68’in İdeolojik Kaynakları
Dünyada
1. Çin kaynaklı Kültür Devrimi: Genel olarak bütün dünya solu, Çin Kültür Devrimi’ni, solda önemli bir yenilenme atılımı olarak algılamıştır. Çünkü, 1960’lara SSCB’ye ilişkin umut kırıklıklarıyla giren sol hareketin böyle bir yenilenmeye ve atılıma ihtiyacı vardı. Kültür Devrimi, bu yenilenme gereksinmesine yanıt verdiği için, gerçeklikteki var oluşundan tamamen farklı bir şekilde, anti-bürokratik bir atılım olarak -en azından bir dönem için- algılanabilmiştir.
Aslında, soldaki umut kırılması, 1960’ların başlarında ortaya çıkmış yeni bir olay değildi. Bu umut kırılması, daha 1917 zirvesinin hemen akabinde ortaya çıkmıştı. Ama büyük tarihsel olaylar, yarattıkları sarsıntı ve gümbürtünün büyüklüğü oranında yanıltıcı oluyorlar. Depremin merkezinde, olayın tam içinde bulunanlar ilk umut kırılmalarını daha 1918’de yaşamaya başlamışken, Ekim devriminin gürültüsü çevreye daha yeni yeni yayılıyor ve ezilen insanları ayağa kaldırıyordu. 1921 Mart’ında, “Devrimin onuru ve şerefi” Kronstadt bahriyelileri, Bolşevik Çeka birliklerinin makineli tüfekleriyle taranır ve aynı günlerde devrimin geri çekilişi (NEP) bizzat Bolşevik Parti tarafından ilan edilirken, Rusya dışındaki halklar, bu devasa ülkeden gelen, emekçilere yönelik mesajları büyük bir açlıkla soluyor, kulaktan kulağa aktarıyorlardı. 1930’larda bile, Rusya’da artık devrimin esamesinin kalmadığı, doğrudan doğruya Bolşevik Partisinin önderliğinin biçildiği ve o korkunç polis rejiminin kayıtsız şartsız oturtulduğu koşullarda, dünyanın diğer yerlerinde olduğu gibi, Avrupa’da da aydınlar umutla gözlerini Sovyetler Birliği’ne dikmiş bulunuyorlardı. Çok sayıda Avrupalı aydın, illüzyondan henüz uyanmadıkları için, geride “sosyalist anavatanı” bırakmanın gönül huzuruyla İspanya’da ölüme koşabiliyordu.
İllüzyon, dalga dalga, ama esas olarak 1956 Macar ihtilaliyle sona erdi. Çok sayıda Avrupalı kalburüstü aydının Komünist Partilerinden istifa etmeleri bu tarihe rastlar. Bu tarih, aynı zamanda disillüzyonun motive ettiği yeni sol arayışların da iyice yoğunlaştığı tarihtir. İşte böyle bir atmosferde 1960’lı yıllara girilmiştir. Bürokratik, zorba, devletçi, reel-politik ve öz-insiyatifi bastıran karakteriyle solcu aydınlara ve emekçilere umut vermekten artık uzak olan Sovyetler Birliği’nin karşısında, “kitle insiyatifini” vurgulayan Çin’in Kültür Devrimi, anti-bürokratik bir yeni atılım arayışı içinde olan yeni sola umut vermiştir. “Davulun sesi uzaktan hoş” gelmiş ve solcu aydınlar, aynı 1917’den sonra olduğu gibi yeni bir illüzyona kapılmışlardır. “Bürokrasiye karşı kitle insiyatifi” denen şeyin, aslında Maoist bürokrasinin gerçek insiyatifi bastıran geniş çaplı bir devlet operasyonu olduğunun görülebilmesi için, en az bir on yıl daha geçmesi gerekmiştir. Ancak, Çin’de yaşanan gerçeklik ne olursa olsun, aynı, 1789 Fransız devriminden sonra, gerçekte özgürlük ve eşitlik olmamasına rağmen özgürlük ve eşitlik ideallerinin yayılması gibi, aynı, 1917 devriminden sonra gerçekte bir işçi sınıfı iktidarı kurulmamış olmasına rağmen emekçilerin bu devrimden, burjuvaziyi devirme bilincini geliştirme yönünde yararlandıkları gibi, 68 hareketinin de, Çin kültür Devriminden, kitlesel öz-insiyatif ve bürokratik hantal yapılara karşı başkaldırma türü fikirlerin geliştirilmesi açısından yararlandığı (sonrasındaki hayal kırıklığının yarattığı yıkım ne kadar büyük olursa olsun) açıktır.
2. Latin Amerika kaynaklı kır ve şehir gerillası:1950’lerin sonlarında gerçekleşen Küba Devrimiyle, yaşayan bir örneğe dönüşen ve özellikle Latin Amerika’nın çeşitli ülkelerinde yaygınlık kazanan “parti dışı” gerilla hareketleri bürokratik geleneği kıran bir etki yapmıştır. Bu hareketlerin en tipik yanı, geleneksel komünist partilerinin önceden belirlenmiş programlarını, burjuvazinin “ilerici” ya da “anti-faşist” kesimleriyle legal platformlarda ittifaklar arayan çizgilerini ve esas olarak parlamenter alanda yavaş yavaş güçlenmeyi amaçlayan düzen içi politikalarını reddederek silaha sarılmaları ve anarşizmin “doğrudan eylem” anlayışını hatırlatacak bir şekilde eylemle propagandayı temel almalarıydı. Elbette bulundukları ülkelerin yapısına göre birçok farklılıklar göstermekle birlikte bu gerilla hareketlerinin ortak paydası, koşullar ne olursa olsun, oligarşilerin zoruna karşı devrimci zorla cevap vermekti. Che Guevara’nın Bolivya dağlarında başlattığı gerilla savaşıyla efsanevi bir kahramanlık destanı halini alarak o zamanki genç aydınların yüreğini tutuşturan bu çizgi, 1970’lerde kırılmaya uğrayıp, 1980’lerde bozgunla sonuçlansa ve örneğin o ünlü Tupamarolar 1980’lerin parlamentarist politikacıları olarak yeniden yapılansalar da, Latin Amerika gerilla hareketi,1960’larda, geleneksel çizgiyi eleştiren yeni ve dinamik bir çıkış olarak, 68’in oluşumlarını önemli ölçüde etkileyen bir ideolojik kaynak görevi yapmıştır.
3. Uzak Asya Kaynaklı Halk Savaşları: Türkiye’de, 1970’lerin başlarında “Ho Şi Minh çizgisi” diye adlandırılan ve esas temasını, 1940’lardan beri süren, ama 1960’larda zirvesine ulaşan Vietnam savaşından alan halk savaşı ideolojisi, aslında öz olarak, bürokratizmi ya da geleneksel partileri sorgulamadığı halde -çünkü Vietnam’daki savaş da geleneksel bir sol ideolojiye ve yapıya sahip olan Vietnam Komünist Partisinin önderliğinde sürdürülüyordu- kitleleri anti-emperyalist bir savaşta seferber ettiği için, 68 hareketini etkileyen, hatta 68 hareketinin anti-bürokratik yönelimlerine cesaret veren bir rol oynamıştır. 68 hareketinin en önemli özelliklerinden biri, var olan dünya düzenlerine başkaldırıdır. Halk savaşı da bu başkaldırının bir örneği olarak algılanmıştır. Özellikle bizim gibi, mücadelenin Amerikan emperyalizmine karşı yöneldiği ülkelerde Vietnam halk savaşı, yürütülecek savaşımın örneği olarak görülmüştür. Bu yüzden uzak doğu örneği, bizim gibi ülkelerin 68’lerine daha büyük bir etki yapmıştır.
4. Afrika Kaynaklı Bağımsızlıkçılık: 1950’lerdeki Cezayir Bağımsızlık savaşı, 1960’ların başında başarıya ulaştı. Ardından bir çok eski Afrika sömürgesi, 1960’lı yıllarda, birbiri ardından, ya doğrudan bağımsızlık savaşlarının başarıya ulaşmasıyla ya da geleneksel sömürgeci yönetimlerin artık yürümediğini gören batılı sömürgecilerin bu ülkelerin bağımsızlığını tanımalarıyla, bağımsız ulus-devletler olarak örgütlendiler. Kurulan yeni devletlerin egemenleri, bir yandan batılı sömürgecilerle iktisadi ilişkilerini kesmez ve kapitalist dünya sisteminin dışına çıkmak gibi bir niyet göstermezken, bir yandan da, kendi zayıf devlet yapılarını ayakta tutabilmek için büyük devletler arasında denge oyunu oynamaya giriştiler ve bu amaçla başta SSCB ile, ikincil olarak da ÇHC ile yakın ilişkiler kurdular. Bu ülkelerin iktisadi yöntemlerinden de etkilenen Afrika devletleri, burjuvazilerinin zayıf olduğu koşullarda devletçi ekonomiler örgütlediler. Bu yöneliş, Çin ve SSCB gibi sosyalist adlı devletler tarafından “anti-emperyalizm” olarak taktim edildi. SSCB’nin teorisyenleri daha da ileri giderek bu ülkelerin “kapitalist olmayan kalkınma yolu” izlediğini iddia ettiler. Afrika’daki bağımsızlık hareketi, dünya 68’i için hiçbir zaman cazip bir ideolojik örnek olarak görülmese de, “anti-emperyalist” ve “sosyalizme müttefik” olarak algılandığı için, en azından 68’in, büyük güçlere baş kaldırma bilincine bu yönüyle katkıda bulunmuştur. Esasen, Afrika’yı, dünyayı sömürgeciler ve sömürgeler diye adeta iki ulusa bölerek idealize eden Frantz Fanon’un teorilerinden öğrenen dünya 68’inin, bu ülkelerin gerçek iç koşullarını tahlil etmeye, muhaliflerin uğradığı baskıyı, bu “mazlum” devletlerin içerde birer güçlü ve zorba diktatörlük olduğunu görmeye ne zamanı, ne de niyeti vardı.
5. Amerika kaynaklı ırkçılık karşıtı hareket: Amerika’da büyük bir kitle hareketi olarak çıkıp, sonrasında dinsel ya da militan (Malcolm X, Kara Panterler hareketi) renkler kazanan ırkçılık karşıtı hareket, niteliği gereği Amerika’nın özgül koşullarına (siyahlara karşı beyaz ırkçılığı) dayansa da, dünya 68’inin ırk, renk, cins ayrımına karşı çıkan anti-otoriter yönelimine katkıda bulunmuştur.
6. Doğu Avrupa Kaynaklı, “otoriter olmayan sosyalizm” arayışları: Prag 68 baharının önceli 56 Macar Devrimi olmakla birlikte, aralarında önemli bazı farklar vardır. Macar Devrimi, Komünist Partisi başta olmak üzere sistemi toptan hedef alan bir kitlesel şiddet hareketiyken, 68 Prag baharıyla zirvesine çıkan, 1960’ların “otoriter olmayan sosyalizm” arayışları, komünist partilerinin içindeki belli kesimlerin daha sistem içi ve daha barışçı arayışları olarak gelişmiştir. Hareketin bu nispeten sistem içi ve şiddetsiz yöneliminde elbette, Komünist partilerinin içinde önemli yandaşlar bulmasının, hatta Çekoslovakya’da olduğu gibi, kısa bir süre için de olsa, parti içinde iktidarı ele geçirme şansı elde etmiş olmasının payı vardır. Daha az bürokratik, öz-insiyatife daha çok yer veren ve daha ademi-merkeziyetçi yönelimleriyle bu hareket, özellikle Avrupa yeni solunda yankı yapmış ve Avrupa 68’ine belli bir etkide bulunmuştur. Ancak bizim gibi, o sırada Amerikan emperyalizmiyle adeta bir “ölüm-kalım” savaşına girilmiş olan ülkelerde Doğu Avrupa’nın anti-otoriter sosyalizm arayışları, emperyalizme karşı mücadeleyi “bölen” hareketler olarak algılanmıştır.
7. Avrupa ve Amerika Kaynaklı Anti-otoriter ideolojiler (Anarşizm, Feminizm, Existansiyalizm, Yeni Dalga, Markusecilik, Hippylik): Kapitalizmi olduğu kadar, geleneksel Komünist Partileri’nin hantal ve otoriter yapılarını da hedef alan Amerika ve Avrupa kaynaklı anti-otoriteryanizm, batıda 68’in özünü oluşturur. Bizim gibi ülkelerde de batı kaynaklı bu anti-otoriteryanizm önemli bir etki yapmıştır. Ancak, Türkiye ve Türkiye gibi ülkelerin kendine özgü kültürel ve ideolojik yapısı, bu anti-otoriteryanizmle bazan bağdaşarak, bazan içiçe geçerek, bazan da onu reddederek ve dışlayarak, batının 68’inden görece farklı bir oluşumun ortaya çıkmasına neden olmuştur.
Anti-otoriter ideolojilerin başında, tutarlı devlet karşıtlığıyla, her türlü otoriteye düşmanlığıyla, mutlak özgürlük arayışıyla elbette anarşizm gelir. Ancak, 1960’ların batısında, örgütlü ve somut anarşist hareketin, kendisinden çok, hayaleti dolaşmıştır. Yani, anarşizmin yüz yıldır savunduğu bütün görüşler, anti-otoriter ve anti-bürokratik bir arayış içinde olan gençlerin, aydınların, dinamik kitlelerin içinde hayat bulurken, İspanya Devriminin bastırılmasından beri dünya siyaset sahnesinden pratikte silinmiş olan anarşist hareketin küçük yuvarcıkları, kar altında donmuş tohumlar gibi, toprağın üzerine çıkamamışlar, büyük ölçüde kendi sekt yaşamlarının içinde hapsolmanın acısını duya duya, fikirlerinin sokaklarda, okullarda, fabrikalarda canlanışını biraz da şaşkınlıkla izlemişlerdir.
Anarşizmden farklı olarak, kitlesiyle özdeşleşmiş olan feminizm için ise aynı şeyi söylemek mümkün değildir. Yani bir yerde işçi hareketinin canlanışı mutlaka anarşizmin ya da komünizmin de canlanışına tekabül etmeyebilir, ama kadın kurtuluş hareketinin canlanışıyla feminizmin canlanışı arasında nerdeyse birebir tekabüliyet vardır. Bu yüzden, 68’de önce kadın hareketi dalgasının mı, yoksa feminizm dalgasının mı ortaya çıktığını tahlil etmek bile zordur, belki de böyle bir tahlile kalkışmak saçmadır. Kadın kurtuluş hareketinin, batı kapitalizminin, özellikle 1950’lerde dayattığı demode olmuş Amerikan tarzı yaşama ya da Batı Avrupa’daki refah devletinin uyuşturucu etkilerine, muhafazakâr cinsel rollere ve cinsellik anlayışlarına karşı anti-otoriter başkaldırısı, bir yandan 68 hareketini etkileyip, bir cinsel devrimin (kadın taleplerinin çarpıtılıp erkek egemenliğinin yeni biçimlerini üreten sonuçlar vermiştir bu) yolunu açarken, diğer yandan Stalinist-bürokratik geleneksel yapılarla şiddetle karşı-karşıya geldi. Avrupa’nın bazı yerlerinde kadınlar, bu kesimlerin şiddet içeren fiili saldırılarına bile uğradılar. Ancak ilginçtir ki, batının anti-otoriter 68’inde başat bir rol oynayan kadın hareketi ve feminizm, Türkiye ve Türkiye benzeri ülkelerde ya hiç etkili olamamıştır ya da çok az etkili olmuştur.
Marksizm ve anarşizmin etkilerini üzerinde taşımakla birlikte kendine özgü yaşam felsefesiyle anti-otoriter, bireyci bir felsefe olan existansiyalizmin, edebiyat ve sinema gibi sanat alanlarında ortaya çıkan avant-garde yeni dalga akımlarıyla birleşerek, özellikle kültürel alanda büyük bir etki yaptığı gözlenmelidir. Örneğin Türkiye’de, 1960’ların başlarında, Marksist klasiklerden önce Albert Camus’un, J.P. Sartre’ın eserleri basılmış ve öncü gençler tarafından öncelikle bunlar okunmuştur.
Frankfurt okulunun son temsilcilerinden Herbert Marcuse, felsefe ve psikolojiden de güç alıp, klasik sınıfsal tanımları sorgulayan anarşizan ve anti-otoriter teorilerini ortaya atarak, 68’in fikirsel gelişmesi ve şekillenmesinde büyük bir etki yapmıştır.
Hippylik akımı da, kapitalist yaşam tarzına karşı batı gençliğinin kendiliğinden isyanı olarak ele alınabilir. Hippylik bir ideoloji midir? Belki bu daha uzun bir tartışmanın konusudur. Ancak şu kadarı bir gerçektir ki, bu hareket, kendi spontaneliği oranında ne kadar düşünsel dizgelere sokulamasa da, bizde pek o kadar değil ama, batıdaki 68 gençliğinin yönelimlerinde önemli etkiler yapmıştır.
Türkiye’de
1. Jakoben-milliyetçi-kalkınmacı-darbeci Kemalizm: Türkiye 68’i, yukarda sıraladığımız dünya çapındaki ideolojik kaynaklardan önemli ölçüde beslenmiştir elbette. Bunlardan bir kısmını, kendi ideolojik ve kültürel atmosferine uydurarak ve hatta çarpıtarak benimserken, bazılarını ise ya görmezlikten gelmiş ya da açıkça dışlamıştır. Öte yandan, Türkiyle 68’inin, büyük ölçüde Türkiye’ye özgü ideolojik kaynakları da söz konusudur. Bunların başında Kemalizmin geldiğini söyleyerek başlayalım.
Nasıl olmuştur da, bürokratik, otoriter bir devlet ideolojisi olan Kemalizm, bir başkaldırı hareketi olan Türkiye 68’ini etkileyen, hem de kuvvetle etkileyen bir ideolojik kaynak olabilmiştir? Bunun, üzerinde durulması gereken birçok sınıfsal, tarihsel ve toplumsal nedeni vardır. Türkiye gençlik hareketi, 68’lere doğru ve 68 sonrasında hızlı bir değişim geçirmesine rağmen, esas olarak bir kentli orta sınıf çocukları hareketiydi. Tek parti dönemindeki “aydınlanmacı” eğitim seferberlikleri, en içten karşılığı Kemalizmin sınıfsal dayanağı olan kentli orta sınıflardan (özellikle bürokrat, memur ve subaylardan) almıştı. Bu kentli orta sınıflar, 1950’deki iktidar değişikliğinden sonra, yeni yeni güçlenen taşra kökenli burjuvazinin baskısı altında kalmışlar ve Cumhuriyet tarihinde ilk kez muhalif bir konumu benimsemişlerdi. İşte, 68 gençliğinin esasını oluşturan kentli orta sınıf çocukları böyle bir dönemde hayata gözlerini açtılar. Bu gençler, hem Kemalist eğitim seferberliğinin sonucu olarak orta kalitede bir eğitim almışlar, hem de DP döneminin muhalif atmosferinde yetişmişlerdi. Bu kentli orta sınıf gençliğe, bir adım sonra, kırsal nüfustaki patlama ve şehirlere akınla birlikte, taşra kökenli gençler de katılmışlardı ama, bu gençler de, gerek Kemalizmin Köy Enstitüleri politikası nedeniyle, gerekse çoğunlukla alevi ailelerin çocukları oldukları için kentli orta sınıf çocuklarının soluduğu ideolojik atmosferden pek de farklı bir atmosferden gelmiyorlardı.
Öte yandan 27 Mayıs hareketi, bir Kemalist canlanma hareketinin de başlangıcı olmuştur. DP’nin ve onun devamı olan AP’nin, taşralı muhafazakâr kesimlere dayanıyor olması, aşırı sağ unsurlara kadar bütün sağı kendi şemsiyesi altında toplama girişimleri, AP ile mücadele içinde olan 27 Mayıs hareketinin, 1920’lerin, 30’ların ve 40’ların bürokratik ve baskıcı Kemalizminin kötü anılarını bir yana atarak, Kemalizme “sol” bir muhteva kazandırma girişimlerine olanak sağlamıştır. Cumhuriyetin başlangıç dönemlerinde olduğu gibi, Marksist aydınların, bu “sol” Kemalizme onay vermeleri, bu otoriter devlet ideolojisinin sol bir kisveyle piyasaya sürülmesini kolaylaştırmıştır.
Doğan Avcıoğlu gibi, 27 Mayıs’dan cesaret alarak, yeni 27 Mayıs darbeleri yapıp iktidara bu sefer kesin olarak el koymak isteyen unsurlar, son derece soğukkanlılıkla yaptıkları değerlendirmeler sonucunda böyle bir askeri darbenin dayanacağı reel güçlerin hesabını yapmışlar ve yanıbaşımızdaki SSCB’nin varlığını ve desteğini artı hanesinin en başına yazmışlardır. Çünkü o dönem SSCB, “kapitalist olmayan yol” teorileriyle, bu tür askeri darbeleri ve ardından kurulan tek parti rejimlerini, dünya hegemonya mücadelesinde dayanılacak güçler arasında sayıyor ve destekliyordu. SSCB’nin bu tür rejimlerle ilgili yaptığı hesap şuydu: Afrika vb. yerlerde olduğu gibi, bu tür rejimler kuruldukları andan itibaren, ayakta kalabilmek için bir hızlı iktisadi kalkınma siyaseti yürütmek zorundadırlar. Bu da kaçınılmaz olarak geniş çaplı devletleştirmeleri getirecektir. Devletleştirmeler, Amerika’nın müttefikleri olan yerli burjuvazileri ve dolayısıyla Amerika’yı tedirgin edecek ve bu rejimleri ister istemez batı ile çatışmaya sokacaktır. Bu durumda SSCB, bu tür askeri rejimlere doğal müttefik gözüyle bakacak ve SSCB’den iktisadi ve askeri yardım aldığı oranda da bu rejimler SSCB’ye yaklaşacaktı. Bu hesabın pek o kadar da yanlış olmadığı, Ortadoğu’da ve Afrika’da kurulan bu tür rejimlerin yönelimlerinden anlaşılabilirdi. İşte Doğan Avcıoğlu, bunları çok iyi hesap etmiş ve geçmişte SSCB tarafından “anti-emperyalist” olduğu gerekçesiyle desteklenen Kemalist rejimin bir benzerini kurmak üzere “sol Kemalist” yönelimini ortaya atmıştır. Bu yönelim, 1960’ların başında, 27 Mayıs’la iktidar hevesleri tahrik olmuş olan aydınlar arasında oldukça taraftar bulmuştur.
Doğrudan doğruya darbeci olmamakla birlikte, Türkiye İşçi Partisi (TİP) yönetimi de, hem genel atmosferden etkilendiği, hem de kolayca meşruluk kazanmanın en iyi yolu olarak gördüğü için, en azından, MDD ideolojisine dönüşüp başına bela olana kadar, Kemalist argümanlara sarılmıştır. Mustafa Kemal’in yalnızca “anti-emperyalist” değil, aynı zamanda “anti-kapitalist” de olduğu yolundaki alıntılara sığınmalar, Mustafa Kemal’in kalpaklı fotoğraflarını baş tacı edip, “Kurtuluş Savaşındaki farklı Atatürk” imajına cevaz vermeler vb. hep bu kolaycılığın ürünleridir. Türkiye 68’inde doğrudan doğruya yer almasa, hatta yer yer onunla çatışan bürokratik bir parti profili verse de, TİP’in, erken aşamalardaki ideolojik şekillenmelerde pay sahibi olduğunu saptamak gerekir.
Aşağıda, geleneksel sola (TKP’den kalanlar), 68’in ideolojik kaynaklarından biri olarak ayrı bir maddede değineceğiz ama, Kemalizm bahsi açılmışken, ona burada da değinmemezlik edemeyiz. Geleneksel Türkiye solunu temsil eden TKP geleneğinin (somut olarak Mihri Belli ve Hikmet Kıvılcımlı gibi şahsiyetler), Kemalizmin, Türkiye 68’ine ideolojik etkide bulunmasında önemli bir payı olduğu kaydedilmelidir. Batının ambargosu karşısında yalnızlık duygusuna kapılan Bolşevik devlet yöneticilerinin, kendisi de yeni kurulmuş henüz zayıf bir devlet olduğu için SSCB’den çekinen ve bu yüzden ona dostluk mesajları yollayan Kemalistleri desteklemelerinde pek anlaşılmayacak bir şey yoktur. Devletler, düşmansız kalmaktan ne kadar korkarlarsa, müttefiksiz kalmaktan da o kadar korkarlar. Anlaşılamayacak ve kabul edilemeyecek olan, SSCB’nin çıkarlarıyla dünya devriminin çıkarlarını özdeşleştiren ve büyük Rus şovenizmini “enternasyonalizm” diye piyasaya süren Komintern’in, TKP’yi, Kemalistlerin Kürt düşmanı şovenizmlerini kayıtsız şartsız desteklemeye zorlamasıdır. Aslında “zorlama” sözcüğünü kullanmak da pek doğru değil. Kendileri de genellikle Kemalist ailelerden gelen (Reşat Fuat, Atatürk’ün, ana tarafından kardeş çocuğuydu) TKP yöneticileri, sınıfsal güdüleriyle böyle bir desteklemeye zaten teşneydiler. Giderek bu hal TKP’de öylesine içselleşti ki, TKP yöneticileri, İkinci Dünya Savaşında, Kominternin “anti-faşist cephe” politikalarından ilham alarak, sırtlarına Türk ordusunun üniformalarını geçirip, muhtemel bir Alman saldırısına karşı cepheye koşmakta dahi bir sakınca görmediler.
Bu maddeyle ilgili olmak üzere milliyetçilik ve jakoben-darbecilik gelenekleri üzerinde de durmamız gerekmektedir. Milliyetçilik, JönTürk/İttihat Terakki iktidarının ilk ulus-devlet pratiğini Ermeni soykırımıyla başlattığı, sonrasında, Kürtlerin, diğer milliyetlerin ve Müslümanların, egemen Türk ulus-devletinin baskısı altına alındığı dönemlerden beri devletin güdümündeki resmi ideoloji olageldi. İkinci Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında, devletin “gayri-resmi” desteğinde iyiden iyiye anti-komünist bir reaksiyona yataklık etmiş olan milliyetçiliğin 1960’larda kılık değiştirip bu kez, “kalkınmacı-ilericilik” biçiminde ortaya çıkması şaşırtıcı değildir. “Geri kalmış” ülkenin aydınları ve gençleri, bu “geri kalmışlığın” doğurduğu milliyetçi kompleksin sonucu, otoriter, “halka rağmen halk için”ci ve hızlı kalkınmacı bir milliyetçi atılımın heveslisiydiler ve 1960’larda bu yüzden bu tema solcu gençleri de kuvvetle etkiledi. Hele, mücadelenin Amerikan emperyalizmini hedef aldığı koşullarda solculukla, “anti-emperyalist” milliyetçiliğin bağdaştırılması için oldukça uygun bir ortam vardı.
Jakoben-darbecilik ise, nerdeyse, Türkiye’li aydınların genlerine işlemiş bir alışkanlıktı. Türkiye’nin sosyal ve politik geleneği, seçkin aydınların yukardan ve “halka rağmen” atılımlarıyla biçimlenmişti. Jakoben atılımcılık, zincirlerini kırmak için sabırsızlanan genç insanlara hitap eden bir tarzdı. Bu bakımdan, gençlerin, nerdeyse anarşizan doğrudan eylemci çıkışlarında bile jakoben radikalizmin otoriter ve zorba atılımcılığının izlerini bulmak o kadar zor değildir. Yine, “Resneli Niyazi” efsaneleri beyinlerine yerleştirilmiş gençlerin, dağa çıktıklarının ertesi günü, bir “devrimci askeri cuntanın” işe el koyacağı umut ve hayallerine kapılmış olmalarında ve cuntanın iktidara gelişinden sonra kimin ne bakanı olacağının hesaplarını yapacak kadar naif olmalarında, fazla şaşılacak bir şey yoktur.
2. Geleneksel sol (Marksizm-Leninizm-Stalinizm ve MDD çizgisi): Türkiye solu, başından itibaren Bolşevik-Leninist-Stalinist bir ideolojik şekillenme içinde olmuştu. Bunun nedeni, elbette, bütün dünyada olduğu gibi, Komünist Parti’nin Komintern’in sıkı ideolojik denetimi altında olmasıdır. 1950’lerin başında TKP’nin likide olmasından ve Doğu Berlin’deki bir mühacir bürosuna dönüşmesinden sonra, Türkiye’de kalan kadrolar, örgütsüz de olsalar, aynı Bolşevik-Stalinist geleneği, tecrit edilmiş çevreler halinde sürdürdüler ve 1960’lara taşıdılar. 1960’larda solun, dar ve tecrit edilmiş bir kadro hareketi olmaktan çıkıp toplumsal bir akıma dönüşmesiyle birlikte, bu Stalinci gelenek kendini, gelişen sol harekette ifade etmek ve etkili olmak için olumlu bir ortam buldu. Stalinizmin, SSCB’nin devlet çıkarları doğrultusunda oluşturduğu ve kendine bağlı komünist partilerine dayattığı “halk cephesi” ya da “ulusal cephe” politikaları, Türkiye’deki bu Stalinist geleneğin amentüsüydü. Nitekim, bu geleneğin en etkili unsurları tarafından ortaya atılan darbeci Milli Demokratik Devrim (MDD) çizgisi de, bu politikaların teorize edilmiş biçiminden başka bir şey değildi. Hele, geçmişinde, ne pahasına olursa olsun Kemalizmi desteklemeye şartlandırılmış bir geleneğin geliştirdiği bu teorinin, 27 Mayıs’la bir “ilerici” ve Kemalist askeri darbeler dönemine girmiş gibi görünen Türkiye’de hayat bulmaması mümkün değildi. Bu teori, gençliğin içinde bulunduğu Jakoben-Kemalist ideolojik atmosferle de uyum içindeydi.
Ancak, bu geleneğin, diğer ülkelerdeki Stalinist gelenekten önemli bir farklılığına değinmek gerekir. Leninist-Stalinist ideolojik yönelim, diğer ülkelerde, geleneksel komünist partilerinin yapısıyla özdeşleşirken, TKP’nin 1950’den sonra Türkiye’de namevcut hale gelmesi ve SSCB’nin uydusu bir mülteci partisi olarak Türkiye’deki Stalinist kadroları da karşısına alması, öte yandan TİP’in, siyasi yasaklar nedeniyle aynı kadroları dışında tutması, Türkiye Stalinist geleneğine, parti ve örgüt dışı bir özellik kazandırdı. Bu yüzden, Türkiye 68’inin örgüt fetişizmini reddeden anti-otoriter yönelimi, en azından bir dönem için, Türk Stalinist geleneğinin örgütlere karşı çıkma eğilimiyle birleşti.
3. Popülizm (kitlecilik, işçicilik, köylücülük, Kürt popülist milliyetçiliği): Çelişkili gibi görünse de, Türkiye 68’inde darbeci-Jakoben etkilerin yanında, oldukça güçlü sayılabilecek aşağıdancı, kitleci bir popülizm damarı da vardı. Bu damar elbette, işçi ve köylü kitlelerinin toplumsal mücadele sahnesine girmeleriyle bağlantılıydı. Bu kitleci popülizmi en başta TİP destekledi. TİP, Doğan Avcıoğlu’nun seçkin darbeciliğine karşı, parlamenter yolu seçtiği için, oy almayı planladığı yoksul kitlelerin önemini vurgulamaya ve onlara seslenmeye önem verdi. Ve diyebiliriz ki, oldukça popülist renkler taşısa da, bu vurgu 1960’ların ilk yarısında, seçkinci darbeciliğe karşı bir kitle alternatifini öne çıkarttığı için olumluydu da. 1963 yerel seçimlerinde, Orhan Arsal’ın ve Yaşar Kemal’in kitlelere yönelik popülist seslenişleri, Türkiye’de o zamana kadar hiç duyulmamış yeni bir ses olarak sarsıcı bir etki yapmış ve Türkiye toplumsal yaşamında hiç kaale alınmayan kitle devine dikkatleri çekmiştir. Ne var ki, bu kitleci-popülist söylem, bir süre sonra, gençlik hareketlerini, “kravatlı aydın hareketleri” diye damgalamaya varıp TİP’in radikal hareketlere karşı parlamentarist savunma çizgisine dönüşünce yozlaşmıştır. Ancak popülist-kitleci eğilim burada durmamış ve kendiliğinden güçlü bir akım olarak solun bütününü etkilemeye devam etmiştir. Bir kanaldan bu popülist eğilim, bir Doğu ve Kürt popülizmine açılır ve gelecekteki Kürt milliyetçiliğinin öncüsü olurken, bir başka kanaldan, “Amerikan gavuru”na karşı mücadele ya da “Amerikan bahriyelileri kızlarımıza sarkıntılık ediyor” türü, dinciliğe ve gelenekçiliğe bile çağrı niteliği taşıyan enikonu sağ ve milliyetçi bir popülizme de kaynaklık etmiştir. Ancak, Türkiye 68’inin üzerindeki bu tür olumsuz etkileri bir yana, gençlik kitlelerinin büyük bir şevkle işçi ve köylü kitlelerine koşmasında oynadığı rolle ve zaten toplumsal mücadele sahnesine çıkmış ezilen kitlelerin önemini vurgulamasıyla, popülist ideolojik etkilerin olumlu yönü belirtilmelidir.
68’in ürünleri
Bütün toplumsal mücadeleler ve ideolojiler, sonuç olarak, özgürlük/diktatörlük ya da otoriterlik/anti-otoriterlik kavramları çevresinde kutuplaşırlar. Türkiye’nin modern tarihine baktığımızda da aynı kutuplaşmayı görebiliriz. Ancak bu elbette bir soyutlamadır. Yani somut toplumsal güçler ya da bireyler, belli bir anda, her iki eğilimi de içlerinde barındırabilirler. Örnek verecek olursak, diktatörlüğe karşı mücadele eden ve siyasi alanda anti-otoriter bir yönelim içinde olan bir siyasal gücün, aynı zamanda kendi içinde son derece otoriter olabildiği her zaman görülen olaylardandır.
Türkiye 68’ini bu kavramlar açısından ele alacak olursak, aynı karmaşıklığı burada da saptamamız mümkündür. Türkiye 68’i, esas niteliğiyle, anti-otoriter bir başkaldırı hareketi olmakla birlikte, daha ilk andan itibaren otoriter öğeleri de içinde barındırmıştır. Başlangıçta, yani daha hareketin oluşum devrelerinde anti-otoriter ve bireyselci eğilimler esas belirleyici rolü oynarken, mücadelenin zirve noktasına gelindiğinde ve daha sonrasında, giderek otoriter-kolektivist ideolojik öğeler ve eğilimler hakim olmaya başlamıştır. Başlangıçta, gelenekleri yaran ve yıkan bir hareket olmasına rağmen, Türkiye 68’i, daha sonraları, toplumun egemen kültürel ve geleneksel öğeleri ve güçleri tarafından sarılmış ve yönlendirilmiştir. Bu yüzdendir ki, başlangıçta, daha çok batı kaynaklı olan anti-otoriter eğilimler, yerini sonraki aşamada, daha çok doğu ya da Türkiye kaynaklı otoriter etkilere terk etmeye başlamıştır. Yukarda da belirttiğimiz gibi, oldukça anarşizan ve otorite yıkıcı doğrudan eylemlerde bile, anarşizan bir bireyselcilik mi, yoksa Jakoben ve kollektivist bir radikalizm mi yönlendirici olmuştur ya da ikisinden hangisi belirleyicidir, pek belli değildir.
Türkiye 68’inin sonucunda, anti-otoriteryanizm yenik, otoriteryanizm ise galip çıkmıştır. Geleneklerin yıkımı için yola çıkan hareket, geleneksel kültürel ve ideolojik öğelere teslim olmuş ve içinden otoriter-kollektivist hareketler ve sektler üretmiştir. 68’in sonunda yenilgiye uğrayan anti-otoriter eğilimin soy zincirine bağlı hareketler olan feminizmin, sivil toplum akımının ve anarşizmin, küçük Asya coğrafyasında doğup boy verebilmesi için, bu otoriter örgüt ve sektlerin, fiziksel ve ideolojik bir yıkıma uğradığı yirmi yıllık bir sürecin geçmesi gerekmiştir.
Birikim, sayı: 109, Mayıs 1998
68 kuşağını yeni incelemeye başlayanların fikirlerinin gelişmesinde aydınlatıcı rol oynayacaktır ..