1991 Körfez Savaşı’ndan sonra Irak’taki Şûra Ayaklanmaları Üzerine
Dün yazıyı karışıklıklarla yayınlamıştık. Fakat bir arkadaşın yardımıyla bu teknik zorluk giderildi. Aşağıda metnin düzeltilmiş halini bulacaksınız.
G.Z.
Çev. İhya Kahraman
Kısa bir ön açıklama…
“Soğuk Savaş”ın son yıllarında mollaların İran’ına doğrudan saldırmayı göze alamayan ABD ve diğer batılı güçlerle onların Orta Doğu’daki müttefikleri (Suudi Arabistan, Kuveyt vs.), Saddam’ın ipini salıp İran’a saldırttılar. Sekiz yıl sürecek olan savaş boyunca Irak devleti askerî malzeme, silâh, cephane, gaz, roket vs. derken bu aynı güçlerin açtığı kredilerle gırtlağına kadar borca battı. İran bir türlü ateşkese yanaşmıyor, savaş uzadıkça uzuyordu… neyse ki İran’ın Basra Körfezi’ndeki deniz kuvvetlerini PearlHarbor’ın intikamını alırcasına sulara gömen amerikalıların “küçük” bir müdahalesiyle mollalar nihayet “barış”a razı oldular ve 20. yüzyılın “Selâhattin Eyyubî”si de birazcık soluk alabildi.
Şimdi iş “hesap görme”ye gelmişti… Batılılar alacakları için Saddam’ı sıkboğaz etmeye başladılar. Lâkin uzayıp giden savaş boyunca Irak’ın petrol kuyuları, petrol boru hatları, dolum tesisleri vs. çok büyük ölçüde tahrip olmuştu, bir başka ifadeyle, Irak, borçlarını ödeyebilmek için sahip olduğu en önemli döviz kaynağından hemen tamamen mahrumdu. Bu yüzden tesislerini onarmak ve yenilemek, böylece bir miktar petrol satıp borçlarını kapatmak için alacaklılarından tekrar borç istedi, hele önce şu borcunu öde dediler; “Kuveyt’in petrolü benim sayılır, bütün borçlarımın üstüne bir çizgi çekin” dedi, uzun görüşmelerden sonra bu isteği reddedildi; madem öyle borçlarımı biraz erteleyin dedi, olmaz dediler; öyleyse petrol fiyatlarını yükseltelim dedi, cevap yine hayırdı (tersine, Irak’tan tam 15 milyar dolar alacağı olan Kuveyt, dünya piyasalarına petrol pompalayarak fiyatları daha da düşürüyor, Saddam da bu yüzden ona diş biliyordu).
Bu durumda Saddam için borçlarını temizlemenin tek yolu kalıyordu geriye… Kuveyt’e zorla el koymaktan, 1961’de ingiliz mandasından çıkıp “bağımsızlığı”nı kazanır kazanmaz ıraklı darbeci general Kasım tarafından daha o zaman işgal edilmek istenen ama ingilizlerin hızlı müdahalesiyle paçayı kurtarmasından beri baasçıların Irak’ın bir parçası olduğunu iddia ettikleri Kuveyt’i işgal etmekten, Dünya petrol rezervinin % 10’undan fazlasına tek başına sahip olan Kuveyt’i ilhak etmekten başka çaresi kalmamıştı. Ve öyle de yaptı: 2 Ağustos 1990’da Irak ordusu Kuveyt’e girdi. Batılılar da, Kuveyt’i terk etmesi için Saddam’a okkalı bir nota verip 15 Ocak 1991’e kadar süre tanıdılar (gerekli askerî hazırlıkları yapmak için kendilerinin ihtiyaç duydukları süreydi bu aslında). Ne var ki 16 Ocak 1991’de Irak ordusu hâlâ Kuveyt’teydi ve “güzellikle” filân çıkacağa da benzemiyordu. Bu durumda iş “olacağına” vardı…
Canciğer kuzu sarması eski dostu baasçı Hafız Esat “kardeşi”nin yani Suriye devletinin ve İsrail’in de aralarında yer aldığı 34 devletten oluşan ABD merkezli Koalisyon’un “Çöl Kalkanı” operasyonuyla bölgeye yığdığı yaklaşık 1 milyonluk güç, Ocak ayının 16’sını 17’ye bağlayan gece yarısı “Çöl Fırtınası” diye adlandırdıkları operasyonla Irak’ı ve Kuveyt’i füzelerle, uçaklarla bombardıman etmeye başladı. Bombardımanlar bütün Şubat ayı boyunca sürüp gidecekti. Her ne kadar Koalisyon’un asıl güçleri (ABD, Kanada, İngiltere ve Fransa), bu ateş tufanı esnasında video oyunlarını andırır “yüzde yüz isabetli hassas vuruşlar”la yalnızca askerî hedefleri tahrip ettiklerini, sivilleri “esirgediklerini” iddia etseler de, sözgelimi ne şu B-52’lerden (kendi tabirleriyle “Uçan Kaleler”den) 10–15 bin metrelik irtifadan patates çuvalı boşaltır gibi döktükleri bombalardan, o yoğun ve kör bombardımanlardan ne kontrolden çıkıp gariban halkın tepesine inen füzelerden ne de hedefi ıskalayıp civardaki sivilleri yakan “hassas vuruşlar”dan – mecbur kalmadıkça – söz etmezler.
Irak ordusunun hemen bütün araç gerecinin, haberleşme tesislerinin, ikmal olanaklarının, savaş uçaklarının (tevatüre göre 150 kadarı İran’a kaçırılıp “kurtarılmış”mış), hava alanlarının vs. yeterince tahrip edildiğine kanaat getiren Koalisyon güçleri, islâmın şu kutsal ülkesinden yani suudilerin büyük petrol çiftliğinden hareketle 24 Şubat 1991’de kara harekâtını (hücumunu) başlatıp Bağdat’a doğru yollanırlar. Yol açıktır ve Bağdat’a ulaşmaları yalnızca bir gün sorunudur. Ama o da ne?! Koalisyon kuvvetleri yola rahvan olmalarından tam 100 saat sonra yani 28 Şubat’ta ilân edilen ateşkesle zınk diye durur! Peki, ne olmuştu da ateşkes ilân edip böyle aniden duruvermişlerdi?
Resmî rivayete göre Irak’ın güneyinde şiiler kuzeyinde de kürtler ayaklanmışmış ve allah muhafaza ayaklanmalarının büyümesi hâlinde Irak (yani devleti) üçe hatta dörde filan bölünebilirmiş! Yine tevatür edilir ki, şiileri ve kürtleri Saddam’a karşı ayaklanmaya kışkırtan bizzat ABD imiş (görünüşe bakılırsa “evdeki hesap çarşıdakine uymamış”a benzer… neye niyet neye kısmet!). Milliyetçi (kürt) ve dinci (şii) olduğunu iddia ettikleri bu ayaklanmaları, 20. yüzyılın ikinci yarısının bu en büyük proleter ayaklanmasını, 200 yıldır bütün dünya burjuvazisinin ödünü patlatan ve ölesiye nefret ettikleri bu komünist girişimi ezme işini “ehli”ne yani Saddam’a havale etmek gerekiyordu, öyle de yaptılar. Her ne kadar şer alanını kuzeyde 36. güneyde 30. enlemle sınırlamış olsalar da, Saddam kasabının artık elleri serbestti ve de vakit geçirmeksizin “hünerleri”ni sergileyebilirdi. Zınk diye durmaları işte bu yüzdendi.
Olayların daha sonraki gelişimini ele alan bu derleme, aralarında EKB yandaşlarının da yer aldığı bir grup tarafından 1992 başında Kanada’da hazırlanmış. Derlemedeki bütün parçaları türkçeye çevirip elinizdeki derlemeye koyamadık, aktardıklarımızın bazılarını da kısalttık. Öte yandan “İsyanlar Kitaplığı”nın “proleter” sözcüğünü kullanmaktan ısrarla kaçındığını ve de ıraklı eski “komünistler” için bu sıfatı, komünist sıfatını tırnak içine almaksızın kullandığını gördük (gerektiğinde bu sözcüğü tırnak içine biz aldık ve yanına da * işaretini koyduk). “İsyanlar Kitaplığı” tersini söylese de, sayılara takılıp kalır, işin özüyle ilgilenmez. EKB’ye (Enternasyonalist Komünist Birlik’e) gelince… bütünü İnternet’te bulunabilecek olan bu konudaki türkçe uzun yazılarından aktarılan iki bölümü olduğu gibi aldık…
Derlemenin fransızcasında yer alan grupların adları ve adresleri şöyle:
BibliothèquedesEmeutes (İsyanlar Kitaplığı): BellesEmotions, 17 RueMilton, 75009 – Paris
EKB (ya da GCİ): BP 33, Saint-Gilles (BRU) 3, Brüksel (gönderilerinizde grubun adını belirtmeyin); www.gci-icg.orgsitesine de bakılabilir.
Worker’sScud: Worker’sScud, Box 15, 138 Kingsland High Rood, E82NS.
Wild Cat: B.M. Cat, Londra, WC1N 3XX.
B.M. Blob: B.M. Blob, Londra, WC1N 3XX (bureau of publicsecrets: POB 1044, Berkeley, CA 94701, USA).
Bu derlemeyi hazırlayan grubun yazışma adresi de şöyle:
CDL, CP. 5209, succ. C, Montreal, Quebec, Kanada, H2X 3N2.
Derlemedeki bütün köşeli ayraçlar [ ] çeviriye aittir.
Çevirenin notu
1
IRAK
Gizli Kalan Ayaklanmalar…
ŞÛRA SAVAŞLARI: 1991–1992
Sunuş
1991’deki Körfez Savaşı vesilesiyle basınsal zehirlenmenin hiç görülmedik ölçüde doruğuna ulaştığı genellikle kabul edilecektir. Ama bu zirvenin kesin olarak aşılmış olacağı nokta, aynı basının Irak kuvvetlerinin Kuveyt’ten çekilişlerinin ertesi günü Irak’ın tümüne yayılacak olan proleter ayaklanmalara karşı olan davranışında bulur ifadesini.
Aslında burada söz konusu olan, modern zamanların en müthiş proleter ayaklanmalarından biridir… Bu ayaklanma her şeyi yani bütün kapitalist dünyayı toptan tehdit ettiği için, açıktır ki en görülmemiş gizleme çabalarını gerektirecekti.
Bir Bush açısından Saddam’ı devirmek için yapılan çağrılar, Irak devletini ve baasçı iktidarı devirmeleri için ıraklı yoksulları serbest bırakmaları anlamına gelecekti kesinlikle; öte yandan bu çağrılar, temkinli olmaya ve önlemler almaya devam edebilecek bir Hüseyin Saddam’ı mümkün en kısa sürede Saddam Hüseyin’in yerine geçirme isteğini de ifade ediyorlardı tamamen basitçe. Lâkin Saddam’lar, Bush’lar ve öteki “koalisyoncular”, böylesi bir tehlike karşısında aralarında savaşmaktansa çabucak isyancıların işini bitirmenin daha iyi olduğu konusunda hemen hemfikir olmuşlardı doğal olarak.
Dolayısıyla bütün devletler, isyancılara ve Saddam ordusundan kaçıp isyancılara katılan asker kaçaklarına karşı, her ikisine de savaş açmada uyuşuyorlardı… Amerikalılar, ıraklı asker kaçaklarını, kendilerini bu isyankâr kötü ruhlardan kurtaracak bir tasfiye için gerekli özgürlüğü ve tüm olanakları özenle korunmuş olan Cumhuriyet Muhafızları’nın makineli tüfeklerine doğru geri iterek onların güney kentlerindeki isyancılara katılmalarını engellediler. Saddam’a gelince, o da kuzeydeki ayaklanmayı boğmak üzere kısa bir süre sonra sahneye avdet edecek olan kürt ulusalcılarına ve peşmergelerine güveniyordu.
Gazeteci güruhu da bu dönem boyunca her yönde tahminler yürüterek, böylece burnunu soktuğu Körfez Savaşı’nın yeni yıkıntıları altında gizlenen savaşın gerçek özünün, yani sermaye birikiminin, onun yeniden ayağa dikilmesinin ve belirli bir bölgede (ya da dünya çapında: 1918 ve 1945 gibi) emeğin yeniden bölünmesinin yeni gereklerine proleterleri boyun eğdirmek maksadıyla, ayrıca yılmazlıklarını bir kez daha gösterecek olan proleterler üzerinde uygulanabilir bir katliamın yıldırıcı etkisi üzerine de hesaplar yaparak taşkın, denetlenemeyen proleterleri ezmek olan gerçek özünün keşfedilmesini engelleyerek ayaklanmaları âlâsından bir kürt ya da şii maskaralığına dönüştürüyordu bu vesileyle. Burada bizi ilgilendiren, sınıf mücadelesindeki yılmazlık ve azimdir, Irak proletaryasının – tarihinin de kanıtladığı gibi – bunların eksikliğini duymaktan çok uzak olduğudur. Bu, sorunu birazcık da olsa bütünlüklü olarak anlamamızı sağlayan bize ilk ulaşan belgelere, izleyen belgelere şöyle bir göz atarak bile fark edilecektir.
Elimizdeki bütün belgeleri, “gizli kalmış [bilinmeyen] isyanlar” üzerindeki giz perdesini kaldırmayı amaçlayan bu derlemenin nispeten sınırlı çerçevesine sokmamız mümkün değildi. Dolayısıyla elimizdeki yazılar arasından yeterince anlamlı olduğunu düşündüğümüz bir seçim yapmak zorunda kaldık… kısacası izleyen beş belge üzerinde anlaştık.
Başlamak için “La BibliothèquedesEmeutes”ün [“İsyanlar Kitaplığı”nın] 3. bülteninden alınmış Fransa kaynaklı bir yazıyı seçtik. Bu metinde, daha baştan ve İran-Irak savaşının da ötesinde, İran devrimini ve Irak’taki ayaklanmayı birbirine o denli sıkıca bağlayan bağlar keşfedilecektir özellikle; bu ayaklanmaya yol açan atmosfere derinlemesine dalınacak, düşmanlarıyla tanışılacak, gelişimi en son sonuçlarına kadar adım adım izlenecektir. Bu ilk belge, bilinen kürt gösterisinde doruğuna ulaşacak olan şu alışılmış basın dalavereleri üzerine ilginç ayrıntılarla dolu.
Sonraki iki makale, “GroupeCommunisteİnternasyonaliste”in
[“Enternasyonalist Komünist Birlik”in (kısaca GCİ ya da EKB)] Belçika’daki yayın organı “Communisme”den aktarılmıştır. Bu iki yazı, özellikle ıraklı toplumun militarizasyonunun incelenmesine eğilir ve de ıraklı proleterlerin İran-Irak savaşından Körfez Savaşı’na kadar ve sonrasında göstermiş oldukları sürekli yenilgiciliği genişçe koyarlar ortaya. “Proletaryaya karşı açık savaş” ve “Irak’ta durum” başlıklı bölümlerde şu Körfez Savaşı’nı ve devamını oluşturmuş olan tuzağın ne türden devasa bir proleter kapanı olduğu ve de şu panayırımsı uçsuz bucaksız bombardıman alanında Cumhuriyet Muhafızları’yla birlikte kürt ulusalcılarının ve Koalisyon’un karşılıklı rolleri de gayet iyi anlaşılır.
(…) Son olarak bu broşürün, bize çok önemli bir malzeme, onlar olmaksızın bu derlemenin yayımlanamayacağı belgeler sağlamış olan EKB’li yoldaşlarla yapılan sıkı işbirliğinin ürünü olduğunu belirtmemiz gerekiyor. Yine bu vesileyle, geçen yılın [1991’in] olaylarının, enternasyonalist görevlerimizin gerçekleştirilmesinde uygun ve etkili bir faaliyetin gereklerini karşılayabilmek amacıyla bütün kıt’aların devrimcileri arasındaki ilişkileri yoğun biçimde geliştirmenin her zaman daha da zorunlu olan ihtiyacını bize göstermek için var olmuş olduklarını hatırlatmayı da istedik.
Kısacası nerede olursak olalım, daha üst düzeyde görünen çalışmalara yol açabilecek bir durumda olabilmek için gelişmelere anında ve daha hızlı tepki göstermenin kılgısal araçlarını, yollarını da düşünmemiz gerekiyor.
IRAK 1991: ÇAĞDAŞ AYAKLANMALARIN EN BÜYÜKLERİNDEN BİRİ…
(La BibliothèquedesEmeutes’ten parçalar)
Olayların Gizlenmesi
Irak’ta 2 Mart 1991’den itibaren çağdaş ayaklanmaların en büyüklerinden biri başlar. Bu ayaklanma, önemine bağlı olarak, dünyada bugüne kadar gerçekleştirilmiş en büyük gizleme çabasına maruz kalmış ayaklanma olarak görülebilir. İşte bu gizlemenin inkâr edilmez iki sonucu…
Görünürde sadece ölü sayısı var. Elimizde bu konuda hazırlanmış yalnızca iki bilânço var ve ölü sayısında uyuşmaktalar: 750 000 ölü. Hiçbir şey bu sayıya itiraz etmiyorsa da, onu doğrulayan herhangi bir şey de yok.
Sayıların yalnızca nicel değerler olarak, dolayısıyla nitel değerleri olmaksızın görüldüklerini biliyoruz, biliyorsunuz. Söz konusu kaynaklar pek güvenilir olmadığından değil de, şu 750 000 mantıksız, saçma ve akla aykırı göründüğünden La BibliothèquedesEmeutes’ün inanmakta zorlandığı bu rakam doğruysa eğer, bu sayı bugün için bilinen bütün çerçeveleri aşmış olacaktır. Genellikle bilinmeyen sayısal bir sıralama verilmek istenirse, La BibliothèquedesEmeutes tarafından kaydedilmiş en çok ölünün olduğu ayaklanmalar şöyle: 1989’da Çin’de 1 400 ölü (genellikle abartıldığı düşünülen bir sayı); 1990’da Ayodhya’da (Pakistan) 453 ölü. Soykırım terimi, o zamanlar 70 000 kişinin öldürüldüğü (bilinen en büyük sayı) iddia edilen Romanya’daki mezalimi nitelemek ve yargılamak için herkes tarafından kullanılmıştı; ölü sayısı 1 000’e düşmediği sürece soykırım da günlük lügatten çıkartılmamıştı. Bu iki yıl boyunca [1989 ve 1990] bütün dünyada isyanlarda ölenlerin sayısı yaklaşık 20 000’dir… yani Mart 1991’dekentlerinde öldürülenlerden 37 kat daha az! Bununla kıyaslanabilir nicel büyüklükler bulmak için, doğaları şefsiz bir ayaklanmadan farklı olan eski olayları kurcalamak gerekir… örneğin 1945’te Hiroşima’da altı kez daha az ölü olmalı. 1945’ten bu yana tek bir savaş 750 000’den daha çok ölüme neden olmuştu: her ne kadar büyük bir gizlilik perdesiyle örtülse de, insanseverleri Irak’taki Mart ayaklanmasından çok daha fazla ağlatmış olan ve sekiz yıl içinde – daha o zaman 300 000’i ıraklı – 1 000 000 insanın öldüğü İran-Irak savaşı. Bu ayaklanmaya yol açan, bilânçoları tırnak törpüsüyle düzenli biçimde inceltilen ve de “Körfez” namıyla anılan savaş, kendisini izleyen baskılardan beş kat daha az ölüme neden olmuştu. Örneğin Vietnam, Mozambik ve Habeşistan kanlı savaşları, on yılı aşkın bir sürede her birinin yol açtığı ölü sayısı, şu 750 000’in ancak yarısına ulaşır; Kızıl Khmer’ler tarafından Kamboçya’da yapılan katliam – tek kaynak olan Vickery’ye göre – 700 000 ölüyle sonuçlanmıştı. Son olarak Nisan 1991’deki bilinen kürt felâketi ve batılı acıma duygusu gösterisinde onun yerini almış olan Bangladeş’teki sel felâketi, ilgisizliğin alabildiğine umarsızlığa vardığı bu sayının [750 000’in] toplam olarak ancak üçte biri kadar ölüme yol açmışlardı. Çin’de 1966–1970 arası [“Kültür Devrimi” sırasında] ve 1976 civarındaki karışıklıkların daha kanlı olup olmadığını belki gelecekte göreceğiz, zira açlar ve daha sonra hasta düşenlerle İran’a ve Basra kentinin kuzeyindeki sazlık alanlara sığınmış – en az – bir milyon insan şu 750 000 sayısının dışında.
Derinlemesine bakıldığında İran’daki devrimle Irak’taki bu ayaklanma arasında, zamanda ve mekânda bir yakınlık vardır. İran’daki devrim ve karşı-devrim arasındaki farkın,bu çok önemli farkın açıklanmasının bugün o derece güç görünmesi inanılmaz bir olay.Humeyni’den – isyancılara karşı Saddam’ın safında savaşan – Halkın Mücahitleri’ne, Şeriat Medari’den geçerek Bahtiyar’a, Telegani’ye, TUDEH’e, Halhali’ye, Rafsancani’ye, Hameney’e, Halkın Fedaileri’ne, Şeriati’ye, Kasım Lo ve Yann Richard’a kadar… işte size İran’daki karşı-devrim. Bu karşı-devrim, İran’daki devrimi bitirip söndürmek için yeni bir islâma, Birleşik Devletler büyükelçiliğindeki rehinelere, Irak’a karşı sürüp gidecek uzun bir savaşa, ticarete, maneviyata ve de polise ihtiyaç duydu. Oysa Irak’taki ayaklanma, göründüğü kadarıyla, henüz tartışmalarının derinliğinde değil ama daha o zaman belirlenmiş olan perspektifinin genişliğiyle bu yenilginin [İran’daki devrimin yenilgisinin] reddi olmuştu. Şu eski köhne dünyanın Parisli yeni durumcularındanfilistinliislâmcılara kadar uzanan bütün partilerinin bu ayaklanmanın varlığını bile kabul etmeyi reddetmiş olmaları, aynı şekilde İran devriminin kanlı uyarısını da bilmezlikten gelmeyi tercih etmeleri bu yüzdendir; başta yeniislâmcı İran devleti olmak üzere eski dünyanın tüm devletlerinin, on üç yıl önceki yıkım tehdidinin kokusunu, sesini ve tarzını tanıyarak bu ayaklanmanın düşmanları sıfatıyla davranmış olmaları da yine bu nedenledir.
Savaş
Irak’taki ayaklanma, bir savaştan doğmuştur. Bu sonuç, tamamen önemlidir: devletlerarası bir savaşta yenilen bir devletin hemen bir ayaklanmaya sahne olduğu 1918’den bu yana kıyaslanabilir bir örneği yoktur.
Bu, Irak devletinin bir güvenlik sürgüsü, saldırı değil de bir savunma aygıtı olduğunu gösterir her şeyden önce. Dünya yoksullarının bunu bilmedikleri açık; [diğer] devletlerin bunu unutmuş olmaları ya da buna inanmamış olmaları doğrusuçok dikkat çekici. Bu sürgü, İran devrimini iki yönde engelliyordu…
Birincisi İran-Irak savaşı yoluyla iranlı isyancıların dolaylı biçimde ezilmelerini gerçekleştirmeye hizmet etmiş; daha sonra, isyanın nedenleri İran’da ve Irak’ta aynı olduğundan, Irak’taki [on üç yıl önceki] aynı ayaklanmayı tıkamaya yaramıştı. Her ne kadar İran’daki devrimden bu ülkenin dışında korkulmuşsa da, bu korku, anlaşılmaz biçimde Irak için daha az geçerliydi. Gerçekte bu ayaklanmanın bütün nedenleri [geçici olarak] dondurulmuş, uyuşturulmuşlardı. Irak’ta [on üç yıl sonra patlayan] ayaklanma, bu nedenlerin
Irak devletinin içindeki çatlakları ne kadar az izlediğini gösterir. Hızlı gelişimine bağlı olan yoğunluğunun derecesi, İran devrimine karşı bütün dünyada mücadele etmiş ve bunun bilincinde olan herkesi çok korkutmuştu. Bu insanlar pek kalabalık değil ve ağzı sıkı da ne kelime hepten ketum kaldılar. Paris Komünü nün tersine, Irak’taki bu ayaklanma, muharebe alanlarının sınırlarını tutan söz konusu savaşın galibinin [ABD’nin] silâhlarının gölgesinde şaşırtıcı boyutlara ulaşan kanlı baskılar yüzünden hiç farkına varılmadan geçip gitmiş gibiydi ve isyancılar tarafı, ilke olarak bütün isyankârlara yakınlık duyanlar da dâhil, en küçük bir yankı bulamadı. Burada ele alınıp açıklanacak olan, ona sempati duymuş olanlara utanç veren bu inanılmaz olaydır.
Her ne kadar bu savaş askerî açıdan çok büyük ölçüde amerikalılar tarafından hazırlanmış ve uygulanmışsa da, sonuçlarından hiçbirinin açıkça düşünülmemiş bile olmasının, bu genel şuur kaybının bir parçası olduğunun altını çizmekle başlamak gerekir…Neşu amerikalılar ne ıraklılar ne de batılı basın, Irak’ın yenilgisiyle patlayabilecek büyük bir isyanı hesaba katmamışlardı. Kısa vadede isyancılar gibi bu dünyanın yöneticileri de, perspektif zayıflığı yüzünden panik içinde gerçekleştirecekleri doğaçlama beceriksizliklere mahkûm olmuş görünüyorlardı.
Ortam
Kısacası savaş, ıraklıları bastırıp ezememişti, çünkü savaş kesilir kesilmez ayaklandıklarını görüyoruz. Bu ayaklanmanın doğrudan nedenleri bilinmiyor. Ama yine de [Saddam] yönetimine karşı gösterilerin yanı sıra Basra’daki ilk saldırı hareketi, hapishanelere hücum etmek ve oralardaki tüm mahkûmları serbest bırakmak olmuştu. İsyanın amacı, görüldüğü kadarıyla özgürlüktür. Buna, Saddam Hüseyin’e yönelik öfkeyle birleşen Batı’ya karşı duyulan öfkeyi gösteriyor gibi görünen onur da (ayaklandıkları zaman da dâhil onu susturmaya, sesinin duyulmasını engellemeye yaramış olan Irak’ın yenilgisinin aşağılayıcı etkisi ile ıraklı sivillere karşı yapılan saygısızlık da) eklenir. Bütün bu hareketin, [acil] ihtiyaçların açık belirtileri altında cereyan ettiğini de unutmamak gerekir. Hareketin doğum yeri olan Basra, iranlılar tarafından sekiz yıl boyunca bombalandıktan sonra, 17 Ocak 1991’den 28 Şubat 1991’e kadar [birinci“Körfez Savaşı”] amerikalı ve NATO’lugüçler tarafından aralıksız her gün bombalanmıştı… yani ayaklanmanın başlamasından önce kentte çok büyük ölçüde su, yiyecek ve ilâç kıtlığı vardı; kentin havası, hemen hemen komşu Kuveyt’in havası kadar solunamayacak ölçüde kirliydi; üstelik Saddam
Hüseyin’in seçkin birlikleri, burayı genel karargâhları hâline getirerek kentteki bütün erzakı öncelikle kendilerine tahsis ederek gasp etmişlerdi. [Yine de] işin güç yanı, bu isyanın yakasına yapışmış ve onun tarafından eleştirilen sefalet ve yokluk değildir.
Birden ortaya çıktığı kadar o denli de yoksun olan bir ortam, bundan böyle dünyanın dört bir yanında böylesine genç isyancıların kısacık başarıları sırasında çılgın bir sevinç yaşamamış olabileceklerinin düşünülmesini yasaklar. Sevgi ve cesaret, – acil işlerin tam ortasında bütünüyle kaçırdığımız – kesin bir buluşma sözü vermiş olmalılar birbirlerine. Acil durumun zorunlu olarak eleştirel aklın derinlemesine gelişmesi için uygun olmadığı doğrudur; fakat yine de, onun zararlı olduğunu kanıtlayan hiçbir şey olmadığından, bir İran devrimi olmak için çok kısa süren bu ayaklanmanın söyleminin bize İran devriminin söyleminden daha az ulaşmış olmasının üzücü olduğunu belirtmek isteriz sadece.
Son olarak baskıların ve zulmün inanılmaz sertliğinin sürekli biçimde besleyip büyüttüğü korku, baskıların o inanılmaz şiddetinin de gösterdiği gibi, taştı ve diğer tarafı da boğdu aynı şekilde. Ama biliyoruz ki, devletler arasındaki bu savaşın galiplerinin desteği konusundaki kuruntuların yitirilmesi, bir tevekküle değil ama sönmez bir kine dönüştü; hayatta kalmış olanlar da, şu [kapitalist] dünyada dostları [dost devletler] olmadığını bilenlerdi. Ve ölümün, böylesine yaygınlaştığı bir sırada, güvenlikte olduğunu zanneden zararsızları, etliye sütlüye karışmayan tuzu kuruları bile vurduğu görüldüğü zaman… ölüm korkusu, korkuların en kötüsü değildir artık.
Ayaklanmanın Düşmanları
Irak’ın yenilgisinin çabukluğu ve genişliği, muhtemelen amerikan genelkurmayının dışında herkesi şaşırtmıştı bariz bir biçimde. Saddam Hüseyin yönetimi [hükümeti], ıraklıBaas partisi, Cumhuriyet muhafızları ve gizli polis, herkesin yaşamayacağını henüz anlayan yengeçlerle dolu bir yengeç sepeti gibiydiler. Ama propaganda nutku, kürsüye çıkartılmış, başarısından emin ve orvelci bir figüranın nutkuydu hâlâ… herkese sen diye hitap etmesi de bu yüzden zaten. Bu çelişkinin somut timsali hâline gelmiş olan Saddam Hüseyin, bundan böyle becerikli, aklı başında bir diktatör olarak görülür. Dışarıda galiplerin bütün isteklerine boyun eğerken içerde de Bağdat’a geri çekilip silâhlı güçlerinin inceden inceye bir dökümünü çıkartır; Irak devletini ele geçirecek güçte olmayan, üstelik kuzey kentlerindeki bir ayaklanmaya karşı askerî ve polisiye bir savunma aracı bile olabilecek olan kürt gerillalarının Bağdat’a saldırmayacaklarını da çok çabuk anlamıştı. Böylece bütün Kürdistan’ı onlara bırakır ve güneydeki isyanlara karşı bütün gücüyle bir saldırı başlatır. Kuşkusuz amerikalıların suç ortaklığıyla bütün batılı gazetecileri kapı dışarı eder aynı zamanda. 7 veya 8 Mart 1991’e doğru, – 5. ya da 6. gününde – ayaklanmanın yayılmasını engeller; daha sonra ayın 10’unda artık şanslı olduğunu bilmektedir ve 16 Mart’taki televizyon konuşmasında, artık partiyi kazandığını, bundan böyle ne yapması gerektiğini de bilmekteydi.
Bütün [kapitalist] dünyanın etkin yardımı olmaksızın böylesi bir başarının kazanılması pek az mümkündü. Birleşik Devletler, bu savaşı, – yok etmek değil de sadece zayıflatmak istedikleri – Irak ordusunu bütünüyle çökertmeden önce durdurmuştu: Bağdat’a ulaşması sadece bir gün sorunuyken Irak’ın güneyinde bu şekilde davranmış olmasının nedeni, zulümden kaçanları tekrar zulme doğru itmekti. Her ne kadar amerikan hükümeti, iddia ettiği gibi Irak’ın bölünmesinden (bir kürt devleti ve bir de şii örneğin) korkuyorduysa da, bu pek kesin değildi. Gerçekten korkulacak olan ve amerikan hükümetinin de göz önünde bulundurmaya mecbur olduğu, [aslında] Irak’taki devletin son bulması ve sonuçta, öncelikle ve bir kez dahaKuveyt sınırlarını, derken Türkiye, İran ve Ürdün, ardından Suriye ve niçin olmasın Suudi sınırlarını ilga edecek olan bir devrimdi. Bu hükümetinIrak’taki bir ayaklanmayı desteklemek için daha az itiraf edilebilir bir başka nedeni daha vardı: savaş boyunca amerikalıların yaptıkları yıkımların vahşiliği ve boyutları, en azından gelecek başkanlık seçimine kadar gizli kalmalıydı. Bu amaca ulaşmanın en iyi yolu, Irak’ın içinde sürüp gidecek olan uzun ve yıkıcı bir düzensizlikti, kargaşalıktı: amerikan hava kuvvetlerinin yol açtığı yıkımların bir bölümü, böylece bu kargaşalığa mal edilebilecekti. Üstelik Saddam Hüseyin’in bir zaferi, herhangi bir başarılı ayaklanmanın tersine, bu yıkımların alenî teşhirini engelleyecekti. Öte yandan petrolün dolayısıyla Teksas petrolünün fiyatının yükselmesinde çıkarı olan başkan Bush’un teksaslı lobisinin, bu aynı nedenle ıraklı diktatörün Kuveyt’i işgal etmiş olmasında, Kuveyt petrolünün uzun süre alev alev boş yere yanmış olmasında ve Irak petrolünün uzun zaman dünya pazarlarına akmamasında da çıkarı vardı. Sonuçta amerikan idaresi Saddam Hüseyin’i yeniden tanır, onu avucunda tutup istediği gibi parmağında oynatmayı becerir; tanıdığı muhatapları tanımadıklarına, bir savaşta yenilmişleri bir isyanda başarıya ulaşanlara tercih eder. Birleşik Devletler, 1991’in Mart ayı boyunca sadece iki Irak uçağını vurup düşürdü (bazı duyumlara göre onlar da muhtemelen isyancılar tarafından kullanıyordu) ve tüm diğer Irak uçaklarının isyancıların üzerine – napalm, fosfor, sülfürik asit – bombaları yağdırmalarına izin verdi. Büyük bölümünün isyancılara katıldığı bozgun hâlindeki bir ordunun, geriye kalan sefillerinin birkaç gün içinde yeniden silâhlandırılması ve ona malî kaynaklar sağlanması konusunda kendini sorgulayan çok az gözlemci vardır.Şayet Baas’ın seçkin birlikleri, sadece karınlarını doyurmayı değil üstelik silâhlarını kullanabilmeyi de becerebilmişlerse, bu, bir dış yardım, ancak amerikan olabilecek bir dış yardım olmaksızın zor gerçekleşirdi. Böylesine güçlü çıkarlar, amerikan hükümetinin sürdürmek zorunda olduğu ahlâki söylemin karşısındadır belli ki. Bu çıkarları ve bu söylemi ölçüp biçmek zorunda olan amerikalı resmî kaynakların, bu isyanın gelişimi konusunda – akla aykırı biçimde – en ılımlı dolayısıyla en güvenilir kaynakları oluşturmaları bu yüzdendir.
Bu ayaklanma konusunda en fazla haberin kaynağı, İran menşeliydi. İran devleti, Irak’taki bu ayaklanmayı kâbusların kâbusu olarak görmüştü. Bu değerlendirme, 13 yıl önceki bir devrime karşı, hemen yanı başında birden ortaya çıkıvermiş bu isyana çok benzeyen bir devrime karşı sürdürülmüş uzun ve tehlikeli bir savaşımın ifadesiydi. Bu devletin söz konusu ayaklanmanın dört dörtlük düşmanı olması bu yüzdendir; yıllardır ona karşı mücadelede, ona zorla boyun eğdirme işinde onu en iyi tanıyanın bu devlet olması bu nedenledir; Basra’da başlayan bu isyanın deneyimine sahip çok sayıda unsurun hâlâ halkının arasında yaşadığı ve sürekli olarak onu tamamen yok edememiş olmanın korkusu içinde yaşayan bu devletin pek çok vesileyle ondan söz etmesi işte bu yüzdendir. Ve bu devlet [İran], bu konuda çok açıktır:[Irak’taki] bu ayaklanmayı istememektedir. İranlı bu yeni-islâm, bir isyana, kendisinin başlatmadığı bir isyana, tıpkı kendi dönemlerindeki bolşevikler ve jakobenler gibi, daha az değil, hoşgörü göstermedi. Ve yeniislâm sıfatıyla, bolşevikler veya jakobenler gibi, asla bir ayaklanma başlatmadı… Mart 1991’de Irak’ta ortaya çıkan bu isyan, onunla kesin biçimde çelişir. Bu isyandan kaçanları kamplarına kabul etmesi bu yüzdendir. Söz konusu ayaklanmanın gözetlenip denetlenmesi, bu uzmana emanet edilebilirdi; şayet onu isteği yöne çekmeyi, onu tutup engellemeyi, ona zarar vermeyi bilen biri varsa… o da bu devletti.
Irak’ın güneyindeki komşu devletler, daha savaştan önce Birleşik Devletler’e bağlı olmayı seçmişlerdi. Kuveyt, yabancı düşmanlığının hüküm sürdüğü ve sınırlarını amerikan ordusu modeline göre ıraklı kaçaklara kapattığı kara bir buluttur. Suudi Arabistan da aynısı… işkembesini tıka basa domuzla şişiren alkolik bir orospunun bir isyancıya tercih edilmesi gibi bir şey yani. Kuzeyde Suriye, Türkiye ve İran, her ne kadar Irak’taki bir kürt özerkliğini tehlikeye atıyorlarsa da, en ufak bir isyanın uğursuz biçimde sınırlarını aşmasını istemezler. Öte yandan Irak’taki ayaklanmanın köktenciliği, her nasılsa avrupalı devrim uzmanlarının gözünden kaçmışsa da, haritalardan silmekle tehdit ettiği sınırları tutan bir polis teşkilâtı kurar… uzlaşmaz bir savunma amacıyla. Tüm bu devletler, Birleşik Devletler’in de bunu kendilerine bildirdiği gibi, askerî bir darbe konusunda yani bir Hüseyin Saddam’ın Saddam Hüseyin karşısında yegâne seçenek olduğu konusunda hemfikirdiler.
Arap devletlerindeki basın, Körfez Savaşı sırasında egemen basında [batı basınında] bölünme benzeri bir farklılık başlatmıştı. Genellikle bağlı olduğu devletlerin tutumuna karşı olan [arap] gazeteciler, bu bölünmede etkili bir biçimde Saddam Hüseyin’den yana tavır almışlardı. Bir diktatörü pohpohlamış olan bu bağlılık, Fas kralı gibi amerikalıların yanında saf tutmuş olanlara yeniden güven veriyordu. Ama bu bağlılık, yerel devlete ve başındaki zorbaya karşı büyük toplaşmalara elveren ve [aslında] tebdîlî kıyafet etmiş eleştiriden başka bir şey olmayan Saddam Hüseyin’e yönelik hayranlığı özellikle teşvik ediyor, sınırlarını belirliyor ve kuramlaştırıyordu. Bu [muhalif] basın, bayrağına yani Saddam Hüseyin’e karşı ayaklanma esnasında belirgin bir biçimde ve aniden susuverdi. Cezayir ve Tunus’tan geçerek Moritanya’dan Gazze’ye ve Napluz’a kadar görülen yoksulların sessizliği, devletlerarası bir savaşın abartılı gösterisi için bugün bu ülkelerde onların başka tarafa yönlendirilebilecekleri ve söz konusu savaşın açığa çıkarttığı ayaklanmaların onlardan gizlenebileceği de böylece doğrulanıyordu. Saddam yanlısı arap basının bölünüp ayrılmasının, asıl olarak batı basınını güçlendirdiği görülür bu yüzden.
Batı basınının desteğe ihtiyacı vardı; savaşan devletlerle açık bir çatışmayı göze alamamıştı. Onun Körfez Savaşı gösterisinin zayıflığını oluşturan da budur. Son zamanlardaki gücünü ortaya koyan ve o güne kadar eşi benzeri görülmemiş çaptaki bir mizansen içinde destekledi bu savaşı. Bugün bütün dünyada ahlâk, siyaset, yönetim ve gösteri dersleri veren batılı basın, ne var ki bu gücü ıraklı ve amerikalı ordulara da ders vermek için kullanmaya cesaret edebilmiş değil. Bu durumun gizemli bir rakiple [Saddam yanlısı arap/müslüman basınla] ilk temas olduğu, doğuşundan beri ondan korktuğu ve de satış, dinleme ve seyretme oranlarını ikiye hatta üçe katlattırmış bu muhalif basını haklı olarak bir müttefik gibi görebildiği de doğrudur. Batılı basının Körfez Savaşı’na aslında olduğundan fazla bir görünüm vermekle yetinmesinin ardından, ayaklanmaya karşı ittifak kuran amerikalı ve ıraklı ordular tarafından kolayca bu ayaklanmalardan uzak tutulmuştu: Basra ayaklanmasının ilk yankıları Kuveyt’e ulaşır ulaşmaz, 40 gazeteci – sanki fethedilmiş topraklarmışçasına – Irak’a gitmek üzere bu kenti terk ederler; daha sonra Irak’ta tutuklandılar ve kayboldular. Irak, 6 Mart’ta, bütün gazetecilere ülkeye terk etmeleri için 48 saat mühlet verir; kayıp 40 gazeteci de yeniden ortaya çıkar ve sınır dışı edilirler. Irak’ın şu kutsal mı kutsal basına karşı uyguladığı bu çifte şiddet, amerikalıların isteğiyle yapılmamışsa eğer ancak onların onayıyla olabilirdi… [zira] Birleşik Devletler Irak’ta açıkça reklâm olmayı hiç istemiyordu. Batı basını, bu uyarıyı hiçe saymaya kalkışmadı ve de bu büyük ayaklanmayı – ona atfettiği oyluma bağlı olarak – küçük, önemsiz bir olaymış gibi gösterdi. Yıllardır batı basınından birazcık olsun ilgi dilenen kürtgerillası da bu andan itibaren onu [batılı gazetecileri] özel bir kürt gösterisi için kendi emrindeki yük vagonlarında Irak’ın kuzeyine taşıdı.
Tümüyle sürgünde yaşayan ıraklı resmî muhalefet, biri diğeriyle kıyaslanamaz nitelikteki kendiliklere bölünmüştü: BAAS’tan kopup ayrılan kişiler ( Saddam Hüseyin’e karşı gizil darbe yanlıları), stalinizmin gözden düşüşünün tam ortasında bulunan “komünistler”*, arap milliyetçileri, kürt gerillaları ve şii örgütler. Doğrusunu söylemek gerekirse, arap milliyetçileriyle şu bölünmüş“komünistler”* yalnızca çirkef kokusu yayıyorlardı. Yeniden gruplaşan kürtler ve tekrar bir araya toplanan şiiler, daha fazla işe yaradılar… Sürgünde bir kürt bir de şii muhalefet olduğundan, ilk iş olarak kendi sıfatlarını patlayan ayaklanmalara yapıştırmışlardı… böylece Irak’ın kuzeyinde bir kürt ayaklanmasından, güneyinde de bir şii kalkışmasından söz edilebilmiş oldu.
Ama ne kuzey kentlerindeki ayaklanmanın kendisinde özel olarak kürt olan bir şey vardı ne de güney kentlerindeki ayaklanmalarda özellikle şii olan herhangi bir şey. Kendiliğinden pek çok isyanda olduğu gibi bu ayaklanmalar da, zaten çoktandır mevcut şu sahiplenicilere uygun biçimde resmî olarak önceden bölünmüş ve de bu kerkenez sürülerine atfedilmişlerdi. Bu konuda bilgi edinmek isteyenler (özellikle batılı basın, kürtler kendisine yaltaklanmaya çalıştığı sürece bilgi edinmek için yerinden bile kıpırdamaya ihtiyaç duymamış olan batılı basın) muhalefetle görüşmeye gittiklerinden, amerikalı ve iranlı kaynakların dışındaki ana haber kaynakları “kürt” ve “şii” kaynaklardır. Bu durumdan yararlanan şu sahiplenici örgütler de, gerçek olayların yerine kendi anlatılarını koyma görevini ifa etmişlerdi bir güzel. Bu görev, hem hoş hem de kolaydı: yalancı hainler yerine koyulmaları türünden bir tehlike söz konusu olamazdı. Olgular söylediklerinin tersini aşikâre gösterse bile, bu örgütler [yine de] “zor koşullar”la, en saçmasından söylentilerle ve elbette onları tarafgir kılmış olan çıkarlarıyla haklılanmışlardı.
Bu sahiplenmenin şii ve kürt bölgeleri arasında büyük farklar vardır… İslâmcı yöneticiler, kürtlerin tersine olay mahallinde silâhlıkülâhlı filme alınmayı hiçbir zaman beceremediler, ama bu, kürt liderlerin ilk marifetlerinden biriydi. Şii muhalefet, açıkça sürgünde kalır ve ayaklanmadan mesafeli biçimde ortaya çıkışı da, onunla ilgili haberleri en düşük seviyede tutarak mümkün olabilirdi ancak. Iraklı şiilerin gerillası yoktur, Irak’ın güneyinde oturmuş bir polis teşkilâtı yoktur. Dolayısıyla etkileri de, eski dünyanın bütün partilerinin [güneydeki] bu ayaklanmayı yönetecek olanı atamak [belirlemek] zorunda oldukları bir ihtiyaçla sınırlıdır. Hiçbir hazırlık yapmamış olan (ama yine de sürekli diplomatik turlardaymış gibi görünen) kürt gerillalarsa tersine, kendiliğinden ayaklanmış kürt kentlerini hızla ele geçirirler ve görünüşe bakılırsa Musul’un dışında, kürt gerillaların gelişinden sonra ayaklanmanın zaman zaman alevlendiği kuzeyin önemli kenti Musul’un dışındaki diğer şehirlerde polis rolünü oynarlar. Ayrıca Kürdistan’da, Saddam Hüseyin’in de önceden kuvvetle sezinlediği gibi, gerillaların gelişiyle birlikte ayaklanma da biter. Ve de batılı kürt gösterisi, bu gerilla yeniden ıraklı ordunun hücumuna uğramış olmasıyla başlar. Zira bu anda söz konusu olan, başlangıçtaki kentsel ayaklanmayı ornatan [onun yerine geçen] ve devleti koruyup sürdürmekten yana olan taraflar arasında bilinen yeni bir savaştır.
Olayların Gelişimi
Irak’ın ikinci büyük kenti Basra, ayaklanmaların başlangıç noktası ve merkezidir. İlk ayaklanmalar, muhtemelen daha az radikal çok sayıda kaçak askerin hızla kendilerine katıldığı – askerlik öncesi yaştaki – gençlerdir göründüğü kadarıyla. 48 saatten daha uzun sürede kurtarılmış hiçbir kentin olmadığı kesin ve görünüşe göre Basra’nın durumu da buydu: kent 3–4 Mart 1991’de kurtarılmıştı. Hareketi bütün Irak’a yaymış olan, muhtemelen bu [olgu]. 5 Mart’ta başlıca kürt şehirleri ayaklanır; hareket, aynı zaman diliminde ayaklanan kentlerin sayısıyla 6 Mart’ta azamî genişliğine ulaşmış gibidir. Askerden kaçmalar artar. Hareketin ateşi her ayaklanmada – benzer biçimde ayaklanmanın ilk gününde yani 2 Mart’ta – bir banliyönün kazanıldığı Bağdat’ı tutuşturmaz sadece, ya da daha doğrusu, bütün ayaklanmaları tutuşturur. Buraya kadar olan örgütlenme, bir federasyon olmaksızın kendiliğinden ortaya çıkan hareketleri bir araya toplama temelindedir göründüğü kadarıyla. Baskıcı güçler, ayaklananlar arasındaki, onlarla dış dünya arasındaki iletişimi kesip engellemeye dikkat ederler. Burada da amerikan işbirliği, gizli olduğu kadar etkilidir de. Batı basını, patavatsızlığının farkına varmayarak ve onlardan uzaklaştırılmış bir durumda, ayaklanmaların bu ilk haftadaki düzeyini açıklar, ama olay, bu türden sorumsuzları bu işte parmağı olanların ayaklarına dolaşmalarını engelleyecek derecede önemlidir.
Mart’ın 7’sinden 14’üne kadar herkes soluğunu tutmuş beklemektedir. Bundan böyle ayaklanmaların patladığı yerler hakkında hiç haber geçilmez. Sürgündeki ıraklı muhalefetin ayın 7’sinde verdiği sayıdan (30 000 ölü!) sonra kurbanlara ilişkin bir rakam da verilmez artık. Yine ayın 7’sinde kürt gerillalar, kürt kentlerini isyancıların ellerinden geri almaya başlar. Görünüşe göre Necef ve Kerbelâ, Basra’yla birlikte sürekli çatışmaların cereyan ettiği alanlar düzeyine yükselmişlerdi. Ama belki de, bu iki kentin şiiler için kutsal olmaları yüzünden İran devleti tüm dikkatini bu iki kente yönelttiğinden ve olayların ağırlık merkezini bu iki kutsal kente kaydırmanın ayaklananları müslümanlığa çekip maneviyatlarını yükselteceğini düşünmesi yüzünden bu iki şehrin başka yerlere göre basitçe daha fazla reklâmı yapılmıştı belki de (bundan böyle Saddam Hüseyin yalnızca menfur bir diktatör değil, üstelik kutsal kentleri bombalattıran bir imansızdır). Bağdat’ta, ayın 13’ünde, göründüğü kadarıyla isyancıların ikinci ve belirleyici bir yenilgileri olmuştu. Suskunluk kumkuması içinde yürütülen bu yıkımda, sessiz sedasız sürdürülen bir katliamda, örgütlenmeler, azık ve gereç ikmali, isyancıların morali, düşünceleri ve perspektifleri hakkında herhangi bir şeyi bilmek, bütün bunlardan herhangi birinin ayaklanmanın on ikinci gününde hiç olmadığını açıkça söylemek imkânsız.
Irak hava kuvvetleri, artık Birleşik Devletler’in resmî izniyle havalanmakta ve yoğun bombardımanlar sürdürmektedir. Mart’ın 15’inde isyancı “genelkurmay”, İran haber ajansı aracılığıyla bir açıklama yapar (ne var ki söz konusu olan, sürgündeki şii muhalefet de olabilir): bu ayaklanmalardan çıkmış örgütlü bir yapıdan söz edildiğinin duyulması, [böylece] ilk ve son kez olmuştu. Mart’ın 16’sında dört gün süren Musul ayaklanması son bulur. Yine aynı gün, 16’sında, Saddam Hüseyin televizyonda arzı endam etmek için yeterince kendinden emindir. 17’sinde Basra’daki çatışmalar, ayın 2’sinden buyana sürüp gelen çatışmalar ilk kez kesilir. Ayın 18’inde de gerillalar [peşmergeler] Kerkük’e girerler.
Tekrar ele geçirilen kentlerde uygulanan yıldırganlık [terör, şiddet], Irak yönetiminin yıldırganlığını aratmaz. Ne var ki Cumhuriyet Muhafızları tarafından “temizlenen” bir kent, onlar bir sonraki kente geçtiklerinde, yeniden ayaklanır: özellikle Necef’te ve Kerbelâ’da. Gündüzleri – Körfez Savaşı’nda hiç ortaya çıkmamış olan! – “Irak” helikopterlerinin baskısı altında sindirilen Basra, artık geceleri sürdürmektedir ayaklanmasını. Asker kaçakları, güneyde amerikan ordusu kuzeyde de Cumhuriyet Muhafızları arasında kirtildeki balıklar gibi tuzağa düştüklerinden, sıkışıp kaldıklarından ve açlığın her tarafta hâkim olması yüzünden, iranlı basının ayın 23’ünde şiddetli baskı ve zulmün uygulandığını haberini geçtiği ta Bağdat’a kadar yeniden savaşa tutuşurlar. Mart sonu ve Nisan ayı boyunca bu [umutsuz] savaşın belirtileri, yavaş yavaş azalarak ama inatla sürüp giderek her tarafta yeniden kızışır. Geride kalanların yüreğinde artık hiç sönmeyecek olan kin, budur işte.
Kürt Gösterisi
Kerkük’ün baasçılar tarafından 28 Mart’ta geri alınmasından itibaren başlar kürt gösterisi. Ve dünyada batılı basının yeniden ön plâna dönüşünü ilân eder.Batılı basının keyfiliği, ne Çin’de ne Romanya’da ne de bütün haberleri oluşturan Körfez Savaşı esnasında bile bu derece saçma görünmemişti. Utanmazlığın ondan uzak olduğu kabul edilse bile, kötü niyet ve – gazetecilerin korkulu rüyası olan – stresi her tarafa yansır.
Bu gösterinin mekanizması basit: kürt gerillalar, şahsi çıkar ve başarısını düşünen [kariyerist] batılılaşmış sürgünleri aracılığıyla, onlarca yıldan beri batılı basına dalkavukluk etmektedir. Hemen hepsi stalinci olan bu rezil takımı, yaygara ederek dilenmeyi, yani düşünmek değil de ağlayıp sızlanmak gerekiri bir alışkanlık hâline getirdi… batılı basının sattığı da zaten ahlâktır, gözyaşıdır. Böylece gerillalar da, – çok fazla dökülen kandan söz edip, pek de yanılmaksızın, filân gazetenin bu kandan bir damlacık da olsa sızdıracağı [haber edeceği] kurgularına dalarak – yoksulluklarını, sıkıntılarını, mutsuzluklarını abartma alışkanlığı edindiler.
Batılı basın, haber alanına bizzat dönmeye alabildiğine ihtiyaç duyduğundan, bu kez kendisine yalvarmak pek zor değildi ve gerillalar ona bu olanağı sağladılar. Kürt kentlerinin Irak ordusu tarafından geri alınışından iki hafta sonra, bu ordunun bölgeye varışından önce kaçanlardan daha fazla insan bu kentleri terk edip kaçıyordu şimdi [batılı basına göre]. Bir başka ifadeyle, kendilerini katledeceği düşünülen ordunun izniyle ve de onun varışından sonra kaçıp gidiyorlardı! Ve kaçan kürtler, kamplarda her gün aralarından 400 ilâ 1000’inin öleceğini biliyorlardı dünya basını sayesinde. Yavaş ve acılı ölümün bu yolunun sırta dayanmış bir tüfek olmaksızın gerçekleşmesi imkânsızdır. Ve şayet bu tüfek ıraklı bir tüfek olsaydı, kim bunu açığa vurup haber etmezdi ki! Ama aslında bu tüfek, kürt tüfeğiydi.
Kürt gerillaları birleşik bir halk gösterisi düzenlediler (Irak kürtlerinin gerçekte oluşturmadıkları birleşik bir halk, çocuklardan ve ölümü bekleyen ihtiyarlardan oluşan bir yığın, diz dahi çökmemiş ama onursuzca yüz üstü secdeye gelmiş bir halk). Kürtler arasında – uzun zamandır geriye kalanları yönetme ve bir özerklik hayali kuran – gerillalar için, besbelli ki yalnızca onlar için gerekli olan bu gösteri, aslında acınacak zavallı bir şey olan bu gösteri kadar zavallı bir acıma duygusu, nihayet onlara bütün bunları garanti edecekti.
Kürtlerin Irak kentlerinden kaçmak için hiçbir nedenleri yoktu anlamına gelmez bu. Kentlerdeki ayaklanmaların ezildiği bilinmez değildi ve bu baskının kuzeye doğru ilerleyen Saddam ordusundan bekleyeceği pek az şey vardı. Ama kürt gerillalarının polislik yapmadığı yerlerde Irak ordusu tarafından uygulanan baskının büyüklüğü, ezdiklerinin gizlenmesiyle mümkündü ancak. Ve batı basını, rahat biçimde Kürdistan’a ulaştırılmasından itibaren, bu baskıya ilişkin tek bir lâf olsun etmedi. Şayet Saddam ordusu, sivil bir kürdün saçının teline dokunsaydı, bu hemen bilinecekti… bu konuda gerillalara ve bu basına güvenebilirsiniz! Yani televizyonlarda gösterilen kamplara ve bu gösterinin korkunçluklarına doğru kaçan kürtler üzerindeki baskı, ancak şarta bağlıydı! Eğer kaçmazlarsa… işkence, gaz vs. bekliyordu onları. Kurbanların toplam sayısına ilişkin tek rakam, profesyonel kürt abartıcılardan gelir: 100 000 ölü. Ve bu sayı, bir daha hiçbir yerde yinelenmedi. Ölü sayısına ilişkin bu bilânço, Irak’taki ayaklanmalarda ölenlerin sayısından daha az inandırıcıdır ve batı basını, olay mahallinde olmasına rağmen, hiçbir zaman şu 100 000 sayısını ne doğrulama ne de yalanlama riskini göze almadı ve de bütün dünyadaki seyircilerin, gerillalarının başarısı için sadece yaşamlarını değil üstelik saygınlıklarını da yitirdikleri şu ölüm kamplarında ölüp gidenlerin hepsini gördüklerini hesaba alır yine de.
Açlık, kürtleri – ihtiyaçları liberal ve insansever şu eski dünya tarafından karşılanan – kamplara doğru kaçmaya itmiş olan bir diğer nedendir. Basının sınır tanımaz tarafgirliği burada da görülür: ıraklılar İran’a ve Türkiye’ye doğru kaçıyorlardı ve kürtler onların arasında azınlıktaydı ve bu kürtlerin azınlık bir bölümü de Türkiye’ye doğru kaçmaktaydı. Bu gerçekliğin tersine bir izlenim yaratmış ve bütün bu gösteriye varmış olan işte bu azınlığın azınlığıydı; buna rağmen İran’a kaçan kürtler, türk sınırına ulaşmış olanların çok küçük bir bölümüymüş gibi gösteriliyordu. Ve Saddam Hüseyin’in örsüyle ona belli sınırları yasaklamış olan işgalci amerikan ordusunun örsü arasından İran’a veya Irak’ın güneyindeki sazlık bölgelere kaçan kürt olmayanlar, [bu basının gözünde] bir azınlık bile değildir, düpedüz yoktur.
Bu basının İran devrimine karşı olan düşmanlığı, iranlı hükümetle [yönetimle] bu devrimi birbirine karıştırmakla yetinmeyerek, bu hükümetin yaptığı her şeyin zorunlu olarak kötü olması gerektiğini, kötü olacağını düşüneceği, söyleyeceği derecededir. Bu hükümetin mültecileri sıcak bir ilgiyle kabul ettiğini söyleyememesi, hele hele bu işi bir art niyetle yaptığını hiç söyleyememesi, bu yüzdendir. Öte yandan mültecileri kabul etmeyip Irak’a doğru geri iten ve [mecbur kaldığında da] onları yerleşim yerlerinden iyice uzakta, dağ başlarında, kuş uçmaz kervan geçmez yerlerde belirli alanlara toplayan, onları âdeta ağıla sokar gibi çevrili alanlara tıkıştıran türk hükümeti, tersine, son derece düzenli ve kollayıcıdır. Irak’taki ayaklanmaların sınır ötesi biricik yankısından, Türkiye Kürdistan’ında –
Irak’takilerle karşılaştırıldığında pek zayıf kalan – ayaklamalardan, Türkiye’deki kürt gerillayı da aşmayı başarmış olan ayaklanmalardan söz etmesinin gerekmiş olması, yine bu noktadadır. Türk hükümetinin söz konusu kampların [“ağılların”] etrafını dikenli tellerle çevirmiş olması, söz konusu ıraklı göç dalgasının türklerin hafızalarından ve polisiye kaygılardan hâlâ silinmemiş olan ilgiden ayırmak, koparmak içindir.
Ama kürtler, Irak’ta olduğu gibi Türkiye’de de çağdaş yoksullar ve ulusalcı gerillalar hâlinde bölünmüş durumdalar. Çağdaş yoksullar, tecimsel [kapitalist] dünyanın ve hangisi olursa olsun devletin doğal [kendiliğinden] düşmanları olarak ortaya çıkmaktalar. Ulusalcı gerillalar da, tecimsel dünyayı desteklemekte ve halkların kendi kaderlerini tayin etme hakkına sahip olduğu iddia edilen bir kürt halk birliğini, bir başka ifadeyle, bu gerillaların bir devlet aracılığıyla söz konusu kürt halkına kendilerinin sahip olacakları bir kürt halk birliğini öne sürmekteler. Bu iki tutum arasındaki fark, 5 Mart 1991 ile 7 Mart 1991 arasındaki farktır. Sakinleri “kürt” diye bilinen Erbil ve Süleymaniye kentleri 5 Mart’ta ayaklanmışlardı. Ayaklanma 6 Mart’ta Kerkük ve Ranya’yı da ele geçirir. Kürt gerilla da, şu kürt gösterisi boyunca batı basınında “kürt” ayaklanmasının hikâyesini yeniden yazmaya özellikle özen göstermişti. Sözü edilen “ayaklanma”, kürt gerillaların kente varmasıyla kesin olarak 7 Mart’ta Ranya’da başlar.
Kısacası batı basını, o müthiş aldatma gücünü onaylayan ve en güzel kendisinin olduğunu söyleyen şu malûm aynayı, hayranlık içinde kendinden geçerek Irak’ta yeniden bulmuştu. Böylece acıklı ve töresel [ahlâkî] bir gösteri, seyircilerinin ve okuyucularının uzun zamandır karşısında silâhsızlandırılmış olduklarını bildiği bir gösteri gerçekleştirdi: kariyerist gerillaların uğursuz işbirliğiyle şu caniyane trajedi gösterisinden başka bir yararı ve işlevi olmayan alabildiğine elim ve ölümcül bir gösteri koydu sahneye; kürt ya da değil Irak’taki baldırı çıplaklara karşı uygulanan gerçek zulmü [baskıyı] gizlediği dönemde, kürtlere karşı uygulanan hayalî bir baskıya inandırdı insanları; kendi ahlâkına [töresine] sahip birlikler aracılığıyla kuzeyi işgal etmiş bir devletin [Irak devletinin] eşi benzeri görülmemiş şiddetini abarttı da abarttı. Ve bu vesileyle, kısa bir süreönce kendisinin küçük düşürüldüğü bir savaşın galibi olan Birleşik Devletler başkanı Bush’u, bugünkü dünyanın yönetiminin kurallarına ters düşen, adına devlet denilen o aynı kurum için tehlike arz eden ve Bush’un kesin olarak karşı olduğu bu toprak ihlâline rıza göstermeye zorladı.
Şu kürt gösterisi, bir örneği daha görülmemiş bir baskıdır, çünkü İran devriminden bu yana görülen bir ayaklanmayı sessizliğe gömdü. Zenginliği ve büyüklüğü bu bayağılaştırmada boğulmuş gibi görünen Irak’taki kentsel ayaklanmaların şu utanç verici ve zavallı vitrini olan toplu kürt göçü bir yanılsamadır, bu gösterinin mizanseninin yerine koyulandır.
Gerçekte bu kürt gösterisi, ıraklı ayaklanmaların dünya çapında bastırılıp ezilmesinin bir parçasıdır. Onlar, dünyanın yoksullarıdır; onlar Basra’daki, Kerbelâ’daki, Bağdat ve Musul’daki dostlarından gözyaşı perdesiyle birbirlerinden ayrılmış olanMogadişulular, Johannesburglulardır. Bu, budunlara, halklara, devletlere, ülkelere bölünmüş, TienAmnenTimisora, “Körfez” (ne körfezi: arap mı, acem mi, Basra mı, müslüman mı, Oman mı, Kuveyt mi, yoksa petrol körfezi mi? Bu soruyu çevrenize bir sorun bakalım!) ve kürt gösterilerinin olduğu bir o kadar çok düşünce kenefine bölünmüş bu dünyanın isyanlarında olmayan, şu gözyaşı perdelerini yırtıp atan ve de yenilenmiş hâliyle eski bir formülün
uygulanmasıdır: BÜTÜN ÜLKELERİN İSYANCILARI, BİRLEŞİN!
(…)
BAAS…
Baas (“Sosyalist Arap Diriliş Partisi”), 1943’te MichelAflak ve Salah Bihtar tarafından kurulmuş ve ilk kongresini 1947’de gerçekleştirmiş olan Al Baas Al Arabî (“Arap Dirilişi”) ile AkramHuranî’nin sosyalist partisinin birleşmelerinden doğar (1953).
1950’li ve 1960’lı yılların milliyetçi bütün-araplar [pan-arap] akımında yer alan Baas, arap halklarının her tür yabancı egemenlikten kurtulmuş tek bir sosyalist devlette birleşmesi gibi “tarihî bir misyon”a sahip olan tek ulus oluşturmalarını ister ve bu eğilimi destekler.
Bu aldatıcı ideolojik söylemin ve ona bağlı uygulamaların sonuçları şunlardır: Baas’ın pek çok hükümet darbesinin (özellikle de Suriye’de ve Irak’ta) kaynağında yer almasıdır; filistinliFatah ulusalcılarının bir Filistin devletinin kurulmasına ve de üstünlük kurma hesaplarına ulaşmak amacıyla ihtiyaç duyacakları vazgeçilmez yardımın 1963’ten itibaren Baas tarafından onlara verilecek olmasıdır; Irak’ta ve Suriye’de devletin yönetiminde olan Baas, “toplumsal” reformlar sayesinde bölgedeki kapitalist çıkarların en sadık hizmetkârı olacaktır; “Birlik, Özgürlük, Sosyalizm” programsal sloganına bir yanıt olarak da Baas, egemenliği altındaki proleterleri, taşıyıcısı olduğu ve bekçi köpekliğini yaptığı sınıf özüne yani ücretli kölelik ve devlet zorbalığının özüne boyun eğdirecektir.
Zamandizinsel kısa bir tarihçe…
1920: Birinci Dünya Savaşı’nın ardından Orta Doğu ganimeti kapitalistler arasında paylaşılır… Irak ingiliz mandası altına sokulur.
1948: Al Wathbah’ta patlayan ulusalcı bir ayaklanma, İngiltere-Irak arasındaki manda anlaşmasının yenilenmesini engellemeyle sonuçlanır; ülkede grev yasağı konulur; amerikan emperyalizminin etkisi artmaya başlar. 1958: Askerî bir darbenin ardından krallık yıkılır ve general Kasım iktidarı ele; ziraat reformu yapılır.
1960: Kasım Kuveyt’i geri ister; petrol şirketlerine verilen imtiyazlar azaltılır; ulusalcı kürtlerle zaman saman kızışan bir savaş başlar.
1961: İngiltere Kuveyt’e askerî birlikler gönderir ve onları Irak sınırına konuşlandırır.
1963:Baasçı/nasırcı ittifak, bir darbe yapar; bir hafta içinde yaklaşık 10 000 kişi ölür; darbeden birkaç hafta sonra söz konusu ittifak parçalanır ve aralarında Saddam Hüseyin’in de yer aldığı baasçılar ülke dışına sürülürler.
1968: Baas partisi, bir darbeyle iktidarı ele geçirir; baskıyı her tarafta artırır.
1972: Irak Petrol Kumpanyası millileştirilir.
1974: Baas’la KDP arasında 11 Mart
1970’te imzalanmış olan anlaşmaya uygun olarak Kürdistan’a özerklik verilir.
1975: İran’la Irak arasında Cezayir anlaşması imzalanır; bu, ulusalcı kürtlerin çöküşü olur.
1979: İran devrimi köktenci islâmcılar tarafından boğulur.
1980: Cezayir Anlaşması’nın geçerliliği ortadan kalkar; İran ve Irak arasında kapitalist bir savaş başlar.
1985:Irak topraklarında savaşa karşı dikkate değer gösteriler gerçekleştirilir.
1988: Saddam, Halepçe’de bir katliam
yapar; amerikalılar, batılıların petrol çıkarlarını korumak üzere savaşa müdahale ederek körfezdeki İran deniz kuvvetlerini yok ederler; İran-Irak savaşı sonuçlanır.
1990: Irak birlikleri Ağustos’ta Kuveyt’i işgal eder.
1991: Ocak ayında Körfez Savaşı başlar; Saddam rejiminin yenilgisinin ve amerikalıların kara harekâtının başlamasının hemen ardından Irak’ın neredeyse bütün büyük kentlerinde proleter ayaklanmalar patlar.
Mart 1988: Halepçe…
Amerikalıların – üstün durumdaki – ıraklılardan yana olduğu İranIrak savaşı esnasında İran hükümeti, yeni bir cephe açmaya çalışmaktadır… Bu dönemde Kürdistan Ulusalcılar Cephesi, kendilerine bir çeşit özerk Kürdistan sözü vermiş olan Humeyni’yle ve hükümetiyle bir anlaşma imzalamıştı. Ve böylece kürt ulusalcıları, İran sınırına yaklaşık 36 km uzaklıktaki 100 000 nüfuslu Halepçe kentini “kurtarma”yı plânlamışlar ve bu amaç doğrultusunda iranlılarla birlikte kenti işgal etmişlerdi. Irak ordusu Halepçe bölgesinde zayıftı ve birlikleri asıl olarak güney ve merkezî Irak’ta konuşlandırılmış olduğundan gerçekte kürtlerin bu girişimini engelleyecek durumda değildi. İranlılar Halepçe’nin işgalini sağlama almak gayesiyle Irak ordusunun mevzilerine roketlerle saldırır, ne var ki bu roketlerin çoğu kontrolden çıkıp civardaki toplu yerleşim merkezlerinde pek çok sivilin ölümüne neden olmuştu. Halepçe sakinleri, her hâlükârda kentin ulusalcılar tarafından işgali konusunda, zaten çok ikircikliydiler ve bu nedenle şu körleme roket yağmurunun ardından kentten kaçmaya çalışırlar. Peşmergeler de, onların kaçışlarına engel oldu ve yalnızca önemli miktarda para verebilenlerle kendi aile üyelerinin kaçmalarına izin verdiler.
Irak ordusundan kaçmış askerlerle dolu bu kentin kendisi yeterince isyankâr bir kentti ve kısa bir süre önce savaşan iki tarafı da suçlayan, savaşı kınayıp mahkûm eden gösterilere sahne olmuştu. İşte bu koşullarda Irak yönetimi, Halepçe’nin işgaline son vermek ve asi halkını ezmek maksadıyla 17 Mart 1988’de – batıda özellikle de alman A. G. Farden tarafından imal edilip Saddam’a satılmış sinir sistemini felce uğratan siyanid ve hardal gazlarından oluşan – kimyasal silâhlar kullanarak kenti bombardıman etti. Binlerce insan anında öldü; ölenler arasında işçiler, öğrenciler, çocuklar ve gencecik asker kaçakları da vardı. Ölü sayısı gerçekte 5 000’in çok üstündeydi.
İran-Irak savaşının en önemli “olayı” hatta birkaç ay sonra savaşın sonunu getiren önemli amillerden biri de işte bu katliam olmuştu.
Şûralardan birkaç slogan…
Bütün iktidar şûralara!
Yaşasın kadınlar ve erkekler arasındaki eşitlik!
Bütün kurumlar şûralardan çıkmalı!
Biz emekçiler ve sömürülenler, parlâmenter bir demokrasi değil, bir konsey yönetimi istiyoruz!
Şûraların otoritesini kurmak ve sağlamlaştırmak için halkı silâhlandıralım!
Bazı kentlerdeki şûra sayıları:
Süleymaniye’de 52 şûra,
Kerkük’te 6 şûra,
Hawlir’de 42 şûra,
Ranya ve NasroBarreka’da da birkaçar şûra vardır.
PROLETARYAYA KARŞI AÇIK SAVAŞ…
(“Communisme” dergisinin Mayıs 1991 tarihli 33. sayısından bir bölüm)
İlk olarak belirtmek istediğimiz şey, görüşümüz açısından Körfez savaşının – söylenmiş olan her şeyin tersine – bize karşı bir savaş, proleterlere karşı bir savaş olduğudur.
Kapitalizm tarihinde bir kez daha on binlerce, yüz binlerce proleter vatan uğruna, barış ve demokrasi adına, emperyalizmden ve/veya diktatörlükten kurtuluş adına katliama, boğazlanmaya gönderildiler. Binlerce proleterin birbirlerine kıymalarının arkasında yatan, yalnızca ve yalnızca bir para, hem de çuvalla para sorunuydu, gerçekleşmek için mücadele eden değer sorunuydu, [kısacası] bir kapitalist savaş, sermayeler arası bir savaş sorunuydu bir kez daha.
Her şey, bu genelleşmiş katliamın mümkün en mükemmel biçimde olması için hazırlanmış, uygulamaya koyulmuştu… Ağustos 1990’da Irak devleti hapishaneleri temizledi. Siyasî bakımdan çok tehlikeli görülen proleterler birer ikişer katledildi. Bu, İran’la savaş sırasında [zaten] gündelik bir uygulamaydı, iki devlet arasında imzalanmış olan ateşkesten sonra ara verilmiş olan bir uygulama. Irak devleti daha sonra “adi suçlular” denilen mahkûmların pek çoğu gibi, çok sayıda asker kaçağını da affetti. Bütün bunları haklılamak için avuçlarına sıkıştırılan birkaç kuruşluk ikramiyenin ardından bu askerlerin hepsi, talimden bile geçirilmeden cepheye gönderildiler.
Irak’ta ve Kuveyt’teki muharebe alanlarında, önlerinde kaçmalarını ya da teslim olmalarını engellemek için döşenmiş mayın tarlaları, arkalarında da gerilemeye veya kaçmaya yeltenenleri kısa yoldan infaz etmeyi garantileyen seçkin birlikler (Cumhuriyet Muhafızları) bulunan bu proleterler, sırtlarındaki tüfekleriyle çöldeki boy siperlerine gömülmüş, buna mecbur edilmişlerdi (göçmen proleterlerin de Irak silâhlı kuvvetleri tarafından askere alınıp cepheye gönderilen ilk proleterler arasında yer aldıklarını hatırlatmaya gerek var mı?).
Koalisyon güçleri, kara taarruzu başlar başlamaz düzenli düşman birliklerinin dörtte üçünü (Cumhuriyet Muhafızları bu birliklerin ancak yüzde onunu teşkil etmesine rağmen) daha baştan saf dışı bıraktıklarını ilân ediyor ve bu zaferleriyle övünüyorlardı; yaptıkları katliamın asıl olarak üniformalı proleterler üzerinde yoğunlaşmış olmasının utanmazca itiraf edilmesinden başka bir şey değildi bu kanaatimizce; bu zafer çığlıkları, kendilerini savunmanın en küçük bir olanağına dahi sahip olmayan on binlerce insanın Irak devleti ve
Koalisyon güçleri tarafından birlikte kurban edilmiş olduklarını doğrulamaktan başka bir şey değildi. Daha dün yığın hâlinde cepheden kaçan kendi birliklerine karşı ateş açmış olan on binlerce insanı, Irak devleti açısından düşmanın engellenemez ilerleyişini – bir iki güncük de olsa – geciktirmek, yavaşlatmak için kurbanlık koyunlara dönüştürülmüş on binlerce insanı savaş alanına konuşlandırmaktı söz konusu olan. Koalisyon güçleri açısından da, gelişmiş hiçbir silâhı olmadan kuma gömülmüş bu hareketsiz birlikler, rahat [kolay] ve öncelikli bir hedef teşkil ediyorlardı… öldürmek, katletmek gayesiyle imal edilmiş araç gereçlerini ve tüm mühimmatını – herhangi bir tehlikeye girmeksizin – üzerlerinde denemenin pek kolay olduğu bir hedef.
Çatışmaların resmen patlamasından çok önce ıraklı sivil halk rehin alınmış (diğer “rehineler”e – önemli kişilere ve burjuvalara – gelince, aralarında anlaşıp onları “serbest” bıraktılar) ve sağlık malzemeleriyle gıda maddeleri de dâhil uygulanan katı abluka yüzünden, Birleşmiş Milletler’in rızasıyla Koalisyon ülkelerinin bütünü tarafından örgütlenmiş ve denetlenmiş olan bu abluka nedeniyle aylar boyunca genel bir kıtlığa maruz kalmıştı. Ve Irak yönetimi de, tüm yaşamı savaşın gereklerine bağlı kılarak, bütün toplumun üstünde olan bir savaş hâlini zorla dayatarak ve ona bu şekilde boyun eğdirerek, dahası proleterleri ulusun çıkarlarına tâbi kılarak bu ablukanın bir ara durağı olacaktı bu uygulamada. Bombardımanlar bir kez başladıktan sonra ve kendilerini karakterize eden insan-severlikleriyle tam uyum içinde ablukayı sonuna kadar sürdürmek için barış-severlerin büyük çoğunluğunun istediği durumun, geriye dönmeyi önerdikleri durumun, bu müthiş boyutlardaki gıda maddeleri ablukası ve ambargosu durumu olduğu da geçerken fark edilecektir.
Bombardımanlar konusuna gelince… Irak’ın çeşitli bölgeleri ve Kuveyt üzerine ölüm ve yıkım saçan yüz binlerce ton bomba atıldığı bizlerden saklanmadı. Buna rağmen basın, söz konusu olanın yalnızca askerî hedefleri tahrip eden “hassas cerrahî bir müdahale” olduğuna bütün gezegeni inandırmak için elinden geleni ardına komadı. Askerî ve sivil arasında yapılan şu riyakâr ayrımdan hareketle (sözgelimi zorla askere alınmış olanlar, “doğal olarak” askerî hedef gibi kabul edilirler!) propaganda, dünyanın geri kalanındaki proletaryanın bu “uzaktaki” katliamın gelişmesini edilgin biçimde kabullenmesini hedefler. Bu propaganda karşısında, bize gelince, biliyoruz ki savaş tarafından ölçüsüz derecede ezilmiş olanlar, bu kâbusa katlanmış olanlar ve günler boyunca üzerlerine atılan şu tonlarca ölüm mühimmatı altında düşmüş olanlar bizim sınıf kardeşlerimizdir.
Saddam Hüseyin tarafından yönetilen bloğun askerîsiyasî zayıflığı yüzünden, Koalisyon ülkelerinin proletaryası, bombardımanlardan ya da savaştan ayrı düşünülemeyecek olan canavarlıklardan doğrudan zarar görmedi; hemen tamamen yalnızca seçkin birlikleri ilgilendiren ve sayıları ancak onlarla ifade edilen ölü vardı Koalisyon güçlerinin saflarında. Ama yine de, sömürü oranındaki artış kadar baskının yaygın yükselişiyle de, yaşamın üretilmesinin (yani mücadelesinin) koşullarına yapılan şiddetli saldırıları sineye çekti. Sömürü oranındaki bu artış, – açıkça görülmüş olduğu gibi, bir petrol kıtlığından ya da üretimindeki bir azalma yüzünden değil de spekülâtif nedenlerden kaynaklanan – petrol fiyatlarının artışı bahanesine dayandırılan fiyatlardaki özel bir artış (ücret artışlarıyla telâfi edilmemiş bir artış) yoluyla gerçekleşti asıl olarak, fakat bazı durumlarda ulusal savaş çabalarını [masraflarını] malî bakımdan karşılamak gayesiyle kamusal vergi ve harçların doğrudan salınmasıyla da. Baskının yükselişi, özellikle ulusal ekonomiye saldıran bütün mücadelelere ve savaş siyasetine boyun eğmeyen eylemlere karşı yöneltilmişti. Birleşik Devletler’de, Türkiye’de, Kuzey Afrika ülkelerinde, Tayland’da ve çeşitli Avrupa ülkelerinde değişik hükümetlerin askerî söylemleri, asker kaçaklarının anında cezalandırılması ve de “kendi” patronlarının, “kendi” ulusal devletlerinin emperyalist ve cani siyasetlerini reddeden gösterilere katılan proleterlerin hapsedilmesi gibi yıldırgan [terörist] ve çok sert önlemlerin eşliğinde yapılmıştı. Ve nihayet bu kısa dönem boyunca devlet, çok sayıda ülkede bütün halkı kontrol etmenin polisiye yöntemlerini yoğunlaştırdı, aynı zamanda “kendi develeti”ne karşı mücadele edenleri, enternasyonalist militanları tespit etmeye, kıstırmaya ve yıldırmaya çalışıyordu.
Dünya Devleti Orta Doğu’da ölüm ve terör araçlarının en inanılmaz yoğunlaşmasını örgütlerken dünyanın başka yerlerinde de kendini genel olarak karşı-terör şampiyonu gibi tanıttığı ve bu bahane altında devrimci militanları kovuşturduğu müthiş bir dalavereydi bu!
Savaş, şu son aylarda Türkiye’de, Tunus’ta, Cezayir’de vs. proletarya mücadelelerinin doğrudan bastırılmasına da yaradı… Türkiye’de 1990’ın sonları ve 1991’in başları, asıl olarak madencilik sektöründeki (Zonguldak), ama demir-çelik sanayinde ve otomobil endüstrisinde de [ortaya çıkan] bir dizi çok güçlü ve radikal grevle dalgalandı. Tunus’ta proletaryanın yoğun ve düzenli gösterileri (yaygın hoşnutsuzluğun ifadesi olan gösteriler), Koalisyon tarafından temsil edilen Dünya Devleti’nin jandarmalarını reddettikleri o aynı anda, bu gösterilerden kaçınacak ya da onları başka yöne sevk edecek biçimde davranarak ve böylece hükümete karşı her zaman aşırı dürüst kalmış olan Ennhadha hareketinin saygınlığı arttırılarak, islâmcı gösteriler diye nitelenip şiddetle ezildiler.
İkinci bir “Ekim 1988”den kaçınmak için hükümetin, sanki o da savaşa katılacakmış gibi, askerî birlikleri büyük proleter semtlerine yerleştirip oralarda yoğunlaştırarak, yedekleri askere çağırarak ve de terhisleri yaklaşmış gençleri ulusun sancakları altında [yani bağlı oldukları birliklerde] askerliklerini uzatmaya zorlayarak seferberliğe giriştiği [savaş durumuna geçtiği] Cezayir’de de benzer bir durum egemen olmuştu. 14 Aralık 1990’da Fas devleti, orada gelişmekte olan ayaklanmayı kanlı biçimde ezdi (40 ölü).
Burjuvazi Fransa, İngiltere, Belçika gibi ülkelerde de zaman geçirmeksizin ırkçı ve yabancı düşmanı siyasetini yoğunlaştırdı. Örneğin böylece İngiltere’de, ıraklı mültecileri (bu mültecilerin çoğunun, Saddam Hüseyin’in yönettiği devlet terörizminin zindanlarından kaçmış olduklarını hatırlatmaya gerek var mı?) gözaltı kamplarına (gerçek birer toplama kampı olan kamplara) kapattı ve Orta Doğu’dan gelen bütün insanlar gizil terörist olarak fişlenip kovuşturuldu. Bu aynı dönemde Belçika da, sayıları 6 000’i aşan faslıyı ülke dışına çıkartmakla tehdit ediyordu.
Öte yandan savaşla birlikte, verimlilikleri [kârlılıkları] zaten zorluklar yaşayan şirketler, satış hacimlerinin daha da düştüğünü gördüler ve bu durumu proletaryanın sırtına yıkmak için savaş koşullarından yararlandılar… Sözgelimi hava taşımacılığı sektöründe, bu sektördeki şirketlerde olup biten buydu: British Airways’i unutmadan PanAmerica’danAirFrance’a kadar bu şirketler binlerce çalışanı işten çıkarttılar.
Birleşik Devletler’deyse, hükümetin giriştiği savaş konusunda halkın suskunluğu, basın tarafından fazlasıyla sözü edilmiş [şişirilmiş] şu genel ve sessiz mutabakat [konsensüs], bu aynı devletin savaşa karşı olan çok sayıda gösteriyi (bu gösterilerin çoğu barış-severler tarafından yönetilmiş olmasına rağmen) bastırıp engellemesini ve Küba basınına göre 15 000 kişiyi tutuklamasını önlemiş değil. Hava savaşının ilk günlerinde yıllardan beri ilk kez ve birden kaygı verici bir açık tespit edilirken, tam da bu anda devlet, askerlik şubeleri önünde, isteyerek ya da rızası hilâfına savaşa sürüklenen askerlere savaşa karşı bildiriler dağıtan grupları şiddetle bastırıp engelledi. Yine Birleşik Devletler’de bir dernek, adı “HorreoCourseling Network” olan askerleri savunma derneği de, “Almanya’da bulunan yüzlerce kuzey amerikalı asker, gerekli görüldüğünde elleri ve ayakları bağlanarak zorla Körfez’e götürüldüler” olgusunu kınayıp açığa vuruyordu.
IRAK’TA DURUM…
(“Communisme”in aynı sayısından alınmış bir diğer bölüm)
Irak açısından yenilgi büyük oldu. Üniformalı on binlerce proleterin Irak’ta devlet tarafından cepheye gönderilmiş olmalarının biçim ve koşullarını daha önce betimlemiştik. Fakat proletarya bu durum karşısında edilgin kalmadı. Mücadeleler, Koalisyon’un bombardımanlarının başlamasından da önce ortaya çıkmıştı… Irak’ın kuzeyinde, tam da Kürdistan’da, Musul’da hüküm süren açlığa, – uygulanmakta olan abluka sayesinde – Irak devleti ve Koalisyon tarafından birlikte dayatılmış olan “savaş” kısıtlamalarına bağlı olan kıtlığa karşı ayaklanmalar patlar. Yine kuzeyde, Süleymaniye’de kadınlar tarafından savaşa karşı gösteriler düzenlenir. Cumhuriyet Muhafızları bu gösterilere müdahale eder ve kalabalığa ateş açarlar. Bu olaylarda 300 kadın tutuklanır ve kısa bir süre sonra da kurşuna dizilirler. Proleterlerin kazanılacak hiçbir çıkarları olmadığını hissettikleri bir savaşın başlamasından ve eli kulağındaki bombardımanlardan duyulan kaygılar yüzünden durum güneyde de gergindir aynı şekilde.
Yani müttefiklerin kara harekâtının [saldırısının] başlamasından da önce Irak’taki genel durum çok gergin ve patlamaya hazırdı. Bir ayaklanma korkusu içindeki Saddam Hüseyin, bu nedenle proleterlerin kötü anısı Halepçe katliamını [tehdit yollu] hatırlatan bir bildiri attırdı uçaklardan: ayaklanmaya hazır proleterlere, eğer savaş hesaplarına boyun eğmeyi reddederlerse devletin onları bomba yağmuruna tutmakta, üzerlerine zehirli gazlar saçmakta hiç tereddüt etmeyeceğini hatırlatmak istiyordu böylece. Ama bu tehdidi gerçekleştirecek zamanı olmadı, zirakara saldırısı, bu yenilgici direnmeyi ezme işini sağlama almadan önce başlamıştı.
Koalisyon uçakları o uğursuz işlerini başlatıp öncelikle bütün Güney Irak üzerinde – sığınaklara ya da bodrumlara gömülmüş proleterleri tonlarca bombanın altında yok ederek – ölüm saçmaya başlar başlamaz, açlıktan ve yıkımdan kaçan insanların Bağdat’a doğru yola koyulmaları böyle olmuştu; aç bîilâç binlerce asker kaçağı da hemen onlara katıldı. Bu durum karşısında Irak devletinin, Bağdat’a doğru ilerleyen bu binlerce insanı engellemek gayesiyle, kuzeyde konuşlandırılmış en güvenilir birliklerini güneye doğru kaydırmaktan başka çaresi yoktu. Ama bu seçkin birlikleri kuzeydeki kendi bölgelerinden başka yere naklederek, kara saldırısının ardından en şiddetli ayaklanmaların olduğu bu bölgede, yani kuzeyde dengeyi biraz daha bozmuş oluyordu [kendi aleyhine].
Kara saldırısının başlamasından da önce, Irak’ta proleterlerin ortaya koydukları bu mukavemet ve bozgunculuk [yenilgicilik], Koalisyon ve Irak devleti arasındaki savaşın sona ermesinin en büyük nedeni oldu. Çünkü çatışmalar henüz başlamışken, cephedeki on binlerce proleter [Koalisyon birliklerine] teslim olmuş ve Saddam’ın emperyalist cihadı için kanlarını dökmeyi reddetmişlerdi. Cumhuriyet Muhafızları’nın tepeden tırnağa silâhlı bir düşmana karşı savaşı üstlenmek zorunda kaldıkları birkaç gün boyunca gösterdikleri kararlılığın, cepheye gitmeyi reddeden proleterlere karşı savaşmak söz konusu olduğunda gösterdikleri kararlılıktan bariz biçimde çok daha zayıf olduğugörüldü. İşte bu birkaç gün içinde on binlerce proleter tamamıyla “denetlenemez” hâle geldi… hayatta kalabilmek, yaşamlarını sürdürebilmek için özel mülkiyete saldırarak mücadele ederken aynı zamanda ezelî düşmanları olan “kendi devletleri”ne de meyden okumuş oluyorlardı.
1991 Mart ayının ilk günlerinden itibaren bütün dünya basını, kamu ve iktidar partisi binalarına yapılan hücumları ve buraların ateşe verilmesini açıklamak zorunda kaldı, ama mücadele, – gördüğümüz gibi – ne bu anda başlamıştı ne de bu noktada bitecekti ve [giderek] yayılma eğilimindeydi. Basın, Koalisyon’un sürdürdüğü yoğun katliamların kamu sağlığı koşullarının olmayışının sonucu olarak sunabilmek için, proletarya tarafından Irak devletine karşı yapılan saldırılardan sadece bazılarını gösterdi. Koalisyon da savaşa karşı olan bu dışavurumları, proleterlerin orduyu terk etmelerini, açlık yüzünden patlayan ayaklanmaları, söz konusu kapitalist savaşa karşı daha yaygın büyük bir mücadele olarak değil de, nefret edilen bir zorba karşısında ortaya çıkan mücadelelermiş gibi gösterilmesine çok önem veriyordu. Koalisyon etrafında örgütlenmiş olan devlet için en büyük tehlike, savaşa karşı olan bu mücadelelerin genelleşmesi durumunda, Koalisyon askerleri, inandırılmak istendikleri gibi binlerce bağnaz “saddamcı” teröriste karşı savaşmadıklarını, ama gerçekte bu insanları iki kampın burjuvaları arasındaki ortak ateşte göstermek için [zorla sırtlarına geçirilmiş] çeşitli süslerle kaplı üniformaları içindeki proleter yığınlara karşı düzenlenmiş bir katliama iştirak ettirildiklerini çok çabuk anlayabileceklerdi.
Saddam Hüseyin’in devletine karşı ortaya çıkan bu bozgunculuğun devrimci bir yenilgiciliğe dönüşmesi basit olasılığı karşısında dünya burjuvazisinin duyduğu büyük ürkü, Saddam’ın askerî gücünü yok etmek için kabul etmiş olduğu uluslararası bütün taleplerin tersine Bush’u savaşı durdurma kararına itmiş olan nedenlerden biri oldu, hem de Cumhuriyet Muhafızları’na karşı çatışmaların başlatılmasından ancak birkaç gün sonra… [zira] proletarya düşmanı ve baskıcı bu kanlı birliklerin bütünlüğü, böylece mümkün en tam biçimde korunmuş olacaktı. General Kelly bunu gayet açık biçimde ortaya koyuyordu:
«Dönen, bozguna uğramış bir ordudur. Yenik bir ordu, her zaman siyasî bir tehdittir.»
Bu yeni durumda ulusal ya da dinsel bir sorunun söz konusu olduğunu iddia eden egemen düşünceye karşı çıkan ıraklı muhalif demeçler Washington Post’da birbirine karışıyordu. Bu gazetenin Muhammed Bahr Ulûm’un demeçlerini yeniden yayımlaması bunun örneğidir:
«Söz konusu olan dinsel bir sorun değil, ama Saddam Hüseyin’in yirmi yıllık egemenliği altında ortaya çıkan ilk halk ayaklanmasıdır. Korku dağlarını yıkıp deviren, Kuveyt’teki yenilgisidir.»
Savaştan sonra başlamış olan mücadelelerin dinsel hatta – Kürdistan’la ilgili olarak – milliyetçi sorunlara bağlı olduğu bir kez daha bizlere yutturulmaya çalışılırken, kendi açımızdan biz, söz konusu olanın gerçekten de çok daha doğrudan bir biçimde savaştan önce ve savaş esnasında cereyan etmiş olan mücadelelerin dolaysız bir devamı olduğunu biliyoruz. Saddam Hüseyin’in Cumhuriyet Muhafızları sayesinde örgütlü baskının sürekliliğini bizzat üstlenmesi, bu yüzden tamamen Koalisyon’un yararınaydı.
Savaşın sona ermesinden itibaren hemen her tarafta ayaklanmalar patlar: güneyde Basra, kuzeyde Musul, Erbil, Kerkük ve Süleymaniye isyan hâlindedir. Bozguna uğramış ordudan arta kalanlar, asker kaçakları ve bu kentlerin sakinleri, devlete karşı olan öfkelerini onları savaşa sokmuş olanların yüzüne haykırmak üzere birleşirler. Güneydeki çarpışmalar özellikle şiddetlidir, ama Cumhuriyet Muhafızları buna karşı hazırlıklıdır: devlet burada durumun tehlikeli ve yıkıcı özelliğini bildiğinden, Cumhuriyet Muhafızları da zaten daha önceden bu bölgede yoğunlaştırılmıştı. Kuzeydeyse, Saddam Hüseyin ulusalcılara [kürt milliyetçilerine] güvenebileceğini bildiğinden bir süre rahat kalacağını hesaplıyordu; [ayrıca] bu milliyetçilerin proletaryayı bizzat sınırlayacaklarını ve bastıracaklarını da umuyordu; ne olursa olsun onlar tarafından [kendisine karşı] bir savaş açılmayacağından emindi. Aslında daha savaşın başında Saddam Hüseyin ve bu milliyetçiler, FKÖ ve onun gözbebeği Yaser Arafat aracılığıyla bütün savaş boyunca bu iki burjuva bölüngünün barış içinde bir arada yaşamalarını garantileyen gizli bir anlaşma yapmışlardı. Ayaklanmaların bastırılmasının önce güneyde yoğunlaşmış olması bu yüzdendir.
Ne var ki kuzeydeki ayaklanmalar, bütün resmî “muhalefet”in dışında (İKDP, KYB ve diğer ulusalcı kürt örgütlerine karşı ve onların dışında) patlak verir. Kuzeydeki ayaklanmaların daha başından itibaren, bu bölüngüler savaş yanlıları olarak hedefe alınmışlardı; bu durumda isyankârlar nezdinde milliyetçi amaçları öne sürerek sağlamlaşmasını bekledikleri sınırlama da birden bire şapa oturmuştu. Süleymaniye’de daha önceki mücadelelerin derslerinin sonucu ortaya çıkan başka gruplar da “komünist hedefler” türünden amaçları öne çıkartır. Baş kaldıran proleterler, milliyetçilerin kentlerine girmelerine izin müsaade etmiyorlardı. Bu durumda milliyetçiler de, cepheden dönen çok sayıda askeri yanlarına alarak bu kentleri kuşattılar. Ne var ki bu askerler artık savaşmak istemiyordu, ama milliyetçiler yine de birçok kez onları kendi saflarında dövüşmeye mecbur ettiler. Görüldüğü gibi, oluşum hâlindeki bir ulusun, kendisine karşı mücadele ettiğini söylediği ulusla aynı yöntemleri kullandığı aşikâr. Burada Saddam Hüseyin ve Talabani, proleterleri sırtlarına tüfek dayayıp savaşmaya göndermek söz konusu olduğunda el eledir! Ulusalcı güçler tarafından gerçekleştirilmiş olan şehirlerin kuşatılması, bu şehirleri “kontrol edenler”in onlar olduğu izlenimini veriyordu; gerçekte üstlendikleri tek kontrol, cepheden dönen proleterlerin baskı altında tutulmasıydı. Doğrudan bölgedeki ilişkilerimizden, sempatizanlardan ve yoldaşlarımızdan gelen bu haberleri doğrulamamıza izin veren de, örneğin Kürt Yurtseverler Birliği’nin [KYB] şefi bir Talabani’nin, eskiden onun çiftliği gibi kabul edilen Süleymaniye’ye dönememiş olmasıdır.
Ayaklanma, tam da bu kentte özellikle şiddetli oldu: proleterler, Saddam Hüseyin’in korkunç gizli polis güçlerine saldırıp siyasî polis binalarına sığınmış olan iki bin kadar baasçıyı öldürerek… yıllar boyunca sürmüş katliamların ve örgütlü yıldırganlığın [terörün] öcünü aldılar. Proletaryanın öfkesi polise, Baas partisine, adlî kuruluşlara vs. ait binaları talan ederek, ateşe vererek ve yıkarak Irak devletini temsil eden her şeye yöneldi. Bütün bu olaylar esna sında ulusalcılar, bu binalarda bulunan malzemenin gelecekteki kürt devletine yararlı olabileceği türünden kanıtlarla, yapılan tahribatı engellemeye çalıştılar!!!
Proleterlerin bu yaygın öfkesi karşısında Saddam Hüseyin, güneydeki Basra’yı ve diğer asi kentleri bir kez ezdikten sonra, elindeki birliklerin en güvenilir olanlarını bölgeyi temizlemeleri için kuzeye gönderdi. Cumhuriyet Muhafızları kuzeye yaklaştıklarında ve yapmaya başladıkları ilk zulümler duyulur duyulmaz, proletarya Cumhuriyet Muhafızları’nın güneyi kısmen ezmeyi başardığını ve bu beyaz terörün [şimdi de] aman vermeksizin kuzeye doğru, Kürdistan’a ilerlediğini öğrendiği zaman, isyancılar, Koalisyon’un Cumhuriyet Muhafızları’nı büyük ölçüde dokunulmamış olarak, her hâlükârda [isyancılara karşı] terör tezgâhını kurmak için yeterince güçlü durumda bıraktığını öğrendiklerinde… bir kara bulut gibi üzerlerine çöken bu baskı cehenneminden her türlü yolla kaçamaya çalışarak silâhlarıyla, yükleriyle, çol çocuklarıyla birlikte dağlara doğru geri çekildiler. İsyancıların baskının yerel güçlerine karşı yürütmüş oldukları mücadelelerin şiddeti konusunda vermiş olduğumuz birkaç örnekle, bu insanların, yaklaşan Cumhuriyet Muhafızları güçlerinden şiddetin beterini beklediklerini anlamak zor olmasa gerek. Asiler, Irak devletinin bu baskıcı yıldırım birliklerinin yaklaşık on yıldır çeşitli zulümlerine maruz kaldıkları için, onlardan herhangi bir merhamet beklenemeyeceğini biliyorlardı.
Bu bilgilerin tümü, söz konusu mücadelelere katılmış olan bölgedeki yoldaşlarımızdan geliyor doğrudan doğruya.
Betimlediğimiz değişik çatışma uğraklarının [anlarının] bütün ayrıntılarına henüz sahip değiliz (bugün maruz kaldıkları yenilginin korkunçlukları göz önüne alınırsa, bu yoldaşlarımızın bütün bunları daha şimdiden bize iletmekte karşılaştıkları güçlüğü tahayyül etmek kolaydır), yine de yoldaşlarımızın bize iletebilecekleri zamanla elimize geçecek bilgilerin hepsini merkezileştirmeye [merkezî yayın organlarımızda yayımlamaya] devam edeceğimiz açık. Bu yoldaşlar, yukarda belirttiğimiz mücadelelere fiilen katılmanın ötesinde, aynı zamanda savaşın başından itibaren, tam da bombardımanların başladığı aşamada, grubumuz tarafından arapça olarak yazılmış “Savaşa karşı çağrı”yı da elden ele geçirttiler. Savaşın başlamasından önce ve savaşın başlarında başka yazılı malzeme de elden ele dolaştı aynı şekilde.
Halepçe katliamının “yıldönümü”nden birkaç gün sonra, mücadele özellikle Kuzey Irak’ta, Kürdistan bölgesinde bütün şiddetiyle sürerken, grubumuz, aynı şekilde bölgede dağıtılmış olan EKB imzalı kürtçe yazılmış bir bildiri gönderdi oraya. Halepçe’de düşmüş olan çok sayıdaki sınıf kardeşimizin anısına gösteriler düzenlendi. [Gene] orada dağıttığımız ve “Ne kürt ulusu! Ne de islâm cumhuriyeti!” başlıklı bildiriden birkaç satırı bulacaksınız aşağıda; bildirinin içeriği asıl olarak tüm biçimleri altında ulusalcılığın [milliyetçiliğin] eleştirisi etrafında toplanır:
«Savaş öncesinde, özellikle de savaş sonrasında Irak’ın çok sayıda kentine kendiliğinden sirayet etmiş olan isyancı hareketler göz önünde tutulursa, Koalisyon’un Cumhuriyet Muhafızları’nı tamamen bozguna uğratıp dağıtmakta kesinlikle hiçbir çıkarı olmadığı daha iyi anlaşılacaktır. Koalisyon Cumhuriyet Muhafızları’nı ortadan kaldırmış olsaydı şayet, Irak’taki burjuva düzeni bizzat güvenceye almak zorunda kalacaktı ve bunun da siyasî ve askerî çok büyük bedeli olacaktı. Üstelik Irak’ta var olan diğer burjuva bölüngülerden hiçbiri, Körfez savaşının o en büyük yaratığı yani şu kuzey amerikalı azman tarafından kabul edilebilir bir seçenek de oluşturmuyordu. Kürt ulusal özerkçiliği, bölgedeki dengeler açısından istikrar bozucu bir unsur olarak değerlendirilmiş, ayrıca Pentagon da, savaşın sonucu kesinlenirkesinlenmez (yani kara harekâtının ilk günü), ulusalcı kürt liderleriyle oynaşmasına da son vermişti. Aynı şekilde Humeyni türü islâmî bir cumhuriyetin kurulması, Washington tarafından bir tehdit, bir tehlike olarak algılanıyordu, zira bu, bölgenin diğer emperyalist çıkarlarına oranla çok fazla güçlü emperyalist [yeni] bir eksen oluşturabilecekti. Saddam’ın çöküşünün eli kulağında göründüğü bu belirleyici önemdeki günler boyunca gözlemcilerin, daha bir gün öncesine kadar yeni Hitler ve dünyanın büyük düşmanı olarak kabul edilen Saddam Hüseyin’e Koalisyon tarafından verilen destek, bu gizlenmesi çok güç destek karşısında bir kez daha apışıp kalmaları bu yüzdendir. Bizim içinse bu, emperyalistler arası bütün ittifakların zayıflığı konusundaki sermaye tahlilimizin yeni bir doğrulanmasıdır. Aslında bu gözlemcilerin, Irak’ta burjuva düzenin Saddam Hüseyin’in aynı Baas partisi tarafından, ama başında maskesi daha az düşmüş biri olan bir Baas partisi tarafından üstlenilmesini tercih ettikleri açık. Saddam Hüseyin’in gerçekte çözümlerin en ehvenişeri olduğunu halkına ve birliklerine açıklamak bugün onlar için daha zor ve rahatsız edicidir, dahası umutsuzca “daha ılımlı bir halef” arayışları ve şu ya da bu adayı “Baas partisinin demokrasi yanlısı ılımlı bir iş adamı” etiketi altında bizlere sunmayı daha önce denemiş olmaları da bu yüzdendir. Ama beklerken, [hiç vakit kaybetmeyen] Saddam, bölgeyi sakinleştirmekte çok iyi iş çıkarttı doğrusu!»
EKB:www.cgi-igc.org
(Not:Son iki parça, “Communisme”in 33. sayısındaki “Ya Savaş Ya Devrim!” başlıklı yazıdan alınmıştır.)
11 Mart 1970 anlaşmaları…
KDP [Kürdistan Demokratik Partisi], 1970’de Kürdistan’a ilk kez belirli bir özerklik veren bir anlaşma elde eder. Bu, iktidarı Bağdat’la paylaşma anlamına geliyordu. Kürt burjuvazisi, kazandığı bu güç sayesinde 1970 sonrası dönemde hafiften palazlanıp bir parça kendine gelir. KDP’nin, [bu anlaşması sonrasında] daha güvenli bir bölgeye sığınmak amacıyla Kürdistan’dan kaçan rejim muhalifleri karşısında polis rolü oynaması gerekmişti: örneğin Kurtuluş Ordusu’nun (daha güvenli olduğunu düşündükleri kürt bölgesinde yaşayan ve asıl olarak araplardan oluşan bir birliğin) çok sayıda üyesini – baasçıların onları hemen kurşuna dizeceklerini bile bile – ıraklı yetkililere teslim etmişti. Öte yandan kürt halkının kaderini, KDP hareketini yöneten Parestin’e (KDP içindeki partiye yani parti içindeki partiye) terk etti ve böylece Mossad’la, Savak’la (İran şahının gizli polisi) ve asıl olarak para ve silâhlar sayesindebölgedeki etki alanını genişletmiş olan CİA ile gayri resmî ittifaklar kurdu. Parestin, hareketin izleyeceği siyaseti belirliyor ve onun malî kaynaklarını kontrol ediyordu. KDP’nin üst düzey resmî zevatı, Parti ağında yer alan dış ülkelerdeki kürtler gibi, bu olguları gayet iyi biliyorlardı. Mossad [İsrail gizli polisi] gerillaların talimine yardım etmişti gerçekte ve en az bir israilli subay da silâh tekniklerini öğretmek maksadıyla dağlarda onlarla birlikte olmuştu. KDP’nin bu Parestin akımı, iranlı muhalif kürtleri Savak’a teslim etmişti. KDP de, bu muhaliflerden birkaçını bizzat öldürmüştü. Aynı şekilde Mala Awara, SüleymanîMoeni gibi insanlar (ıraklı KPD ile çok sıkı ilişkiler kuran iranlıKPD’ninkürt ulusalcıları) Şah’a teslim etmişlerdi; hemen ipe çekildiler, cesetleri de ibretiâlem olsun deyuiranlıkürtlerin sokaklarında yerlerde sürüklenip halka teşhir edildi.
ŞÛRALARIN BAZI FAALİYETLERİ…
1) Her şûranın kendi programlarını, ilânlarını, belde halkının isteklerini, şiirlerini ve çeşitli etkinliklerini yayınladığı kendi radyosu vardır.
2) Her şûra, belde halkının yararına kullanılmak üzere hastanelere gönderilecek olan kan bağışlarını toplamak amacıyla tıbbî bir yapılanma oluşturur.
3) Her şûranın bir basın sözcülüğü, bir askerî komitesi, malî, idarî ve tıbbî işler için birer komisyonu, bir adlî yardım heyeti, aynı şekilde şûralar arası komiteler gibi bir de dış işleri komiteleri vardır.
4) Mücadele biçimleri, şûra yetkilileri tarafından belirlenir, onlara bağlıdır.
5) Şehirlerde ve fabrikalarda gösteriler düzenlerler.
6) Her şûra – askerî – savunma örgütleri kurup onu teyakkuzda bekletir.
7) Şûralar, kamu işlerini ele alıp yürütmek üzere seçilmiş en uygun organlardır.
8) Üç yıl önceki Halepçe katliamı anısına 16 Mart 1991’de halkı toplayıp Kürt Cephesini [kısaca KC] tehdit etmeye kadar giderler.
9) Şûraların tümü 17 Mart’ta bütün kent için bir üst konsey seçmek üzere MacidBeg şûrasında toplanır.
10) Ayın 18’inde KC, bütün şûraların dağıtılması için çağrı yapar.
11) Yine 18’inde, sabahın ikisinde şûraların kadın ve erkek temsilcilerinin genel meclisi toplanmıştı; aynı günün akşamı saat dokuzda KC’nin yaptığı beyanatı kınayıp reddetmeye karar verilir.
12) 19’unun sabahı KC, şûraların kadın ve erkek delegeleriyle karşılaşır; ama aynı zamanda bir söylenti de, şûra delegelerinin tutuklandıklarını ve şûraların etkinliklerinin durdurulduğu haberini yaymaktadır; şûralar da KC’nin genel karargâhı önünde (Baas partisinin eski “Halk Kültür Evi”nin önünde) bir gösteri düzenlerler.
13) KC’nin şûraların dağıtılmasını isteyen tutumuna cevap olarak ayın 20’sinde bir gösteri daha düzenlenir.
SONSÖZ
Bir yandan bugünkü dünyanın Doğusunda iki yıldan beri Lenin’in, ilk kez 1905’in yaşlı Rusya’sında ortaya çıkmış olan işçi ve asker konseylerinin (sovyetlerinin) yıkıcısı Lenin’in son heykellerinin sökülüşüne ve “komünizm” kılığına bürünmüş şu devlet kapitalizminin gezegenimiz ölçeğinde televizyonlarda gösterilen ölümüne, özellikle bu çöküşe tanık olunurken, öte yandan ıraklı halk yığınları da, bütün mülk sahiplerinin hâlâ yakasını bırakmamış olan bu özörgütlenme biçimini yani şûraları kendiliğinden bir tarzda yeniden canlandırıyorlar.
Pek çok kişi tuhaf bir akla aykırılık buluyor bu noktada; bizse, dünyanın dört bir yanında ortaya çıkan yıkıcı proleter teori ve pratiği görmekteyiz daha ziyade. Doğu’nun bütüncül [totaliter] düzenlerinin farklı milliyetçi [ulusalcı] akımlar tarafından içten parçalanıp dağıtılması, Yerküre’nin dört bir köşesinde hüküm süren gerçek kapitalizm konusunda artık herhangi bir kimseye hiçbir yanılsama bırakmamayı gerektirdi. Ve ulusalcılık yüzünden kardeşin kardeşe kıydığı şu iç savaşlar, bir kez daha bu ideolojinin [ulusalcılığın] gerici ve karşı-devrimci tüm niteliğini ortaya döküp gösteriyor.
Eski Dünya’nın koalisyon oluşturan güçlerinin Ukrayna steplerinde maknovçina bayrağı altında toplanmış yoksul köylü konseylerine bugünkü senaryoya, basitçe onun daha az modern ve dijital değişkesine uygun biçimde saldırmalarının ve onları yok etmelerinin üstünden 70 yılı aşkın bir süre geçti. Diğer güçlerin yanında Kronştad’da ve 1936 İspanya’sında yaptıkları gibi gözü pek toplumsal fetihler [kazanımlar] için bolşevikler tarafından da ezilip bastırılmışlardı. Ulusalcılık [milliyetçilik], farklı boyalara boyanmış da olsa, daha iyi bir dünya için gerçekleştirilen ayaklanmaların toplu mezarlığı olmuştu her zaman. Elinizdeki derlemede okuduğunuz değişik metinlerin de gösterdiği gibi, bütün biçimleri altında devletin ortadan kaldırılması, kaybedecek hiçbir şeyleri olmayan ama kapitalist yaşam koşullarının köklü alt üst edilişinde kazanacakları bütün bir dünya olan kadınlar ve erkekler için hâlâ gündemde.
Bu, yoksulların silâh elde kendilerini savunmaları ve de onları sömürüp ezeni [kapitalist toplumu] yok etmek için bir kez daha saldırıya geçmeleridir. Bu toplumun Yerküre üzerindeki tüm yaşam biçimlerine karşı sürdürdüğü şu her günkü açık savaşın barışçıl ya da silâhsız bir seçeneği yoktur. Sermaye egemenliği altında mümkün tek barış, Bhopal’dan Basra’ya mezarlıkların ve toplu ceset çukurlarının barışıdır. Açıkça söylüyoruz, özellikle şiddet düşkünü olduğumuzdan değil ama sömürü ve baskılar karşısında duyduğumuz derin tiksinti nedeniyle, bütün biçimleri altında toplumsal savaştan yanayız. Önemsizleştirilmiş, sıradanlaştırılmış tüm korkunçluklar, durmadan işledikleri o korkunçluklar, bugün bize bir devlet olarak kurmamızın önerildiği şu “güzel Québec”in sınırları dâhilinde de televizyon ekranlarımızın titrek ışıklarında birbiri ardı sıra geçit yapıyorlar. Dünya çapındaki bu garabet gösterinin sıradanlaştırılması, toplumu oluşturan bütün toplumsal ilişkileri doğal ve vazgeçilmezmiş gibi sunarak bu toplumun içindeki her çatışmayı insanî duygulardan yalıtmayı hedefleyen kapitalist mantığın ayrılmaz parçasıdır tam da.
Iraklı şûraların mücadelesi, “özel koşullar”la hatta bölgenin “geri kalmışlığı”yla açıklanabilecek bir acayiplik değildir. Bunu söylemek, burada [Québec’te] ve başka yerlerdeki tüm demokratların yaptığı gibi, kara çalmaya bir de hakaret eklemektir. Bu ayaklanmaların bilinmemeleri ve gizlenmeleri tesadüfî değildir, tersine, Saddam’dan Bush’a bütün şu birleşmiş güçlerin şûralara karşı mücadele etmiş olmaları, tam da bu şûraların istemleri ve eylemleri yüzündendir. Her kısmî hareketi nihaî mücadelenin başlangıcıyla özdeş tutan şu bilinen solcu kuruntulardan uzak, güçlük, bu ayaklanmaların onlarca yıldan beri nihayet ortaya çıkan en yoğun dönemlere, sınıf mücadelesinin tanımış olduğu en yoğun anlara ulaşmış olduğunu görmektir.
En radikal halkçı istemlerin taşıyıcıları olan bu şûralar, bulundukları bölgeyi hatta insanlığı bugünkü sefalet içinde tutanın [kapitalizmin] temellerini bile sarstılar.Ne aldatıcı [mitleştirilmiş] bir mücadele ne de müzeye kaldırılması gereken tarihin rastlantısal bir aksaklığı olmayan şûralar çerçevesinde örgütlermiş ıraklı kadınların ve erkeklerin bu örnek savaşımları, aslında Londra’da, Cezayir’de veya Varşova’da proleterler tarafından yürütülen mücadelelerle birleşiyor. Demokrasinin toplumsal bakımdan etkisizleştirme [pacification] bütüncül erekleri, içimizden çıkan bütün mücadele topluluklarını engellemeyi ve zayıf bile olsa bütün isyan eğilimlerini zararsız kılmayı hedefliyorlar. Bu belgeleri kamuya açarak göstermiş olduğumuz bu tepki, başka şeylerin yanında, söz konusu toplumsal etkisizleştirmeye karşı bir tepkidir. Sertliğin mücadele için kaçınılmaz olduğu yerde yaşamın da sertleşmesinin zamanı çoktan gelmiş demektir.
Kapitalizm tarafından katledilmiş ıraklıkardeşlerimizin ve bacılarımızın bu savaşımı, insanlığın tarihöncesinden çıkmak için yürüttüğü mücadeleleri belirleyen kaçırılmış randevulardan biridir. Ama unutmayalım ki şûralar, – ıraklı isyancıların konseylerinde de ifadesini bulmuş olduğu üzere hareketlerinin açık bilincinde olmaksızın tastamam aynı hedeflere ıraklı kardeşlerinden daha az saldırmamış olan batılı, afrikalı, endonezyalı ya da başka bölgelerin isyancıları gibi – zorun zoru koşullarda örgütlemeyi, camilere, belediyelere, hapishanelere, karakollara, bankalara ve ticarethanelere saldırmayı da bildiler. Bu geçici yenilgilerinin ötesinde aynı doğrultuda devam etmek artık bize düşüyor. Uluslararası dayanışma için yapılan kof çağrıların gelecekteki mutluluktan dem vuran tüm anlayışlardan uzak, ıraklı şûraların bizleri sorguladıkları nokta, etkin ve doğrudan bir savunma ve bir dayanışmadır daha ziyade. Mücadelelerini çevremizde duyuralım ve şu bombok toplumu reddeden her harekette buluşup birleşelim. Şu Köhne Dünya’nın ekranları, her tarafta aynı görüntüleri yani zaferinin görüntülerini aktarıyor… kanal değiştirmek nafile!
Kısacası devletsel, tecimsel [metasal, kapitalist] basınsal vs. zehirleme, mutlak egemen olarak hüküm sürmekte. Bütün bunlar, yaşanacak bir yaşamın yalnızca uyduruk mu uyduruk bir taklidi olması için durmadan sömürülmüş, ezilmiş ve köreltilmiş yaşanmışın bir betimlenmesi, bir temsilidir yalnızca. Zenginliklere el koyup sahiplenmenin bugünkü en modern koşulları, her tarafta dizginsiz kapitalizmin en karanlık yıllarının yoksulluğuna ve sömürüsüne varan bir yoksullukla, bir sömürüyle atbaşı gidiyor. Sınıf mücadelesi, karşıtı olduklarını iddia eden şu üniversiteli toplumcu aynasız takımına rağmen hâlâ mevcut. Yuppi banliyölerinin [kent dışı “mutena” semtlerin] zahirî sükûneti altında ve yoksul halka özgü semtlerimizin sefaletinde bir tek kıvılcımın yeniden tutuşturabileceği toplumsal bir kor yatmakta. Bura [Kanada] şûraları her ne kadar bir başka isim alacak olsalar da, aynı hedefleresaldıracaktır, çünkü düşmanları aynı olacaktır yani bilinen baskıcı güçlerden devletlerinin içinde ittifak kurmuş olanulusalcılara kadar sermayenin bütün bekçi köpekleri. Bu andan itibaren açık olmak gerekir: biz, bütün biçimleri altında devletin ortadan kaldırılmasından yanayız. En radikal hatta silâhlımücadeleler, yaşam koşullarının“komünist” bir yönde ilerleyen gerçek bir değişiminin ilk adımlarını atan toplumsal mücadeleler, ister Irak’ta ister burada cereyan etsin, bizim mücadelemizdir.
Kısacası bizler dâhilî düşmanlarız…
Kahrolsun Québec! Kahrolsun Irak!
ŞÛRALARI DESTEKLİYORUZ!
EK
O dönemde, savaşın öngününde Paris’te dağıtılmış bir bildiriden…
Toplumsal barış denilen şey, toplumsal budalalığın daniskasıdır!
Saddam, Bush ve uşakları tarafından rehin alınan halkları vuran bu savaşın düşmanlarıyız: bu, şu amerikan jandarmasının güç kullanarak dünya düzenini korumayı üstlendiği bir savaştır; bu, akacak onca kanı ve yitirilecek nice canı devasa bir video oyunu zevahiri arkasında gizleyen hiç görülmemiş yoğunluktaki ideolojik bir savaştır.
Ama biz, Fas’tan Seylan’a, Gürcistan’dan Amazon ormanlarına kadar uzanan sayısız katliamları gerektiren “barış”ın da düşmanıyız: bu, milyonlarca kadının, erkeğin ve çocuğun sömürüsüne ihtiyaç duyan bir barıştır; bu, kapitalist toplumsal ilişkiler denilen şu herkesin herkese karşı savaşına dayanan bir “barış”tır; bu, tutkuya ancak insanlıktan uzak metasal ifadesi içinde izin verilen bir uygarlığın barışıdır.
Şu kutsal birliğin [Irak’a karşı oluşturulan Koalisyon’un] yıldırganlığına karşı, bizleri pusuda bekleyen suça iştirak ettirme girişimlerine karşı, şu savaş yanlısı rezil takımına ve samimi ya da duruma uyan barış yanlılarına karşı… kısacası bu savaşa karşı bir savaş yürütmek için:
* herhangi bir sınırın öte yanında düşmanları olmayan, savunulacak vatanları olmayan ve dahi düşmanımızın – arap ya da batılı – diğer kişi olmadığını, ama yaşamlarımızı elinde tutan – demokratik ya da değil – bütün devletlerin olduğunu söyleyen kadınlardan ve erkeklerden yana olacağız;
* tek ve gerçek düşmanımızın sermayenin toplumsal barışına başkaldıran değişik grupların çabalarının eşgüdümleşmesini seçeceğiz.
Bu düşünceleri benimseyenleri 26 Ocak 1991’de yapılacak olan savaş karşıtı gösteride “Savaşı baltalamak için barışı baltalamak gerek!” pankartı arkasında toplanmaya ve savaşa karşı isyankâr komiteler oluşturmak amacıyla ilişkiler kurmaya çağırıyoruz.
İÇ-DÜŞMANLAR EŞGÜDÜMÜ
ŞUBAT 1991 SONUNDA BÖLGEDE DURUM
«Eski toplumun hâlâ becerebildiği en soylu yiğitlik çabası, ulusal bir savaştır. Ve şimdi, savaşın hükümetlerin sınıf mücadelesini ertelemeye yönelik katıksız bir aldatmaca olduğu kanıtlandı; sınıf mücadelesi bir iç savaş biçiminde patlar patlamaz sınıf hâkimiyeti artık ulusal üniforma altında saklanamaz, ulusal hükümetler de proletarya karşısında tek bir blok oluştururlar.» Karl Marx, “Fransa’da İç Savaş
(1871)”