Akl-ı Selim ve Devlet Aklı (Tarihteki Katliamlar Kaçınılmaz mıydı?)
“Tarihin tunç kanunu” gibi anlayışlar solcularımızda yaygın olduğu gibi anarşistlerimizde bile epeyce yaygındır. Bu anlayışa göre, tarihin bazı “tunç kanunları” vardır, ne yaparsanız yapın bu “kanunun” emrettiği olayların ya da gelişmelerin önüne geçemezsiniz, olacaklar olmak zorundadır; tarihin seyrini değiştirmek mümkün değildir; insanların iradesi tarihin seyri karşısında bir hiçtir; o anki güç sahibi liderler bile aslında tarihin iradesine boyun eğerler, bundan başka bir şey yapmak gelmez ellerinden; devlet aklının emrettikleri neyse o yönde hareket ederler, eğer etmezlerse tarih onları süpürüp atar ve bunu yapacak olanları işbaşına geçirir. Bu, “Tanrı emri” gibi bir tarih anlayışıdır ve insan iradesine sıfıra indirir.
Ve yanlıştır. Ben “devlet aklına” değil, akl-ı selime inanırım. Devletin ya da örgütlerin başındakiler “devlet aklına” karşı koyabilecek biraz akl-ı selime sahip olsalar korkunç trajedilere yol açan olaylara, tarihte gördüğümüz katliamlara mani olabilirlerdi, hele sahip oldukları güç dikkate alınırsa bunu yapmaları işten bile değildi. Örneklere geçelim.
1915 Ermeni Soykırımı: Aslında Ermeniler 1908 Devrimi’nden önce İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin en büyük müttefikleriydi, 1908 Devrimi’nin gerçekleşmesinde büyük payları vardı. Fakat İttihat ve Terakki iktidara oturur oturmaz iktidar semptomları göstermeye başladı ve etnik temizlik takıntısına kapıldı. Bu bir yana, Ermenilerin I. Dünya Savaşı’nda Rusya’nın desteğini almasından korkuya kapıldıkları bir gerçektir. “Tehcir” denilen ve sonrasında soykırıma dönüşen olayın tetikleyicisi bu korku oldu. Oysa İttihat ve Terakki iktidarının önderlerinden birkaçı böyle bir korku yüzünden kadim bir Anadolu halkına tehcire göndermenin bizatihi o toprakların ölümü anlamına geleceğini söylese ve iktidarı bu yoldan çevirseydi çoluk çocuk o kadar insan ölmeyecekti ve eğer Ermenilere dostça yaklaşılsa, sanıldığının tersine Ermeni halkının büyük çoğunluğu Rusya’nın savaş etkinliklerine destek vermeyecekti. Kısacası, bunu görebilmek için Osmanlı’nın o zamanki yöneticilerinin ya da İttihat Terakki üst yönetiminin birazcık akl-ı selime sahip olması yeterliydi. Ne yazık ki o kadarı bile yoktu.
Kronstadt Kırımı: Kronstadt bahriyelileri 1917 Şubat ve Ekim devrimlerinin temel gücüydü. Devrimden sonra da, İç Savaş sırasında Kızıl Ordu’nun Beyazlar karşısında zaafa düştüğü her yerde öncü savaş müfrezeleri olarak Kronstadtlılar sevk edilmiş ve gözü karalıklarıyla Beyazları yenilgiye uğratmışlardır. Fakat izinli olarak köylerine gittiklerinde “ürüne el koyma” müfrezelerinin köyleri nasıl talan ettiklerini ve köylüleri aç bıraktıklarını ana babalarından dinlemişlerdir. Ayrıca Bolşeviklerin yönetim şeklinden de memnun değillerdi ve başlarındaki komiserler rejimine “komiserokrasi” adını takmışlardı. Sonunda Petrograt işçilerinin grevlerini ve direnişlerini destekleyen bir bildiri yayınlayarak tek parti rejimine ve “savaş komünizmi”ne son verilmesini, basın özgürlüğünün tanınmasını istediler. Rejim adına Kotlin adasına gelen Kalinin’i kendi bandolarıyla karşıladılar. Fakat Kronstadt komiseri Kuzmin’in tahrik edici konuşmalarıyla ortalık yeniden gerildi. Kronstadt o andan itibaren isyan etmiş sayıldı ve üzerine on binlerce kızıl ordu piyadesi sürüldü buzlar üzerinden. Her iki taraftan da toplam yirmi bin insan öldü ve Kronstadt isyanı kanla bastırıldı. Kısa özet bu.
Aynı günlerde SBKP’nin 10. Kongresi toplandı ve Lenin bu kongrede “savaş komünizmine” son veren NEP (yeni ekonomik politika) siyasetini açıkladı. Yani aynı sırada Kronstadtlılar kanla bastırılmış ama talepleri olan “savaş komünizmine” son verilmesi kabul edilmişti.
Şimdi düşünelim. Eğer Lenin, yeterince akla ve yüreğe sahip olsaydı, zaten kabul edilecek bir talep için ayağa kalkan Kronstadtlıları yatıştırması işten bile değildi. Paul Avrich’in Kronstadt, 1921(Çev: G. Zileli, Versus, 2006) kitabında da belirttiği gibi, Kronstadtlılar, belki biraz da anti-semitik duygularla Troçki ve Zinovyev’e ne kadar kızarlarsa kızsınlar, Lenin’e hâlâ sevgi ve saygı duymaktaydılar. Kısacası Lenin, cesaretini toplayıp Kotlin adasına (elbette gerekli koruma önlemlerini alarak) bizzat gidip, “çocuklar, merak etmeyin talebiniz bu kongrede kabul edilecek” deseydi, isyan ruhuyla ayağa kalkmış o güzelim Kronstadtlı çocuklar, Lenin’in önünde şükranla ve gözyaşları içinde diz bile çökerlerdi. Burada söz konusu olan “tarihin tunç yasası” değil, “akılsızlığın, yüreksizliğin ve sebatsızlığın” tunç yasasıdır.
Dersim Katliamı: Aynı şey Dersim için de söz konusudur. Dersimliler isyana falan kalkışmamış, Türk devleti tarafından adeta isyana kışkırtılmıştır. Yıllar boyu Dersim’e “boyun eğdirme” planları üzerinde çalışan Cumhuriyet Devleti, en sonunda harekete geçmiştir. Dersimlilerinki sadece etkiye bir tepkiden ibarettir. “İngiliz Gizli Belgeleri” masallarına falan inanmayın. İngilizlar, koca T.C. Devletini bırakıp gariban Dersim halkına oynayacak kadar aptal değillerdi.
Neyse, biz yine tarihin başka türlü akışına ilişkin senaryomuza dönelim. Atatürk o sıralarda ölüme yakın derecede hastaydı, dolayısıyla Dersim’e doğrudan gidemezdi. Ama Dersim’e manevi kızı Sabiha Gökçen’i bombardıman uçağıyla göndermek yerine, Başbakanını kesin barış sağlanması talimatıyla Dersim’e gönderseydi Dersim halkı, bütün manevi önderleriyle birlikte bu barış talebini kesinlikle iyi karşılar ve Atatürk’e şükranlarını sunardı. Oraların halkını biliyoruz, tanıyoruz. Bir iyiliğe bin iyilikle; bir barış eline bin barış eliyle yanıt veren bir karaktere sahiptir. Dolayısıyla bu yapılmış olsaydı orada cesetler değil, barış ateşleri yakılmış olacaktı. Yazık, çok yazık!
12 Mart ve Elrom Olayı: Tarih genellikle yazıldığı gibi değildir. Örneğin 12 Mart 12 Mart’ta olmamıştır. Elrom’un kaçırılıp sonra da öldürüldüğü 22 Mayıs günü olmuştur. I. Erim Hükümeti reformculardan oluşuyordu. Deniz Gezmiş 12 Mart’tan 4 gün sonra yakalandı ve o sırada kendisi de dâhil hiç kimse Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan’ın asılacağını aklının köşesinden bile geçirmiyordu. Ne var ki İsrail Büyükelçisi Elrom’un kaçırılması tarihin seyrini değiştirdi. Bu tarihten sonra devlet ve hükümetin içindeki sertlik yanlıları ipleri ele geçirdiler, 12 Mart terörünü başlattılar, sola ağır darbe indirdiler, Türkiye’nin entelektüel tabakasını hapse attılar. Hadi diyelim ki kaçırdınız, eğer Mahir Çayan ve arkadaşlarının oluşturduğu küçük örgüt, Elrom’u öldürmek yerine serbest bıraksaydı Türkiye hiç de 12 Mart terörünü yaşamak zorunda olmayacak ve Deniz, Hüseyin, Yusuf asılmayacaktı. Ah akl-ı selim…
1 Mayıs 1977 Taksim Katliamı: Bir provakosyonun gelmekte olduğu o kadar belliydi ki. O günleri Havariler (1972-1983) (İletişim, 2002, s. 264-275) kitabımda anlatmıştım. Neredeyse Aydınlıkçılar olarak biz bile doğrudan dahil olacaktık meydandaki provakasyona. Doğu Perinçek de, toplantıda bulunanlar da aynı havadaydı. Ama bir arkadaş hariç. O arkadaş işte o anda akl-ı selimin sesiydi. Bağımsız katılmanın yanlış olduğunu, işçilerin olayların çıkma ihtimalinden çok tedirgin olduklarını söyledi. Dirençli bir tutum alıp sonunda hepimizi ikna etti. Orada akl-ı selim galip gelmişti. Ama bu yetmezdi. Diğer “Maocu” grupların da ikna edilmesi gerekiyordu. Bunun için çeşitli “Üçlü Blok” toplantılarına koşup, bağımsız katılmanın yol açacağı olaylar konusunda uyarmaya çalıştım arkadaşları. Fakat ne yazık ki onların içinde akl-ı selim galip gelmedi ve 34 devrimcinin ve işçinin ölümüne yol açan Taksim’deki provakasyon yürürlüğe konabildi. Eğer Üçlü Blok’tan önde gelen biri, sadece biri, akl-ı selim yolunu tutsaydı belki de böyle bir katliam olmayacaktı.
Kürt Barış Süreci ve 7 Haziran Seçimleri Sonrası: Kürt halkı, AKP iktidarı ile yürütülen barış sürecinde gerçekten barışa taraftar olduğunu gösterdi. Silahlı eylemler neredeyse durma noktasına gelmiş ve savaşın yol açtığı gerilim azalmış, hem Kürt illerinde hem de genel olarak Türkiye’de bir rahatlama ortamı doğmuştu. Bu, halkın cesaretlenmesine yol açmış, hatta Gezi’nin patlak vermesinde önemli bir amil olmuştu. Gezi, aynı zamanda devletle Kürtlerin savaşının yol açtığı gerilimin azalmasının ürünüdür. Gezi, aynı zamanda Kürt hareketinin AKP ile uzlaşma çizgisini bozguna uğrattı ve Selahattin Demirtaş 7 Haziran 2015 seçimlerine gidilirken “Seni başkan yaptırmayacağız” sloganını attı. Bunun üzerine Tayyip Erdoğan barış masasını tekmeledi, fakat bu bile AKP’nin 7 Haziran seçimlerini kaybetmesini önleyemedi, AKP yıllardır ilk kez meclisteki çoğunluğunu kaybetmişti.
Bundan sonra, seçimleri yenileyerek AKP’yi yeniden iktidar yapacak Devlet Aklı devreye girdi. Devlet aklının yaptığı plan şuydu: Meclis başkanı seçtirilmeyerek meclis kitlenecek; koalisyon kurulmak isteniyormuş görüntüsü verilerek hükümetin kurulması önlenecek; PKK bir şekilde savaşa, hendekler açmaya ve özerklik ilan etmeye teşvik edilecek, bunun için gerekirse Kandil’le İmralı arasında görünmeyen bir bağ kurulacak; Suruç’ta bombalar patlatılıp genç insanların kanı akıtılarak, keza Ceylanpınar’da iki polis uyurken öldürülüp buna PKK’nın sahip çıkması sağlanarak, Ankara Güven Park’ta, Taksim Dolmabahçe’de polisler PKK görünümlü (TAK, MİT’in yan örgütüdür) bombalarla yığınlar halinde öldürülerek ve nihayet IŞID militanlarına yollar açılarak (tabii ki MİT’le anlaşmalı) 10 Ekim’de Ankara Garı’nın önünde yüz insan öldürülerek Orta Anadolu’daki muhafazakâr Türk oyları, Güney Doğu’daki muhafazakâr Kürt oyları yeniden AKP’ye çekilecek ve 1 Kasım seçimlerinde AKP yeniden çoğunluğu sağlayacaktı. Peki o sırada devlet aklı bu kadar faal iken akl-ı selim neredeydi?
Pek ortada görünmüyordu. O günlerde Büyükada Adaevi’nde Barış Bloğu’nun Gencay Gürsoy’un başkanlığında yaptığı kalabalık bir toplantıyı hatırlıyorum da. Eskilerden Bingöl Erdumlu ve ben, 3 dakikayla sınırlanan konuşma hakkımızı (bu kısıtlama herkes için söz konusuydu) kullanarak bazı uyarılar yapmaya çalışmıştık, iktidarın savaş davetini kabul etmenin ne kadar yanlış olacağını anlatarak. 3 dakikalık konuşmamız bile sanki biz PKK’ye karşı devletten yanaymışız gibi algılanmak istenip karşı konuşmalarla bastırılmıştı.
Devlet aklı öldürür (her iki anlamda da), akl-ı selim hayatın sesidir!
Gün Zileli
10 Haziran 2021
Gün abi, sen hiç Hikmet Kıvılcımlı’nın yazdığı “Anarşi yok! Büyük derleniş!” broşürünü okumuş muydun? Öylesine merak ettim de 🙂
60’larda çıktığında şöyle bir göz atmıştım ama pek bir şey anladığımı söyleyemem.
Türkiye solunun gece gündüz övdüğü Küba’da son durum:
Açlık, gittikçe kötüleşen ekonomik kriz ve Küba sosyalist devletinin tüm bunlara karşı sürekli tepeden bakan ve halkı aşağılayıcı tutumu karşısında insanlar oldukça tepkili:
https://www.youtube.com/watch?v=CeHw5VRYR_U
https://www.youtube.com/watch?v=CeHw5VRYR_U
İlginç olan şey şu, tarihte yaşanan onca olaya rağmen bunlar, her ne kadar çok açık bir şekilde söylemeselerde, Türkiye solu, hala devletin gücünün, Küba, Kuzey Kore, Çin vb. ülkelerde olduğu gibi sınırsız bir şekilde artmasını, toplumun sosyal dokusunun devlet gücüyle sınırsız bir şekilde terörize edilmesini savunuyor. Ve bunun en iyi, en doğru bir çözüm olduğunu ısrarla şu veya bu şekilde savunmaya devam ediyorlar. Yani savundukları toplumu istediği biçimde terörize eden, bir avuç kişinin gücü elinde bulundurduğu polis devleti. Ve kuşkusuz savundukları aynı zamanda son derece güçlü militarist bir devlet. Tüm yönleriyle son derece güçlendirmiş ve her türlü özgürlüğün neredeyse son kırıntısına kadar yok edildiği bu tür polis ve militarist devletleri gece gündüz öve öve bitiremeyen Türkiye solunun bu tür aciz çözümlerini yıllardır okuyoruz. Bu bağlamda Türkiye solu devleti kutsallaştırmış ve onu her şeyin üzerinde görmüş Türkiye muhafazakarları, ulusalcıları ve milliyetçileri aynı paralelde koşturuyor. Zaten özünde milliyetçi ve ulusalcı olan Castro’nun bu açıdan aşırı devletçi ideoloji olan Marks’ta aradığını bulması, bir günde Marksist olması, boşuna değildi. Belki de böylece aradığı en iyi şeye, yüksek ve katıksız devletçiliğe ve bu yüksek devletçilik ile birlikte egemen sınıfının bir anlamda sınırsız bir şekilde artan gücüne sahip olabilecekti. Ne tuhaftır ki egemen sınıfları eleştiren Marks böylece bu geliştirdiği yüksek devletçilik ideolojisi ise toplumu egemen sınıfın tam anlamıyla kölesi haline getirmeyi başarmıştı.
Sn. Zileli,
Selahattin Demirtaş “Seni başkan yaptırmayacağız” demeseydi sizce Barış Sürecinin sürdürülebilme şansı var mıydı yoksa devletin niyeti baştan bozuk muydu? Sevgiler.
Türkiye solu: “Küba’da çok gelişmiş bir demokrasi vardır. İnsanlar özgürce düşüncelerini söyleyebilir ve gösteri yapabilir.”
Buna benzer yalanları yıllarca söylediler. Belki hala da söylemeye devam ediyorlar.
Yakın zamanda gösteri yapanlara Küba’da polis nasıl davranıyor izleyin ve çok gelişmiş Küba demokrasisini görün. Eğer bunlar doğru ise durum çok vahim demektir:
https://twitter.com/i/status/1416000774438625281
Peki bunca korku ve baskıya rağmen bu insanlar nasıl yürüdü ve gösteri yapabildi? Çünkü her şeyi göze aldılar.
“Küba’da rejimin yandaşları, ailesinin gözü önünde bir protestocuyu evinde vurdu.” Erich de la Fuente
https://twitter.com/edela_fuente/status/1415486036441026560
Böylece rejimin gerçek yüzünü görmüş olduk. Çünkü böylesi olaylar turnusol kağıdı gibi kimin ne kadar özgürlükçü, demokrat ve karşıt fikirlere karşı saygılı olduğunu gösterir. Ve bir kez daha anladık ki Küba Marksist rejiminin düşünce özgürlüğüne en ufak bir saygısı bile yok.
Toplumsal olaylara “niyetler” açısından bakmamak lazım. Gezi hareketi, AKP iiktidarının guardını sozdu ve dolayısıyla Demirtaş’ın çıkışı mümkün oldu. İyi de oldu. Yoksa Kürt hareketi tam bir kurt kapanına sıkıştırılacaktı.
Türkiye solu Amerika’nın arkasına saklanıp, onu bahane edip rezil çözümleri ve her türlü mantıksızlığı savunmaya devam ediyor. Türkiye solu ve Küba Marksist devleti benzer cevapları verdiği için aşağıdaki hayali söyleşi onların bu düzemdeki yanıtlarına göre oluşturuldu.
Eleştiri: Küba’da düşünce ve gösteri özgürlüğü yok, insanlar düşüncelerini dile getiremiyor.
Türkiye solu ve Küba Marksist devleti: Amerika ambargosu yüzünden böyle, o olmasaydı böyle olmazdı.
Eleştiri: İnsanlar ekonomik durumdan ve daha birçok olaydan şikayetçi.
Türkiye solu ve Küba Marksist devleti: Amerika ambargosu yüzünden böyle, o olmasaydı böyle olmazdı.
Eleştiri: İnsanlar taleplerinin dikkate alınmamasından şikayetçi. Seslerine kulak verilmesini istiyorlar.
Türkiye solu ve Küba Marksist devleti: Amerika ambargosu yüzünden böyle, o olmasaydı böyle olmazdı.
Eleştiri: Eğer Amerika ambargosu ise buna dayanarak insanlara ter türlü işkence vb. dahil yapmak doğru mu? Yani Amerika vb. diyerek insanlar üzerinde sınırsız bir otorite ve yetki mi istiyorsunuz?
Türkiye solu ve Küba Marksist devleti: Amerika ambargosu yüzünden böyle, o olmasaydı böyle olmazdı. Bu dediklerinizin hepsi olabilir. Suçlu sadece Amerika ambargosudur.
Eleştiri: Yani aslında kısaca halkın neyi istediğinin özünde önemi yoktur demek istiyorsunuz. Siz yüzde 1’lik yönetici kesim Amerika ambargosu böyle deyip ne isterse onu yapabilir öyle mi? Amerika ambargosu yüzünden akla gelen her şey savunabilir dediğinize göre. Ve aslında buradan istediğiniz her şeyi savunabilirsiniz. Yani sizin mantığınıza göre Amerika ambargosu varsa demokrasi yok edilebilir, halk köle haline getirebilir, insanlar suçsuz yere dövülebilir, öldürülebilir. Tüm bunların sınırı ne ve kimin çıkarı için bunlar? Toplumdaki insanların en ufak bir olayda dayak yemesinden, susturulmasından toplumun ne gibi bir çıkarı vardır, bunun ABD ambargosu ile ne alakası vardır? Ama diyeceksiniz ki tüm bunlar, tüm bu yürüyenler Amerika ajanıdır. Peki siz kimsiniz, Tanrı’nın özel temsilcisi mi ve devletin yegane sahibi misiniz? Evet sanırım öyle olduğunuzu düşünüyorsunuz. Bu bağlamda şunu söylemek yanlış olmayacaktır: Yani aslında savunulan yüzde 1’in çıkarının Amerika ambargosunun bahane edilip daha da etkili savunulmasıdır. Siz de bunu çok güzel kullanarak totaliter rejiminizi her defasında kolaylıkla haklı çıkarıyor, yaptığınız tüm yanlışların üstünü örtüyor ve sadece ABD’yi suçlayarak sorunu öncelikle kendi keyfinize ve çıkarınıza göre çözdüğünüzü düşünüyorsunuz. Tıpkı diğer totaliter birçok ülkenin geçmişte ve bugünde yaptığı gibi.
Türkiye solu ve Küba Marksist devleti: Amerika ambargosunu görmeyen ya aptaldır ya da cahildir.
Eleştiri: Amerika ambargosu yoktur demedim, mesele onun arkasına saklanarak yapılan tüm yanlışların üstünü örtmeye çalışmanız. Ve bunu bir anlamda bahane olarak kullanmanız. Ve bunun sınırını da sadece siz belirlemek istiyorsunuz. Yani kısaca bu bahanenin nerede başlayıp biteceği sizin keyfinize kalmış. Buna katılmamız mümkün değil.
‘Küba’da yoklukların kaynağının ABD ablukası olduğunu görmeyen ya alçaktır ya aptal’ Kemal Okuyan
https://haber.sol.org.tr/haber/kubada-yokluklarin-kaynaginin-abd-ablukasi-oldugunu-gormeyen-ya-alcaktir-ya-aptal-309240
Haber doğru ise Türkiye solu, Küba Marksist devleti kadar keskin görünmüyor:
“Küba devlet başkanı Díaz-Canel ilk kez kendini eleştirdi ve devletin başarısızlıklarının gıda kıtlığı, artan fiyatlar ve diğer şikayetler konusundaki protestolarda rol oynadığını kabul etti.”
https://www.newsobserver.com/news/article252798258.html
Kralcılar her zaman kraldan fazla kralcıdır.
İşçi sınıfını köle haline getirmeye çalışan Marksist-Leninist ve Stalinist ideolojilerin iki de bir işçi haklarından filan söz etmeleri de çok komik.
Veya Anne Applebaum’un deyimiyle “Bazıları için kolektivizasyon politikası, Bolşevik devriminin nihai ihanetiydi, Bolşeviklerin 19. yüzyıl çarları gibi bir “ikinci serflik” empoze etmeyi ve yönetmeyi amaçladıklarının kanıtıydı.”
Aslında bu köylüler için değil tüm işçiler ve halk için geçerlidir. Gerçekte Marksizm işçi sınıfının devletin mutlak kölesi haline gelmesidir. Neoliberaller özgürlüğün arkasına saklanarak işçi sınıfını köle haline getirdiler ve gerçek özgürlüğü aslında işçi sınıfı için yok ettiler. Marksistler de işçi haklarının arkasına saklanarak işçi sınıfını devletin kölesi haline getirdiler.
Bir köylünün Bolşevik devrimi sonrası düşünceleri:
“Bolşevikler bizi aldattılar, tüm topraklar bedavaya çalıştığımız yerler oldu ve şimdi son ineği de elimizden aldılar.”
O yüzden Küba’da yaşanan yokluğa şaşırmamak gerekir, çünkü herhangi bir yokluk ve zorluk zamanında her şeylerinden vazgeçmesi istenen ilk olarak işçi ve köylü kesimi olacaktır. Bu Bolşevik devrimi sırasında da olmuş, milyonlarca köylü açlıktan ölmüştü.
Şimdi bu sosyalistlerin mantığını ve diktatörlüğü neden bu kadar savunduklarını, neden bir avuç kişiye bu kadar büyük ve yetki vermeye çalıştıklarını, neden devletin gücünü sınırsız düzeyde büyütmeye çalıştıklarını anlamaya çalışıyorum.
Kaan Arslanoğlu şöyle yazmış:
“İnsanların insan olmaktan kaynaklı en büyük eksikliği. Siyaset bunu ortadan kaldırmıyor, aksine azdırıyor. Sol siyaset ortadan kaldırır sanıyorduk, artık bu konuda en ufak umudumuz kalmadı. Çıkarı için, parasal, manevi veya maddi çıkarı için, siyasi çıkarı için bilerek yalan söyleme, bunu alışkanlık haline getirme. Giderek kendi yalanlarını en büyük doğru sanan insan tipinin her yeri tutması. Kişisel planda ve partiler anlamında… Kendi hatalarını kabul etmeme, bunun nedenlerini araştırmama, açık etmeme. İnsanları değerlendirirken liyakata, niteliğe önem vermeme, çıkarcılık, vefasızlık… Haklıya değil, haksızlık yapana yakınlık duyma.
Üzücüdür ki toplumsal hayatta, yazınsal alanda veya siyasette ortaya dürüst bir karakter koyduğunuzda kazanan değil, kaybeden oluyorsunuz. Karaktersiz büyük çoğunluk size “karaktersiz” diye hakaret ediyor hatta. Dürüstlükte çok iyi düzeyde bir siyasetçiyi ne tarihte ne yakın tarihte tanıdım. Muhakkak yalan söylemek, bazı şeyleri örtbas etmek, tutamayacağınız sözler vermek, insanları aldatmak zorundasınız. Bu siyasette şart. Bunları belli bir ölçü içinde abartmadan yaptığınız ve bazı şeyleri başardığınız zaman “başarılı iyi siyasetçi” oluyorsunuz. Çok sahtecilik yapar ve başarıyı yakalarsanız, “başarılı sıradan” veya “başarılı kötü siyasetçi” oluyorsunuz.
Fakat kısa süren birkaç parlak dönemi dışında bizim sol ne başarılıydı ne de dürüst…”
https://www.insanbu.com/Siyaset-Haberleri/899-siyasette-dogruluk-samimiyet-durustluk-
Şimdi tüm bunları söyledikten sonra parti diktatörlüğünü, SSCB’yi ve Küba gibi rejimleri savunmak nasıl mümkün olabilir? Şöyle bir çelişki var: “Ortada çok çok önemli sorunlar var. Elimizde bir yöntem, alet vb. neyse o var. Ama bu güvenilmez. Ne yapacağı belli olmaz. Sık sık yola çıkarken bize yanlış yolu gösterebilir. Kısaca hiç güvenilmez. Ama buna rağmen yapmamız gereken de tüm çözüm yöntemlerimizi buna bağlı olacak şekilde düzenlemek. O zaman daha iyi çözüme ulaşabiliriz.” Böyle bir şey bir mümkün olabilir mi? Üstelik tarihsel deneyimler bunun vahim sonuçlarını defalarca gösterdiği halde.
İşte buradan güvenilmez olana, dürüst olmayan, yalan söyleyene vb. çok daha büyük yetki verince sorunlar nasıl çözülüyor anlamak mümkün değil. Böylesi durumlarda yapılması gereken dengeleyici olmak, güvenilmez olana sınırsız düzeyde bel bağlamamak ve tüm yetkiyi ona vermemek olmalıdır. Ama şimdilik Türkiye soluna bunu anlatmak pek mümkün görünmüyor gibi.