Provokatif Saldırıların Ardında Kim var?..
Bingöl… Yüksekova… Diyarbakır…
Bu provokatif saldırıların ardında kim var? TSK’nın açıklamalarına rağmen bu saldırıları PKK’nın yaptığına inanmamız mümkün değil. Ezgi Başaran’ın bugünkü Radikal’de yer alan yazısı bunun neden mümkün olamayacağını yeterince ortaya koyuyor. Zaten PKK da eylemleri üstlenmedi ve saldırıların “örgütlü birimleriyle” ilgisinin olmadığını açıkladı.
Van milletvekili Aysel Tuğluk’un T24’de iki gün önce yayınlanmış yazısını bugün siteye koydum. Dikkatle okunması gereken bir yazı. Kürt siyasi hareketiyle AKP’nin yakın zamanlara kadar süren ilişkisinin koptuğunu ve Kürt siyasi hareketinin “seküler güçlerle” ittifak arayışına girdiğini açıkça ilan eden bir yazı bu. Son yıllarda AKP’yi destekleme siyasetini Kürt siyasi hareketinin üzerinden yapan Oral Çalışlar’ın Radikal’de çıkan ve Aysel Tuğluk’a çatan yazısı da dikkatle okunmalı. Oral Çalışlar’ın telaşı bence AKP çevrelerinin telaşını yansıtıyor. “Eyvah, kuş elden uçtu” telaşı bu. Nitekim, “barış süreci”nin mimarlarından olduğu bilinen AKP’li bakan Yalçın Akdoğan’ın, 6-7 Ekim olayları dolayısıyla Abdullah Öcalan’ı suçlayan bir açıklamada bulunması da bu telaşın ürünü, şimdi daha iyi anlaşılıyor.
Bu durumda Ezgi Başaran’ın “PKK Tam Amacına Ulaşmak Üzereyken” yazısındaki “’Silahlı mücadelenin Sonuna gelinmişken’’terörist damgasını çıkarıp atmaya’bu kadar yaklaşılmışken bu olup biten nedir?” sorusunun cevabı netleşmiş oluyor. Amaç, “uçan kuşu” yeniden, şu bilinen terör kafesine kapatmaktır. Eğer bizden kopar ve “seküler güçlerle ittifak arayışına” girerseniz, biz de sizi yeniden eski hüviyetinize kavuştururuz tehdidi. Kürdistan’da bunu yapmak için çok elverişli koşullar var. Sınıfsal ve ulusal çelişkinin üst üste bindiği bu bölgede çok sayıda öfkeli genç var. MİT ajanlarının bu öfkeyi istedikleri yönde örgütlemeleri hiç de zor bir şey değildir.
Son derece uyanık olmalıyız.
Gün Zileli
31 Ekim 2014
Oral Çalışlar’ın acınası yazısına dikkat çekmenize sevindim. Aynı şeyi düşünüyorum.
Saldırıları provokatif görmek niye?
Yüzyıllardır Kürdlerin üzerine salınan işgal ordularını sorgulamaya nedense kimseler yanaşmıyor?
Kürdler silah bıraksınmış?
İsteyene bakın?
Türk devleti silahsız ortam istiyorsa ordularını Kürdistan’dan çeksin.
Bir silahlı çatışma anında değil, pazardan alışveriş yaparken öldürüldü bu insanlar. Bunu hiçbir vicdan kabul edemez. Ve bu tür şeyler o Türk devletinin işine yarar, görmüyor musunuz?
Evet, üzücü, kim olursa olsun insanların öldürülmesi tabii ki kötüdür.
Ama bütün bu şiddetin nihai kaynağı Türk devletidir.
Bu olaylar olmasa başka olayları bahane eder, geçmişte de kendi askerlerini öldürmüş veya öldürülmesine göz yummuş komplocu bir devlet bu.
“Bir silahlı çatışma anında değil, pazardan alışveriş yaparken öldürüldü bu insanlar. Bunu hiçbir vicdan kabul edemez. Ve bu tür şeyler o Türk devletinin işine yarar, görmüyor musunuz?”
katılıyorum bu sözlerinize ve sağduyunuzdan dolayı sevincimi iletiyorum.
peki ama pkk ve hdp bunu görmüyor mu ki, bu alçakça saldırıları kendi üzerlerine yıkanların ekmeğine yağ sürecek tarzda bir söylem tutturmuş gidiyorlar?
http://www.taraf.com.tr/yazilar/roni-margulies/siddet-sinavindan-sinifta-kaldim/17666/
Bence onlar da şaşkın. Açıklama yapmaya çalışıyorlar ama açıklamaları büyük ölçüde örtbas ediliyor medya tarafından. Bu bile bütün bunların bir tertip olduğunu göstermeye yeter.
ben de onu söylüyorum zaten.
Eğer devlet otoritesini ve bu otoriteden edindiği görevini bilfiil kullanmıyorsa, üniformalı dahi olsa, herkes halktandır ve böyle kabul edilmelidir bence… aksi durumlar, Gün Zileli’nin de belirttiği gibi, devletin işine yaramaktadır.
yarın Küresel Kobané ile dayanışma Günü”…bence en geniş katılım sağlanası bir gün ve bu günde provokasyona fırsat verilmemesi için bu duruma dikkat edilmeli.
“Bu provokatif saldırıların ardında kim var? TSK’nın açıklamalarına rağmen bu saldırıları PKK’nın yaptığına inanmamız mümkün değil.”
gün abi, bu eylemleri YDG-H üstlendi ve gerekçelerini de belirtti. ayrıca hdp’nin eylemleri kınamasını eleştirdiler ve hdp’ye tabi olmadıklarını açıkça belirttiler. ancak kck veya öcalan’dan bağımsız değiller. bu tür eylemleri yapmalarını da ancak bu ikisinden birinden gelecek bir talimat önleyebilir. dolayısıyla bu eylemlerin pkk’den bağımsız olduğunu düşünemeyiz. tam tersi pkk’nin devlete şehir gerillası eylemliliği yapacak güce sahip olduğu mesajı verdiğini düşünüyorum ben.
Askerlerin çarşı izninde infaz edilmesi olayına gelince, uluslar savaşı parametreleri içinde 3 bizden 3 sizden şeklinde bu olay “adil” görünebilir, asimetrik bir savaş vardır çünkü ortada, bir taraf helikopterle savaşırken diğer taraftan delikanlı savaşmasını beklemek saçmadır.
Ancak, yine de sonuna kadar yanlış bir eylemdir.
Çünkü devrimcilik, bozuk düzende “adalet dağıtmak”tan çok faklı bir şeydir. Devrimcilerin tüm eylemleri, çürümüş dünyada acıyı eşit dağıtmak değil, çürümüş düzeni aşmaya yönelik nokta atışları şeklinde hedefe kilitlenmiş olmak zorundadır.
Ne yazık ki tarih bu asimetrik yükü devrimcilerin üstüne yüklemiştir ve bunun hiçbir kestirme çözümü yoktur. Bu son eylemi kimin yaptığından bağımsız olarak (onu asla tam öğrenemeyiz) mahkum edebilmemiz bundandır. DHKC’nin (son yıllarda azalan) çoğu cezalandırma/intikam/suikast eylemleri de aynı hatadan muzdariptir. Ulusal parametre yerine sınıf parametresi konsa da sorun çözülmüş olmaz yani. Devrimci şiddet ile, nihilizan sınıf kini şiddeti arasında çok önemli farklar vardır.
bazen beni soyle dusunduruyorlar iyiki kürt yada alevi kürt degilim, ve hetereseksuelim, iyiki yoksa komunist olamazdim:)
emperyalizmin usagi olmus oligarsik Devlet demek yerine, emperyalizmin usagi olmus turkiye devleti demek yerine,burjuvazi demek yerine,TÜRK SOVENIST MILLIYETCILIGI DEMEK YERINE; fasistler demek yerine, kosedeki mhp nin fasist dernegine bile, TURKLER DIYEN ESKI KOMUNIST ve kendini KOMUNIST SANAN sanan arkadaslarim var, ELESTIRDIGIMDE CEVAPLARI SU OLUYOR; SEN ALNIYOSUN NE KASDETTIGIMIZI ANLIYORSUN(BUNU DIYENLER ONIKI EYLUL GORMUS ESKI ADAMLAR)LAN BEN SIGINTIMIYIM: NE UZERINE ALINIYOSUN; (daha kötüsü bu dusuncelerimi actigim arkadasim bana gördumu baskalirini ötekelisteren siz turk solcuari en son bunu yasadiniz anla artik dedi, ben 1988 de duvarlara kurdistandaki isgale son yazmistim)bu korkunc bisey gercekten korkunc….dilc surmesi felan degil….tirsiyo insan gercekten, size hicmi bisey ogretmediler????tirsiyorum, fiziksel olarak degil, ideolojik olarak tirsiyorum….BENCE YETERINCE BEDEL ODEDIM; VE SIZ KOMUNIST ANARSIST DEMOKRAT FELAN DEGILSINIZ; SIZ ETNIK KOKENINIZINDE OLAN FEODAL KYOLULERSINIZ; HEPINIZI KOYE ASIRETINIZE MILLIYETINIZE AILENIZE KENDINIZE INDIRGEMEK MUMKUN; YORULDUM ZILELI; YAZMISSIN YA DOKTORA GIT DIYE; GITMEME GEREK YOK; BENCE SIZ HA
Küfürlü mesajlar yayınlanmıyor.
bu haber uzerine en rahat uyuyan Adam APO dur:) ve pesmerge kobani ye girdi de basta APO olmak uzere hepimiz sureci olasi bi kurt siyasal bagimsiz bolgesinden kurtardik. ohhh, yasasin kobane rojava devriiiimiii diye bagirabilir artik:)
BİJİ BERXWEDANA KOBANE
Görüldüğü üzere, kürt milliyetçiliği ve şövenizm o kadar kendini kaybetmiş ki,MHP’nin varlığıyla edimlerinin her birini haklı ve doğru çıkarabileceklerini sanıyorlar.
Adamlar için artık haklılık bir hareket noktası olmaktan çıkmış. Kürt milliyetçisi olmak yeterli. O vasıftan sonra ne derlerse ve ne yaparlarsa yapsınlar onlar haklı.
ÖDP’yi tehdit de ederler,tüm türkiye’yi de. İstediklerinde yalan da söylerler,istediklerinde anlamamazlıktan da gelirler.
Kobane düşerse, neler neler olur neler diye ilk önce ankara düşer diyerek işid imasıyla tehdit ettiler. Sonra açıktan neler yaparız size demeye başladılar.
Bu kafa her ne yaparsa yapsın, onay bekler. Eleştiri değil. O yüzden siz kobane’deki ikiyüzlü milliyetçi emellere rağmen, ypg’ye destek olsanız dahi en ufak eleştiride küfrü yersiniz, iki satır üzerinde olduğu gibi.
Umarım, HDP siyaseti daha çok seviye kaybetmez. Ancak gözüküyor ki,hiçbir hdp’li özeleştiri yeteneğine sahip değil. Üstelik şövenizme aşık olmuşlar.
Aslında toplum olarak sanırım çok iyi bir biçimde komplo teori uzmanı olduk! Her yanımız paranoya, her yanımız provokeye hazır ve her gördüğümüz provokatör… PKK terör örgütü silah bırakmaya meyilli imiş??? Nerden biliyoruz bunu, sözde açılım süreci boyunca kaç PKK teröristi silah bıraktı? Ülke dışına kaç PKK lı çıktı ? Bunları ölçme, reel olarak bilme olanağımız var mı? Ayrıca süreç içerisinde PKK hangi kazanımları elde etmiştir? Militan sayısında ne kadar artış olmuştur? Güney Doğu Anadolu bölgesinde etki alanı nereden nereye kadar genişlemiştir? Bütün bu sorular çoğalması mümkün sorulardan bir kaçıdır.
Her seçim öncesi AKP PKK arasında oynanan barış ve çözüm süreci tiyatrosuna toplum olarak, en azından kendim olarak, Oral Çalışlar ve benzeri kişiler gibi aldanmak mümkün değil… Bunu terörist başının kendi değerlendirmesinde de görülmektedir. özellikle 2006 sonunda 2007 yılı için analiz ve öngörülerini okumak yeterlidir. Dolayısı ile bu provokatif değil , bal gibi PKK nın eylemidir.. Terörist başı kendine özgürlük sağlamak için girdiği angajmanlarda AKP tarafından kandırıldığının farkına vardı. Bülent Arınç’ın konuşması boşuna değil.. “Çözüm sürecine mecbur ve mahkum değiliz.”
Dolayısı ile ta en başında AKP ye seçim kazandırma süreci olan bu durumdan son bir seçimde de faydalanmak isteyen AKP toplumda, PKK saldırılarının POROVKATİF olduğunu yayma telaşında ve acelesi var bunda da APO bile 15 Ekim diye bir süre biçti ama netice???
Kişiler olaylara işine geldiği gibi, işine geldiği taraftan bakma alışkanlığını bırakmadıkça biz daha her türlü olaya PROVOKATİF olarak bakarız.
Hiç dikkat ettiniz mi bilmem bugün Kürt yurttaşlarımız adına hareket ettiğini söyleyen önder kişiler meclistekiler feodal ağalık kalıntısı kişiler değil mi? Her biri bir aşiretin ağası değil mi? Hangisi halktan birisi , hangisi çobanlıktan, köyden gelen bir vatandaş….
murat “biz” diye kastettiğin siz kimsiniz; beni dahil ettiysen hemen sil; benim gibi “devlet düşmanı bir anarşistin” senin kelimelerinle değil konuşmaya,onları duymaya bile tahammülü olmaz… zira bu kelimeler bugün kan saçıyor örnek filistin, kobané, ırak, suriye, afganistan vb vb.
Özellikle “terörist başı” söylemi beni de rahatsız etti. Kullanılan deyimler tarafımızı belli eder.
terörist dediklerimiz zalimlerdir ki onlara devlet denir…
PKK’ye muhalif gerçek Kürd hareketini görmeyen Murat’a.
Savaşı başlatan Kürdler değildir.
Türk devleti gelip Kürdlerin ülkesini işgal edip kolonileştirdi, dilini, ismini, cismini yasakladı.
PKK’nin yaptıkları ayrı bir konu, muhalif Kürdlerin alanına giriyor.
Ölen astsubayın eşi üzüntüden karnındaki çocuğunu kaybetmiş. 4 aylık.
Evet,teröristler zalimdir.
doğru ama yapanın kim olduğu belli değil.
Ulusal sorun
Ulusal sorun nedir, ne değildir?
Ulusal sorun, bir ulusun bir başka ulusun egemen sınıfları tarafından baskı ve egemenlik altında tutulmasından kaynaklanan siyasal bağımsızlık sorunudur. Bu sorunun çözümü, ezilmekte ve egemenlik altında tutulmakta olan ulusun kendi devletini kurma hakkına dayanır. Ezilen ulusların mücadelesi 20. yüzyılın özellikle ikinci yarısında dünya politikasında önemli bir yer tutmuştur. Bu mücadeleler sonucunda birçok ezilen ulus, bağımsız bir devlet kurarak bu sorunu çözmüştür. Ulusal farklılıklardan kaynaklanabilecek gerilimlerin emperyalist-kapitalist güçler tarafından kullanılmasıyla patlak veren çatışmaların ortadan kaldırılabilmesi ise ancak kapitalist sistemin yıkılmasıyla mümkün olabilecektir. Ulusal kurtuluş mücadeleleri Marksistler açısından meşru mücadelelerdir, çünkü tarihsel olarak haklı bir talep etrafında şekillenmektedir.
Ulusların kendi kaderini tayin hakkı (UKKTH) nedir?
Ulusların kendi kaderini tayin hakkı, esas olarak ezilen ulusun bağımsız bir devlet kurma hakkıdır. Bu hak bu açıklığıyla konmadığı sürece, hem ezen ulusun egemenleri tarafından hem de ezilen ulusun mülk sahibi sınıfları tarafından çarpıtılmaya açık hale gelir. Marksistler ezilen ulusların kendi kaderini tayin hakkını, sulandırmaksızın, yani onların dilerlerse ayrı devlet kurmalarını kabul kapsamında desteklerler. Bu hakkı hangi biçimde kullanacağı ezilen ulusun iradesine bırakılmalıdır. Ulusal sorun, ezilen ulus ayrılma ve bağımsız bir devlet kurma hakkını elde edinceye kadar gerçekte çözülmeden kalır. Kültürel vb. tavizlerle çözüldüğü iddia edilen ulusal sorunların kısa bir süre sonra çok daha şiddetli bir temelde patlak vermesi bunun kanıtıdır. Ayrılma ve kendi devletini kurma hakkı tanınmaksızın, ezilen ulusa eğitimde vb. kendi dilini kullanma, kültürel özerklik gibi bazı tavizler vererek ulusal sorunu çözme iddiası bir burjuva aldatmacasıdır.
Enternasyonalizmle UKKTH çelişir mi?
Tam tersine, bir başka ulusun kölece bir boyunduruk altında tutulmasına sessiz kalan bir işçi hareketi enternasyonalist değil, şovenist bir temelde şekillenmiştir. Ezen ulus milliyetçiliğine karşı savaşım vermeyen bir enternasyonalist yaklaşımdan söz edilemez. Ezilen bir ulusun bağımsız devlet kurma istemini gerçekleştirmesi, işçi sınıfının ezen ve ezilen ulusa mensup kesimlerini birbirinden uzaklaştırmaz. Tersine, işçi sınıfının bu farklı kesimleri ancak bu sayede siyasal bakımdan benzer bir konuma ulaşabilir ve asıl sorunun kapitalizm olduğunu, emperyalist-kapitalist dünya sistemi yıkılmadıkça, her türlü ekonomik eşitsizliğin yeniden ve yeniden üretileceğini kavramaya daha açık hale gelirler.
Ezilen ulus milliyetçiliği ile ezen ulus milliyetçiliği bir tutulabilir mi?
Milliyetçilik burjuva ideolojisidir. Ne var ki bu gerçekten kalkarak, ezilen ve ezen ulus milliyetçiliğini aynı kefeye koymak büyük bir yanlıştır. Çünkü ezen ulus milliyetçiliği, egemen ve ezen bir devletin tüm toplum üzerindeki baskısının bir kılıfı durumundadır. Gerçekte var olmayan bir ulusal çıkarlar söyleminin üzerinde şekillenir ve bütünüyle sahtekârlıktır. Bu tür bir milliyetçilik hâlihazırdaki kapitalist bir devleti savunduğundan tümüyle gericidir. Oysa ezilen ulusun milliyetçiliği, bir ulusun ezilmesi ve tahakküm altında tutulması gerçekliğini dışa vurur. Ezenlere ve egemenlere dönük bir başkaldırının ifadesidir. Tıpkı 1789 Fransız devriminde olduğu gibi, ezilen ulusun milliyetçiliği gecikmiş bir burjuva demokratik devrimin ideolojisi olarak hizmet eder. Gecikmiş, geçmişten miras kalmış ve tarihsel ilerleyiş içinde henüz ulaşılmamış bir hedefi önüne koyması bakımından gerici değil, göreli bir ilerici rol oynar.
Ezilen ulusun mücadelesi sosyalist bir mücadele olmak zorunda mıdır?
Ezilen ulusların kurtuluş mücadelesi, kendi doğası gereği, bir ulus devletin kurulması hedefiyle sınırlıdır. Bu hedefin kendisi sosyalist bir hedef değildir. Buna rağmen tarihsel açıdan ileri bir adım olduğundan ilerici bir hedeftir. Ulusal hareketler, özünde burjuva demokratik hareketlerdir ve işçi sınıfının desteğini hak ederler. İşçi sınıfı, ulusal hareketleri sosyalist olduğu için ya da sosyalist hedefleri gözetmesi koşuluyla desteklemez. Türlü bahanelerle, sosyalist olmadıkları vb. gerekçesiyle ulusal kurtuluş hareketlerini kötüleyenler, gerçekte kendilerinin birer sosyalist değil şovenist olduklarını dışa vurmuş olurlar. Sosyalizmle bir ilişkisi olmamasına rağmen, ulusal kurtuluş hareketleri yine de işçi sınıfının çıkarına olabilir. Çünkü, ulusal sorunun varlığı, hem ezen ulusun hem de ezilen ulusun işçilerinin gözünde, asıl olanın işçi sınıfının kapitalist düzeni yıkmayı hedefleyen mücadele birliği olduğu gerçeğinin gölgelenmesine yol açmaktadır. Dahası, ezilen ulus emekçilerinin bu talepler etrafında ayağa kalkması, işçi sınıfının önderliği altında gerçek kurtuluş ve özgürlük savaşımına, yani toplumsal devrime yönelme olanağı da yaratmaktadır.
marksisttutum.org/sikca_sorulan_sorular
Biz kimiz ?? soruyorum doğru tahmin etmişsin buradaki biz hepimiz toplum olarak, taraf olarak … Diğer arkadaş Anonim hangi gerçek Kürt hareketinden bahsediyorsunuz ? Türkler Anadolu’ya geldiğinde pardon hangi Kürt devleti vardı da Türkler orayı işgal etti? Şimdi tarih konusuna girmeyeyim boşuna çaba olur; zorlama tarih yazılmaz çünkü …
Gün Zileli beye de bir ki şey söylemem gerekiyor.. Terörü kendine bir yol olarak seçen ve silahların arkasına sığınıp, asker sivil demeden binlerce kişinin ölümünden sorumlu olan kişi de eğer bu terör örgütün “Önderlik”i ise ve kendisi başkan ise buna terörist başı dememin neresi sakıncalı sizi neden rahatsız ediyor? Anlamak mümkün değil ? Tarafımı belli etmesi ise evet tarafım Türk Milletinden tarafım, dış dünyaya çıktığımda bana Türk derler , pasaportumda milliyeti TÜRK yazar , yoksa sizinkinde farklı mı yazıyor? yurt dışında kaldığınız sürece size sormadılar sanırım milliyetinizi.. Yoksa heimatloss mu dediniz …
Gün bey galiba sizce askerin ölümü gayet doğal, öldüren terörist olmaz ve genel de paranoyak bir biçimde derin devlet yapmıştır?? Neler gördük geçen zaman içinde, samanlıklar içinde ölmeyen günümüz demokratı !! zamanında gladyonun her iki bahçeyi de sürdüğü hepimizin malumu Gün bey, o yüzden paranoyaya gerek yok artık sanırım .. Terörist teröristtir.
Saygılar
Biraz daha derin düşünmeyi deneyin bence. Milliyetçi önyargılar içindesiniz. Benim ise milliyetim yok. Vatanım da yok, dinim de. Hatta insan da değilim, en azından öyle hissediyorum. Bu dünya yüzünde geçici olarak nefes alıp veren bir faniyim. Bu dünya yüzünde şu ya da bu nedenle hiçbir canlının aşağılanmasına razı olamam.
bu dil, terörist devletlerin faşist muradının dili…
Anonim hangi gerçek Kürt hareketinden bahsediyorsunuz ?
Güney’de Kürdistan Bölge Yönetimi, Kuzey’de Tevger, Nasname vb.
Türkler Anadolu’ya geldiğinde pardon hangi Kürt devleti vardı da Türkler orayı işgal etti?
Avrupalılar Amerika ve Afrika’yı sömürgeleştirdiğinde orada hangi Kızılderili ve Zenci devleti vardı?
Türkiye gibi, kültürel kimliğini net bir şekilde ortaya koyamamış, tam anlamıyla demokratikleşememiş, bu yüzden de sınırlı bir özgürlük ortamında varlığını sürdürmeye çalışan geri kalmış ülkelerde, özellikle sosyal ve etnik, dînî ve mezhebî, ve genel olarak kültürel alanda hâlâ birtakım tabulu meseleler vardır. Türkiye’de bunlar, “vatan ve milletin bütünlüğü”, “devletin bekası”, “vatan ve millet menfaatleri” adına yıllar yılı baskı altında ve üstü kapalı tutulmuş olduğu için, haklarında hiçbir bilimsel birikim meydana gelmemiş, getirilememiştir. Sonra bu meseleler günün birinde şöyle veya böyle gündeme geldiği, yahut getirildiği zaman, en üst düzey devlet temsilcisinden halka kadar, bu bilgisizliğin yarattığı toplumsal bir korku ve şaşkınlık yaşanır. Bu durumlarda çoğu zaman akılcı ve bilimsel bir tavırla işe el atılamadığı için, yozlaşmaya, deforme olmaya ve sonunda içinden çıkılmaz hale gelmeye, getirilmeye en müsait meseleler, bu tür meselelerdir.
(Ahmet Yaşar Ocak)
Gün bey, ben yorumlarımda hiç bir canlıyı özellikle de fikrinden dolayı
aşağılamam ve aşağılayanı da hoş görmem. Herkes nefes alan veren bir
fanidir sonuçta ancak her canlının da bir mensubiyet duygusu vardır.
Belgesellerde ve reel yaşamda da izlediğimiz gibi her canlı mensubu olduğu
grup, cins, ırk, ne derseniz deyin, ile birlikte yaşar, birlikte avlanır ve
paylaşır ve toplumsallaşır. Ben olaylara sadece milliyetçi bir açıdan
bakmıyorum. Ama konu içeriği icabı kendiliğinden o tarafa kaymak
zorunda. Kendi mensubu olduğum, veya öyle hissettiğim grubu, genel olarak
da bu grubun siyasal görünümü devleti koruma refleksi kendiliğinden
savunma biçiminde ortaya çıkması da normaldir. Her gece televizyonlarda
onlarca kişi gerek bilinçli gerekse bilinçsiz bir biçimde bu devlete ve
millete küfrederse kusura bakmayın ama benim bu yorumlarım onların yanında
hafif kalır…
Diğer bir konuda bir milliyete tabi olmak, bu ne olursa olsun, kötü bir
şey mi? Sanmıyorum bu sadece toplumda kabullenilme güdüsü ile, farklı
görünme, orijinal olmak gibi olgularla anlaşılabilir, ama ben bunu farklı
görüyorum ve özellikle Türk aydın kesiminde nedense bir aşağılık
duygusuna sahip olunduğu görüşündeyim. Bu yanlış olabilir ama bu kompleks
çok yaygın bir durumdadır. Bir hastalık gibi…
Not: Faşistliği kabul etmiyorum, çünkü terörü savunmuyorum, anarşiyi savunmuyorum. Aslında bu ülkenin ne kadar demokrat olduğunun fakında değilsiniz. Neyse bu konuları tartışmak beyhude SORUYORUM arkadaş ne siz beni ne de ben sizi ikna etme olasılığı yok, ve zorunluluğu da yok, aynı şeyleri düşünürsek demokrasi nasıl ortaya çıkar değil mi? Robotta değiliz çok şükür, tek tipçi Hitler gibi veya Stalin gibi hiç değiliz sanırım….
Saygılar
işin kötü tarafı ben anarşiyi savunuyorum, yani anarşistim. Milliyetlere mensupluk konusuna gelince, zaten sorun da burada. Mensup olduğunuz milliyet açısından değil, o milliyetin karşıymış gibi göründüğü milliyetler açısından düşünmeye çalışın. Sonra da hepsinin dışında biriymiş gibi düşünmeye çalışın. O zaman farklı ve daha sağlıklı bir bakış açısı edineceksiniz.
İnsanları eşitliği işçilerin birleşme ve egemen sınıfların varlığını tehdit etme potansiyeli taşıdığından, bir karşı devrimle insanların eşitliğinin yerini ulusların eşitliği alır. Bunu ikinci bir karşı devrim izler. İlk adımda uluslar bir toprak parçasında yaşayanlarla tanımlanırken, ikinci bir karşı devrimle de dille, dinle, kültürle, ırkla tanımlanmaya başlanırlar. Böylece ulusların eşitliği denerek insanların eşitliği ilkesi ortadan kaldırılmış olur. Bu nedenle aslında Uluslar ve Ulusçuluk kapitalizmin doğrudan bir ürünü ve koşulu değil; kapitalizmin egemen sınıfı olan burjuvazinin sınıf çıkarlarını korumak için yaptığı karşı devrimin bir ifadesidir. Egemen üretim biçiminin tarihsel ve ekonomik eğilimleriyle egemen sınıfların çıkarı özdeş değildir. Kapitalist üretimin eğilimleri egemen sınıfların çıkarları nedeniyle kırılmalara uğrar ve gerçek tarih böyle yürür. Aksi takdirde, Kapitalizmin gelişimiyle birlikte bir tek dünya cumhuriyeti kurulabilirdi ve bu kapitalist üretimin genel eğilimlerine çok daha denk düşerdi.
Kapitalizm ulusların değil; bir tek dünya pazarında tüm dillerin, dinlerin, vs. eşitliğini gerektirir. Ulusların eşitliği, insanların eşitliğini gerektiren kapitalizmin ve dünya pazarının gerektirdiği devrim içinde, burjuvazinin karşı devriminin ifadesi olmuştur.
Bu karşı devrim karşısında alt sınıflar, yani işçi hareketi, ulusların eşitliğini değil, insanların eşitliğini savunduğu sürece, insanların eşitliği üzerinden ezilen diller, dinler üzerindeki baskıyı kaldırabileceğinden ve bu yöndeki mücadelenin aracı olabileceğinden, ezilen diller ve dinlerdeki insanlar, dil ve din körü Sosyalist hareketin saflarına akmışlardır. Ve örneğin Yahudiler arasında Siyonizm, yani bir dile ve dine dayanan ulusçuluk, bütün bu demokratik özlem ve programların baskın olduğu dönem boyunca, hiçbir zaman tam bir etki sağlayamamıştır.
Ancak İşçi hareketi ya da sosyalist hareket, bir yandan insanların eşitliğini savunurken diğer yandan da ulusların eşitliğini savunuyordu. Bu iki ilke birbiriyle çelişiyordu. Enternasyonalizm bir bakıma bu çelişkinin ifadesidir. Bu nedenle sosyalist hareket, uluslara karşı bir savaş olamamış; aksine ulusları ve ulusların eşitliğini savunmuştur. Ama ulusların eşitliğini savunmanın kendisi ulusçuluktan başka bir şey değildir. Çünkü eşit olacak şey artık uluslardır ve ulusları yok etme değil, onları veri kabul edip benimseme ve öylece eşit kılma hedeflenmektedir.
–
Sosyalist hareketin kaderi tamı tamına bu oldu. O ulusçuluğun ve ulusun bir karşı devrim olduğunu göremedi; ulusun ve ulusçuluğun dil, dine vs. göre tanımlanmış versiyonlarının ikinci bir karşı devrim olduğunu da görmedi ve giderek onları savunmaya başladı. Hatta bizzat kendisi aynı zamanda birer modernleşmeye geçiş olan bu karşı devrimlerin aracına dönüştü.
–
Engels “Tarihsiz Halklar”dan söz ediyordu. Sanki tarihli halklar olabilirmiş gibi. Engelsi eleştirenler de halkların tarihi olmadığı noktasından değil de sanki başka halkların tarihi varmış da bunlardan bazılarını tarihsiz olarak tanımladığı için eleştiriyorlar aynı gerici ulusçuluğu ele veriyorlardı. Ulusların tarihi yoktur uluslara tarih vermek gerici ulusçuluğun bir karakteridir diyen yoktu. Aynı Engels, Erfurt programını eleştirirken tam bir demokratik cumhuriyet öneriyordu. Ama bu demokratik cumhuriyeti, bizzat o devletin ve ulusun nasıl tanımlandığına ilişkin kavramlarla değil; bürokrasi ve merkeziyetçilik gibi devletin yapısına ve işleyişine ilişkin kavramlarla sınırlı olarak tanımlıyordu.
Lenin bir yandan Demokratik Cumhuriyet’ten, dil, din, soy, kültür körü, okulların ayrılmadığı; herkesin ana dilinde eğitim hakkının olduğu bir ulustan söz ediyor ve bunu programlaştırıyor; diğer yandan “ulusların kaderlerini tayin hakkı” diyor; bunun aslında ulusu bir dille, dinle, kültür ve tarihle tanımlama hakkı olduğunu görmüyordu.
Bu çelişki, onun en otantik, devrimci ve eleştirel savunusunda, Troçki’nin ömrünün son yıllarında, gerici bir ulusçuluğa teslim olmasıyla son buluyordu ikinci dünya savaşının arifesine gelen günlerde. Troçki Yahudiler üzerindeki baskıyı ortadan kaldırmak için onların da ayrı bir devletinin olması gerektiği gibi bir sonuca ulaşıyor ve fiilen; ulusu bir dile, dine göre tanımlamış bir devlet programına teslim oluyordu.
–
Tarih hem dillere, dinlere göre tanımlanan ulusların bir çıkış yolu olmadığını göstermişti; hem de globalleşme artık bunu savunulamaz kılmıştı. Yani ekonomi temeli artık daha yakıcı bir şekilde uluslar ve ulusçulukla ve bunun en gerici biçimleriyle çelişiyordu.
–
http://demirden-kapilar.blogspot.de/2014/11/ciguli-romanlar-tkp-kobane-kurtler-ve.html
Milliyetçilik ve ırkçılık üzerine
Modern çağın ve burjuvazinin ideolojisi olarak milliyetçilik 18. yüzyıldan itibaren gelişmeye başlamış ve Fransız Devriminin ardından hızla dünyaya yayılmıştır. Burjuvazi, milliyetçiliği veya ulusçuluğu (nationalism); ortak bir dil, din, tarih veya kültür temelinde bir arada bulunan insanlardan oluşan bir topluluğun (yani ulusun) siyasal birliğini ve egemenliğini savunan görüş olarak tanımlar.
Burjuvazi, siyasi iktidarı ele geçirebilmek için, egemenliğin, tanrının yeryüzündeki temsilcileri olan soylular sınıfına değil, “ulus”a dayanması gerektiğini öne sürmüş ve feodalizmi yıkmak için de, “ulus”u oluşturan tüm sınıfları (soylular ve din adamları hariç) kendi önderliğinde birleştirerek siyasal iktidarı ele geçirmiştir. Bu sürecin doğal bir sonucu olarak da sözde “ulus”un egemenliğinin tecellisi olan parlamenter rejimi tesis etmiştir. Bunun temel işlevi, kendi sınıfsal çıkarlarını toplumun çıkarlarıymış gibi göstererek kendi sömürü düzenini yürütebilmektir. Milliyetçi ideolojiyi kullanarak ulusal bir kimlik ve bilinç yaratmaya çalışan burjuvazi, somut şartlara göre değişik öğeleri öne çıkararak kullanmıştır. Din, dil, etnik köken, kültür, tarih, ortak kader vb. bu kavramlardan en önemlileridir. Kimi yerde kültürel ve tarihi unsurlar öne çıkarılırken, kimi yerde etnik köken ve hatta “ırk” kavramı belirleyici kılınmıştır. Burjuva ideologları, bu kavramları işlerine geldiği gibi kullanarak ulusal kimliğin yaratılması yolunda çalışmalar yürütmüşlerdir. Bizzat ulus kavramının kendisi gerçekliğin çarpıtılmış, ideolojik bir ifadesi olduğundan, haliyle bu çalışmalar da çoğu zaman fantezi düzeyine ulaşan kurgusal boyutlar kazanmışlardır. Ulusal kimliğin “ırksal” özelliklere dayandırılmaya çalışılması da bu kurgunun en gerici biçimlerinden biridir.
Ancak ırkçı düşüncelerin insanlığın başına açtığı korkunç belâlar İkinci Dünya Savaşında çok net ve acı bir şekilde ortaya çıkmış, ırkçı fikirler de bilimsel gelişmeler ve verilerle defalarca çürütülmüş olsa bile, burjuvazi ne milliyetçilikten ne de ırkçı düşüncelerden tümüyle vazgeçebilir. 18. yüzyıldan itibaren sayısız bilim adamı, insan türünü ırksal farklılıklar temelinde sınıflandırarak kendi burjuvalarının siyasi çıkarları temelinde ulusal üstünlükler yaratmaya ya da sömürgeci, emperyalist ideolojilerine argümanlar bulmaya çalışmışlardır. Örneğin ulusal birliği sağlama sürecinde Alman bilim adamları, Almanların “üstün Aryan ırkı”ndan geldiğini kanıtlamaya uğraşıyor ve yeryüzündeki bozulmamış tek ırkın Aryan ırkı olduğunu savunuyorlardı. Benzer şekilde İngiliz köle tacirleri binlerce Afrikalıyı köle pazarlarında satarken ya da İngiliz emperyalizmi Afrika’nın uçsuz bucaksız topraklarını sömürgeleştirirken yine aynı ırkçı görüşlere başvuruyor ve “üstün beyaz ırk”ın “aşağı siyah ırk”ı yönetmesinin ya da kendi hizmetinde kullanmasının bir doğa yasası olduğunu söylüyorlardı. Bu zihniyetin izlerini, günümüzün bir numaralı emperyalist gücü ABD’nin “medeniyetler çatışması” tezlerinde de bulmak mümkündür.
Türkçülüğün tarihsel ve ideolojik dayanakları
Türk milliyetçiliğinin ideolojik kökü Turancılıktır. Bu akımın temel argümanlarını sözde bilimsel kılıflarla ortaya koyanlar ve onu kısmen bir ideoloji haline getirenlerse Avrupalı Türkologlar olmuştur. Başka ideolojileri sıkça gayri-milli olmakla suçlayan Türkçülüğün de aslında “kökünün dışarıda” olması onlar açısından hazin bir ironi olsa gerek. Türkçü aydınların hepsi de, Avrupa’da gelişen milliyetçi akımlardan etkilenmiş ve öğrendiklerini kendi ülkelerine uyarlamaya çalışmışlardır. Daha da ötesi, kurucu kadrolardan sayabileceğimiz Yusuf Akçura, İsmail Gaspıralı, Ahmet Ağaoğlu ve Ziya Gökalp gibi aydınların hepsi de Türkçülüğü, bizzat Avrupalı bazı Türkologların çalışmalarından esinlenerek ve faydalanarak geliştirmişlerdir. Yani Türkçülük düşüncesinin temelleri önce Osmanlı-Türkiye dışında atılmış, ardından Türkiye’ye ithal edilmiştir. Zaten ismini saydığımız bu aydınların hiçbirisi, Türkçülük düşüncesine temel oluşturacak bilimsel bir çalışma yapmamışlardır. Tek yaptıkları Avrupalı Türkologların eserlerini Osmanlıcaya çevirmek ve bu eserlerdeki fikri alıp geliştirmek olmuştur. Bu sebeple de Deguignes, Leon Cahun, Moiz Kohen ve Vambery gibi Türkologların çalışmalarında ortaya koydukları düşünceler, neredeyse hiç sorgulanmadan alınmış ve kullanılmıştır.
Oysa 18. yüzyılın ortalarından itibaren oryantalizmin bir kolu olarak Avrupa’da gelişen Türkoloji çalışmaları bilimsel gerçeklere ulaşmak amacıyla değil, emperyalist devletlerin Osmanlı üzerindeki emellerine ideolojik bir altyapı oluşturmak maksadıyla yürütülüyordu. Bu durumun kanıtlarından biri, adı geçen Türkologların bazılarının (örneğin Macar asıllı bir Yahudi olan Vambery) bizzat emperyalist devletler hesabına çalışıyor olmalarıdır. İkinci kanıt ise, Türklerin kökenine ilişkin araştırmalara hâkim olan yaklaşımda aranmalıdır. 18. yüzyıla kadar bu araştırmalarda kaynak olarak Osmanlı kayıtları, Araplara ve İranlılara ait tarih yazımları kullanılıyordu. Bu kaynaklardaki ortak yan Osmanlıyı oluşturan halkların kökeninin daha çok Anadolu ve civarında yaşamış topluluklara dayandırılmasıdır. Fransız bir Sinolog (Çin uygarlığını inceleyen bilim dalı) olan Deguignes ise 1896’da yayınlanan eserinde, Çin üzerine yaptığı araştırmaların bir yan sonucu olarak Orta Asya’dan göç edildiği tezini ortaya atmıştır. Türklerin bir “ırk” oldukları ve “Türk ulusu”nu oluşturdukları fikri de ilk kez Vambery tarafından iddia edilmişti. Hâlbuki bu tarihlere kadar Türk kelimesine ulus veya ırk anlamları yüklenmediği gibi, aksine Osmanlının yönetici sınıfı bu sözcüğü daha çok köylüler ve Türkmen aşiretleri için kullanıyor ve çoğu kez de yanına “kaba, cahil” gibi küçültücü sıfatlar ekliyordu. Avrupalı Türkologlar ise Türklerin “asker ve yönetici bir ulus” olduğunu söyleyerek, aslında Osmanlı yönetici sınıfı içindeki bazı kesimlere sesleniyor ve onları Alman emperyalizminin yanında savaşa girmeleri için kışkırtıyorlardı.
Alman emperyalizminin bir aracı haline gelmiş bu fikirler, dönemin siyasi konjonktürü sayesinde kısa sürede Osmanlının içine düştüğü darboğazdan bir çıkış yolu arayan bir aydınlar grubunu etkisi altına almıştı. Çünkü bahsi geçen Türkçü-Turancıların neredeyse tamamı aynı zamanda İttihat ve Terakki Partisinin kurucularından veya ileri gelenlerindendi. Asıl gayeleri, çökmekte olan Osmanlı devletini kurtarmak olan İttihatçı kadrolar için Türkçülük düşüncesi, diğer seçeneklerin (Osmanlıcılık, İslamcılık) tükenmesiyle sarıldıkları bir ideolojik kurtarıcı oluyordu. Bu kadroların algılayışına göre, devleti kurtarmanın yolu Batılılaşmaktan geçiyordu ve bunun birinci adımı da Türk ulusuna veya ırkına dayalı bir devlet yaratmaktı. Osmanlının çok halklı yapısını tehlikenin kaynağı olarak görüyorlardı. Yüzyıllardır Osmanlının egemenliği altında bulunan halklar, özellikle de Balkan halkları, Avrupa’da kapitalizmin gelişmesine paralel olarak yayılan milliyetçi dalganın etkisiyle bir bir isyan etmiş ve nihayetinde Osmanlı egemenliğinden çıkmıştı. Geriye kalan Rumlar, Ermeniler, Araplar, Kürtler ve daha nice irili ufaklı etnik grup ise Osmanlı devletini yine bir “cihan imparatorluğu” haline getirmenin önünde engeldi. Ancak Türklere yahut Türklerin çoğunluk oluşturduğu bir topluma dayanırsa devletin kurtulabileceğini ve eski şaşaalı günlere dönebileceğini düşünüyorlardı. Oysa ellerinde bu amaca uygun bir “Türk ulusu” yoktu. Ulus ve ırk kavramları modern burjuva ideolojilerinin ürünüydüler. Osmanlıda “ümmet” ve “millet” kavramları geçerliydi. Bu kavramlar da etnik kimliği değil dinsel toplulukları adlandırmak için kullanılıyordu. Olmayan ama var edilmesi gereken “Türk ulusu”nu yaratabilmek için de önce “ulusal bir kimlik” oluşturmak gerekiyordu. İşte Türkologların temellerini döşediği Türkçülük düşüncesi burada devreye giriyor ve ulusal kimliğin yaratılmasında kullanılıyordu.
Bu düşüncelerin siyasi formülasyonu ise Turancılıktı. “Turan ülküsü”, üzerinde Türkî denilen milletlerin yer aldığı, “Adriyatik’ten Çin Seddine” uzanan oldukça geniş bir coğrafyayı kapsıyordu. Bu ülküyü hayata geçirmenin yolunu Alman emperyalizminin yanında savaşa girmekte gören İttihatçılar, milyonlarca insanı hiç duraksamadan ateşin ortasına attılar. Yüzbinlerce insan, evinden çok uzaktaki cephelerde hayatını kaybetti. Savaş ortamını fırsat bilen İttihatçılar, Osmanlıyı “Türk olmayan unsurlardan” temizlemek için nice katliamlara giriştiler. Bir milyona yakın Ermeni hayatını kaybetti. Binlerce yıldır Anadolu’da yaşayan kadim halklar sürgünlerde ve pogromlarda katledildiler. Büyük göçler yaşandı. Balkanlar’da ve Kafkaslar’da yerinden edilen yüzbinlerce insan Anadolu’nun bağrında sefalete terk edildiler. Ama İttihatçılara soracak olursanız her şey Türklüğün bekası için yapılıyordu. Türklüğün bekası için, Birinci Dünya Savaşı boyunca iki milyona yakın insan hayatını kaybetti. İttihatçı seçkinlerin Turan hayali, Osmanlı’nın esir halklarının hayatını karartan büyük bir kâbusa dönüştü.
Osmanlı’nın yıkılışının ardından ulusal bilinç ve kimlik sorunu da yeni bir sürece girdi. Turan ülküsünden vazgeçip Anadolu topraklarıyla yetinmek zorunda kalan Osmanlı ve İttihat Terakki uzantısı kadroların temel önceliği, Misak-ı Milli sınırları içinde bir ulus-devlet kurmaktı. Bu amaçla eski Turancı tezler Kemalist kadrolar tarafından revize edildi. Revizyon, asıl olarak Turan ülküsünün ve İslam vurgusunun bırakılmasından oluşuyordu. Yeni kurulan burjuva cumhuriyetin harcını oluşturan ulusal kimliğin adı Türklüktü. Bu görüşün altı Türk Tarih Tezi ile doldurulmaya çalışıldı. Çerçevesi çizilen Türk tipine uyan insan sayısının henüz parmakla gösterilecek kadar az olması, toplum mühendisliğine soyunmuş milli tarihçileri son derece yapay ve bilim dışı tezler oluşturmaya itti.
Türk Tarih Tezi safsatası
30’lu yıllara damgasını vuran Türk Tarih Tezi ve onun yan ürünlerinden birisi olarak bizzat Mustafa Kemal tarafından ortaya atılan Güneş Dil Teorisi ile oluşturulmaya çalışılan düşünce sistemi, eskinin Türkçü-Turancı anlayışına göre çok daha uçuk ve mesnetsizdi. Bu tezler, Türklerin tarihteki yeri ve ulusal kimliği ile ilgili “yepyeni” bir bakış açısı getiriyordu: “Dünyadaki yüksek kültürün ilk beşiği Orta Asya’daki Türk ana yurtlarıdır ve o kültürü kuranlar ve bütün dünyaya yayanlar da Türklerdir.” Oysa zamanın tarihçileri ve arkeologları, uygarlığın beşiğinin Mezopotamya olduğunu söylüyorlardı. Bu durum karşısında tezlerini geliştirme ihtiyacı hisseden milli tarihçiler, daha da ileri giderek ve icatlar yaparak bu kez de Anadolu’nun ve Mezopotamya’nın kadim halkları olan Hititleri ve Sümerleri proto-Türkler (Türklerin öncülleri) olarak ilan ettiler. Bu anlayışa göre Orta Asya’dan Anadolu’ya iki ayrı göç dalgası olmuştu. İlk dalgayla gelenler eski Anadolu halklarıyla kaynaşmış ve antik çağların Hitit, Sümer uygarlıklarını oluşturmuşlardı. Bu uygarlıkların yıkılmasını izleyen uzun süreçte aynı coğrafya üzerinde farklı uygarlıklar kurulmuş ve Anadolu halkı da bunlarla karışmıştı. 1071’de Anadolu’ya Türklerin tekrar gelmelerinden sonra aradaki bağ kurulmuş, arada geçen binlerce yıllık süreçteki kopukluk aşılmış ve yeni Türk devletinin kurulmasıyla da Anadolu asıl sahibini tekrar bulmuş oluyordu. Üstelik bu son göç dalgasıyla gelen Türklerin saflığının bozulmadığı iddiası da, tarih tezinin önemli bir ayağıydı. Böylece Anadolu halkının çoğunluğunun bu “saf” Türklerden oluştuğu iddia edilerek diğerleri azınlık kabul ediliyordu.
Yapılan kırımlardan, zorunlu göçlerden ve mübadelelerden sonra Rum ve Ermeni nüfusun azınlık haline geldiği doğruysa da, Anadolu’da yaşayan halkların çoğunluğunun “saf” Türklerden oluştuğu fikri tam bir saçmalıktı. Tamamen etnik ve ırkçı bir milliyetçiliğe dayalı bu anlayışın doğal uzantısı olarak, Anadolu’da Türklerden önce binlerce yıl yaşamış olan halklar yok sayılıyor, daha birkaç on yıl öncesine kadar Anadolu nüfusunun önemli bir bölümünü oluşturan Rum ve Ermeniler sanki bu topraklarda hiç yaşamamış farz ediliyordu. 1920’de bile oranı halen %20 olan gayri Müslim nüfus, 1923’te %2,5’e düşmüştü. 40’lı yıllara gelindiğinde ise Anadolu büyük oranda “temizlenmiş”, geriye kala kala bir Kürtler kalmıştı. Ki onlar da, resmi ideoloji tarafından, yakın zamana kadar “Türklerin bir kolu” olarak kabul edilmiştir.
Türk milliyetçiliğinin dayandığı ırkçı görüşlerin ne kadar saçma ve asılsız olduğu, hızla gelişen genetik biliminin ortaya koyduğu veriler ışığında da ortaya çıkmaktadır. Günümüz Türkiye’sinde yaşayanların belirli gen özellikleri baz alınarak yapılan bu araştırmalara göre Orta Asya kökenli olabileceklerin nüfus içindeki oranı %15’i geçmiyor. Geriye kalan %85 gibi ezici bir çoğunluğun genetik yapısı ise Ortadoğu ve Akdeniz halklarına çok yakın. Türkiye, Yunanistan ve İran’da yaşayan halkların yakın akraba olduklarını söylemek mümkün. Ayrıca çoğunluğu oluşturan %85’lik kesim de kendi içinde oldukça ciddi bir çeşitlilik (Ortadoğu’dan Akdeniz halklarına ve Balkanlar’a uzanan bir çeşitlilik) barındırıyor.
Bu bilimsel verilerin birinci sonucu şudur: Eğer Türk olmak Orta Asya kökenli olmakla eşdeğerse, yani Türk Tarih Tezi’nin iddiası doğruysa, Türkiye’nin Türklere ait olduğu pek söylenemez. İkinci sonuç ise, bugün Anadolu’da yaşayan halkların, kökenleri neresi olursa olsun “saf” bir ırktan oluşmadıklarıdır. Yani Türkiye’de yaşayanların çoğunluğunun “saf” Türk ırkından oluştuğu da koca bir yalandır. Hititlerin ve Sümerlerin Orta Asya’dan gelen proto-Türkler oldukları yahut uygarlığın dünyaya Orta Asya’dan yayıldığı iddialarının uydurukluğu da bu araştırmalar tarafından net bir şekilde ortaya konulmaktadır. Demek ki, Türk Tarih Tezi ve benzeri yaklaşımların hiçbir gerçekliği yoktur.
Burjuvazinin yalanlarına inanma!
Genetik araştırmaların sonuçlarını yeni yeni öğrenmeye başlasak da, milliyetçi ve ırkçı fikirlerin bilim dışılığı yeni bir olgu değildir. İnsan türünün ten rengi, boy-pos, saç dokusu, kafatası boyutları ve göz biçimi gibi fiziksel faklılıklarını anlatmak için kullanılmaya başlanmış olan “ırk” kavramının anlamsızlığı uzun yıllar önce ortaya çıkmıştır. İnsan topluluklarının bu farklılıklar temelinde sınıflandırılmasının mümkün olmadığı pratikte görülmüştür. Örneğin bütün Kuzey Avrupa’da, Aryan “ırkının” temel özellikleri sayılan sarı saç, mavi göz, uzun boy ve brakisefal kafatası özelliklerine sahip olanların oranı %10’u geçmiyor. Buna benzer istatistik sonuçları hemen her ülke ve ulus için geçerlidir. Bilim, deri rengi ve göz kapağı yapısı gibi fizyolojik farklılıkların sebebinin, Afrika’dan dünyaya yayılan insan topluluklarının bulundukları coğrafyaya uyum sağlamak için geçirdikleri evrimin, mutasyonun (canlının genetik bilgisinde meydana gelen ve nesilden nesile aktarılan kalıtsal değişmeler) bir sonucu olduğunu ortaya koymuştur. Üstelik bu farklılıkların insanın 2,5 milyon yıllık evrim tarihi içinde son derece kısa sayılabilecek bir süre olan son 40 bin yıl içinde gerçekleştiği hesap ediliyor.
“Irksal” farklılıklar bu süre içinde bir yandan oluşur ve çeşitlenirken, diğer yandan da “bozulmuş” ve melezleşme yoluyla bir potada eriyerek yeni özellikler kazanmıştır. Son 10 bin yıllık süreç, farklı “ırksal” özelliklere sahip insan topluluklarının göçler ve birleşmeler yoluyla kaynaşmasına ve melezleşmeye sahne olmuştur. Kapitalizmle birlikte bu süreç çok daha hızlanmıştır. Bugün yeryüzünde yaşayan insan toplulukları, ortaya konulan ırksal tiplemelere tam olarak uymuyor. Kaldı ki, melezleşme evrimsel açıdan olumlu ve zorunlu bir ilerlemedir. Çünkü bu yolla insan türü genetik olarak güçlenmekte ve daha dayanıklı bir hale gelmektedir. Yani ırkçı düşünürlerin iddia ettiği gibi saf ırkların olmadığı, ırksal denilen özelliklerin veya üstünlüklerin kültürel üstünlüğe yol açmadığı, yine bu özelliklerin de değişmez şeyler olmadığı defalarca kanıtlanmıştır.
http://marksist.net/kerem_dagli/milliyetcilik_irkcilik_ve_turkluk_kavrami.htm
artık kendimle konuşuyorum…gene de “alınan” üstüne alınabilir: bence devleti kutsal saymak faşizmin ta kendisidir.. onu bilhassa bu küreselleşme döneminde bir zorunluluk olarak gören her görüş sonuçta faşizme hizmet eder. son tahlilde devleti gerekli gören, bugün için farkında olmasa da faşizmin ekmeğine yağ sürüyordur.
On dokuzuncu asırda bütün Alman tarih ilmi bu cins faraziyelerin tesiri altında gelişmiştir. Bu tesirin yalnız tarih tetebbüleri sahasında değil, metafizik, felsefe, şiir, musiki ve mimarî sahalarında da derin izleri müşahede olunur. Nihayet, gün geldi, Germen ırkının yeryüzündeki diğer bütün ırklardan üstünlüğü faraziyesi bir siyasî partinin programı, derken bir devletin -bir muasır devletin- ana kanunu mahiyetini aldı. Yani, ilim ve nazariyat lâboratuvarından çıkıp pratik hayata intibak etti.
Bunda hayreti ve garipsemeyi mucip bir şey yoktur. Haddizatında birer hurafeden ibaret olan nice mezhepler, teşkilâtları, sosyal ve moral kanunlarıyle milyonlarca insanın yaşayış ve düşünüş tarzını tâyin eden birer canlı müessese şekline girmedi mi? Katolik kilisesi, bugün, yarım milyara yakın tebaası olan bir kocaman devlet değil midir? Halbuki, bunun esası, bir Meryem ve Yesu masalından ibarettir. Bunun için meselâ bir Nasyonal-Sosyalizm Almanyasını doğuran Germanist nazariyelerin, asıllarında, birer mücerret hakikati ifade edip etmediklerine bakmayalım. Bunların kuvveti ve kıymeti işte vücut verdikleri ve adına “Üçüncü Reich” denilen korkunç realite ile ölçülebilir.
Zaten, mücerret hakikat diye bir şey var mıdır? Hakikat, hayatın bizzat kendisidir ve ilimler asıl bilinmeyen bu sırrın etrafında yapılan yorumlardan ibarettir. Bunun içindir ki, her ilim, cebirdeki meçhul işareti olan “x” ile başlar ve meçhulden malûmlara doğru gider. Şu halde, en müspet ilimlerin esası bile, bir faraziyedir. Kaldı ki, nesilden nesile intikal etmiş birtakım rivayetlerden ibaret olan tarih (son zamanlarda imdadına yetişen arkeolojiye rağmen) henüz sanat ve edebiyat vâdisinden, yani nisbî ve tahayyülî fikir mahsulâtı kategorisinden dışarıya çıkmış değildir. Gerçi, son zamanlarda tarihin müspet ilimler meyanına sokulması için epeyce gayretler sarf edildiğini biliyoruz. Geçmişin hâdiselerini tespit bahsinde artık hikâye tarzı terk edilmekte ve yalnız arşivlerdeki belgelerin kronolojik tasnifi yapılmaktadır. Buna nazaran şu veya bu tarihî vaka hakkında sentetik hüküm vermek vazifesi öğretenden ziyade, öğrenene bırakılmış oluyor. Şimdilik değişen şey de, sanırız, bundan başka bir şey değildir.
–
Yakup Kadri Karaosmanoğlu’ndan
Bindikleri dalı kesen hain bunlar hain.Hastaneleri, okulları yakan ve tarayan PKK’lıları,çatıların üstünden keskin nişancı askerler her gün alnının ortasından vurmalı.Elinde molotof bulunan bebeleri de 1 günde sindirmek kolay ama irade gerek. Yok insan hakları,yok yeşiller partisi hepsi kınar 2 gün sonra unutur.
Siz neden yurtdışından döndünüz?Size de tavsiyem,bu acılı topraklarda anarşistlik-bölücülük yapmayın.Gidin İngiltere’ye,Fransa’ya… hem orada daha fazla özgülük var hem fikirleriniz daha güzel çiçek açar!!!
aslında zileliden beklenmeyecek seviyede,kürt özgürlük hareketinin bir isyan ve halkının özgürlük hareketi seviyesindeki olumlu imajını zedeleyen provakasyonlara gelmemesi için uyaran ve bilinenlerin ardındaki asıl gerçekleri açığa çıkarmaya çalışan olumlu yazı olmuş.olumsuz olanı ise kendide fark etmiştir yorumlara giderek ırkçı faşist diyebileceğimiz 80 yıllık devlet-iktidar efendilerini öğrettiği ezberin yorumcularla siteye taşınması bence bu durumdan zilelide kendine bir sorumluluk çıkarıp özeleştiri yapar HDPnin eleştiri kabül etmediği öz eleştiri yapamadığı şeklindeki yorumların aslında sık rastladığımız HDPalgısını devlet-iktidarların öğrettiği yalanların üstüne inşa edip bu hareketi hiç bilmeyenlerin yorumu olmuş zilelinin tanıdığı çok sayıda HDP li hatta hdp yöneticisi olduğuna eminim HDP de olup biteni birinci elden öğrendiğine eminim??geçte olsa rojowa ve toplumsal ekolojik kömünalizmin inşa çabalarını merak ettiğini M.Bookchini de merak edip okumaya çalıştığı düşüncesindeyim evrensel devrimci gelenek ve birikimlerin merak edip ilgilendiği bu projeyi en devrimci öncülerin bilmemesi imkansız?????
Anonim arkadaş epey emek verip “kes-yapıştır” olarak alıntıladığın görüşler için teşekkürler, bilenen bu tür tezleri tekrarlamak için zaman harcadığın için ayrıca teşekkürler. Türkçülük, Turancılık gibi kavramların ne olduğuna baktığınız yerden önemi vardır. Kendiniz değil de kökü dışarda kişilerin görüşlerini kes- yapıştır yerine size özgü ifadeleriniz olsa daha değerli olurdu. Ama yine de teşekkür ederim aydınlattığınız için. Saygılar
Aşağıdaki şiir Nazım HİKMET’ e aittir. Bakalım orda dikkatinize çeken bir şey var mı?
MEHMET ÇAVUŞA!
Vatan için ey kahraman
Hayatına hor baktın
Arslan gibi saldırarak
Namertleri hep yaktın
Kurşun bitip tüfeğin de kırılınca
Düşmanına taş attın
Bu besâlet karşısında hangi kale
düşmez ki
Bu şecaat karşısında hangi düşman
kaçmaz ki
İşte senin düşmanın
Tabiî ki kaçacak
Yine büyük Türk adı
Dağlar taşlar aşacak
Yine Türkün bayrağı
Kaleleri yıkacak
Yine Türkün gemisi
Denizleri aşacak
Yine Türkün sanatı
Avrupa’ya taşacak
Yine Türkün sinesi
Vatan aşkıyla dolacak
İşte bunlar emin ol
Emin ol ki olacak
Yine Türkün tarihi
Yaldızlı sahifeler yazacak.
22 Şubat 1330 [1914]
İçinde küfür olmasa yayınlanacaktı 🙂
stalinizm staliniz stalinizm, gun zileli diyorki bu kis stalinizm gelebilir, ,,,, hos Adam yaaaaaaa:)))
bu kis stalinizm gelebilir: gün zileli…15 gunluk anti Stalinist yazilar:)))
Bu şiir Nazım Hikmet’i asla temsil etmez. 1902 doğumlu olduğuna göre 12 yaşında bir çocuğun karalamaları bunlar. Bilakis bu şiir, milliyetçiliğin ancak 12 zekâ yaşına uygun bir düşünce olduğunu ortaya koyar.
Bu Memleket Bizim
Dört nala gelip uzak Asyadan
Akdenize bir kisrak basi gibi uzanan
Bu memleket bizim
Bilekler kan içinde
Disler kenetli
Ayaklar çiplak
Ve ipek bir haliya benzeyen toprak
Bu cehennem, bu cennet bizim
Kapansin el kapilari
Bir daha açilmasin
Yok edin insanin insana kullugunu
Bu davet bizim
Yasamak bir agaç gibi tek ve hür
Ve bir orman gibi kardesçesine
Bu hasret bizim
Nazım Hikmet
Her halde bu şiiri de 16 yaşında yazmamıştır mesela, bu şiirde anlatılan da vatansızlık değil .. Bakın Gün bey benim için ülkemde yetişen ve bu ülkeye bir katkı sağlayan her kişi değerlidir. Saygılar
Ulus diye birşeyin olmaması bir yana, kendimi insanlığa bile ait görmüyorum. İnsanlar beni ilgilendirmiyor. Ya da hayvanlar, bitkiler, böcekler, tekhücreliler ne kadar ilgilendiriyorsa o kadar. İnsan sadece bir canlıdır. Bu askerlerin veya herhangi bir insanın öldürülmesi, bir hayvanın, bitkinin yenmek için öldürülmesinden daha üzücü değildir.
bu memleket bizim derken “Türklerin” demek istemiyor. Her milliyetten emekçi insanları kastediyor.
Şunu da söylemek isterim, önceki yorumumda insan merkezciliği sorgulatmak biraz aşırı kaçtım çünkü kusura bakmayın, insanların sevgilerini, duygularını -ki bunlar da değişiyor ve içlerinde çatışma var- inkar etmiyorum elbette.
ulusçuluk ya da milliyetçilik, sadece kendini ait hissettiği ulusu-milliyeti sevmek değil…asıl olarak başka halkları, ulus ve milliyetleri aşağı ve hakir görmenin yaldızlanmış ifadesinden başka birşeyl midir?
ne mutlu O HAİNE Kİ EFENDİLERİNE İTAATTEN VE ONLARIN VERDİĞİ KİMLİK ALGISINDAN SIYRILIP, KENDİLİĞİNİ SEÇMİŞTİR.
Şimdiki anayasanın 66. maddesi, “Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür” demiş.
Bu ne demektir sizce? “Vatandaşlık bağı ile bağlı” nasıl bir şeydir? “TC vatandaşı olan herkes Türk’tür” mü demek istemiş? Öyleyse neden dümdüz dememiş, lafı neden dolandırmış?
Ben size söyleyeyim. Nüfus kâğıdı yetmez diyor, ideolojik deli gömleğini de giyeceksin. ‘Onuncu Yıl Marşı’nı ciğerlerini şişirerek söylüyor musun? Höt deyince susta durup ‘vatan-millet-Sakarya’, ‘Atam sen kalk ben yatam’ şiiri okuyor musun? O zaman sen Türksün. Yoksa kanı bozuk soysuzsun, Lozan Antlaşması yüzünden mecburen seni de vatandaş sayar gibi görünmek zorundayız ama Türklüğün yüce payesini bahşeder miyiz hiç?
İtiraf edeyim, benim ‘Türk’ olmak gibi bir derdim yok. TC vatandaşı olan hayli yüklü bir nüfusun da öyle bir arzusu ya da beklentisi olduğunu sanmıyorum. Vatandaş olmak bize yetiyor. Ciddiye alınırsa kan bağından çok daha güçlü bir aidiyet zeminidir bence. Akrabasının yüzünü görmeye tahammül edemeyen çok insan tanıyorum, ama ortak hak ve sorumlulukları paylaştığın insanlarla en azından oturup konuşabilirsin.
Üstelik 66. maddedeki tanımın harbi Türklere de haksızlık ettiğini düşünüyorum. Ya adam doğma büyüme Türk olduğu halde o devletin resmi değerlerine ‘bağlı’ olmamayı seçerse? Onun kimliğini, Türklüğünü sen hangi hakla sorgularsın?
Aidiyet ve haksız üstünlük Sonra Kerkük’te, Batı Trakya’da, İsveç’te TC devletine hiçbir bağla ‘bağlı’ olmayan Türkler var, onlar Türk değil mi? Bilge Han bile Orhun Yazıtı’nda “Ey Türk titre ve kendine dön” demiş. “Titremezsen Türk değilsin soysuz herif” diye alenen hakaret etmemiş.
Bırakın Türklük bir sosyolojik kategori olarak kalsın. Kendini Türk sayan herkes Türk’tür de geç. Arzu ederlerse gurur duysunlar, övünsünler, güvensinler, soydaş muhabbeti yapsınlar, kime ne? İnsanın bir topluluğa ait olması fena bir şey değil. Yeter ki bunu kullanıp kamu yönetiminde haksız üstünlük elde etmeye kalkışmasın.
http://www.radikal.com.tr/yorum/yeni_anayasa_icin_vatandaslik_onerisi-1036641
Kobani eylemleri ve süreç gösterdiki öcalan hala devlete çalışıyor Nazım Hikmet’te vatan hainliğine devam ediyor halaa
Şair İsmet Özel’den tartışılacak sözler
İstiklal Marşı’nı ilahi şeklinde okuyarak farklı yorum getiren, “Müslüman olmadan Türk olunmaz” sözüyle tartışma çıkaran şair İsmet Özel yine çok konuşulacak açıklamalar yaptı. Özel, “Namaz kılmayan Türk olamaz” dedi.
Habertürk’te ekrana gelen “Öteki Gündem” programının dün geceki konukları şair İsmet Özel ve Aytunç Altundal, konu başlıkları ise “Türklük, Türklüğün tanımı ve değerleri” tanımlarıydı.
“MÜSLÜMAN OLMADAN TÜRK OLUNMAZ” DEMİŞTİ
Konuklardan İsmet Özel, birkaç yıl önce söylediği “Müslüman olmadan Türk olunmaz” sözlerinin bir benzerini bu kez canlı yayında söyledi. Özel, 2009 yılında bir konferansta “Burada sadece Müslümanın sözü geçer, Müslümandan başkasına söz hakkı tanımıyoruz” demişti.
Geçtiğimiz haftalarda Hürriyet Gazetesi’ndeki köşesinde “Türklükten istifa ediyorum” diye yazan Ertuğrul Özkök için Altundal, “Ver bakalım o zaman şu kimliğini derim, çünkü Türklük bizim için bir kimliktir” dedi.
“NAMAZ KILMAYAN TÜRK OLAMAZ”
Şair İsmet Özel, konu Türklüğün tanımına gelince ilginç bir ifade kullandı. Özel, namaz kılmadan Türk olunmayacağını söyledi.
Özel şunları söyledi:
“Bir adam ‘Ben Türk değilim’ diyorsa ben ona ‘beter ol’ diyorum. Eğer birisi de ‘Ben Türküm’ diyorsa ona ‘nerenden belli’ diyorum. Namaz kılmayan Türk olamaz”
Diğer konuk Aytunç Altundal da tepki gösterdi.
TWITTER’IN GÜNDEMİ OLDU
İsmet Özel’in sözlerine Twitter’da da çok sayıda yorum geldi.
Feyzi İşbaşaran
İsmet Özel “Kürt’ler müslüman olduğum için Türk’üm demeli” İsmet Bey sizin eski şiirlerinizi okurum.Yenilerini okumam:))
İsmet Özel kesinlikle uçmuş “Namaz kılmayan Türk değil” dedikten sonra izlemeye gerek kalmadı.
Erkan Açıkgöz
İsmet Özel ”Namaz Kılmayan Türk olamaz”buyurmuş,bayramdan bayrama,ya da Cuma namaz kılmak Türk olmak için yeterli mi? kurtarır mı acaba 🙂
Ayşegül Yüksel
İsmet Özel demiş ama namaz kılmayan türk olur, ama o da öyle düşünüyor demek ki. Şair adam bu “düşünür düşünür” onun olayı o
Halim Baltacı
İsmet Özel Hocam Namaz kılmama sadece Ahirete borçla gitmeye sebeptir.. Türklük damarlarda dolaşan ve Babadan gelen Kanla alakalıdır.
http://www.hurriyet.com.tr/gundem/22688443.asp
Vatan kelimesi, Sümerce’den gelir. Sümerce aslı “eb-ata” şeklindedir. Anlamı “ataevi”dir. Sümerce kelime, Akkadca’da “batanu”, Arapça’da “vatan” olarak yer almış; oradan Türkçe’ye intikal etmiştir. Vatan, insanlık değerleri içinde en baş köşede yer alır. Zira vatan; çalışıp alınteri ile ekmek parası kazandığımız fabrikamız ve tarlamız, bilim öğrendiğimiz okulumuz, başı göklerdeki dağımız, uçsuz bucaksız ovamız, engin denizimizdir.. Bir insan için özgür bir vatan, emeğinin ve ekmeğinin yücelmesi için bir zarurettir. Vatan o kadar şefkatli bir annedir ki hepimize yeter. Vatan, medeni topluma ait bir kavramdır. Sümerce’de “ma-du” kelimesi, “benim toprağım” demekti. Mecazen; bölgem, ilçem, şehrim vs. anlamı taşıyordu. Akkatça’da “maatu”, Arapça’da “medine” şeklinde yer aldı. Medeniyet, medineye ilişkin kavramların tümüdür. İnsanlığın topraktan türemesi bir bakıma budur.
İsmet Özel bir alem, tepkiler de ondan geri kalır gibi değil. İsmet özel, Dev-Genç’in önceli olan FKF marşının sözlerini yazan şairdir:
Ha deyip sırtımızı halklara dayamışız
Kavga özgürlük için
Yığınlar için kavga
vatan devletli ve sınıflı toplumlar döneminin icadı olan bir kavram.
tevfik fikret ve enternasyonalistler için “vatan bütün yeryüzü, ulus bütün insanlık” …
burjuvazi için, mülk edinebildiği parayla alım-satımını yapabildiği yer.
faşistler için ise, “devletin egemenlik alanı” ya da başka bir ifade ile boyun eğdirip, tebaa ettikleri için “c-ezaevi”
Gün bey, Nazım o şiirde milliyetini daha ilk satırda belirtmiştir. Her ne kadar siz kabullenmeseniz de, uzak Asya’dan gelen de bellidir. Bazı arkadaşalar hala daha kimliksiz, kişiliksiz soğuk savaş dönemi sözcüklerde takılıp kalmışlar. Dünya milletlerinin kabullendiği ve bu coğrafyada yaşayan halka TÜRK MİLLETİ derken sizler kalkmış hala garip bir şekilde bundan kaçınma derdindesiniz ve bunu yaparken de bilimsellik adına hareket ettiğinizi de iddia etmeniz ayrıca Aziz Nesin tadında bir komedidir.
İsmet Özel hakkında bir şey söylemek çok safça olur, çünkü Türklük eşittir Müslümanlık demek hayattan ve her şeyden bihaber yaşayıp, toplumla dalga geçmek ve aykırı söylemlerle geçimini sağlamaktır..
Bu topraklarda yaşayan çok sayıda Türk olmayan insan var. Onları da Türk mü kabul ediyorsunuz. Mesela ben. Türklükle Türkçe konuşmak ve yazmak dışında hiçbir ruhsal ortaklığım yok.
Türklüğünü ölçmüyorum kimsenin elimde ölçü aletleri ile, kendini Türk hissedip, Türk milletine mensubum diyen kişinin etnik yapısı beni ilgilendirmiyor. Türkçe konuşmak ve yazmak ve hatta rüyalarınızı bile Türkçe görmek, her ne kadar ben Türk değilim deseniz bile ruhsal yakınlığınız da kendiliğinden vardır.
Ben Türküm derken, beni sanırım sürekli bir ırkçılık ön yargısı ile kabulleniyorsunuz. Biliyor musunuz, 12 Eylül öncesinde CHP içerisinde her türlü sol fraksiyonun cirit attığı dönemde ben Türküm demeye korkar hale gelmiş ve özellikle “Kürdüm” demek ise çok gözde bir durumdu. Ben Türküm dersem ” Irkçı şoven” oluyordum. Ne hikmetse “Kürdüm” diyen “Demokrat” Anlatabiliyor muyum? Günümüzde de aynı benzerlikler yok mu?
Bakın Gün bey, insanların mensubiyetlerini yok etmek, hiç bir gücün elinde değil. Önümüzde kocaman bir SSCB laboratuvarı var. Osmanlıdan sonra çok dilli, çok milletli bir imparatorluk olan SSCB’ de o kadar baskıya, yasağa, katliama, sürgüne rağmen kişilerin kafasından ne milliyetlerini ne de dinlerini silemediler… Bir gecede 300 bin Kırım Türkünü hayvan vagonlarında yurtların alıp Sibirya’ya sürgün eden Stalin bile insanların içlerindeki Türklük bilincini silememişken , Türkiye’de yarı aydın kimi kesimler mi, ezberledikleri kitabi sözlerle Türk Milletini yeniden tarif edip, tanımlayacaklar güldürmeyin beni…
bakkal karabetin ışıkları yanmış
affetmedi bu ermeni vatandaş
kürt dağlarında babasının kesilmesini
fakat seviyor seni çünkü sen de affetmedin
bu karayı sürenleri Türk halkının alnına
http://derinsular.com/ortak-payda-diye-bir-sey-yoktur-ama-olabilir-de/
Türk devletinin Ermenilere, Rumlara, Kürtlere yaptıkları konusunda ne diyorsunuz?
Türklük artık çok eskilerde, Göktürk ve Uygur zamanında kaldı. O dönem etnik kökenimiz, kültürümüz, dini inancımız, alfabemiz, takvimimiz, kişi adlarımız, müziğimiz, kıyafetimiz, içkimiz milli idi. Önce İslam, Arap, Fars, sonra Bizans, Anadolu, Balkan, Avrupa etkisiyle bunları iyice kaybettik. Geriye bir dil kaldı. İsmet Özel de bu konuda şöyle demiş; “Eğer katıksız Türkçe konuşacağım diye tutturursanız “hiçbir şey” diyemezsiniz. Çünkü “hiç” Farsça “şey” Arapça’dır.” – o zaman ben de “bir” derim 🙂
Ermenilerin tarihini guzel anlatan facebook sayfasi.herkez incelemeli…
https://www.facebook.com/dilek.cubukcu.58?fref=ts
Bence herkes dilediğince kendini tanımlayıp yaşayabilmeli. Kişi kendini nasıl adlandırıyorsa öyle kabul edilmesi özgürlük ilkesinin bir gereğidir. Kişi “Türküm” demede de “Kürdüm” demede de bir beis görmez/görmemeli…Bugüne kadar “türk yoktur”, diyen kimseye raslamadım.
yalnız, sanki artık “türküm” demek bir ayıplı hale gelmiş gibi söze girip, buradan bir mağduriyet üretme “şark kurnazlığı” peşinde olanlar varsa…onlara Gün Zileli’nin sorduğu soru benzeri sorularla foyası ortaya serilmeli, derim: “Ermeniler, Rumlar, yahudilerin hakları vb konusunda ne düşünüyorsun…? vb. gibi…
İsmet Özel meselesi hakkında ise,olaya Demir Küçükaydın bakışaçısıyla bakınca; tersinden bir doğruluk durumu da yok mu, diye sorasım gelir:
Malum…Demir Küçükaydın bir Müslümanın kendini etnik ayidiyet üzerinden tanımlayamayacağını…İslamın anlamının kendini etnokimliğe karşı bir kimlik olarak var edebileceğini ifade eder…ve söylediği kısaca şudur:
“Bir insan Müslümanım diyorsa Türk değildir…Türküm diyerek kendini bir dil, soy, sop, kanbağı gibi aidiyetler üzerinden tanımlıyorsa “ulus denen bir modern çağ dinine ait olduğu için de Müslüman değildir”.
umarım doğru anlamış ve ifade etmişimdir…eğer bir yanlışlık yaptıysam, düzeltilmekten de memnun olurum.
Şair İsmet Özel: İnsan komünist olmadan Müslüman olursa yapmayacağı kötülük yoktur
Özel, şiire olan ilgisinden siyasi düşüncelerine ve muhafazakarlık konusundaki tartışmalara değindi
Şair İsmet Özel, Memleket Dergi’sine yaptığı açıklamalarda Müslümanlık ve Komünizm üzerine değerlendirmelerde bulundu. Özel, Allah’ın kendisine 20 yaşında komünist olmayı nasip ettiğini söyleyerek, “Eğer bir insan komünist olmadan Müslümansa bu insanın Ümmet-i Muhammet’e yapmayacağı kötülük yoktur” dedi.
Özel sözlerine “Bizim İslam’ın 5 şartı olarak bildiklerimizin hepsi, Komünistlikten ibarettir” sözleriyle devam etti…
Memleket Dergi Haber Koordinatörü M. Emin Yumuşak’ın, Şair İsmet Özel ile yaptığı ve “Sosyalizm Allah’ın bana bir lütfudur ” başlığıyla yayımlanan röportajı şöyle:
‘Sosyalizm Allah’ın bana bir lütfudur’
“Allah, bana 20 yaşımda komünist olmayı nasip etti. Ben de Allah’ın bu lütfuna hiçbir zaman sadakatsizlik göstermedim. Eğer bir insan komünist olmadan Müslümansa bu insanın Ümmet-i Muhammet’e yapmayacağı kötülük yoktur.”
Bu sözler İsmet Özel’e ait. Düşünce temelli yaşantısına sosyalizmle başlayan ve bugün başkanlığını yaptığı İstiklal Marşı Derneği çatısı altında Türk-İslam sentezli fikirlerini anlatmaya çalışan Şair İsmet Özel, siyasi, sosyal ve dini manada çok konuşulacak konuları Memleket Dergi Haber Koordinatörü M. Emin Yumuşak’a anlattı. Şiire olan ilgisini, siyasi düşüncelerini, muhafazakarlık konusundaki değerlendirmelerini ve İstiklal Marşı Derneği’nin kuruluş felsefesini Memleket Dergi okurlarıyla paylaşan Özel, bu süreçte önlerine konulmak istenen engelleri nasıl aştıklarına da değindi. İşte Memleket Dergi’de, Şair İsmet Özel ile yapılan röportajdan bir bölüm…
Şiire karşı olan ilginiz ne zaman başladı? Şair olmaya nasıl karar verdiniz?
Eğer benim 40 yaşıma kadar yazdığım şiirlerin koleksiyonunu görmüşseniz “erbain” adını taşıyor. Orada ilk şiirin altındaki tarih 1953’tür. Benim de 1944 yılında doğduğumu düşünürseniz demek ki o zaman 9 yaşından beridir şiire karşı ilgim var. Sanatın birçok alanına ilgim vardı. Bunun açıklaması çok basit. Ben 6 kardeşin en küçüğüyüm. Babam, 1955 yılında başkomiserlikten emekli oldu. Ailemdeki herkes iyi eğitim aldıkları için kitaplar yabancım olan bir şey değildi. En büyük ağabeyim resim öğretmeniydi. Daha ben okuma-yazma bilmeden büyük ressamların reprodüksiyonlarıyla karşılaştım. Böyle sanat eserlerine ihtiyaç duyulan bir ortamda profesyonel olarak kimsenin bir şey yaptığı yoktu. Ama ben yetişme çağlarında kendime bir gelecek eylemek için aklımı çalıştırdığımda hangi sanat dalıyla kendimi geliştirebileceğimi kendime sordum. Müzik ve resim çok masraflı olduğu için maliyeti en düşük olan şiirdi benim için. Bu yüzden şiir meşguliyet saham oldu. Kendimi şiire bağlı saymam lise son sınıftır. Ondan sonra bu işin beni taşıyacağına, benim de bu işe emek vererek kendimi sıhhatli kılabileceğime iyi gözle baktım.
‘Büyük şairlerin öncesi olmaz’
Her şairin etkilendiği bir üstat vardır derler. Acaba bu doğru mudur? Sizin de etkilendiğiniz, size yön veren bir şair oldu mu? Bir kere gerçekten öyle bir şey var mı? Şimdi tam tersine büyük şairlerin hepsi kendinden öncesi olmayan şairlerdir. Çünkü deriz ki; “bunun dili bahis konusu.” Bir şair ancak kurduğu cümlede diline baskı kurduğu zaman büyük şair kabul edilir. Yani, o yüzden bu bir zincir değildir. “Filanca filancayı doğurur” şeklinde gitmez. Ama ben, gençlik yıllarımda bir söz okumuştum. Şöyle diyordu: “Sanat alanında etkiden kaçanlar, kendilerini bu büyük akrabalığa layık görmeyenlerdir.” Zaten sanat alanı ister istemez müzik olsun, resim olsun, şiir olsun, etkilerle doğabilen bir alandır. Brahms’ın “Birinci senfonisini Bethowen’in 10. senfonisi etkisi altında yapmıştır” derler. Brahms, tamamen kendi rengini aksettirir, yine de Bethowen’in ruhu götürür işi… Nitekim kendisi de uzun yıllar demiştir, Brahms:“Ensemde o kişinin nefesini hissetiğim için senfoni yazamadım.”
Biraz kendinizden bahseder misiniz? Bir dönem sosyalisttiniz. Daha sonra bu fikir değişimi nasıl oldu? İslam’ı tercih etmenize ne tesir etti?
Ben bunun için kitap yazdım. “Neden Müslüman oldun?” diye sordukları için böyle bir gerek hissettim. Şu kanaat temelden yanlıştır: “İsmet Özel, devre devre düşünce değiştiriyor.” Böyle bir şey yok. Ben, akılbali olduğum sırada dünyaya nasıl bakıyor idiysem hala öyle bakıyorum. Hiçbir görüş değişikliği benim için söz konusu değil. Sadece ben, üzerinde yaşadığım toprakların ve birlikte yaşadığım insanların akibeti konusunda endişelendiğim için şöyle veya böyle davrandım. Onlar bunu beceremedikleri için bana “Bir zamanlar şuydu, sonra şöyle oldu” diyorlar. Bunu söyleyen insanlar, bu toprakların ne olduğu, bu insanların kim olduğu sorusunu bir kere bile kendilerine sormamıştır. Yani, “Sen neden bir zamanlar sosyalist görüşleri savunuyordun?” diye sormaya kalkarlarsa bana eğer benim yaşımda birisiyse ben ona “Sen neden sosyalist görüşleri hiç savunmadın?” diye sorarım. Anlatabiliyor muyum?
‘Sağcısı da solcusu da ishal oldu’
“Sen neden Müslüman oldun” diye birileri sorarsa ne cevap verirdiniz? “Müslümanlığın ne olduğunu biliyor musun?” diye soruyla karşılık veririm. Ve “Sen eğer Müslümanlığın ne olduğunu biliyor olsaydın hidayete ermenin ne demek olduğunu da biliyor olman gerekirdi. Fatiha Suresi’ni okuduğunda sana ne söylendiğini de anlıyor olman gerekirdi. ‘Sen, ne zaman Müslüman oldun ve niçin Müslüman oldun’ diye soranlara sen ne zaman Müslüman oldun” diye sorabilirim. Eğer Müslüman değilse de “Neden Müslüman değilsin?” diye sorarım. Eğer birileri benim fikir değiştirdiğimi söylüyorsa bu bana düşmanlıklarından gelir. Kendileri ne olmuşlar kendileri ne olmamışlar onu sormak lazım. Ben hiç görüş değiştirmedim. Benim yaşıtlarım arasında sağ olan ve gençlik ideallerine ihanet etmeyen tek insan benim. Hepsi, sağcısı da solcusu da ishal oldular.
Yani hala sosyalist misiniz? Bu dediklerinizden öyle bir anlam çıkıyor.
Sosyalist düşünce değil. Ben bunu söyledim de yazdım da. Allah, bana 20 yaşımda komünist olmayı nasip etti. Ben de Allah’ın bu lütfuna hiçbir zaman sadakatsizlik göstermedim. Eğer bir insan komünist olmadan Müslümansa bu insanın Ümmet-i Muhammet’e yapmayacağı kötülük yoktur. Çünkü komünist olmak demek, cemaati esas almak demektir. Ferdi olarak namaz kılmak, ruhsat verilmiş bir durumdur. Ancak, namazın esası cemaatle kılınmasıdır. Bizim İslam’ın 5 şartı olarak bildiklerimizin hepsi, Komünistlikten ibarettir. Bir insan neden zekat verir? İslam’ın şartı olduğu için verir. Neden bir insan mülkünün servetinin 40’da birini insanlara dağıtsın? E işte komünistlik yapıyorsun. Düz mantıkta cevabı budur. Ama zekat temizlenmektir. Servetinin pis olan kısmını elinden çıkarıyorsun. Kur’an-ı Kerim’de defalarca belirtiliyor. Kazancınızda hastanın, yoksulun hakkı vardır diyor. Bir kere değil, birçok kere bildiriliyor. Senin kazanç sahibi olman, senin onun sahibi olduğun anlamına gelmiyor. Ne kazanırsan kazan, bunu temizlemiş olman lazım. Senin bunu kullanabilmen için temizlemen gerekiyor. Yani bunlar hesaba katılmadan, gizlice faiz alarak işlerini yürütenlerin, Müslüman addedilmesi, bu dine yabancı kalınması demektir. Allah katındaki dini, yedeğe almak manasına gelmektedir.
‘Muhafazakârlık Müslümanlık yerine kullanılıyorsa bu sahtekârlığa bir son vermek lazım’
Peki, muhafazakârlık sizce nedir? Nasıl bakıyorsunuz muhafazakârlığa?
Muhafazakârlık tercüme bir kelimedir. Konservatif kelimesinden türemiştir. Konserve kelimesinden anlaşılacağı gibi “muhafaza etmek” anlamına gelir. Şimdi, Avrupa’da siyaset alanında bu anlaşılabilir bir şey, konservatif olmak. Çünkü Avrupa’da Orta Çağ’dan itibaren hayatın nasıl idame edileceğine dair bir takım kaideler tayin edilmiştir. Bunlar, Hristiyani, Yahudilikle alakalı veyahut başka bir görüşün uzantısı olan kaideler değildir. Bunlar zaruretin dayattığı, zaruretin icbar ettiği kaidelerdir. Avrupa’da hayat nasıl devam edecek? Bunu bir takım kaidelere bağlamışlar. İşte “Bu kaideler olmadan da bu kaideler terk edilerek de hayatımız devam edebilir” diyen insanlara “liberal” demişler. Yani, konservatif olmayan… Bunun Türk Tarihi ile alakası var. Çünkü Avrupalıları liberal yapan da konservatif yapan da Türk korkusudur. Yani onlar, kendi sahaları içinde “Ne yapacağız da bu durumda hayatta kalacağız” endişesini Türklerin onları orada yaşamaya mecbur etmeleri yüzünden hissetmişlerdir. Şimdi, Türkiye’de Müslüman dememek için muhafazakâr diyorlarsa bu sahtekârlığın bir sonu gelmesi lazım. Müslüman mısın, muhafazakâr mısın? Müslüman isen adı üzerine Müslümanlığın kendi gereklerine uygun hareket etmen lazım. Muhafazakârlık Avrupa’ya aittir. Bilhassa da İngiltere’ye. Muhafazakarlık daha çok İngiliz siyasi algısıdır. İngiltere’nin menfaatlerini “Mevcut kurumlara dayanarak koruyacağız” düşüncesidir.
‘İstiklal Marşı nasıl yazılmışsa derneği de o amaçla kuruldu
İstiklal Marşı Derneği’nin kuruluş amacından biraz bahseder misiniz?
İstiklal Marşı ne sebeple yazıldıysa İstiklal Marşı Derneği de bu sebepten kuruldu. İstiklal Marşı ne için yazıldı? Öncelikle bunu açıklayalım. Bugün her milletin bir marşı varsa bizim de İstiklal Marşı’mız var. Hepimiz İstiklal Marşı’nın hikayesini biliyoruz. Bir harbin Zaferle sonuçlandırılmasına katkıda bulunmak üzere yazıldı İstiklal Marşı. İstiklal Marşı yarışmasına girip de finale kalanlara da baksanız, onların da her biri bu espriyi taşırlar. Bağımsızlık ve vatan… Hatta Kemalettin Kamu’nun İstiklal Marşı adayı olarak finale kalan şiiri, “Kim bırakır Türk kızını Yunan’ın koynuna” diyor. İstiklal Marşı’nın yazılma gayesi dediğim gibi vatandır. M. Akif’in metni kabul edilmeseydi, herhangi biri kabul edilecekti. Hangisi kabul edilirse edilsin, bugün yaşadığımız topraklarda bir müstakil devletin kurulmamasına dönük bir şeydir. Yani bu devlet kurulmuş da kabul ediliyor ama Sakarya Meydan Muharebesi’nin sonucunun ne olacağı konuyu belirleyici olacak. Sakarya Meydan Muharebesi’nin kazanılmasına moral tesir uyandıran bir metin olarak İstiklal Marşı doğdu. İstiklal Marşı’na doğduğu zaman itiraz edenler de aslında belli etmeden Sakarya Meydan Muharebesi’nin Türkler tarafından kaybedilmesini içten içe arzulayan insanlardı.
Derneği kurduğunuzda olumsuz yönde tepkiler aldınız mı? Çünkü biliyorsunuz ki, ulusalcı cenah Mehmet Akif ve İstiklal Marşı aleyhtarlığı yapabiliyorlar. Sizin de önünüze engel koymak istediler mi?
Biz Türkler, bütün düşmanlarımızı şaşırtarak hayrete düşürerek bugüne geldik. Hiç böyle olacağını sanmazlardı. Yani benim gençliğim sırasında sosyalist görüşleri savunan gençler arasında bir sıralama yapılacak olsaydı ben, Müslüman’ım diyerek ortaya çıkacak en son kişi ben olurdum. Biz Türkler, her zaman gavurları şaşırtmışızdır. Hayrete düşürmüşüzdür. Yani böyle mi olacaktı? İstiklal Harbi’nin dönüm noktası Sakarya Meydan Muharebesi mi olacaktı? Evet, biz onları şaşırttık, hayrete düşürdük. İstiklal Marşı Derneği de aynı şekilde İstiklal Marşının doğuşu gibi doğdu. Amerika Birleşik Devletleri’nin Türkiye’deki uzantıları bir şekilde milli refleksler gösteren İsmet Özel’i aleladeleştirmek üzere çareler arıyorlardı. Ne zamanki İsmet Özel’in 90’lı yıllardan itibaren İstiklal Marşı Derneği kurmak gibi fikri olduğunu duydular ve buna balıklama atladılar. “Hah” dediler. “Şimdi İsmet Özel’i bu derneğe hapsederiz” dediler. “Onu bir de bal mumuyla örtüp bir de cila sürersek basan kayacak” dediler. Fakat yine şaşırttık. İstiklal Marşı Derneği, hiç onların düşündüğü gibi bir şey olmadı ve alnı açık başı dik bir pozisyonu muhafaza etti.
Son olarak eklemek istedikleriniz var mı?
Ben vatanı, kullukla bağdaştırıyorum. Eğer bir insan Allah’a secde edecekse yönünü Kabe’ye dönmek zorunda. Peki ayakları nereye basacak? Tabii ki üzerinde bulunduğu toprak parçası olan vatanına. Yani bir insan eğer vatansızsa, kul da olamaz. Bana bu cümleleri paylaşma imkanı verdiği için Memleket Dergi’ye ve size teşekkür ediyorum.
http://t24.com.tr/haber/sair-ismet-ozel-insan-komunist-olmadan-musluman-olursa-yapmayacagi-kotuluk-yoktur,214079
Sosyalizmden islamcı faşizme bir yolculuk!
”Türkler Arapların dinini kabul etmeden evvel de büyük bir millet idi. Arap dinini kabul ettikten sonra, bu din, ne Arapların, ne aynı dinde bulunan Acemlerin ve ne de Mısırlıların vesairenin Türk’lerle birleşip bir millet teşkil etmelerine hiçbir şekilde tesir etmedi.. Bilakis, Türk milletinin milli rabıtalarını gevşetti, milli hislerini, milli heyecanını uyuşturdu. Bu pek tabii idi. Çünkü Muhammed’in kurduğu dinin gayesi milliyetlerin fevkinde şamil bir Arap milliyeti siyasetine müncer oluyordu. Bu arap fikri ümmet kelimesi ile ifade olundu. Muhammed’in dinini kabul edenler, kendilerini unutmağa hayatlarını Allah kelimesinin her yerde yükseltilmesine hasr etmeğe mecburdular. Bununla beraber, Allah’a kendi lisanında değil Allah’ın Arap kavmine gönderdiği Arapça kitapla ibadet ve münacatta bulunacaktı. Arapça öğrenmedikçe Allah’a ne dediğini bilmeyecekti. Bu vaziyyet karşısında Türk Milleti bir çok asırlar ne yaptığını ne yapacağını bilmeksizin adeta bir kelimesinin manasını bilmediği halde Kuran’ı ezberlemekten beyni sulanmış hafızlara döndüler.” (Dil Tarih Yüksek Kurumu-Atatürk’ün El yazmaları 1998/ Prof Afet İnan)
”Aziz Millet Vekilleri,
Dünyaca malum olmuştur ki, bizim devlet idaresindeki ana programımız, Cumhuriyet Halk Partisi programıdır. Bunun kapsadığı prensipler, idarede ve siyasette bizi aydınlatıcı ana hatlardır. Fakat, bu prensipleri, gökten indiği sanılan kitapların doğmalarıyla asla bir tutmamalıdır. Biz, ilhamlarımızı, gökten ve gaipten değil, doğrudan doğruya hayattan almış bulunuyoruz. Söylev ve Demeçler / Cilt 1 / Syf. 389
”Benim bir dinim yok ve bazen bütün dinlerin denizin dibini boylamasını istiyorum. Hükümetini ayakta tutmak için dini kullanmaya gerek duyanlar zayıf yöneticilerdir, adeta halkı bir kapana kıstırırlar. Benim halkım demokrasi ilkelerini gerçeğin emirlerini ve bilimin öğretilerini öğrenecektir. Batıl inançlardan vazgeçilmelidir. İsteyen istediği gibi ibadet edebilir. Herkes kendi vicdanının sesini dinler. Ama bu davranış ne sağduyulu mantıkla çelişmeli ne de başkalarının özgürlüğüne karşı çıkmasına yol açmalıdır.. ” Atatürk-1926 (Andrew Mango, Atatürk Syf. 447)
“Evet Karabekir, Arapoğlu’nun yavelerini Türk oğullarına öğretmek için Kuran’ı Türkçe’ye tercüme ettireceğim ve böylece de okutturacağım, ta ki budalalık edip de aldanmakta devam etmesinler..” (Atatürk-Kazım Karabekir Paşaların Kavgası, Syf 159)
M.Kemal’in bu tespitleri -her ne kadar kurduğu devlet ve düzen tam aksini uygulasa da- bence önemli. Kemalizm’e karşı, hatta düşman biri olarak bu konuda ona katılıyorum.
Düşünecek bir şey yok, ne yapmış ki Türk devleti ??
Deniz Gezmiş
“Baba, Bugün radyodan ölümümüz hakkındaki kararı öğrendim. Aşağı yukarı bu kararı bekliyordum. Metanetini bozmayacağını umut ederim. Sen Mustafa Kemal döneminde yaşayıp bağımsızlığın ne olduğunu gördün. Dolayısıyla bağımsızlık uğruna ölmenin anlamını kavrayacağına inanıyorum. Anamı teselli etmeyi unutmayacağını biliyorum.”
Deniz Gezmiş – 43. yıl sonra yayınlanan mektuplarından
Türklük adına senin daha iyi bilmen gerekir.
Valla Türklük adına ben biliyorsam, ne yapmışlarsa hak edene yapmışlardır. Bu millete yapılanları ortaya koyup bir karşılaştırma yapacak olursak, borçlu çıkarsınız….
En yakın zamanda IŞİD teröristlerinin öldürdüğü TÜRKMENLER için, hiç bir kendini hümanist, komünist, sosyalist veya her ne ise, hisseden kişilerin ne yazılarında ne söylemlerinde AYN EL ARAP (KOBENİ) için kendilerini parçalarcasına haykırışlarını görmedik…
TÜRKMEN katliamını görmezden gelenler, her ne hikmetse her ağızlarını açtıklarında Ermeni, Rum ve Kürtlere yapılanları öne sürerler Neden??
Özellikle kendini demokrat, sosyalist, solcu, anarşist, hümanist, liberal solcu(!), Müslüman solcu (!) , ne kadar bu türden niteleme sahibi kişiler varsa, öncelikle kendi içlerinde bir özeleştiri yapmaları gerekir.
Bir çok laf salatasını bir araya getirip yıllarca tartışıp, yok Marks böyle demiş, hayır Lenin daha iyi demiş, yok hayır efendim Stalin yoldaş en iyisini söylemiş, hadi oradan siz bilmiyorsunuz, Mao amcam en gerçekçi sosyalizmi uygulamış derken Enver hocayı da unutmayın … yıllarca o adam ne demiş bu adam ne yapmış tartışıp durdunuz ve geldiğiniz noktada bir arpa boyu yol alamamışsınız.
Halbuki Mustafa Kemal’e kulak verseydiniz. daha reel sonuçlara ulaşırdınız.
Bütün o anlı şanlı adı geçen kişilerin her biri sadece ve sadece bir iktidar kavgası için ve özellikle de kendi ülkeleri için ve kendi hırsları için yazmışlar çizmişler bizlerde bu görüşler etrafında birbirimizi yemişiz, yemişsiniz..
Milliyetçi, ulusalcı görüşlere sahip olanlara faşist denmiş, onlarda solculara, devrimcilere komünist demiş. Sonra herkes kendi içinde yeniden bölünmüş, mesela Mao amcayı beğenenler Sovyetlere bağımlı olanlara sosyal faşist demişler, revizyonist demişler de , demişler , ama netice olarak bu genç beyinlerin boşa giden tartışmaları sürerken içlerinden bazı uyanıklar devletin yönetim erkine duygusal(!) anlamda eklemlenmiş ,kimisi başka başka yerlere angaje olmuşlar, kendilerine verilen görev doğrultusunda televizyonlarda sabahlara kadar çene çalıp paralar kazanmış ve bu artık bir geçim yolu olmuştur. İdeolojiler mi? O da ne demek? O çok eskilerde kalmış romantik zamanlardı.
Dolayısı ile kim kimseye Türk Devleti ona ne yaptı buna ne yaptı diye sormasın… Herkes ne yaptıysa kendi yaptı ve neyi hak ettiyse onu gördü…
CİA, BND, MOSSAD ‘ın kucağında oturup, Türk devletine, Türk milletine yol ve yön göstermek kimsenin haddi de hakkı da değildir…
Kaldı ki, sorduğun kimliklerin sıradan vatandaşları ile hiç kimsenin bir sorunu yoktur. Halk arasında bir söz vardır. ” Kabahat ölendedir” diye bir de bu açıdan bakınız
Saygılar
İçinde küfür olmasaydı yayınlanacaktı. 🙂
neden hdp ye gitmiyorsun zileli senin gibileri orda yasatiyrlar, emperyalizm memperyalizm biz Kirk kisiyiz birbirimizi biliriz solculugu, yerin orasi git oraya oranin en namuslu adami olmaya Calis, bizim Burda isimiz cok, dusecegiiiz kalkacagiz silahli kulahli lumpence plebyen siler gelecek elimizden tam hata yaptigimizi anladigimizda siz hatamizi ahada bunlar Boyle boktur dediginiz icin savunacagagiz, hatamizi savunacagiz, tarih bizi Boyle yazacak biz tarihe oynuyoruz, sonuca oyniyan ocalan in tespihine dizilsin, devrimciler icin bisey yapmayin bisey olmaz, ama onlara karsida bisey yapmadin, zileli su sitede yazilarina bak, omrunu duzen karsitligina degil duzen karsitligi icnde karsitliga adamissin, zileli, geleceginin yolunu duzlemeye baslamissin, biseyler bitti saniyorsun, ara sira ortam yokluyorsun, karsi devrimci kimdir kime denir, karsi devrimcilige giden yolu aklamaya calisiyorsu, git oylesine demeyiz, elimizden geldigince karsi koyariz, ama gittiginde merhamet bekleme, perincege kizip dev solu yakiyosan, sen hala perincekcisin ..
karsi devrimcilik nedir ne degildir, nasil kendi yoldaslarini oldurduler gibi yazilarindan belki ayni konularda durup dusunup bir degerlendirme yapmaya bile firsat bulamamais akimlarinlarin ensesinde ideolojik olarak bitip bitirme istegin oldugunu gec gormusum, adisin zileli adi sin ve sen karsi devrimcilik neyse iyi ve kotu nun arasini bile duzleyecek bir yere gidebilirdin, ama teorik yeterliligin Boyle bohem yapmiyor seni, sonucta, aydinlikci ihbarci karsi devrimci yontemle ayni yere saldiriyosrsun, devrimcilere, hdp liler alin bunu, yoksa elimizden bi kaza cikacak, midemiz bulaniyor…
size hep biseyleri bir takim programlari, gelip gecici secim donemlerde yasal sol partilerin propagandasini yapmakla sinirli(ennnnnn tehliklei tasfiyecilik bu) bir takim kesinlikle o guclerin olusmasinda katkiniz olmadigi seyler uzerinde secim Hakki olmak ve az bisey sanki militanmis gibi olmanizdan baska bisey olmayan tercihleri secmeniz isteniyor, bizi sevmezsiniz biliriz, sizi sevmeyiz biirsiniz, neden hali Hazir bir guc kitle dinaik uzerine Politika yapmak yenine, , o hali Hazir kitleyi kucuk mucuk yaratmak derdiginde olmak ve zahmetli olan bir yolu secmiyorsunuz, ne olur,ki? dergi dagiticiniiz sokak ortasinda vurulur, kurt milliyetcileri onlari Dogru yola cagirdiginiz icin sizi diver, az cok bi kitlesellegi yaratmis ve yaratilabilecegini kanitlamissinizdir, ama hali Hazir sol neyse, yaratin siz anladiniz onu diycem ama gercekten supheliyim, sifirdan bisey yaratmak)?????biz bu bunun tadina vardik, oluyo calisinca gercekten ama cok calismak gerek:) ama kolayida var hdp git Hazir kurt kitlesi seni tasir meclise bile girer yemek yersin, hatta ordan dhkpc NIN EMEK VERMEDIGIN KURT HALKININ HANI UZERINDEN ; KURT DUSMANI OLDUGUNU SOYLER AHKAM KESERSIN
her turu gucler dengesi degisebilir, bu asagilik seyi cocuklarima unutturmasam bana yeter, yeterki hain in hain oldugunu bilenler olsun, varsin bunu soylemeyi bi sure ertelesinler…
ne Kadar geri olursa olsun oradaki insanimiz, orada onu linc etmeye kalkan insanlar tum nufusu olustursa bile, linc edilen insanimizi harattiginiz gorulmemistir, size bahsedilen yasal liklar disinda o mevzileri bile dusmandan cok bize karsi kullandiniz, bu savas milli eko sinif savasi felan degildir, bu savas blaonguinin biraktigi yerden marxin oldugu yere getirilebilir, o zamaninmarxistleri ancam hakkimizda konusabilir, bu zamanin lassalleri degil…
staneye goturmeye kalkan bunu insani durtuleri ile yapan Adam,…. bizim baslangic noktasimiz budur, sizin baslangic noktaniz hali hazira konmaktir, kanla silahla kazanilmis yaratilmis bir halk mucadelesi uzerinden kendinii yasatiyorsunuz, o yuzden soyluyoruz evet tek devrimci hareket biziz, burada etnik milli komlik ayristirmasi yok burada ahlaki bir ayristirma var, her dugunde damatsinisiniz ve her cenazede varsiniz, tek bir cephe ya
Yani hak edeni keseriz diyorsun. Zaten faşizm de budur.
hissetmis olmalisiniz ilk harfler cikti klavyemden ouvvvvvvh soguk ruzgar o soguk seytani ruzgar bacaklarinizi serinletmedimimi ouuuuvvvv. her halk haraketi her devrim aslinda yolunda gidiyordur ama ben varim aouuuuuvvvv, aydin ve entellektuellerin istedigi gitmezse isler, genis kitlelerin onuyu alirim, ve o aydin simarikligini ezerimmmmm, ouuuuuvvvv,, halbusemke sizin kucuk yasamlarinizin bir onceki rejimle celiskii ouuuuuuuv, hersey benle geri gitiiii ouuuuv,0rgutlu gucun, basit orgut militanlari ve onlarin lideri olan bennn, geldimmmm, hala o soguk ruzgarmi sarmadimi dizlerinizi, seytani biseyim, ben buyuk oy cogunlugu desen var, ama parti eski kadrolarida var, ama devletin su anki ve gelecekteki burokrasisi hep sizden ama buna ragmen ben sinif disim ha ouuuuuuvvvvv, soguk bir ruzgar esiri kucuk burjuva yasamlarinizi tehdit edennnn, ouuuuuuv fay hatttiii derler diyolar, kis soguk geccek diyolar, ouuuuuv , bu kis stalinizm gelcek, stalinizm dedigin sey Kati bir boktan disiplindir, adami barikatlarda olurur, karsitiiyi biseydir , prkta alem yapar devrim yazilari yyzarsin. …ouuuuuvvvvv zileli dizlerin tutulmadimi wop soguk bir ruzgar esiyor gurcuce, benim o gelecegi ve gecmisi bile planlamis bir deccalim ben ben ben deccal oldukca sen yalama olarak kalacaksin,:) profesir bozuntusu hocanla birlikte,,,, bekliyoruz karanligin prensine itaaat etmenizi, giyotin Burda bekleriz…ouuuvvvv soguk bir seytani ruzgar esiyor gurcuce….
küfürsüz yazın.
ouuuuvvvv soguk bi tarih carpiticisiyim ben ne 1920 lerde ne sonra koylu ve iscilerin delegelerinde destek bulamadim, ama universitelerde buldum, gelecegin yonetici olmaya hevesli butun burokrat taifasi ve kucuk burjuvazi bana karsi ama yinede ben burokrasinin tepsilcisisyiimmm ouuuuv ben sop soguk bir ddevrimci disiplinin soguk …igrenc biseyim, en alttakilerin diktatorluguyum benden nefret etmekte haklisin, igren biseyim:) usudunmu zileli…
kendiliginden yada bilincli egitimsiz ezilenlerin ihtiyac duyadi amansiz yasadisi disiplin demek Stalin demektir, barikat stalindir, parkta yiyismek trockidir, orda yiyisilir orda burokrsi ile kucuk burjuvazi ile dusulur kalkilir, bir omur onlari korumaya ayrilir, cok pis igrenc biseydir aslinda ezilenlerin kollektirf disilini, igrenc biseydir hic bisey e benzemez iyyyyy
Stalin ve ekibi ile trocki ve ekibinin catismasi, etiler ile gazi mahalllesiniz catismasidir, sirri sureyya ile catisan bir mahalle sorumlusu sscb nin basina gecmesine yakistirmamak, trocky Lenin in prensi idi:)
Gün bey, biraz daha okumam gerek, sizin faşizm anlayışınızı çözebilmek için:))
Sizin mahallede makbul insan, sanırım her türlü milliyetçiliği ayakları altına aldığını söyleyen kişidir.
Hiç yabancı gelmiyor bana söylem!!!!
“Memleketimizin bazı mıntıkalarının sakinlerine Arap, Kürt, Laz, Çingene, Boşnak veya Arnavut diyenler, milleti birleştirici olmaktan ziyade parçalayıcı bir zihniyetin mümessilleridir. Siyasi sınırlarımız içinde, arzulara ve şahsi hırslara göre parçalanışlara engel olmağa çalışmayı bir vazife sayıyoruz. Buna benzer parçalayıcı fikirlerin ancak zararlı bir tesiri olabilir.”
Niyazi AĞIRNASLI
ADIMLAR dergisi sayı:1 yıl:1 Mayıs 1943 sayfa :7
Sanırım uzun zaman olmuştur; “özgürlükçü” Gün Z’nin yazdığını olumlu görüyor. Ve ekliyor. Neden sansür uygulamıyorsun.
“.olumsuz olanı ise kendide fark etmiştir yorumlara giderek ırkçı faşist diyebileceğimiz 80 yıllık devlet-iktidar efendilerini öğrettiği ezberin yorumcularla siteye taşınması bence bu durumdan zilelide kendine bir sorumluluk çıkarıp özeleştiri yapar…”
Burada G.Z, Kürt hareketine ilişkin o kadar çok eleştirel yazı yazdı ki… Sonra bu yazı üzerine “Türkçü” cenahtan aldığı ağır eleştiriler… “HDP’ye git sen…” Bu sözleri yazmak gerçekten akla ve insafa sığmaz…
Bu yaklaşım, her iki tarafın bu milliyetçi saplantılar ile aklını, insafını devre dışı bırakan önyargıları ile nereye varılabilir? Yalnızca hep birlikte “cehenneme…”
***
Hiç bir emek verilmeden doğarken edinilmiş etnik ve dinsel kimliğe sığınmak bir insan için aczin kabülüdür! Kendine hiç emek vermemiş, “atalarından” aldığı mirasa sırtını dayayarak başkalarını aşağılayanlar yine aynı sebeplerle aşağılanmaktan kaçınamazlar…
“İnsan” olmayı beceremeyenlerin sığındıkları etnik köken ve dinsel aidiyet her zaman kurnaz-çıkarcı zorbaların egemenliklerinin harcı olmuştur; bu uyduruk düşüncelere inananların kanlarıyla yoğurdukları harçlarla kendilerine “aksaraylar” yapmışlardır.
***
Tüm insanlar kardeştir! İnsan 50-60 bin yıl önce orta Afrika’dan çıkmış tüm dünyaya yayılmıştır!
İnsanın atası orta Afrika’dan yayılan aynı tür’dür… Bizi birbirimizden ayıranlar zorba, mülkiyetçi egemenlerdir. İnsanlar ikiye ayrılırlar; üretim araçları sahipleri ve emekçiler… Hepsi bu! Etnik köken ve Din bu gerçeği gizlemek için önemi abartılmış, saptırılmış yapay ayrımlardır…
Yorumlara bakıldığında “adamlar” hala bu “sahte ideolojilerle” insanları birbirine düşürerek “ekmek-baklava-et yemeye” devam edecekler görünüyor… Haksızlık etmemeli; bu “sahte ideoloji müritleri-militanları” bu “aksaraylar” derebeylerinin “karın tokluğuna yaşama” vaadlerinin de kurbanıdır…
İnanma ihtiyacı içinde büyüyen insan yavruları kendileri gibi farklı görünen ama aslında aynı “sahte inançlar” ile yetişmiş “yoksul ama din-milliyet gururlu” asıl kardeşini” öldürürken, o semirmiş mülkiyet sahibi egemen sınıflara da göz ucu ile baksınlar bakalım…
Bir “Türk” kendini bir an için Almanya’da, Rusya’da doğmuş bir çocuk olarak görse… Gözlerini kapatıp 10 dakika bunu hayal etse…. Oldu ya…
Bir Yahudi, bir Hristiyan, bir Budist ailenin çocuğu olarak büyüdüğünü düşünse… 10 dakika…
Çok mu zor gerçekten?
neden bu cinayetleri pkk yapmamış olsun ki? pkk, bırakın devlet görevlilerini, solcuları ve hatta kendi üyelerini bile sokak ortasında kurşunlamış, arkadan vurmuş bir örgüttür. bugün de bu eylemleri için bırakın özür dilemeyi özeleştiri bile yapmamaktadır!
silahsız insanların arkadan vurulmasını (bunlar devletin görevlileri bile olsa) asla onaylayamam. bunu onaylayacak bir imayı bile cinayete ortak sayarım. bence sadece oral çalışlar’ın değil ezgi başaran’ın paniğini de biraz sorgulamak gerekir. sakın ezgi hanım doğan grubunun (ve yani tüsiad’ın) paniğini yansıtıyor olmasın?
bakın bugün gencecik silahsız bir yurttaş sınırda asker tarafından öldürüldü ve fakat radikal gazetesi “çatışma çıktı” yazıyor… bu ne demek acaba??
çözüm süreci isimli olguya son derece şüphe ile yaklaşıyorum. bu, savaşan iki kirli unsurun sözde barışlarına bizi (halkı ve demokrasi güçlerini) yem etme tezgahıymış gibi geliyor.
abd israil almanya batılı müttefikler ve onların taşeron örgütü pkk var bunu anlamamak için aklımızı yitirmiş olmamız gerekir.
Milliyetçiliğin kültür ve politika yönlerini birbirinden ayırmak gerekir. Kültür bakımından bugünkü dünyanın içinde bulunduğu tekrenklilik oldukça tatsız bir şeydir. Edebiyatta, sanatta, dilde ve her türlü kültür işlerinde degişikliği sürdürmek için milliyetçilik istenebilir. Ama, politika yönünden alırsanız, milliyetçiliğin kötü bir şey olduğu su götürmez. Milliyetçi politikayı iyi gösterecek tek şey bulunabileceğini sanmıyorum.
(Bertrand Russell)
‘Gizli’ Ermeniler
Türkiye Gazetesi’nden Melik Duvaklı, Dersimli Ermeniler İnanç ve Soyal Yardımlaşma Derneği Başkanı Miran Pirgiç ile gizli Ermeni kimliği üzerine konuşuyor. Pirgiç Türkiye’de 500 bin ‘gizli’ Ermeni olduğunu söylüyor. Pirgiç’e göre kimliğini gizleyen Ermeniler için “Bugün artık korkulacak bir şey” yok.
Türkiye Gazetesi’nden Melik Duvaklı, Dersimli Ermeniler İnanç ve Soyal Yardımlaşma Derneği Başkanı Miran Pirgiç ile gizli Ermeni kimliği üzerine konuşuyor. İhlas Son Dakika sitesinde yayımlanan haberde Pirgiç, Ermenilerin kimliklerini hala gizlemesini anlamsız bulduğunu, olmadığını” düşündüğünü dile getiriyor.
Ermeniler gerçek kimliğine dönüyor
Ermeni asıllı vatandaşlar birer birer özüne dönmeye başladı. Türkiye’nin değiştiğine dikkat çeken “Kripto Ermeni” olarak bilinen vatandaşlar, artık kendilerini gizleme gereği de duymuyor. Kilisede vaftiz olup gerçek isimlerini alıyor. Ermeni cemaatinde de tartışma konusu haline gelen Kripto Ermenilerden asıl kimliklerine dönenler yaklaşık iki yıldır bir dernek çatısı altında faaliyet gösteriyor. İsmini değiştirip, kilisede vaftiz olarak Ermeni kimliğine dönenlerin kurduğu Dersimli Ermeniler İnanç ve Sosyal Yardımlaşma Derneğinin geçtiğimiz ay İstanbul’da düzenlediği yemekli davete yaklaşık 550 kişi katıldı. Gazetemize konuşan Dersimli Ermeniler Derneği Başkanı Miran Pirgiç Gültekin de Selahattin olan ismini 2 yıl önce değiştirerek kilisede vaftiz olmuş.
Gültekin’e göre halen Türkiye’de çok sayıda asıl kimliğini saklayan Ermeni var ancak takiye yaparak kendilerini gizliyorlar. Ermenilerin hala kimliğini gizlemesini anlamsız bulan Gültekin, “Bugün artık korkulacak bir şey olmadığını düşünüyorum. Biz iki yıldır açık bir şekilde kamu önünde faaliyet gösteren bir derneğiz. Hiç tepki görmedik” diye konuştu. 1960 Tunceli doğumlu olan Selahattin Gültekin yaklaşık 50 yıl bu kimlikle yaşadıktan sonra 2 yıl önce kilisede vaftiz olup Miran Pirgiç ismini almış. Ardından da kendisi gibi Ermeni kimliğine dönen 70 kişi ile Dersim Ermenileri Derneğini kurmuş. Ermeni kimliğine resmen dönerken çevresinin “bizi deşifre ediyorsun” tepkisiyle de karşılaşmış. Ancak, kendisi tam tersini düşünüyor. Aslen Ermeni olduğunu ilkokul çağlarında öğrenen Miran Pirgiç Gültekin, Tunceli’nin daha çok Ermenilerin yaşadığı eski adı Gazik olan Cumhuriyet mahallesinde büyüdüğünü, Ermeni olduğunu da çocukken akranlarıyla kavgaya tutuştuğunda kendisine “Ermeni” diye bağırılmasıyla öğrenmeye başladığını söylüyor.
KİMLİĞİ GİZLEMEK YANLIŞ
Yaklaşık bir ay önce düzenledikleri yemeğe 550 kişinin katıldığını kaydeden Gültekin, “Bu toplantıya yaklaşık 200 tane Sason Ermenisinin yanı sıra Hemşin, Vakıflı, Malatya Ermenileri de geldi. Bunlar hep kendilerini saklayan Ermeniler. Biz çıkıp asıl kimliğinizi kullanın diyoruz” dedi. Kimliğini gizleyen çok Ermeni olduğunu söyleyen Gültekin, “Ama takiyye yapıyorlar. Asıl kimliklerini saklıyorlar. Adam her şey oluyor ama Ermeni olduğunu gizliyor. Her şey oluyor ama kendisi olmuyor. Madem Ermenisin, kimliğini saklamayacaksın. Ermenilerin alevi kültüründen veya diğer kültürlerden kopması lazım. Ermeni gibi yaşamaları gerekiyor” diye konuştu.
500 BİN KRİPTO ERMENİ
Türkiye’de 500 bin Kripto Ermeni olduğunu söyleyen TTK Eski Başkanı Prof. Yusuf Halaçoğu, “Kimliğini gizleyen pek çok Ermeni, Kürt veya Alevi olarak biliniyor” diyor.
http://www.ymmd.org/gizli-ermeniler/
Düzeysiz faşist saçmalıkları yayınlayabilirdik, ancak ırksal aşağılama ve küfür nedeniyle yayınlanamadı. Admin.
o.gürsel tıpkı 30 yıl önceki bana benzediğini söylersem alınma.tam geleneksel Ortodoks eski devrimci jargonda zihnin çalışmış? özgürlükçü sitenin geldiği durumdan zileliyi sorumlu tutup öz eleştiri istemesinde sansür nerede????aslında bizim gibiler o yorumların sansürlenmesinden çok görünür olmasından kalkarak kendimizin nerden nereye geldiğimizi görüp özgürleşmemizle övünmeliyiz.burdaki eleştirideden ve özgürlükçünün yorumundan sansür çıkmaz tam tersine bir türlü özgürleşemeyip zehirlenmiş zihinlerin milli duyguları altan alta okşayan kürt düşmanı hatta kendi gibi olmayanı ötekileştirip eleştiren yazılardan hareketle ırkçı milliyetçilerin siteye doluşması eleştirisi olduğunu anlamamak için galiba o.gürsel olmak yetmiş.yorumun içinde yedirilen milliyetçi eleştirisindeki kürt milliyetçiliği kısmının benle ilgisi olmamalı benim laz olduğumu biliyorsun ama yine yaptın neden??çünkü 30 yıl öncesini olumlu tüketemediğinden daha milliyetçiliğin devlet ideolojisi olduğunu öğrenemeyip aslında eleştirilen anlamda milliyetçiliği kürtlerin yapamayacağını devletleri olmadığını hatta her türden devlete faşist,liberal,sosyalist devletede kürt özgürlük hareketinin karşı olmasını bildiğin halde altan alta bizleri milliyetçi iması ile eleştirmeye kalkmak tamda sistemin devlet-iktidar efendilerinin yapamadığını içerden yapıyor olmak bilinen HDP düşmanı siyasetlerden daha tehlikeli işlev gördüğünü söylemeliyim HDP ye git sen diyen türkçü tarafın eleştirisini hakaret olarak algılamak HDP gidenlerin çok kötü bir şey yaptığı yada o.gürsele göre türkçülere gitmekle HDP ye gitmeye aynı görmek işit ile pyd yi aynı görmek olmasın????etnik kimliğine sığınmak ucuzmu???kürtlerin etnik kimliği çokmu ucuz????bu kimliğinin inkarı reddi ve türkleştirme çabalarımı daha pahalı???etik olan hangisi kendi olabilmek için kürtlerin ödemek zorunda bırakıldığı bunca ağır bedelin sorumluluğunumu almak istedin anlamadım bu cümleler zihnini bedenini düşüncelerini özgürleştirebilmiş insanların cümlesi olamaz?????tüm insanların önce insan ve kardeş olduğu enpati yapma faslında herhalde altan alta kürtlere seslenmedin??çünkü tarihte kendi olamadan başkası olabilen en kalabalık kimlik kürtler olmalı bizde kürt olmadan daha çok kürt olmayı öğrenip en olumlu empatiyi yapabilenlermi daha çok milliyetçi yoksa sadece kendini değil bütün bölgeyi yetmez dünyayı türk yapmak isteyen kadim devletlü türklermi daha çok milliyetçi ve ırkçı olabileceği çok açıkken yazdıklarımızla tam tersin algı yaratma çabaları güneşin balçıkla sıvanma çabasından öteye geçemez????
kürt olmadan daha çok TÜRK olmayı öğrenip olacaktı
Provokatör “Tilki” İş Başında!
Derin devlete (üç kuşaktan beri) göbek bağı ile bağlı olan Ertuğrul Kürkçü, Kürdistan’da iç kargaşa çıkarmak ve Kürdleri bir birine kırdırtmak için harekete geçti.
Kürkçü, Kürdler içine yerleştirildiği gün Nasname olarak bir değerlendirme yapmıştık ve Kürkçü’nün, Doğu Perinçek ve Yalçın Küçük’ten boşalan kadroya atandığını; “Kürdistan’ın yeni sömürge komiseri” olduğunu söylemiştik.
Kürdleri Ulusal Sorun’dan uzaklaştırmak için ortaya atılan “Halkların Kardeşliği” söyleminin mlitanlığını yapan Kürkçü, sömürgeci devleti korumak için PKK’li Kürdleri “Kürdlük adına” devlete hizmetçi yapıyor ve onları adeta Kobay olarak kullanıyor.
Kobanî’de yaşanan trajedinin Kürdler üzerinde yarattığı etki haklı tepkilere neden oldu ve Kürdistan’ın her yerinde halk adeta ayağa kalktı. Bu ayağa kalkış, devletten çok PKK/HDP’yi tedirgin ettii. Çünkü PKK/HDP’nin ön gördüğü entegrasyon projesini sekteye uğratacak ve mücadeleyi ulusal bir zemine oturtacak şekilde halk isyan etmeye başladı. Belki de ilk kez PKK’li olmayan Kürdler bu kadar yoğun olarak sokaklara çıktılar ve yine ilk kez ulusal simgelerle eylemlerini gerçekleştirdiler. PKK tabanının öfkesi de devlete ve IŞİD çetelerine yönelikti ama yaşananların devletsizlikten kaynaklandığının da bilincine varıyorlardı. Bu nedenle devletsizliği ”kurtuluş” olarak sunan PKK/HDP politikaları da bir anlamda darbe yedi.
Sömürgeciliğin simgeleri olan Türk bayrağı ve Atatürk büstlerine karşı yapılan eylemler, eylemcilerin sorunun özüne yöneldiğini gösteriyordu. Ne var ki bu haklı eylemlere ilk tepki HDP’den/Selahattin Demirtaş’tan geldi. Demirtaş, bu haklı eylemleri kınamakla kalmadı aynı zamanda eylemcileri “provokatör” olarak ilan etti.
Devletin sömürgeci simgelerine yönelmeyi “provokatörlük” olarak gören HDP, kendilerini “kanları pahasına” T.C Meclisine gönderen PKK tabanını “provokatörlük” ile suçlayacak kadar devletçi olduklarını bir kez daha kanıtladılar.
Kürdlerin öfkesi devlete yönelmişken her zamanki gibi karanlık güçler devreye girerek hedef şaşırttılar ve devlete derin bir nefes aldırttılar. Devlete derin bir nefes aldırılırken aynı zamanda Kürdistan’ı kaosa sürükleyecek çok tehlikel adımlar da atılmış oldu.
Özellikle Diyarbakır’da yaşanan olaylar, sömürgeciliğe karşı gelişen ulusal tepkilerin “PKK-Hizbullah” çatışmasına dönüştürülerek zeminini kaybetmesi amaçlıyordu.
Kürdistan’ı kaosa sürükleyecek olan böyle bir çatışma, Kürdleri bir birine kırdırtacağı gibi Ulusal Sorun’u da sistemin/rejim kavgasına dönüştürerek haklı davayı/tepkiyi özünden koparacaktır.
Kürdlerin Türk bayrağını ve Atatürk büstlerini hedef alması provokasyon değil, sömürge bir halkın haklı mücadelede yönelmesi gereken öncelikli hedefleridir.
Şayet bir provokasyondan söz edilecekse, Ulusal Sorun’u “Laik-Dindar” kavgasına dönüştürmek isteyenlerdir esas provokatörler. Bu provokatörler Kürdlere ve Küdlerin Ulusal Hakları’na karşı devletçi bir refleksle hareket ediyorlar.
Bunun en somut örneği de, Teşkilatı Mahsusa’dan beri devletin istihbarat birimlerinin kadrosunda yer alan bir kültürün ürünü olan Ertuğrul Kürkçü’nin yaptığı açıklamadır.
Kürkçü yaptığı açıklamada, “ Kimi kentlerde ve kentlerin ilçelerinde sokağa çıkma yasağı ilan etmek, orduyu kentlere sokmak, halkı askerle karşı karşıya bırakmanın yanı sıra, IŞİD paralelindeki silahlı çetelerin de ellerini serbest bıraktı. Dünden bu yana pek çok ölüm olayının arkasında bu Hizbullah saldırıları var.” Dedi…
Kürkçü’nün bu tilkice/kurnazca açıklamasında iki nokta dikkat çekicidir.
Birincisi; halkın asker ile karşı karşıya getirilmesinden duyduğu rahatsızlıktır. Sömürge bir halk devletin askeri gücüyle doğal olarak karşı karşıya gelecektir. Kürkçü’nün bilinç altında 68’lerden kalma “Ordu Millet el ele” sloganı ve “devrimci Türk ordusu” algısı vardır hâlâ.
Kürkçü’nün, kutsadığı ve zarar görmesini istemediği Türk ordusunun Kürdistan’daki tüm katliam ve soykırımlarda başrol oynadığı gerçeği Kürdler ile HDP anlayışı arasında uzlaşmaz bir karşıtlık olduğu gerçeğini çok net olarak göstermektedir…
İkincisi; Kürkçü’nün sorunu Hizbullah sorununa indirgemesi ve açıkça Hizbullah’ı (HÜDA-PAR’ı) hedef göstermesidir. Devletin değişmez politikalarından biri olan ve ne yazık ki bu güne kadar başarılı olan “Kürdü Kürde kırdırtma” politikasının sözcülüğünü yapan Kürkçü, Kürdleri hedeflerinden şaşırtarak “bir birinizi yiyin” politikasının başarısı için açıkça provokatörlük yapmıştır.
Böyle mimli ve kirli insanlar “Kürdlerin sözcülüğünü” yaptığı sürece başarı elde etmek olanaklı değildir. Dahası şimdiye kadar olduğu gibi yine Kürdler zarar görecek ve yine devlet/devletçiler kazanacaktır. Doksanlı yıllarda yaşanan “PKK-HİZBULLAH” çatışmasında ne Kürkçü gibi Kemalist devletçiler ne de Türk-İslamcı devletçiler zarar görmedi. Sadece ve sadece Kürdler zarar gördü. Yine aynı oyunu sahnelemek isteyen devlet ve devletin siyasetteki sözcülerine bu fırsat verilmemelidir. Olası PKK-HİZBULLAH çatışmasında Kürdistan kaos yaşayacaktır; Kürdistan’da kaos yaşandığında da Kürkçü ve benzeri provokatörler Bodrum’da tatil keyfini çıkaracaklardır.
En başta PKK tabanı bu kirli oyuna karşı dikkatli olmalıdır ve Kürkçü gibi atanmış devlet komiserlerini devre dışı bırakmalıdır. Aynı şekilde ortamı kışkırtmaya çalışan Türk-İslamcı devletçileri de HÜDA-PAR tabanı dışlamalıdır.
Kürdlerin Ulusal Sorun’u tüm olumsuzlukların temel nedeni iken, mücadeleyi mecrasından çıkarmak ve “rejim” kavgasına dönüştürerek Kürdleri piyon olarak kullanmak provokatörlüktür, ahlaksızlıktır.
Şayet birilerinden hesap sorulacaksa, PKK, Türk-İslamcı devletçilere; HÜDA-PAR’da Kemalist devletçilere yönelmelidir. Birbirlerinin tabanına yönelerek sadece Kürdlere zarar vermiş ve devlete hizmet etmiş olurlar.
Bu konuda herkes duyarlı davranmalı ve devletin/devletçilerin kirli oyununa karşı soğukkanlılığını koruyarak olaylara bakmalıdır…
Özgür Bireyler Topluluğu olarak, Sömürge komiseri Ertuğrul Kürkçü’nün açıklamalarını/provokatörlüğünü lanetlerken herkesi de bu tür provokatif açıklamalara karşı net tavır almaya çağırıyoruz; provokasyon uyarısının etkili olması için provokatörleri teşhir etmek şarttır…
http://www.nasname.com/a/provokator-tilki-is-basinda
Not samanlık teorisi gerçek galiba :))
bizim icin aciklalamasi vardir, ama rojavada bir devrim oluyorsa, emperyalizm ile iliskileri o kadarda abartmamaliyiz canim iseyse, Ulan CKP ve AEP kokenli egilimli orgutlere sormak gerekmezmi yillarca TITO ya niye kufrettiniz…… che bile sovyet emperyalizminin parali askeri ise siz nesiniz, tarih diye bir sey ve arsiv var, chavezin yaptigi aslinda hic bisey olayda proletarya yok deyip rojava ya devrim demek neyle aciklanir????
yok vallahi ben kotu niyetli degilim, ama aep cin komunist partisi kokenli orgutler gecmislerini kaynatiyorlar, buna izin verilemez, herhangi bir halk devrimi aman efendim, isci sinifi iin icinde yok diye karsi devrim algilamasina iten sey siyasi akil , herhangi bi gerilla hareketini olayda isci sinifi yok diye iten bir iyasi akli marxizm eksenindemi elestirmeliyim, zileli bundan maada o zaten anarsist rojavaya niye atlar,,,, Chavez niye basbaygi sosyalist degildir8bence degildir ve rojavada bir devrim degildir) hal Boyle iken arsive girsek nler buluruz neler:)))) biji serooook obaaama:) soyle bir soruyu su orgutlere sormanin vakti gelmedimi durust olunmalidir, ey emep, ey odp, sykp, tkep l mlkp siz Leninist ve stalinistmiziniz? Adam gibi cevap verin
dunya devrimci hareketinin icinden kuyrukculari cikarin, ama belirli bir kesimi AEP CKP takipcilerini cikarin, Adam gibi kavga eden ne dedigi belli solcular bulursunuz , Ulan meger tito jugoslavyada devrimin hasini yapmis ta haberimiz yokmus:)
http://www.youtube.com/watch?v=6HxAqAfAqoE
cok uzun bir yazi, ama onemli bir yazi ozellikle Maoist lerin ve Hoxa cilarin teorisini yikan bir yazi, yani sosyal emperyalizm teorisini yikan bir yazi, yada daha dogrusu sosyal emperyalizm hrutschowla basladi dienlerin uyduruk tarihlerini yikan bir yazi, ya trotsyt olacaksiniz yada neyse ayrintilari okuyun, mao kruscevle ne Zaman uyuysmus ne ne Zaman ayrismis hele hele su Enver hooca nin tutarli komunistligi cin ile arasini bozmasi, nedense cin ile yugoslavya iliskileri baslayinca olmus olmasin, Necmiye hoxa bizim sorunumuz kosova ydi derken neyse meraklisi Okur……Revizyonizme Karşi Mücadelenin Bazı Yönleri Üzerine
Tüm komünistlerin birliği için,
proletarya enternasyonalizmini savunmak için
Ludo Martens
Sovyetler Birliği’nde on yıllardır altı oyulmuş ve bozulmuş olan sosyalizmin bütünüyle yıkılması ve bu ülkede burjuva karşi devrimin zafere ulaşması uluslararası komünist hareketin son elli yıl içinde geçirdiği değişimin bir kez daha gözden geçirilmesini tüm komünistler için zorunlu kılmaktadır.
SBKP’nin 1956’daki 20. Kongresi’nde Kruşçev’in Stalin’e beklenmedik saldırısından bu yana uluslararası komünist hareket siyasal olarak revizyonizm tarafından baltalanmaktadır; bir dizi anlaşmazlık komünist hareketi bölmüş ve zayıflatmıştır. Revizyonizmin kökünü kazımak ve marksist-leninist ilkeler ile proletarya enternasyonalizmi temelinde uluslararası komünist hareketin birliğini tesis etmek için, son elli yılın gözden geçirilmesi zorunludur.
Belçika Emek Partisi (Parti du Travail de Belgique), bu raporda, revizyonizme karşi mücadelenin iki özgül yönünü göz önünde bulundurmaktadır: komünistlerin birliği için mücadele ve burjuva milliyetçiliğine karşi proletarya enternasyonalizminin savunulması için mücadele.
Giriş:
Emperyalizm ve proleter devrimler çagi
Tartışmayı yerli yerine koymak için öncelikle, temel bakış açımız nedir, kısaca değinelim.
Dünyamız hala emperyalizm ve proleter devrimler çagindadir.
“Yeni Dünya Düzeni”, emperyalist güçlerin kendi isteklerini tek başlarına dünyanın geri kalanına dayattıkları 20 yy. başlarındaki Düzene dönüştür.
SSCB ve Doğu Avrupa ülkelerinde sosyalizmden ne kaldıysa onların da yıkılmasıyla emperyalizmin ve kapitalizmin çeliskileri de şiddetlenmiştir.
Yirmibirinci yüzyıl, yüzyılımızın başlıca iki sorununu, hem de daha büyük bir şiddet ve ölçekte kendini yeniden ortaya koyacak: kapitalist ülkelerde sosyalist devrim sorunu ve emperyalizmin boyunduruğundaki ülkelerde sosyalist devrimin ilk aşaması olarak milli demokratik devrim sorunu.
Batı’nın büyük burjuvazisi, Sovyetler Birliği’ndeki karşi-devrimci restorasyon sürecini “insan haklarını, özgürlük ve demokrasiyi” getirecek “gerçek bir devrim” olarak selamlamıştı. Şimdi ise, aradan henüz beş yıl bile geçmemişken, eski Sovyetler Birliği’nde yaşayan insanların, beraberinde yoksulluk, işsizlik, iç savaş ve faşizmi getiren vahşi kapitalizmin baskı ve sömürüsüne maruz kaldıkları ortadadır.
Almanya, Demokratik Alman Cumhuriyeti’nin fethini ve Yugoslavya’nın dağılması sürecini hızlandırarak Avrupa’da egemen güç olma isteğini açıkça ortaya koymuş oldu. Balkanlar ve Yakın Doğu’nun hâkimiyeti için Almanya, Amerika, Fransa, İngiltere arasında ortaya çikan rekabet nedeniyle eski Yugoslavya’da iç savaşlar kışkırtıldı.
Sovyetler Birliği’nin yıkılmasından bu yana ABD, Almanya ve Japonya gibi en büyük emperyalist ülkeler arasındaki rekabet uluslararası alana hâkim oldu. Bu ekonomik ve stratejik rekabet, emperyalist sistemin genel krizini derinleştirerek, emperyalist güçler arasında bir başka dünya savaşina yol açabilir.
Sovyetler Birliği’nde restorasyonu izleyen süreçte emperyalizm Irak halkına karşi, ardında 150.000 ila 250.000 civarında ölü bırakan bir saldırı başlattı; savaştan bu yana Irak’a uygulanan ekonomik ambargo şimdiden 700.000’den fazla çocugun ölümüne neden oldu.
Bu vahşi savaş, emperyalist hakimiyetin bir dizi yeni özelliklerini açıkça gözler önüne serdi.
Önde gelen emperyalist ülkeler, bağımsızlığını, egemenliğini, doğal kaynaklarının idaresini eline almayı savunma cüretinde bulunan herhangi bir üçüncü dünya ülkesinde de Irak’ta yaptıkları gibi en incelikli savaş teknolojilerini kullanmaya hazırdırlar.
Emperyalizm cani, barbar, insanlık dışı ve üçüncü dünyadaki milyarlarca insanın salt yaşamını sürdürme hakkıyla bile bağdaşmayan bir sistemdir.
“Müdahale etme görevi” emperyalizmin, üçüncü dünya ülkelerinin egemenliğini inkâr etmek, siyasi ve askeri yeniden sömürgeleştirme politikasını hayata geçirmek için kullandığı yeni bir slogandır.
ABD’deki Demokrat ve Cumhuriyetçi partiler, Avrupa’daki sosyal-hıristiyan, liberal, milliyetçi, muhafazakar ve sosyalist partiler, hepsi, Irak’a saldırmak için birleştiler – böylece batı demokrasisinin “çoğulcu”luğunun ancak emperyalist barbarlığa destek veren güçler için geçerli olduğu ortaya çikmis oldu.
18 milyonluk nüfusa sahip küçük bir üçüncü dünya ülkesini yok etmek için ABD devasa askeri güç ve mali kaynakları harekete geçirmek zorunda kaldı. Ama yer kürenin küçük bir noktası üzerinde yoğunlaşmış bu yıkıcı güç bile stratejik bir zayıflığa işaret ediyor. Baskı ve yoksulluk ne kadar katlanılmaz hale gelirse geniş ölçekli devrimci hareketler için nesnel koşullar da o kadar gelişir.
Yalnızca, sosyalist devrimin zorunlu aşaması olan milli demokratik devrim Afrika, Asya ve Latin Amerika’nın baskı altındaki kitlelerinin sorunlarına çözüm olabilir. Bu devrim işçi sınıfının öncülügünde ve işçi-köylü ittifakı ile emperyalizme ve yeni sömürgeci diktatörlüğe karşi savaşan güçler cephesine dayanan gerçek bir Marksist-Leninist parti liderliğinde gerçekleşmelidir.
Kapitalizm tam da “uygar dünyanın” kalbinin attığı yerde işsizlik, toplumsal gerileme, ırkçılık, suç, faşizm ve dış ülkelere askeri müdahaleden ibaret bir gelecek sunuyor. Devletin giderek artan faşistleştirilmesiyle burjuva demokrasisi içi boş bir kavram haline geliyor. Parlamenter demokrasilerde büyük burjuvazi kendi siyasi, iktisadi ve ideolojik diktatörlüğünü kitlelere dayatmaktadır. Tüm sosyal demokrasi deneyimleri göstermiştir ki sosyalizme barışçı ve parlamenter yoldan geçiş bir aldatmacadır, işçi sınıfının kurtuluşuna rehberlik eden tek yol Ekim devriminin yoludur.
Emperyalizmin sözcüleri şöyle diyorlar: “Sosyalizm ütopyadir; gerçekleşebilir olan yalnızca kapitalizmdir“. Ne var ki bu demagoji giderek daha ağır ve dünya ölçeginde ekonomik, sosyal, siyasal ve ahlaki bunalımlar yaratan kapitalizmin ve emperyalizmin, bu insanlık dışı, barbar ve cani sistemin gerçek doğasını daha fazla gizleyememektedir.
Burjuvazi komünizmin nihai çöküsünü ilan ederken gerçekte, Marx ve Engels, Lenin, Stalin ve Mao Zedung’un oynadıkları o muazzan role karşi duyduğu nefreti bir kez daha kusmak için Doğu Avrupa ve SSCB’deki revizyonizmin utanç verici iflasını kullanıyor. Burjuvazi insanların, Marksizm-Leninizm’in kesin olarak yok olduğuna inanmalarını istiyor; çünkü onlar da komünist çözümlemelerin güncellik ve canlılığının tamamen bilincindeler ve çünkü, yenilmez tek düşmanlarının komünistler olduğunu biliyorlar.
Dünyanın tüm işçilerinin göğüs gerdiği işsizlik, yoksulluk, sömürü ve şiddetin dipsiz kuyusundan, kitleleri, yalnızca Marksizm-Leninizm-Mao Zedung düşüncesi çikarip onlara, ulusal ve toplumsal kurtuluşa giden yolu gösterebilir.
Marksist-Leninist Partilerin birliği için
Uluslararası komünist hareket derin politik ve ideolojik farklılıkların ve keskin siyasal mücadelelerin peşi sıra 1956’dan sonra bölündü.
Son otuzbeş yıl içinde, “Çin yanlısı” denen eğilimin ortaya çikmasina şahit olduk; bu eğilimin kendisi de, Mao Zedung’un ölümünden sonra birçok alt eğilime bölündü. Çogunluk durumundaki “SSCB yanlısı” denen eğilim, Gorbaçov döneminde kapitalizmin tümden restorasyonu sonrasında sayısız eğilime bölündü. “Arnavutluk yanlısı” eğilim de Arnavutluk’ta sosyalizmin çökmesiyle bölündü. Altmışlı yıllardan bu yana Latin Amerika’da “Küba yanlısı” bir eğilim de var. Bazı partiler ise, tüm bu eğilimlerin karşisında “bağımsız” bir konumda kaldılar.
Bu bölünmelerin, verili bir tarihsel durumda geçerli ve hatta zorunlu olduğunu savunanlar olabilir; ama bugün, bu eğilimlerin üstesinden gelme zorunluluğu ve olanağı ortaya çikmis durumda. Sonuçta, iki olgu kendisini herkese dayatıyor:
Birincisi, revizyonizm uluslararası komünist hareketi zayıflatmış ve bölmüştür; ta ki gerçek yüzünü açıkça gösterinceye dek: burjuvaziye ve emperyalizme hizmet eden siyasal bir çizgi.
Sovyetler Birliği’nde sosyalizm yıkıldıktan ve Lenin’in ülkesi dağıldıktan sonra tüm komünistler anlamalıdır ki Marksizm-Leninizmin en tehlikeli ideolojik düşmanı revizyonizmdir. Gerçekte revizyonizm, burjuvazinin komünist hareket içindeki varlığını temsil etmekten öte bir şey değildir.
İkincisi, son otuzbeş yıl içinde gerçekleşen bölünme ve ayrılıklar bir bütün olarak uluslararası komünist hareketi büyük ölçüde zayıflatmıştır.
Bir ya da birden fazla önemli ideolojik ayrılıktan yola çikarak, parti ve örgütleri belli bir ideolojik ve politik ortak temele sahip gruplaşmalar içinde biraraya getirme çabalari oldu. Ancak bu farklı gruplar arasında sadece bazı partiler, kitleler arasında kök salmayı başarabildi, kendi devrimci deneyimlerini kazandı ve Marksizm-Leninizm’i kendi ülkesinin gerçekliği ile birleştirdi. Diğer yandan, bu parti gruplaşmalarının her birinde bazı örgütlerin sağ ya da sol oportünizme yöneldiği görüldü; bunlar sınıf mücadelesine hiçbir katkı yapmadan yaşamaya çalistilar ve ardından da yok olup gittiler. Meşru olmayan bölünmeler, uluslararası komünist hareketi ve bu hareketin her bir bileşenini zayıflatmıştır.
Birlik ve mücadele
Birinci Enternasyonal’in Marx ve Engels tarafından 1864’te kurulmasından bu yana devrimci çizginin ve birliğin savunulması her zaman Marksist politikanın iki temel yönü olagelmiştir.
İşçi sınıfı hareketinin henüz başlangıç aşamasında olduğu bir dönemde Marx olabilecek en geniş ölçekte bir birliğin önemine vurgu yapmıştır. “Birliğimiz, farklı ülkelerin işçileri arasında bir iletişim ve işbirliği merkezi kurmak için yaratılmıştır; bu işçiler aynı görevleri önlerine koymuşlardır: işçi sınıfının savunulması, ileriye taşinması ve bütün olarak kurtuluşa götürülmesi. … Meslek örgütleri, yardımlaşma dernekleri ve diğer işçi örgütleri kolektif katılıma davet edilir.” (Marx-Engels: Sınıf Partisi, 1. Cilt, Maspero, 1973, s. 93).
Marx Birinci Enternasyonal’de çok farklı siyasi görüşlerin formüle edildiğini kabul etmiştir. Genel Konsey tarafından kabul edilmiş bir metinde Marx şöyle yazıyordu: “Gerek her ülkede işçi sınıfının çesitli bölümleri ve gerekse çesitli ülkelerin işçileri şu anda farklı gelişme düzeylerinde oldukları için, mevcut hareketi yansıtan teorik görüşleri de zorunlu olarak o ölçüde farklıdır” (aynı yerde, s.151).
Ama Marx ve Engels Birinci Enternasyonal’de bilimsel sosyalizmin farklı seksiyonlar tarafından kabul edilmesi için kararlı bir mücadele yürüttüler.
Bu ikili taktiksel yaklaşimın sonucunda Marksizm bilinçli işçiler arasında ana ideolojik akım olmuştur.
İkinci Enternasyonal 1889’da Engels tarafından kuruldu. Kapitalizmin Avrupa’da görece hızlı gelişmesi ile çakistigi için milyonlarca işçi Marksist ögretiyi benimsedi. Ama Avrupa’daki görece barışçıl koşulların etkisi altında, “İkinci Enternasyonal döneminde uluslararası işçi hareketi iki ana fraksiyona bölündü: devrimci Marksistler ve sözde Marksist olan oportünistler. Engels taviz vermeden oportünistlerle mücadele etti” (Uluslararası Komünist Hareketin Genel Çizgisi Üzerine Tartışma. Pekin. 1965. s.323).
Lenin de aynı ilkeyi izledi: İkinci Enternasyonal’de, 1910’dan 1914’e kadar, aynı kararlılıkla bir yandan hareketin birliğini kollarken bir yandan da marksizmin devrimci özünü savundu. Ama Bernstein’ınki gibi güçlü ve apaçık burjuva akımlar İkinci Enternasyonal’in ana partisi olan Alman Sosyal-Demokrat Partisini çoktan zayıflatmıştı. Lenin, bir yandan birliği gösetirken, İkinci Enternasyonal’de sol kanadın gelişmesi için de elinden geleni yaptı. 1914 Ağustosu’nda “İkinci Enternasyonal’deki revizyonistler burjuvazi ile gizlice ittifak kurmayı bırakıp açıkça ittifak kurmaya başladılar ” (aynı yerde, S.326). Lenin bu tarihten sonra derhal Üçüncü Enternasyonal’in kuruluşu için hazırlıklara başladı.
Revizyonizme ve Kruşçevci bölünmeciliğe karşi mücadele
Kruşçev ve Brejnev revizyonizmi Marksizm-Leninizme en büyük ihanettir ve uluslararası komünist hareketin bölünmesinin ve zayıflamasının en temel nedenidir.
Kruşçev’in 1956’daki Yirminci Kongre’ye sunduğu raporu, yine aynı yıl Stalin üzerine gizli raporu, 1962’deki 22nci Kongre’ye sunduğu raporu, Uluslararası Komünist Hareket içindeki revizyonist, burjuva çizginin tam bir örnegini verir.
1985-1990 yılları arasında kapitalizmin açık restorasyonuna yol açan tedrici dejenerasyonun tüm ideolojik ve politik kökenleri bu üç temel belgede formüle edilmiştir. Gorbaçov’un ihanet çizgisine karşi sonuç alıcı bir mücadele yürütmek için, bu ihanet çizgisinin kökenlerinin Kruşçev dönemine uzandığını açıklamak zorunludur. Çünkü, eski Sovyet ülkelerinde herşey-serbest kapitalizminin faşist karakterde siyasal biçimler aldığı bugünkü koşullarda, Yeltsin diktatörlüğüne karşi Kruşçev’den esinlenen reformist, sosyal-demokrat bir muhalefet de pekala çikarilabilir.
1956-1964 yılları arasında, uluslararası komünist hareket içinde yaşamsal bir ideolojik mücadele başladı. Marksizm-Leninizm ile revizyonizm, devrim ile reformizm, devrimi devam ettirmek ile politik dejenerasyon, proletarya diktatörlüğü ile kapitalist restorasyon arasında bir tercih yapma zorunluluğunu açık hale getirdiği için bu dönem üzerine eğilmek gerekiyor.
Mao Zedung’un ve Çin Komünist Partisi’nin değeri Kruşçev revizyonizmine karşi Marksizm-Leninizm’i savunmalarıdır; özellikle “Genel Çizgi Üzerine Tartışma” başlıklı yayın bu bakımdan önemlidir. Yayınlanmasının üzerinden otuz yıl geçmesine rağmen bu belge değerini hala korumaktadır; hatta SSCB’nin dağılması, bu belgenin güncelliğinin altını bir kez daha çizdi.
Bu belgenin içeriği herkesçe bilindiği için biz sadece belirli noktaları üzerinde duracağız. 1956-1964 yılları arasındaki polemikte Mao Zedung yalnızca revizyonizme karşi marksizmi-leninizmi savunmakla kalmadı, aynı zamanda bölünmeciliğe karşi komünistlerin birliğini de savundu. Kendi burjuva ya da küçük burjuva çizgilerini dayatmak için oportünistler daima entrikalara, bölünme ve ayrılma yoluna başvurdular.
ÇKP, birliğin önemini 1963’te şöyle vurguluyordu: “Proletaryanın davası her zaman enternasyonal bir karaktere sahip olmuştur. Tüm ülkelerin komünistleri davalarını kazanmak için birleşik bir mücadele zemininde birleşmelidirler. Proletarya enternasyonalizmi temelinde dayanışma ve birlik olmaksızın hiçbir ülke devrimci zafere ulaşamaz ya da zaferini sağlamlaştıramaz. Bu birliği korumanın ve genişletmenin biricik doğru yolu komünist partiler ve ülkeler arasındaki kardeşçe ilişkileri saptayan ilkelere uymaktır. Bu ilkeler: Marksizm-leninizm ve proletarya diktatörlüğü temelinde birlik, karşilıklı dayanışma ve yardımlaşma, bağımsızlık ve eşitlik, tartışma ile sağlanan görüş birliğidir” (Modern Leninizm ve Revizyonizm. La Cité Editions. s.116-117).
Farklı partiler arasındaki siyasal ayrımlara gelince, ÇKP şöyle yazar: “Kardeş partilerin ortak çikarlarina ilişkin meseleler son derece karmaşik ve bu partilerin içinde çalistigi koşullar çok farklı ve nesnel koşullar sürekli değiştiği için, kardeş partiler arasında görüş ayrılıkları kaçınılmaz olabilmekteyse de bu mutlaka kötü olmak zorunda değildir. Önemli olan, enternasyonalist birliği savunma ve güçlendirmenin vazgeçilmez olduğundan yola çikmak ve düşmana karşi savaşta bir olmaktır. İstenmeyen bir şekilde kardeş parti ve ülkeler arasında ayrılık ve çatismalar ortaya çikarsa, bu meseleler proleter enternasyonalizmi ruhuyla, tartışma ile sağlanan görüş birliği ve eşitlik ve birliğe ilişkin ilkelere uygun olarak kararlılıkla çözülmelidir” (Leninizm ve Modern Revizyonizm. La Cité Editions. Lausanne. s. 20).
Bu ilkeler Büyük Polemik‘te ÇKP tarafından daha da geliştirildi:
“Dayanışma ilkelerine uymak ve ne kardeş bir komünist partiyi bir diğerine saldırmaya teşvik etmek ne de sekter ya da ayrılıkçı tutumlar içine girmek; karşilıklı destek ve yardımlaşma ilkelerine uymak, asla yardım etmek bahanesiyle bir partiyi kontrol etmeye çalismamak, (…), eşitlik ve bağımsızlık ilkelerine uymak, asla kendini diğerinin üzerine koymamak ya da kendi partisinin program, çizgi ve kararlarını dayatmamak. Asla kardeş bir partinin iç meselelerine müdahale etmemek ya da yıkıcı faaliyetlere girişmemek (…) tartışma ile sağlanan görüş birliğine uymak ve çogunlugu temsil ettiği iddiasıyla asla bir ülkenin Partisi’nin hatalı çizgisini dayatmamak…” (Uluslararası Komünist Hareketin Genel Çizgisi Üzerine Tartışma. Foreign Language Editions. Beijing. 1965. s. 370).
ÇKP, 1963 yılındaki polemikte revizyonizmi eleştirirken, Uluslararası Komünist Hareketin Birliğini, hareket içinde büyük anlaşmazlıklar olmasına rağmen, ısrarla savunuyordu. “Eğer revizyonist hatalarınızı düzeltmezseniz biz de SBKP’nin, Sovyet halkının ve Sovyet devletinin çikari için, sosyalist kampın ve uluslararası komünist hareketin birliği için sizi hiç tereddüt etmeden, açıkça eleştirmeye devam edeceğiz” (Uluslararası komünist hareketin genel çizgisi üzerine tartışma. Foreign Language Editions. Beijing. 1965. S.344). “Uluslararası Komünist Hareket içinde, revizyonistlerle bile ilişki kurmayı sürdürüyoruz; o halde neden aynı şeyi Marksist-Leninistlerle de yapmayalım?” (Uluslararası Komünist Hareketin Genel Çizgisi Üzerine Tartışma. Foreign Language Editions. Beijing. 1965. s. 360).
ÇKP ile ilişkilerini bitiren, Doğu Avrupa’nın revizyonist partileri idi. Yalnızca Romanya partisi ÇKP ile dostça ilişkilerini sürdürdü; ÇKP de buna karşilık, revizyonist tutumları herkes tarafından bilinen Çavusesku’nun Partisi ile ilişki kurdu.
Mao Zedung 1957’de şu açıklamayı yaptı: “Mücadelenin amacı Marksizm-Leninizm’in ilkelerini korumaktır; bu demektir ki ilkeler söz konusu olduğunda taviz vermemeliyiz; bu sorunun bir yönüdür. Diğer yönü ise birliğin sağlanmasıdır. Birliğin amacı karşidakine bir yol sunmak, onunla uzlaşmaktır; esneklik dediğimiz şey budur. İlkeler ve esneklik arasındaki birlik, karşitların birliği, Marksist-leninist bir ilkedir.” (Mao Zedung, Seçme Eserler, V. Cilt, s.560).
Marksist-Leninist partilerin bölünmesine son vermek
Kruşçev revizyonizmi, Marksizm-Leninizm’i savunan partileri dışlayarak komünist hareketin birliğini bozarak işe başladı. Ama daha sonra sekterizm ve solculuk da sayısız gayrimeşru bölünmeye yol açtı. Çözümlemelerdeki ve değerlendirmelerdeki gerçek farklılıklar çeliskilere ve bölünmelere yol açıncaya kadar abartıldı. Elbette, temel ayrımlar ortaya konmalıydı; ama tartışmalar, zamanında, materyalist ve berrak çözümlemeler temelinde ve bir yandan da komünistler arasındaki birlik gözetilerek yapılmalıydı.
Çin Komünist Partisi’nin anti-revizyonist mücadelesine katılan bazı partiler -bunların arasında biz de vardık-, Kübalıları “Sovyet yayılmacılığının askerleri” olarak nitelediler. Küba Komünist Partisi ise Çin Komünist Partisi’ni “hegemonyacı ve gerici, Amerikan emperyalizminin işbirlikçisi” diye adlandırıyordu.
Aynı şekilde 1968’de Çekoslovakya, 1976’da “Dörtlü Çete”nin tasfiyesi, 1977’de Üç Dünya Teorisi, 1979’da Kamboçya, 1980’de Afganistan, 80’li yılların başinda Deng Xiaoping çizgisi gibi meselelerde ciddi ideolojik ve politik çatismalar sürdü.
Tüm bu çatismalar önemliydi. Her parti, bir yandan hareketin birliğini korurken farklı görüşleri çok ciddi biçimde incelemeli ve kendi görüşünü bu temelde formüle etmeliydi. Gerçek şu ki dün Çekoslovakya, Afganistan, Üç Dünya teorisi, Deng çizgisi, vb. meselelerde şiddetli çatismalar içinde yer almış komünistler bugün aynı safta yer alıyorlar, Marksizm-Leninizm’i savunuyor ve revizyonizme karşi mücadele ediyorlar; tabi eski görüşlerinde zorunlu düzeltmeler yaptıktan sonra.
Partimize gelince, tanığı olduğumuz şiddetli mücadelelerden tek bir sonuç çikardi: bir diğer parti içindeki ya da iki komünist partisi arasındaki herhangi bir çatisma ne kadar keskin olursa olsun bizler çatismalari ciddi biçimde incelerken, aynı zamanda kendi partimizin birliğini de her ne pahasına olursa olsun korumalıyız. Aynı ilke Uluslararası Komünist Hareketin bütününe uygulanmalıdır: ayrımlar ne kadar keskin olursa olsun, biz bu ayrımların, hareketi bölmesine izin veremeyiz…
Elbette, ilkeler söz konusu olduğunda komünistlerin tavizler veremeyeceği yönünde itirazlar olabilir. Buna cevabımız: her parti Marksist-Leninist ilkeleri mevcut gerçekliğe onu kendi kavrayışına göre uygular. Hiç kimse bir partiden, ilke olarak kabul ettiği şeyden taviz vermesini isteyemez. Her parti kendi görüşlerini bütünüyle bağımsız olarak belirler. Ama bu, o partinin Uluslararası Komünist Hareketin birliğini sürdürme görevi ile karşitlık oluşturduğu anlamına gelmez; çünkü bu birliği korumak da aynı zamanda bir ilkedir.
Burada önemli olan, komünist harekete düşman olanların planlarının akıldan çikarilmamasi gerektiğidir. CIA ve diğer gizli servislerin komünist partiler içinde ya da partiler arasında ne şekilde ayrılıklar yarattığını, aşirı mücadeleleri, bölünmeleri ya da ayrımları ne şekilde teşvik ettiğini gösteren pek çok belge var. Komünist hareketin birliğinin öneminin farkında olan düşman, bu birliği yıkmak için en akla gelmez yollara başvuracak ve sıklıkla hem revizyonistleri hem de sol sapma eğilimleri aynı anda destekleyerek tüm savrulan eğilimlere arka çikacaktir.
Sağ oportünist ya da sol sekter olarak bilinen partilerle birliği sürdürmenin doğruluğu sorgulanabilir.
Mao Zedung bir yerde şöyle demiştir: “Önemli olan nasıl ögrenilecegini bilmektir“. Bu, Uluslararası Komünist Harekete yönelik tavrımızda da esastır. Hareketin birliğini sürdürmek her partiye daha fazla ve daha hızlı ögrenme olanağı verir.
Partimiz, politik çizgisinin sağ ya da sol oportünist olduğunu düşündüğümüz komünist partilerle de ilişkilerin sürdürülmesi ve geliştirilmesi ilkesini benimser.
Her şeyden önce yargılarımızda hata yapabileceğimiz için.
İkincisi, deneyimler göstermiştir ki, biz bu partilerin kitleler arasındaki çalismalarinin, deneyimlerinin, teorik çalismalarinin belli yönlerinden yararlanabiliriz.
Üçüncüsü, ideolojik çizgideki temel ayrımlar, belirli tarzda ortak çalisma yapmanın, ırkçılık karşitlığı, sendikal haklar, emperyalizm karşitlığı gibi alanlarda birleşik mücadele vermenin önünde engel değildir.
Dördüncüsü. Olası değişiklikleri dikkate almak zorundayız. Revizyonist ya da solcu olduğunu düşündüğümüz bazı partiler ya da bu partilerin bazı fraksiyonları olumlu yönde değişebilirler.
Son olarak, büyük ayrımlarımızın olduğu partiler tamamen yozlaşabilir ve burjuvazinin saflarına katılabilirler. Bu partilerle sürdürmüş olduğumuz ilişkilerden işimize yarayacak “olumsuz” dersler çikarabiliriz; böylece, geçirdikleri değişimi adım adım izlemiş olduğumuz için, bu olumsuz dersleri daha iyi formüle edebiliriz.
Mao Zedung’un tezleri üzerine
Uluslararası Komünist Hareketin birliğine Marksizm-Leninizm ve proletarya enternasyonalizmi temelinde katkıda bulunmak için, Mao Zedung’un düşüncesini kabul etmiş partilerin, yoldaş Mao Zedung’un çalismalarina bilimsel ve eleştirel bir yaklaşimı benimsemeleri önemlidir.
Belçika Emek Partisi (PTB/PVDA) Marksizm-Leninizm ve Mao Zedung düşüncesi ideolojik silahıyla kuşanmıştır. Partimiz Mao Zedung’un Marksizm-Leninizm bilimine iki temel katkısı olduğunu kabul etmektedir.
Tarihte ilk kez, baskı altına alınmış büyük bir üçüncü dünya ülkesinde sosyalist devrimin hazırlık aşaması olarak milli-demokratik devrim teori ve stratejisini o geliştirmiş ve Çin devrimini, görülmemiş zorlukları aşarak proletarya diktatörlüğüne kadar o götürmüştür.
SSCB’de Kruşçev iktidara geldikten sonra Mao Zedung mücadelenin yönünü modern revizyonizme çevirdi; kültür devrimini geliştirerek modern revizyonizme karşi mücadeleyi yönetti ve proletarya diktatörlüğünde sınıf mücadelesinin sürdürülmesi teorisini zenginleştirdi.
Mao Zedung’un yapıtları üzerine geniş bir tartışma için
Mao Zedung’un ögretilerini 1963’ten 1976’ya kadar takip eden bütün partiler, diğer düşünce okullarından komünistlerin sertçe karşi çiktigi belirli bir dizi politik düşünceyi paylaştılar. Uluslararası Komünist Hareketin mevcut durumunda, Mao Zedung düşüncesini kabul etmiş partilerin “maoist” tezlere dayalı bir platformda yeniden gruplaşmaları olumsuz sonuç doğuracaktır. Yalnızca Uluslararası Komünist Hareketin birliğine zarar vereceği için değil politik ve ideolojik olarak bizi de zayıflatacağı için. Mao Zedung düşüncesini kabul etmiş partilerin pek çogu belli bazı tezleri benimsemişlerdir: partinin inşası için gerekli başlıca öge olarak iki çizgi arasındaki mücadele, kültür devriminin evrensel değeri, 1968’den itibaren Sovyet sosyal-emperyalizminin ortaya çikisi, Marksizm-Leninizm’in bir üst gelişme aşaması olarak Mao Zedung düşüncesi, vb. Belirli bazı “maoist” partiler bu saydıklarımız temelinde birleşiyor olabilir ama bu, meşru olmayan ve zararlı bölünmeleri devam ettirecektir. Amaç, maoist hareketin 60’lı ve 70’li yıllardaki sloganlarını ve sözlerini tekrar etmek değil tersine geçmiş on yılların deneyimleri temelinde, Mao Zedung’un teorisinin değerini hala koruyan tezlerini bilimsel olarak geliştirmektir. Diğer düşünce okullarından, “Sovyetçi”, “Arnavutçu” ya da “Kübacı” okullardan komünistlerle birliği imkânsız kılacak tüm “ön yargıların” bir kenara atılması, Mao Zedung’un görüşlerine getirilen eleştirilerin ikna edici şekilde çürütülmesi, yerinde eleştirilerin kabul edilmesi ve tarafların birbirlerini ideolojik ve politik bakımdan ilerletme yeteneğini kazanması gerekir. Bilimsel bir tartışma, Mao Zedung düşüncesini kabul etmiş partiler arasında bile “ortak mirasın” nasıl da çeliskiler ve hatta karşitlıklar içerebileceğini bizlere gösterecektir.
Mao Zedung’un bazı teorilerinin eleştirel bir değerlendirmesi
Mao Zedung düşüncesini kabul etmiş partiler için bilimsel bir yaklaşimı kabul etmek, Mao Zedung’un bazı görüşlerine, (eski) sosyalist ülkelerde meydana gelen olaylar ve Lenin ile Stalin’in çalismalari ışığında eleştirel bir değerlendirme ile yaklaşmak demektir. Bize gelince, Mao Zedung’un belli bazı tutumlarını eleştirebiliriz. Örnegin:
Yirminci Kongre’de Kruşçev, kendi revizyonist çizgisini kabul ettirebilmek için Stalin’e beklenmedik biçimde saldırdı.
Başlangıçta, Mao Zedung ve ÇKP kararsızlık yaşadılar. Stalin’in Marksist-Leninist çalismalarini tutarlı biçimde savunmadılar; buna karşilık, Stalin’e getirdiği oportünist eleştiriler bakımından Kruşçev’in izinden gittiler.
Buna ilişkin en temel belge “Proletarya Diktatörlüğünün Tarihsel Deneyimleri” başlığını taşir ve 5 Nisan-29 Aralık1956 tarihleri arasında yazılmıştır.
Bu belge Stalin’i ve “Sovyetler Birliği’ndeki devrimin ve çalismanin temel deneyimlerini” savunur (Proletarya diktatörlüğünün tarihsel deneyimleri, Pekin, 1961, s.33). Yine de Stalin’e yönelik eleştirilerde, revizyonizmle belirgin bir uzlaşmanın varlığı hemen fark edilir.
Gerçekte, Mao Zedung ve ÇKP tarafından formüle edilen bazı eleştiriler, Kruşçev’in iftiralarını basitçe tekrarlar. ÇKP, ciddiye alınacak hiçbir kanıta dayanmayan bazı temelsiz iddialar ortaya atar. Çikartilan sonuç şu çizgidedir: Kruşçev, Stalin’in hatalarını düzeltmek yolunda adım atmıştır! Bu belge, “Yaşamının son dönemlerinde Stalin’e atfedilen bir dizi zafer ve övgü, onun başinı döndürdü. Kendi düşünme yönteminden, kısmen de olsa ciddi bir şekilde, diyalektik materyalizmi attı ve subjektivizme teslim oldu. Kendi aklına ve otoritesine körü körüne inanmaya başladı; karmaşik durumlar hakkında araştırma ya da ciddi bir inceleme yapmayı ya da kendi yoldaşlarına ve halkına kulak vermeyi reddetti. Sonuç olarak, düşünceleri ve attığı politik adımlar nesnel gerçeklik ile karşitlık içindeydi; sıklıkla bu yanlış ölçütleri uygulamakta ısrar etti ve zamanı gelince de hatalarını düzeltmekte başarısızlığa düştü. Sovyetler Birliği Komünist Partisi Stalin’in hatalarını düzeltmek yolunda şimdiden adımlar atmıştır” şeklindeki iddiaları tekrarlar (Proletarya diktatörlüğünün tarihsel deneyimleri, Foreign Language Editions, Pekin, s. 42).
Kruşçev’in bu iddialarının hiçbiri doğru değildir. Yaşamının son yıllarında Stalin “SSCB’de Sosyalizmin İktisadı Sorunları” adlı eseri kaleme aldı ve Malenkov’un 5 Ekim 1952’deki 19. Kongre’ye sunduğu Rapor tasarısını gözden geçirdi. Bu iki belge, Stalin’in diyalektik materyalizmi doğru uyguladığını, araştırma ve soruşturma yaptığını, Parti’nin zaaflarını ve çok değil, birkaç yıl içinde Kruşçev revizyonizmini doğuracak olan hataları sezdiğini kanıtlar.
“Tarihsel Deneyim” başlıklı belgede, ÇKP, Kruşçev’in Stalin’e yönelttiği en akıl dışı suçlamalarından birini kabul etmiştir: “(Stalin) anti-faşist savaş öncesinde yeterince uyanık davranmadı.” (Proletarya diktatörlüğünün tarihsel deneyimleri 1961, Foreign Language Editions, Pekin, s. 9-10)
ÇKP bu belgede, Kruşçev’in [SSCB’de -ç.n.] sınıf mücadelesinin bittiğine ilişkin görüşlerini aynen benimser; oysa bu görüşler daha 1930’lu yıllarda Buharin tarafından geliştirilmiş olan görüşlerle aynıydı. ÇKP, karmaşik ve çetin parti temizlikleri sürecine ilişkin somut çözümlemeler yapmaz. Kruşçev’in, “sınıf mücadelesinin derinleştirilmesinde ısrar yerine demokrasinin mükemmelleştirilmesi” zorunluluğu gibi bayağılıklarını tekrarlar: “Sömüren sınıfların yok edilmesinin ve karşi-devrimci güçlerin zorunlu tasfiyesinin ardından, proletarya diktatörlüğü içerdeki karşi-devrimci artıklarla mücadele etmek için hala gerekliydi (…) ama bu mücadelenin öncelikle dış emperyalist saldırgan güçlere yöneltilmesi gerekiyordu. Bu şartlar altında, ülkenin politik yaşamında farklı demokratik yöntemleri geliştirmek ve aşama aşama mükemmelleştirmek, sosyalist meşruiyeti geliştirmek, halkın devlet aygıtı üzerindeki denetimini güçlendirmek, devlet ve fabrika yönetiminde demokratik yöntemleri geliştirmek, bir yandan fabrikalar öte yandan geniş kitleler ile devlet örgütleri arasındaki bağları sıkılaştırmak (…) ve Stalin’in yaptığı gibi sınıfların ortadan kaldırılmasının ardından sınıf mücadelesinin derinleştirilmesinde ısrar ederek, sosyalist demokrasinin sağlıklı biçimde gelişmesini engellemek yerine, bürokratik eğilimlere karşi daha da kararlılıkla mücadele etmek gerekiyordu” (Proletarya diktatörlüğünün tarihsel deneyimleri, 1961, Foreign Language Editions, Pekin, s.54-55).
Mao Zedung, gene 1956’da çesitli yerlerde SSCB’deki sanayi ve tarım politikalarına herhangi bir çözümlemeye dayanmayan eleştiriler getirmiştir: “Bizde tarımın kolektivizasyonu SSCB’de olmayan birçok safhadan geçmiştir” (Mao Zedung, Seçme Eserler, Cilt V, s. 376). “Sovyetler Birliği’nde, köylüler çok fazla baskı altına alınmışlardır. Mahsullerinin çok büyük kısmına el konmuş ve çok düşük bir fiyat biçilmiştir. Bu şekilde kaynak biriktirmek, köylülerin üretim yapma isteğini azaltır” (aynı yerde, s. 314). Sovyetler Birliği “tarımın ve hafif sanayinin aleyhine ağır sanayiye eşitsiz biçimde ağırlık vermiştir” (aynı yerde, s. 307).
Açık ki bu “bilanço”, Sovyet deneyiminin ayrıntılı bir incelemesine dayanmamaktadır. Temelde, Buharin’in fikirlerine oldukça yakındır. Kırdaki sınıf farklılıkları, 1929-1930 kolektivizasyonu için açık muharebeyi kaçınılmaz kılmıştır. Muharebe şu soruyu cevaplandırmıştır: kırda izlenmesi gereken yol hangisidir, kapitalist yol mu, sosyalist yol mu? 1928-1935 arasında gerçekleştirilen “zorunlu yürüyüşle” sanayileşme, gerek SSCB’nin savunulması gerekse de kırsal bölgelerin teknik temelinin ve kültürel çehresinin tümden dönüştürülmesi için tarihsel bir zorunluluktu.
1963’teki Büyük Polemik sırasında ÇKP ve Mao Zedung, Stalin’i daha tutarlı biçimde savundularsa da savunmalarında hala ağır boşluklar vardı. Troçkizm, buharinizm ve burjuva milliyetçiliğine karşi yaşamsal önemdeki ideolojik ve politik mücadele ise tümüyle bir kenara bırakılmıştı. ÇKP, genel terimlerle “iki tür çeliski”den söz etmekle yetinerek, politik çizgi ve görüşleri somut olarak çözümlemeyi reddetmişti. Aşağıdaki alıntı, gerçekte, buharinci fikirlerin üstü kapalı biçimde savunulmasına örnektir: “Gerek Parti içide gerek Parti dışında yürütülen mücadelelerde Stalin, belli bir durumda ve belli sorunlar söz konusu olduğunda -düşmanla bizim aramızdaki ve halkın kendi içindeki- doğası birbirinden farklı iki çeliski kategorisi arasında fark gözetmedi (…) Karşi-devrimin bertaraf edilmesi süreci (…) pek çok karşi-devrimci unsurun haklı olarak cezalandırılmasını sağladı; ancak haksız yere mahkum edilen dürüst kimseler de vardı ve bu şekilde Stalin 1937-1938’deki baskıyı fazla yaygınlaştırma hatasına düştü” (Uluslararası komünist hareketin genel çizgisi üzerine tartışma. Foreign Language Editions, Pekin, 1965. s.129).
Gerçekte, temizlikler sürecinin temeli sayılabilecek Mart 1937’deki raporunda Stalin, yalnızca gerekli uyanıklığın önemini kavrayamayan sağ eğilime değil, temizlik ve baskıları keyfi biçimde yaygınlaştırma eğilimine de karşi çikti. Stalin aynı zamanda, yapılması zorunlu olan temizlikleri Parti ilkelerine uymayacak tarzda gerçekleştiren bürokratik eğilimleri de eleştirdi. 1938 yılı başlarında, temizlikler aşirı ilerletildiği ve amacından saptığı zaman bu durumu açığa çikaran tam da Stalin olmuş ve sonradan bu durumu düzeltmiştir.
Maoist hareket içindeki küçük burjuva etkiler
Mao Zedung’un yazılarındaki bu hatalar üzerinde durmak önem taşimaktadır; çünkü bunlar, 1963’ten itibaren Avrupa’da gelişen genç Marksist-Leninist hareket üzerinde güçlü bir etkiye sahip olagelmiştir. Bu hareket, anti-Stalinizmde birleşen küçük-burjuva ideolojilerin damgasını taşimaktadır. Mao Zedung’un sözünü ettiğimiz fikirleri, “maoizmin”, Stalinizm’e ve dolayısıyla Leninizm’e karşit yeni bir teori olarak yorumlanmasında teşvik edici olmuştur. Partimiz [geçmişte -ç.n.] hep ÇKP’nin “Stalin Sorunu” başlıklı belgede ortaya koyduğu görüşleri savundu. Gerçekte ise, Stalin’in eserleri ve pratiğinin incelenmesi ihmal edilmiş, hatta tamamen bir yana bırakılmıştı. ÇKP 1966’da şöyle bir açıklama yaptı: “Yoldaş Mao Zedung Marksizm-Leninizm’i her alanda dahiyane ve yaratıcı biçimde geliştirdi; Marksizm-Leninizm’i yeni ve üst bir düzeye çikardi” (Küçük Kızıl Kitap, 1966 tarihli Önsöz). Partimize hâkim olan görüş, Mao Zedung’un fikirlerinin “her alanda” Stalin’in ve hatta Lenin’inkilere “üstün” olduğu şeklindeydi. Mao Zedung’un Marksist-Leninist teoriye hangi alanlarda gerçek bir katkıda bulunduğunu incelemek ise gerekli görülmüyordu.
Çin belgelerinde sıkça tekrarlanan, “Mao’nun aksine Stalin sosyalizmde sınıf mücadelesinin sürdüğünü anlamamıştır”, şeklindeki düşünce geçmişte partimizce kabul görüyordu. Bu durumun görünüşteki kanıtı olarak da Stalin’in 1936 Anayasası Hakkında Raporu gösteriliyordu; Stalin bu raporda şöyle der: “Bütün sömüren sınıflar tasfiye edilmiştir. Geriye işçi sınıfı kalmış; köylü sınıfı kalmış; aydınlar kalmıştır“. Bu alıntı üzerine Profesör Thomson klasikleşen bir yorum yapmıştır: “Buradan, sömürücü sınıflar yok edilmiştir; sınıf mücadelesi açıkça sona ermiştir, sonucu çikar” (Stalin: Leninizmin Sorunları, Tirana Baskısı, 1970. s. 702.’den aktaran, George Thomson, Marx’tan Mao Zedung’a. s. 131). Stalin’in çalismalari etraflıca incelenecek olursa, varılan bu sonucun ne kadar yanlış olduğu ortaya çikar. Toprak sahiplerinin, kapitalistlerin ve kulakların yok edilmesi, Stalin’e göre, hiç de sınıf mücadelesinin ve proletarya diktatörlüğünün sona erdiği anlamına gelmez.
Thomson’un bunun gibi çok sayıda “maoist” görüşleri, sosyalist Çin’deki kitle hareketlerine hayran ama aynı zamanda anti-komünizmden de etkilenen küçük-burjuva aydınlarına özgüdür. Thomson 1971’de şunları yazmıştır: “Stalin, Leninist çizgiyi 1935’e kadar izlemiş, ardından bu çizgiden iki bakımdan sapmıştır: bir yandan, yeni anayasa iç ilişkiler söz konusu olduğunda proletarya diktatörlüğünün gevşetilebileceği varsayımına dayanıyordu; bu nedenle yeni anayasa, onu, kendi ayrıcalıklarının kanıtı sayan burjuvazi tarafından iyi karşilanmıştır. Bu “sağ” sapma bir eğilim idi. Öte yandan, proletarya diktatörlüğü, gerçekte gevşetilemeyeceği için, güvenlik servislerinin görev alanına dâhil edilerek idari yöntemlerle sürdürüldü. Bu da kulaklara karşi yürütülen mücadelenin solcuların aşirılıkları nedeniyle bozulmasında ifadesini bulan -Lenin’in “aşirı-idarecilik” dediği hata türünden- “sol” sapma bir eğilimdi. Her iki sapma da birbirini tamamlıyor ve destekliyordu. Düşmanlar dost, dostlar düşman muamelesi görüyorlardı.” (George Thomson, Marx’tan Mao Zedung’a, Çin Politikasını İnceleme Grubu, Londra, 1971, s. 135-136).
Avrupa’da pek çok Marksist-Leninist örgüt Mao Zedung’un ve ÇKP’nin hatalı görüşlerinin etkisindeydi ve tıpkı Profesör Thompson’un yaptığı gibi sık sık bunları “derinleştiriyorlardı”.
Yetmişli yılların başlarında, Harpal Brar profesör Thompson’un ve Marksist-Leninist çizgideki [”Marksist-Leninist iddialı” demek daha doğru olurdu -ç.n.] çesitli İngiliz örgütlerinin oportünist görüşlerini eleştiren bir dizi broşür yayınladı. Şöyle yazıyordu Brar: “Bu bayların anti-Bolşevizmleri istisnasız, Çin’e ve Mao Zedung’a “destek” ve “övgü” yaygaralarıyla bir arada bulunuyor. Sovyet köylüsüne gösterdikleri sahte ilginin ardında SBKP(B)’nin tarım sorunu hakkındaki Leninist çizgisini suçlamak ve kötülemek; ikincisi, Çin ile SSCB arasındaki, yoldaş Mao Zedung ve yoldaş Stalin arasındaki sözde farklılıklar masalıyla devrimcilerin içindeki budalaları kazanmak ve onları Leninizm’den uzaklaştırarak kafalarını iyice karıştırmak isteği yatıyor. Hareket içindeki güvenilir yoldaşlarımız bu ikiyüzlü oyunlara ne şekilde tepki gösteriyorlar? Bu burjuva düzenbazların maskelerini düşürmek yerine, bu aldatmacaları yutuyor, tuzağa düşüyor ve kendilerinin de anti-Stalinist ve dolayısıyla anti-Leninist bir konuma düşmelerine izin veriyorlar… Çin’e her “övgü” düzen Marksist değildir.” (Harpal Brar, Trotskyism or Leninism, 1993, p. 502).
Hâlâ, Stalin’in sınıf mücadelesini idari yöntemlerle ve Devlet Güvenlik güçleri ile yürüttüğü şeklindeki anti-komünist tezi benimseyenler vardır. [Örnegin -ç.n.] Alman MLPD grubu şöyle yazıyor: “Stalin’in temel hatalarından biri “bürokrasi ile savaşimında” kitlelerin eleştirisinin seferber edilmesi yerine kendisi de bizzat bürokratikleşmiş Devlet Güvenlik güçlerine tek yanlı olarak ağırlık vermiş olmasıdır” (Rote Fahne, 5-95, s. 17).
Proletarya enternasyonalizminin savunusu için
Stalin sosyalizmin inşası için parti içindeki tüm burjuva eğilimlere karşi sürekli bir mücadele yürütmek zorundaydı.
Sovyet sosyalizmini tehdit eden üç temel burjuva eğilim vardı.
“Solcu” lafazanlık altında, emperyalizmin, özellikle Alman emperyalizminin çikarlarina kusursuz biçimde hizmet eden anti-Sovyet ve anti-komünist bir çizgi geliştiren troçkizm.
Sosyalizm koşullarında sosyal-demokrat çizgiyi yeniden yayan; sınıf mücadelesinin ortadan kaldırılması, kapitalist ögelerin sosyalizme dahil edilmesi ve Menşevik akımlarla uzlaşilması için vaaz veren buharinizm.
“Bağımsızlık” sloganıyla bazı Sovyet cumhuriyetlerinin halklarını ulusal burjuvazinin tahrikiyle sosyalizme karşi ayaklandırmaya çalisan burjuva milliyetçiliği.
Bu üç ideolojik savaşim proletarya diktatörlüğünü güçlendirmek için tarihsel bir öneme sahipti.
Burjuva milliyetçiliğine karşi Stalin
Burjuva milliyetçiliğine karşi mücadele ve proletarya enternasyonalizmini savunma İkinci Dünya Savaşi’ndan sonra yeniden gündeme geldi.
Sovyetler Birliği, faşist orduları ezerken Polonya ve Romanya’nın, Baltık ülkelerinin anlaşmazlık konusu olan topraklarını da kendi sınırlarına katmıştı. Otuzlu yıllarda Faşist Almanya ile Sosyalist Sovyetler Birliği arasında bölünmüş olan bu bölgeler Sovyetler Birliği’nin parçası olmuştu. Yine Sovyetler Birliği, önceleri Finlandiya’ya ve Japonya’ya ait toprakları, Kuril adalarını vb. kendi sınırlarına dâhil etmişti.
Bu önlemler, 1945’te tek sosyalist devlet olan Sovyetler Birliği’nin güvenlik ihtiyaçlarını karşilamak için gerekliydi. Stalin, Almanya’da faşizmin yenilgiye uğramasının ardından, diğer emperyalist güçlerin Sovyetler Birliği’ni yıkmak için iki kat çaba harcayacaklarını çok iyi anlamıştı. Ayrıca, bu toprakların Sovyetler Birliği’ne katılması, bu sayede sosyalist yola girebilecek olan işçi ve köylülerin çikarlarina da uygundu.
Savaş sona erdikten sonra bu topraklardaki faşistler ve aşirı sağcılar, kitleleri sosyalizme karşi kışkırtmak için milliyetçi ve gerici kampanyalar başlattılar. Yirmili ve otuzlu yıllarda Ukraynalı, Gürcü ve diğer gericilerin gittikleri yoldan gidiyorlardı. Burjuva milliyetçiliğini anti-sosyalist eğilimleri birleştiren bir öge olarak kullandılar.
Nazileri önüne katan Kızıl Ordu Macaristan’ı, Çekoslovakya’yi, Polonya’yı, Romanya’yı ve diğer Doğu Avrupa ülkelerini özgürlestirmistir.
Haziran 1944’te, önde gelen Fransız Nazi işbirlikçilerinden biri Vindex takma adıyla “Stalinizm” başlıklı bir küçük bir kitap yazdı. Kitap bütünüyle “halihazırda Avrupa ve Orta Doğu’da yayılmayı hedefleyen Sovyet emperyalizmi” konusunu işliyordu. [Kitaba göre -ç.n.] “Programın en temel amacı Doğu Avrupa’daki sanayi bölgelerini Sovyetleştirmekti“. Bu durum, “medeniyetin ve daha genel olarak kıtamız üzerinde yaşayan halkların özgürlüklerinin ve bağımsızlıklarının ortadan kalkmasıyla” sonuçlanacaktır. (Vindex, Stalinisme, ed Le Document, Paris, Haziran 1944, s.56, 154, 156, 168).
Sovyet orduları Macaristan’a girmeden hemen önce, Horty’nin etrafında kümelenmiş faşistler, Macaristan’a Amerikan ve İngiliz ordularını sokmaya çalisiyorlardi. “Sovyet tehlikesine” karşi “Macaristan’ın bağımsızlığını savunmak” için Batı Emperyalizmi’nin desteğini istiyorlardı. Faşist güçleri destekleyen Amerikan generalleri, 1947’de, “Macaristan’ın iç işlerine dış (Sovyet) müdahale anlamına gelen küçük bir azınlığın (komünistlerin) kendi isteklerini seçilmiş çogunluga dayatmasıı”nı kınıyorlardı. (General Weems’in demeci, aktaran Ludo Martens, SSCB ve Kadife Karşi-Devrim, EPO, 1991, sf. 86-88). Gerçekte, Kızıl Ordu’nun varlığı büyük toprak sahiplerine ve kapitalistlere karşi verdikleri mücadelede işçi ve köylüler için bir güvenceydi; burjuva diktatörlüğünün yıkılmasını ve sosyalizme geçişi bir kat daha kolaylaştırıyordu.
Stalin’in teorik duruşu
Stalin, yirmili ve otuzlu yıllarda enternasyonalist düşünceleri geliştirmişti; savaştan sonra Doğu Avrupa ve Asya’nın yarı feodal ülkeleri sosyalist inşayı başlattıklarında bu düşünceler yeni bir anlam kazandı. Stalin şöyle diyordu:
“Çevre ülke ve bölgelerdeki komünist örgütlerimiz, milliyetçilikle hesaplaşamadıkları sürece, kendilerini geliştiremeyecek, ayakta kalamayacak ve gerçekten enternasyonalist Marksist kadrolar haline gelemeyeceklerdir; bu, akıldan çikarilmamalidir. Milliyetçilik, çevre ülkelerdeki ve cumhuriyetlerdeki Marksist kadroların ve Marksist bir öncü kuvvetin eğitilmesi önündeki esas ideolojik engeldir (…) Geçmişte menşevizmin Bolşevik Parti karşisında oynadığı aynı rolü bu saydığımız yerlerde de milliyetçilik oynamaktadır. Çevre örgütlerimize menşevik olanlar da dâhil her türlü burjuva etkisi yalnızca milliyetçilik kılığında nüfuz edebilir (…) Milliyetçi hava çevre örgütlerimize sızmaya çalisiyor (…) Burjuvazi hala yaşiyor, NEP kendini geliştiriyor, milliyetçilik de öyle … büyük-Rus şovenizminin kalıntılarının varlığı sürüyor, bu kalıntılar yerel milliyetçilikleri de kışkırtıyor (…) Milliyetçiliği her yoldan destekleyen yabancı devletlerin etkisi de aynı şekilde hissediliyor.” (s.203)
“Yerel milliyetçiliğe sapmanın özü ulus kabuğuna çekilip kendi kendini yalıtma eğilimidir; kendi ulusu içindeki sınıf karşitlıklarını unutmaktır; büyük-Rus şovenizmine karşi kendini savunurken bir yandan da genel sosyalist inşa zihniyetinden uzaklaşmaktır; Sovyet uluslarındaki işçi kitlelerini neyin birleştirdiğini görmemek ama sadece onları birbirinden neyin ayırabileceğini görmektir. Yerel milliyetçiliğe sapma, vaktiyle baskı altında olan ulus içindeki gerileyen sınıfların proletarya diktatörlüğü rejimine karşi memnuniyetsizliğini, kendi ulus devletlerinin içinde kendilerini yalıtma ve orada kendi sınıf egemenliklerini kurma eğilimlerini yansıtır” (s.339)
“Yerel milliyetçiliğe sapma açısından bunun büyük-Rus milliyetçiliği mi yoksa yerel milliyetçilik mi olduğu fark eder mi? Milliyetçi sapma dediğimiz işçi sınıfının enternasyonalist politikasını burjuva nasyonalist politikaya uydurmak demektir. Milliyetçiliğe sapma, “kendi” “milli” burjuvazisinin Sovyet rejimini çökertip kapitalizmi yeniden kurması girişimini yansıtır. Bu iki sapmanın kökeni … her ikisinde de ortaktır. Leninist enternasyonalizmin terk edilmesidir … Esas tehlike, kendisine karşi mücadele etmeyi bıraktığımız ve devlet için bir tehlike haline gelmiş olanıdır.” (s. 344-345)
Tito revizyonizmine karşi Stalin
Stalin 1948’de Yugoslavya’da Tito tarafından izlenen politikaya karşi tarihi önemde bir mücadele başlattı. Titoizm, daha yirmili, otuzlu ve kırklı yıllarda Sovyetler Birliği’nde kökleri kazınmış olan Troçkizm, Buharinizm ve milliyetçilik gibi üç burjuva akımın bir bileşimiydi. O dönem, uluslararası burjuvazi Stalin’in Yugoslavya üzerinde “denetim” kurmak istediğini açıkladı ve Tito’nun “bağımsızlık politikasını” destekledi. Bununla birlikte, bu mücadele “denetim” ve bağımsızlık arasında değil, Marksist-Leninist çizgi ile burjuva çizgi arasında sürüyordu. Tito’ya karşi mücadele basit bir ayrıntı değildi: Stalin’in Bolşevizm düşmanlarına karşi verdiği bütün bir mücadelenin özetiydi.
1948 yılında Tito revizyonizmine karşi girişilen mücadelede Stalin, ilkeler konusunda bir öngörülülük ve tavizsizlik örnegi verdi. Kırk beş yıl sonra tarih Stalin’in öngörülerinde ne kadar haklı olduğunu kanıtlamıştır.
Alman işgali sırasında, 1941’de, gizli Yugoslavya partisi 12.000 üyeye sahipti; bunlardan 8.000’i savaş sırasında katledildi. Parti, savaş sırasında 140.000 kişinin ve 1948’in ortalarından önce de 360.000 kişinin katılmasıyla büyüdü. On binlerce kulak, burjuva ve küçük-burjuva unsur partiye girdi. (James Klugmann, Troçki’den Tito’ya, Lawrence and Wishart, Londra, 1951, s.13). Tito, gerçek komünistlere karşi mücadele ederken sürekli bunlara dayandı. Parti içinde normal bir yaşam yoktu, politik tartışma yoktu ve bu nedenle Marksist-Leninist eleştiri ve özelestiri mekanizması da yoktu; liderler seçimle gelmiyor, atanıyorlardı. (aynı yerde, s.22)
Haziran 1948’de, sekiz partiden oluşan Kominform, Yugoslav partisini eleştiren bir açıklama yayınladı. Bu açıklamada, Tito’nun kırda derinleşen sınıf farklılıklarını ve ülke içinde kapitalist ögelerin büyümesini önemsemedigine vurgu yapılıyordu (aynı yerde, s.9). Alınan kararda, Yugoslav partisinin burjuva milliyetçiliğinden hareket ederek emperyalizme karşi birleşik sosyalist cepheyi böldüğü saptanıyordu. Karar metninde: “Bu tarz bir ulusal çizgi sadece Yugoslavya’nın sıradan bir burjuva cumhuriyetine dönüşerek dejenere olmasına yol açabilir” deniyordu. (aynı yerde, s.11)
Tito, bu eleştiriler kendisine ulaşir ulaşmaz kitlesel bir tasfiyeye girişti. Tüm Marksist-Leninistler partiden çikarildi. İki Merkez Komite üyesi, Zhoujovic ve Hebrang, Nisan 1948’de tutuklandı. Partizan ordusunun komutanı general Arso Jovanovic tutuklandı ve bir suikaste kurban gitti, general Slavko Rodic de aynı kaderi paylaştı (aynı yerde, s.43). The Times gazetesi Kominform kararını destekleyen çok sayıda komünistin tutuklandığını bildiriyor ve tutukluların sayısının 100.000 ile 200.000 arasında olduğunu tahmin ediyordu (aynı yerde, s.143).
1948 tarihli sekizinci parti kongresine raporunda Kardelj, Yugoslavya’nın “Kulakları bastırdığını” ve hiçbir zaman “anti-Sovyet bir konumda” yer almayacağını kanıtlamak için Stalin’den birçok alıntı yapıyordu.
Ama birkaç ay sonra Titocular, burjuva toplumdan sosyalizme sınıf mücadelesi vermeksizin geçiş şeklindeki eski sosyal-demokrat teoriyi açıkça onayladılar! Dışişleri bakan yardımcısı Bebler, Nisan 1949’da şöyle bir açıklama yaptı: “Bizde, Sovyetler Birliği’ndeki gibi kulaklar yok. Bizim zengin köylülerimiz halk kurtuluş savaşina katıldılar (…) Biz sınıf mücadelesi vermeden kulakların sosyalizme geçmesini sağlarsak hata mı etmiş oluruz?” (Klugmann, s. 129). Yine 1951’de Tito’nun ekibi, “İçinde pek çok feodal kalıntı barındıran Sovyet kolhozları, devlet kapitalizminin yansımasıdır; SSCB’deki sosyal sistem bundan ibarettir” şeklinde bir açıklama yaptı. Titocular Buharin’in görüşlerini geliştirerek, planlı ekonominin yerine serbest piyasa ekonomisini geçirdiler: “Kooperatif dışında kimse üretilmesi gereken ürün standartlarını ya da çesitlerine karışamaz.” Onlar, “nesnel iktisat yasalarının işleyişine daha fazla serbestlik tanıyan bir sisteme geçişi” örgütlüyorlar. “Bizdeki sosyalist ekonomi, kapitalist eğilimlerin üstesinden sadece ekonomik araçlarla gelebilir” (MK Direktifleri, Sosyalizmin Güncel Sorunları içinde, sayı 10, ocak-şubat 1952, Yugoslav Haberleşme Ajansı, s.160,161,145). 1953’te Tito, toprak alım-satım ve işgücü kiralama özgürlügünü yeniden tanıyacaktı.
Tito 1951’de, Marksim-Leninizme bağlı Yugoslav komünistlerini Hitlerci beşinci kollarla karşilaştırdı ve Vladimir Dapcevic’in de doğruladığı gibi, 200.000’den fazla komünistin tutuklanmasını bu şekilde gerekçelendirdi. Tito şöyle yazmıştır: “Faşist saldırılar yeni bir ögenin ne kadar önemli oluğunu kanıtladı: beşinci kol. Bu, saldırı hazırlığı aşamasında harekete geçirilen politik ve askeri bir ögedir. Bugün, bunun bir benzerini bizim ülkemizde de özellikle kominform üyesi ülkelerden yapmaya çalisanlar var” (aynı yerde, s.85).
50’lerin başlarında Yugoslavya hala büyük ölçüde feodal bir ülkeydi. Buna rağmen Titocular Sosyalist Devlet’in proletarya diktatörlüğünü sürdürmesi gerektiği ilkesine saldırdılar. Yugoslav revizyonistleri 1950’de, “devletin sönümlenmesi ve özellikle devletin ekonomideki işlevinin sönümlenmesi” tartışmasını başlattılar. Burjuva devlete dönüşü haklı çikarmak adına Djilas Sovyet devleti için “proletaryayı ezen ve sömüren korkunç devlet kapitalizmi binası ” diyordu. Djilas’a göre Stalin hala “kendi devlet kapitalizmi imparatorluğunu büyütmek ve içerde de bürokrasiyi yaygınlaştırmak için” mücadele ediyordu. “Demir perde yani Doğu Avrupa üzerindeki hegemonya ve saldırı politikası Stalin için vazgeçilmez olmuştur“. Djilas, “emperyalistlerin “üstün” çikarlari ve bürokrasinin dokunulmazlığı için çalisan işçi sınıfının sefaleti“nden de söz etmiştir. “Bugün SSCB nesnel olarak en büyük gerici güç durumundadır“. Stalin “devlet kapitalizmini uyguluyor; o, bürokratik diktatörlüğün ruhani ve siyasi lideridir“. Tıpkı Amerikan emperyalizminin gerçek bir ajanı gibi konuşan Djilas şöyle devam eder: “Hitlercilerin öyle teorileri vardır ki, hem içerik hem de uygulama bakımından Stalin’in teorilerine ki su damlası gibi benzerler“. Ekleyelim, sonradan ABD’ye yerleşen Djilas bu yazısında “Stalinci sistemin eleştirisi” adlı kitabı dayanak gösterir ki bunu yazan da… Troçki’dir!
Kardelj 1948’de, hala anti-emperyalist mücadeleye bağlılık yeminleri ediyordu. Bundan iki yıl sonra ise, Yugoslavya Kore’ye müdahaleyi destekledi! The Times gazetesi “Bay Dedeijer, Kore’deki olayları Sovyetlerin dünyaya hükmetme isteğinin ifadesi olarak görüyor (…) İşçiler dünya egemenliğine oynayan yeni bir gücün ortaya çiktigini anlamak ve SSCB’nin sözde barış yanlısı ve demokratik bir güç olacağı yanılgısından kurtulmak zorundadırlar” diye yazıyordu (27 Aralık 1950).
Böylelikle Tito, ABD’nin antikomünist stratejisindeki basit bir piyon haline geldi. Tito 1951’de New York Herald Tribune gazetesine yaptığı açıklamada “Sovyetler Avrupa’nın herhangi bir yerine saldıracak olursa, bu saldırı isterse Yugoslavya sınırlarının binlerce kilometre uzağında gerçekleşmiş olsun, (Yugoslavya) derhal Batı’nın yanında savaşacaktır… Yugoslavya kendisini Sovyet emperyalizmine dur demek için inşa edilmiş ortak dayanışma duvarının bir parçası olarak görür” diyordu (26 Haziran1951).
Ekonomiye gelince, 1948’den önce alınmış sosyalist önlemler hızla tasfiye edildi. Daily Mail muhabiri Alexander Clifford ekonomide yapılan 1951 reformları hakkında şunları yazar: “Bu reformlar gerçekleştirilirse, Yugoslavya sonuçta İngiltere’den daha az sosyal olacak”. “Metaların fiyatı piyasa tarafından, başka deyişle, arz ve talep ile belirlenecek”, “ücretler şirket gelir ve kârları dikkate alınarak belirlenecek”, şirketler “neyin, ne kadar üretilecegine serbestçe karar verecek”, “tüm bunlarda klasik marksizmden pek bir şey göremiyoruz“. (31 Ağustos 1951, s.150).
İngiliz-Amerikan burjuvazisi Tito’nun antikomünist mücadelede etkili bir silah olduğunu çok çabuk fark ettiler. Haftalık Business Week dergisinin 12 Nisan 1950 tarihli sayısında şunlar yazıyordu: “Özelde ABD ve genelde tüm Batı dünyası için Tito’ya sahip çikmak Rus komünizmini bertaraf etmenin maliyeti en düşük yollarından biridir. Batı’nın Tito’ya yaptığı yardım 51.7 milyon dolardır. Bu rakam, ABD’nin aynı amaçla Yunanistan’da harcadığı milyarca doların oldukça altındadır” (aktaran Daily Mail, 31 Ağustos 1951, s.175).
İngiliz-Amerikan burjuvazisi, revizyonizmi güçlendirmek ve sosyalist Doğu Avrupa ülkelerinde sistematik içerden yıkma faaliyetlerini cesaretlendirmek için Tito’yu kullanmak istiyordu. 12 Aralık 1949 tarihli Daily Telegraph gazetesine yaptığı açıklamada Eden: “Tito’nun yaptıkları ve etkisi Orta ve Doğu Avrupa’daki olayların seyrini kesin olarak değiştirebilir”, diyordu (aktaran Daily Mail, 31 Ağustos 1951, s.191). Tito’nun komünist demagojisini doğru değerlendiren The Times gazetesi şunları yazıyordu: “Bununla birlikte, titoizmin bir güç olmaya devam edebilmesi için, Mareşal Tito’nun bir komünist olduğunu iddia etmeyi sürdürebilmesi gerekir.” (The Times, 13 Eylül 1949, sf. 194).
Çin dış politikasında nasyonalizm
Emperyalist egemenliğe karşi mücadele Çin devriminin temel kaldıraçlarından biriydi. Ama milliyetçi bir ideolojinin etkisiyle, ÇKP dış politikasında hatalı bir yol izledi ve Tito’nun “bağımsızlık” politikası hakkında yanlış bir yargıya vardı. 1969’dan sonra gelişen “Sovyet sosyal-emperyalizmi, en tehlikeli düşman” teorisi burjuva milliyetçiliğinin etkisi altında oluşmuştu. Ve bu teori, [ÇKP’yi -ç.n.] revizyonist tezlerle yeniden uzlaşmaya götürdü.
1956’da Mao ve Tito
Kruşçev revizyonist yola saptığı zaman işe selefi Tito’nun itibarını iade etmekle başladı. Mao ve ÇKP, “Proletarya diktatörlüğünün tarihsel deneyimi” başlıklı belgede, Kruşçev’in Tito’yu savunmasını destekliyorlardı; bu nedenle, Stalin’in Troçkizme, Buharinizme ve burjuva milliyetçiliğine karşi yürüttüğü ideolojik mücadele sorgulanıyordu. “(Stalin) Yugoslavya meselesinde yanlış bir karar aldı. Tüm bu sorunlar konusunda Stalin subjektivizme kaydı” (Proletarya diktatörlüğünün tarihsel deneyimi, Pekin, 1961, s. 9-10). “Bu nedenle Yugoslav yoldaşlarımızın Stalin’in hatalarına bir parça kin duymaları anlaşilabilir. Koşulların ne kadar zor olduğu dikkate alınırsa, geçmişte, sosyalist yolda ilerlemek için övgüyü hak eden bir çaba harcadılar. Aynı zamanda işletmelerde ve diğer toplumsal örgütlerde, dikkat çekici demokratik yönetim örnekleri gösterdiler. Çin halkı Sovyetler Birliği’nin, diğer sosyalist ülkelerin ve Yugoslavya’nın yeniden kucaklaşmalarını selamlar” (Proletarya diktatörlüğünün tarihsel deneyimi, Pekin, 1961, s. 46)
Bu düşünceler, revizyonizmle ve itibarı iade edilen Titoizmle, başka deyişle Amerika’nın küresel stratejisine uşaklık eden bu anti-komünist akımla uzlaşmanın ifadesidir.
Daha sonra ÇKP, Tito’nun son derece açık bazı anti-komünist düşüncelerini eleştirir. Mao, Tito ile çeliskilerin “dostlar arasında” olduğuna karar vermiş ve bu düşmana, “hata yapmış dost” gibi davranmıştı. ÇKP, “Yugoslav yoldaşların” bazı görüşlerine “komünist hareketin bölünmesine yol açabilir” diye karşi çikar. Şuradaki gibi: “Kardelj (…) Macar yoldaşlara “siyasal sistemlerinde zorunlu köklü değişiklikler” yapmaları gerektiğini söylemiş (…) ve onlara “Komünist Partisi’nin yeniden eski haline döndürülmesi için kısır girişimlerde” bulunmalarının yersiz olduğunu söylemiş, “çünkü,” demiştir, “kitleler için bu tip bir parti despotik bürokratizmi temsil eder”. “Yoldaş Kardelj’in kardeş partilerin önüne koyduğu “Stalinci olmayan” model işte böyle bir modeldir. Yugoslav yoldaşların temel görüşleri ve yöntemleri, yoldaşlar arasındaki tartışmalara yabancıdır“. (Proletarya diktatörlüğünün tarihsel deneyimi, Pekin, 1961, s. 47-49)
Mao, 1956’daki karşi-devrimi, Stalinist Rakosi’nin yaptığı “ciddi hatalar”la “açıklayan” Janos Kadar’ın ve Macaristan’daki “ılımlı” revizyonistlerin tezlerini de kabul eder. Kadar, kendisini Nagy’den ancak bu ikincisi aşirı sağcı ve faşist isyancılarla bir ittifak kurduğu zaman ayırmıştır. ÇKP, “Stalin’in yaptığı çok ciddi hatalar bazı Doğu Avrupa ülkelerindeki halklar arasında ciddi huzursuzluğa yol açtı” diye yazar. Oysa gerçekte, “Stalin’in hataları” yaygarasıyla proletarya diktatörlüğüne karşi savaşan tam da burjuva milliyetçileriydi. “Stalin Macaristan konusunda hata yaptı” şeklindeki burjuva milliyetçi tezleri Mao da kabul eder ama “Sovyetler Birliği’nin kusurlarını abartan burjuva milliyetçilerini” de eleştirmekten de geri durmaz. (Proletarya diktatörlüğünün tarihsel deneyimi, Pekin, 1961, s. 66)
ÇKP’nin Macaristan ve Yugoslavya ile ilgili 1956’daki bu görüşleri burjuva milliyetçiliğinin etkisini taşir.
Mao bu kadarla kalmayarak 1964’te bir Japon delegesine aşağıdaki açıklamayı yapar: “Sovyetler Birliği sınırlarını çok fazla genişletti. Yalta Konferansı’nda Dış Moğolistan lafta bağımsız bir devlet olarak kabul edilmişti, burası Çin’den koparılmıştı, ama fiilen Sovyet yönetimine girdi. Sizin Kuril Adalarıyla karşilaştırıldığında Dış Moğolistan daha geniş topraklara sahiptir. Bir ara (1954’te) Dış Moğolistan’ın Çin’e geri verilmesinin mümkün olup olmadığını sormuştuk. Onlar bize, bunun imkânsız olduğunu söylediler. Yine Romanya’dan Besarabya’yı aldılar. Almanya’dan da toprak aldılar ve bunların arasından Doğu Almanya’nın bir parçasını aldılar. Bu parçada yaşayan tüm Almanları Batı’ya sürdüler. Polonya’dan yine öyle, buradan da Belarus’a kattıkları toprakları aldılar (…) Son olarak Finlandiya’dan toprak aldılar (…) Bana göre, bu kadar toprağı ele geçirmeleri gerekmiyordu (…) Bu nedenlerden ötürü, sizin Kuril adalarınız bizce sorun değil; bu toprakların iade edilmesi gerekir“. (Düzeltilmemiş Mao, Flamanca, 1974, 10 Temmuz 1964 tarihinde yapılan söyleşi, s.28-29)
Stalin’in savaştan sonra aldığı ve Mao’nun mahkum ettiği tüm bu önlemler, yeni emperyalist maceralara karşi savunma politikasının temeli olarak rahatlıkla açıklanır, tarihsel ve politik olarak da haklıdır. Milliyetçilikten etkilenmiş fikirleri kabul etmekle Mao çok tehlikeli bir yola girmişti. “Sovyetler Birliği’nin çaldigi topraklar” meselesini anti-komünist propagandalarının odağı haline getiren, Almanya, Japonya, vb. ülkelerdeki aşirı sağcılardı.
Yetmişli yıllarda Brejnev müdahale ve denetim politikasını uygularken, burjuva milliyetçiliğiyle bu uzlaşma tavrı kendisini “sosyal-emperyalizme” karşi burjuva milliyetçiliğine verilen açık bir desteğe dönüştürdü.
“Sosyal-emperyalizm”, “sosyal-faşizm” tezleri
1968-1969’da gerçekleşen başlıca iki olay ÇKP’nin şiddetli tepkilerine yol açtı. Bu dönemde ÇKP’nin konumlarında milliyetçiliğe doğru tehlikeli bir kayma ortaya çikti.
1968’de Çin-Sovyet sınırının düzeltilmesi meselesi gündeme geldi ve Mart 1969’da iki ülkenin ordusu karşi karşiya geldi. Bu arada Kızıl Ordu Ağustos 1968’de Çekoslovakya’yi işgal etti. Bu iki olay ÇKP’nin milliyetçiliğe kaymasına yol açtı.
Ulusal ve uluslararası konumlarını güçlendirmek için Brejnev’in revizyonist grubu mücadelelerinin yönünü Marksist-Leninist güçlere ve daha çok da ÇKP’ye çevirdiler. Marksist-Leninist bir Çin, Sovyet revizyonistleri için ciddi bir tehdit demekti. Brejnev, Mao’nun so
madem oyle ha APO ha tito diyecegim ama, tito ya ayip olur
Samanlık hikâyesi bir zırvalıktan ibarettir. Ertuğrul Kürkçü, bugüne kadar devrimci onuruyla yaşamış bir insandır. Nasnamenin bu zırvalıklarını buraya taşımanız iyi olmuş. Türk ve Kürt faşistlerinin işbirliği deyip geçelim.
Bu ırkçı saçmalıkları buraya taşıyorsunuz ama bu sadece kendinizi teşhir etmenize ve düzeyinizi göstermeye hizmet ediyor. Bu yorumda da ırksal aşağılama olmasına rağmen, sırf örnek olsun diye yayınlıyoruz. Bundan böyle ırksal aşağılama içeren yorumlarınız yayınlanmayacaktır.
Gün bey, benimde ırkçılıkla bir ilgim, bir alakam yok, ancak hem Ermeni soykırımından söz edip, bununla alakalı Türk devletinin suçlanması durumunda, doğal karşılamak zorundasınız ki, soykırım zırvalarının yanlışlığını ortaya koymak da ırkçılık olmasa gerek….
Ertuğrul Kürkçü’nün samanlık teorisi tarafınızdan kabul edilmese de mantık doğruluğunu kabul ediyor. Ayrıca SOROS tarafından desteklenmesi de Devrimci duruşunun olağan bir gereğidir sanırım.
IPS İletişim Vakfı – Projenin Adı: Medya Özgürlüğü ve Bağımsız Gazetecilik İzleme ve Haber Ağı. – Yönetim Kurulu: Füsun Özbilgin, Ertuğrul Kürkçü, Nadire Mater, Tuğrul Eryılmaz, Prof.Dr.Şahika Yüksel – Proje Danışmanı: Nadire Mater – Proje Koordinatörü: Ertuğrul Kürkçü – Tarih: 17.11.2003 – AB’den Aldığı Para: 809.760 Avro
Size tavsiye edebileceğim bir parti var. İP’e kaydolun. Fikirleriniz çok uyuşuyor.
https://tr-tr.facebook.com/note.php?note_id=10150342906142296
Tavsiyenize teşekkür ederim. İP etkinliklerine elimden geldiğince katılıyorum , ancak üyesi değilim:))
Aslında Anonim isimli arkadaşa “Milovan Djilas’ın YENİ SINIF” kitabını öneririm belki okumuştur. Tüm bu uzun uzun ideolojik tekrarları yapmaya gerek kalmaz.
bu tiplerin ırkçı oldukları tartışılabilir ama asıl devlet-kullukları tartışmasız-dır…
Djilas’ı bir de İP’lilere tavsiye et. Bak bakalım sana ne diyecekler…
SorYorum isimli marjinal tiplerin Devlet- kul ilişkisi hakkında tartışacak temel bir alt yapısı olmadığından , şeflerinin kabullendiklerini bir papağan biçiminde yansıtmaları kadar doğal bir durum yoktur. Tabi bu durum biraz acınası bir durumdur. İnsanın çok şey biliyorum sanıp da fikir fakirliği çekmesi ne kötüdür…..
Irkçı ve halkları aşağılayan yorumlar yayınlanmamaktadır. Admin.
fazlasıyla Türksünüz ama Türkçeyi pek bildiğiniz söylenemez. Tabii iki “i” ile yazılır. Ukalalığımı bağışlayın.
Yaşam boyu öğrenmek güzel bir şey uyarınız için teşekkürler, ancak işinize geldiğini yayınlamak, gelmeyeni yayınlamamak da kullandığınız taktik de güzel… Gerçekleri örtmek zordur… Gün gelir yakanıza yapışır… O yazıda ırkçılık ve aşağılama yoktu sadece ve sadece bir tespit vardı.. Küfür de yoktu.. Hakaret te yoktu… Neyse sen daha iyi bilirsin. Tabii konusunda haklısın bu internet dilinden sonra böyle oldu maalesef uyarın için teşekkür ederim. Dikkat edeceğim bundan sonra ….
bir cemaat biçimi olarak bir kimliğe, bir kültür ve geleneğe ait olmanın,( hak verilmese de) anlaşılır bir yanı bulunabilir nihayetinde farklı kimlik ve aidiyetlere fazladan bir zararı dokunmadan, kendi aidiyet ve kimliğinin savunur-u durumundadır…
oysa ki devlet kapı-kulluğunun, kendinden olmayana düşmanlığı yapısal ve temeldendir. Çünkü içinde bulunduğu “sürü psikolojisi” onu, başkaları üzerinde egemenlik-tahakküm kurmadan var olamayacağına inandırmış, bu algıyı onda yerleştirmiş ve “takıntı” etmiştir. ona göre, egemenlik ve kölelik diyalektiğinden başka bir yaşam mümkün değildir, olamaz. bu tiplerin en nefret ettikleri şey ya da durum, çeşitlilik ve açıklıktır. Onlar kapalı, tekbiçimli ve birörnek olmayı en büyük marifet sayarlar. dünyayı kana bulayan zihniyet budur.
ve bu algı ve zihniyet, bizim anarşist olarak en önemli varoluş ve mücadele sebebimizdir.
İşine gelen gelmeyen diye bir şey yok. O açıdan bakacak olursanız yayınlamadığım mesajlar daha çok işime gelir, sizin açık ırkçı olduğunuzu ve başka milliyetleri aşağıladığınızı gösteren mesaj ve yazılar bunlar. Amacım sizi teşhir etmek olsa bunları yayınlardım. ancak amaç bu değil. Bu sitenin mesajlar konusunda iki ilkesi var: İnsanları aşağılayan küfürlü mesajları yayınlamaz; başka toplulukları ve halkları aşağılayan mesajları yayınlamaz. Bunun dışında ne yazarsanız yazın yayınlanır.
SoruYorum kurduğun cümleler için çok mu kitap karıştırdın, birader ? Kendimden olmayana düşmanlık beslediğimi nereden anladın? Devlet kapı-kulluğu ne demekse? :)) Aslında örgüt kapı kulluğundan terfi edince devlet kapı- kulu oluyorsun galiba:)
SoruYorum yazınca aklıma geldi, diyor ki bırakalım insan kendini ne hissediyorsa odur, Türk hissediyorsa Türktür. Akıl hastanelerinde de bazı deliler kendini uçak, araba hissediyor diye öyle mi oluyorlar?
Kendini Türk sananların Türklükle ilgisi kalmadığını Atsızcılar bile kabul ediyor, bkz;
Benim Burada değinmek istediğim ve tartışmamız gereken nokta, Türkiye’de yeni yetişen neslin bir kısmı cemaatlerin eliyle araplaştırılken diğer kesimin de tamamıyla batılılaşmasıdır. İşte bu iki kutupta bize terstir. Eleştirirken bir tarafa ne kadar yükleniyorsak diğer tarafı da unutmayalım. Bir taraf araplaşıyor diye onlara ateş püskürürken diğer tarafı unutmayalım veya diğeri batılılaşıyorsa araplaşanları unutmayalım. Sonuçta iki tarafta bizden uzaklaşıyor ve bize ters olan noktalara sürükleniyor.
http://www.turkcuturanci.com/turkcu/turkcu%27nun-gunceli/rtuk-onder-apo-suc-degil/?prev_next=next
evet Anonim, aynen öyle…kendini araba zanneden varsa, varsın zannetsin. bunda ne sıkıntı olabilir ki…
sorun ne sandığımız ya da tarif ettiğimiz değil bence…bunu yaparken başkalarına nasıl baktığımız ya da onlara neleri layık gördüğümüz…
kapıkulları “ebedi devlete ve onun tebaası olmaya” ezeli ve ebedi bir hakikat olarak inandıkları için, o tebaadan sayılmak istemeyeni “itaatsiz, bozduncu (türk değilsem de bu dile katkı yapmayı kendimde hak görüyorum)), üniformlaşmaya direnen asi vb ” olarak düşman addederler… örneklere gerek var mı; ışİD’in diğer müslümanlara(gersini demeye gerek yok) bakışından…Tcnin türk olmayanlara bakışına kadar…
hatta bu zihniyetten “her ne gelmişse başlarına…hakkettikleri içindir” mealinde sözler de duyarız. bundan ala kanıt mı olur?
Milliyetçilerin kendi saflarını haklı görmek ve göstermek için “devlet” kavramına güvenerek topu taca atması eskiden beri oynadıkları bir oyun.
Bir hareketin haklılığı ya da düşünce ahlakı devlet olmasına ya da olmamasına dayanmaz.
Devlet Berkin’in ölümüne yol açtıysa kınanır. Yasin’in başı ezilince, üç maymunu oynayan hareketin sağda solda devlet kavramıyla meşruiyet kasmaları bir komedidir.
Çok bir şey beklememek gerekir, Suriye’de kimin ne halt ettiği ortadayken, muhalefete suç bulabilen hdp anlayışı, kendi çıkarı için sevdikleri siyasetçileri yedirtmeyeceklerini, muhalefete ne toplumsal tepkiden-gezi- ne de yolsuzluklardan “ekmek çıkmayacağını” ilan etmiştir.
reşadiye saldırısında tepki gösterilince yine duymazdan gelen ve önce kürt sorunu için ortamı bozmayın öğüdü veren kafa, sağda solda parti kollarına “şu zamana kadar pkk’lılar öldü. Ne olmuş, suriye’deki dinci manyaklar türk askerlerini öldürdüyse..” yazdırabilmiştir.
Yine Telafer düşerken çıkan ses, Ayn el arab,kobane,company düşecekken çıkanın yanında fısıltıdır.
Bütün bunları niye yazdım? Pragmatizmin dibine vurmuş herkes. Sonra da nutuk atıyorlar etrafa. İnsan da sıkılıyor bu ikiyüzlülükten.
“Devrim”i, Irak’ı mahvedenlerin hava kuvvetlerinin bombalarıyla da savunabilirsiniz, goygoy kasmayın yeterli.
Milliyetçilerin, milleti sömüren, Soma, Ermenek gibi işçi katliamlarını yapan sermaye devletine ve onun ordusuna karşı olmaları gerekirken, neden tam tersini yaparak cellatlarına tapıyorlar?
SoruYorum senden özür dilerim Türk olmayan birisi ile Türk’ü tartışmak doğru olmaz sende haklısın birader .. IŞİD ile Türk’ü karşılaştırmak da işin tam da hödükçesi sanırım… Türkiye Cumhuriyeti’nin Türk olmayana bakışını anlamak için öncelikle Türk olmak gerekir haklısın sen bu konuda..
Nasıl ki kendini demokrat, sosyalist, anarşist ve komünist olarak hisseden arkadaşların IŞİD’in Türkmen köylerini bastığında yaptığı katliamlara sessiz kalıp da kalkıp, hepimiz Ermeniyiz, hepimiz Kürdüz sloganlarını atıp da insancıllık numaraları yapmaları ne kadar samimi, rakı masasında reel yaşamı tartışıp, ütopya peşinde koşmakla ne sivil itaatsizlik olur ne de asilik ne de bozduncu( ne demekse) olunur.
Atsız hocamın dediği gibi :
Anlamayız hayatı felsefe ile ilimle
Hayat çelik ellerle atılan zar olmalı……
Türkiye’de liberal(!)ler ya dincilere ya da hdp kanadına teslim, aynı şekilde solun önemli bir kısmı da hdp politikasına ses çıkaramıyor. Böyle bir durumda da her hdp’nin kazancına zarar getirecek olayda çekimser kalıyorlar.
Bu ülkenin vatandaşları Irak ve Suriye’de en başta insaniyetten göstermeleri gereken tepkiyi gösteremediler. Milliyetçiler dahi bu tepkiyi türkmenler için gösterseydi, ne K.ırak’ta petrol kuyularıyla ayrılmaktan söz eden bir yönetim ne de Suriye’de iç savaşta doğan otorite boşluğuyla gelişen özerklik olurdu. Emperyal politikaların K.Irak ve Suriye’de otorite boşlukları gibi kimin işine geldiği ortada olan belli “yan” etkileri oldu.
Kısaca, bugün iç ve dış politikada hdp kanadının ülkenin kalanına atabilecekleri sadece “devlet”, “devletin politikaları” suçlamaları vardır.
En son da birileri, “nasıl pkk,işidle aynı der” demeçleri vermekteydi. Aslında hdp aklının nasıl bir çıkar duygusuyla çalıştığını göstermekte.
böyle bir milliyetçiliğin ya yanında ya karşısında olunur. bunu ben taraf seçtiğimden söylemiyorum. getireceğiniz ilk eleştiride ya faşist ilan edilirsiniz ya da tehdit edilirsiniz.
Eşyanın tabiatı buna mümkün. ne yapılabilir ki.
Murat yoldas, Adolf büyük bir alman milliyetcisimidir?
Varolan siyasal temelde ve varolan iktidar gücler dengesinde `reformlar yolu ile yiginlarin kosullarini iyilestirmek, yada OZGURLUGU GELISTIRMEK ,degil , yiginlarinlarin, ezilen siniflarin, ezilen uluslarin, milliyetlerin, , özgürlestirilmesi l, onlarin ozgursuzlestirilmesini, yeni bir duzene koymak, bürokratik olarak olarak duzene koymak demektir, …… biz bu iste yokuz. pasam……
neden Enver hoca cin ile iliskilerini cin in yugoslavya ile Diplomatik iliski kurmasina denk getirdi, neden Enver hoca arnavutluk emek partisi ucuncu plenumunda hrutschovu oydu ve daha neler neler, en utandiricisi,, Necmiye hoca avrupalai bir gazeteceyie mulakattan sonra, neyse, maoizm , karsi devrimciliktir.hoxa cilik o bile degildir, xocanin soledigini yillarca trockistlerde soyluyordu? ya Stalin donemindede sovyetler sosyal emperyalisstir, yada bilim diye bisey yoktur, aep ckp kokenli orgutler e aciyorum:)
mao denen Adam kemal sun yatsen arasinda biseydir, ben maositlerin tarih anlayislarini pek severim, :)))kaypakkaya kemalistleri sevmez ama orta burjuvazi ile ittifak kurar kucuk de degil orta burjuvazi) sonra bu duzeltilir, buyuk kaypakkayanin ne buyuk oldugu icin Adam diyo ki, kaypakayyanin orta burjuvazisi behice boranmis, tipmis, kucuk burjuvalikta bize dusuyo, sinif peki? Ulan kaypakkayinin kemalizm sinif tahlili ni yapan perincegin partisdir o sadece fasizm demistir:)? semponizyum yapcam kaypakkayanin cehaleti icin:) mkp cok hos bi tespit yapmis, egememn sinif komprador tekelci burjuvazi) Ulan o Zaman emperyalizm diye sorunun var) ama asama sosyalist devrim, Maoist aep ci entelijansiyadan cahil cikar cahil:)))tdkp yani bugunun emep i burjuva demokratik devrimi in temel celiskisini burjuvazi ve feodaller olarak tespit ettiginde ne gulmustuk biz laaaaaa:)
Basit bir deney önereceğim, bu konuda. Bir fotoğraf galerisi kuralım. 100 kadar portre çekelim, Uygur, Kırgız, Kazak, Türkmen ve Özbekler gibi soydaşlarımızdan. Bir 100 kadar portre de modern Türkiye Türklerinden seçip koyalım; karşılarına geçip bakalım: gerçekten benziyor muyuz, benzemiyor muyuz? Aradaki farkın, Uygur Türkçesi ile bugünkü Türkiye Türkçesi arasındaki farktan az olmayacağına sizi temin ederim. (Peki, onlara benzemiyorsak kime benziyor olabiliriz? İkinci aşamada, o Türk fotoğraflarını bir de 100 kadar Yunanlı (Rum) ve Ermeni, dilerseniz biraz da Kürt portresiyle karşılaştırın. Çıkacak sonuçlardan ben sorumlu değilim.)
http://www.taraf.com.tr/yazilar/halil-berktay/turk-tarih-tezi/12351/
Benim için Adolf’un ne olduğu pek de önemli değildir ve bağlamaz, o kendini Nasyonal Sosyalist görüyordu. Siz sosyalizmin hangi tarafısınız acaba? Ben Milliciyim…
Yok ya hic inanmam,Adolf Kadar millici olamazsiniz..Onun basit bir taklitcisi olabilirsiniz..hocan Atsizin saci modeli bile taklit..
Ama hakkinizi yemeyelim bazi seylerde onlardan ilkdiniz. SOYKIRIMDA ona örnek oldunuz.. Daha baska örneklerrde olabilir..
Tabiki onlarda kendini irkci görmüyorlardi tüm milliciler gibi..
Sonuctada Birakalim dünyaya verdigi zarari kendi ülkesine verdigi zararirinda bile tarihte essizdir!
Tüm milliciler kendi ülkesinin bas belasidir. Insanlik düsmanidir. bilim düsmanidir.Toplum disidir!
TR’ ninde basinda iki bela var. TR nin imajinada gelismesinede engel olan. biri millicilik digeri dinciliktir..
Ben kendimi tanimlayamam ama bu iki akim icin insanligin en düsük,en asagilik takimi olarak görürüm..
Titre kendine gel vede dürüst,acik kendine karsi elestirici ol türk!
murat sen sosyal medyadaki “ulu önderimiz için sirenler çaldığında ayağa kalkmayanın kafasına sıkarız” olayına ne diyorsun?
her halde “iyi bir millici” olarak, şiddet ve terör estirerek sevgi-saygı gösterilmesini doğru bulmadığını söyleyeceksin…
ama sorun bu değil…birilerinin “devletten maddi-manevi aldığı güçle” bunu yapabiliyor olması, mesele bu….hani benim yetersiz altyapımla açıklayamayacağımı söylediğin DEVLETİN KAPIKULLUĞU…
SIRADANI DA DAHİL HİÇBİR FAŞİZM TÜRÜ DEVLET DESTEKSİZ VAROLAMAZ…ister sosyal ister milli…
http://marksist.net/okurlarimizdan/milliyetcilik-zehirdir.htm
“Türkler” Niçin Müslüman Olmadı ve Olamazdı ama Müslümanlar Niçin ve Nasıl Türk Oldu?
Okullarda okutulan ve herkesin kabul ettiği tarihe göre, Türkler 7-11 yüzyıllar arasında Müslüman olmuşlardır.
Bu hikayeyi en Marksist bilinenler bile kabul edip öyle kitaplar yazmışlardır.
Örneğin Hikmet Kıvılcımlı, “Dinin Türk Toplumuna Etkileri” diye bir kitap yazmıştır ve kitaptaki bölümlerden birinin başlığı da “Türkler ne zaman ve nasıl Müslüman oldular”dır.
Bir başkası da Erdoğan Aydın. “Türklerin Müslümanlaştırılmasının Resmi Olmayan Tarihi – Nasıl Müslüman Olduk?”diye bir kitap yazmış. (Bu iki yazının ayrıntılı bir eleştirisi şu yazıda var: “Kıvılcımlı Niçin ve Nasıl Bir Gerici Milliyetçiydi?” ve “Türklerin Müslümanlaşması mı? Müslümanların Türkleşmesi mi? (Erdoğan Aydın’ın “Nasıl Müslüman Olduk” Kitabına Eleştiri”)
*
Sorunu adlandırmadan başlayalım.
İslam uygarlığı, İran’ı (Pers Uygarlığını) fetih ettikten sonra, Kafkaslardan Çin hududuna kadar olan Orta Asya denen bölgede genellikle göçebe aşiretler halinde yaşayanlar, eskisi altında oldukları uygarlığın diniyle dinlenmişler ve Müslümanlığa geçmişlerdir. Bu süreç örneğin Germenlerin Batı Roma ya da Slavların Doğu Roma etkisiyle onların diniyle dinlenmelerine ve uygarlığa geçmelerine benzer.
Bu dönüşümü “Türklerin Müslümanlaşması” olarak tanımlamak, baştan aşağı yanlış, ancak ırkçı Türk milliyetçilerinin yapabileceği bir iştir.
Yani sorun olguda değil? (Orta Asya’daki göçebe ve yarı göçebelerin Müslümanlığa geçmesi değil) olguyu tanımlayan kavramlardadır (Türklerin Müslüman olması olarak tanımlanmasındadır.)
*
Önce kategorik bir yanlıştan başlayalım.
Masa Ahlak olabilir mi? Ya da dolap iyilik olabilir mi? İki kere iki balmumu eder mi?
Böyle bir soru bile saçma gelir insana? Bu nasıl soru diye düşünülebilir?
Ama Türklerin Müslüman olmasından söz etmek masanın ahlak olmasından söz etmekten farklı değildir mantıki kategoriler bakımından.
İslam bir dindir? İnsanlar ya da bir topluluk, bir dinden diğer dine geçebilir.
Yani aynı kategoriden şeyin içinde bir değişim olabilir.
Türklük bir din miydi? Türk diye bir din var mıydı?
Yoktu.
Bugün bizlerin Türk dediği o zamanlar Kafkaslar ve Çin arasında yaşayanlar, henüz uygarlığa bile geçememiş, göçebe veya yarı göçebe yaşayan kömünal aşamalardaki topluluklardı. Onlar da kendilerini muhtemelen Türk olarak değil, şu veya bu aşiretten insanlar olarak tanımlıyorlardı. Bu aşiretlerin veya aşiret birlikleri muhtemelen aşireti veya o birliği temsil eden totemleri ve bilgiyi koruyan ve aktaran şamanları vardı.
Yani isterseniz putlara tapıyorlardı diyelim İslam’ın deyişiyle; totemleri vardı diyelim; isterseniz şaman dinindeydiler diyelim.
(Aslında şaman dini diye bir din de yoktur. Yazısız ve komün halinde yaşayan toplumlarda, “kabilenin büyücüsü”, “şaman”, Anadolunun bazı köylerinde “kadın ana”, Avrupa ortaçağında “cadı” denilmiş ve yakılmış aynı zamanda doktor, bilgiyi toplama ve aktarma işlevinin görene şaman denmektedir. Ama bu Türkiye’de Irkçı Türklerin tarih anlatımına bağlı olarak, “İslam öncesi Türklerin dini” diye tanımlanmıştır. Burada “Türklükle” bir ilgisi olmayan, ama Türk milliyetçiliğinin ürünü ve Türklüğe bağlı olarak tanımladığı evrensel bir kategori söz konusudur. Bu Şamanın somut biçimleri ve aldığı isimler çok farklı olabilir. Ama yazısız bütün toplumlarda, esas olarak komünal ilişkileri yaşayan toplumlarda, toplumsal örgütlenmede önemli işlevi olan bir kurumdur “Şaman”lık. Alevi dedeleri, şamanların Alevilik formu içinde devam edişleri olarak da görülebilir.)
Yani o topluluklar aşiretler halinde yaşıyorlardı ve totemleri vardı. Aynı totemden gelenler kardeş sayılıyorlardı. Esas toplumsal ilişkiler buna göre belirleniyordu. Yani Dinleri “Totemizm” veya “Şamanlık” idi.
Eh aynı kategoriden şeyler içinde birinden diğerine geçiş olabileceğinden, şu veya bu “puta tapanlar Müslümanlığa geçtiler” demek gerekir.
(Tabii Müslüman olmak her zaman Müslüman olmak anlamına gelmez. İslam bir uygarlık dinidir. Aşiret bağlarını (Totemleri, putları); aşiret kardeşliğini tanımaz. Allah’a inananların kardeşliğini tanır örneğin. Ama ister Arabistan’ın Bedevileri, ister Mağrip’in Berberileri, İster Hasar Denizi kıyılarının Türkmen ve Azerileri; ister Orta Asya’nın Özbek’leri, ister Mezopotamya’yı çevreleyen dağların Kürtleri olsun bunların Müslümanlığı esas olarak ince bir kabuk olarak kalır eski üretim ilişkileri devam ettiği sürece. Esas belirleyici yine aşiret bağları olmaya devam eder. Hatta bu durum öyle etkilidir ki, İslam bile hukuken kendini bu yaşayışa uyduracak yorumlara bürünür. Örneğin Şafiilik göçebe yaşamının koşullarına uyarlanmış bir İslam’dır. Ama sürecin bu tür inceliklerini bir tarafa bırakalım. Şu veya bu toteme tapan göçebe veya tarımla uğraşan Orta Asya halkları Müslümanlığa geçmişlerdir denebilir.)
Peki, Türk ne oluyor?
Türk’ün sonradan Hint yolunu almak isteyen Alman emperyalizminin uydurduğu bir kavim olduğunu bir yana bırakalım.
Türk nedir?
Türkçe konuşan anlamında alalım.
Gerçi o zamanlar bugünkü gibi bir Türkçe de yoktu her aşiretin veya bölgenin diğerinden epey farklılaşmış lehçeleri vardı ve bunlar linguistik olarak aynı dil ailesinden sayılabilirlerdi.
Ancak o insanlar için, kendilerini Türk olarak tanımlasalar bile bunun toplumsal örgütlenme ve yaşam bakımından hiçbir anlamı yoktu. Muhtemelen çok uzaklarda kalmış bir soy ortaklığının kalıntısını veya epeyce farklılık oluşmasına rağmen yine de var olan bir dil ortaklığını ifade ediyordu.
Yani Türk linguistik bir kavramdır. Sosyolojik bir karşılığı yoktur. Türk dili sayılabilecek dillerden birini veya başka bir dili konuşmak ne toplumsal ilişkileri ne de topluluklar arasındaki ilişkileri belirliyordu. Tıpkı çekik gözlü veya sarı saçlı olmak gibi, sosyolojik olmayan bir özelliği ifade eder Türk olmak. İnsanlar Türk oldukları için şu ya da bu dinden olmazlar veya sosyolojinin konusu olacak bir farklılık göstermezler. Yeryüzündeki bütün diller aynı yetenektedir. Diller sosyolojinin konusu değildirler.
Dolayısıyla o zamanlar Türk yoktu ama haydi var saysak bile, Türk denen şey bir dini yani toplumsal ilişkilerin nasıl örgütleneceğini belirlemediği için, yani öyle bir din olmadığı için Türkler Müslüman olmadı ve olamazdı. Diyelim ki atmaca kuşu totemi olanlar Müslüman oldular ve o totemin temsil ettiği toplumsal ilişkiler ve hukuktan İslam’ın hukukuna ve toplumsal ilişkilerine geçtiler.
Geçtiklerinde dilleri aynı kaldığına göre linguistik kavramlarla düşünürsek. Atmaca totemine tapanlar Müslüman olduklarında, dilleri değişmediğine göre, Türkler Türk olarak kalmıştır. Ya da Türklükten Türklüğe geçmişler diyebiliriz.
Türklerin Müslüman olması konusunun kavramsal saçmalığı sanırım biraz açıklık kazanmıştır.
*
Ancak, bu tarihi diyelim bugünkü Azerbaycan, Türkmenistan, Kırgızistan, Özbekistan’dakiler anlatırsa, “bizler 7-11 yüzyıllar arasında puta tapmaktan Allaha tapmaya, Şamanlıktan İslam’a geçtik deseler; iyi kötü olgulara da denk düşen bir söz söylemiş olurlar.
Ama Anadolu’ya ay ad bugünkü Türk Ulusu’nun olduğu topraklara ve nüfusa gelince burada bir de olgusal yanlışlık var. Ve Türklerin Müslüman olması uydurmasındaki saçmalık şahikalarına varıyor.
Çünkü Anadolu’da o saçma anlayışla bile Türkler Müslüman olmadı ve olamazdı. Çünkü Anadolu’da Türk yoktu. Küçük küçücük bir fatih azınlık dışında Anadolu binlerce yıldır Anadolu’da yaşayan insanlarla zaten doluydu.
Şimdi anlatılan tarihe göre, Osta Asyadakiler gelmişler ve Anadolu’ya yerleşip, kendileri de Müslüman olduklarından Anadolu’yu Müslüman yapmışlar.
Burada fiziksel, kültürel veya biyolojik saçmalıklar var. Kavramsal saçmalıklardan da önce.
Bu Anadolu boş muydu? Kaç kişi geldi orta Asya’dan? O zamanlar on bin yıl önce neolitik devrimi yapmış ve yerleşik tarıma da geçmiş Anadolu nüfusu muhtemelen bütün Orta Asya’dan fazlaydı. Orta Asya Boşalmadığına ve Anadolu’dakiler de buhar olup uçmadığına göre. Anadolu’ya ne geldi? Ne kadar geldi?
Muhtemelen bütün gelen fatihler birkaç yüz bin kişidir.
Bugün Türkiye’de yapılan bütün genetik analizler göstermektedir ki, Anadolu’da yaşayan bugünkü insanların ataları da Anadoluluydu. Orta Asya’dan falan gelmediler.
İkincisi, dil ortaklığı hariç, tüm müzikleri, kültürleri, yemekleri de Anadoluludur. Bir Türk bir Ermeni veya Rum’a, 16. Yüzyıldan beri ayrı düştüğü bir Azeri’den bile daha yakındır kültürel olarak. Bir Türkmen veya Kırgız ile bir Anadolulu Türkü arasındaki mesafe ise galaksiler kadar uzaktır.
Ne genetik ne de kültürel olarak bir yakınlık yoktur Orta Asya’da yaşayan nüfusla. Var olan da yüzde beş civarındadır eğer niceliğe vurulursa.
İşin ilginci, yüzyılın başındaki, Anadolu nüfusunun yarısını değiştiren, tehcir, mübadele, Balkan ve Kafkaslardan gelenlere rağmen böyledir. Yani yüzyılın başında eğer genetik analizler yapılsaydı, bu nüfuz içinde daha da küçük bir Orta Asyalı yüzdesine karşılık düşerdi.
Peki, bugün Türkiye Cumhuriyeti’nin ulusunu veya ahalisini meydana getiren ve Türk dediklerimiz neler?
Bunlar Anadolu’nun binlerce yılan beri burada yaşayan ahalisi. Onların ahfadı.
Peki, onların ahfadı olmasına rağmen, niye genetik yapısı ile linguistik yapısı birbiriyle çakışmıyor? Genetik olarak Akdeniz veya Anadolu; Dil olarak Altay Ural. Bu nasıl oluyor?
Normal olarak dünyanın her yerinde Genetik ve Linguistik yapı arasında bir çakışma vardır. Esas olarak neolitik devrimi yapan kabilelerin dili muazzam bir yayılma gösterip, diğer neolitik devrim öncesi dilleri yok etmiştir. Bu gibi diller oldukça korunmalı yerlerde (Kafkaslar, Bask (Pireneler), Hindistan’ın güneyi (Dravitler) vs. gibi neolitik devrimi, yapanlar tarafından yok edilmeden öğrenebilecek kadar zamanlarının olduğu yerlerde varlıklarını sürdürmüşlerdir.
Ancak dil ailesiyle genetik yakınlıkların tutmadığı bazı yerler de vardır. Bunlar şu veya bu küçük bir fatihler tarafından ele geçirilmiş, sonra o fatihlerin dile ve dinini benimsemiş yerlerdir. Örneğin Avrupa’da iki yer böyledir. Macaristan ve Türkiye.
Macaristan’ın ahalisi genetik olarak tipik bir orta Avrupalı özelliği taşımaktadır ama dili Altay Ural dil ailesindendir. Yani içinde Türkçenin de bulunduğu dil ailesindendir. Bu Macaristan’ın Orta Asya’dan gelen Hunlar veya Magyarlar tarafından fethi ve bunların dillerini zamanla yaşayanlara kabul ettirmesiyle ilgilidir.
Benzeri bir de Anadolu’da yani bugünkü Türkiye’de görülür. Halk genetik olarak tipik Anadolulu ve Akdenizlidir ama dil Altay Ural dillerindendir.
Şimdi burada açıklanması gereken iki nokta var.
Nasıl oldu da bu dil, Anadolu’nun yerli ahalisine kendini kabul ettirdi?
Nasıl oldu da Anadolu’nun yerli ahalisi Hırıstiyanlık’tan Müslümanlığa geçti?
Yani “bugünkü Türkler nasıl ve ne zaman Müslüman oldu?” (ya da bir Türk sorarsa “olduk) sorusu, doğru olarak, Anadolu’da binlerce yılıdır yaşayan bu insanlar ne zaman ve nasıl Müslüman oldular ve buna paralel olarak da dillerini değiştirdiler diye sorulmalıdır.
Yani Erdoğan Aydın gibiler, “nasıl Müslüman olduk?” derken. Eğer bir parça olgulara dayanan bir şekilde bu soruyu soruyorsa. Bu sorunun cevabını Orta Asya’da değil; Anadolu’da yaşayan insanlarda ve 7-11 yüzyıllar arasında değil de 11-19 yüzyıllar arasında aramalıydılar. Tüm o sorunun yanlışlığına rağmen.
Şimdi soruyu şöyle soralım. Anadolu’nun Rumları, Ermenileri ve diğerleri (Likyalılar, Manavlar, Çepniler, Yörükler vs.) ne zaman ve nasıl Müslüman oldular.
İkinci bir soru da şudur: nasıl oldu da Türkçeyi benimsediler?
Anadolu’da Müslüman olanlar, Orta Asya’dakiler gibi bozkır göçebesi değildiler ve totemlere tapmıyorlardı. Çünkü Anadolu ilk neolitik devrimin olduğu ve Hint Avrupa dillerinin bütün dünyaya yayıldığı yerdir. M.Ö. 2000 yıllarında Demir’in keşfi ve alüvyonu Irak ve Mısır nehir boyları dışında da tarım uygarlığına geçişin olanaklı olmasıyla birlikte aynı zamanda ilk uygarlığa geçen yerlerden biridir.
Yani Bugün Türk olan Türk olmadan önce de Müslüman olan yerli halk, Hint-Avrupa dillerinden konuşuyordu ve Hıristiyan’dı. Bunlar nasıl Müslüman oldu ve Türkçe konuşmaya başladı.
Doğru soru budur.
Tabii bunu açıklayabilmek için, başka kavramları da doğru tanımlamak gerekiyor.
*
Bir keder Anadolu’yu Türkler fetih etmedi.
Anadolu’da ta Hititlerden beri gelen uygarlıklar zinciri vardır. Doğu Akdeniz de diyebiliriz buna. Yunanlılar ve daha sonra Roma ve Bizans ile devam eder.
Bir de bugünkü Kürdistan dağlarının doğusunda Pers uygarlığı vardır. Hint ve Çin yolu üzerindeki; klasik ön Asya uygarlıklarını Hint ve Çin’e bağlayan.
Bu iki farklı uygarlık alanının arasında her zaman bir rekabet ve savaş ta vardır, bu savaşların özü de ticaret yollarına kimim egemen olacağı üzerinedir.
Kürdistan ve Anadolu bu iki uygarlığın savaş ve rekabet alanı olagelmiştir. Anadolu platosu esas olarak Grek, Roma, Bizans, Osmanlı etki alanında olmuştur; Kürdistan ise Pers etki alanında. Ancak bu iki uygarlık arasındaki sınır Kürdistan’ın Doğusundan ege kıyılarına kadar sürekli ve sık sık değişmiştir.
Örneğin Maraton bile bu iki uygarlığın savaşının bir sonucudur.
Şimdi ikinci bir noktaya gelelim. Her uygarlık aslında bir süre sonra çürür ve genellikle paralı asker olarak kullandığı ve kendi işleyişini ve zayıf yerlerini öğrettiği “barbarlar” tarafından ele geçirilir.
O “barbarlar” medeniyeti ele geçirdiklerinde yeni bir imparatorluk sülalesi kurulur ve o uygarlık alanında belli bir canlanma yaşanır. Çürümüşlük bir dereceye kadar amorti edilir. Ama kısa bir süre sonra da, önceki çürümeyi yaratan güçler yeni fatihleri de çürütürler ve bu sefer onlar da başka bir komün tarafından alaşağı edilir. Tarih üç aşağı beş yukarı böyle gider.
İşte Bizans ve Pers uygarlıkları da böyledir. Pers uygarlığı İslam aşısıyla ve Abbasi egemenliğiyle bir çiçeklenme yaşar. Ama bir süre sonra o da çürür. Selçuk beyin aşireti onun başına geçer. Bu gençlik aşısıyla, Bizans’ı, tıpkı eski İyonya ve Eski Yunanistan zamanında olduğu gibi, Pers uygarlığı Ege kıyılarına kadar sürer.
İşte Türklerin Anadolu’yu fethi diye gerçek mahiyeti saptırılmış ve anlamını yitirmiş olgu, Pers uygarlığının, başına geçmiş Oğuz soyundan bir sülale ile canlanması ve Bizans’ı Anadolu’dan çıkarması, tekrar Anadolu’ya egemen olmasıdır.
Öte yandan Bizans da bir çürüme içindedir ve İslam’ın ve diğer göçebe fatihlerin Pers uygarlığına yaptığı gençlik aşısından da yoksundur.
Hem daha yeni ve gelişmiş bir dine dayandığı; hem de daha fazla taze kan aldığı için, Pers uygarlığı Anadolu’ya iyice yerleşir kısa zamanda. Anadolu’nun ahalisi de kendisine daha fazla refah ve adalet sunan bu uygarlığın dinine geçmeye başlar. (Selçuklular, “Anadolu Selçukluları” (böyle bir devlet yoktur Türk tarihçilerinin uydurmasıdır) ve “Beylikler” yani yuvarlak hesap Yavuz’a kadar olan dönem budur.)
Mevlana’lar falan hep Pers uygarlığıdır Anadolu’daki uzantılarıdır.
Tabii bir uygarlık diğerini sadece kaba güçle ele geçirmez. Bunlar aşağı yukarı devrimlerin yayılmaları gibi kavranmalıdır: O zaman bu yeni düzenin ortaya çıkardığı kurumların da yayılışı olur. Örneğin “Horasan erleri” falan hep bu bağlamda değerlendirilmelidir.
Tabii burada Pers uygarlığını ele geçirenlerin cahil aşiret çocukları olduğu unutulamamalı. Bunlar koca binlerce yıldır incelmiş devlet cihazlarını ele geçirirler. Ama o cihaz ve uygarlık binlerce yıllık birikmiş tecrübesiyle o fatihleri kısa zamanda özümser ve esas işi arkadan yürütür. Nizamülmülk’ler falan aslında tam da bunu yaparlar.
Bu fatihler devletin başındaysa elbet devlet cihazının kendi dilini konuşmasını isteyecektir. Çünkü kendisi başka dil bilmemektedir. Devlet demek vergi ve mahkemelerdir her şeyden önce. Buralarda hangi dil konuşulacaktır? Bu da fatihlerin dili olur. Fatihler ise henüz Pers uygarlığınca tam fetih edilemeden Anadolu’yu fetih ettiklerinden bu “Türkçe” olur.
Ancak uygarlık dediğin de çok ince bir şehirli tabakasıdır. Gerisi kapalı ekonomideki köylerde yaşar.
Köyler ise bir yandan komünal ilişkilerdir, yani bir uygarlık dinine gerekleri bile yoktur, eşitlikçi bin topluluk içinde yaşarlar.
Diğer yandan devlet ondan vergi alarak artı ürününe el koyar. Ona karşı bir köylü muhalefetidir.
Böylece uygarlıkların egemen olduğu alanların büyük bölümü uygarlığın resmi dininin sapkınlık olarak gördüğü komünle yakın bağlar içindeki ve aynı zamanda birer köylü partisi niteliğindeki mezhep ve tarikatların elindedir.
Bizans egemenliği altında inleyen bu komün-köylüler, Balkanlar’da Bogomiller, Anadolu’da Paulikanlardır. Yani daha sonra Osmanlı şeriatı karşısında ne durumda olacaklarsa o zaman Bizans kilisesi karşısında benzer konumdadırlar.
Fatihler elbette Bizans tarafından ezilen bu köylülerin desteğini alacaktır iyice yerleşebilmek için. Onlar da buna zaten teşnedirler. Bu devrim veya dönüşüm de Osmanlı’nın Anadolu ve Balkanlar’da Bogomillerin Bektaşileşmesi; Paulikanların Alevileşmesi biçiminde gerçekleşir.
Osmanlı İstanbul’u fetih edip onun tarafından fetih edilinceye kadar aslında bunlara dayanır ve hızlı büyümesini bu “sapkınlara” borçludur. Anadolu Sünni Müslüman olmadan önce “Sapkın” Müslüman olmuştur.
Şimdi bütün bunların yanı sıra, Müslüman olmanın vergiden ciddi bir muafiyet sağladığı da düşünülünce, Müslümanlaşmanın ve Türkçe diline geçmenin mekanizmaları daha iyi kavranır.
Böylece Anadolu’nun sapkın Hıristiyanları sapkın Müslümanlığa geçerek Anadolu’nun alttan; Şehirlerde de pers uygarlığının üstünlüğü üstten bir Müslümanlaşmasını ve Türkçe diline geçmesini sağlar.
Bu yüzyıllar içinde gerçekleşir. Beş yüz yıl aşağı yukarı. Bu beş yüz yılda yine de bir yandan Bizans’tan önce Hıristiyanlığa geçmiş daha eski dinlerden halklar (Süryaniler, Keldaniler, Ermeniler ve kiliseleri) diğer yandan Ortodokslar (Rumlar) varlıklarını sürdürürler.
Eğer yüzyıl başındaki sürgün ve katliamlar olmasa, Anadolu’nun yüzde kırkı ila yarısı arası bir nüfus dinini koruyan ama dilini büyük ölçüde değiştirmiş (Ermeniler ve Rumlar büyük ölçüde Türkçe konuşuyorlardı evlerinde bile) durumdaydı.
O halde, Türklerin “Nasıl Müslüman Olduk?” sorusunun cevabı 7-11 yüzyıllar arası Orta Asya’da değil; 11-19 yüzyıllar arası Anadolu ve Balkanlar’da aranmalıdır.
Ve totemizmden Müslümanlığa geçişten ziyade, bir uygarlık dininden (Hıristiyanlık) diğer uygarlık dinine (İslam); bir uygarlık dininin “sapkınlığından” diğer uygarlık dininin “sapkınlığına” (Bogomil ve Paulikanlıktan Bektaşilik ve Aleviliğe) geçiş olarak ele alınmalıdır.
Bu geçişler ile birlikte ve devlet cihazının Türkçe ile işlemesi de Türkçenin yayılmasının bir ek nedeni olarak görülebilir.
Sorun böyle bir bakışla incelendiğinde, gerçeğin daha sadık bir resmi çıkarılabilir.
Tabii soruna böyle bakınca Tarih kitaplarını Türk milliyetçileri başka türlü yazmak zorundadırlar. Keza “soydaşlar” o zaman Ermenileri, Rumları ve kısmen da Kafkasların ve Balkanların halklarını içerecektir; “Orta Asya Türkleri”ni değil.
*
Peki, bu Türklük nedir?
Bugünkü anlamıyla Türklük bir ulustur.
Ulus ise, modern toplumun dininin, karşı devrime uğramış biçimidir.
Yani Türklük bir dindir.
Özel ve politik ayrımına dayanan dinin politik olanı Türklük ile (bir dil, soy ve tarih vs. ile) tanımlayan bir biçimidir.
Evet, tam da bu nedenle, Türkler (Bir linguistik kavramdır çünkü İslam’dan önceki ve modern ulustan önceki Türklük) Müslüman olamaz, ama Müslümanlar Türk olmuştur.
Yüzyılın başında, önceden Müslümanlaşmış olan genetik olarak Rum, Ermeni vs. olan Anadolu’nun yerli ahalisi, Hıristiyan ahaliyi keserek Türk olmuştur. Türklük vaftizini de, kanla ve kendi kültürel ve genetik kardeşlerinin kanıyla ve malıyla yapmıştır.
Bu nedenle, Türkler ulus olarak ruhen hastadırlar hiçbir eski uygarlık beşiğinin olmadığı kadar.
Bir İranlının veya Pakistanlının böylesine saçma Orta Asyalara kadar giden gerçek kültürüyle ilgisiz bir tarih uydurmaya ihtiyacı yoktur.
Ama Anadolu’nun Müslümanlaşmış yerli ahalisinin Hıristiyanları (Yani kültür ve genetik olarak kendilerine en yakınları) keserek veya onları sürerek kendini Orta Asya’daki kavimlerin ahfadı olarak tanımlaması tam bir şizofrenik duruma yol açmaktadır.
Kimi insanlar genetik olarak hasta doğarlar; Türk ulusunun da böyle genetik olarak doğumundan gelen genetik bir sakatlığı bulunmaktadır. Hafızasızdır.
Diğer uluslar da Tarihler uydururlar ama böylesi yoktur.
Türkler ise, Türklükten demokratlığa dönüşmek ve ulusların tarihi olmadığına dair bir tarih yazmak bir yana; böyle daha kültürel; gerçekliğe daha denk bir tarih yazmaktan ve bir kültürel Türk milliyetçiliğine geçmekten bile çok uzaklar henüz.
Dolayısıyla Türklerden ciddi bir demokratik hareket beklenemez. Bugünkü tarih yazımı verilerine göre, Özel savaş dairesinin yedeği olmaya devam edecekleri tahmin edilebilir.
12 Kasım 2014 Çarşamba
Demir Küçükaydın
http://demirden-kapilar.blogspot.com.tr/2014/11/turkler-nicin-musluman-olmad-ve-olamazd.html
Biz kime bize benzeriz? Uygur’a mı Rum ve Ermeni’ye mi çeken arkadaş, bu senin yaptığın milliyetçiliğe karşı ırkçılıkla cevap vermek. Goygoya gerek yok.
TÜRKLER VE İLERİCİLİK
MEHMET YILDIZ
Türklerin ırkçı, soykırımcı, soykırımcılık yüzünden pişmanlık göstermeyen ve ilericisi olmayan zalim bir halk olduğu şeklindeki genellemeleri içeren çok sayıda makale yazdım. Keza Türkiye’de ilericilerin en fazla nüfusun % 1’ini teşkil edebildiğini de ileri sürdüm. İlk bakışta çelişkili gibi gözüken bu ifadeler aracılığıyla dile getirmek istediğim şuydu: “Türkler ilerici olma yeteneğine sahip olmayan bir millettir” demek istemiyorum. Türkiye’de ilerici olan bireyler mutlaka vardır. Ancak bunların sayıları o kadar az ki, bu nedenle Türkleri “ilericisi olmayan bir halk olarak tanımlamak” daha doğrudur.
Türk politik kültürü ve mentalitesi çok dengesizdir. Bir-iki iyi kalpli birey yüzünden milyonlarca kötüyü görmezlikten gelmenizi isterler. Bir iyilik yüzünden binlerce kötülüğe göz kapamanızı isterler. Anne ve babasını öldürdükleri çocukların eline şeker tutuşturarak ağlamalarını engellemek ve böylece ne kadar iyi insanlar olduklarını göstermek istiyorlar.
Üstelik nüfusun en fazlasından %1’ini teşkil eden Türk ilericilerinin gerçek anlamda ilerici olup olmadıkları çok tartışmalı bir konu olduğu gibi, bu insanların etnik kökeni konusunda da çok ciddi şüpheler vardır. Çünkü Türkiye’de genellikle ilerici rolünü azınlıklardan gelen insanlar oynuyorlar.
Türklerle ilgili yaptığım bu gibi son derece olumsuz genellemelerin Dersimli olmam ile özel bir bağının olup olmadığını da çok düşündüm. Bilindiği gibi, Dersimliler 1937-38 yılları arasında Türkler tarafından soykırımdan geçirildiler. Türkler hakkında yaptığım genellemelerde hiç kuşkusuz bu olayın çok önemli bir yeri vardır. Soykırımlar yapmış ve bunu ısrarla inkar eden bir topluluğu ilerici, demokrat veya humanist saymanız olanaksızdır.
Ancak ben yine de bahsi geçen genellemelerin Dersim jenosidini aşan çok sayıda başka göstergelere de sahip olması gerektiğine inandım. Soykırım objektif bir göstergedir. Keza bir Dersimli olarak egemen Türk politik kültüründen ve mentalitesinden nefret etmeniz gayet insani ve doğaldır. Burada tartışma konusu olan ise özellikle söylenenlerde epistemik bir objektivizmin olup olmadığı sorunudur. Dolayısıyla Türk devletine, politik kültürüne ve mentalitesine duyduğunuz nefret sizi hiçbir zaman epistemik açıdan subjektif olan genellemeler yapmaya itmemelidir.
Türk toplumunun tüm sosyal kesimlerini kapsayan barbarlık çok kolay izlenebilen bir fenomen olmasına rağmen, Türk toplumu hakkında objektif saptamalarda bulunanların sayısı gerçekten çok azdır. “Ilerici Türk aydınları kimlerdir?” sorusuna cevap ararken aklıma yalnızca Çetin Altan ve birkaç başka yazar geliyor. Türk barbarlığı bir ölçüde en radikal düzen muhalifi gözüken insanlar tarafından bile içselleştirilmiştir. Türk devrimcileri ile Türk faşistlerini birleştiren ırkçı-barbar eğilimler söz konusudur. Nitekim son anti-AKP kitle gösterilerinde Türk faşizmi ile Türk solu aynı saflarda birleşti. Türk solu, en radikal kesimleri de dahil, ırkçıdır. Türk sosyalizmi nasyonal sosyalizmdir. Nazizmin Türk versiyonu tüm politik yelpazeye değişen ölçülerde rengini vermektedir. Türkiye’de ilerici gelişmelerin imkanı ortadan kalkmıştır.
Türkler tarih boyunca ilericilere hiç sahip olamadılar. Türk solcuları birkaç Alevi düşünürü veya din adamını mainstream Türk ilericisi gibi göstererek tarihi çarpıttılar. Asırların ve milyonların barbarlığı birkaç fukara Alevi kurbanın varlığı ile dengelenmek istendi. Barbarlığın mağdurları barbarların bağrından çıkmış kitlevi insani hareketlerin öncüleri olarak sunuldular ve sonuçta barbarlığın kamufle edilmesi doğrultusunda son derece haysiyetsiz bir biçimde kullanıldılar .
Özellikle Nazım Hikmet Şeyh Bedrettin Destanı ile buna çok ciddi bir katkıda bulundu. Aynı biçimde Pir Sultan Abdal da mainstream bir Türk düşünürü gibi gösterildi. Korkunç ve derin Türk barbarlı ı böylece bir-iki alevi figür ile kapatılmak istendi. Tarih boyunca insani bir kitle hareketi ortaya koymamış ve insani olan her şeyi boğmuş barbar bir halk normal halklar kategorisine sokuldu. Bu gibi büyük bir yalanı “Mavi Gözlü Dev’in anti-emperyalist mücadelesi” masalları izledi.
Türk solculuğu veya sosyalizmi daha baştan itibaren tarihi gerçekleri hiçe sayan, Ermeni, Dersim ve Süryani soykırımlarını savunan bir nitelik taşır. Azınlıkların varlığını tanıyan Sevr Anlaşması utanç verici bir belgedir. Türk solculuğu azınlıklara yönelik Türk zulmünü inkar etti. Irkçı tutumu içselleştirdi. Türk solu asla Türk barbarlığını ahlaki olarak reddetmedi.
AKP ile ordunun başrolü paylaştıkları son politik gelişmeler Türklerin bir toplum olarak faşizm ve ırkçılığın dışına çıkamadıklarını gösteriyor. En aşırı Türk solu ile en aşırı Türk sağı AKP-TSK cepheleşmesi çerçevesinde kendisini ifade edebiliyor. Örneğin son anti-AKP gösterilerden TSK ve MHP çok memnun kaldıkları gibi, her türlü Türk solu da memnun kaldı. “Ne mutlu Türküm diyene!” “Türkiye laiktir laik kalacak!” sahte laikliği veya ilericiliğiyle birleşti. “Ne mutlu Türküm demeyen düşmandır” diyen Büyükanıt böylece Türk solunu ve sağını birleştiren adam oldu.
TSK-AKP çatışmasında demokrasi cephesi yoktur. Ne var ki demokrasisiz bir biçimde Batı tarzı yaşamak isteyen Türklerle İslamcı Türkler arasında ciddi bir kültürel çatışma vardır. Mutlak bir homojenlik bir yana, ciddi düşmanlıklar taşıyan bu toplum gericilikte ve ırkçılıkta kusursuz bir biçimde birleşiyor.
Sonuç olarak, Türkler ilericisi olmayan barbar bir millettir. Bu genelleme bir dizi stabil tarihsel göstergeye sahiptir. Yargı epistemik açıdan objektiftir. Türk solcuları, laiklik ve modern yaşam yanlıları demokrasi, insan hakları ve hümanizm yanlısı değildirler. Türk faşizminin nasyonalist ve fundamentalist kesimleri arasındaki çatışmalar (AKP-TSK arasındaki çatışmalar) tüm politik aktörlere bu kutuplaşmanın sınırları dahilinde kendini ifade etme olanağını sağlamaktadır. Türk politik aktörler arasındaki farklılaşma onların hiç olmazsa bir kesiminin insani cephede yer almasını sağlamadı. Türk solu ırkçıdır ve hâlâ Türk faşizminin hizmetindedir. Türk ilericisi rolü oynayan azınlıklardan insanlar da Türk faşizmini önemli ölçüde içselleştirmişlerdir.
Mehmet Yıldız
Kucukaydin milliyeti irkla tanimlamaya calisiyor, marksizmden uzaklastikca irkcilasiyor. Sadece irkcilar milleti irkla tanimlamaya calisirlar. Halbuki ulus irksal degil sosyal bir olgudur. Aksi takdirde dil olarak ayni kokenden gelen ( buyuk ihtimalle irk olarak da ayni kokenden gelirler) Iran, Kurt, Beluc, Tacik vb uluslarin ayni ulus olmasi lazim.
Ulus kapitalizme ozgu bir olgudur ve en eski ulusun olusumu en fazla bir kac yuzyil geriye gider.
Mehmet Yıldız ve Demir küçükaydın süper yazılar yazmış. Burada, ortadoğu ya da herhangi bir coğrafyada yaşayan herhangi bir topluluğu bu şekilde gösterecek yazılar yazmanız mümkündür.
Irkçılıktan ve kendilerini doğrulayan takıntılarından o kadar akıl yitirmişler ki, türkler zorla müslüman olmadı, geldikleri yerde herhangi bir yerde olabilen dini çatışmalar olduğu için türkler hastadır yazıyorlar.
Talkan ve cürcan katliamlarını ellerinin tersiyle itiyorlar. Kendi hayal dünyalarındaki millet yayılımında bile ortada kültürel emperyalizm olduğunu unutmayı tercih ediyorlar. Ruhen bir hastalık varsa, kendi düşüncesi için vicdancılık oynarken, tarihi gerçekleri reddetmektir.
Hastalıklı bir insanın her yerde hastalık görebilmesi, ve bunu normal göstermeyi işine gelince doğal, işine gelince en abartılı halde sunması olağandır.
Sevr övmek bunu da varolan çatışma ve kandan bahsederken milliyetlerin şövenizmine su taşımak amacıyla yapmak da yazıyı yazanın aklını açıkça ortaya koyar.
Atsız, okumadım. Atsızın ırkçı olduğunu düşündüm hep. Ama anlaşılan, Atsıza pes dedirtecek kafalar da var.
Devlet de devlet diye bir arkadaş da tutturmuş. Çıkıp Yasin’e yapılanların hesabını verdiler mi? Hayır. Bu noktada gerçeklerden kaçar ve kavramlarla sağa suç atılabilir zaten.
Niye Murat’a bu kadar laf ediyorsunuz ki, adam sizin utanarak gizlemeye,laf oyunu yapmaya çalıştığınızı açıktan söylüyor. Sadece kendi tarafı için.
Mehmet Yıldız ve Demir Küçükaydın’ın Türklerle ilgili haklı tespitlerini ırkçı ve faşist görmek, 1930’larda buna benzer Alman karşıtı bir yazıyı ırkçı ve faşist görmekle aynı şeydir. Bugün Nazi Almanya’sına benzer bir şekilde Türkiye’de Türklüğü benimsemeyen herkese karşı toplumsal bir linç ortamı var. Türklüğü sahiplenen bu arkadaşa aşağıdaki yazıyı tavsiye ederim;
Nefret suçlarıyla mücadele etmeli
Korumasız kişi veya grupların saldırıya uğramasına, ya da saldırıya uğrama korkusuna kapılmasına yol açacak şekilde onları aşağılayan, temel vatandaşlık haklarını sorgulayan ve onlara karşı şiddeti teşvik eden söylemlere “nefret söylemi” denir.
Nefret söyleminde suç sayılan şey nefret olgusu değildir. İnsanların diledikleri şeyden ve kişiden nefret etme hakkı saklıdır. Çirkindir belki, ayıptır, günahtır, ama suç değildir. Suç olan şey nefretin, nefret konusu olan kişi veya zümreye karşı saldırı, yağma ve her çeşit hak ihlali doğurabilecek nitelikte olmasıdır.
Mesela Paris’in meydanında “Fransızlar şöyle böyledir, hepsini kesmeli” diye konuşmak nefret suçu değildir, çünkü bir hak ihlali sonucunu doğurması ihtimali yoktur. Ama “bütün zenci seyyar satıcılar hırsızdır, bunları sınırdışı etmeli” demek, eğer gerçek bir düşmanlık ve saldırı eğilimi doğurma olasılığı varsa, nefret suçu oluşturabilir.
Yahudilerin küçük bir azınlık olduğu X ülkesinde mikrofonu kapan cami hocasının “Yahudiler şöyle menfur bir ırktır, bütün kötülüklerin ardında onlar vardır, kitapları da zaten sahtedir” diye kusmuk saçması, klasik bir nefret suçu örneği oluşturur. Aynı ülkenin başbakanının, “teröre” karşı duyarlığın şiddetle pompalanmış olduğu bir ortamda, muhalif bir partinin üyelerini teröristlikle suçlayarak onları terör örgütüne katılmaya davet etmesi, tartışma götürmeyecek netlikte bir nefret suçu vakasıdır.
Buna karşılık, bundan yüzlerce yıl önce Allah’la kontak kurduğunu iddia edip bundan siyasi, mali ve cinsel menfaat temin etmiş bir Arap lideriyle dalga geçmek nefret suçu değildir. “İfade özgürlüğü” denilen şeyin, adeta anaokulu seviyesindeki bir test örneğidir.
Düşünce ve ifade özgürlüğü konusunda asgari duyarlığa sahip insanların, yok senaryosu kötüydü, yok kamerası ilkeldi, yok yapımcısı yamuk tipmiş diyorlar gibi eften püften bahanelerin ardına saklanmadan, bu konuda net ve güçlü bir tavır almaları gerekir.
Yoksa birileri bu konuyu bahane edip bu memlekette fikir özgürlüğüne de, internet özgürlüğüne de ölümcül darbeyi vurmaya hazırlanıyor gibi geliyor bana.
http://nisanyan1.blogspot.com.tr/2012/09/nefret-suclaryla-mucadele-etmeli.html
Yazıda bahsedilen 30’lu yıllar gibi kısa bir süreç değildir. Her zaman ve herkes için bu suçlamada bulunulmakta, yanlı gözükmemek için de kıl payı kadar insana ırkçı denmemektedir. Düşünce ahlakı açısından güzel bir oyun ve ahlaksızlık.
Irk temelli bakış açısıyla sevr’in reddi bile kötülenmektedir. Faşistlik suçlamam da yok,olabilirsiniz ya da olmayabilirsiniz ancak ırkçı bir yazıdır. Alınıyorsanız, bu iyiye işarettir.
Nefret suçu konusundaki yazıyı vermeniz eğlenceli bir tezat olmuş.
Ülkede ırkçılardan şikayet edenler bile ırk temelli yazıyor. Sonra da ahlaki üstünlük taslıyorlar. Zahmet etmişler, hakaret etmenin ya da nefret suçu işlemenin daha kolay yolları var.
Şu an, toplumun çoğunluğu bir yana, bütün çevremde, hatta en yakın çevremde bile müthiş bir Kemalist-devletçi-orducu-milliyetçi mahalle baskısı var. Ben bu baskıyı yaşayan bir insanım. Yalan söylemiyorum. Kaldı ki bu yozlaşmış devlete ve topluma karşı yalanla mücadele etmek de mübahtır.
Muhtaç olduğumuz kudret, damarlarımızdaki asil kanda mevcuttur ama ırkçı değiliz(!)
Sizin özeliniz, emin olun yaptıklarınızı ve yapacaklarınızı, ırkçı yazılar da dahil haklı çıkarır.
Bunu da sizin bakış açınıza ve algınıza güvenerek yazıyoruz, tabii ki. Hani bu zamanda Kemalist,orducu,devletçi,milliyetçi baskısını birlikte hissetmek ve bunu da ülke genellemek için kullanmak ırkçı yazılardaki gibi düşünce ahlaksızlığına işaret ediyor.
Sizin özelinizde belki doğrudur. Türkiye genelindeyse yeni osmanlıcılık baskısı var. Sosyal,ekonomik,hukuki alanda bu politika halkın belini kırıyor.
Yalan mı söylüyorsunuz? Ne konuda? Irkçı yazılar paylaşıyorsunuz diyorum. Yozlaşmış devlet ve toplum varsa, bu sizin yozlaşmış anlayışla yalan söyleme hakkınız olduğu anlamına gelmez.
Yazılarda “insani temelle ırkçı karşıtı” olmayan bir düşünce var. Şövenizmi, insanlara yalan söyleyerek, çarpıtarak saklamaya çalışıyorlar.
İnsanlar neden milliyetçi olur? Milliyetçilik kime ne vermiş? İşsizlilere iş mi bulmuş? Yoksullara ev, araba verip borçluların borcunu mu ödemiş?
Milliyetçilik benim için ne yapmış ki ben milliyetçi olayım?
Milletler ve Milliyetçilikte Olgu ve Olgunun Bilgisinin İlişkisinin Quantum Fiziğine Benzeyen Karakteri
Çağın Hayaleti ve Hayaletin Laneti
Birinci ve İkinci Dünya Savaşları ve Ulusal Kurtuluş Savaşları başta olmak üzere, son iki yüzyıldaki savaşların neredeyse tamamının, hatta “sınıfçı” olduğunu iddia edenlerin bile çoğunun, milliyetçilik temelinde yapıldığı göz önüne alınırsa, milliyetçiliğin çok tekinsiz olduğu; insanlığı adeta bir cin gibi çarptığı ve lanetiyle öldürdüğü görülür.
Dünya tarihinin en kanlı yüzyılında neredeyse bütün savaşlar ulus bayraklarıyla yapılmışlardır.
Ama lanet burada bitmez.
Eğer Sosyalizm insanlığın ve ezilenlerin umudu idiyse “sosyalist partileri”, “sosyalist hareketleri”, “sosyalist enternasyonalleri”, “sosyalist devletleri” her seferinde milliyetçilik çökertmiştir.
· İkinci Enternasyonal’i çökerten neredeyse bütün sosyalist partilerin kendi devletlerinin ve milletlerinin yanında yer almasıydı, yani fiilen milliyetçiliğe teslim olmalarıydı.
· Sovyet devrimi ve Üçüncü Enternasyonal, 1920’lerde -ki kaderi Sovyet devrimine bağlıydı- milliyetçi “tek ülkede sosyalizm” parolasıyla çökmüştü.
· Ekim Devrimi’nin kalıntısı son gelenekler, İkinci Dünya Savaşı’nda, “dünyanın lanetlileri”yle başlayan Enternasyonal yerine, “Büyük Rus ulusunun perçinlediği, özgür cumhuriyetlerin parçalanmaz birliği” sözleriyle başlayan SSCB marşının almasıyla ve buna eşlik eden Üçüncü Enternasyonal’in lağvıyla yok olmuştu.
· “Sosyalist Blok”, Sovyetler Birliği veya Yugoslavya çökünce onun yerini daha iyi bir sosyalizm için kendini ulus veya ulusçu olarak tanımlamayı reddeden toplumlar ve hareketler değil, artık aşıldığı söylenen uluslar, ulusçuluk ve ulusal katliamlar aldı.
Sadece bu örnekler bile milliyetçiliğin lanetiyle nasıl sosyalizmi çarptığını gösterir.
Bu kadar olsaydı gene de iyiydi. Aslında sosyalizmin her yerde milliyetçiliğe teslim olmuş ve birçok yerde uluslar ve ulusal devletler yaratmış veya en azından önceden oluşmuş ulusları ve ulusal devletleri yönetmiştir.
· Örneğin bu günkü bütün Orta Asya uluslarını Sovyetler yaratmıştır. Sovyetler, ulus yaratmada tıpkı Afrika’daki sömürge imparatorluklarının yaptığını yapmıştır. Sovyetler Orta Asya ve Kafkasya cumhuriyetlerinin sınırlarını başka çizip, başka isimlerle adlandırsaydı bu gün ortada başka uluslar ve ulusal devletler olacaktı.
· Bunun yanı sıra sosyalist iktidarlar daima kendilerini bir ulusla ve ulusal devletle tanımlamışlardır: Bulgaristan, Macaristan, Polonya, Çin, Küba vs.. Ve Bu ülkeleri kuran ve yöneten sosyalistlerin kastettikleri, nötr bir toprak parçası adı değil, tarihe ve dile dayandığı ileri sürülen bir ulustur.
· Ve bu tabloyu şu gerçek belirtilmeden eksik kalır. Sosyalistler nerede başarılı oldularsa, orada aslında filen bir ulusal hareketin başını çektiklerinde, yani fiilen bir ulusçu gibi davrandıklarında başarılı olmuşlardır: Çir, Vietnam, Yugoslavya, Küba vs.
Özetle sosyalizmin ulusçulukla ilişkisine ilişkin olarak, sosyalizmin kendi hakkındaki iddialarından hareketle değil, gerçek durumdan hareketle söz etmek gerekirse, sosyalizm ve ulusçuluğu ayıracak bir fark bulmak zordur. Ya sosyalistler ulusçudur veya sonundan fiilen bir ulusçudan farkları kalmamıştır ya da ulusçular sosyalizm bayrağıyla hareket etmişlerdir: Örneğin Afrika’daki Kurtuluş hareketlerinin çoğu gibi.
Sosyalizm ve ulusçuluğu birbiriden ayırmak mümkün değildir.
En kısa ifadesiyle sosyalizm her yerde ulusçulukla imtihanını kaybetmiştir.
Sosyalizm ulusçuluk hayaletinin lanetiyle çarpılmıştır.
Neden böyledir? Araştırılması gereken budur.
Marks ve Engels geçen yüzyılın başında, “Avrupa’da bir hayalet dolaşıyor, Komünizm Hayaleti” demişlerdi Komünist Manifesto’nun ilk satırlarında.
Ama gerçek tarihe bakarsak, “İki yüz yıldır dünyada bir hayalet dolaşıyor, Milliyetçilik Hayaleti” demek gerekiyor.
Marksizm ile Milliyetçilik ve Millet Konusu
Ama Sosyalizmin, Uluslar ve Ulusçuluk hayaletinin lanetiyle çarpılması sadece bu kadar da değildir.
Bir araştırma ve açıklama nesnesi (konusu) olarak milliyetçilik de, en azından milliyetçiliğin kendisi gibi, başta Marksizm ve Marksistler olmak üzere, iki yüz yıldır kendisini açıklamaya kalkanları çarpmıştır.
Milletler ve Milliyetçilik lanetli ve tekinsiz bir konudur.
Milliyetçilik ve milletler konusu ile ilgilenmiş en ileri ve ciddi tarihçi ve sosyologlar arasında, milliyetçiliğin ve milletlerin ne olduğunun bilinmediği yolunda ortak bir kabul vardır.
Örneğin Eric J. Hobsbawm şunları yazar klasikleşmiş Milletler ve Milliyetçilik’in girişinde:
“Nükleer bir savaştan sonraki günlerden birinde, galaksiler arası bir tarihçinin, kendi galaksisindeki alıcıların kaydettikleri uzaktaki küçük bir felaketin nedenini araştırmak üzere artık ölü durumdaki bir gezegene ayak bastığını düşünün. Bu tarihçi (…) gelişkin mükleer silah teknolojisinin eşyalardan ziyade insanları yok edecek biçimde tasarlanması nedeniyle korunmuş bulunan gezegen kütüphaneleriyle arşivlerine başvursun. Gözlemcimiz, bir süre inceleme yaptıktan sonra, yeryüzü gezegenindeki insanın tarihinin son iki yüz yılının, “Millet” terimini ve bu terimden türetilen sözcükleri anlamadan kavranamayacağı sonucunu çıkaracaktır. “Millet” terimi insanların ilişkilerinin önemli bir boyutunu anlatır görünmektedir. Ama tam olarak neyi? Sır burada yatar. Tarihçimiz, on dokuzuncu yüzyıl tarihini “milletlerin inşası”nın tarihi olarak sunan, ama aynı zamanda, her zamanki sağ duyusuyla “Bize sormadığınız zaman bunun ne olduğunu bilir, ne var ki hemen açıklayamaz ya da tanımlayamayız” diyebilen Walter Bagehot’ı okumuş olsun. Bu gözlem Bagehot açısından ve bizim açımızdan geçerli sayılabilir, ancak, “millet” fikrine inandırıcılık kazandırır görünen insanoğlunun deneyimini yaşamayan galaksiler arası tarihçiler açısından geçerli değildir.”[1]
“Hayali Cemaatler” adlı eseriyle Milliyetçilik ve Milletler konusundaki araştırmalara yepyeni bir bakış açısı ve itilim kazandıran Benedict Anderson da milletler ve milliyetçilik olgusu ve konusu arasındaki bu paradoksta yansıyan sefaleti şu sözlerle ifade etmektedir:
“Olgular açık olmakla birlikte nasıl açıklanacakları uzun zamandır süren bir tartışmanın konusu olmuş. Ulus, milliyet, milliyetçilik – çözümlenmek bir yana her birinin tanımlanabilirlik açısından son derece kötü bir şöhreti var. Milliyetçiliğin modern dünya üzerindeki etkisiyle kıyaslandığında, bu konudaki kabul edilebilir teorilerin sayısı çok sınırlı. Devasa bir liberal tarihçilik ve toplumsal bilimler geleneğini devralan ve milliyetçilik üzerine İngilizce’deki en iyi ve kapsayıcı metni yazan Hugh Steon-Watson, üzüntüyle şunu kaydediyor: “Dolayısıyla, ulus için herhangi bir ‘bilimsel tanım’ yapılamayacağını teslim etmek zorunda kalıyorum; oysa ortada bir fenomen var ve var olmaya devam ediyor.” Liberal gelenekten hiç de daha az devasa olmayan Marksist tarihçilik ve toplumsal bilimler geleneğini devralan ve çığır açıcı The Break-up of Britain’in yazarı Tom Nairn, büyük bir açık sözlülükle, “Milliyetçilik teorisi Marksizmin büyük tarihsel başarısızlığını temsil ediyor” diyor.(…)”[2]
Milliyetçilik ve Milletler gerçekliğinin çağa damgasını vuruşu ile bu gerçekliği açıklama çabalarında ortaya çıkan sonuçların cılızlığı arasındaki bu uçuruma dikkati çeken bu örnekler çoğaltılabilir.
Milliyetçilikte Olgu ve Bilgi Nesnesi İlişkisinin Özelliği
Bu ilişki problemin çözümü için birçok ipucu vermektedir. Bizzat bu bağlantının kendisinden başlanamaz mı?
Adeta Matematik formüllerine benzeyen önermeler biçiminde bu ilişkileri sıralamaya başlayalım.
Yukarıda alıntılarla açıklanan olgulardan şöyle bir ilişkinin varlığı, bir bağıntı ortaya çıkmaktadır:
Sosyalizmin milliyetçiliği anlayamaması ile milliyetçiliğe yenilgisi veya teslim olması veya milliyetçileşmesi arasında kopmaz bir ilişki vardır.
Bu ilişki daha genel olarak, insanlık bağlamında şöyle de ifade edilebilir:
İnsanlık milliyetçiliğin ve milletlerin ne olduğunu bilemediği için milliyetçiliğin ve milletlerin kurbanı olmuştur.
Buradan da şu sonuç çıkar:
İnsanlık milletin ve milliyetçiliğin ne olduğunu bilmediği için millet ve milliyetçiliğin kurbanı olmaya devam etmektedir ve bilemediği sürece de edecektir.
O halde:
İnsanlığın var oluşu ve kurtuluşu ile millet ve milliyetçiliğin ne olduğunun bilinmesi arasında olmazsa olmaz ya da zorunlu bir ilişki bulunmaktadır.
Bu ilişki şöyle de formüle edilebilir:
Milliyetçilikle ancak milliyetçiliğin ve milletin ne olduğu anlaşılarak mücadele edilebilir.
Bu paradoks, bu tersine ilişki, bilgi ve nesnesi arasındaki ilişki bağlamında kategorik olarak şöyle de ifade edilebilir
Milletler ve milliyetçilik söz konusu olduğunda, Bilgi ve Nesnesi arasında ters oranlı bir ilişki vardır: Bilgi varsa, nesnesi olamaz; nesnesi varsa bilgi yoktur.
Bu kategorik ilişki, milletler ve milliyetçilik bağlamında şöyle de formüle edilebilir:
Milliyetçiliğin ve milletlerin ne olduğu bilinirse, Milliyetçilik ve milletler olamaz; Milliyetçilik ve milletler varsa, Milliyetçiliğin ve milletin ne olduğu bilinmemektedir.
Bu ilişki insanlığın geleceği bağlamında şöyle de formüle edilebilir:
İnsanlık ulus ve ulusçuluğun ne olduğunu bilirse, ulus ve ulusçuluk var olamaz; ulus ve ulusçuluk var ise insanlık ulus ve ulusçuluğun ne olduğunu bilmiyordur.
Dikkat edilirse, bu ilişki, tıpkı Quantum fiziğindeki bir parçacığın konumunu ve hızını birlikte bilmenin imkânsızlığı gibi bir ilişkidir: parçacığın Konumunu biliyorsanız Hızını, Hızını biliyorsanız Konumunu bilemezsiniz.
Ulusçuluk ve ulus varsa ulus ve ulusçuluğun bilgisi yoktur; bilgisi varsa kendisi var olamaz.
Bağlantının Politik Sonucu: İnsanlığın Kaderi ve Ulus ve Ulusçuluğun Bilgisi
Ulus ve ulusçuluk söz konusu olduğunda, bilgi ve nesnesi arasındaki bu ilişki, insanlığın kaderiyle ulusçuluğun ne olduğunun bilinmesi arasındaki çok derin ve temel bir ilişkiyi de sezdirir.
İki yüz yıldır var olan savaşlar gibi günümüzün savaşları da uluslar ve ulusal devletler tarafından yapılmaktadır ve yapılacaktır.
Ve her şey şunu göstermektedir:
Birkaç emperyalist merkez arasında paylaşılmış bir dünyada, bu uluslar arasında bir atom savaşı neredeyse bir kaderdir.
İnsanlığın kaderinin bağlı olduğu ulusal devletler ve ulusların yok olması ulusçuluğun ve ulusun ne olduğunun bilinmesine bağlı olduğundan, ortaya şu sonuç çıkar:
İnsanlığın kaderi ulus ve ulusçuluk konusunun bilinmesine bağlıdır.
Aynı sonuca Ekolojik tehlike bağlamında da varılabilir:
Bir atom savaşının olmadığını varsayılsa bile şu önerme geçerlidir:
Uluslara bölünmüş bir dünyanın ekolojik felaketi önleme şansı bulunmamaktadır.
Ekolojik çöküş veya onun önlenebilmesi de:
Ulusların var olup olmamasına bağlıdır.
Ulusların var olup olmaması da ulusun bilgisine bağlı olduğundan:
Ancak ulusların ve ulusçuluğun ne olduğunun bilgisi yeryüzünden ulusçuluğu ve ulusları yok etmenin dolayısıyla bir ekolojik çöküşü engellemenin koşulunu sunar.
Demek ki ulus ve ulusçuluk konusunun bilgisi, uluslar ve ulusçuluk bu bilgi olmadığında var olabildiğinden, insanlığın var olup olmayacağı sorusunun cevabında belirleyici bir öneme sahiptir.
Böylesine pratik, böylesine politik ve böylesine can alıcı bir konudur ulusun ve ulusçuluğun ne olduğunu anlamak ve bilmek.
Ama insanlığın ulus ve ulusçuluğun ne olduğunu bilmesi, toplum bilimin onu açıklaması demektir. Toplum Bilim, yani kısa ve yaygın adıyla Marksizm.
O halde ulusçuluğun bilinmesi demek: Marksizm’in ulus ve ulusçuluğun ne olduğunu bilmesidir; Yani doğru ve kapsayıcı bir ulus teorisine sahip olması demektir.
O zaman insanlığın kaderi ile Marksist bir ulus teorisi arasındaki ilişki şöyle formüle edilebilir:
İnsanlığın kaderi ile Marksist bir ulus ve ulusçuluk teorisinin var olup olmaması arasında kopmaz bir ilişki vardır.
İnsanlığın kaderi Marksist bir ulus teorisinin ortaya çıkmasıyla kader birliği içindedir.
Bizim yapmaya çalıştığımız böyle bir teoriyi ortaya koymaktır.
Marksizm’in Evrimi ve Milliyetçilik
Bu vesileyle İnsanlığın kaderi, Marksizmin kaderine bağlı olduğundan, marksizmin kaderi ile o kaderin açıklanması arasındaki ilişki de doğrudan bir ulus teorisi ve insanlığın kaderiyle bağlantı içine girmektedir.
Bu ilişkiyi şöyle de formüle edebiliriz:
Bilimlerin kaderi ve kendisi arasındki ilişki ile Marksizm’in kendisi ve kaderi arasındaki ilişki temelden farklıdır ve bir bilim olarak kendi kaderi de kendisinin konusudur.
Bu soyut gibi görünen önermeyi şöyle somutlayalım:
Fizik veya biyoloji bilimlerinin evrimi fiziksel veya biyolojik olaylar değildir.
Bubilimlerin evremi fiziksel ve biyolojik olgular olmadığından, fizik ve biyoloji bilimlerinin konusunu oluşturmazlar.
O halde bu bilimler: kendileri kendisinin konusu olmayan bilimlerdir.
Ancak Marksizm söz konusu olduğunda bilimin kendisi ve bilgi nesnesi arasında çok farklı bir ilişki vardır.
Marksizm toplumun ve tarihin hareket yasalarını inceler.
Marksizm bizzat kendisi toplumsal bir olgu olduğundan, bizzat kendi evrimi ve kaderi kendisinin konusudur.
Bir diğer ifadeyle Marksizm bir bakıma kendinin bilincinde olan ve olması gereken bir bilimdir. O kendi doğuşunu, evrimini, tarihini ve kaderini de açıklayabilmelidir, çünkü bu bizzat Marksizm’in konusudur.
Şimdi bu sonuç önermesi ile ulus konusundaki önerme ve sonuçlar arasındaki bağı görelim.
Bu durumda:
Marksizm’in Ulus ve Ulusçuluk konusunu anlama ve bir teori oluşturmadaki başarısızlığı da bizzat Marksizm’in konusudur.
O halde:
Marksizm bu konuyu açıklamadaki başarısızlığının nedenlerini açıklayabilirse, yani bu başarısızlığın metodolojik ve tarihsel, toplumsal nedenlerini açıklayabilirse, aslında ulus ve ulusçuluğun ne olduğunu da çözmüş olabilir.
O zaman bu bağıntı tersinden şöyle de ifade edilebilir:
Marksizm ulus ve ulusçuluğun ne olduğunu anlayabilirse, kendi kaderini, yani ulus ve ulusçuluğu açıklamada niye başarısız olduğunu açıklayabilir.
Bu nedenle, Marksizm’in gerek bir bilgi nesnesi, gerek sosyal bir olgu olarak, ulusçuluk karşısındaki başarısızlığını açıklayabilmesi ulusçuluğun ne olduğunu anlamanın ve onun karşısında başarının, dolayısıyla insanlığın kaderini değiştirmenin olmazsa olmaz koşulu olarak ortaya çıkmaktadır.
O halde:
İnsanlığın ulus ve ulusçuluğa kurban olmaması için, Marksizm’in kaderinin, yani ulusçuluğu niye açıklayamadığının açıklanması olmazsa olmaz bir koşuldur.
Bilginin Evrimini Ele Alışın Mantıksal ve Tarihsel Yöntemleri
Bilimlerin evrimi iki türlü ele alınabilir:
· kavramların, düşüncenin hareketi olarak, yani bir mantıksal süreç olarak;
· bir de somut tarihsel gidişi içinde sosyal bir süreç olarak.
Mantıksal süreç, Bizzat Engels’in de belittiği gibi, son duruşmada, tarihsel sürecin sapmalardan arınmış biçiminden başka bir şey değildir ve son duruşmada metodolojik olarak yapılan yanlışları ortaya çıkarır.
O halde,
Marksizm’in başarısızlığını açıklayabilmek için, “neden başarısız?” sorusunu sormak ve yapılan metodolojik yanlışları bulmak gerekmektedir.
Bu açıklama sadece metodolojik kalmamalı elbette bu metodolojik yanlışların temelindeki tarihsel ve sosyal nedenleri de açıklamalıdır.
Bu nedenle, önce metodolojik ve mantıksal olarak Marksizm’in ulusçuluğu neden açıklayamadığını ele almak gerekmektedir.
Ulusun ve Ulusçuluğun ne olduğunun anlaşılmasınınn anahtarı bizzat Marksizm’in kendi tarihinde ve metodolojik hatalarında gizlidir.
Ulus ve ulusçuluk konusundaki başarısızlığın açıklanması aynı zamanda bizzat Marksizm’in kendi özeleştirisinden başka bir anlam taşımaz.
Diğer bir ifadeyle:
Ulus ve ulusçuluk konusundaki başarısızlığın açıklanması Marksizm’in Marksist bir Eleştirisi olmak zorundadır.
Öte yandan Marksizm, bizzat bu kendi yanlışlarının tarihsel ve toplumsal nedenlerini ortaya koymak, yani sosyolojik bir açıklamasını yapmak zorundadır. Ama bu açıklama ister istemez, metodolojik hatalardan arınmış bir yöntemi gerektirir. Dolayısıyla açıklayamamanın sosyolojik açıklaması, ancak açıklayamamanın metodolojik hatalarının açıklamasıyla, dolayısıyla ulus ve ulusçuluğu açıklayabilen bir metodolojik gelişimle mümkün olur.
O halde önce en soyut noktadan, Marksizm’in ulusçulukla ilişkisinde de ortaya çıkan ulusçuluğun varlığı ile bir ulusçuluk teorisinin yokluğu arasındaki ilişkinin, yani olgunun varlığı ile bilginin yokluğunun neden bir arada bulunduğundan ve bu ilişkinin sonuçlarından başlanabilir.
Marksizm Milliyetçilik ilişkisi bizzat Marksizm’in kendi konusu olduğundan, başlığın kendisinden başlanabilir.
İlişkinin “Fasit Daire” Karakteri
Milliyetçilik ve Millet olgusu ile onun bilgisi ilişkisi aynı zamanda Almanların “Teufelkreis” (Şeytan Çemberi) eskilerin “Fasit Daire” dedikleri bir kendi üzerine kapanan bir daireyi işaret etmektedir.
Genel olarak ifade edilirse, Milletlerin ve Milliyetçiliğin ne olduğu bilinmediğinde milletler ve milliyetçilik var olmakta, yani bilmeyenler fiilen milliyetçi olmakta ve milletler ve milliyetçilik var olduğunda, yani milliyetçi olunduğunda da milliyetçiliğin ve milletin ne olduğu bilinememektedir. Milliyetçiliğin ne olduğu bilinmediği sürece de milliyetçi kalınmaktadır. Milliyetçi kalındığı sürece de milliyetçiliğin ne olduğu bilinememektedir.
Yani nesne veya konu hakkındaki bilgisizlik, fizikte olduğu gibi nötral bir durum değildir; nötronun ne olduğunu bilmediğinizde bu sizin ya da bulgisizliğinizin kendisinin bizzat nötron olması sonucunu doğurmaz, ama bu sosyal ilişkide bilgi ve nesnesi arasındaki ilişki öyledir ki, açıklayamamak, o açıklanamayan şeyin kendisi olma anlamına gelmektedir.
Bu tam bir “fasit daire”dir.
Bu durumda insanlık için adeta hiçbir umut yok gibi görülmektedir.
İnsanlık milliyetçi olduğu için milletlerin ve milliyetçiliğin ne olduğunu bilemez; milletlerin ve milliyetçiliğin ne olduğunu bilemediği sürece de milliyetçi olarak kalmaya devam eder. Bu da ulusların ve ulusal devletlerin, sınırların varlığı demektir. Bu da insanlığın yaşama şansı yok demektir.
Bu fasit daireden çıkmak mümkün değil midir?
Mümkündür.
Bizzat bu satırlar bunun mümkün olduğunu göstermektedir.
Çünkü “fasit daire”den ve bilgi ve nesnesi arasındaki ilişkinin bu özgül niteliğinden söz ettiğimizde fasit dairenin dışına çıkmış oluyoruz.
Çünkü fasit daire ilişkisiyle, millet ve milliyetçilik ilişkisinin özünü ortaya çıkarmış oluyoruz.
Bu öz: milliyetçilerin, milliyetçiliğin ve milletin ne olduğunu anlayamayacağı önermesidir.
Bu şöyle de ifade edilebilir:
milliyetçiliğin ve milletin ne olduğunu açıklayamayan bütün teoriler milliyetçi teorilerdir.
Daha somut olarak bu sonucu söyle de formüle edebiliriz:
İnsanlık veya Marksizm milliyetçi olduğu için milliyetçiliğin ne olduğunu anlayamamıştır.
Veya tam tersinden şöyle formüle edilebilir:
İnsanlık veya Marksizm, milletin ve milliyetçiliğin ne olduğunu anlayamadığı için milliyetçi olmuştur.
Ama işte tam bu ilişki ortaya koyulduğu an onun dışına çıkılmış da olur.
Fasit daire içindeyken görülemez ve ancak dışına çıkıldığında ortada bir fasit daire olduğu görülebilir.
Ve ilerde görüleceği gibi bu “paradoks” ve bu “şeytan çemberi” hem milliyetçiliğin ne olduğunun anlaşılabilmesinin, hem de milliyetçiliğin ve milletlerin neden anlaşılamadığının anlaşılabilmesinin ipucudur.
Biraz matematik formüllerle uğraşır gibi oldu. Hatta iyi bir matematikçi bu formülleri cebirsel denklemler halinde ifade edebilir ve Marksizme cebirsel formüllerle ifade edilebilin bir özellik de kazandırabilir. Ama burada yazılanlar sorunun özüdür.
Devamı şu çalışmada bulunabilir: Sosyalizmin Milliyetçilikle İmtihanı (Marksizm, Milletler ve Milliyetçilik)
13 Kasım 2014 Perşembe
[1] E. J. Hobsbawm, 1780’den günümüze Milletler ve Milliyetçilik “Program, Mit ve Gerçeklik”, Ayrıntı yay. Temmuz 1993., s.14-15
[2] Benedict Anderson, Hayali Cemaatler Milliyetçiliğin Kökenleri ve Yayılması, Metis Yayınları, s. 17
http://demirden-kapilar.blogspot.com.tr/2014/11/milletler-ve-milliyetcilikte-olgu-ve.html
Eğer dediğiniz gibi devlet karşıtı, ordu karşıtı, Kemalizm karşıtı, milliyetçilik karşıtı insanlar kılpayı kadar değilse bunların %1 değil, (Kürt partileri hariç) en az nüfusun %4-5 kadarı olması gerekirdi.
Ben her yerde AKP, CHP ve MHP’lileri, HEPAR’lıları, İP’lileri, Sözcü ve Cumhuriyet okurlarını, adına TC koyanları (gamalı haç koymaktan farksız), soykırımcı Kemal resmi koyanları, onun heykellerini, imzalarını, soykırımcı devletin bayraklarını görüyorum.
Görünene bakma sen. Görünen aynı zamanda çürüyendir.
Aslında haklısınız sayın Zileli. Bunlara bakıp da aceleci olmam yanlış. Şimdi hatırladım da, bir gün kitapçıda gördüğüm bir kız vardı, Birikim dergisine bakıyordu, düşürdüğü kitabını alıp ona vermiştim. Aşık olmuştum, keşke aklıma gelmeseydi. (Toplumun genelinden konuştuğumuz için onun dışındaki yakınlarımı saymadım.)
%1’in dahi ne kadar büyük bir oran olduğunun farkında değilsiniz,türkiye nüfusunda. Ve bu sizin kıl payı kadar oranı haklı çıkarmak için argümanınız, yazıyı yazanın aklından uydurduğu bir orana göre teşhis.
Irkçılıkta toplumun tümüne karşı nefret söylemi geliştirmeniz zaten olayın adını koyuyor. Sağlıksız bir teşhisi desteklemek için elinizden geleni yapıyorsanız, bu sizin sorumluluğunuz.
Siz mutsuzsunuz diye %1 gibi fuzuli sayılarla nefret söylemi dahi olacak suçlamalara girişme hakkınız olmaz. Eleştirilince ben çok çektim kıstasıyla biz zaten yetmez ama evet’i gördük. Devam edecekseniz, devam edebilirsiniz.
Ancak ırkçılığın adını koyunca rahatsız olmayın.
Ülkede neredeyse her kesimde var olan başkasına düşmanlığı kendi özelinizde haklı çıkarmaya çalışınca size ne denilebilir ki? Kürt partileri hariç demeniz bile bakış açısı sakatlığını gösteriyor.
Irkçı söylemleriniz var, şövenizme prim veriyorsunuz ve bunu kendinize gerekirse yalan söylerim diye hak görüyorsunuz. Sizin sözleriniz.
İnsanlar sizinle aynı politik görüşte olmak ya da sizin politik görüş onayınızdan geçmek zorunda değil. Haksızlık yaşamakla insanları onaylamak hakkına sahip olduğunuzu sanmışsınız.
Üstelik bu histerik bakış açısı gün zileli tarafından anlayışla görünüyor. Bu derece kendine sınır koymayan bir siyasi anlayış, gün bey dahil hakaret edilenler tarafından anlanırsa, sadece bir belediye seçiminde 2.partiye oy verin dediğinde şövenistlerin etmediği hakaret kalmaması doğaldır.
Siyasette anarşizmi, etnosantrizme temel yapmak güzel bir düşünce ahlaksızlığıdır. İyi yapılır.
Gamalı haç demişsiniz, bir insan düşüncesini bu kadar güzel açıklayabilir. Gerekirse, yalan da söyleyeceğinizi açıklamıştınız. Herkese hakareti kendinize hak görmekten vazgeçmenizi temenni ederim.
Bakın, kaç seferdir burada askerleri arkadan kimin vurduğu yorumlarda yazıldı ya da ben Yasin’in öldürülmesini kınadım. Kimseden bunu kınayan bir cevap gelemedi. Herkes kendine olayları yontuyor ve herkes kendini mağdur görüyor.
Sonra da biri diğerinie ezince, başlıyor mağdur edebiyatı.
Bu da Faşist,ırkçı TC ve Faşist.ırkçı toplumunda istisna olan hdp’nin marifeti. Yalanlanması biraz zor çünkü meclis önergesi.
http://www.cnnturk.com/haber/turkiye/hdp-basbakan-erdogan-hakkindaki-gensoru-onergesini-geri-cekti
Soma ve ergenek soru önergeleri geri çekilmiş. Bu kadar birbirine benzeyip bu kadar kabileci ya da “tribalism” anlayışlı toplum az bulunur.
123 numaralı yorumcu, (anonim) yaptığın yoruma hiç istemesem de , doğru bulmasam da , hani derler ya haketmiş derler ya kardeş . TC gamalı haç ise, Mustafa Kemal Atatürk soykırımcı ise bayrak soykırımcı ise o halde yapacağın bir şey , seni tutan yok, ve seni kabul eden bir yerler de varsa eğer YA SEV YA TERKET ya da Türk milletinin değerlerine hakaret etme kes sesini akıllıca otur yerinde sosyalistçiliğini oyna, anarşistliğini oyna, sabahlara kadar tartış dur kimse sana hakaret de etmez karışmaz da ama TÜRKİYE CUMHURİYETİNE ve onun değerlerine hakaret etme ÖZGÜRLÜK , FİKİR İFADESİ değildir. Kendini inkardır sadece. Bozuk bir ruh halidir….
murat adlı yorumcuya söyleyeyim. Türkiye nüfusunu toptan ırkçı nitelendiren, cumhuriyet okumayı bile ırkçılar,gamalı haç zihniyetiyle değerlendiren, ki o cumhuriyet gazetesidir ki, türkler kobane’yi savunmalıdır çünkü laik siyaset önemlidir yazıları çıkmıştır,ne hikmetse şeyh said anan bir siyasete laiklik için prim veren bir gazete, bir akla ya sev ya terket derseniz, ırkçılığının haklılığına daha da inanır.
Üstelik sizin ya sev ya terket anlayışınız, o arkadaşı dışlayan bir söylem. Yanlış.
Doğru, bu derece hastalıklı bir nefret ile çevresine bakan birinin taşınması en azından mahalle baskısı gördüğünü söylediği semti değiştirmesi daha iyi olur ancak kimseye git denemez,bu yaptığınız onun şövenizmine şövenizmle karşılık vermektir. Yanlıştır.
Bu da hdp aklı:
http://www.radikal.com.tr/politika/hdp_ile_hukumet_arasindaki_buzlar_eridi_gensoru_geri_cekildi-1231422
http://demirden-kapilar.blogspot.com.tr/2014/11/turkler-nicin-musluman-olmad-ve-olamazd.html
DK’nın bu yazısını ilgiyle okuyordum ki vardığı sonuç ile şok oldum. Bahsettiğim sonuç bölümü:
” Peki, bu Türklük nedir?
Bugünkü anlamıyla Türklük bir ulustur.
Ulus ise, modern toplumun dininin, karşı devrime uğramış biçimidir.
Yani Türklük bir dindir.
Özel ve politik ayrımına dayanan dinin politik olanı Türklük ile (bir dil, soy ve tarih vs. ile) tanımlayan bir biçimidir.
Evet, tam da bu nedenle, Türkler (Bir linguistik kavramdır çünkü İslam’dan önceki ve modern ulustan önceki Türklük) Müslüman olamaz, ama Müslümanlar Türk olmuştur.
Yüzyılın başında, önceden Müslümanlaşmış olan genetik olarak Rum, Ermeni vs. olan Anadolu’nun yerli ahalisi, Hıristiyan ahaliyi keserek Türk olmuştur. Türklük vaftizini de, kanla ve kendi kültürel ve genetik kardeşlerinin kanıyla ve malıyla yapmıştır.
Bu nedenle, Türkler ulus olarak ruhen hastadırlar hiçbir eski uygarlık beşiğinin olmadığı kadar.
Bir İranlının veya Pakistanlının böylesine saçma Orta Asyalara kadar giden gerçek kültürüyle ilgisiz bir tarih uydurmaya ihtiyacı yoktur.
Ama Anadolu’nun Müslümanlaşmış yerli ahalisinin Hıristiyanları (Yani kültür ve genetik olarak kendilerine en yakınları) keserek veya onları sürerek kendini Orta Asya’daki kavimlerin ahfadı olarak tanımlaması tam bir şizofrenik duruma yol açmaktadır.
Kimi insanlar genetik olarak hasta doğarlar; Türk ulusunun da böyle genetik olarak doğumundan gelen genetik bir sakatlığı bulunmaktadır. Hafızasızdır.
Diğer uluslar da Tarihler uydururlar ama böylesi yoktur.
Türkler ise, Türklükten demokratlığa dönüşmek ve ulusların tarihi olmadığına dair bir tarih yazmak bir yana; böyle daha kültürel; gerçekliğe daha denk bir tarih yazmaktan ve bir kültürel Türk milliyetçiliğine geçmekten bile çok uzaklar henüz.
Dolayısıyla Türklerden ciddi bir demokratik hareket beklenemez. Bugünkü tarih yazımı verilerine göre, Özel savaş dairesinin yedeği olmaya devam edecekleri tahmin edilebilir.”
Milliyetçilikle fazla haşır neşir olunca, karanlığa bakana karanlığın da geri bakması misali, insan cozutuyor galiba sonunda. Antropolog yerlileşiyor, özne nesneleşiyor bir yerden sonra..
Böyle toptancı “millet-bazlı” bir açıklama kabul edilemez. Bir kere, yazının kendisinin yüzyılları açıklarken titizlikle uygulamaya çalıştığı tarihsel materyalist yöntemi 1915-1920 itibariyle tak diye terk etmek demek bu. Türklük, veya Türk ulusu bu şekilde inşaa edilmiş olsa bile, aradan bir 100 yıl daha geçmiş, sanayileşme, uluslararası sistem ile entegrasyon, kapitalizmin çeşitli formları arasında geçiş gibi bir dizi tarihsel süreç yaşanmış. Hani bu sürecin materyalizmi? “Y milletinden X beklenemez” nasıl diyebilir bir marxist.. Tam bir sapıtma..
Cumhuriyet gazetesi mi ? Ben pek okumam hele, hele günümüzde fetullahi çizgide olan konjonktüre göre hareket bu gazete benim takip ettiğim bir gazete değildir. Ben hiç kimseyi kovmam , amma orda yazdığım gibi.. Mustafa Kemal Atatürk’e, bayrağıma, TC ye kısaca Türk Milletinin değerlerine hakaret kimsenin hakkı ve haddi değildir… HDP ‘li vekillere bakıyorsunuz, bu milletin vergilerinden aldıkları maaşları ile bu millete hakaret ediyorlar , o zaman böylelerine kapı orda gidebilirsiniz… Demek gerekir.. Bugün öyle bir ortama geldik ki … Ne oluyoruz ? diye sormanın zamanı geldi de geçiyor… Ülke de Türk’ten gayri herkes konuşuyor, ağzı olan konuşuyor, ama boş konuşuyorlar… Son sözü Türk milleti söyler… Bunu göremeyenler bunun bedelini ağır ödeyeceklerini de bilmeleri gerek…. Yok öyle atıp tutmak kusura bakmayın ben Türküm ve başka Türkiye yok!!!!!!!!!! Sizin içinde benim içinde bu böyle….
Hortlak arkadaş, rumuzunla müsemma bir kişiliğin var sanırım, SOYKIRIM yalanını öne sürdüğüne göre sana bir şey anlatmak da zor şimdi:)) Ne yapcaz da sana inandıracaz “Valla billa ben sizin gibi Marksçı, Leninci ve Stalinci veya Maocu veya Enver hocacı artık neyseniz Hitlerci falan değilim. Benim önümde benden olan çok örnek var.. Atsız Hocayı okudun mu hiç ? Ya neden soruyorum ki okusan ne okumasan ne Netice itibarı ile kimin soykırımcı , kimin katliamcı olduğu ortada 100 yıldır içten ve dıştan uğraşan bu şer güçleri bir türlü soykırımı onaylatamamanın sıkıntısı ile saldırıp duruyorsunuz. Ama aklı başında hiç kimse inanmıyor… Neyse soykırım masalını başkalarına anlat, başka var mı? Zamanın faşistlerine senin ağa babaların methiyeler düzerken bak Atsız hoca ne yazmış…
Davetiye
(H. Nihal ATSIZ)
Ey benito musolini! Ey gayet yüce,
İtalyanlar başvekili muhterem Duce!
Duydum ki, yelkenleri edip de fora
Gelecekmiş orduların yeşil Bosfora.
Buyursunlar… Bizim için savaş düğündür;
Din arabın, hukuk sizin, harp Türklüğündür.
Açlar nasıl bir istekle koşarsa aşa
Türk eri de öyle gider kanlı savaşa.
Hem karadan, hem denizden ordular indir!
Çarpışalım, en doğru söz süngülerindir!
Kalem, fırça, mermer nedir? birer oyuncak!
Şaheserler süngülerle yazılır ancak!
Çağrı Beğ’le Tuğrul Beğ’in kurduğu devlet
İtalyalı melezlerden üstündür elbet;
Bizim eski uşakları alda yanına
Balkanlardan doğru yürü er meydanına;
Çelik zırhlı kartalları göklere saldır…
Fakat zafer sizin için söz ve masaldır…
Dirilerek başınıza geçse de Sezar
Yine olur Anadolu size bir mezar.
Belki fazla bel bağladın şimal komşuna,
Biz güleriz Cermenliğin kuduruşuna,
Tanıyoruz Atilla’dan beri cermeni,
Farklı mıdır prusyalı yahut ermeni?
Senin dostun cermanyaya biz Nemşe deriz,
Bir gün yine bec önünde düğün ederiz.
Söyle, kara gömlekliler etmesin keder;
Ölüm-dirim savaş bir gün mukadder!
Gerçi bugün eskisinden daha çok diksin;
Fakat yine biz Osmanlı, sen Venediksin!
Tarihteki eski Roma hoş bir hayaldir,
Hayal bütün insanlarda olan bir haldir.
Bu hayaller zamanları hızla aşmalı,
Gök Türklerle Romalılar karşılaşmalı!
Görmüyorsan gönlümüzün içini, körsün!
Kılıçlarımız kınlarından çıkmayagörsün!
Top sesleri, bomba sesi bize saz gelir;
17′ye karşı 44 milyon az gelir.
Arnavudu yendim diye kendini avut,
Yiğit Türkle bir olur mu soysuz Arnavut?
Kayalara çarpmalıdır korkunç türküler!
Dalmalıdır gövdelere çelik süngüler!
Sert dipçikler ezmelidir nice başları!
Ecel kuşu ayırmalı arkadaşları!
En yiğitler serilmeli en önce yere!
Kızıl kanlar yerde taşıp olmalı dere!
Ülkü denen nazlı gelin erde şan ister!
Büyük devlet kurmak için büyük kan ister.
Damarında var mı senin böyle bol kanın?
Türk’ün kanı bir eşidir lavlı volkanın!
Tarihteki eski Roma hoş bir hayaldir,
Kurulacak yeni Roma boş bir hayaldir,
Karşısında olmasaydı şanlı “Türk Budun”
Belki gerçek olacaktı bir gün umudun,
İnsan oğlu ümitlerle dolup taşmalı,
Aryalarla Turanlılar karşılaşmalı.
Tabiatın yürüyüşü belki yavaştır;
Hız verecek biricik şey ona savaştır!
Keskin olur likörlerden ayranla kımız,
Karnerayı yere serer Tekirdağlımız.
Yurdumuzun çok tarafı olsa da kuru
Makarnadan kuvvetlidir yine bulguru…
Biz güleriz façyoların felsefesine,
Dayanır mı kırkı bir tek Türk efesine?
Bizim yanık Fuzuli’miz engin bir deniz!
Karşısında bir göl kalır sizin danteniz!
Bizler ulu bir çınarız, sizler sarmaşık!
“General”ler “Paşa” larla atamaz aşık!..
Ey İtalyan başvekili! Ey musolini!
İki ırkın kabarmalı asırlık kini…
Hesabını göreceğiz elbette yarın
Yedi yüzlü, yedi dilli İtalyanların!
Irkınızı hiçe saydı Hazreti Fatih.
Biraz daha yaşasaydı Hazreti Fatih
Ne Venedik kalacaktı, ne Floransa…
Hoş geldiniz diyecekti bize Fransa!
Haydi, hamle kafirindir… İlkönce sen gel
Ecel ile zaman bize olmadan engel!
Burada tanklar yürümezse etme çok tasa;
Süngülerle çarpışmadır savaşta yasa.
Olma boyle sinsi çakal, yahut engerek!
Bozkurt gibi, kartal gibi döğüşmek gerek!
Kılıç Arslan öldü sanma, yaşıyor bizde!
Atilla’nın ateşi var içimizde!
Kanije’nin gazileri daha dipdiri!
Sınırdadır Plevne’nin kırk bin askeri!
Edirne’de Şükrü Paşa bekliyor nöbet!
Dumlupınar denen şeyi bilirsin elbet!
Şehitlerden elli milyon bekçisi olan
Aşılmaz bir kayadır bu ebedi vatan!
artık okumayı bile bıraktım.
Bu gülünç, ırkçı zırvalıkları gönderdiği için Murat’a teşekkür borçluyuz. Nihal Atsız’ı duyardım da bu kadar zırvaladığını bilmiyordum doğrusu.
Atsız’ın şiiri güzel güldürdü. Akıl yaşı olarak 6-7 civarında sabitleniyor insan ırkçı, milliyetçi olunca.
İlkokuldayken şöyle bir tekerleme vardı:
bir iki üçler yasasin türkler
dört beş altı polonya battı
yedi sekiz dokuz ingilizler domuz
on onbir oniki italya tilki
onüç ondört onbeş almanlar kalleş
Seksek oynarken mi icra edilirdi acaba, Atsız’ın eseri ile yarışır.
hahahahahaha vallahi güzel hatırlattın…
Cumhuriyet gazetesinin Kobani’yi savunmasından örnek veren Anonim arkadaş, iyi güzel de Cüneyt Arcayürek’in Dersim katliamını savunan şu yazısına ne demeli?
http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/141629/Sucludan_Ozur_Dilemek_…html
Keza eski Cumhuriyet yazarı Ümit Zileli’nin de OdaTv’deki yazısı;
http://www.odatv.com/n.php?n=dersim-alevileri-cumhuriyetten-sogutmanin-ve–cemaatlestirmenin-projesi-1311141200
Murat bey, ben de cumhuriyet okumayalı seneler oldu. Ancak saçmaladığı zaman söylemek gerekir.
nihal atsız tam bir antifaşistmiş…bu “şiiriyle” öğrendim.))
“”Ingilizlerin hindistani varsa bizimde türkiye var” diyen almanlar olaylari bildiginden kendini simdi acikca suclu görüyor.
Bu olay sonradan duyulmus bir olayda degil.Savastan sonra kurulan Ingilizlerin isgali sirasindaki tarafsiz Türk hükümeti 1700 civarinda kisiyi idamla yargilamaga kalmis.. Orda seninkinler acikca ne yaptiysak millitimiz icin yaptik diye savunmuslardir.Sizler gibi inkar etmemisler. Katil hic olmazsa serefinle konusuyor.. ya sizler??ya inkarcilar?
Olay inkar edilemez bir bicimde ortadadir.. o hükümetin yerine geciremedigi cemalini,talatini öldürüldügü halde mütefik almanlar 1 gün ceza verememislerdir!
Hitler yenilince hemen hemen tüm yanindakinler ondan uzaklasmislardi.. Mein Kamp Bugün dahi almanyada yasak olurken sizler bir deha olarak cevirdiniz! onuda inkar edin!
Okunmayacak Kadar SIKICI bir kitap olmasina ragmen..
Führer yerine basbug SS lere ülkücü vede her 3 kelimenizden biride Almanya, alamanin almandan baska dostu yok dediniz. Simdi yok ben sosyalist degilim naziler gibi diyorsun ama 9 isikida inkar etmeyelim.
Acikca söyleyim bu atsizi 1-2 duymuslugum var migde bulanirici biri derim..
Mahale kadinlari seviyesinde kültür birilkimiyle güzel komedi tekerlemeleri yaslilardan bende duyardim.. Onlari hatirlatdi bu komik siir.Nazimi okuda seviyeyi gör..
Valla yıllardır sol söylemdeki zırvaların ne hale geldiklerini gördükçe hala gülüyorum…. O kadar çok zırvalar var ki, hangisini anlatsam :))) Halkların kendi kaderini tayin hakkı deyip, tepelerine tankla topla inip en faşizan soykırımları yaparlar.. Mesela sizin bir Stalin yoldaşınız var, utancınızdan ona da sosyal faşist dediniz:)) Farklı mı diğerleri Irkçılık diye onu bunu yaftalamadan önce dön de bakınız bakalım solun tarihinde ırkçı olmayan biri var mı? Hitler bile sizin bir fraksiyonunuz gibi NASYONAL SOSYALİST :))))) İnsanlar öncelikle fikirleri ile konuşmalı, ve döneklik de zor zanaat olmalı :))) çünkü dönünce insanlar fır döndü gibi ( hani çocukken oynardık ya) her türlü yazı çizi ona zırvalık gelir, ama en çok da dönmenin ezikliği ile devamlı savunma halinde olur…. Savrulur bir daldan diğer dala… O zırvaları yazan Atsız gibi olup da fikrinden asla dönmeyen, kimine göre yanlış da olsa sözünün arkasında durmak için adamlık gerektir. Ne olursan ol, önce adam olmak gerek…. Baş edemediğin bir fikirle mücadele etmesini bilmiyorsan, zırva demeyeceksin. Çünkü kimlerin zırvaladığını tarih bir bir göstermektedir… Dün ırkçı Turancı diye horladığınız, zırva dediğiniz bu gerçek olarak karşınızda durmaktadır. Kim derdi ki koskoca Rusların Kızıl imparatorluğu yıkılacak ve sömürdüğü Türk toplumları özgür olacak ama bak o zırvalar hayaldi gerçek oldu. Ama zırva Proleterya diktatörlüğü zırva bir biçimde un ufak oldu :)))))
Ülkü denen nazlı gelin erde şan ister!
Büyük devlet kurmak için büyük kan ister.
Mülayim Sert::)) adama sormuşlar adın ne diye, Mülayim diye cevap vermiş, sert olsan ne yazar demiş diğeri .. Kimsenin zeka yaşını henüz 6-7 yaşında sabitleyip kalmasın, aman aman ne olur ne olmaz, Atsız’ı duyardım ama bilmezdim demek en azından kendine olan güvenin sıfır noktasını indiğini gösterir. Neden mi? Zeka yaşı ileri olanlar her şeyden önce mücadele ettiği kesimin fikri yapısını, o fikrin teorisyenlerini nedir ne yapar, ne zırvalar yazar, o zırvalar ile bizim zırvalar arasındaki fark nedir, diye en azından merak eder bakar :))) Ancak solun neden başarısız olduğu anlaşılıyor… Ezberler işe yaramıyor ne yazık ki ,…
Kendinizi sabitlediğiniz yerde hala devam etmeniz evrimleşemediğiniz bir göstergesidir sanırım….
son “dize” her şeyi anlatıyor aslında.
Mahalle kadınları seviyesini pek bilmeyiz nasıl oluyor, bu konuda epey deneyimlisin “hortlak” Marks’ın Das Kapital’ini okumuşsundur.. Öyle anlaşılıyor halinden tavrından… Ne farkı var Das Kapital ile Mein Kampf ‘ın ikisi de Almanca :)) ikiside alman yahudisi tarafından yazılmış ve ikisi de insanların canlarına mal olmuştur. Netice itibarı ile daha ne konuşuyorsun emperyalizmin temsilcisi misin? Emperyalizm sadece milliyetçi tarlaları sürmüyor biliyorsun sanırım kızıl tarlaları da sürüyorlar ..Heyecanın mantığının önüne geçip ezberden konuşma Mein Kampf Almanya’da basılacak ayrıca ..
http://www.hurriyet.com.tr/kultur-sanat/haber/13694175.asp
Murat bey,solcular sol düsmani ö.seyfettini okurdu. Onda bir kalite var diye.. Atsiz gercekten Kücük ruhlu,nazi taklitcisi oldugundan yüzüne bakamiyorlar..Ip’eyi bilmem..
Dünya nazilere karsi sosyalist,sol grublarla beraber savasirken seninki ne yapti??! Naziler gibi TR de solcu avina cikmis!!
Hitler bizi esaretden,soldan kurturacak diye Sovyetlerdeki bazi türklerde hitlerin itleri olup savasti!Bu kampda seninkide vardi..
Baska ülkeri ,almanlari kücümsedigine göre hitlerin ‘esek türklerden daha iyi düsünür” lafindan haberin yok sanirim..
Birde su söz; “enerjiden yararlanmak icin aklarina esekten baska bir sey gelmeyen millet”..
Milliyetciligin hertürlüsü o milleti ahlakende,ruhende düsürür..
Bugünün gecmisiyle en iyi bir bicimde hesaplasan,inkar etmeyen almanyaninmi sayginligi var yoksa neu nazilerin her lafin basinda`Almanyanin icine düsdügü reziiliginden kurtaracagiz diyerek basa gecmesimi?
Milliyetcilik,baska milletleri hor görmek demektir.irkcilik demektir.savas demektir.. dedigin gibi Kan icmek demektir.
… Hic kimse solun ideallerine karsi cikamaz.. Hertürlü görüs ondan yararlanir..Pratikte,teoride hatalar,tartismalar vardir. Bu tartismalar onun zenginligi,hayatda oldugunu gösterir.
Sizinkinlerde fasistce,buyrukca kopyalamistir..
Marksin das Kapitali herseyden önce tüm ideolijik görüslerden bagimsiz olarak Bilimsel eserdir.
Marks ekonomik analazi,newtonun,galilenin fizigidir. matematiktir.
Piskopat hitler,aptal cocuk ruhuyla ,ondan bundan derledigi 3 klimeden 1 i almanya, dedigi kitapla kiyaslarsan atliy dörtnala sacmaliga gidersin..
Das Kapitali elestirmege cesaret edeni görmedim..
Das Kapital’i okudunuz mu? Hortlak bey/bayan merak ettiğim için sordum sadece …
suss.. Carpilirsin…ayip..
Tarihi cok seversiniz..buyurun..
Turán lakaplı Macar tankı (Kubinka Tank Müzesi, Moskova)
Orta Asya kökenli bir ulus olan Macarlar’da Orta Asya’daki akraba uluslara yönelik ilgi 1890’larda büyük bir hızla gelişti. 1910 yılında aristokrat kökenli aşırı sağcı siyasetçi ve tarihçi Kont Pál Teleki önderliğinde Budapeşte’de Turan Cemiyeti (Turáni Társaság) kuruldu. Birçok ünlü toplumsal şahsiyeti, bilim adamlarını ve ulusçu şairleri kapsayan cemiyetin amacı “Avrupa’dan Asya’ya, Dévény’den Tokyo’ya kadar Turan’ı aramak,” “kardeş uluslar arasında,Macarların yönetiminde birliği sağlamak ve Turancı birlik bilincini yaygınlaştırmak” idi.[7] “Turancılığın, yani Macar olmanın birinci ödevi (…) Turan ülküsünü öğrenmek ve bunu yaymak” idi.[8] Macar Turan Cemiyeti 1913’ten itibaren Turán adlı bir dergi yayımladı. 1920’de dokuz Turancı cemiyet ve birliğin katılımıyla Macaristan Turan Federasyonu (Magyarország Turáni Szövetség) kuruldu.
Macaristan’daki Turancı hareketin Türkiye ile neredeyse aynı günlerde örgütlenmesi, Turancı fikirlerin etkinliği kadar, belki Alman İmparatorluğu’nun I. Dünya Savaşı arefesinde Rusya’ya yönelik politikalarıyla da ilgilidir.
Nitekim Macar Turan Cemiyeti’nin lideri Kont Pál Teleki II. Dünya Savaşı sırasında Hitler Almanyası’nın desteğiyle Macaristan başbakanı olacaktır (1941). Kafkasya kahramanı Nuri Paşa da uzun yıllar Almanya’da yaşadıktan sonra 1938’de Türkiye’ye dönerek Hitler Almanyası’nın desteğiyle bir silah fabrikası kurdu; 1941’de Almanya’nın Ankara büyükelçisi Franz von Papen aracılığıyla Türkiye’deki Turancı harekete gizli destek sağladı. Nuri Paşa’nın Alman Dışişleri Bakanlığı’nın Türkiye işlerinden sorumlu müsteşarı Ernst Woermann aracılığıyla aktardığı görüşler, Almanya’da Turancılık Masası’nın ve SS Doğu Türkistan Alayı’nın kurulmasında rol oynadı.[
cok seversiniz.buyurun..
Tarihi cok seversiniz..buyurun..
Turán lakaplı Macar tankı (Kubinka Tank Müzesi, Moskova)
Orta Asya kökenli bir ulus olan Macarlar’da Orta Asya’daki akraba uluslara yönelik ilgi 1890’larda büyük bir hızla gelişti. 1910 yılında aristokrat kökenli aşırı sağcı siyasetçi ve tarihçi Kont Pál Teleki önderliğinde Budapeşte’de Turan Cemiyeti (Turáni Társaság) kuruldu. Birçok ünlü toplumsal şahsiyeti, bilim adamlarını ve ulusçu şairleri kapsayan cemiyetin amacı “Avrupa’dan Asya’ya, Dévény’den Tokyo’ya kadar Turan’ı aramak,” “kardeş uluslar arasında,Macarların yönetiminde birliği sağlamak ve Turancı birlik bilincini yaygınlaştırmak” idi.[7] “Turancılığın, yani Macar olmanın birinci ödevi (…) Turan ülküsünü öğrenmek ve bunu yaymak” idi.[8] Macar Turan Cemiyeti 1913’ten itibaren Turán adlı bir dergi yayımladı. 1920’de dokuz Turancı cemiyet ve birliğin katılımıyla Macaristan Turan Federasyonu (Magyarország Turáni Szövetség) kuruldu.
Macaristan’daki Turancı hareketin Türkiye ile neredeyse aynı günlerde örgütlenmesi, Turancı fikirlerin etkinliği kadar, belki Alman İmparatorluğu’nun I. Dünya Savaşı arefesinde Rusya’ya yönelik politikalarıyla da ilgilidir.
Nitekim Macar Turan Cemiyeti’nin lideri Kont Pál Teleki II. Dünya Savaşı sırasında Hitler Almanyası’nın desteğiyle Macaristan başbakanı olacaktır (1941). Kafkasya kahramanı Nuri Paşa da uzun yıllar Almanya’da yaşadıktan sonra 1938’de Türkiye’ye dönerek Hitler Almanyası’nın desteğiyle bir silah fabrikası kurdu; 1941’de Almanya’nın Ankara büyükelçisi Franz von Papen aracılığıyla Türkiye’deki Turancı harekete gizli destek sağladı. Nuri Paşa’nın Alman Dışişleri Bakanlığı’nın Türkiye işlerinden sorumlu müsteşarı Ernst Woermann aracılığıyla aktardığı görüşler, Almanya’da Turancılık Masası’nın ve SS Doğu Türkistan Alayı’nın kurulmasında rol oynadı.[
Wikipedia..
2000yilindaki 11 yasindaki kiz cocugun and okumasi atsizin siirine 1000 basar..
20 Mayıs 2000
Okulda küfürlü ant
Ata’ya Andımız’ı okuyan Çanakkale Ömer Mart İlköğretim Okulu öğrencisi 11 yaşındaki G.Ü. ilginç bir skandala neden oldu. G.Ü., ‘‘Ülküm yükselmek” diye devam eden bölümü, ‘‘Ülküm, ananızı s……..” diye küfürlü okuyunca, diğer öğrenciler ve öğrenciler donup, kaldı.
ÇANAKKALE’nin en başarılı eğitim kurumları arasında gösterilen Ömer Mart İlköğretim Okulu, küfür yüzünden karıştı. Bir kız öğrenci, okulun tüm öğrencilerine ‘‘Ata’ya Andımız”ı okuturken, bir bölümünü küfürlü uyarlamayla söyledi. Şok etkisi yaratan olayın ardından Milli Eğitim Müdürlüğü ve Emniyet Müdürlüğü inceleme başlattı. Okulun bahçesinde her sabah sıraya giren öğrencilere okutulan ‘‘Andımız”a, önceki gün beşinci sınıf öğrencisi 11 yaşındaki G.Ü. önderlik etmek istedi. Öne çıkıp, ‘‘Günaydın arkadaşlar” diye söze başlayan G.Ü., ‘‘Türküm doğruyum” diye başlayan andımızı okurken, arkadaşları da peşinden tekrarladı. G.Ü. andın ‘‘Ülküm yükselmek” diye devam eden bölümünü, ‘‘Ülküm, ananızı s……..” diye küfürlü söyledi. Okul Müdürü Mehmet Keskin başta olmak üzere, tüm yöneticiler, öğretmenler ve öğrenciler donup kaldı.
Bravo. Ne akıllı bir kızmış. Ne akıllı ve alaycıymış. Ben olsam onun hakkında soruşturma yürüteceğime çocuk zekâ ve ironisinin örneği olarak gösterirdim bütün çocuklara.