlenmesi, bir silahlı mücadelenin zorluklarını göğüsleyecek, örnek aldıkları Tupamarolar’ın örgütsel sağlamlığından oldukça uzak ve son derece derme çatmaydı.
Sol daima içinde bir dinamizm barındırır, dolayısıyla sola kayış bir cıvanın ele geçmez hızıyla cereyan eder. Sağa kayış ise, sağın atıllığına uygun olarak, bir bataklığın ağır ve hantal kayışı gibidir. Sağa kayış, ağır ağır gerçekleşir, bu ağırlıkla orantılı bir şekilde tüm toplumu dibe çeker ve bir bataklığa dönüştürür.
Bugün Türkiye’de yaşandığı gibi. Bugün, bizatihi sol da dahil, neredeyse tüm toplum, tüm toplumsal ve politik güçler sağa kaymaktadır. Öncelikle toplum sağa kaymaktadır ve dolayısıyla o toplumdan güç alan toplumsal ve siyasal güçler de aslında tabanlarını izlemektedirler.
Somuta indirgeyecek olursak, öncelikle sağdaki kitleler ve güçler daha da sağa kaymaktadır. Sağ kitle iyice muhafazakârlaşmakta, içine kapanmakta, dine daha fazla yönelmekte, bu yönelimiyle siyasi sağa “daha da sağa gitme” çağrısı yapmaktadır. Aşırı sağın partisi MHP, birkaç yıl önce izlediği, merkez sağa kayarak oradaki seçmeni kendine çekme siyasetini esasen bir yana bırakmış görünmekte, merkez sağa oturmuş AKP’yi sağdan sıkıştırmaktadır. Yani AKP’yle rekabetini, kendini merkez sağa oturtarak değil, daha da sağa kayarak yürütmekte ve AKP seçmeninin merkez sağ güdülerine değil, aşırı sağ güdülerine seslenmekte, AKP’yi o noktadan oymaya çalışmaktadır. AKP ise, belki de merkez sağda pek önemli bir rakibi olmadığından, MHP’nin bu sağdan oyma taktiğine daha da sağa kayarak cevap vermektedir.
Ulusalcılar, yaklaşık on yıldır zaten sağda bir konum edinmişlerdi. AKP’nin sağa kayması karşısında, cephaneliğinde eskiden beri soldan bir şeyler bulunduran ulusalcıların, AKP’yi yıpratmak için bir miktar sola kayması beklenebilirdi. Ama öyle olmadı. Ulusalcılar, AKP ile sağa kayma yarışına giriştiler. AKP iyice sağ devletçi bir konuma mı kaymıştı? O zaman onlar devletçi sağdan da daha fazla devletçi sağ olurlardı. AKP, Kürtlere düşmanlıkta iyice aşırı sağcı bir sertlik politikasına mı kaymıştı? Onlar, AKP’den de daha fazla Kürt düşmanlığı yapar, AKP’yi sağdan eleştirirlerdi.
“Yeni” CHP’nin tersine bir yol izlediği ve Baykal CHP’sine göre bir miktar “sola” kaydığı düşünülebilirdi. Bunu düşündürecek bazı öğeler olmakla birlikte, Kılıçdaroğlu CHP’sinin de genel sağa kayışın dışında kaldığını söylemek epey zor. Hem, son kongrede görüldüğü gibi, parti içindeki sağcı ulusalcı akıma ödün vermek anlamında, hem de, özellikle toplumsal ve kültürel konularda AKP’yle yarışmak anlamında. Kılıçtaroğlu’nun ramazanda verdiği iftar yemekleri bunun son örneklerinden biridir. Böylece ortaya iyice tuhaf bir CHP görüntüsü çıkmaktadır. Ulusalcı-muhafazakâr CHP. İdeolojik alanda ulusalcı-sağdan, kültürel alanda muhafazakâr-sağdan güç almaya çalışan bir CHP.
Soldaki durum da bundan pek farklı değildir. Kimse lafta “sol”dan taviz veriyor gibi görünmek istememesine rağmen aslında genel olarak sol, özellikle AKP’nin iktidara gelişinden sonra, liberal solun rehberliğinde, uzunca bir süre AKP’ye karşı hayırhah bir tutum takınmış ve gizli gizli (ya da bazen açıktan) AKP’nin “vesayet rejimini tasfiye etmesi”nden medet ummuştur. AKP’nin iyice sağa kaymasıyla yavaş yavaş kendine gelen solun sağa kayışının son birkaç yılda bir ölçüde durduğu düşünülebilir ama aslında temelde bu sağa kayış durmuş değildir. Solun tarihsel köklerinde, hem kadim sosyal demokrat II. Enternasyonal’den, hem de Komintern’den gelen bir parlamentarizm damarı zaten vardı. Bu damar, Kürt hareketinin güçlü ve blok halinde bir Kürt seçmen kitlesine sahip olması nedeniyle yeniden tahrik olmuş ve solun büyük kısmı, Kürt hareketinin himayesinde bir parlamentarizm oyununa dahil olmaya pek teşne olduğunu son seçimlerde de göstermiştir. Bugün solun, “aşırı sol”dan mümkün olduğu kadar uzakta, merkez solda bir konum edindiğini söyleyebiliriz.
Dünyada ise tersine bir gidiş var. Dünyada toplumlar ve toplumsal güçler, yavaş yavaş da olsa bir sola kayış içinde. Bunun, eninde sonunda Türkiye’yi de etkileyeceğini düşünebiliriz.
Ben, bataklığın o dibe çeken ağırlığı yerine, en uç noktasında tehlikeli ve istenmeyen sonuçlar verse de, cıvanın hareketliliğini tercih edenlerdenim.
Gün Zileli
1 Eylül 2012
Bu yazı, Yeni Harman dergisinin Eylül 2012 sayısıda yayımlanmıştır.
Sağ-sol ayrımı büyük ölçüde anlamını kaybetmiş durumda. Ezen-ezilen çelişkisi için kullanılan kavramların kendisi de ideolojisi gibi yozlaşıp anlamını yitiriyor.
Aşağıdaki yazıya bir bakın. Bunlarla aynı kavramları kullanıyoruz.
http://www.turksolu.org/231/akkol231.htm
27 Mayis : sol
milli demokratik devrimciler: sol
19 Mayis Samsun yürüyüsü: sol
Vurun gavura eylemleri: sol
Ordu – gençlik elele eylemleri: sol
9 Mart darbecilerinin kuklalari olarak “devrimcilik” oynamak, adam öldürmek, saga sola bomba atmak, kendi arkadaslarini öldürüp “fasitler öldürdü” demek: sol
(‘Sağa kayma’ sorunu hakkında çözüm önerileri içeren iyi bir metin…)
5 Temmuz 2012
Birlik, “Birleşik Merkez”, Direnmek, “Üçüncü fırsat” – Ergin Yıldızoğlu
Geçen ay ÖDP, TKP ve Halkevleri kongreleri, içinde bulunduğumuz ülke ve dünya koşullarını kapsayan zengin tartışmalara sahne olarak başarıyla gerçekleşti. Türkiye Komünist hareketinin geleneğinin Mao Zedung düşüncesinden etkilenmiş olanların dışında kalan kesimine damgasını vuran vurmaya da devam eden bu akımların konferansları öncesinde ve sonrasında, yayımlanan, birlik, birlikte mücadele, direnmenin, yeni bir “kendiliğinden kabarma dönemine” hazırlanmanın önemi üzerine yorumlar, gündemin en can alıcı konusunda ortak bir duyarlılığa işaret ediyordu. Pazartesi günü Kartal’da yapılan miting bu duyarlılığın pratikteki ifadesi oldu. Bunlar bence, geleceğe ilişkin önemli, umut verici gelişmeler.
Diğer taraftan bu süreci izlerken bende, birlik, birlikte davranma, direniş sorununa ilişkin, üç yapının temsilcilerinin konuşmalarında, yazılarında öne çıkan vurgular arasında ilginç bir farklılaşma çekti dikkatimi. İlginç, çünkü bu farklı vurguların birbirini dışlamadığını aksine, tamamladığını, bu farklılıkları ortak bir “paradigma” altında birleştirmenin olanaklı olduğunu düşündüm. Bu ortak “paradigma” bence “karşıt hegemonya-tarihsel blok” oluşturma paradigmasıdır.
Birbirini tamamlayan yaklaşımlar,
ÖDP 7. Kongresi’nde konuşan Genel Başkan Alper Taş, “Türkiye’yi yeniden kurmak için birleşik bir mücadele, devrimci merkez ve devrimci bir harekete ihtiyaç var” diyor. Taş’a göre “En geniş kesimleri antiemperyalist, antikapitalist bir eksende kapsayabilecek bir politik tutuma, birleşik mücadeleye ihtiyacımız vardır. Birleşik bir merkez, birleşik bir hareket yaratmaya ihtiyacımız vardır. Bu hareket mevcut devrimci özneler kadar, değişik toplumsal inisiyatifleri ve işte 1 Mayıs’larda açığa çıkan gidişattan rahatsız herhangi bir devrimci özneye kendisini ait hissetmeyen bir yığın örgütsüz insanı da kapsamalı”.
Metin Çulhaoğlu konuyla ilgili yorumunda, TKP’yi yaygınlaştırma ve yerelleştirme hedeflerine ek olarak “Helvayı birlikte karmak yakın diyalog, dayanışma, kimi kritik dönemeçlerde ortak davranma, güç birliği ve ortak eylem ise, elbette…” saptamasını yapıyordu.
Ferda Koç, “Bugünden yarına bir ‘birleşme’ gündemimiz olmadığına göre, bunu sonra da yapabiliriz. Ama solun tüm kesimlerinin üzerinde durduğu ‘ortak bir hareket merkezi oluşturarak birlikte hareket etme’ konusu üzerinde durmakta yarar var.” Dedikten sonra “Birlik arayışlarını ‘hareketin birleştirici baskısı’ndan çok, ‘düşmanın birleştirici baskısı’nın harekete geçirdiğine” dikkat çekti. Ferda Koç, “AKP’ye karşı ‘direnilebileceğinin’ görülmesi ve gösterilmesi muhalefetin genel kitlesi için özel bir anlam taşıyor” saptamasından hareketle, birlik tartışmasını direnme sürecindeki başarılara bağlıyordu.
Aynı gün yayımlanan yorumunda Çulhaoğlu, Korkut Hoca’nın bir çözümlemesinden hareketle, “Şimdi, önümüzdeki soru şu: Türkiye’de sosyalist hareketin daha ileri hedeflere odaklanması açısından elverişli ortam ve koşulları sağlayacak, bu kez sola doğru bir ‘eksen kayması’ beklenebilir mi?” diye sorduktan sonra evet: “Beklenebilir değil, beklenmelidir” cevabını veriyordu. Ardında Çulhaoğlu çok önemli bir noktaya dikkat çekiyordu: “Ne var ki, bugün Türkiye’de mevcut sol-sosyalist öznelerin kendi çabaları ne kadar vazgeçilmez, saygın ve değerli olursa olsun kendi başına yeterli olmayacaktır. Bu çabaların, şöyle veya böyle, öznel çabalarla ilişkisi doğrudan veya dolaylı bir kitlesel muhalefetle ve sınıf hareketlenmesiyle eşleşmesi gerekmektedir. Evet, doğrudur; bugün ‘kendiliğinden’ hareketlenmeler bile öznel etmenle önceki dönemlere göre daha fazla ilişki ve etkileşim içinde olacaktır. Ancak, bu olgunun tespiti ve gereğinin yapılması bile ‘eksen kaydırmak’ için gerekli ortamı kendi başına yaratamayacaktır. Uzun sözün kısası, Türkiye siyasetinde eksenin sola kayması, yeni bir kitlesel-sınıfsal hareketlenmeyi gerektirmektedir.”
Bu “farklı” yaklaşımları bir araya koyduğumuzda, kısaca şu sonuçları kapsayan bir bütünlüğe ulaşmak olanaklı: Sosyalist mücadelenin örgütlü güçlerini birleştirerek etkisini arttırmak gerekiyor. Bu etkinin dönüştürücü sonuçlar yaratabilmesi için olmazsa olmaz koşul, “kendiliğinden kitle hareketinin”, kabardığında, sol müdahaleye olanak verecek bir “olay alanı” yaratmasına yol açacak koşulları “zorlamak”tır. Bu kendiliğinden hareketin oluşma sürecinde, bunu geciktiren, engelleyen, hegemonyaya karşı gündelik direnişi, bir anlamda “mevzi savaşını” duraksamadan, kararlılıkla sürdürmek gerekir.
Bir başka deyişle var olan yapılar kendi örgütlenmelerini, teorik hazırlıklarını derinleştirirken bir taraftan AKP’de ifadesini bulan hegemonyaya karşı direnmek, güçlerini bu direnme zemininde somut hareketlerde birleştirmenin yollarını aramak durumundadırlar.
Ancak dikkatle bakıldığında bu betimlemenin direnişe (ki önemli, değerlidir, olmazsa olmaz koşuldur), dolayısıyla da çoğu kez tepkiye ilişkin bir dinamiğe işaret ettiği görülecektir. Halbuki, gelen saldırıya karşı grupları birleştirmeye çalışmanın ötesinde, emekçi sınıfların farklı kesimlerindeki tepkileri, huzursuzlukları, sınıfın bölünmüşlüğünü derinleştiren uygulamalara karşın birleştirecek mücadele eksenleri kurmak, geniş tabanlı kampanyalar oluşturmak, bir anlamda salt tepkisel değil, kendi taleplerini dayatmaya çalışan bir mücadele eksenini düşünmeye çalışmakta önemlidir.
Bu hem direnen hem de kendi özgün talepleriyle ortaya çıkan siyasi mücadele, “gruplar arasında” birlik sorununu bir üst ve çözülmesi olanaklı düzeye, emekçi sınıflar arası yakınlaşma, kapitalist sınıf hegemonyasına karşı, ahlaki ve toplumsal bir söylem oluşturma zeminine çıkarabilecektir.
Bu, bir “karşıt hegemonya” inşa etmeye çabalarken aynı anda bunun maddesini oluşturacak “tarihsel blok”u kurmak için birlikte davranmaya çalışmak anlamına geliyor. Burada birincil sorun, grupların yapılarını birleştirmek değil, grupların çalışmalarını “tarihsel blok”, “karşıt hegemonya” kuracak biçimde birleştirmeye çalışmaktır. “Tarihsel Blok”’un ve onu kurma sürecinin önemi, esas olarak direnmenin ötesinde, iktidarı hedefliyor olmasıdır.
“Tarihsel blok” süreci, birçok örgüt ve grubu, bunların aralarındaki tartışmaları, blokun oluşması için gerekli kültürel liderliği sunma çabalarını da içerir. Bu nedenle “blok”u oluşturmak için çabalayanların, birbirlerine karşı, rencide edici, suçlayıcı sıfat ve tanımlamalarla yaklaşmaktan özellikle kaçınmaları, birleştirici, kapsayıcı ve birbirini destekleyici söylemleri seçmeleri son derecede önemlidir. ÖDP, Halkevleri ve TKP arasındaki ilişkilerin bu kurallara kolaylıkla uyabiliyor olması gerçekten umut vericidir.
“Karşıt hegemonya” ve “tarihsel blok”
“Karşıt hegemonya” olasılığı üzerinde düşünürken, öncelikle “hegemonya”nın kimi özelliklerini anımsamakta yarar.
Hegemonyanın en önemli özelliği, kabule ve liderliğe dayanması, dolayısıyla hegemonyacı açısından kimi özverileri, uzlaşmaları gerektirmesidir. Hegemonyacı kendi çıkarları ile toplumun bir kesiminin çıkarları arasında ortaklıklar kurar, bunu yapabilmek için de kendi taleplerinin bazılarından, bir süre için vaz geçer[1].
Her hegemonya, mutlaka kalıcı bir “tarihsel blok”a dayanmak durumundadır. Bu blok sürdüğü müddetçe devletin temel özelliği, “biçimi” sabit kalmak koşuluyla rejimler, hükümetler, yönetici kadrolar değişebilir. “Blok” evrimci bir biçimde yavaş yavaş değişebilir, bu süreçte hegemonyacı da ya fedakarlığının alanını genişletir, ya da daraltarak kendi çıkarlarını daha başat hale getirebilir.[2]
Bu bağlamda, yükselmekte olan bir “kendiliğinden hareket”, toplumsal muhalefet dalgası, üzerinde kurulmaya başlayan bir tarihsel blok ve karşıt-hegemonya ilişkisi içinde, hegemonik konumda olacak proletarya sınıfının, ya da küçük burjuvazinin, “yeni orta sınıf proletaryanın” vb… kimi özverileri, uzlaşmaları kabul edecek olması doğaldır.
Komünist hareket (gruplarıyla birlikte) bu fedakarlıkların sınırlarının, proletaryanın sınıf çıkarlarına göre ve iktidara yakınlaşmayı kolaylaştıracak biçimde oluşmasını sağlamaya çalışacaktır.
Burjuva toplumda siyasi iktidarın yeri yalnızca devlet (toplumsal ilişki olarak) düzeyi değildir. Kapitalist sınıfı iktidarda tutan hegemonyanın, “tarihsel blok”un kökleri öncelikle devletle aile arasında kalan “sivil toplum” olarak da nitelenen alanda, Gramsci’nin deyimiyle “ideolojinin maddi yapıntılarında” (medya, edebiyat, müzeler, tiyatrolar, sanat galerileri, okullar, mimari tarz ve alanlar, hatta sokak isimleri, dayanışma kurumları, spor kulüpleri, dini mekanlar- bunlara reklam endüstrisinin ürettiği imajları da ekleyebiliriz) tutunur. Hegemonya ve “tarihsel blok” kalıcılığını bu mekanlardaki köklerinin gücünden alır.
Bu anımsamalardan ben, gelen saldırılara karşı direnmenin ötesinde, bu “ideolojinin maddi yapıntılarının” egemen olduğu alanda, “karşıt-hegemonyanın” köklerini salabileceği, noktalar, mekanlar, estetik değerler, sanat kültür akımları, dayanışma kurumları, çeşitli medya kaynakları oluşturmak gerektiği sonucunu çıkarıyorum.
Kimi arkadaşlar AKP hegemonyasını abartmamak gerekir derken, onun temsil ettiği “tarihsel blok”un ve siyasal İslam hareketinin, bugünkü konumuna, nasıl köklerini “ideolojinin maddi yapıntıları” içinde adım adım inşa ederek gelmiş, ideolojisini maddi bir güce dönüştürmüş olduğunu unutuyorlar, ya da bunu göremiyorlar.
Bu nedenle, “birlikten, direnişin öneminden, yeni bir fırsatı yakalamak” tan söz ederken, sosyalist grupların, bu amaçları doğrultusunda ilerlemek istiyorlarsa, “sivil toplum” içinde, “ideolojinin maddi yapıntıları” üzerinde, kendi yaratacakları biçimleri de devreye sokarak adeta bir mevzi/siper savaşı vermekten kaçınmalarının olanağı yoktur. Egemen sınıfların “tarihsel blokuna” karşı, bir “tarihsel blok” oluşturmanın, “karşıt-hegemonya” inşa etmenin de yolu sanırım buradan geçmektedir.
“Düğüm noktaları”
“İdeolojinin maddi yapıntıları” çok çeşitli, katmanlı ve karmaşık bir alan oluşturuyorlar. Direnişe konu olacak saldırılar, hemen her alanda ara vermeksizin geliyor. “Sivil toplum” çok farklı mekanları ve ideolojileri, ekonomik, cinsel iktidar ilişkilerini de kapsıyor. Böyle şekillenmiş bir alanların bütününde, “karşıt hegemonya” ve “tarihsel-blok” projesi bağlamında çabalarken “güçleri nerede toplamak, çalışmayı nereye odaklandırmak gerekir?” sorusu, etkili olmakla, iğneyle kuyu kazmak arasındaki farka işaret ediyor.
Bu soruya cevap verirken belki ideolojik alanın, egemen ideolojinin şekillenmesinin dinamiklerinden, analoji yoluyla yararlanabiliriz.
Şöyle: ideolojik alan neredeyse sonsuz sayıda, imajdan ve göstergeden oluşuyor. Bunlar adeta havada, günlük yaşamı bir balon köpüğü gibi saran simgesel evrenin içinde, rüzgara kapılmış yapraklar gibi uçuşurlarken, bir noktada aralarından bir gösterge diğerlerini disiplin altına almaya, onları anlamlı bir bütün izlenimi verecek biçimde bir araya koymaya başlıyor, böylece bir ideolojik “yapıntı” şekilleniyor. Bu disiplin getiren, simgesel karmaşaya anlam veren gösterge, bu anlamlar sistemini sabitleyen bir “düğüm noktası” oluşturuyor.
Türkiye’ye baktığımızda, bir sürü, adeta sonsuz sayıda, mücadele ve müdahale konusu ile karşı karşıya kalıyoruz. Bunları, gelen saldırıların hedefleri olarak da düşünebiliriz. Yukardaki paragrafı bir analoji kaynağı olarak kullanırsak, bu sonsuz sayıda mücadele alanı içinde, sürmekte olan mücadelelere bugünlerde bütünsel bir anlam kazandırabilecek iki düğüm noktası görebiliriz diye düşünüyorum. Bunlardan biri “kadın hakları” diğeri de “Kürt sorunu”.
Kürt sorunu kendi siyasi temsilcileri, yerleşik mücadele ve çalışma tarzı biçimleri olan bir alana işaret ediyor. Devlet, bu alandaki saldırısını, KESK olayında görüldüğü gibi işçi hareketine yönelik bir saldırıyla dolaylı olarak birleştirmeye çalışıyor.
Buna karşılık “kadın hakları” cepheden bir saldırı altında. Bu saldırı, “Kriz, Kadın ve AKP dönemi” (sendika.org) yazımda işaret ettiğim gibi aslında işçi sınıfına yönelik saldırının birçok alanını birleştiren, bu alanları toplumun kentli orta sınıflarının, “yaşam tarzı özgürlüğü” alanlarına bağlayan bir düğüm noktası oluşturuyor.
Bu iki saptamadan hareketle “tarihsel blok” kurma süreci bağlamında, ben, Kürt sorununda, uygun tutumun, taktik, çalışma tarzı ve örgütleriyle zaten uzun bir süredir var ve sürmekte olan bir mücadeleyle, Türk ve Kürt halk sınıflarının kesişen çıkarlarına öncelik verecek biçimde ilişkilenmek olduğunu düşünüyorum. Buna karşılık, “kadın haklarına” yönelik saldırının, acilen göğüslenmesi, bunun ötesinde yaygın, toplumsal tabanı geniş ve çeşitli bir karşıt harekete, dönüştürülmesi gerektiği sonucuna ulaşıyorum.
Bu iki “düğüm noktası” dışında hızla öne çıkmaya başlayan bir savaş olasılığını göz önüne almak gerekiyor. Olası bir savaş, ülke içindeki zaten hıza daralmakta olan haklar ve özgürlükler alanını daha da daraltacak, kadınların, proletaryanın ve Kürt hareketinin üzerine ek ve çok büyük bir basınç getirecektir. Ama aynı zamanda “savaş karşıtı” bir tepki “birlikte davranma”, safları sıklaştırma, önceki paragrafta vurguladığım iki “düğüm noktası”na ilişkin tutumları güçlendirmek açısından yeni olasılıkları da beraberinde getirecektir.
[1] Bu bağlamda Lenin’in “Proletaryanın toplumdaki tüm diğer ezilen sınıf ve kesimlerin çıkarlarını savunması gerektiğine” ilişkin saptamasını anımsayabiliriz.
[2] Lenin’in Rus devrimi sürecini anlatırken, “önce bütün köylülükle birlikte Çarlığa karşı, sonra yoksul köylülükle birlikte burjuvaziye karşı” betimlemesi de kurulmuş olan “tarihsel blok” un evrimine ilişkin bir örnek olarak okunabilir. AKP’nin liberal entelijensiyayı, kent orta sınıf duyarlılıklarını dışlamaya başlaması da…
(soL Haber)
aslında solun parlamenterizme teşne oluşu yeni değildir bu arzunun kökleri ta tipe kadar gitmektedir.radikal solun çeşitli yapıları büyük ayrışmayı henüz yaşamadan önce parlamenterist tipin gençlik örgütünde mücadele etmekte idiler.
batıdan doğru bütün dünyaya yayılan kalkışma hareketleri türkiye ve kürdistan gençliğini de etkilemişti.bu özneler bulundukları konumlarını sorgulamaya başladılar bu vesileyle.
fakat pek radikal bir kopuş gerçekleştiremediler.
eski toplumun muhafazakar değerlerine pek dokunmadan isyan ettiler.
akrabalık ilişkilerine karşı doğrudan eleştirel bir tavır alınamadı. geleneksel ilişkilerde dengeci yer yer de oportünüstce davranıldı.halka gitme kuyrukculuğuna teşne olundu.
toplumun karmaşık ilişkileri ekonomik indirgemeci bir yöntemle
analiz edildi.bu yöntemin sıkça kullanılmasın da ulusal bağımsızlıkcı güdü ağır basmakta idi.
solun bu gün neden gine parlameterizmin yolunu tutmaya temayül ettiği yönündeki soruya elbette ki özetlediğim saiklerin
tam olarak cevap olabileceğini söyleyemem ancak bir girizgâh
olarak düşünülür belki bunlar.
makalenin iki misli yorum ihtiyacı hissetmek bile parlatmaya çalıştığınız toplumsal muhalrfet dinamiklerini bindeler seviyesinden yukarı çıkaramadı.şaşi bir sol anlayışınız var kürt sorununu ve kürt özgürlük hareketini inatla anlamamaktan bu hallere düşüp telef olduğumuz hiç aklınıza neden gelmez?zihnimizdeki karakollardan kurtulup özgürleşmek bukadar zormu?zilelinin tarafı cıva ise bu gün hayatın bütün alanlarında yaşanan çatışmanın neresinde göremedik?
Kürt özgürlük hareketi ne yeterince antikapitalist, ne de AKP-diktatörlüğüne karşı yeterince uyanık.
Ajan “Kürt özgürlük hareketi ne yeterince antikapitalist, ne de AKP-diktatörlüğüne karşı yeterince uyanık” diyor, Pekeke’ye kiziyor, “yeterince sivil katletmiyorlar, yeterince bebek öldürmüyorlar, yeterince canli bomba yollamiyorlar” demek istiyor, ajan kan istiyor, kana doymuyor.
Sanki modellemede sorun var gibi. Yıl 1920 ve 21: Biennio Rosso-İki kızıl Yıl. Torino’da neredeyse konseyler oluşmuş durumda. Büyük bir sola kayış var. Yıl 1922: Mussolini’nin Roma yürüyüşü. İtalya faşizmin pençesine düşer.
1918’le 1923 arası: Almanya’da sol durmadan yenilir ama her yenilgi de daha da güçlenir. 1929: Büyük Buhran. KP güçlenir ama Naziler yüzlerce kat güçlenir. 1933: Güçler birleştirilse hemen hemen eşittir ama Hitler iktidara gelir ve KP’yi de SPD’yi de bitirir.
1930-1936: Primo De Rivera tahttan iner. Anarşistler başta olmak üzere sol gruplar olağan üstü güçlenir. 1936: Faşistler darbe yapmaya kalkar. İç savaş 1939a kadar sürer.
Türkiye’de 1965-1980 arası sol sınırlı bir zamanda Gün Zileli’nin anlattığı özellikleri gösteriyor. Sanki evrim teorisinde geçen silahlanma yarışı gibi: Ceylan daha hızlı koşmalı ki, çita onu yakalayamasın, ona yem olmasın. Çita daha hızlı koşmalı ki, yiyecek bir ceylan bulabilsin. Fiziksel sınırlara kadar bu yarışın yolu var.
Burada da gerçekliğin sert duvarına kadar yolları var: Burası ne tam olarak Çin gibi köylülerin kapitalist ekonomiden kopuk olduğu, dolayısıyla onların ayaklarına giden ilk modernist aydın hareketini takip edecekleri devasa bir ülke, ne de tam olarak Küba gibi kapitalizmle çarpık çurpuk bağlar kurmuş toprak beylerinin altında inim inim inleyen homojen bir köylülüğe sahip bir ülke.
Ergun Aydınoğlu’nun bir yerlerde bu evrimsel silahlanma yarışının nedenine ilişkin bir değerlendirmesi vardı: Devasa politik problemlerle dolu genç insanlar, bu problemleri nasıl çözeceklerini bulmak yerine modellere sarılıp, çözüm işini kısa yoldan halletmeye çalıştılar, mealinden bir değerlendirme. Bilmem Gün Zizeli bu fikre katılıyor mu…
Dolayısıyla sanki sol ve sağ üzerine civa ve bataklık modellemesi tam uymuyor gibi. Silahlanma yarışı milliyetçilikte de görülür Gün Zileli’nin yazısında anlattığı ama es geçtiği gibi. Dolayısıyla civa gibi faşist hareketlere bile sahip olabiliriz ansızın. Sanırım bataklık gibi kendisine çeken muhafazakarlıkla, civa gibi hareket eden ve daha saldırgan olan faşist hareketi aynı potada eritmeye çalışmış. Bu da post-faşizm konusuna geri getiriyor bizi. 🙂
Bu arada, Çıracı, gölgen baya eğlenceli. Acep ne yaptın da kızdırdın bu kadar?
doğrudur,halka gitme parlamenterizm,kuyrukçuluk gibi size göre sapmaları zaten kendiside halk olup pratik toplumsal muhalefet mücadelesinin sıcak savaşını yapanların yapması belkide halkla birlikte yürüttükleri yürütükleri pratiğin getirdiği sonuç olabilir.bu pratiğin içinde olmadan kendini halkın devrimci öncüsü sananların eleştirisine ne diyeceğiz?yusuf cemalin yorumuna katılmamak elde değil egemen hegemonya ile mücadele eden toplumsal muhalefet dinamikleride yusufun yorumundaki post-faşizm de en az toplumsal muhalefet dinamikleri kadar güçlenmesinin iklimi olan ülkemizde emperyal dediğimiz italya,ispanya,ingiltere gibi ülkelerin toplamından fazla asker ve militer güç bulunduran hegemonya ile baş etmek için toplumsal muhalefet dinamiklerinin halka gitmekten hatta onun gelecek beklentilerini gerçekleştirecek seviyede kuyrukçuluk yapması geçmiş halkın devrimci öncü pratiklerinden daha verimli sonuçları olabilir
68 hareketinin yerel anlamları farklı idi.şimdi kalkıp o faklılıkları aynılaştırmak niyetinde olunamaz.neden batıda şunlar olup biterken türkiye ve kürdüstanda aynı şeyler olmadı,şeklinde sorular belki sorulmuştur, ama pek yerinde bulmuyorum bunları.
çünkü batıda karşı olunan olgular oraya özgü saiklerdi.bu da o hareketin rengini belirlemekte idi.batıda işci sınıfı belirli bir doygunluk noktasına erişmiş bulunmakta idi.kapitalist devletlerin olanaklarından oldukça pay almakta idiler.sorunları ekonomik sıkıntılardan ziyade modernitenin sonuçlarınadan muzdaripti.
fakat buradaki durum daha faklıydı.işci sınıfı henüz tam olarak sınıf bilincine erişmiş değildi.parçalı bir konumu vardı. ve buna öğrenci hareketi yön vermakte idi.bu da işin rengini değiştirmişti. dolayısıyla küçük burjuva olarak nitelendirilen sınıfın öncülük ettiği bir toplumsal hareket oluşmuştu.bu toplumsal oluşumun kimliksel niteliğinden kaynaklı olarak da silahlı mücadele kararı alınmıştır.bu kararı şu anki toplumsal algımızla eleştirirsek ancak anakronik yorumlara varırız.
bu yazınız ufuk açıcı. sola kayış ve sağa kayış şeklinde dönemlere ayırmak yerinde. şimdilerde solda neden hep sağ teoriler ve yaklaşımlar moda, bunu iyi açıklıyor.
dünyada sola kayışın örneklerini göremedim ama umarım doğrudur.
Bugün sistem eleştirisi liberal ideolojik yığınaktan yapılmaktadır.”Yeni sol”dediğimiz akım emperyalist -kapitalist sitemin gayrı mesru çocuğudur.Yazınızın içinde verdiğiniz 2. Enternasyonal i,se basından beri sağ bir olusumdu.Kitlelerin sisteme yönelik tepkilerini nötralize etmekte, Ekim devrimiyle açılan ”sosyalist çağı”bastırmakta burjuva sağ partilerden bile daha işlevsel rol oynadı.Burjuvazinin sömürge politikalarına ”ulusal”gerkçelerle destek veren avrupa sermayesine göbekten bağlı 2. Enternasyonal, Tony Blairlara ve Celal Talabanilere kucak açacak ölçüde”sol”du!!!!!
Türkiye’de ve dünyada sol açısından temel sorun Sosyalist sistmlerinm yıkılmasıyla yasanan travmanın bir türlü aşılamamsıdır.Sol özgüvenini yitirmiştir.Kullandığı kavramlar bile artık kendinin değildir. Düşünebiliyor musunuz?Türkiyede sol, neoliberal-fethullahçı ittifakının ”vesayet rejimi”kavramına bile sarılmıştır.Halbuki sol terminolojide vesayet kavramı yoktur.Solun ana kavramı ”hegemonyadır”ve bu kavram bir sınıfın diğer sınıflar üzerindeki tahhakkümüni ifade eder.Bugün sınıfsal bakıs açısını yitiren ”yeni sol”,kendini ne yazıkki sivil toplumcu,küreselleşmeci burjuva idolojisinin içinde bulmuştur.Emperyalist-kapitalist statüko ise kendi solunu yaratmıştır…
Solun yapması gereken özgüven bunalımını aşmak ve tarihin itici gücü olacak ideolojik-pratik yığınağı yeniden insa etmektir…
bu duaya ama nasıl sorusu atlanarak “amin, inşallah” dan ötesi söylenebilir mi ?
Zizek Lenin’den alinti yaparak bastan baslamak-sifirdan baslamak gerek diyor.
Ozguven bunalimi mesele degil ama. Ozguven olsa ne olur ki? Kac kisi masallara inanir bu cagda? Bizim ideallere degil gerceklige ihtiyacimiz var. Insanlari su anda pratik olarak bir seyler yapmaya iten seylere. Kaf daginin ardindaki peri diyarlarina inanca degil. Kafkaslarin ardinda vardi oyle bi yer. Yok oldu gitti iste.
baştan başlamak tamam da, “baş” neresi, kuyruk nere? kaf dağı masalı değil, gerçekler ise ihtiyacımız olan, öncelikle konumu belirlemek, mekan kadar süreci de kaale almak gerekir her halde.
devleti merkez almadan sağ-ını, sol-unu tanımlamak mümkün olur mu?
Kavramlarin kokeni aslinda belli: 1789 ilk meclisteki bolunme. Yani devrim geldi, bu ingilizlerin mallari geldi bizi bozdu diyen aristokrasi yanlilari konusma kursusunun saginda, devrim kral ve aristokrasinin insanlari ezmesi yuzunden oldu diyen ucuncu zumre yanlilari kursunun solunda.
Basi diyerek zamansal ya da dusunsel bi baslangictan bahsedemeyiz sanirim. Daha cok bildigimiz, kesinlikle emin oldugumuz dogrulari bile elden gecirmek anlaminda. “Emek en yuce degerdir” sozu mesela. Marx bu lafin atasi “Emek tum zenginliklerin kaynagidir” lafini yerden yere vuruyor Gotha ya da Erfurt programinin elestirisinde. Ama burada degildir desek Muhammede kufretmis elemani linc eden muslumanin tepkisi gibi tepkilere maruz kaliyoruz. “Ne? Sen kutsal degerlere kufur mu ettin kafir!” tepkisi. Ya da biri kalkip ya Leninin emperyalizm teorisinde problem var, ya da Turkiyedeki ABD varligi somuru uzerine kurulmamis, hadi ortadogunun petrolu var, somuruyo, bizim neyimiz var da ABD somuruyo bizi? Bu sakin soguk savasta mevzi savasi icin yapilan istihkamlar olmasin? derse keserler mazallah. Ayrica analizini yapmak lazim bu durumun.
Devletin varliginin sagi solu birbirinden ayiracagini sanmiyorum. Uretime degil de yonetime, yani burokrasiye bu kadar merkezi bir rol bicmek biraz Weber simetrisi gibi geliyor bana.
Dünya solun ezilmiş insanların iş bulma kaidesiyle intihar edenler insanlar iş mesaisi yüüznden intihar eden egitimin oterite altında almasına saglıkta binlerce hastane kapsında ölen insan için başkların cebine doldurmak için ezilmiş insanlar için dinin yabozlagını çekmiş insanlar için bencede insanlar devletler kayıyor.Dünyamızın eizlmş insanların degil ortak paylaşacagımız kendime yetcek kadar çalısma saatleri oluşturcagımız egitimiizm özgür ve içimizde ki tüm özgür düşünceleri paylaşacagımız dinimizin insanlara mutluluk verdigiiii hastene kapılarında şifa bulamayan insanlar için biz dünya kuruyoz .ve o dünya sol degil bütün insanların hayatlarını paylaşacagı bi r dünya (anarşizm)
son iki cümlesine kadar olan ifadelere katılıyorum. Devletin varlığının sağ-sol-u ayırması meselesine gelince; bu noktada “diyalektik” mevzusu konuşulmadan bir netleşme sağlanamaz, diye düşünüyorum. konu hakkında daha önceleri düşüncelerimi belirttiğim için uzatmayacağım. gerekirse tekrardan konuşulur. kısaca belirtmek gerekirse diyalektikten anladığım, “kutupların (proleterya- burjuvazi örn.) eş zamanlı” olarak karşıtını üreterek, kendini yeniden üretip-var ettiği durumlardır diyebilirim. burada “eşzamanlılık” (belki bir simetri hastalığı diyen de çıkabilir ama) bence önem arzediyor.
işçi emeğini ücret karşılığı patron-sisteme kiraladığı ve üretim yaptığı her anda, her lahzada kendini proleter konuma dolayısıyla da patronu burjuva sınıf konumuna tekrardan yerleştirmiş oluyor. bunun da devletle olan bağıntısı malum: toplumsal olmaktan çıkıp, bireysel (ya da devletsel) mülkiyete dönüşen sermaye… onun koruyucusu ve miras olarak tescil edicisi olarak devlet…
Marksizmin diyalektiğe yaklaşımı da, üzerinde konuşulması gereken bir mevzu ama, konuyla ilgisi açısından şu iki nokta ile
bağlayıp, bırakayım.
1- Hegelde bir metodoloji olan diyalektik, marxizmde kapitalizm tahlilinde kullanılan bir araçtır sadece, ya da öyle olması gerekir anladığım kadarıyla…
2-ancak bu araç haliyle bile, eş zamanlılık ihmal edilerek, ekonomiyi siyasete önceleme, dolayısıyla zayıflatılan ekonomi-siyaset ilişkisi üzerinden devletin etkisini önemsizleştirme sonucunun ortaya çıktığı anlaşılıyor.
Bu, zaten, marksizmi felsefe değil, üzerinden iktidara yürünecek yol anlamında ideolojiye dönüştürür.
Ekonomik duzeye indirgenmis analiz Marx’in kendisinde yok. Luis Bonaparte ve 18. Brumieri’nde cok acik bir hareket/ulke vs analizi yapiyor ama ekonomik indirgemecilik denebilecek hic bir sey gorulemez. Bariz kisilikler, topluluklar, kesimler ve onlarin psikolojisi uzerine kurulmus bir anlatisi var. Zizek sebegi de zaten o kitap icin Marx’in post-marxist metni diyor. 🙂 Marxizme ekonomik indirgenmecilik belki Engels’le belki de Kautskylerle giriyor olabilir. Tam tarihini bilmiyorum. Arastirmak gerek aslinda. Leninde 1914e kadar az bucuk var. Sonra o da post-marxist oluyor. 🙂
Diyalektigin kullanilma sekline gelince oralar artik bilinmeyen topraklar. Aslinda iste Bodio’lar gizlice ve Karatani’ler acikca Kant’la, Zizek Lacan’la o isi yeniden kurgulamaya calisiyorlar
Yanlis tusa bastim direk yayimladi yazdiklarimi. Neyse yani uzerinde tartismak gerek sanirim. Biz geri bir ulkenin insanlari olarak bu tartismalari geriden takip ediyoruz ne yazik ki. 🙁
evet tümüyle katılıyorum. marks ı değil, daha çok marxizmi kastetmiştim.
ve yine evet ne yazık ki böyle…
http://www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=48360
AKP’yi sarsan ikinci gün:
http://haber.sol.org.tr/devlet-ve-siyaset/bdpnin-cagrisiyla-baslayan-topyekun-direnis-eylemi-hayati-durdurdu-haberi-61621
“AKP’yi sarsan ikinci gün”e ek:
http://www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=48920
“AKP’nin oylarini yüzde 5 daha arttiran gün” demek istedin herhalde.
“Mademki bu talepler çok mühimdir 14 senedir cezaevinde bulunan Abdullah Öcalan neden bugüne kadar bir gün bile açlık grevine gitmedi. Tutsak ailelerine açlık grevi için çağrı yapıyorsunuz. O zaman Mehmet Öcalan ve kardeşleri neden buna katılmıyor? Eğer Öcalan’ın özgürlüğü ve bazı hakları almanın yolu açlık grevi ise o zaman, bunu özgür insanlar yapar. Önce BDP vekilleri, parti başkanları, belediye başkanları, sivil toplum kuruluşlarının açlık grevine girmesi gerekmez mi”
http://haber.sol.org.tr/devlet-ve-siyaset/bdpnin-aclik-grevi-eylemlerine-mudahale-topyekun-direnise-topyekun-saldiri-haberi
Alevi örgütlerinden Erdoğan protestosu: ‘Ortadoğu diktatörünü Almanya’da istemiyoruz’
31 Ekim 2012
Başbakan Erdoğan’ın 30-31 Ekim tarihlerindeki Almanya ziyaretinde, kendisini büyük bir protesto eylemi bekliyor. Bugün Angela Merkel’le görüşeceği sırada, Alevi dernekleri, kitle örgütleri ve siyasi partiler Erdoğan’ı Almanya’da istemiyoruz demek için Berlin’de protesto gösterisi yapacaklar
Bugün saat 11:00’de Almanya Başbakanı Angela Merkel ile görüşecek olan Başbakan Erdoğan’ı alevi dernekleri, kitle örgütleri ve siyasi partiler protesto edecekler.
Söz konusu protesto mitingi ile ilgili basına ilk açıklamayı Almanya Alevi Birlikleri Federasyonu Genel Başkanı Hüseyin Mat yaptı. Avrupa kamuoyunun Erdoğan ve AKP Hükümeti’nin insanlık dışı icraatlarından yeterince haberdar olmadıklarını belirten AABF Genel Başkanı Hüseyin Mat, Bochum Mitingi’nden farklı olarak Avrupa’daki Kürt hareketi, devrimci ve demokrat kuruluşların yanı sıra çeşitli sendika, yöre dernekleri ve sivil toplum örgütlerinin de Berlin Mitingi’ne destek verme kararı aldıklarını söyledi.
Türkiyeliler arasında AKP Hükümeti’ne karşı ciddi bir muhalefetin olduğunu belirten Mat, “Berlin Mitingi’nde inanç ve düşünce özgürlüğüne dönük baskıcı uygulamaların yanı sıra, AKP Hükümeti’nin Suriye başta olmak üzere uyguladığı yanlış dış politika ve Türkiye’de cezaevinde tutulan aydın ve gazetecilerin durumu da Avrupa kamuoyuna anlatılacak” dedi.
Miting hakkındaki bildiri şu şekilde:
R.T. Erdoğan Savaş Taşeronudur
Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) adı altında emperyalistler tarafından ortaya atılan ve Ortadoğu’yu yeniden dizayn etme planı çerçevesinde, İsrail ve Türk devletine verilen yeni görevler söz konusudur. Bu politikaların bir sonucudur ki, Suriye’ye saldırmak için her gün savaş çığırtkanlığı ve provokasyonlar yapmaktadır. Bunun için de parlamentoda sınır ötesi müdahale yetkisi anlamına gelen tezkereyi onaylattı.
Türkiye topraklarını sözde direnişçi olan, emperyalistlerin kırması devşirme çetelere açarak, onları eğitmekte ve Türk askerleriyle birlikte Suriye içinde eylemler yaptırmaktadır.
Suriye halkına karşı geliştirilen bu düşmanca tavra karşı çıkan Türkiye’deki savaş karşıtlarına da azgınca saldırarak, onları tutuklamakta, sokak ortasında linç etmektedir.
R.T. Erdoğan Türkiye’yi Hapishaneye Çevirmiştir
Türkiye’de her dönem muhalif kesimler tutuklanmakta, işkenceden geçirilmekte ve cezaevlerine operasyonlar düzenlenerek tutuklular katledilmektedir. Bu iktidar döneminde de bu politika aynı şekilde devam etmektedir. Yine on binlerce ilericinin, yurtseverin, aydının, sendikacının, milletvekilinin, avukatın, gazetecinin, seçilmiş siyasetçinin zindanlara tıkıldığı bir süreçten geçmektedir.
Cezaevleri koşullarının düzeltilmesi, insanca yaşam koşullarının yaratılması için her dönem politik tutsaklar canları uğruna direnmişlerdir. Bugün de böylesi bir direniş sürmektedir. Cezaevlerindeki yurtsever tutsaklar; A. Öcalan üzerindeki tecride son verilmesi, sağlık, güvenlik, özgür haberleşme koşullarının sağlanması, anadilde eğitim ve ana dilde savunma hakkının tanınması için 50 güne yaklaşan süresiz açlık grevine girmişlerdir. Açlık grevindeki tutsakların sağlık durumları giderek bozulmuş ve her an ölümlerin olabileceği bir sürece girmiştir. R.T. Erdoğan olabilecek ölümlerin, sakat kalmaların bizzat sorumlusudur.
R.T. Erdoğan Kürt Halkının Düşmanıdır
Türk Devleti tarihi boyunca Kürtlere yönelik katliamlar yapmış, Kürtleri yurtlarından sürgün etmiştir. Bugün bu politika Erdoğan tarafından da aynı şekilde uygulanmaktadır. 28 Aralık 2011 tarihinde çoğu çocuk olan, Roboski’de ki katliam bunun bir örneğidir.
Her gün Kürtlere yönelik yeni saldırılar düzenlenmektedir. Köyler boşaltılmakta, ormanlar yakılmakta, insanlar kurşuna dizilmekte, işkencelerden geçirilmektedir. Halk tarafından seçilmiş politikacılar, milletvekilleri, belediye başkanları tutuklanarak cezaevlerine doldurulmaktadır. Geçmişten gelen katliamcı, tek dil, tek ulus, tek din olan faşist politikalar bugünde harfiyen uygulanmaktadır.
R.T. Erdoğan Alevilerin ve Farklı İnançların Düşmanıdır
Türkiye farklı din, mezhep ve inançların bir arada olduğu bir ülkedir. Fakat zenginlik olan bu farklılık sürekli “ötekileştirme” politikalarıyla baskı altında tutulmakta, Madımak’ta olduğu gibi, diri diri yakılarak katledilmektedir. Türkiye tarihinden bugüne kadar Alevi ve diğer inançlara mensup insanlara yönelik zorla ötekileştirme politikaları uygulanmaktadır. Alevilik inancı kabul edilmemekte, inançlarına saygı gösterilmemekte, Cemevleri ibadethane olarak kabul edilmemektedir.
Hakkını arayan, ibadethanesini kendisi inşa eden Aleviler, sürekli Türk hükümetleri tarafından horlanmakta, dışlanmaktadır. Bunun sonucudur ki, Cemevleri için “ucube” diyen R.T. Erdoğan tarafından dillendirilmektedir.
Aleviler, Êzidîler ve diğer farklı inançlar sürekli katliamlarla karşı karşıya kalmaktadırlar. Bunun sonucudur ki, Madımak otelini yakarak 35 ilericiyi katledenler zaman aşımı uygulanarak cezaevlerinde serbest bırakılmışlardır. En son Elazığ Havalimanı terminal binası açılışında yaptığı “Bu teröristlerin yeri belli, bunlar Zerdüşt. İşte şimdi kendileri açıklıyor, Yezidilikten bahsediyorlar. Bak neler çıkıyor, neler“ şeklinde sarf ettiği sözlerle Êzidî inancına sahip insanlarımızı aşağılayarak hedef göstermiştir. R.T. Erdoğan Alevi ve diğer dini inançlara düşmandır.
R.T. Erdoğan Soykırımcıdır
Türk devletinin ve egemenlerinin tarihi aynı zamanda soykırımlar tarihidir. Anadolu’da yaşayan farklı kültür ve inançları bir zenginlik olarak görüp, geliştirmek bir yana “tehdit” olarak görüp yok etmek istemiştir. Başta Kürtler, Ermeniler olmak üzere farklı ulus, milliyet ve azınlıklara karşı soykırım uygulamıştır. 1914 Ermeni, Êzidî, Süryani, Keldani’lere karşı, 1938’de Dersimlilere ve kuruluşundan günümüze kadar Kürtlere yönelik soykırım politikası süre gelmiştir. R.T. Erdoğan Dersim soykırımına ilişkin sözde özür dilediğini söylese de, politik bir manevranın ötesine geçmemiş, somut adımlar atılmamıştır. Ve geçmişteki bu politikalar aynı şekilde devam etmektedir.
R.T. Erdoğan İşçi Düşmanıdır
Türkiye’de işçi ve emekçilere yönelik saldırılar her daim katlanarak devam etmiştir. İşçilerin en doğal hakkı olan örgütlenme hakları ellerinden alınmış, sendikalar yasaklanmış, sendika üyesi olmak suç sayılmıştır. 18 Ekim 2012 tarihinde parlamentoda onaylanan “Sendikalar ve Toplu İş İlişkileri Kanunu” ile Türkiye’de sendikalar yok edilmeye çalışılmaktadır. Yandaş sendikalarında desteğini alarak çıkardığı bu yasayla, sendikaların en doğal hakkı olan toplu sözleşme hakkı ellerinden alınmaktadır. Bu yasayla birlikte, 30 kişiden az işçi çalıştıran iş yerlerinde toplu sözleşme hakkı ortadan kaldırılmıştır. Bu da Türkiye’de çalışan işçilerin yüzde 60’nı oluşturmaktadır. Diğer taraftan da iş kolu birleştirilerek, sendikaların iş kolu barajı altında kalmasını birlikte getirmiştir. 12 Eylül yasaları bu süreçte de aynı devam ettirilmiştir. Bunun içindir ki R.T. Erdoğan işçi ve emekçi düşmanıdır.
Tüm Yerli Ve Göçmen Emekçilere Çağrımızdır
Almanya’ya gelecek olan R.T. Erdoğan, yukarıda saydığımız ve daha bir çoğunu sayamadığımız tüm uygulamaların temsilcisidir. R.T. Erdoğan tarafından uygulananlar Türk devletinin kuruluşundan günümüze kadar süre gelen; tek dil, tek millet, tek din politikalarının bir devamıdır. Bu politika; demokrasi, eşitlik ve özgürlüklere düşmandır. Bu politikalara Emperyalist ülkeler ve Alman devleti desteğini hiç bir dönem esirgememiştir.
Bunun için aşağıda imzası bulunan kurumlar olarak; R.T. Erdoğan’ın Almanya’ya gelişini protesto ediyor, yerli ve göçmen emekçilerini, Erdoğan’ın gerçek yüzünü görerek, Almanya’ya gelmesini birlikte protesto etmeye çağırıyoruz. Çağrımız ve şiarımız; tek dil değil, çok dil; tek millet değil, çok millet; tek din değil, çok din; savaş değil barış diyoruz.
Bizler; tüm ezilenler, yok sayılanlar, baskı altında tutulanlar, farklı ulus ve dinlere sahip oldukları için katliamdan geçirilenler, cezaevinde ölümle karşı karşıya bırakılanlar için; demokrasi, özgürlük ve eşitlik talep ediyoruz! Bu taleplere düşman R.T. Erdoğan’ı protesto etmeye çağırıyoruz!
AABF (Almanya Alevi Birlikleri Federasyonu), YEK-KOM (Almanya Kürt Dernekleri Federasyonu), ATİF (Almanya Türkiyeli İşçiler Federasyonu), AGİF (Avrupa Göçmen İşçiler Federasyonu), DİDF (Demokratik İşçi Dernekleri Federasyonu), BDAJ (Almanya Alevi Gençler Birliği), ZAD (Almanya Ermeniler Konseyi), ÖDA (Özgürlük ve Dayanışma Almanya), Liwa İskenderun İnisiyatifi, TÜDAY (Almanya Türkiye İnsan Hakları Derneği), ZAVD (Almanya ve Orta Avrupa Asuri Federasyonu), ADHF (Almanya Demokratik Haklar Federasyonu), FDG (Avrupa Dersim Dernekleri Federasyonu), AAKB (Almanya Alevi Kadınlar Birliği), Avrupa Barış Meclisi, CENÎ (Barışcı Kürt Kadınlar Birliği), FEDA (Demokratik Alevi Federasyonu), AKB (Avrupa Koçgirililer Birliği), Dersimi Kalkindirma Toplumu, YXK (Kürdistan Öğrenciler Birliği), YDG (Yeni Demokratik Gençlik), Arap-Alevileri Gençlik Birliği, FKE (Almanya Kürdistan Ezidiler Dernekleri Federasyonu), GDF (Türkiyeli Göçmen Dernekleri Federasyonu, BEDEP (Berlin Emek ve Demokrasi Platformu), Almende Berlin, TKP (Türkiye Komunist Partisi), YEK-MAL, Vartolular Derneği, Kürt Veliler Derneği, Kürt Toplumu Berlin, KNK, BEDEP (Berlin Emek ve Demokrasi Platformu), Dersim Özgürlük Platformu, Kurdisches Zentrum, SİMURG, ATİYAB, Emek ve Özgürlük Cephesi
(soL – Haber Merkezi)
Gayet iyi bir tespit:
http://www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=48942
Dünkü ‘topyekun direniş’ eylemini, “AKP’yi sarsan ikinci gün” olarak nitelendirmiştim. Bu isimlendirmeden anlayacağınız üzere, 29 Ekim’de ve 30 Ekim’de iki ayrı büyük muhalif dinamik (Türk ulusalcıları ile Kürt ulusalcıları) büyük bir kitlesellikle ayağa kalkarak AKP’nin yeni rejimini kısa süreliğine ve “lokal” bazda da olsa sıkıştırmıştı (bu iki eylemin olumlu ve olumsuz yönlerini şimdilik ele almaya gerek duymuyorum).
Hatırlayacağımız üzere, AKP kendi diktatörlüğünü inşa ederken bu iki dinamiği “birbirine kırdırma” yöntemine başvurmuş idi; basite indirgeyerek söyleyecek olursak Ergenekon ve Balyoz operasyonlarıyla Türk ulusalcılarına vururken Kürt ulusalcılarının rızasını almış, KCK operasyonlarıyla Kürt ulusalcılarına vururken de Türk ulusalcılarının rızasını almıştı.
AKP’nin geçen iki günde patlak vermiş olan iki büyük eyleme dolaylı yoldan verdiği/vereceği cevap, tahminime göre, az önce bahsettiğim “birbirine kırdırma” yönteminin daha yoğunlaştırılmış ve kısa bir sürece sığdırılmış hali olacaktır. AKP, polis-destekli faşist çeteler yoluyla, doğrudan etnik ayrımları körükleyen provokasyonlara girişecektir. Bunun prototipini, Bursa’da birkaç gün önce başlayan ve hala devam etmekte olan ülkücü-faşist provokasyona bakarak görebiliriz (olayın ayrıntıları için bkz.:
http://www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=48904
http://www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=48928
http://haber.sol.org.tr/devlet-ve-siyaset/bursada-gerginlik-devam-ediyor-haberi-61668 ) . İlerleyen zamanlarda benzer olayların başka illerde de polis ve faşistler tarafından tezgahlanacağını tahmin edebiliriz.
Eski bir yorumumda, AKP’nin hem kendi diktatörlüğüne taban yaratmak, hem de Ortadoğu’daki “aktif taşeronluk” politikasına toplumsal destek sağlamak amacıyla Kürt-düşmanlığını ve Alevi-düşmanlığını kontrollü bir şekilde tırmandıracağını söylemiştim. Şimdi buna ek olarak AKP’nin bu “şovenizmi tırmandırma” politikasını “Kürt cephesinde” ve “Batı cephesinde” yaşanan dip dalgalarını aşmak için de kullanacağını söylemek mümkündür.
Devrimcilerin, AKP’nin bu hamlesini nasıl aşabilecekleri, iki büyük muhalefet dinamiğinin tabanını, emek ve demokrasi eksenli bir mücadelede nasıl buluşturabilecekleri hakkındaki fikir ve önerilerimi ilerleyen günlerde yorumlarımdan birinde açıklayacağım…
Bursa’daki faşist provokasyon devam ediyor/ettiriliyor:
http://www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=48958
Sen mi yapiyorsun provokasyonu? Malum Türk ulusalcilarla Kürt ulusalcilari birlestirmek gerektigini savudun bu sitede ajan efendi. Sana kaç para maas veriyorlar?
çıracı arkadaşın türk ulusalcılarla kürt hareketini akp iktidarına karşı birleştirme görüşünü iyi niyetli ama gerçek dışı ve yanlış buluyorum:
Daha 2011 Aralık ayında T”K”P Merkez Komitesi “BDP ve CHP Merkez Yönetim ve TBMM Gruplarına” hitaben bir mektup yazarak onlara “siyasî iktidarın uygulamalarının, Türkiye’de siyaset alanında Kemalistlerin ve Kürt siyasetçilerin oluşturduğu iki kesimden birinin zımni onayını aldığı sürece, Türkiye’de siyasetin alanı hızla daraldığını” hatırlatma ihtiyacı duymuştur. “Ergenekon ve türevi davalar” Kürt siyasetçilerin hoşgörüsüne yaslanırken, KCK operasyonları Kemalistlerin hoşgörüsüne yaslanmıştır (Acaba T”K”P’ MK’sı Kemalistlerin bu tür operasyonlara bırakalım karşı çıkmalarını veya bunları hoş görmemelerini, bunları hararetle desteklemediklerini nerede görmüş insan merak etmeden edemiyor. “Analar Dersim’de de ağlamadı” mı gibi açık terörist bir söylemi Kemalizm’in açık seçik tarihine yapılan referanstan aldıkları güçle Kemalistlerden başka kim böylesine pervasızca dillendirebilmektir günümüzde?). Buna göre “BDP ve CHP’nin ‘öteki’ tarafa dönük müdahaleleri desteklemeye ya da göz yummaya devam etmesi Türkiye’de ve bölgede yürütülmekte olan kapsamlı düzenlemeye destek anlamına” gelmektedir. Bütün bu hatırlatmalardan BDP ve CHP’nin nasıl bir sonuç çıkarmalarının beklendiği söylenmese de açıktır: Birbirinizden uzak durmanız “siyasal iktidarın” işine yarıyor, “Kürt siyasetçiler” Ergenekon, Oda tv vb. davalara karşı çıksın ve Kemalistler de KCK operasyonlarına. En azından AKP’den kurtuluncaya kadar tarihsel ve güncel düşmanlıkları unutun!
Aslında T”K”P şefleri, ne Kemalistlerin ne de BDP’nin bu konularda kendilerinin vereceği bu türden akıllara ihtiyaçları olmadığını bilecek kadar gerçeklerden haberlidir. Gerçekte bu açıklamaların tek bir anlamı olabilir, o T”K”P’cilik oynayan oportünist şeflerin önümüzdeki yıllar için talip oldukları burjuva politikasında çöpçatanlık rolüne kendi tabanlarını şimdiden hazırlamaya, şimdiden kendi üyeleri arasında “bu kadarı da fazla” diyecek unsurların olup olmadığını yoklamaya çalışmaları.
Ve bu çöpçatanlık misyonunu eleştiren herkesin kafasının üzerinde oportünist mantık “AKP rejimini” devirebilecek tek alternatife karşı çıkmak kılıcını sallandıracaktır. Fakat bir az olsun tutarlı ve bağımsız hiçbir demokratik ve devrimci çevre bu klasik ehven-i şerci oportünist şantaja boyun eğemez. AKP hükümetinin ömrü pek büyük olasılıkla en fazla ilk ekonomik krize kadardır. Bunu herkesten önce AKP yöneticileri bilmektedir ve “başkanlık sistemi”, “partili cumhurbaşkanı” vb. çeşitli formüllerle boş yere bu mukadderatın önüne geçmeye çabalamaktadırlar. AKP’nin korktuğu bir unsur da CHP’den değil, sokaktan, yığınlardan gelecek böyle bir tepki dalgasıdır. Onun bir yanda “ileri demokrasi”, “faşist darbelerle hesaplaşma” vb. demagojisi yürütürken, öte yanda bütün bu demagojiyi en kaba biçimde boşa çıkaracak tarzda, en ufak kitlesel devrimci ve demokratik mücadele potansiyeli üzerinde estirilen polis ve mahkeme terörüne böylesine bağımlı hale gelmesinin temelinde de bu yatmaktadır.
AKP hükümeti gerçekte hiç de CHP kuyrukçularının iddia ettiği gibi “her şeye hâkim” olmuş değildir. Tam tersine arkasındaki yerel ve uluslararası sermaye desteğinin azaldığını, böylece altının gittikçe boşaldığını hissettikçe paniğe kapılmakta, öfkelenmekle ve hırçınlaşmaktadır. Aynı zamanda efendilerini memnun ederek, onların kendilerini bir süre daha “deliğe süpürmemeleri” için işçilere, emekçi yığınlara, ezilen halklara karşı en gözü kara saldırıları, en halk düşmanı tutum ve söylemleri göze alır hale gelmektedir. Çünkü o çok iyi bilmektedir ki tekelci sermaye çevrelerinin ve emperyalist merkezlerin desteğini tamamen yitirdiği noktada, ne kadar oy alırsa alsın bir gün dahi hükümette kalamayacaktır. Her şeyden önce çok çeşitli menfaat çevrelerinin bir toplamı görünümündeki parti (içinden çıktığı Milli Görüş gibi) kendi içinden parçalanıp dağılma tehlikesiyle karşı karşıya kalacaktır. MİT krizinde olduğu gibi şimdiden bu parçalanmanın ilk belirtileri en gürültülü biçimde ortaya çıkmaya başlamıştır. Tam da bu yüzden AKP önümüzdeki ilk önemli ekonomik ve/veya siyasî bunalımda kendinden önceki hükümet partileri gibi sıfırı tüketerek yok olup gitmemenin yollarını aramaktadır; elbette en az önceki hükümet partilerinin benzer arayışları kadar umutsuz bir çabadır bu. Zira tekelci kapitalistlerin egemenliğinde kontrol onlardadır, onların gelip geçici hükümetlerinde değil. Ve sermayenin çıkarları gerektiğinde harcanmayacak hiçbir sermaye hükümeti olamaz.
http://sorunpolemik.com/SP/485/odp_ve_tkp_misyonlarini_yeniden_belirliyor_burjuva_politikasinda_copcatanlik/
Türk ulusalcilariyla Kürt ulusalcilari birlestirme çabasi sosyalist geçinen ilkel Kemalistlerin delikteki fasist general agababalarini kurtarmak için çevirdikleri sefil bir manevradan baska birsey degildir, ama tabii ki kaldirdiklari tasi ayaklarina dusürecekler, her zaman oldugu gibi yine kuyruklarini kisip oturacaklar, kervan yürüyor, darbeci-askerci rejim geri getirilemez, fasit darbeciler ne kadar “sosyalist” geçinirlerse geçinsinler gerçek karakterleri her zaman suratlarina çarpilacak.
Anonim’in kaygılarına katılıyorum. Hedefim CHP ile BDP’yi yakınlaştırmak veya birleştirmek DEĞİLDİR; bu tarz bir birlikteliğin son kertede TÜSİAD’ın ve Gülen cemaatinin çıkarlarına hizmet edeceğini uzun zaman önce tahlil etmiştim (Bkz: bu sitedeki “Cepheler…” ve “Faşist Diktatörlüğe Doğru…” yazılarına yaptığım yorumlar).
Ayrıca, CHP ile BDP arasında çöpçatanlık yapan naif-sosyalistleri de eleştirmiştim (bilen bilir).
ASIL HEDEFİMİN ne olduğunu çok yakında açıklayacağım…
Azzzzz sonra !!!!! Pekkkk yakinda….Ajan açikliyor.
(sağ sol ayrımı üzerine)
Yalnız bu arada sıkça görülen bir durum da, tüm bu tartışmalar sürer ve yapılırken, kimsenin durup da “sol” ve “sağ” gibi kavramların tarihine, kökenine ve aldığı değişik şekillere bakmadığıdır. Sıkça, bu kavramlar her kapıyı açan anahtarlar olarak görülmekte, çoğu zaman da içeriğinden kurtulmuş etiketler olarak kullanılmakta, karşılıklı suçlama araçlarına dönüştürülmektedir.
Tam bir kavram kargaşası yaşanmaktadır. Liberal, “çağdaş”, kravatlı ve uygar görünümlü işadamı, eğer fabrikasında hakkını arayan işçi Sünnî İslam’a bağlı, onun sendikal yapılarında yer alan ve hele bir de sakallıysa basit bir vücut hamlesiyle muhatabını “sağcı” ya da “aşırı sağcı” olarak yaftalayıp kündeden aşırmanın zevkini yaşamaktadır. Ya da koltuğuna, kanun ve kararnamelere yapışmaktan başka hiçbir meziyeti olmayan bir bürokrat, “sendika hakkı” isteyen memurlara veya “insan hakları” isteyen halka “solcu”, “aşırı solcu” damgasını vurduğunda keyfi büyük olacaktır.
Çünkü bu durumda bu etiketler, belki de çoğu zaman aynı taleplerle otoritelerin karşısına çıkan insanları bölmenin ve birbirleriyle dayanışma içine girmekten alıkoymanın mükemmel araçlarıdır.
(Reha Çamuroğlu’ndan)
30 no’lu yorumumda tespit etmiş olduğum meseleye dönük çözüm önerilerimi yakında açıklayacağımı söylemiştim. İşte o gün geldi…
Öncelikle, bir yanlış anlaşılmayı gidermek istiyorum. 30 no’lu yorumumda yaptığım tespit, “CHP ile BDP’yi birbirine yakınlaştırma girişimi” minvalinde anlaşılmış. Benim hedefimin bu olmadığını, buna karşı çıktığımı, CHP ile BDP’nin bir şekilde yakınlaştırılmasını en çok ABD, İsrail, TÜSİAD ve Gülen Cemaati’nin arzuladığını (tekrar olacak ama) ortaya koymam gerekiyor. Onların bunu istemesinin nedenlerini şöyle sıralayabiliriz:
1) Emperyalist dinamik: ABD-İsrail emperyalizminin, Ortadoğu’daki “Şii Hilali”ni kırma ve İran’a yönelik askeri müdahalede bulunma politikasına karşı Türkiye içerisinde en çok ayak direyen kesimler Kürt hareketi, ulusalcılar ve Alevi hareketi olagelmiştir. CHP’de 2010 yılında yapılan “kaset darbesinin” temel motivasyonu, bu üç dinamiğe birden hitap edebilen ve bu yolla her üç dinamiği de düzen içine daha fazla çekebilen bir siyasi odak yaratmaktır. Ayrıca bu odak, AKP’deki olası bir “eksen kaymasına” karşı emperyalizm için bir alternatif “yedek at”tır. Emperyalizmin, Kılıçdaroğlu yönetimine “yürü ya kulum” demesinin temel gerekçesi budur.
2) İçerideki büyük sermaye dinamiği: AKP’nin devlet kurumlarını tek tek ele geçirmiş olması, TÜSİAD’ın ekonomideki çıkarlarını pek sarsmasa da (hatta TÜSİAD için oldukça kârlı olmuştur) TÜSİAD’ın siyasi alandaki etkinliğini daraltmıştır. Aynı tehlike 2010 yılında, AKP’nin örtük koalisyon ortağı Gülen Cemaati için de ayyuka çıkmıştır. Bu yüzden TÜSİAD ile Gülen Cemaati de AKP’yi dengeleyecek bir siyasi odağın kendileri için gerekli olduğunu görmüşler; Yeni-CHP’nin yaratılmasında doğrudan rol almışlardır. Yeni-CHP yönetiminin kimlerden oluştuğunu az çok araştıran herkes, Kılıçdaroğlu’nun “dream team”inin TÜSİAD’dan, TESEV’den ve Fethullah Gülen sempatizanlarından devşirilmiş “tiplerden” oluştuğunu rahatlıkla görecektir.
(Yukarıda sıraladığım iki unsur hakkında, RED dergisinin 51. ve 53. sayılarında Hakan Soytemiz’in orta sayfalardaki yazıları oldukça zihin açıcıdır. RED’in eski sayılarına şu linkten ulaşabilirsiniz: http://www.red.web.tr/site/sayfa.asp?sayfaID=2 )
Benim bu bağlamdaki asıl hedefim Kürt hareketinin tabanında ve ulusalcı hareketin tabanında yer alan emekçi halk kesimlerini birbirine yakınlaştırmak, sahip oldukları dinamizmin daha devrimci bir mecraya akmasını sağlayarak, AKP-diktatörlüğünü antikapitalist yolla yıkmaktır.
Bunun nasıl yapılacağı hakkındaki önerilerime geçmeden önce bir parantez açarak, AKP’nin ve büyük sermayenin yeni bir yöneliminden bahsetmek istiyorum. İnşaat yoluyla sermaye birikimi…
* Bu yönelim aslında çok yeni olmamakla birlikte, önümüzdeki dönemde rejim tarafından daha ivmeli bir şekilde arttırılacak bir sermaye birikimi modelidir. AKP’nin ekonomide yaşadığı sıkışmalar (cari açık, bütçe açığı, AB pazarında daralma, komşu ülkelerle ticari ilişkilerin kötüleşmesi vs.) ile büyük sermayenin imalat sanayiinden yavaş yavaş çekilerek daha kolay kotarılan ve daha kârlı sektörlere yönelmesi, inşaat sektörüne (ve buna bağlı sektörlere) yönelimi arttırmaktadır.
* AKP, bu sektöre alan açma amacıyla “Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun”, “Kentsel Dönüşüm”, 2B arazilerinin yağmalanması gibi uygulanmaları çoktan başlatmıştır. Kısmen “Büyükşehir-Bütünşehir Yasası” da büyükşehir belediyelerinin kır ve kent rantı üzerindeki otoritelerini daha da güçlendirecektir (bu yasanın diğer bütün olumsuz yönlerini, bu sitedeki “Yukarıyı Zayıflat, Aşağıyı Güçlendir!” adlı röportajın altındaki yorumlarımda ayrıntılı bir şekilde ele almıştım).
* Burjuvazinin bu uygulamalardan beklentisi, 7 milyon ile 10 milyon arasında değişen sayıda konutun yıkılarak yeni konutların yapılması ve inşaat sektörü ile buna bağlı sektörler için beklenen en az 300 milyar dolarlık ranttır.
* Bu uygulamalar birinci derecede, şehirlerin periferisinde (varoşlarda) yaşayan Kürt yoksullarını ve diğer iç göç mağdurlarını olumsuz etkileyecektir (yakın geçmişteki “kentsel dönüşüm” örnekleri bunun kanıtıdır). Ayrıca, şehirlerin göbeğinde yaşayanlar da “Afet riski” ile korkutulup sıtmaya razı edilecek, onların da konutları yıkılıp ticari amaçla yenileri yapılacaktır; yani Kürt asıllı olmayanlar (şehirli laik orta sınıflar da dahil) da bu uygulamadan olumsuz etkilenecektir.
* Bu uygulamaya dolaylı yoldan stepnelik edecek olan “Büyükşehir-Bütünşehir Yasası” ise 1591 belde belediyesi ile 16082 köyün tüzel kişiliğini kaldıracak, “ademi merkeziyetçilik” gibi sunulsa da merkezileşmeyi daha çok arttıracak, başkanlık sistemine geçişi de kolaylaştıracak bir uygulamadır. Meclisteki partilerin dördü de ellerindeki beldelerin bir kısmını kaybedecektir (tahmin edeceğiniz üzere, AKP’nin kazancı, kaybettiği beldelerden kat kat daha fazla olacak) (BDP bu uygulamayla birlikte 40 civarında beldesini kaybedecek).
Şimdi öneriye gelecek olursak:
* Devrimciler, yukarıda açtığım genişçe parantezdeki iki önemli konuya, yani “İnşaat yoluyla birikim” ve “Büyükşehir-Bütünşehir Yasası” uygulamalarına karşı direnişi örgütleyebilirlerse, hem Kürt halkını hem de Kürt olmayan emekçileri mağdur eden bu iki “düğüm” noktasına müdahale ederek, halkların irili-ufaklı ortak mücadele zeminlerinde buluşmalarını sağlayabilirler. Bu tabii, bu coğrafyadaki kadim sorunları hemen çözebilecek “sihirli” bir formül değildir ama çözümü kolaylaştıracak dinamikleri harekete geçirecektir. (Bu konuda en çarpıcı örnek, yakın bir zamanda, 23 Mayıs 2012’de gerçekleşen kamu emekçilerinin eylemidir. Bu eylemde, normal şartlarda asla bir araya gelip ortak eylem yapmayacak olan sendikalar -yani KESK’e, Kamu-Sen’e ve Memur-Sen’e bağlı sendikalar- tabandan gelen basınç nedeniyle birlikte eylem yapmışlardır.)
Bu iki konuda ESASLI bir direniş örgütlenebilirse;
* Kürt hareketi ile ulusalcı harekette ana damarı oluşturan sosyalist veya sosyalizan kökenli özneler, sınıf mücadelesinin durgunluğu ve bunun yarattığı umutsuzluktan kaynaklanan “ulusal sapmalarını” aşarak yine emekçi halklara yüzünü dönecektir; her iki harekette de sınıf temelinde ayrışmalar yaşanacaktır,
* AKP’nin bir yandan faşizmi kontrollü bir şekilde tırmandırma ve diktatörlüğüne taban yaratma, diğer yandan muhalif kesimleri “birbirine kırdırma” politikaları boşa çıkartılacaktır.
* Büyük sermayenin ve AKP-diktatörlüğünün, yaklaşmakta olan ekonomik darboğaza karşı sarılabilecekleri tek çözüm formülünün (betondan birikim) uygulaması akamete uğratılacaktır.
* Son olarak, “Bütünşehir-Büyükşehir Yasasına” karşı laik orta sınıflar, Kürtler ve Kürt asıllı olmayan emekçiler birlikte karşı çıkabilirse, yerel-demokrasinin önemine dair bilinç, Kürt asıllı olmayan halk kesimlerinde DE gelişecek, bu kesimlerin demokratik-özerkliğe dair çekinceleri ve “bölünme” paranoyaları önemli ölçüde aşılacaktır.
“Yeni rejim”in muhaliflerinin dizilişi hakkında iki spekülatif (olumlu anlamda “spekülatif”) yazı:
http://haber.sol.org.tr/yazarlar/fatih-yasli/aclik-grevinden-29-ekime-toplumsal-muhalefet-ve-kisitlari-62736
http://www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=49403
Ak Parti ve PKK Türkiye’nin iki reel ve yerel gücü olarak anlasir. Eregenekoncu sol, darbeci Kemalistler ve Tüsiad sosyalistleri ise iyot gibi açikta kalir. Olayin özü bu, Zileli de bir ergenekoncu olarak olayi iyi anlamis;