Fikret Başkaya / Paradigmayı değiştirmeden olmaz!
Türkiye toplumu bir dizi krizler sarmalına hapsolmuş bulunuyor. Artık bu çöküş tablosundan bildik yöntem ve araçlarla çıkmak mümkün değil. Zira, söz konusu olan sadece ekonomik kriz değil, politik, sosyal, ekolojik, etik krizi, değerler krizi… söz konusu. Dolayısıyla, politik mücadelenin zeminini, politika anlayışını, politika yöntem ve araçlarını değiştirmek gerekiyor. Zira, iflas eden sadece Politik İslamcı AKP iktidarı değil. Kırk yıldır dayatılan bağnaz ekonomik ve sosyal politikalar. Bu da, AKP öncesine dönmekle işin içinden çıkmanın mümkün olmadığı anlamına gelir. Fakat bir şey daha var: Neoliberalizmöncesini, 1980 öncesini ihya etmek de mümkün değil. Artık radikal bir paradigma değişikliğini dayatan zaman gelip çattı…
Tek adam rejiminin alternatifi ‘parlamenter demokrasi’ değil… AKP’nin zaten parlamenter demokrasinin iflası üzerinde yükseldiği ekseri gözden kaçıyor. Aslında parlamenter demokrasi denilenin demokrasiyle bir ilgisi yok ama olduğuna inananlar çoğunlukta. Parlamenter demokrasi, demokrasiyle değil, mülk sahibi sınıfların ‘nasıl yöneteceğiz’ sorusuyla ilgili… Kitleleri aldatmanın, oyalamanın bir aracı… Kaldı ki, bidayette, şimdilerde ‘Batı Demokrasisi’, ‘Temsili Demokrasi’ denilen, gerçek demokrasinin önünü kesmek, kitlelerin politik sürece müdahalesini engellemek amacıyla peydahlanmıştı. Zira, dört-beş yıl aralıklar kurulan sandığa oy atmak, hiç bir zaman şeylerin seyrini değiştirmiyor. İnsanlar, egemen sınıfların devletitarafından kurulan/kurdurulan siyasi partilere oy vererek, süreci etkilediklerini sanıyorlar. Oysa, gerçek anlamda bir temsil hiç bir zaman söz konusu değil. Seçilenler seçenleri değil, egemenleri, tabii biraz da kendilerini temsil ediyorlar… Sahte bir oyun tekrarlanıp duruyor…Seçimler “görünen yöneticileri” değiştirebilir ama asla ‘asıl yöneticileri’, ‘gerçek iktidarı’ değiştirmez…Öyle bir şey ancak radikal bir politik-sosyal- kültürel devrimle mümkündür… İleri sürüldüğü gibi siyasi partiler ve seçimler burjuva demokrasisinin vazgeçilmezleri değildir. Gerektiğinde her zaman ‘vazgeçilebiliyorlar’… Aslında seçimlerde insanlar ‘daha iyiyi’ değil, ‘daha az kötüyü’ seçiyorlar… Zira nesnel olarak iyisi mümkün değil… O zaman halkın sürece gerçekten müdahale etmesini sağlayacak yöntem ve araçların oluşturulması gerekiyor. Başka türlü söylersek, halkın kendi kendini yönetmesini sağlayacak, ‘doğrudan demokrasiyi’ olabildiğince hayata geçirmek gerekiyor ve bu mümkün… Bu dünyada her sorunun bir cevabı olduğuna göre… Zira, soru sormak, o soruyu cevaplayacak yüksekliğe çıkıldığı anlamına da gelir…
Birincisi, şimdilerde tam bir yıkım tablosu ortaya çıkarmış olan neoliberal politikaları mahkûm etmek yeterli değil, asıl kapitalizmi de sorun etmek gerekiyor. Bundan sonra radikal olarak antikapitalist olmayan hiç bir hareketin ve siyasetin başarı şansı yok… Sadece kitleleri aldatmaya, oyalamaya yarayabilir…Lâkin bir şey daha var: Artık sorunlar ertelenebilir olmaktan çıktı…
İkincisi, yeni ve farklı bir şey yapmak, verili paradigmanın dışına çıkabilmek, resmi tarihle, resmi ideolojiyle ve egemen burjuva ideolojisiyle radikal bir hesaplaşmayı gerektiriyor. Zira, yüz yıllık ‘resmi ideoloji’ toplumun kendi hakkında düşünmesini engelliyor. Resmi ideolojiyle, resmi tarihle hesaplaşmak, toplumu oluşturan farklı kimliklerin ‘gerçek yurttaşlar’ oldukları bilincini de güçlendirir. Aksi halde başta Kürt Sorunu olmak üzere hiçbir sorun kalıcı çözüme kavuşturulamaz…
Üçüncüsü, dini devletten arındırmak gerekiyor. Türkiye’de laiklik söyleminin gerçek bir karşılığı yok. Devletin göbeğinde Diyanet İşleri Başkanlığı [doğrusu, Diyanet İşleri Bakanlığı] diye devasa bir kurum var iken, laiklikten söz etmek abesle iştigaldir… Din dersinin zorunlu olduğu laik bir rejim olabilir mi? Laiklik demokrasinin olmazsa olmazı olduğuna göre...
Dördüncüsü, ekolojik yıkımı ve iklim krizini tüm kaygıların önüne koymak ve gereğini yapmak gerekiyor. Zira, sürece vakitlice ve etkin bir tarzda müdahale edilmezse, işlerin hızla sarpa sarması ve kritik eşiğin aşılması kaçınılmaz olacak. Zira, halen yaşananlar neler olabileceği hakkında bir fikir veriyor. Oysa, burjuva politikacılarının gündeminde ekolojik yıkım, iklim krizi diye bir şey yok…
Beşincisi, Türkiye 1952’de NATO’ya üye olduğu günden beri adı konmamış bir Batı uydusu. Daha doğrusu kolektif emperyalizmin bir uydusu. Türkiye o tarihten beri ‘bağımsız dış politika’ yapma yeteneğini kaybetti. Malûm, NATO denilen militer örgüt, başkomutanı ABD’li bir general olan emperyalist bir saldırı paktıdır. Eğer öyleyse, Türkiye gibi bir ülkenin emperyalist bir saldırı paktında ne işi var denmesi gerekmiyor mu? Bir de neymiş efendim, ABD bizim “stratejik müttefikimizmiş”… Oysa hegomonik-emperyalist bir devletin hiçbir zaman ‘stratejik müttefiki’ olmaz. Sadece, stratejik çıkarları olur…Biraz tarih bilgisi olanlar öyle olduğunu bilir…
Politik İslamcı, şeriat sevdalısı AK iktidarı geride kalan 17 yılda tam bir çöküş tablosu yarattı, toplumun geleceğini kararttı. Çöküş sadece ekonomiyi değil, insan ve toplum yaşamının tüm veçhelerini angaje ediyor. Özelleştirilmemiş, metalaştırılmamış, paralılaştırılmamış hiçbir şey bırakılmadı. Esasen özelleştirme demek, herkesin olan, topluma-kamuya ait olan, olması gereken varlıkları, kaynakları, hizmetleri, müşterekleri özel şahıslara, sermayeye peşkeş çekmektir… Oysa, her şeyin özelleştirildiği bir toplumsal yaşam mümkün ve sürdürülebilir değildir. Zira, müşterekler, toplumu bir arada tutan tutkaldır. Önümüzdeki dönemde muhalefetin öncelikli hedeflerinden biri halktan çalınanı ona iade etmek olmalıdır.
Hiçbir saldırı karşılıksız kalmaz. Saldırı- savunma ve karşı saldırı diyalektiği diye bir şey var. İnsanlar sömürüye, yağma ve talana, haksızlığa, hukuksuzluğa, adaletsizliğe, keyfiliğe, sınırlı özgürlüklerin de yok edilmesine,kamusal alanların dincileştirilmesine, 2013 Gezi Parkı kalkışmasından başlayarak itiraz ediyorlar. 2015 Haziran seçimleri, 2017 Anayasa referandumu, , 2018 cumhur başkanlığı ve genel seçimleri ve Adalet Yürüyüşü nihayet 31 Mart 2019 belediye seçimleri sürecinde bardak dolmaktaydı. Yenilgiyi kabuk etmeyen iktidar partisinin gayri hukukî , gayri ahlâkî ve gayri mantıkî müdahalesiyle İstanbul seçimlerinin geçersiz sayılıp, seçimin yenilenmesiyse23 Haziranda taştı… Muhalefet moral üstünlük sağladı. Bu önemli bir başlangıç. İnsanlar politik sürece etkili bir müdahale yapmayı başardılar. Elbette her şey güzel olacak demek önemli ama neler yapılır-neler yapılmazsa, hangi radikal önlemler alınırsa güzel olur sorusunun da sorulması ve gereğinin yapılması kaydıyla… Artık radikal dönüşümlerin gerekli olduğu bir zamandayız. Bundan sonra şeylerin seyri, muhalefetin basiretine bağlı olacak. Haysiyetli insanlar olarak yaşamanın, toplumun geleceğini kurtarmanın yolu, mücadeleyi derinleştirmekten geçiyor… Artık politika yapma ‘işini’, ‘şeyini’ profesyonel politikacılara emanet etmemek gerekiyor ki, bu da insanların politik özneler olmasıyla, yeni, orijinal etkin politik araçlar ve yöntemler üretebilmesiyle, velhasıl, perspektifi ve paradigmayı değiştirmekle, yeni bir şey yapmakla mümkün!..
Soru: Doğrusu ve aslında yazınızı okur okumaz, tarihte veya şimdi ima ettiğiniz somut bir ülke örneği soracaktım, maalesef uzadıkça uzadı. Eğer yazımı sıkıcı ve değersiz bulursanız salt bu soruma cevap verin yeter.
***
ʻʻArtık radikal bir paradigma değişikliğini dayatan zaman gelip çattı…ʼʼ ayrıntılarında muğlâklık ve hatta çelişkiler var gibi.
Bazı giriş notları.
En başta göze çarpan kullandığınız dilin Batı demokrasi veya daha geniş anlamda Batı politika dili olması. Yaptığınız eleştirilerin aynısı geleneksel sol söyleminde yer alır: ʻʻParlamenter demokrasiʼʼ, ʻʻmülk sahibi sınıflarʼʼ, ʻ‘Temsili Demokrasiʼ’, ʻʻSeçilenler seçenleri değil, egemenleriʼʼ…
Dediğimin yanlış anlaşılmasın. Tek demek istediğim, yazınızdakiler dünyanın tümüne yayılan ve egemen olan Batı kavramlarının somut bir örneği. Amacım bu kavramları yargılamak da değil, bir dünya tarihi perspektifine yerleştirmek. Demokrasi, ne Grek ne de Batı tekeli. Dünyanın çoğu yerinde demokrasi, eşitlik, özgürlük toplumsal yaşam konuları oldu ve pratiği yaşandı.
Kısa ve ümit ederim anlaşılır anlatımıma Dipesh Chakrabartyʼin yargısı ile başlayacağım.
1992’nin etkili bir makalesinde, ʻʻAvrupaʼnın dünya tarih çalışmalarında odak ve referans ve bütün diğer tarihler ise Avrupa Tarihi ana anlatımının varyasyanı. Üniversite aleminde, ʻtarihʼ ve modernleşme tanımıyla yurttaşlık, burjuva kamu ve özel ayırımı, ulusal-devlet vb kavramlar arasındaki derin itilaf var ve dışına çıkmak imkansız oldu. Dolayısıyla tarih bilimi tamamıyla ve kaçınılmaz nedenlerden Avrupa modernliğinin yörüngesinde. Bu yaklaşımın bilgiye katkı değeri de en azından şüpheli ve büyük bir ihtimalle de sıfır.ʼʼ
Bence bu aşırı ve sert değerlendirmede büyük bir gerçek payı var. Sizi sıkmak pahasına, bu sahnenin entelektüel temellerini atanlardan salt ve adını ettiğiniz için Hegel, diyalektik ve asi müridi Marks hakkında bazı şeyler söyleyeceğim.
Bu durumun gelişmesinde Avrupa devletlerinin artan gücü bir nedeni. 16. ve 17. yüzyıllarda, hâlâ, Avrupa gezginleri Çin, Hindistan ve diğer toplumların ekonomi ve kültürel geleneklerine hayrandılar. 18. ve 19. yüzyıllarda, Aydınlanma ve modern bilimin gelişmesinden ve teknolojik dönüşüme neden olan yeni enerji kaynaklarının kullanılmasından sonra, Avrupalılar, diğer toplumları entelektüel ve ahlaki açıdan aşağı, kesatlık çukuruna batmış görürler. Hegel bunu bütün çıplaklığıyla ve su götürmez bir biçimde ilan etti. ʻʻAkdeniz havzası ‘Dünya Tarihinin merkezi’ ve bu merkezsiz bir Dünya Tarihi tasavvur edilemez. Doğu Asya’ genel tarihsel gelişim sürecinden koptu ve hiç bir payı yok. ‘Sahra altı Afrika’ öz-bilinçli tarih gününün ötesinde yatan çocukluğun ülkesi, gecenin karanlık mantosuyla örtülü. Afrika dünya tarihinin bir parçası bile değil; sergileyecek hiçbir hareketi veya gelişimi yok. Amerika her zaman fiziksel ve psişik olarak güçsüz ve hâlâ öyle. Afrika gibi tarihsiz bir yer. Ama Avrupalılar orayı da tarihe sokma gayeti içindeler.ʼʼ
[Hegel’s Lectures on the Philosophy of World History, trans. by H.B. Nisbet Cambridge University Press, 1975), 152–96.]
Hegel tarihçi değildi ve dünya bilgisi sıfırdı. Ama, sık sık olduğu gibi, tarihin anlamı ve amacını, özellikle basit ve anlaşılır kılarak, sayısız düşünürleri derinden etkiledi. Zaten araştırmalara dayanan tarih bilimi daha yeni başlamıştı. Hegel ve diğer tarihçilere göre, Çin, Hindistan, İran ve Mısır, Devletli ve kültürlü olduklarından, tarihli ülkeler ama bir bu zamanlardı. Şimdi artık duraklamışlardı. Tarihçilerin asıl amacı, ki ben bunu bütün sol yazılarda görürüm, çalışmalarında bilinçli ve amaçlı gelişmeleri odak almak. Şimdi ve hâlâ solda, üstü kapalı da olsa, bu hayli etkili derin izleri görmek mümkün.
Metafizik kurgusal alanda da Hegelʼin etkisi az sayılmaz: adını ettiğiniz, idealist de olsa, diyalektiğin atası. Hegelʼin metafiziğine göre akıl ve dünya sürekli her zaman bir karşılıklı oluşma içindeler, bu da tarihin motoru. Tarihin her safhasında, iki taraf daha yüksek bir düzeye çıkarak bir sentez yaratır. Nihayet akıl dünyaya ve dünya da akla uyacak. Nihayet tarihin amacı gerçekleşecek. Devlet de insanın İrade ve Özgürlük isteğinin dış tezahürü olduğundan, bu gerçekleşmenin somut tezahürü Prusya Devleti olacak.
Yazımda daha sonra buna Dünya Devleti veya Dünya Robotu adını vereceğim. Hegelʼinki gününün ilerde tasavvur ettiği mahlukun adı.
Genç ve atılgan Marks, Hegeli ʻʻbaş aşağıʼʼ çevirdi ve idealist diyalektik metafizikden arınıp materyalist diyalektik oldu. Marks da, tıpkı Hegel gibi, dünyanın çoğu yerini ciddiye almadı. Coğrafi bölgeleri, tıpkı Hegel gibi, ileriyi öngörmede kavramsal kategoriler olarak kullandı. Ama artık ilerlemede etken, Hegelʼde olduğu gibi, Ruh değildi; etken, bu bölgelerdeki toplumların üretim biçimiydi. Örneğin Asya tipi üretim tarzı idealleştirilip bir model olur. Böylece tüm Asya toplumları, en barbar olanlar bile, ekonomik dinamiğinin dürtüsü ile, ileriye, medeniyete doğru ilerlemeye başlarlar. [The Communist Manifesto]
Daha şahane bir ifadeyle, bu ileri safhalarda burjuva üretim tarzı, aynı İncilʼdeki Allah gibi, dünyayı kendisine benzetir. [Goodbye to Tristes Tropes,’ Journal of Modern History 65 (1993)] Solcular aldatılmış mı yoksa Marksʼın dedikleri küresel ekonomi ile gerçekleşme üzere mi? Ben bu tip ilerden haberleri komşuların kahve fallarında işitirdim. Ya olacak ya da olmayacak, olana kadar beklemeli, ümit kesmemeli…
Sizin çağırınızı tekrar edeyim: ʻʻArtık radikal bir paradigma değişikliğini dayatan zaman gelip çattı…ʼʼ
Sol çözüm paradigması malum: Devleti ele geçirmek.
Radikal paradigmanıza yakından bakınca temelde aynı söylem veya paradigma doğrudan veya dolaylı ima edilerek tekrarlanmış gibi.
1. ʻʻantikapitalist olmayan hiç bir hareketin ve siyasetin başarı şansı yok…ʼʼ Bunda, özellikle en büyük bir sorun hiç de değinmeden olduğu gibi kabullenmiş: sorun siyasi ise çözüm de siyasi. En azından, kendiniz de daha yukarıda ʻʻbildik yöntem ve araçlarla çıkmak mümkün değilʼʼ dediğiniz halde bu denenmiş (Rusya, Çin, vb) yol dilini kullanarak aynı fikirleri dile getirmişsiniz.
2. ʻʻResmi ideolojiyle, resmi tarihle hesaplaşmak, toplumu oluşturan farklı kimliklerin ‘gerçek yurttaşlar’ oldukları bilincini de güçlendirir.ʼʼ Kim kimin gerçek yurttaş olduğuna karar verecek? Devlet değil mi? Daha açıkçası Devlet yoksa, ʻʻyurttaşʼʼ ne demek?
3. ʻʻÜçüncüsü, dini devletten arındırmak gerekiyorʼʼ Batı demokrasisinden en katı diktatörlüklere kadar dini devletten arındıranlarla arındırmayanlar arasındaki fark pek iç açıcı değil. Hiç değilse sizin istediğiniz bir değişme açısından.
Eğer daha da ince bir noktaya, tabii inşallah hemen din savunucusu yaftası takılmaz, ekonomiyi araçlarla amaçlar arasındaki ilişki olarak tanımlarsak, Karl Polanyiʼnin üretime dayanmayan ekonomileri incelemesi, laikliğin de belki bir ʻaldatıcıʼ oyalama olduğunu düşündürür. Daha ekonomi bir bilim olarak sahneye çıktığında ʻʻkalkülüsʼʼ (calculus) olduğu açıkça ilan edildi. Antikapitalizm söylemlerde ahlak sorunu hâlâ mürekkep akıtmakta, dışına çıkılacağı da pek mümkün değil gibi. Ahlakla din ilişkisi de diğer bir bol mürekkep akıtan konu. Her halükarda, kapitalizmin kendiliğinden çökeceği bilimsel teori de, tanımı ve tarihsel varlığı ile, tahmin ettiğim kadar, sizin ʻʻradikal bir paradigmaʼʼ değil.
Polanyi için bakınız, ʻvikipediʼ: ʻʻ Polanyi günümüzde ekonomiye kültürel bir yaklaşım olan ve ekonominin toplum ve kültürün içine yerleşmişliğini (embeddedness) açıklayan özselcilik (substantivism)’ın yaratıcısı olarak tanınmaktadır.ʼʼ
4. Ekolojik felaket ve özellikle iklim değişmesine gelince. İklim çok daha yeni ve çok daha vahim. Ben kendim, kökeni çok daha öncelere kadar uzansa da, 1970ʼlerde zirveye ulaşan ʻʻekolojik yıkılımıʼ ile doğan ve ardından hemen ıslah edilen bir yaklaşımı o zamandan beri en geniş anlamda benimsedim diyebilirim ve hatta yazınızı incelemede kullandığım kılavuz da bu.
Not: Hiç de radikal veya solcu olmayan büyük tarihçi Toynbee bile 1976ʼda insanın tüm yaşamı yok etmeye azimli olduğunu ʻʻAnatoprak ve İnsanʼʼ adlı kitabında işledi. Çok daha eskiye giden ve çok daha radikaller de var.
5. Burada sözünü ettiğiniz sorun da 4. gibi, yani artık dünyasal bir boyut kazandı. Ekonomi ile siyasetin ayrılmazlığını size ben söyleyecek değilim.
Eleştirimin ruhu, yazınızın en derin temelinde yatan ve bence tüm yazınıza ışık tutan ʻʻBu dünyada her sorunun bir cevabı olduğuna göre…ʼʼ düşünceniz. Bu düşünce veya model daha öncelere giderse de özellikle son 60-70 yıl dünyaya egemen oldu. Model ʻʻdoğaʼʼ bilimleri, sakıncalar en az iki.
Bu formül insanlar ve toplumlar için geçerli değil. Daha doğru olan, cevap yoksa sorun var. Çünkü son kararı ancak insanlar ve toplumlar verirler aksi halde eski formüllerde olduğu gibi sorumluluktan kaçışlara döner. İnsanlar ve toplumlar da çelişkiler dolu ve kararlar daima geçici geçerlidir.
Örneğin sizin yazdığınız sarı yelekliler ayaklanması. Daha sonrası gelişmeler sağ ve sol edebiyatında hayli yorumlar ve değerlendirmelere neden oldu. Bence, insanlar arasındaki dayanışmalar seks, cinsiyet, ırk, etniklik, dil, din, ideoloji, meslek, ekonomik çıkarı, statü ve sayısız diğer nedenlerden kaynaklanabilir. Ulusal-devleti temel alan örgütlerin mihrak alarak konuyu basitleştiren tarihçiler gibi konu aydınlanacağına daha da karanlık olur. Solun geleneksel söylemi malum: ʻaldatılmışʼ, ʻyoldan çıkarılmışʼ, ʻpropaganda kurbanlarıʼ vs. Yani bir birlik yok. Tabii bunlarda bir gerçek payı var ve inkar edilemez. Ama sizi doğru anladıysam, siz bu solun iflas ettiğini ileri sürüyorsunuz ve ben de bu nutukların ıslahçılıktan başka bir şey olmadığına bütün varlığımla inanıyorum. Bu antipropaganda, geçebiliriz.
Sorun varsa çözüm var fikriniz cansız varlıklar bilimlerinden sosyal bilimlere sızdı. Hatta, bence, biraz şiirsel bakarsak, örneğin iklim değişmesi, o alanda bile pek geçici değil. Üstelik hava kirliliği, su kirliliği, toprak kirliliği, yiyecek kirliliği…
İkincisi sakıncayı bir örnekle anlatacağım. Tanklara karşı atla savaş edilmez, o halde tank yapmalı. Tank için madenler açmalı, fabrikalar kurmalı, sürücü ve kullanıcı eğitimleri yapılmalı, okullarda matematik, fizik ve teknoloji dersleri verilmeli, icabında yurtdışına öğrenci gönderilmeli (bu felaket benim başıma geldi)… Sanırım tahmin ettiniz, eninde sonunda düşmanla aynı olup çıkarsınız. Tabii tarih boyunca insanlar ve toplumlar arası karşılıklı yaranma ve dayanışmalar oldu. Ben metafizikken kaçınmak ve somut sorunlara bakmak istiyorum. Bu tip sorunlar da tarih boyunca oldu ve şimdi de gözümüzün önünde oluyor. Bu bahaneyle tekrar sarı yeleklilere dolaylı dönersem, Maron Amerikan maymunluğu yapacağını açıkça söyledi. Bir örnek : ʻʻFransa’daki 600 varlıklı Macron’un seçim kampanyasına 3 ila 4 milyon avro verdi. Birkaç ay içinde, yeni cumhurbaşkanı zenginlere vergi indirerek en zengin bağışçılarına “yatırımlarının yaklaşık% 60,000’ını geri kazandırdı”. Sarı yelekliler aldatıldı diyenler sadece insan, toplum ve tarih bilmediklerini ifşa ediyorlar.
Diğer bir örnek. Eğer 4. ve 5. şıkları birleştirir ve sizin sorun varsa cevap var formülünü uygularsam ve dünyanın akıl almayacak kadar karmaşık olduğunda yola çıkarsak, ekolojik sorunlar, insanlar ve toplumlar arası sorunların bir cevabı ʻadaletliʼ, ʻbilirkişilerden oluşanʼ, ʻtaraf tutmayanʼ bir Dünya Devleti. Bunu da en çabuk, en iyi ve etkili (Yapay Zekalı, AI) Robot yapabilir. Örneğin iklim değişme felaketinde bilirkişiler ve bilimciler cevabın devletler veya BM aracılığıyla başarılacağına inanıyorlar. Bunun da bir çıkmaz sokak olduğunu biliyoruz. Ayrıca, kaos teorisini iklim çalışmaları kökeni unutulmamalı, bilimsel öngörüler eldeki en akla yatgın çareler ama kesin sonuçlar garanti edilemez Her halükârda, adın Devlet yerine Robot olması işi halleder mi? Bu sorumluluktan kaçış değil mi? Üstelik çözümün en iyi olduğuna kim karar verecek? Bu defa dünya çapında, bir oylama mı yapılacak? ʻEn iyi çözüm, çoğunluğun iradesi ve isteğine uygunʼ kıstası Robotʼun programına mı yazılacak ? En ileri ve zengin Batı ülkelerinde çoğunluğun büyük bir çoğunluğunun günümüz sayısız konu ve sorunlarındaki bilgilerinin sıfır olması nasıl halledilecek? Kendi konusu dışında sıfır bilgili olan uzmanlar arasında bu daha da vahim bir sorun. Daha da kötüsü, en demokratik ülkelerde bile şu an çoğunluğun irade ve isteği egemen değil mi? Böyle ülkelerde sürtüşme, çatışma, haksızlık, sömürü, azınlık ve duruma ayak uydurmayan birey ve gurupları bastırma vb sorunlar çözülmüş mü?
Ne oldu sayın profesör? Burayı okulda sınıf falan mı sandın?
Hadi sana yeni bir püfürpüfüreser öz sözü öğreteyim: Sınıfta düşün ama benim gibi zırvalama.
Profesör olmak ancak üniversitelerde işe yarar. Otoriteni ancak orada göz dağı vermekle sağlarsın. Dışarıda ise, 19. yüzyılda Thoreau henüz ʻʻartık düşünür yok, düşünme profesörleri varʼʼ dedi. Bekliyorum külahından çıkaracağın örneklerini.