Otuz Bir Yıl Önce, Otuz Bir yaşında Kaybettiğimiz Bir Devrimci: Aydın Erol
Cemalettin Canlı, Aydın Erol Kitabı-Merhaba Yavuz, Notabene, 2018
Sol içi bir çatışmada kaza kurşunuyla hayatını kaybetmiş devrimci balet Aydın Erol’un biyografisi. Cemalettin Canlı, çok sayıda arkadaş ve akraba tanıklıklarına başvurarak Aydın Erol’un canlı bir portresini çizmiş bu kitapta. Kitap küçük ama emek büyük. Aydın Erol’u, teknik becerilerini devrimci hareketin hizmetine koşan cevval ve pratik yanıyla Ulaş Bardakçı’ya, fiziğiyle ve sanatçı duyarlılığıyla da Erkan Yücel’e benzettim. Onları da genç yaşlarında kaybetmiştik.
Çok çocuklu bir öğretmen ailesinde büyümüş Aydın Erol. Aile, ana babayla ve ağabeyler ve bir ablayla topluca solda yer alıyor 1960’larda, hepsi de TİP sempatizanı. Kardeşlerin her biri okuyup bir mesleğe intisap ediyor. Aydın’ın tercihi ise sanat oluyor. Bir akrobat çevikliğine sahip. Konservatuvar’a gidiyor ve balet oluyor. Aynı zamanda bir Dev-Yol militanı.
Kitapta başarıyla resmedilen kısa ömrünün aşamalarını burada özetleyecek değilim elbette. Bu kısa tanıtma yazısında üzerinde durmak istediğim nokta, Aydın Erol’un trajik ölümü. Kitabın son bölümünde, tam anlamıyla “pisi pisine” denecek bu ölüm olayının ayrıntıları anlatılmış. Bu ayrıntılardan, üzerinden bu kadar uzun bir zaman geçtikten sonra bazı sonuçlar çıkartmamız mümkün olabilir mi? Bence olabilir.
Kitaptan, Aydın Erol’un ölümüyle sonuçlanan çatışma akşamıyla (23 Ekim 1987) ilgili olarak şunları öğreniyoruz:
“O gün Taner Akçam’ın doğum günüdür… Akşam saatlerinde, Hamburg’un yabancıların yoğun olarak yaşadığı Sternchanze semtindeki Emek Restoran’da bir grup arkadaşıyla doğum günü kutlamasına başlamışlardı.” (s. 136)
Akşam saatlerinde, Türkiye’deki grevci işçilerle dayanışma bildirisi dağıtan ve bu arada işçilere yardım toplayan üç kişilik bir grup gelir restorana. Gelenler, o sırada Dev-Yol’la aralarında bir hayli çekişme ve gerginlik olan “Dev-Sol” grubuna dahil gençlerdir. Dağıttıkları bildiri ise, PKK’ye bağlı bir kitle örgütü olan “Feyka”nın da imzası bulunan ortak imzalı bir bildiridir. “Bildirinin altındaki imzaya itiraz kısa süreli bir gerilime yol açsa da (abç, G.Z.) mekân sahibinin müdahalesi gerilimin tırmanmasını önlemiş ve bu aşama gelenlerin restorandan ayrılmasıyla sonuçlanmıştır.” (s. 136)
Burada biraz duralım. Yazar, ilk olayı biraz hafif geçmiş gibi geldi bana. Yukarıda altını çizdim bu hafif geçmenin. Ama ne kadar hafif geçilirse geçilsin, ortada tuhaf bir durum vardır. İmzaya neden itiraz edilir ki (bu ilerde biraz daha açılacaktır)? Bildiriyi yayınlayan siz değilsiniz, başkaları. O halde sorumlusu olmadığınız bir bildirideki herhangi bir örgütün imzasına itiraz etme hakkınız da yok ve üstelik yeri de burası değil. O platforma dahil olsaydınız, daha bildiri yayınlanmadan, “bu örgütün imzası olmasın” diye itiraz edebilirdiniz. Bildiri yayınlandığına, imzayı atan örgütler imza atanlar konusunda mutabık kaldığına göre size söz hakkı düşmez artık.
Yoksa bu imzanın bulunduğu bildirinin o restoranda dağıtılmasına mı itiraz edilmiştir? Evet, restoran sahibinin böyle bir hakkı vardır. “Bu bildirinin restoranımın içinde dağıtılmasını istemiyorum” diyebilir. Fakat anlaşılan, eğer bildirinin dağıtılmasına itiraz edilmişse, bunu yapan restoran sahibi değil, masada bulunan birileridir. Oysa onların böyle bir hakkı yoktur. Yapabilecekleri tek şey, “hoşlanmadıkları” bildiriyi almamak olabilirdi. Elbette bildiri almamak diye bir hak vardır ama anlaşıldığı kadarıyla olay bu kadarla kalmamış, yazar açıkça söylemese de masadakiler, söz konusu imza dolayısıyla bildirinin dağıtılmasına itiraz etmişlerdir. Bu, açıkçası örgütler arasındaki düşmanlığı körükleyen, ayrıca sansürcü bir tutumdur. Böyle hareket ettikten ve vazo kırıldıktan sonra “sol içi şiddet”ten şikâyet eden bildiriler yayınlamak (kitabın sonunda bu bildirilerden birkaçı ek olarak verilmiştir) beyhudedir.
Adım adım devam edelim.
Taner Akçam’ın anlatımı olayı biraz daha açıklığa kavuşturmaktadır. “Taner Akçam şunları ifade etmektedir: ‘Bildiri dağıtmak için bir grup geldi. Bildiriye altındaki imzadan dolayı itiraz ettik. “Siz bizim kim olduğumuzu bile bile böyle bir bildiri dağıtamazsınız” (abç, G.Z.) dedik. Gerilim tırmanmadan mekân sahibi devreye girdi ve onları mekândan gönderdi.” (s. 136)
Taner’in bu sözleri durumu biraz daha açıklıyor. Demek masadakiler, bildirinin “kim olduklarını bile bile” dağıtılmasına itiraz etmişlerdir. Ne var ki, bildiri dağıtma hukukunda böyle bir şey yoktur. Yani, “altında imzası bulunan bir örgütle hasmane ilişkiler içinde bulunanların olduğu yerde bildiri dağıtılamaz” diye bir kural yoktur. Tersine, bildiri veya bir başka yolla görüş yaymanın hiçbir gerekçeyle engellenemeyeceğidir kural olan. Taner Akçam ve arkadaşlarının böyle bir durumda yapacağı tek şey, daha önce de belirttiğim gibi, bildiriyi almamak olabilirdi. Bunun yerine bildirinin dağıtılmasına “itiraz” etmeleri, yani açıkçası engel olmaya çalışmaları bir özgürlük ihlalidir.
Öte yandan, karşı tarafın anlatımı, olayın basit bir “itiraz” olmayıp, açıkça engelleme olduğunu göstermektedir. Cemalettin Canlı, iyi ki onların açıklamalarına da yer vermiş:
“Ortak imzalı bildirinin altında Kürt yurtseverlerinin imzalarını gören eskinin DY’lisi, şimdilerin ‘Sivil Toplumcuları’ bildirileri dağıttırmayacaklarını belirtiyorlar. Ortamın gerginleşmesi üzerine, Dev-Gençliler [yani Dev-Sol’cular, G.Z.] herhangi bir olaya sebebiyet vermemek için (abç, G.Z.) bildirilerini dağıtmadan, grev bağışı toplamadan lokali terk ediyorlar.” (s. 136)
Birinci nokta, demek “itiraz” denerek hafifletilmeye çalışılan şey, açıkça bildirinin dağıtılmasının fiilen önlenmesiymiş.
İkinci nokta, yukarıda altına çizdim, madem herhangi bir olaya sebebiyet vermemek için lokali terk ettiniz, neden gece yarısı lokale yeniden döndünüz? Bunun bence tek cevabı var: herhangi bir olaya sebebiyet vermek için! Oraya geleceğiz.
Üçüncü bir nokta, belki doğrudan olayla ilgili değil ama karşı tarafın olayı anlatırken “eskinin DY’lisi, şimdilerin sivil toplumcuları” gibi ideolojik dokundurmalarda bulunması, tipik solcu bel altı vuruşlar gibi geldi bana.
Aydın Erol o gece yarısına doğru Göçmen dergisinin mizanpaj çalışmalarını bitirdikten sonra doğum gününü kutlayan topluluğa katılmıştır. Aydın Erol’un topluluğa katılmasından kısa süre sonra, bildiri meselesinden dolayı daha önce restorandan ayrılmış olan grup, belli ki “herhangi bir olaya sebebiyet vermek için” yeniden restorana gelir. Kitapta aktarılan, Yeni Çözüm dergisinin bu konudaki açıklaması hiç ikna edici değil: “Sivil Toplumcuların içkilerini bitirip lokalden ayrılmış olduğu düşünülerek bağış toplamak amacı ile bu kez lokale beş kişiyle giriyorlar. Ancak Sivil Toplumcu grubun lokalden ayrılmadıkları, içmeye devam ettikleri görülüyor.”
Yeni Çözüm dergisinin “içme” konusuna bu kadar vurgu yapması da bana kalırsa bir başka bel altı vuruş ama bunun üzerinde durmayalım. “Sivil Toplumcu” grup artık “içkisini” bitirmiştir de çıkıp gitmiştir diye düşündükleri için yeniden gelmişler. Hadi, eskisine göre biraz daha kalabalıkça gelmiş olmalarının üzerinde fazla durmayalım da, madem bu “sivil toplumcu” “ayyaşların” içkilerini bitirerek çekip gitmediklerini gördünüz, o zaman neden içeri girip “herhangi bir olay çıkmasına” bile bile sebebiyet verdiniz be kardeşim!
Kitap, İbrahim Çınar’ın anlatımıyla devam ediyor: “Dev-Solcular gelince yeniden harala gürele oluyor tabii. Dağıtırdın dağıtamazdın vesaire. Aydın hemen Dev-Solcularla bir ilişki kurmaya girişiyor. Bu defa Dev-Solcular da hazırlıklı gelmişler. İtişme kakışma, vuruşma derken silah patlıyor. Geç bir vakit Aydın’ın vurulduğunu ve hastaneye kaldırıldığını öğrendim… Taner ‘Aydın’ı kaybettik’ dedi.” (s. 137)
Bu anlatımda da bir tuhaflık var: “Silah patlıyor.” Nasıl yani? Orada bir silah varmış da kendiliğinden mi patlamış? Anlatımda herhangi bir süjenin belirtilmesinden kaçınıldığı kesin. Peki neden? Çünkü ilk elde silahı kimin patlattığına karar verilmemiş. Ardından Dev-Solcuların patlattığına karar veriliyor ve bu yönde açıklamalar yapılıyor. Fakat kısa sürede gerçek ortaya çıkıyor. Patlayan silah, Dev-Yolculardan Yılmaz Ulusal’a aittir ve o kargaşalıkta mermi kaza sonucu gelip Aydın Erol’un kafasına saplanmıştır. Elbette ortada kesinlikle bir kasıt yoktur ve belki de bu talihsiz olaydan en büyük acıyı Yılmaz Ulusal çekmiş olmalıdır ama hepimizin sorması gereken bir soru hâlâ ortada durmaktadır: Solcular arasındaki bir tartışmada ya da çatışmada silahın ne işi vardır, neden çekilir, neden ateşlenir?
Bir devrimcinin kaza sonucu değil, sol budalalık sonucu ölümü!
Gün Zileli
7 Ağustos 2018
Yazınız için teşekkürler, aydınlatıcıydı.
okuduğunuz için ben de size teşekkür ederim.
Herhangi bir grup ya da partide bulunup da yapılan tüm yanlışlara rağmen “aidiyet hissi”ile hareket etmek başka budalalılıkları da beraberinde getiriyor…Budala diye de açıklanmaz bu ya neyse….Yetersiz olmanın getirdiği kızgınlığın şiddet denemesi ile dışa vurumu….Aslında o günlerden bu güne çok da fazla bir şey değişmedi..Gruplarda üç-beş tepe noktasında olan adamın sözü geçiyor….Yetersizlik başa dert…Oyuz yıl önce olan biten ve ölümle sonuçlanan olaya çok üzüldüm…Sözün sonu..
Hocam, “mizampaj” değil de, Fransızca “mise-en-page”dan geldiği için “mizanpaj” olacak. Ukalalık olsun diye değil, dilde titiz olduğunuz için… Vahim bir anekdot, güzel bir duruş sergilemişsiniz yine…
hemen düzeltiyorum. çok sağol.
Bu yaziyi okuyup biraz dusundum.. ve sagci olmak gerektigi fikrim pekisti.
Solcunun [*] da sag olanini/kalanini tercih etmek anlaminda.
[*: Kendilerine ‘solcu’ diyenlerin ‘solcu filan olmadiklarini, sadece ‘muhalif’ olduklari malum; sag olsunlar.]
Unutulan su: olay bu kadar acikken DY liler aylarca Aydin Erol yoldasimizi DS liler vurdu diye propaganda yapmasi, tipki MLKP lilerin Cepheciler yoldasimizi basindan vurup öldürdüler diye propaganda yapmasi gibi (yoldaslari ölmedi ve beni cepheciler vurmadi diye aciklama yapti)
Amerika ile ara aciliyor, baska stratejik müttefikler araniyor, Maduro ile ara iyi, Sermaye kontrolunden bahsediliyor yerli ve millilik nutuklari atiliyor, tanrim yoksa Islamci Tayyip eliyle bir MILLI DEMOKRATIK DEVRIM olabilirmi diye düsünmüyorsa Perincek ne olayim:)
Amerikaya karsi Milli birlik adina AKP iktidari desteklenemez. Halkin ve AKP nin hickimseye karsi birlik olmasini gerektirecek ortak çikari yoktur minvalinde konusan Merdan Yanardagi kutlamak gerekmiyormu ortaligi milli birlik edebiyati sarmisken?
Emperyalist ABD’ye karşı Führer’inin yanında savaşmış bir II. Dünya Savaşı gazisi olarak, kardeş Türk halkının da bugün Başkan’larının yanında aynı onurlu antiemperyalist savaşın neferleri olarak yerlerini almaları gerektiği görüşündeyim.
ABD’nin, II. Dünya Savaşı öncesine ve hatta savaşın ilk yıllarına kadar Nazilerle yakınlaşmasına ve onların önünü açmasına rağmen daha sonra onlarla savaşması riyakarlığın daniskasıdır.
Oysa, o zamanlar adı Muhterem Hocaefendi’nin Cemaati olan emperyalizm maşası FETÖ ile savaşan AK Parti iktidarının, daha önce, o zamanlar “terör örgütü mensupları”, şimdiyse “kumpas mağdurları” denen Ergenekoncu ve Balyozculara karşı Cemaat ile işbirliği yapmış olması dünyanın en doğal ve mazur sayılması gereken bir şeyidir.
Anti Emperyalist Alman Gazisi, yemedik benzetmeni. 🙂 Amerikan Emperyalizmine karsi baska bir Emperyalizmin neferi olmussun. Bugünde Amerika ile isbirligini mesrulastirmak icin aklin sira bize tarih örnegi veriyorsun. O yuzden sizi ve Reisi kukla gibi oynatiyor Amerika . Cik kendi topraklarindan Menbicten diyor cikiyorsun, git Suriyenin Petrol alanlarini isgal et diyor ediyorsun, adini degistir icinde demokratik olsun diyor degistiriyorsun. Devrimciler bu ucuz benzetmeleri yutmazlar. Gunumuzun saldirgan Emperyalisti ABD dir. Sadece Anti Emperyalist olmak icin Reisi ve onun Turkiyesini desteklemek gerekmez, tipki senin Suriyede ABD isbirlikciligini desteklemenin gerekmedigi gibi. Bilale anlatir gibi anlattik bilmem anladinmi?
Suriye deki Isbirlikciliklerini ikinci dunya savasi ornegiyle aciklamaya kalkisan zevata duyurulur. Bugün Suriyedeki kürt hareketinin durumu Ikinci dunya savasindaki Hirvatlarin durumuna benzer. Ulusal Kurtulus icin bas saldirganla isbirligi, diger bir Isbirlikci Sirp Kralcilariyla celiski, sonucta ikiside buyuk abi bas saldirganin aparatlari. Tayyip ABD celiskisinden Anti Emperyalizm cikaran Ulusalcilar ile, ayni celiskiden aha Amerika Tayyip i dövüyor demekki bizim buradan bir Ulusal Kurtulus cikarmamiz mesrudur demek ayni yanlisa ve ahlaksizliga dayanir.
Tito kadar olamadiniz .O aparat olmadi. Siz aparat oldunuz Suriyede.
RTE sanki Nato dan cikariz haa demis gibi yapinca ,kendine Ulusalci diyen ne kadar CHP li eski Devlet burokrati varsa aman diye atladilar, vay arkadas meger Mustafa kemal in partisi Amerika dostumuz feda olsun postumuz diyen Nato cularla dolu imis iyimi. E yahu ona buna neden vatan haini bölücü diyor AKP nin nesini begenmiyorsunuz ey CHP liler?
Tanrim Turkiye ABD iliskilerinin efendi usak iliskisi oldugu acik iken, Turkiyenin çin ile iliskilerinin seviyesi belli iken ABC gazetesinde çin in Emperyal heveslerinin çok büyük bir tehdit oldugunu söyliyen Prof Ulusalciya ne denir? Genlerine Amerikancilik islemis inorganik ABD ajani denir.:)
Avrupaya seyahat etmis yada bir dönem mülteci olarak yasamis sol, muhalif àydin`in Avrupa AB Bati hayranligindan `Demokratik Bati uygarligi özlemli(emperyalist sömürü iliskilerini unutarak) söylemle güya muhafetini görünce önce tiksiniyor sonra AKP bin yil daha iktidarda kalir diyorum.
Ulkede en keskin en Dogmatik en devrimci Marxist Leninist örgütlerin Lider kadro tiplerinin Avrupaya cikinca Emperyalist sömürü iliskileri ile yaratilan Isci sinifi aristokrasisinin ideolojilerine nasil fit olduklarini gördükce, Ulan amma Ciplak kralimiz varmis demekten alamiyorum kendimi. Hepsinin bilinc alti utopyalari , muhalif soylemlerinin gelistigi hat, Kapitalist Demokratik avrupa degerleri?
sevgili gün zileli ,en son söyleyeceğim sözü en başta söyleyeyim taner akçam için ölmeye değer mi.farklı bir örnek vereyim,ödp ödp olma özelliğini kaybettiği anda girmesede olabileceği bir seçime girdi, bir genç bildiri dağıtırken bir kahvede karşıt görüşlüler tarafından öldürüldü. namaz kılamıyorum, babam her canlı ölümü tadacak yazdırdı,bu dini bir şey eleştirilemez diyen ufuk uras için değer mi.bir bağımsız aday için seçim çalışmasına katıldım. büromuzu açtık, ben bildiri istiklal caddesinde toplam 5 tane dağıttım. bu istiklalden geçen 5 tanıdığıma verdiğim bildidiriydi.burdan büroda çay yapmaya başladım, bildiri dağıtamıyordum.sonuçta gerekenden fazla oyla seçildi arkadaşımız.bu insanı üniversitede karşımızda olan arkadaşla gördüm, daha yemin edilmemişti.daha sonra seçilen arkadaş postacılığa merak sardı, bazende mecliste onu öyle demezler diye ünleniyordu.yanındaki arkadaşın kız kardeşiyle aynı sınıftaydık, akp kurucusu oldui şimdi üniversiteden khk ile atıldı.akp kurucusunun başına bu geliyorsa başımıza ne gelmez?ödp nin ilk seçiminde güya devrimci olan kocamustafapaşada yasal seçim afişi asıyoruz. izin alınmış halkımız asmamıza karşı çıkıyordu,halkımız dua edelim hep sağa kayıyor, başına gelen herşeyide soldan biliyor. bu cinayeti ikibine doğru dergisinin kapak yapmasından hatırlıyorum.sanılanın aksine sol içi çatışmada epey insan ölmüş ve yaralanmıştır.sol türkiyede iktidar olamadı, stalin döneminde kurbanların sayısı milyonları aşmıştır.türkiyede bir parmağın etkisi olmuş bir yerden sonrada parmağada pek gerek kalmamıştır.bazı insanlar herşeyin sorumlusu taner akçam a bağlamakta, başka bir grup herşeyi nabi yağcıya bağlamakta, yda ufuk uras a, sizde sanırım doğu perincek e.tabiki etkileri vardır ama bunların herşeyi açılayamadığa bir gerçek. tıpkı stalin gibi.sevgiler, saygılar.
24 Haziran devrimcisi Necip naaptın bozdurdun mu dolarlarını?
Yoksa Japonya havaalanından etkilenip japon tahvillerini sattıran amerikalı fon yöneticisi arkadaşın tiyo vermedi mi sana?
Sende “sağ” ol, sana da tanrı uzun ömür versin, sağ ol ki kutsadığın 24 haziran devriminin sonuçlarını görmeye, izlemeye, yaşamaya devam et…
Ülkeden kilometrelerce uzakta bir alman şehrinde dandik bir restaurantta yaşanan bir alan hakimiyeti kavgası ve şeflerin egosu neticesinde büyüyen tartışmada kaybedilen gencecik bir insan, bir devrimci. Ne kadar yazık. Yoldaşları tarafından hayatı çalınmasaydı, 9 Kasım 1989’u görseydi, aynı zamanda bir sanatçı olarak belli ki yerinde yaşayacaktı tarihi, neler düşünür neler hissederdi acaba, yada bugünleri yaşamaya devrimci heyecanı yetecek miydi…
Ingiliz Emperyalizmine karsi Nazi isbirlikcisi olan Hintli ULUSAL KURTULUSculari gunumuzde kime benzetilebilinir acaba??:)
“24 Haziran devrimcisi Necip naaptın bozdurdun mu dolarlarını?”
Dolarlarim var mi yok mu, sormamissiniz. Sorsaydiniz, cevabim ‘yok’ olurdu gerci, o ayri.
Ote yandan, olsaydi da, bozduracak filan degildim. Degildim, cunku ‘yastik altinda’ olmazlardi; bankacilik sisteminde oldugu muddetce, ha bozdurmussunuz, ha bozdurmamissiniz; fark etmez.
“Yoksa Japonya havaalanından etkilenip japon tahvillerini sattıran amerikalı fon yöneticisi arkadaşın tiyo vermedi mi sana?”
Yazmis miydim, hatirlamiyorum. Ama, o fon sahibi, bir gun, aniden o koskoca fonu tasfiye etmege karar verdi (yillar once). Orada calisan arkadas da simdi bambaska bir konuda calisiyor. Tuyo verecek bilgiye erismesi soz konusu degil.
[Eminim, siz de, bu kadar ilgilendiginize gore, benim adima uzulmussunuzdur 😉 ]
“kutsadığın 24 haziran devrimini”
Gene yanlis anlasilmis. Ben, kutsuyor degilim. Konunun da kutsamakla alakasi yok. Ben, sadece olan bitenin adinin dogru durust konulmasina yardimci olmak istedim.
“Ne kadar yazık.”
Aynen…
‘Alan hakimiyeti’ denen seyin silahla, kaba kuvvetle elde edilebilecegini sanmak ne buyuk bir yanilgidir..
Insanlara meraminizi/fikrinizi anlatmak, kabul ederlerse amenna; etmezlerse de anlatmaga devam etmekten, tartismaktan daha iyi bir yol dusunemiyorum.
“Yoldaşları tarafından hayatı çalınmasaydı, 9 Kasım 1989’u görseydi, aynı zamanda bir sanatçı olarak belli ki yerinde yaşayacaktı tarihi, neler düşünür neler hissederdi acaba, ya da bugünleri yaşamaya devrimci heyecanı yetecek miydi…”
‘Devrimci heyecan’ cok mu onemli?
Bence degil.
Onemli olan yasamak.
Hatta gecenlerde birisi sormustu. Zor bir soruydu.
Verebilecegim en iyi cevap da su olabilmisti: ‘Mutluluk’ yasamaktir.
O kadar.
Daha fazlasi degil.
Cunku, sadece yasayanlarin mutlu olmak ihtimalleri var. Garanti degil, tabii ki, ama, bu ihtimal var. Yasamayanlar icin ise yok.
Samir Amin in ölümü üzre;
Sapkaya CHE silueti yapistirip demokratik Avrupa degerlerinin sözcüsü olmak Patrice Lumumbayi unutarak.
Bunlar bile söylenebildi, hem cehalet hem ihanet dolu…
`Latin Amerika gerilla hareketinin en büyük yanilgisi anti Amerikan olmasiydi, Dogru olan Amerikayla iliski kurup Ispanyol sömürgeciligine karsi savasmakti.`
Mustafa Karasu (PKK önder teorisyeni)
Sapina Kadar Ulusalci Etnikci olanlarin Ulus devletin asilmasindan bahsetmesi beni gerçekten çok etkiliyor.:)
Yasamak ne pahasina olursa olsun yasamak? Yada ölüm sevdalisi olmak ?
Yada GEREKTIGINDE ölümü göze alabilecek bir sekilde yasamak…?
Hazcilik ile Mutluluk karistirilmiyorsa eger kim daha mutlu yasamistir Giordano Bruno mu? Galieo mu?
Mutlu ram etmis aptallar ve Isyankar akillilar?
Ne pahasina olursa olsun yasamak, itaatkar mutlu bir köpege çevirir kisiyi, ben bu yüzden çok severim kedileri:)
Mutlu bir papagan
https://tr.sputniknews.com/yasam/201808151034764642-ingilterede-papagan-kendisini-kurtarmaya-calisan-itfaiyecilere-kufur-etti/
Ahmat Aslanin yorumuna bakarsak sanki Aydin Erol bir serseri kursuna kafa atmis?
Heybeliadali Ahmet Aslan in mantigina göre Aydin Erol kendini serseri bir kursuna öldürtmemek icin illa yasamayi secmeli oyle tehlikeli mekanlarda bulunmamali Heybeli adada kesis gibi mutlu mutlu yasamaliydi.
“Kimi insanlar vardır, daha doğarken hasta ve sakat olarak doğarlar, kimi uluslar da öyle. Alman Emperyalizminin Hint yolu ve Rusya’yı güneyden çevirme planlarının ihtiyaçlarına uygun bir uydurmadır Orta Asya Türklüğü.”
– Demir Küçükaydın
Bu iflah olmaz ve tedavi kabul etmez hastanın hangi oligarşi, yani halkı sürü sayan “yapay” bir oligarşi mi, yoksa “halk neylerse güzel eyler” diyen popülist ve “doğal” bir oligarşi tarafından mı yönetildiklerinin hiçbir önemi yoktur.
Nitekim, eski oligarşiyi yerinden eden yeni oligarşi de “tedavi kabul etmez hasta”ya şifa veremedi.
Veremezdi de.
“Ne pahasina olursa olsun yasamak, itaatkar mutlu bir köpege çevirir kisiyi, ben bu yüzden çok severim kedileri :)”
Ailesinin mensuplari arasinda hem kediler hem de kopekler olmus birisi olarak sunu soyleyebilirim: Siz kedileri daha cok seviyor olabilirsiniz; ama, bu duygunun karsilikli oldugunu saniyorsaniz cok yaniliyorsunuz.
‘Ne pahasina olursa olsun yasamak’ konusunda da buyuk konusMAmak lazim, bence.
‘Viran olasi hanede evlad u ayal var’ lafini akilda tutmakta fayda var…
Sirf coluk cocugu (ya da sevdigi) icin baskalarina kul kole olan, olmak zorunda olan, insan sayisi hic de az degil –hem erkek, hem de kadin…
Bu tur fedakarliklari yapan bu insanlarin buyuk bir kismi da mutludur –hayatlarinda tur fedakarliklari yapmaga deger bulduklari birileri oldugu icin.
Bilmediginiz, sahit olmadiginiz, tecrube etmediginiz herseyi tepeden bakarak tahkir etmek hakkini kendinizde gormenizi uzucu buluyorum.
“Hazcilik ile Mutluluk karistirilmiyorsa eger”
Benim baktigim yerden, ‘hazcilik’ (‘hedonism’) ‘mutluluk’ ile karistirilmasi mumkun olmayan iki apayri sey.
‘Hazcilik’, bence, bir iptila/bagimlilik/addiction. Karsilanmadigi andan itibaren kisinin mutsuzluguna yol acan bir illet.
Halbuki, ‘mutluluk’ dedigimiz sey, varken pek de farkina varilmayan bir hal, bir tur gaflet hali.
O yuzden, ‘su anda mutlu muyum?’ sorusu da bence anlamsiz. Anlamli oldugu durumlar gecmiste kalmistir –‘geriye donup baktiginda mutsuz degildiysen, mutluymussundur’ yani 🙂
“kim daha mutlu yasamistir Giordano Bruno mu? Galieo mu?”
Bu soruda benim ilginc buldugum sey, Giordano Bruno diye bir ismi zikretmis olmaniz (Galileo da ilginc, ama daha az ilginc).
Ilgincligi surada: Giordano Bruno ismini Google’da areattim. Bulabildigim kaynaklarin cogunlugu Turkce idi. tr.wikipedia’da baslik acilmis. Ingilizce wikipedia’da var; ama, arama sonuclarinda coook altlarda –yani, pek de kimse arayip sormuyor anlasilan.
Bu zat-i muhteremin bizim zihin dunyamizda Batida oldugundan cok daha fazla, yer edininiyor olmasini ilginc buluyorum.
Adam, sonuc olarak, bir kesis. Aristo’dan etkilenmis olan Ibn Rust’ten etkilenmis bir hocasi uzerinden devrin Hiristyiyanligiyla ters dusen bazi fikirler edinmis.
Oyle olmus, boyle olmus; sonunda da engizisyon tarafindan infaz edilmis. Galileo da benzer ama azicik farkli.
Bu zat-i muhteremlerin Avrupa entelijantsiyasinda bir tur kahraman olmasini anlarim (ki, artik pek de degiller; kimsenin umurunda degil artik); ama, bize ne oluyor?
‘Bu topraklar’da ne Ibn Rusd, ne de ondan etkilenen herhangi bir kimse ipe cekilmedi; afaroz edilmedi; kaziga baglanip yakilmadi.
O zaman soru su: Bu isimler bizim icin neden onemli addedilip zihin dunyamiza dahil ediliyorlar?
Bu dublaj kulturu ya da kultur dublaji degil midir?
`Hepimiz ayni gemideyiz`ci tüm `muhalefet`e bir elestirim yok. Evet sizler ayni gemidesiniz ,bu yeni birsey degilki. Hepiniz Reisin gemisindesiniz .Biz o gemide degiliz hepsi bu.
Ayni gemiye binmis muhalefet, imamin kayigina binmis siyasal olarak ölmüs muhalefettir.
Milli birlik adi altinda krizin yükünün emekci yoksul halka yüklenecegi acik iken, muhalefetin ayni gemideyizci aciklamalari ,evet bizde halk düsmaniyiz demekten ibarettir.
Böylesi bir kriz durumunda gercek bir muhalefetin slogani ne ayni gemideyiz ne milli birlik nede iktidara krizden kurtulmak icin akil vermek olabilir ,gercek bir muhalefetin görevi krizin faturasinin halka cikarilmamasi icin bayrak acmak mucadele etmektir.
Kural: Türkiye gibi yeni sömürge bir ulkede Anti Emperyalist mücadele her durumda iktidara karsi mücadele etmektir. Herhangi bir dissal müdahale, neden, öne sürülerek gecici olarak iktidar desteklenemez.
Necip
Ben kediyi seviyorum diye kedinin beni sevmesine gerek yok.
Ben.
Hayvan sevmek, köpek cunki sana sadiktir seni sever ,seni evini malini bekler.Kedi nankördür.
Kadin sevmek karin yapmak, sana bakar , ihtiyaclarini karsilar.
Cocuk sevmek, cocuk yapmak, yaslaninca sana bakar.
cogaltilabilir. gram insani duygu yoktur fayda vardir.
Kedi iyidir iyi:)
“gercek bir muhalefetin görevi krizin faturasinin halka cikarilmamasi icin bayrak acmak mucadele etmektir.”
Bildigimiz populist yaklasim.. ortulu fakat, yine de, populist.
Ozel sirketler, bankalar vs disaridan tonla kredi alip bunlarla getirttikleri ithal urunleri, insa ettikleri daireleri ehven taksitlerle kime sattilar?
Halka.
Degil mi?
Simdi de, fatura halka cikarilmasin’ demek de ne demektir?
Tabii ki halka cikarilacak fatura: Size, bana.. herkese.
Devrimci heyacanı değil tabi ki sadece yaşaması önemli… katılıyorum sana güncel siyasi görüşü ne olursa olsun yaşasaydı keşke,
Oya baydar duvarın yıkılışını Almanya’da yaşamış. Çok etkilendiğini hissettiren hikayeleri ve yazıları vardır. Aydın Erol çok daha heyecanlı, çok daha dinamik biri ve sanatçı duyarlılığına sahip. nasıl bir infial içinde olurdu diye bir anlık merak cümlesiydi sadece benimki…
Haklısın sadece yaşayanların birşeyleri değiştirme kabiliyeti var. Genç ölülerin bu kadar çok olduğu bir ülkede yaşayanları ve yaşamı çok kolay gözden kaçırabiliyoruz
Necip sizde ilkokul duzeyinde Mantik yok .Bundan sonra dikkate almiyacagim sizi. Kendi ilkel örneginiz bile çarpik. özel sirketler disaridan getirdikleri mallari halka sattilarsa halkta satin aldiysa, fiyatini ödediyse bir daha neden ödesin?
Iste bu yüzden son Mültecilik tartismasina baliklama atlanmamasi gerektigini yazmistim bir zamanlar. Artik Devletler kullandiklari unsurlari Mültecilik statüsü altinda gezdirebilmekteler.
https://www.abcgazetesi.com/dunya/ezidi-genc-kadin-kendisini-alikoyan-isidliyle-almanyada-karsilastigini-acikladi/haber-100106
Katil Esad in tek Adam rejiminden ne farkin var eyyy Tayip Erdogan diye muhalefet yaptigini sanan Kemalist CHP li ,katil Mustafa Kemal sözünü sindirebilmeye hazir olmalidir.
“Emperyalist Anti emperyalistler(!)
Türkiye’de (sağ/sol/dinci) “Anti emperyalistlik”,
Emperyalizmin özüne (baskı/sömürü v.s.) yönelik değildir;
Güçlü bir emperyalist devlet olma ve baskı/sömürüden
Daha fazla pay alma hevesidir…”
(Nasname)
Krizin Sorumlusu Sermaye Düzeni ve Onun Efendileridir
15 Ağustos 2018
Marksist Tutum
http://marksist.net/ilkay-meric/krizin-sorumlusu-sermaye-duzeni-ve-onun-efendileridir
“Ekonomik krizin sorumlusu sermayedir, onun temsilcileridir, onun düzenidir. İşçi sınıfı sorumlusu olmadığı bu yıkımın yükünü sırtlanmayı reddetmeli, kendisine kurtuluşu vadeden iktidardan hesap sormalı ve asıl faturayı o, burjuvaziye ve kapitalizme çıkarmalıdır!”
Karadeniz’i Talan Projesinin Sonucu: Sel Felâketleri!
16 Ağustos 2018
Marksist Tutum
http://marksist.net/aylin-dinc/karadenizi-talan-projesinin-sonucu-sel-felaketleri
Krizin faturasını bu sefer patronlar ödesin diye mücadeleye!
Gerçek
Ağustos 9, 2018
http://gercekgazetesi.net/karsi-manset/krizin-faturasini-bu-sefer-patronlar-odesin-diye-mucadeleye
Ok, so you’re an Anti – Balkan Oligarchist June 24 revolutionist?
That don’t impress me much.
“Dersim/Kürdistan’da ormanlar yanıyor;
Taksim/Türkiye’deki 3 ağaç kadar tepki gösterilmiyor;
On binlerce Dersimlinin soykırıma uğramasının
Kemalist “3 fidan” kadar ilgi görmemesi gibi…
Çünkü Dersim Kürdistan’dır…”
(Nasname)
“Necip sizde ilkokul duzeyinde Mantik yok.”
‘ilkokul duzeyinde Mantik’ (ne demekse artik) ariyorsaniz; evet, bende o yok diyebilirim.
“Bundan sonra dikkate almiyacagim sizi.”
Durduk yerde beni uzmenize ne gerek vardi simdi.
Halbuki, benim en buyuk emelim sizin gozunuze girmekti.
“Kendi ilkel örneginiz bile çarpik.”
Emin misiniz?
Bir daha bakin isterseniz.
“özel sirketler disaridan getirdikleri mallari halka sattilarsa halkta satin aldiysa, fiyatini ödediyse bir daha neden ödesin?”
Cok basit: Ozel sirketler bunlari kendi kafalarina uyarak getirtmediler; talep oldugu icin getirttiler. Yani, kimseye zorla fatura kesmediler.
Talebin kaynagi da halk idi, tabii ki. Bu durumda, borcun musebbibi kimdir sizce?
Bakiniz: Bu argumani sadece su sekilde gecersiz kilabilirsiniz:
Ozel sektorun borcunun devletin borcu olmadigini acikca soylemek, yani, borcu yuzunden batanlarin aldigi kredilerin sorumlusunun da kendilerinden baskasi olmadigini soylemeniz gerekiyor.
Ama, oyle yapilmiyor: Muhalefet partileri bile, (birkac bin adedi gecmeyen) ozel sektorun borcunu –sanki devletin borcuymus gibi– bu borctan iktidari sorumnlu tutmaga calisiyor.
Bunun cok ucuz bir populizm olmasinin yanisira, gercegi caarpitmak anlamina da geldigini gormek cok mu zor?
Ozel sektorun borcunu kamu borcu gibi gosterirseniz, tabii ki, bunu kamuya/halka odetmek pesindesinizdir.
Kendilerine ‘solcu’ veya ‘muhalif’ diyenler aynen bunu yapiyorlar.
yanlış karşılaştırmalar.
https://www.abcgazetesi.com/guncel/perincek-ya-erdogan-ile-birlikte-turkiye-gemisindesin-ya-da-amerika-gemisinde/haber-100255
Mücadeleleri ugrunde ölen , öldürülenleri `devrimci Heyecan`ile açiklamak sol yozlasmanin dorugudur.
Aslinda `devrimci heyecan `ile yasanmamasi gercekten yasanmasi karsilastirmasi, bir kisim yasayanlarin , ölenlerle hesaplasmasi, kendilerini ve ölenleri karsilastirmasi. (oysa yanlis bir tartisma bu, hayatta kalmissan kalmissin bir sekilde bu ölenler karsisinda önce arabesk bir ezikligin zamanla , ama onlarda keske `devrimci heyecan `yerine gercegi görselerdi`ye varmasi) Bu ruh hali sadece bizim degil tüm Dünya devrimci Pratiginin yerilmesidir.
Sorun mesela Zileli ye, yasaminda hic ölüm ile burun buruna gelmemismidir? Sorun mesela Zileli ye ölüm ile burun buruna gelebilecegi bir yasami bilincli olarak tercih ettigine pismanmidir?
Su mantiktan yoksun `Devrimci Romantizm`e kapilmasaydi Gezi Ayaklanmasina su yada bu sekilde katilmis her insan, yasamayi öncellese, ölüm tehlikesinden bir satrancci ustaligiyla uzak durmanin hesaplarini yapsaydi, o cok övündügümüz gezi ayaklanamasi olurmuydu? Sizler ya Devrim denen seyi anlamamis yada ondan tiksinir olmussunuz.
Fabrikalardan Mahallelerden çekilmis, kendini birey kimlik sorunlarina vermis eski PISMAN solcunun gecmisin anilarindan bir bicimde kurtulma istegi, ölenler yanlis yoldaydilar `devrimci romantizm `idi onlarinki. Son Durak….
`Devrimci Heyecan`dan arindirilmis bir yasami geride biraksaydi Zileli, kac kitap yazabilirdi ve nasil kitaplar olurdu bunlar?
70 yasinda Zileli, Gezi Ayaklanmasi sirasinda sokakta slogan attigi icin dayak yiyor, Hazret burada yasamanin öncelliginden `devrimci heyecan`in kötülügünden bahsediyor.
Devrimci bir yasam tercih etmektir mesele, ölümü tercih etmek diye tartisilamaz. Devrimci bir yasami tercih ettiginizle ölümle burunburuna gelebilirsiniz bu sizin ölüm tapinicisi oldugunuzu göstermez. Hayatta kalmanizin korkak oldugunuzu göstermedigi gibi.
https://odatv.com/amerikan-hastanesinin-sahibi-mhpli-vekil-iphone-kullanmayi-birakti-17081814.html
Akilli olmali `Devrimci Romantizme`kapilmamali sokaklarda dolasmamali, Ali Ismail Korkmaz i sokakta öldürdüler.
Akilli olmali eylem günlerinde ekmek almaya falanda gitmemeli.
“Akilli olmali eylem günlerinde ekmek almaya falan da gitmemeli.”
Kisinin ne yapacagi, kisinin ozgurluklerini nasil kullanmaga karar verecegi kisinin kendi tercihidir, tabii ki.
Buna, ‘eylem günleri’nde nasil davranacagi da, haliyle, dahildir.
Fakat, bu, kendi tercihinin sonuclarini/bedellerini de ustlenmis oldugu anlamina gelir.
Kendisini ‘cephe’ye suren, ‘cephe’de piknik yapilmadigini da bilmek zorundadir. Bilmiyorsa, bu, ahmakliktir ve ahmaklik her zaman bir sekilde cezalandirilir.
Kisinin, nahos/elim sonuclardan dolayi toplumun geri kalanini suclamasi anlamli olmaz demek istiyorum.
Ote yandan, atifta bulundugunuzu dusundugum elim vakada durum biraz farkli.
Istanbul’da iki kar tanesi yagdiginda okullarin tatil edilmesini isteyen ebeveynlerden farkli olarak, bu cocugumuzun ebeveyni, ‘ekmek almak’ gibi cok da hayati oldugu fazlasiyla tartisilir bir gerekce ile cocugu firina gonderdigini soyluyor.
Bunu inandirici bulsak bile, ailenin bu cok ciddi derecede sorumsuz davranisini gozardi edemeyiz.
Sonucta, hasb el kader orada bulunan, ‘eylem günleri’ne yakalanmis bir turistten bahsetmiyoruz; uzun zamandir orada yasayan bir aileden bahsediyoruz.
Hayatin normal akisinda, boyle bir durumda, cocugu gondermesi degil, ebeveynin kendisinin (tehlikeyi de goze alarak) ‘ekmek almak’ isini ustlenmesi gerekirdi.
Baskalarinin ‘sehit edebiyati’na dipnot eklemek marifet degil.
kendi adamda, mutlu bir keşiş gibi yaşamıyorum, geçen senelerde iki parmağım kesildi , yakın zamandada bir gözümü yitirdim , her gün birşeyler okumaya çalışıyor,günlük geçimimi sağlamak için uğraşıyorum.eski kitap işiyle uğraşıyorum.” karanlık denizinin denizinin ortasında,güneşi batmayan bir ada , ben ne şuralyım ne buralı,adalıyım adalı ,adam ormanlıktır, dostluk yoldaşlık mertlik ormanı,bütün adamı kaplar.” ölçülmüş bu biliyor musunuz* yüzde ellisi insanımızın okuduğunu anlamıyor, sevgiler saygılar.
Bizim ‘prensipsiz devirmeci’leri duydugum zaman, aklima hep su turku gelir.
Isin komik (ya da acikli) olan tarafi da sudur: Bu ‘prensipsiz devirmeci’ arkadaslarimiz, bu turku ile artik ozdeslesmis olan Hasan Mutlucan’dan (ve onun ozdeslemesine yol acan 12 Eylul rejiminden) nefret ederler..
Halbuki, kalkinmasina zerre kadar hizmet etmek yerine, ‘surum surunsunler de gunu geldiginde, bizim mukaddes devrimimize ucuz yakit olmaga hazir/razi olsunlar’ gozuyle baktiklari ‘isci sinifi’na layik gordukleri kader, esasen, asagidaki turkude tasvir edilen degil midir?
Tan yeri atanda şafak sökende
Düşmanın üstüne hörelenmeli
Hezaran kılıçlı kara kalkanlı
Yiğit onbeş yerden yaralanmalı
Haber aldım nökerinden kulundan
Doyuk oldum akçasından pulundan
Hey ağalar kızıl kanın elinden
Kır at altımızda kınalanmalı
Köroğlu der Mirza gele Han gele
Ben isterim günde bin tufan gele
Derelerden oluk oluk kan gele
Baş kesilip gövde kürelenmeli
https://www.youtube.com/watch?v=c7dH9SFVKgE
Türkiye İş Bankası müdürü ve Türk-İş Sendikası başkanı aynı frekansta
Gerçek
Ağustos 16, 2018
Türk parasının değerini yitirdiği günlerde bir biri ardına televizyona çıkıp halkı teskin etme işi banka yöneticilerine düştü. Türkiye İş Bankası Genel Müdürü Adnan Bali tüm patronlar gibi halkı fedakârlık yapmaya çağırdı. Sözleri aynen şöyleydi: “Biz bu ülkenin sadece refahını paylaşmak için bir araya gelmiş alelade bir topluluk değiliz. Yeri geldiğinde bu ülkenin zorluğunu, meşakkatini de paylaşacağız.”
İş Bankası, geçtiğimiz yıl 6,2 milyar lira net kâr açıkladı. Krizin kendini göstermeye başladığı 2018’in ilk yarısında açıkladığı kâr ise 3,3 milyar lira. Kendi çalışanlarıyla bu yüksek kârları paylaşmayan ama kriz ufukta göründü mü hemen fedakârlık edebiyatına başlayan Adnan Bali tüm patronların ortak düşüncesini yansıtıyor.
Patronların âdetidir. Borsaya kâr açıklarken şişinirler, işçiyle ücret pazarlığı yaparken ağlarlar. Bu yüzden, süslü sözlerle krizin faturasını işçi sınıfına yıkmaya çalışan bu patronun laflarına karnımız toktur. Peki ya Türk-İş Başkanı Ergün Atalay’a ne demeli? Yaptığı açıklamada şöyle diyor: “Geçmişte tüm olumsuzluklara rağmen, özveriyle üretim sürdürülmüş ve işyerlerine sahip çıkılmıştır. İşçilerimiz bugün de elini taşın altına koymaktan çekinmeyecektir.” Türk-İş Başkanı Türkiye İş Bankası Genel Müdürü ile aynı frekansta konuşuyor.
Patronlar kriz bahanesiyle işçi sınıfının kazanılmış haklarına göz dikmişken, iktidara yapısal reformlar adı altında esnekleşme, kıdem tazminatının kaldırılması ve ücretlerin kısılması için bastırırken işçi sınıfının temsilcilerinin söylemesi gerekenler bunlar mıdır? İşçi sınıfı bırakın taşın altına elini koymayı zaten tüm gövdesiyle taşın altındadır. Asgari ücret açlık sınırının altında en çok kâr eden sektörlerde bile ücretler yoksulluk sınırının yanına bile yaklaşmıyor. Enflasyon işçinin aldığı ücret zammını aylar içinde eritiyor.
Kimse kusura bakmasın! İşçi sınıfının alınterini sömürerek kâr ve ihracat rekorları kırarken işçiye zırnık koklatmayanlar bugün fedakârlık bekleme hakkına sahip değildir. Kimse memleketin yüzde 1’lik asalak azınlığının çıkarları için yüzde 99’unun sömürülmesini “memleket meselesi” edebiyatı ile aklayıp pazarlamaya kalkmasın!
Ergün Atalay ve başka sendikacıların görevi de patronlarla aynı frekanstan konuşup işçilerin direncini kırmak olamaz. İşçiler gerektiğinde başlarındaki işbirlikçi bürokratları da atmasını bilmeli krizin faturasını krizi yaratan patronlara ödetmek için örgütlenmelidir.
http://gercekgazetesi.net/karsi-manset/turkiye-is-bankasi-muduru-ve-turk-is-sendikasi-baskani-ayni-frekansta
ABD ile Dalaşma, Yaptırımlar ve Sol
Marksist Tutum
14 Ağustos 2018
http://marksist.net/oktay-baran/abd-ile-dalasma-yaptirimlar-ve-sol
“Kimse kusura bakmasın! İşçi sınıfının alınterini sömürerek kâr ve ihracat rekorları kırarken işçiye zırnık koklatmayanlar bugün fedakârlık bekleme hakkına sahip değildir. Kimse memleketin yüzde 1’lik asalak azınlığının çıkarları için yüzde 99’unun sömürülmesini ‘memleket meselesi’ edebiyatı ile aklayıp pazarlamaya kalkmasın!”
Buyurun bir populizm ornegi daha.
Ama, ne yalan soyleyeyim, kulaga hos gelmiyor da degil.
Hele de icinde alinteri somurusu ve yuzde birin asalakligi filan lakirdilar olunca, tabii ki, tadindan yenmiyor.
Ama, sorun su:
Maas/ucret az oldu cok oldu; ama, ‘patron’lar (sanki boyle bir ‘sinif’ ya da ‘zumre’ varmis gibi) en azindan birilerine calisacak is ve yetersiz olsa da maas/ucret verdiler/veriyorlar.
‘Isci sinifi’nin sozculugune/savunuculuguna soyunanlar, ne yapiyor ya da yaptilar bugune kadar –sadece nutuk soylemek ve sunturlu yazilar yazmaktan oteye…
‘Isci sinifi’ni ‘bilinclendir’mek icin yillardir ideolojik teranelerle kafa utulemek yerine, fildisi kulelerinden inip, azicik karin doyuracak bir seyler (sanat/zanaat) mi ogrettiler?
Yooo..
Mazallah, oyle yapsalar, elleri toza topraga grese dokunacak.. Iyyyggg.
Beyzadelerimiz gelemez oyle seylere; onlar diyecek, isciler devrim yapacak; devrim dalgasinda surf keyfi de beyzadelerimizin olacak.
Umit dunyasi iste..
Buyurun bir populizm ornegi daha.
Ama, ne yalan soyleyeyim, kulaga hos gelmiyor da degil.
Hele de icinde “Balkan Oligarşisi”nin Anadolu’yu somurusu ve yuzde birin asalakligi filan lakirdilar olunca, tabii ki, tadindan yenmiyor.
Maas/ucret az oldu cok oldu; ama, ‘”Balkan Oligarşisi” (sanki boyle bir ‘sinif’ ya da ‘zumre’ varmis gibi) en azindan birilerine calisacak is ve yetersiz olsa da maas/ucret verdiler/veriyorlar.
“‘Isci sinifi’nin sozculugune/savunuculuguna soyunanlar, ne yapiyor ya da yaptilar bugune kadar –sadece nutuk soylemek ve sunturlu yazilar yazmaktan oteye…”
“İlkeller”in sözcülüğüne/savunuculuğuna soyunan Anti-Medeniyetistlerin laf salataları gibi mi?
[ 72 Anonim
“‘Isci sinifi’nin sozculugune/savunuculuguna soyunanlar, ne yapiyor ya da yaptilar bugune kadar –sadece nutuk soylemek ve sunturlu yazilar yazmaktan oteye…”
“İlkeller”in sözcülüğüne/savunuculuğuna soyunan Anti-Medeniyetistlerin laf salataları gibi mi?]
Bu azılı, sahih, kız oğlan kız, yaratıcı, gerçek, köküne kadar, tam erkek, pala bıyıklı, koca daş*klı, delikanlı, babayiğit devrimci sonsuz haklı.
ABD, AB gibi dünyayı yakıp yıkacaksın!
Türkiye gibi azınlıkları bastıracaksın!
İş adamları, şirketler gibi insanları soyup soğana çevireceksin!
İşte o zaman ben yapanların kamışlarını yalar, tadını çıkarır, boşalır, zevkden dört köşe olurum.
Yaşasın asıl güçlere tapmak!
Kahrolsun gaddarlığa karşı bağırıp çağırmak!
‘Balkan Oligarsisi’ konusunda aldigim tepkileri ilginc buluyorum.
Ilgincligin basinda, kendine muhalif diyenlerin, neredeyse baska herseye muhalif olabilmelerine karsilik, cogunlukla ‘Balkan Oligarsisi’ sozkonusu oldugunda hayli muhafazakar ve savunur pozisyon almalari geliyor.
‘Balkan Oligarsisi’ teriminin yanlis/isabetsiz olduguna yonelik olsa, ve nasil/neden isabetsiz bulundugunu gostermege yonelik olsa, amenna. Fakat, oyle olmuyor.
‘Balkan Oligarsisi’ne ikame etmek uzere ‘Anadolu Oligarsisi’nin ‘boy gostermege basladigi’ni, ‘bunun da dogal oldugu’nu soyleyisim –nedense– bazi ‘muhalif’lerimizi rahatsiz ediyor gibi gorunuyor.
Bunu aciklamak kolay degil; uzerinde dusunmek lazim.
[Gerçek Devrimci Chairman Hortlak’dan Deyişler
72 Anonim
“‘Isci sinifi’nin sozculugune/savunuculuguna soyunanlar, ne yapiyor ya da yaptilar bugune kadar –sadece nutuk soylemek ve sunturlu yazilar yazmaktan oteye…”
“İlkeller”in sözcülüğüne/savunuculuğuna soyunan Anti-Medeniyetistlerin laf salataları gibi mi?]
Bu azılı, sahih, kız oğlan kız, yaratıcı, gerçek, köküne kadar, tam erkek, pala bıyıklı, koca daş*klı, delikanlı, babayiğit devrimci sonsuz haklı.
ABD, AB gibi dünyayı yakıp yıkacaksın!
Türkiye gibi azınlıkları bastıracaksın!
İş adamları, şirketler gibi insanları soyup soğana çevireceksin!
İşte o zaman ben yapanların kamışlarını yalar, tadını çıkarır, boşalır, zevkden dört köşe olurum.
Yaşasın asıl güçlere tapmak!
Kahrolsun gaddarlığa karşı bağırıp çağırmak!
İlginçliğin başında, kendine muhalif diyenlerin, neredeyse herşeye muhalif olabilmelerine karşılık, çoğunlukla “Balkan Oligarşisi” ile rakibi oligarşi arasında bir tercih yapmak zorunluluğu sözkonusu olduğunda, “Balkan Oligarşisi”ni tercih eden bir pozisyon almaları geliyor.
Mesela, herşeye muhalif olabildikleri halde, Stalinist rejim ile diğerleri arasında bir tercih yapmak mecburiyetinde kalanların, genellikle diğerlerini tercih etmeleri gibi.
72 Gerçeği Konuşmuş
“‘Isci sinifi’nin sozculugune/savunuculuguna soyunanlar, ne yapiyor ya da yaptilar bugune kadar –sadece nutuk soylemek ve sunturlu yazilar yazmaktan oteye…”
Cevap 72’nin ima ettiği gibi SIFIR.
Marks bile emekçilerin adına soyunmaktan başka ne b*k yedi. B*ku Lenin yedi ama sonra ortaya daha da büyük b*k çıktı. B*ku Mao yedi ama sonra ortaya daha da büyük b*k çıktı. Zaten çok eski bir atasözüne göre “b*ktan ancak b*k çıkar!” Senin dediklerin gibi.
Marks sadece ‘Isci sinifi’nin sozculugune/savunuculuguna soyunanlar’A nutuk çekmesini öğretti.
Soyunanlar aslında 72 gibi devrim yapabilirlerdi ama istemediler. İsteselerdi HEMEN devrim yaparlardı. Emekçileri uyuttular alçaklar. Emekçiler her an, her saniye, her dakika, her gün, her hafta, her ay, her yıl, her yüz yıl, her ışık yılı kıyamete kadar devrim yapmaya hazırlar. İşçilere 72 gibi, soyunmadan, gerçi biraz incitir ama olsun, başlarını alıp arkasına takacak lider lazım.
Ama diğer bir ümit daha var.
Marks devrimin olsa iyi olu demedi, olacak dedi. Herif devrimin olacağının kaçınılmazlığını bilimsel ispatladı. İşte Marks’ın asıl altın yumurtası bu idi.
İyi ama bilimsel ne demek?
72’nin bile yüksek zekasına rağmen anlamayacağı yer çekimini örnek alalım. Bir şeyi bıraktığında belli bir doğa yasasının belirlediği bir süre içinde özlediği ana toprağa erişir. Yalnız ne bilim adam-karıları ne de Karlos Markos enayi. Hava, rüzgar, 72’nin attığı havalar, hatta 72’nin devasa beyni eğer atılan mekan yakınında ise mekanı saptırmış olabilir ve beklenen sonuca varılmayabilir.
Sayın 72’ye yöneltmek istediğim soru şu.
Acaba Lenin, Mao, diğer azılı devrimciler, laf ebeleri soyunan yerli malı devrimciler ve falan filanların devrime ulaşmada başarısızlığı benzeri nedenlerden mi oldu? Şeytan, teori/praksiz yarığından mı yararlandı?
Tabii, her zaman bir ihtimal daha olabiliyor. Marks, Lenin, Mao ve hâlâ her yerde soyunanlar da dahil hepsinin istediğini, Kapitalizm sonsuz daha iyi başarıyor.
Sayın sert erkek 72, zengin ülkelerdeki ‘Isci sinifi’da mı ” sadece nutuk soylemek ve sunturlu yazilar yazmaktan oteye…” gitmiyor.
Yoksa, sizin gibi devasa beyine sahip olmadıklarından ve dünyaya at gözlüğü ile bakmadıklarından mı olanı olduğu gibi görüyorlar? Yoksa yoksa, Marks, Lenin, Mao ve hâlâ her yerde soyunanların Kapitalizmin ucuz taklitçileri, ucuz mal satan muhabbet tellalları, saray çevresinde büyümüş orta sınıf hırslı politikacı, gam yükü tüccarları olduklarını bütün çıplaklıklarıyla gördüklerinden mi?
Necip Bey’e şöyle bir soru sormak isterim.
Sizce, Solculuk / Devrimcilik / Antikapitalizm / Marksizm / Anarşizm / Sosyalizm ideolojisi, günümüzde yanlışlığı ve yetersizliği apaçık ortaya çıkmış olan, “Bir tarafta [sadece] işçi sınıfı, diğer tarafta [sadece] kapitalistler var” önkabulünü aşarak veya eleştirerek kendisini yenileyebilir ve güncelleyebilir mi?
İşçi sınıfının sömürülmesi dünyanın en doğal olgusudur.
Doğal olmayan şey ise, bu sömürüyü yapan sınıfın “doğal” bir oligarşinin yönettiği “doğal” bir devletin egemen sınıfı olan “doğal” kapitalistler olmamasıdır.
İşte bunlar hep onları “yapay” bir şekilde sömüren “yapay” oligarşilerin suçu.
Haydi, işçi sınıfının “doğal” oligarşinin “doğal” devletinin “doğal” kapitalistleri tarafından “doğal” bir şekilde sömürülmesi için hep beraber mücadeleye!
İşçilerin sözcülüğünü tenkit tabii ki yerinde. Lakin işçilerin kendi sözcülüğünü yapabilmeleri için bir eğitime ihtiyaçları olduğu unutulmuş gibi. Birçok ülkede bu amaçla gece okulları bile kuruldu.
Anti-Medeniyetist ne demek. Anti-Balkan Oligarşist ile aynı mı?
İslam öncesi cahillik devrine ‘câhiliye’ denir. Cahilliği bilgisizlik olarak düşünürsek câhiliye anti-bilgi oluyor.
İslam tarihinde, 622 senesinde Hz Muhammed ve ona inanların Mekke’den Medine’ye göç etmesine hicret denir. Hicret, hicri takvimin başlangıcıdır.
Medeniyet kelimesi de Medine şehrinden gelir. Anti-Medeniyetist hicret öncesi mi demek?
Necip, 19 Ağustos 2018:
Necip, 14 Temmuz 2013:
‘Gerçekler’ suratında yumruk gibi patlayınca, sorulara cevap vermek yerine kaytarıyorsun zevzeklik ile zirzopluk arasında gezinen KOBİ-irisi şirketin patronu kapitalist Necip:
SORU 1: Necip, senin patronu olduğun KOBİ-irisi şirketin, FIAT’a aksam-parça üretiyor mu? FIAT’ı beğenmediysen, Ford da olabilir, Hyundai de olabilir, Bosch Rexroth Kocaeli de olabilir, Delphi-Aptiv Bursa da olabilir, MAN Ankara da olabilir, Renault da olabilir, Toyota da olabilir…
SORU 2: Necip, senin patronu olduğun KOBİ-irisi şirketin, ‘SAP’ programını lisanslı kullanmak için kaç para ve hangi cins para ile ödüyor? ‘AutoCAD’ dahil lisanslı kullandığın ‘Catia’, ‘NX & unigraphics’, ‘SolidWorks’ gibi programlara da ödeme yapıyor musun, kaç para ve paranın cinsi?
SORU 3: Necip, senin patronu olduğun KOBİ-irisi şirketin, özellikle AB üyesi ülkelere ihracat yapıyor mu?
SORU 4: Necip, senin patronu olduğun KOBİ-irisi şirketin, hammadde, yarı-işlenmiş mal ithal ederken, ödemeyi ‘U.S. Dollar’ ile mi yapıyor?
SORU 5: Necip, senin patronu olduğun KOBİ-irisi şirketin ihracat yaparken, müşterilerin ödemeyi ‘Euro’ ile mi yapıyor?
SORU 6: Necip, döviz kurları zaman zaman durağan bir seyir izlese de, 2013’te FED’in (ABD Merkez Bankası’nın) parasal genişleme programını (quantitative easing) sonlandıracağını duyurup 2014’te faiz arttırmaya başlamasıyla, yüksele yüksele 1 USD = 7,1326 TL’yi, ve ECB’nin (Avrupa Merkez Bankası’nın) parasal genişlemeyi sonlandırmaya hazırlandığını duyurmasıyla, yüksele yüksele 1 EUR = 8,1022 TL’yi gördü. Döviz kurlarındaki bu ‘dalgalanmalar’, senin patronu olduğun KOBİ-irisi şirketinin mali yapısını nasıl etkiliyor? Yoksa, sen, ‘tecrübeli kapitalist patron’ gibi davranıp, geçen yıllarda şirketini ‘hedge’ etmiş miydin ve bu sayede bugün mali sıkıntı çekmiyor musun?
SORU 7: Necip, 6 numarada bahsedilen ‘hedge’ fiilini uygulaMAdıysan:
Patronu olduğun KOBİ-irisi şirketin için, çeşitli bankalardan kullandığın kredilerin geri ödemesinde problemler yaşadın mı? Eğer problemler yaşadıysan, KOBİ-irisi şirketinin ‘ayakta kalabilmesi’ veya ‘ayakları yere basıyor olmakla beraber daha fazla kâr elde etmesi’ için, “Kredi Garanti Fonu’na (KGF)” başvuru yaptın mı? Eğer başvuru yaptıysan, sonuç ne oldu?
“Necip, tipik bir kültürel püriten.”
Olsaydim da sorun etmezdim; ama, degilim.
Uzun uzadiya anlatmaga da gerek yok: Fistiki^ dahil, neredeyse her boyadan az ya da cok boyanmis birisinin kulturel puriten oldugunu iddia etmek anlamli degil.
O oyle de, galiba siz ‘puriten’ kelimesini yeni ogrendiniz ve olmadik yerlerde onunla cumleler kurarak pekistirmege calisiyorsunuz.
Cumle kurulusu itibaariyle ‘gecer’.
Onerme olarak ise: Berbat.
“İyi Parti”nin içinde “İyi”ler de varmış hakikaten:
“İYİ Parti’de FETÖ tartışması istifa getirdi
İYİ Parti’nin geçtiğimiz günlerde gerçekleştirilen 2. Olağanüstü Kurultayında GİK üyeliğine seçilen Bahadırhan Dinçaslan, görevinden istifa ettiğini duyurdu. Dinçaslan’ın 15 Temmuz darbe girişimi sırasında Twitter hesabından “Lütfen bu gerçek deyin, ihtilal oldu deyin” şeklinde tweet attığı ve daha sonra sildiği iddia edilmişti.
İYİ Parti’nin 2. Olağanüstü Kurultayı’nda Genel İdare Kurulu (GİK) üyeliğine seçilen Bahadırhan Dinçaslan, görevinden istifa ettiğini duyurdu. İYİ Parti’de yaşanan bazı tartışmalar üzerine 12 Ağustos’ta 2. olağanüstü kurultay yapılmış ve burada genel başkanın yanı sıra 80 üyeden oluşan GİK belirlenmişti.
Ancak GİK listesine giren isimlerden Bahadırhan Dinçaslan’ın 15 Temmuz darbe girişimi sırasında darbeyi destekleyen bazı tweetler attığı iddia edilmiş ve bunlar tartışmalara neden olmuştu.
Dinçaslan’ın, “Ve yayımlanan darbe metninin doğruları söylediğini bilin sadece. Bizim desteğimize ihtiyaçları yok, evden çıkmayıp izleyin. Yarın bizimdir” ve “Lütfen bu gerçek deyin, ihtilal oldu deyin” şeklindeki paylaşımları ve Muhsin Yazıcıoğlu’na yönelik ithamları üzerine İYİ Parti Grup Başkanvekili ve İstanbul Milletvekili Yavuz Ağıralioğlu, sert bir şekilde tepki gösterdi.
“15 Temmuz ihanetine paye verenin, Muhsin Başkana hakaret edenin, iyilik parantezinde iyilik payesiyle anılması mümkün değildir” ifadesini kullanan Ağıralioğlu, şunları kaydetti: “Böylesi kirli düşüncelerin sahibi olan birinin, İyiler Hareketinin içerisinde yeri yoktur. Maalesef kurultay sürecindeki zaman darlığı böyle bir hataya sebebiyet vermiştir. Bu hatadan dolayı milletimizden ve teşkilatımızdan özür diliyoruz.”
Tartışmalar üzerine kendine ait internet sitesi üzerinden açıklamada bulunan Dinçaslan, İYİ Parti GİK üyeliğinden istifa ettiğini duyurdu. Dinçaslan istifa metninde BBP’nin merhum kurucu genel başkanı Muhsin Yazıcıoğlu’na yönelik ithamlarını sürdürdü.
Dinçaslan’ın, Yazıcıoğlu’na yönelik “Sevmem, rahmetle anmam. Kurduğu teşkilat yığınla cinayet işlemiş ve alperen adının kötü anılmasına neden olmuş. Hala aynı fikirdeyim. Türkiye’de tedhiş ve karmaşa ortamı yaratmak isteyenler hep bu yapıyı kullandılar.” sözleri, BBP camiasının da tepkilerine neden oldu.”
Hepsi böyle “İyi” olsa keşke.
Kapitalizm-Isci sinifi
Emperyalist Kapitalizm- Insanlik degerleri, Karsitligi.
Hangisi daha kapsayici ve Antagonik?
Bir Alman Iscinin,ekonomik temelli, Uluslarasi Emperyalist sömürü mekanizmasina karsi çikmak icin nasil bir nedeni olabilir?
Bir alman Iscisinin Emperyalist uluslarasi sömürü mekanizmasina karsi cikmasi icin kendinde sinif olarak ekonomik cikar disinda bir bilince sahip olmasi gerekiyorsa, o zaman Kapitalizm karsitligini neden Ekonomik temelli olarak kurmaliyiz? Cagimizda ,son tahlilde ekonomik bir tanim olan sinif catismasi, herseyi acikliyabiliyormu?
Kücük bir topraga (mulkiyete) sahip olan Brezilyadaki bir köylünün, Tayland da subyancilik yapan bir Alman isci den daha devrimci sebepleri var iken, hala dunya çapinda bir Isci eylemi dalgasiyla devrim beklemek , mehdi beklemek gibi birseydir.
öncü sinif, öncü güc, temel güc??
Insanlik degerlerine dayanan bir toplum kurma idealiyle harekete gecen herkes hem öncü güc hem temel güctür.
Bu baglamda ideolojik öncülük esastir.
Kendinde bir sinif olarak isci sinifinin ekonomik kökenli hareketinin, modern dunyanin tum haksizliklarini ortadan kaldiracak bir eyleme girismesi?????
Yazınız çok daha dikkatle okumaya değer; üstünkörü okudum ama çok daha dikkatle okuyacağım.
Önce, ufak da olsa, büyük düzeltme ile bağı olan küçük düzeltme: Bartolome de las Casas, yerlilelerin daha medeni olduğunu değil daha Hristiyan olduğunu söyledi. Bence bu fark ikinci düzeltme bağlamında çok önemli.
Medeniyet neolitik devirde Orta Asya’da başlayan, Sümer ile zirveye ulaşan, tüm dünyaya yayılan, günümüzü anlamaya ışık tutan bir toplum şekli. Tanımlayıcı çok sayıda kurumlar ve yaşam biçimlerinden oluşur. En başta gelenler: Tarım, yerleşik hayat, şehir (bak, ‘civilization’ etimolojisine veya medeniyet etimolojisine), siyasi organize veya devletle organize edilmek, tapınak ve aracı rahibenler, yazı, okul, bürokrasi, organize halde birlikte çalışma, …Bu kurum ve yaşam biçimleri tek tek ele alındığında dünyanın her yerinde rastlandığı için şarlatanlara altın yumurtalar yumurtlama madeni olur, şarlatanlar etrafa emzik dağıtırlar.
İlk anlamda Medeniyet tanımları çok. En güzeli: “içerde baskı, dışarıda fetih”.
Medeniyetin diğer veya ikinci anlamı: Kibar, nazik, terbiyeli, uslu, kültürlü, beraber yaşamada itaat edilmesi gerekli törelere uyan gibi kavramlar ima eder veya kapsar. Bu ikisini aynı sanma hatası çok yaygın. Şarlatanlar ya yayarlar ya da yayan yamaklarının kulaklarına üfürürler. Necip gibi yaltakçılar asıl yayanların yamaklarının yamaklarından.
Bu ikinci anlamda algılanma yanlış değil, kafa karıştırmalara yol açıyor ve artık tamamıyla kabul edilmiş ilk anlamı saklıyor. Asıl ve önemli kullanış birincisi. İkincisi sonsuz değişik görüşlere, göreceliğe yol açar, aşırı su katıp cıvıklaştırır, ve şarlatanlara eşsiz fırsatlar sağlar. Bu ikinci görüşün göreceliğine örnekler:
Gandi’ye sorarlar,
– Batı medeniyetine ne dersiniz?
– Çok iyi olur.
İngiliz düşünürü Macaulay :
L’Orient s’est incliné devant l’Occident
Avec un patient et profond dédain.
Doğu Batı önünde,
Derin bir hor görü ve sabır içinde,
Diz çökmüş.
Afrikalı çocuklara yazı öğretip medenileştirmeye çalışanlara bir Afrikalının uyarısı:
– Beyazlar okuma yazma biliyorlar ama medeni olmamışlar.
Türkçe, “Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar.”
Eşsiz şairlerde Tagore’nin Afrika adlı şiiri:
Africa
When, in that turbid first age,
The Creator, displeased with himself,
Destroyed his new creations again and again;
In those days of his shaking and shaking his head in irritation
The angry sea
Snatched you from the breast of Mother Asia,
Africa –
Consigned you to the guard of immense trees,
To a fastness dimly lit.
There in your hidden leisure
You collected impenetrable secrets,
Learnt the arcane languages of water and earth and sky;
Nature’s invisible magic
Worked spells in your unconscious mind.
You ridiculed Horror
By making your own appearance hideous;
You cowed Fear By heightening your menacing grandeur,
By dancing to the drumbeats of chaos.
Alas, shadowy Africa,
Under your black veil Your human aspect remained unknown,
Blurred by the murk of contempt.
Others came with iron manacles,
With clutches sharper than the claws of your own wild wolves: Slavers came,
With an arrogance more benighted than your own dark jungles. Civilization’s barbarous greed
Flaunted its naked inhumanity.
You wailed wordlessly, muddied the soil of your steamy jungles
With blood and tears;
The thorn-crushing boots of your violators
Stuck gouts of that stinking mud
Forever on your stained history.
Meanwhile across the sea in their native parishes
Temple-bells summoned your conquerors to prayer, Morning and evening, in the name of a loving god.
Mothers dandled babies in their laps;
Poets raised hymns to beauty.
Today as the air of the West thickens,
Constricted by imminent evening storm;
As animals emerge from secret lairs
And proclaim by their ominous howls the closing of the day; Come, poet of the end of the age,
Stand in the dying light of advancing nightfall
At the door of despoiled Africa
And say, ‘Forgive, forgive – ’
In the midst of murdering insanity,
May these be your CIVILIZATION’S last, virtuous words.
Rabindranath Tagore
Bu ikinci anlam o kadar muğlak ki, ben de işi anti-şarlatanlığa döküp şarlatanlık ederek, ateşsiz sosyal yaşam, dil ve teknoloji olamaz, dolayısıyla medeniyet olamaz derim ve hangi taşı kaldırsam altından medeniler çıkar.
Tabii, yukarıdaki suçlamalarda iki yüzlülük, gaddarlık, ikinci anlamdaki hiç de medeni olmayanların alçaklığını saklamak isteyen şarlatanlar, “medeni” kelimesini soyutlaştırıp evrenselleştirerek göreceliğe uygun basit ve hazmı kolay basit formüllere dönüştürürler.
Ben Karl Marks’dan çok şey öğrendim. Marks bir derya ben bir damla ama onu günahlarım kadar az severim. İşte şahane bir makalesi. Gerçi makaledeki misali Bartolome de las Casas yazdı ama Marks başkasına atfetmiş.
Küba’da bir vahşi çıplaklar aşireti beyazlardan kaçar dururlar. Nihayet aralarından biri soruna cevap bulduğunu ileri sürer: “Biz beyazların allahlarını (tabii aslında, fetişlerini) taşıyoruz. Beyazlar da allahlarının peşinde.” der. Bütün altınları çıkarıp suya atarlar.
Marks gazetecilik yaparken aç bir zavallı köylü, özel mülkiyet ormanda bir hayvan avlar, yakalarlar, mahkemesi yapılır, hapse atılır.
Yorum yapan Marks, “eğer jüri çıplak vahşilerden oluşsaydı, insanı kurtarmak için fetişimiz olan ormanı yakarlardı!” der.
Bu sitede, çoğu zaman, yedi buçuk sayılı enternasyonale gelenlerden Jakmioff o sabah ne yedi, Er-Doğan hangi berberde tıraş olur, İspanya’da kaç anarşist vardı, kaçı kadın, kaçı erkek, kaçı çocuk, kaç zamanından önce ama saklayan eşcinsel vardı ve benzeri tamamıyla banal konuların dedikodusu ile emzik dağıtılır.
Eğer zavallı Marks makalesini o zaman değil şimdi yazmış olsaydı, vay haline! Kendini marksist diye tanıtan Hortlak ve kendilerini solcu-devrimci sanan hödükler hep bir ağızdan bağırırlardı:
“Yahu, bu Marks denilen herif bizim çıplak vahşiliğe dönmemizi mi istiyor? Biz İslam ve İran Medeniyetlerinin ve şimdi de Batı Medeniyetinin maymunları Mutlu Türkleriz. Biz bu medeniyetlerden ayıplarımızı saklamayı öğrendik, şimdi ayıplarımızı gösterir miyiz? Televizyonsuz, -sız, siz, … sayısız falan filansız nasıl yaşarız? Bu Marks denilen herif hem elbise giymiş, hem de çıplakları savunuyor!”
Tabii, eğer işin içine Medenilerin allahı ticaret girerse çocukların seks ticaretini yapmaktan insan organlarını satmaya, Marks uyanmadan çok daha önce, insanları metalaştırıp satmaya, satılan erkekleri namuslarına düşkün terbiyeli, uslu, medeni erkeklerin ev veya haremlerinde tehlike arz etmemeleri için hadım etmeye, genç kız ve erkek köle satış pazarlarına kadar her şey muaf ve helaldır.
Ama şimdi her şey değişti. This is a learning planet!
Bakın Sosyal Medyadaki çıplak kızlara. Batılılar seks ticaretinde devasa para olduğunu keşfetmeden önce ayıplarını örtmeyenleri kılıçtan geçirdiler ve bilhassa seksi zevkli bulan Eskimoları. Fakat bu sitede bu gaddarlıkları açıklamak, hemen sihirbaz külahından çıkan tavşan gibi X veya Y veya Z–izm oluyor. Irkçılık ve faşitlik maşallah rengarek, çeşit çeşit. Bu sitedeki kadar çok sayıda tiksindirici insanı bir araya getiren Zileli’yi tebrik etmeli.
Püritenler parayı sonsuz severlerdi ama kadınları, hâlâ öyle gören bütün Medeniler gibi, çocuk fabrikası olarak görürlerdi. Medeniyet öncesi kadınlar ortalama 4 yılda bir çocuk yaparlardı,Medeniyetten sonra her yıl.
Bu sitedeki herkes, Demagoji Sanatları Fakültesi’nin Mağdur Dili Ve Edebiyatı bölümünün allame-i cihan olan hocasının “Şeytan Medeniler’e karşı Melek İlkeller’in sözcülüğüne ve savunuculuğuna soyunma” dersinden sınıfta kalmıştır.
“Medeniyet”in yıkılıp ilkel toplumun yeniden kurulacağı ve “Medeniyet’i yeniden kurma”nın “teklif dahi edilemeyecek” bir yasa tasarısı olacağı zaman, en ağır suç olacak olan “Medeniyet’i yeniden kurmaya teşebbüs etme”nin cezası ne olacak?
İdam cezası mı?
Aslında yanlış bir soru, ve “yanlış soruya doğru cevap verilmez”.
Çünkü “İlkel Toplum Cenneti”nin akılalmaz nimetlerini ve mutluluklarını tadanların “Medeniyet Cehennemi”ne geri dönmek istemesi düşünülemez bile!
Tek Yol “İlkel Toplum Cenneti”!
Küfürsüz yazın. Admin.
gibi küfürler kullanmayın. Admin
Haber verdiğiniz için teşekkürler. Gözümüzden kaçmış. “Zibidi” aşağılaması nedeniyle o yorum da kaldırıldı. Admin
Hem ustume alinmam anlamli degil; hem de ustume vazife degil.
Ama, bu tur seyler ne zaman beni maydanoz olmaktan alikoydu ki 🙂
Bahsi gecen (oyle oldugunu sandigim) kelimeyi benim de kullanmis oldugumdan hareketle, merak ettim, acaba bunun ‘kufur’ olarak algilanacak bir anlami da var mi?
Kesin ve dilin tamamini temsil eden bir referans degil; ama, TDK’ya baktigim zaman ‘zibidi’ karsiliginda sunlari buluyoruz:
1. [sıfat] Gülünç olacak derecede kısa ve dar giyinmiş olan
2. [isim] Yersiz ve zamansız davranışları olan kimse
Bunlar pek de ‘kufur’ sayilmazlar gibi geliyor bana.
Benim hakkimda kullanildiklarinda da, ben, bunlari ‘kufur’ kapsaminda gormuyorum; sadece isabetsiz bir nitelemede bulunmus ve ayip etmis oluyorlar.
Ben kullandigimda ise, tabii ki, her zamanki gibi, isabetli bir tasvir yapmisimdir. 😉
Küfür, bize göre aşağılamayı da kapsıyor. Admin
Padişah ile veziri tebdîl-i kıyâfet dolaşıyorlarmış. Dağ bayır giderken, bir çobanın kulübesine rastlamışlar. Kapısını çalmışlar. Çoban da misafirlerini ‘Kimsiniz?’ demeden içeri almış.
İçerisi bir hayli soğukmuş. Sobada da yanan bir şey yokmuş. Çoban bakmış ki misafirleri üşüyecekler, ‘Bismillah’ demiş, köşedeki iskemleyi kaptığı gibi parçalamaya başlamış. Vaziyeti anlayan padişah hemen müdahale etmiş:
– Aman efendi, biz üşümüyoruz. Isınmak için iskemle yakılır mı?
Çoban padişahın sözünü duyunca, bir kızmış. Gelip padişahın ensesine bir tokat patlatmış.
– Bre densiz, bilmez misin ki ev sâhibinin işine karışılmaz?!
Vezir kıpkırmızı olmuş. Ama tebdil-i kıyafet olduklarından hem padişah, hem de o vaziyeti idare etmişler.
Neyse, biraz oturup hoş beş etmişler. Padişah çobanın ağzını aramış, ahalinin vaziyeti hakkında epeyce konuşturmuş. Derken iskemle yanıp bitmiş. Bunu gören çoban da, bu sefer kendi oturduğu iskemleyi kaptığı gibi parçalamaya başlamış. Padişah yine dayanamamış:
– Dur ne yapıyorsun, bâri onu yakma, diye atılmış.
Tabiî yine tokadı yemiş:
– Demedim mi size ev sâhibinin işine karışılmaz, demiş çoban.
Padişah bu işe içerlermiş. ‘Ben de sana göstermezsem…’ diye içinden bir plân kurmuş. Artık ayrılık vakti gelip vedalaşırlarken padişah çobana ismini, yurdunu söylemiş, eline kâğıt tutuşturmuş ve ‘Biz de seni bekleriz efendi’ demiş. Padişah sarayına dönmüş, aradan zaman geçmiş.
Derken, bir gün bizim çoban, yolları dolana dolana saraya gelmiş. Padişahın misafiri olduğunu söyleyip, elindeki kâğıdı göstermiş. Hemen padişaha haber vermişler. O da sarayın boğaza bakan bir balkonuna mükellef bir sofra kurdurup, misafirini buyur etmiş.
Çoban, vezir ve padişah birlikte sofraya oturmuşlar. Çoban iştahla yemeklerden yiyormuş. Padişah da biten yemeklerin çok kıymetli gümüş, porselen tabaklarını tutup denize fırlatıyormuş. Yemek devam ediyor, padişah boşalan tabakları atıyormuş ama çobandan hiç ses çıkmıyormuş. Sanki böyle bir âdet varmışçasına denize giden güzelim tabaklara sesini çıkartmıyormuş.
Sonunda vezir dayanamamış ve bir aralık padişah yine bir tabağı atarken ‘Aman padişahım, bütün tabakları denize attınız. Onlar hazinenizin çok kıymetli parçalarıydı.’ demiş.
Çoban dönmüş ve vezirin ensesine bir tokat patlatmış:
– Hâlâ öğrenemedin mi vezir efendi, ev sâhibinin işine karışılmaz! 🙂
82 nolu yazıyı daha dikkatli okudum. Yazının içerisi Necip’in düşüncelerinin aynısı.
Peki, kavga ne kavgası? Aile içi kavgası.
Peki, neden? YA Er-Doğan orta sınıfı YA DA Atatürk-Marks orta sınıfı.
Çok daha ince cevap: Her iki politikacılar cephesindeki bayrak, her iki tarafın allahı İLERLEME. Bütün dinlerde olduğu gibi allah aynı allah, yollar değişik. Oyunun oynandığı sahne ve baş roldekiler de aynı: Alın yazısı/gen yazısı/insan doğası, her şeyi açıklayan o meşhur allah veya maymun işi (Darwin’in ‘monkey business’, evrim, genler).
Hatta çorba bile aynı çorba. Eğer günümüzde ilerleme allahına tapmazsan, ona ulaşmaya ayak uyduramazsan aynı kapitalizmin tüm dünyaya yayılma tufanı gibi “yüz ya da bat” (sink or swim ) seni boğar. Git salı pazarında bir esnafa sor. Kapitalizm tufanı esnasında Batı’da çıkan sanat ve edebiyat eserlerine bak ve oku. Sadece o bile değil, medeniyetin yayılmasında da aynı tufan dünyayı kaplamıştı. Her yerde bağıran çağıran, ayaklara dolaşanlar battı. O nedenden Marks “bu iş ahlakla, bağırıp çağırmakla olmaz, bu bağırıp çağırmayı son moda bilim yapmak gerekir” dedi. Bitki olsun, hayvan olsun, insan olsun, eğer yüzemezlerse, ufuklarda görülen dünya veya ahret cennetinden mahrum oldular ve olacaklar. Bunu bilmek için ne Necip ne de 82 gibi dahiler dahisi olmak gerekir. 82’nin bıkmadan işaret ettiği teori/praksis çelişkisinin ne kadar çocukça olduğuna bir örnek: İran’da petrol bilim-teknoloji ile çıkar ama mollalar hem petrolü hem de bilim-teknolojiyi yaratanın allah olduğu hikayesi ile halkı “uyuturlar”. Uyku aynı uyku, ninni değişik.
Daha bariz bir örnek: bütün dünya devletleri aynı bir şirket gibi çalışırlar, zorluk çıktığında, Necip ve 82 gibilerin olmak istedikleri ama bir türlü olamadıkları çok daha bilgili uzmanlara danışılır. (bir ara buna teknokrasi cici bici adı verilmişti). İş çok daha zorlaşırsa her zaman ekonomik/askeri çözüm var. Trump-Türkiye, Merkel-Yunanistan falan filan misallerinin bini bir para.
C. W. Mills 1820’lerde Yunan kurtuluşu ile 1960’lar Kıbrıs sorununun ABD senatosunda tartışmasını kıyaslar. 1820’lerde Platon, St. Augistin, Hobbes, J. J. Rousseau, T. Paine, Fransız İhtilali, Locke, Hume, … 1967’de aynı Necip ve 82 gibilerin çiğnediği medya dedikoduları, his sömürüleri, üstlerine bağlılık gösterisi, taraftarlarına şerbet …
82, püritenleri bir çeşit günümüz baş artistlerine benzedikleri için seçmiş. Püritenler çıktığında diğer guruplar da vardı.
Bazı diğer guruplar: Adamites/Anabaptists/Antinomianism/Behmenists/Diggers/Itinerants/Lollards/Millenarians/Muggletonians /Ranters/Seekers/Shakers/Squatters,/Vagabonds/Waldensians …
Püritenler neden kazananlar tarihinde böyle şaşalı bir yer aldılar? Rum- Slavery-Molasses üçgeni? Hızla gelişen kapitalizm? Çileci, zahid dinciler ile başarılı tüccarlar arasındaki sıkı bağ?
En güzel ABD tarihlerinden biri şöyle başlar:
“Jollity and gloom were contending; for an empire”
Kişiler de vardı. Bazıları: G. Winstanley, Joachim of Fiore/ Boehme/Merton (of Merrymount, ‘jollity’i seçmişti)/ T. Müntzer …
İşte kaybettiklerini gören ‘digger’lerden Winstanley’in hıçkırığı:
…
“Knowledge, why didst thou come, to wound and not cure?
O power, where art thou, that must mend things amiss?
Come, change the heart of man, and make him truth to kiss.”
82, bazı diğer şeyleri de, eminim bilerek değil, hasıraltı etmiş. Bilerek hasıraltı etmek için çok daha bilgili olmak gerekir.
Bakalım mesela parktaki moruğa.
Nativizm hareketlerinde halk, eski mitlerine, “pure” günlerine dönmek istediler (Türklerde Orta Asya, Kürtlerde Mezopotamya, Avrupalılarda Greklere dönüşü, günümüz Çininin Konfüçyüs’ü …). Hesiod’un Altın Devri, Lao Tseu’nin ve Buda’nın yoldan çıkma uyarıları, Kurosawa’nın Dersu Uzala, Village of the Water Mills ve diğer çok sayıda filimlerde eski günlerin çağrışımını yapması (en azından Seven Samuari), S. Ray’in Musican filmi, Chekov’un Cherry Orchard, Bertolucci’nin Before The Revolutions, Big Bang şişmanlaması başladığında sıfıra yakın entropi, psikolojide hemen doğduktan sonra kafayı yemeye başlamak, Marks’ın İlkel Komünizmi, hatta Don Kişot, hatta romantik akımda Orta Çağ özlemi …
G. Bruno daha çok Pisagor gibi uçuk, gelen modern bilimin hoplayıp zıplayanlarından. Zamanımız Kaliforniya New Age hilkat garibeleri ve hatta bu site Kuantum Fizik, Uzay Denklem şarlatanları. Asıl, gerçek, babayiğit Galileo. Benzerleri: Hamamdan çıplak koşturan Arşimet, babayiğit Democrates, (Marks’ın özgürlüğe şans tanıyan Epikürü değil). Bu ikinciler, folklorik falan filan. 82 ve Necip gibi ciddi, aynı geleceğe ama değişik at gözlülükleriyle gözünü dikmiş dahiler değil.
Sözüm ona doğa biliminin temelini atan Yunanlılar da, açıkgöz, atik, çevik (“nimble minded”) Odisseas’ın (Ulysses) salakları ya kılıcı ya da keskin zekası ile dize getirip koloniler kurma safhasında, ciddi “Şu ne?”, “Nasıl?”, “Tek kaynağı ne?” sorularından “artık macera başkalarını boğazlama devri bitti, birbirimizi boğazlamadan nasıl yaşarız ciddi, ahlak, moral sorulara eğilme zamanı geldi” safhasına geçerler. Parktaki moruk gibi iç dünyalarına kapılırlar.
Din misalleri de (Dawkins soytarı gibi) günümüz çok şekerli modasına uygun.
Lafı Hindistanlılara bırakayım.
Kitap: Science, Hegemony & Violence: A Requiem for Modernity
Edited by Ashis Nandy Delhi 1988
“Defying protests by (and to the mortification of) pacifists and anti-militarists, a significant proportion of ordinary citizens in virtually every country have consistently and willingly died for king and country. There are already signs that at least as large a proportion of citizens is equally willing to lay down their lives heroically for the sake of science and development. In 1985, one Japanese doctor praised the atomic bombing of Hiroshima and Nagasaki for the indirect benefits they have brought to Japan. In an election held soon after the gas tragedy in 1984, the affected citizenry of Bhopal returned the same regime to power that shared the responsibility for the disaster. Likewise, demands for new steel mills and large dams often come from the very regions and sectors in the third world which are most likely to be the first victims of industrialization.”
Dinin zararları modasına devam edelim: “Peki kırılma noktaları nerelerde başlıyor?”
1. Avrupada bir yılda salt parfüme harcanan para dünya eğitim, sağlık ve sefalat problemini çözer.
2. 20. yüz yıl başlarında dünya zengin ülkelerinde büyük bir moda başladı: Geleceğin ümitleri çocukları kötü evlerden alıp iyi aile ve veya kurumlarda yetiştirmek. Bu, Sovyetler’de tiksindirici bilimsel boyutlar kazandı. Annelerin rahimlerinde çocuklar lider, yaratıcı yazar, olimpiyat sporcusu, bilim adam-karısı ve nihayet çöpçüler ve tuvalet temizleyicileri olarak tespit edilip bebek doğunca genlerine göre uygun eğitim verildi.
Yapılan bütün çalışmalar, evde ne kadar kötü muamele görseler, ne kadar dayak yeseler, yeni evlerinde ne kadar iyi muamele görseler, çocukların asıl anne babalarını tercih ettiklerini tepit etti. İsviçre, 1970 ortalarına kadar böyşe çocuklar toplayıp, mide doldurma karşılığı bedava çalışma şartıyla çiftçilere dağıttı. 1980’lerden beri bu gaddarlığa maruz kalan binlerce kişi devleti mahkemeye verdiler. Ama eşsiz demokrasiye şükür mahkeme devam etmekte.
3. 1983’de yazılan bir yazıdan alıntı: “As I write (1983), it is estimated that the world contains over 60,000 nuclear warheads, many with a capacity a thousand times greater than the bomb which destroyed Hiroshima. The possibility that these weapons will be used in our lifetime is steadily growing. The approximate cost of these weapons is 500 billion dollars a year, or 1.3 billion dollars a day. Five per cent of this sum – 25 billion dollars – could drastically, fundamentally alleviate the problems of the poverty-stricken contries.” (benim notum: şimdi harcanan binler misli)
Bu zengin ülkelerde yaşayanların bu çılgınlığı kabul etmeleri ile değişik inançlar yüzünden çılgınlığa kapılanlar arasındaki fark sadece taraf tutanlar için önemli. Soru, Necip ve 82 aydın dahiler için “temiz ve zenginlik akımına kapılmış mutlu balık mı, etrafa saldıran köpek balığı mı olmak istersin ?”
Galiba bir tesadüf veya tarih cilvesi.
Hristiyan rahipler, manastırlar, özellikle Benediktin Tarikatı kapitalizmin (saat ve disiplinli hayat) ve fırlaması bilimin temel temelini attılar. Daha sonra yine tarih/talih cilvesi olacak Kilise maçı tüccarlara kaybetmeye başlayınca her taşın altında bir şeytan bulmaya başladı. İslam, bilimde matematikte, astronomide, kimyada, optikte (ışık ve görme), tarımda, tıpta büyük ilerleme yaptı ama maçı kaybetmeye başlayınca katılaştı.
Bakalım katılaşmadan önce nasıldı?
“Marchands chrétiens et Infidèles. — En des circonstances spéciales, les marchands médiévaux s’étaient aussi attiré la réprobation toute particulière de l’Eglise : dans la lutte contre les Infidèles. Dès le Haut Moyen Age (note, MS 500-1000), les marchands des premiers grands centres italiens de commerce — Naples, Amalfi, Venise — dont le trafic avec les Musulmans représentait une part importante des activités ont parfois pris dans les luttes opposant Chrétiens et Infidèles le parti de ceux-ci, encourant les foudres de la Papauté. Ces questions devinrent encore plus aiguës à l’époque des Croisades quand l’Eglise s’engagea sans réserve dans la lutte armée contre l’Islam — à une époque où le développement du commerce international avait rendu les contacts d’affaires avec les Arabes pratiquement indispensables pour les grands marchands occidentaux. Venise ne participa qu’à contre-coeur à la première croisade, pour avoir sa part du butin quand l’expédition fut suffisamment avancée, et il semble qu’elle ait toujours préféré la détourner vers Byzance, ce qu’elle réussit, comm on sait, lors de laquatrième croisade. La légistlation des Croisades stipule en effet l’interdiction du commerce avec l’ennemi et décrète l’embargo sur les produits stratégiques, notamment les bois, le fer, les armes, les navires. D’une façon plus générale, l’Eglise interdisait en permanence la vente d’esclaves à l’Islam qui constituait un des plus grands trafics des marchands chrétiens médiévaux. Or, les échanges, même en temps de croisade, ne s’arrêtèrent pas. Une correspondance entre des marchands musulmans de Tunis et un marchand chrétien de Pise manifeste — entre autres documents — l’excellence des relations entre commerçants infidèles et chrétiens, ce qu’on a appelé ” la solidarité des marchands musulmans et chrétiens”. Voici par exemple le début d’une de ces lettres :
“Au nom de Dieu, Clément et Miséricordieux” (benim not: Bismillâhirrahmânirrahîm) “Au très noble et distingué “cheik”, le vertueux et honoré Pace, Pisan ; que Dieu préserve son honneur, veuille sa sauvegarde, l’aide et l’assiste dans la réalisation du bien! Hilal ibn Khalifat-al-Jamunsi, votre ami affectionné et qui vous veut du bien, à vous qui suivez les sentiers de la vertu, vous envoie ses salutations, la miséricorde et les bénédictions de Dieu.” et la lettre s’entrecoupe de nombreux :
“Mon très cher ami, mon cher ami Pace.”
Jacques Le Goff: Marchands et Banquiers du Moyen Age
Luther tezlerini kilise kapısına astığında Vatican umursamadı. Daha doğrusu yolsuzluk, ik yüzlülük, bankacılık, vb. çoktan biliniyordu, çoktan ve defalarca ifşa edilmişti. Luther’in neden birden bire böyle çoşmasına “günaydın” dediler. Ne var ki uygun zamanda, uygun şartlar altında, özellikle değişik prenslerin Kilise malına göz diktikleri, kapitalizmin gök yüzü cennetini yer yüzüne indirme esnasında durum daha değişik bir yola girdi.
Kazanalar tarihinin bile etrafı dikendir hardır. Dini günümüz modalarına uydurma, uydurmadır. Hepsi o kadar, sayın orta sınıf ideologu 82.
82, tarafını tutanların enayiler olduğunu bildiğini bile sergiler: “… Necip gibilerinin kurduğu tuzaklara özellikle dikkat etmek gerekir.”
Tabii kendinin düştüğü tuzak, tuzak değil! Hakikatin ta kendisi! Bırakalım 82, Necip ve taraftarlarını. Bu gün dünyada Necip’in fikirlerini savunanların en cahili bile hem 82 hem de Necip gibilerin binlercesini cebinden çıkarır. Günümüzde dünyayı Şarlo’nun Hitler’inin oyuncağı gibi elinde tutanlara danışmanlık yapanları okuyun. Veya şeflere bu gücü veren bilim adam-karıları, endüstri kaptanları, bankacıların zekalarına bakın. Sanatçılarının sanat eserlerine bakın. Olimpiyat kazanan sporcularına bakın. Falan filan. Zavallı taklitçiler, taklitçilerinin taklitçileri!
Asıl yön verenler başka gezegen arıyor, Çinliler AI ile alçak Müslümanların kadın kız baskısını bir tarafa atmış mülti milyarlık sarışın mavi gözlü genç, körpe seks oyuncakları satıyor, gen makaslarıyla, for a little fee, Afrikalılar beyaz, Otra Doğulular sarışın olacak …
Chomsky bile, alay etse de, AI ile hedefin insanları yok etme olduğunu kabul eder. Alay, hedefe ulaşmanın imkansızlığında değil, 82 gibi hoplayıp zıplayanların AI endüstrisi tarafından pompalanmış olmasında.
Doğrusu beni rahatsız eden 82’ler ve Neciplerin daha yeni Yeni Cesur Dünya’ya korkmadan davetleri değil. Ne de yeni Yeni Dünya’nın mutlaka geleceğini bilm,i olman. Hatta 82 ve Necip gibilerin varlığı tek yolun bu olduğunu fazlasıyla kanıtlar.
Beni en fazla şaşırtan kaçınılmaz çelişkileri, insanın çaresizliğini anlamaktansa, çelişkilere gönderme yapıp hindi gibi kabarmalar.
Ne Erdoğancı Necipler, ne de Atatürk-Marksçı 82’ler eninde sonunda zombilere çevrilmişleri, seks ve pornografi hariç ki zaten çoğunluk için iPhone seks ve pornografi kaynağı, iPhone’larını parçalamaya ikna edemez.
Sokakta bir tur atmak yeter.Tipik olarak aynı masada 10 kişi, 10 iPhone’a yapışmış. 82 kendi tuzağına kendi düşmüş, haberi yok. Bütün iniş çıkışlara rağmen Kapital ve fırlaması dünyaya hakim oldu! Geri kalan, kör aydınların liderlere yağ çekmeleri.
Avrupa’ya geldiğimde, intibalarımı soran arkadaşlara yazdığım mektupta anlattığım, Necip, 82 ve bu siteye katılan taraftarlarını çok iyi tanımlar:
Amerika’da düzeni savunanın maskesini bir kürdanla yırtarsın. Ardından korku içinde titreyen zavallı insan çıkar. “Yeah man, we are all f*cked, mighty dollar is all there is, we don!t even know where we are going …” Avrupa’da (tabii 82, Necip, Zileli ve tüm bu site orta sınıf Batı ve ABD taklitçileri için fazlasıyla geçerli) baltayla bile maskeyi sökemiyorsun.
“Devrimci teori olmadan devrimci pratik olamaz” derler.
Bu kural “devrim” dışında da geçerli ise o zaman “devrim”i bir kenara bırakarak soralım:
(Tabii devrim için de sorabiliriz ama bu konu zaten tartışılıyor.)
“Anadolu Oligarşisi” iktidarına son vermek isteyenlerin “teori”leri nedir ve hatta bir “teori”leri var mıdır?
Bir de şöyle sormalı:
Bundan önceki “pratik”lerinin, daha doğrusu “pratik teşebbüsleri”nin (hangileri olduğunu söylemeye gerek yok) başarısızlıklarının nedeni de “yanlış teori” veya “teorisizlik” midir? (Örgütsüz ve liderliksiz, dolayısıyla “teorisiz” kitlelerin “pratik”te başarısız olmaları gibi mesela?)
En dogrusunu siz yaptiniz. Demagojiye demagoji yapmali.
Ama biz medenilerin, akil yurutme, rasyonel ve mantikli oldugumuzu da gostermelisiniz. Aksi halde, ayirt edilemeyeceklerin ozdesligi mantik ilkesine gore o sapiktan farkimiz olmaz.
Medeniler ve ilkeller hakkinda yaptiginiz arastirmalari ve o arastirmalari aklinizi yuruterek sunarsaniz, biz ciddi dusunurler ile bu damagog aramizdaki farki vurgulamis ve ispatlamis olursunuz.
Bu sitenin platformu politika. Politika da, dogasi geregi, insanlarin his, hirs, ihtira, tutku, öfke ve onyargilarina degil, rasyonel dogasina, aklina, mantigina hitap eder. Pazarda en iyiyi en ucuza almak, kendin calisacagina baskalarini calistirmak, geride kalmamak ve daima ilerlemek, okula gidip meslek sahibi olmak, dogru yoldan cikmamak, medeni olmak gibi.
Arastirma ve aklinizi yurutmeyi bu sitede begendim/begenmedim oylamasi ile duygusal degil aklin dayandigi sayilarla degerlendirecegiz. Ve ilkeller gibi 2’yi gecince “bos ver, cok de gitsin” demiyecegiz. Biz medeniler ne kadar cok olursa olsun daha cok olmasini isteriz. Ilerleme budur.
Uyari: Bu sapik damagog, mantik ve matematik ogrettiginden, salt bu sitedeki oylamadan tumevarmada istatistiksel hata oldugunu; bizler gibi akil ve mantik kullanacagina, demagojiye basvurup sevdim/sevmedim oylamanin tum sosyal medyada yapilmasi gerektigini ileri surebilir. O halde buyuk beyinli Zileli abimiz izin vermeyebilir. Biz medeniler arasinda bile cok, coktur, cogun bile bir siniri vardir. Hatta bu sapik daha da ileri gidip bu siteye katilanlarin hepsinin ayni, birbirlerinin klonlari oldugundan her oylamada oldugu gibi bu oylamanin hileli oldugunu iddia edebilir
Anarşiyi temiz, güzel, uslu, terbiyeli, evcil kılma girişim tarihi çok eskilere gider.
Bu yola kendini verenlerin ilkesi: Gökyüzünde düzen var, yeryüzünde de olmalı. Allah gökyüzünü düzene soktu, biz de yeryüzünü düzene sokacağız.
Dünyanın her yerinde halk edebiyatı, atasözleri, türküler, efsaneler, mitler, masallar, hikayeler anarşik; saray ve saray etrafındakiler arasında uslu ve terbiyeli, evcil.
Bu bir tesadüf mü? Olabilir ama ihtimal çok az, inanmak çok zor.
Ben bu siteyi kobay olarak kullandım. Katılanların hepsi saray etrafında büyümüş düzen meraklısı. Kişiler düzenin tanımında, vasıflarında, kuruluş ve işleyiş şeklinde anlaşamazlarsa da, düzenin şart olduğuna inanırlar.
Bu kendi başına pek ilginç değil. Zaten bu sitedekiler bilim meraklısılar ve bilime göre evrenin kendisi en mükemmel düzene doğru gitmekte. Parçacıklar bile uslanıp oldukları yerden kımıldamayacaklar. Zaten “halk arası” televizyon, sinema, internet ve sosyal medya ile doldu.
İlginç olan “halk arasında” denilen nesnenin yeryüzünden silinmesi veya silinme yolunda olması. Yerini medya, okul, televizyon, sosyal medya, gazete, kitap, kısaca saray ve düzen yaratıklarına bıraktı. Biraz devrimin evrimi gibi, yukarıdan aşağı oldu. Dışında kalan şairler ve sanatçılar hâlâ anarşik bir dünyada hiç rahatız olmadan yaşarlar.
İyi ama mavi gözlülerin buldukları ve bizim bütün insanlığa mal ettiğimiz “doğa yasaları” var.
Buna, en azından iki eski çok güzel cevap da var.
Vico, “doğayı biz yapmadık, yapmadığın şeyi anlamak imkansız” dedi.
Cizvitler Çinlilere, şimdiki Mao’nun evlatları mavi gözlüler değil, eskilere, Avrupa’da “doğa yasaları” bulunduğu müjdesini coşkunlukla ilettiklerinde, Çinliler bu “doğa yasası” işini çok tuhaf buldular. “Bizim için sadece toplumda yasa olur. Eğer yarın güneş doğudan değil batıdan doğarsa, doğa, doğa yasalarını ihlal etti diye mahkemeye vermeyiz.” dediler. Hatta teknik anlamda, örneğin ulu ve great Galileo’nun altın yumurtaları onları hiç etkilemedi. Görünen dünya çok daha önemliydi. Tycho Brahe ve gökyüzü düzeninin mesajları onlar için çok daha önemliydi. Zaten Cizvitlerin amacı da Çinlilerin bu gökyüzü düzenine, örneğin güneş tutulması, saplantısını kullanarak beklentiyi daha hassas hesaplar yaparak daha doğru sonuçlar bulmak, İmparatorun gözüne girmek ve Hıristiyanlığı Çine yaymaktı. Modeern bilim daha henüz Kapital allahın resulu olmamıştı.
İşin daha da ilginç tarafı düzen peşinde koşanların en katıları bile bir gün bir şey, ertesi gün tam tersini söylerler. Örneğin en katı bilim adamı bile temelde zamanı tıpa tıp aynı olan anlardan (doğru üzerinde noktalar gibi) oluştuğuna, anlar arası farkın salt nicelik olduğuna inanır ama ertesi gün ilk çocuğunu doğduğu günün ayrıcalığından söz eder. Uzay da öyle. İlk aşkına rastladığı yer ve zaman gibi.
Tabii ben kendim bu sitede ne yardan ne de serden geçmeyen katı yeryüzü düzencilerinin çelişkilerine, kendim kalpten inandığımdan değil alay etmek için, işaret ettim.
Mitler hakkında zerre kadar bilgisi olan biri bile kullanılan sembollerin aynı anda tam birbirlerinin zıddı sayısız kavramları içerdiğini bilir.
Yeryüzü düzenini savunanların zavallılıkları mantıkta bile bir sistemin elemanları arasındaki ilişkileri belirleyen temel varsayımlar kabul edilince çelişki olabileceğini bilmemeleri. Satranç oyununda birden bire at fil gibi hareket ederse, çelişki olur. Değişik bir oyunda at bal gibi fil rolünü oynayabilir.
Ben, eğer bu sitede biri “Müslümanlar hem her şey allahın elinde diyorlar, hem de ne olur ne olmaz, belki allah da kafayı yedi, bastığım yer açılır içine düşerim, diri diri gömülürüm diye korkmadan yürüyorlar” dese hiç şaşırmam. Nitekim allahın parçacıkları (orijinal versiyonda atomları) her an yeniden düzen soktuğu İslam felsefesinin temel taşlarının en önemlilerden biri.
2 600 yıl önceki çok daha derin ifadesi: Çelişki beyninde, hayatta değil.
“Püritenler çıktığında diğer guruplar da vardı.
Bazı diğer guruplar: Adamites / Anabaptists / Antinomianism / Behmenists / Diggers / Itinerants / Lollards / Millenarians / Muggletonians / Ranters / Seekers / Shakers / Squatters, / Vagabonds / Waldensians…”
Diger paragraflari da oyle, ama bilhassa bu paragrafi okudugumda, bu satirlari yazan kisiye yonelik hayranligim kat be kat atti..
Di mi?
Yok.
Degil, alakasi yok. Tersine.
Yahu, nedir sizden cektigimiz?
Biriniz, bir iki asir oncesinin Rusyasindan, bir digeriniz bilmemkacbin kilometre uzaktaki Amerikasindan malumatfurussluktan oteye gitmeyen kafa sisirmelerle bir seyler soylermis gibi yaparsiniz..
Bana ne, bir koprude kic kica gelmek ihtimalim hic olmayan –hic de olmamis– birilerinin aralarindaki ihtilaflardan?
Bana ne, sirf kendisine ozgurluk aramak pesinde terk-i diyar etmis manyaklarin teskil ettigi kucuk kucuk gruplarin serguzestinden?
“Bana beni anlat, usta!” demisti, bir soylesisinde Cem Karaca.
Benim ilavelerim var:
Senin beni anlayip anlamadigini anlamak icin, once, bilmemnerede bilmemne zaman yasamis (ya da yasamis oldugu iddia edilen) birilerinin varolus/yokolus maceralarini tek tek ve mufassal detaylariyla ogrenmemi, bilmemi, bekleme benden, usta!
Benim derdim o uzak diyarlardan neset etmiyor; bu topraklarda, bu iklimde, bu mazide dogdu dertlerim benim.
Beni anladigini anlamam icin, once senin ne dedigini anlamam lazim: Bana, benim dilimle, bu topraklarin, bu iklimin, bu mazinin diliyle konus, usta!
Yok; o kadari dahi senin elinden gelmiyorsa: Bos bos konusma, usta!
“Bundan önceki ‘pratik’lerinin, daha doğrusu ‘pratik teşebbüsleri’nin (hangileri olduğunu söylemeye gerek yok) başarısızlıklarının nedeni de ‘yanlış teori’ veya ‘teorisizlik’ midir? (Örgütsüz ve liderliksiz, dolayısıyla ‘teorisiz’ kitlelerin ‘pratik’te başarısız olmaları gibi mesela?)”
Pozitif bilimlerdeki ‘teori’ler, eger bir fayda uretiyorlarsa, bir problemi cozmege yariyorlarsa, makbul olabilirler. Faydali bulanlarin sayisi cok da onemli degildir.
Beseri ilimlerde ise, ‘fayda’ unsuru yine de vardir, tabii ki; ama, faydali bulanlarin sayisinin ne oldugu da onemlidir.
Yani, o ‘teori’den fayda umanlar, o ‘teori’den cikari olanlarin nitelik ve nicelik (keyfiyet ve kemmiyet; qualitative and quantitative) buyuklugu (‘magnitude’u) onemlidir.
Yani, benimseyen insan sayisi ve onlarin kudretlerinin toplami onemldir.
Budur, cunku, herhangi bir sosyal ‘teori’yi digerlerine, ‘topuzumun hakki icun’ diyerek kabul ettirmeniz icin gereken ilk sey.
Bu yoksa, hikmetlerden hikmetler iceren uhrevi hakikatleri temsil eden bir ‘toeri’niz olsa ne yazar olmasa ne yazar..
Iste, bu acidan bakarsaniz, ‘Balkan Oligarsisi’ ve murtezikasinin (otlakcilarinin) neden basarisiz olduklarini daha kolay gorebileceginiz kanaatindeyim: Hem nicelik hem de nitelik bakimindan tukenmisligin son demlerini yasiyor…
Iflah olmak ihtimali yok denecek kadar az.
Anadolu Oligarşisi’nin Seçmen Tabanı Anadolu Halkının Geleneklerinden Olan Düğün Gelenekleri Ve Halktan Kopuk Balkan Oligarşisi Elitlerinin Gelenek Düşmanlığı
İşte halktan kopuk “Balkan Oligarşisi” gibi yapay olmayan “Doğal Oligarşi”nin dayandığı halk çoğunluğunun gelenekleri:
[Kerbela matemlerinde zincir ve bıçaklarla dövünen Şii halkı ile onların bu geleneğini yasaklayan halk ve gelenek düşmanı elitist Saddam rejiminin Anadolu’daki karşılıkları]
Düğün magandası uzman çavuş 1 kişiyi öldürdü
http://www.hurriyet.com.tr/gundem/dugun-magandasi-uzman-cavus-1-yasinda-cocugu-oldurdu-40935811
Düğün magandası 14 yaşındaki Furkan’ı vurdu
http://www.hurriyet.com.tr/gundem/furkani-vuran-dugun-magandasi-tutuklandi-40927091
Düğün magandası can aldı
http://www.hurriyet.com.tr/gundem/dugun-magandasi-can-aldi-40883640
Düğün magandası işbaşında!
http://www.hurriyet.com.tr/gundem/dugun-magandasi-isbasinda-40827445
Düğün magandası öldürdü
http://www.hurriyet.com.tr/dugun-magandasi-oldurdu-40548171
Düğün magandası 7 yaşındaki Adnan’ı yaraladı
http://www.hurriyet.com.tr/dugun-magandasi-7-yasindaki-adnani-yaraladi-40396448
Düğün magandası 3 çocuk annesini canından etti
http://www.hurriyet.com.tr/dugun-magandasi-3-cocuk-annesini-canindan-etti-40343382
Düğün magandası ateş açtı; 3 çocuk yaralandı
http://www.hurriyet.com.tr/dugun-magandasi-ates-acti-3-cocuk-yaralandi-40343303
Düğün magandası genç 2 müzisyeni yaraladı
http://www.hurriyet.com.tr/dugun-magandasi-genc-2-muzisyeni-yaraladi-40226239
Düğün magandası çekim yapan kameramanı yaraladı
http://www.hurriyet.com.tr/dugun-magandasi-cekim-yapan-kameramani-yaraladi-37307682
Kırşehir’de düğün magandası ateş açtı: 1 ölü, 3 yaralı
http://www.hurriyet.com.tr/kirsehirde-dugun-magandasi-ates-acti-1-olu-3-yarali-37306642
Düğün magandası Şahin K. arkadaşını sırtından vurdu
http://www.hurriyet.com.tr/gundem/dugun-magandasi-sahin-k-arkadasini-sirtindan-vurdu-40101324
Düğün magandası 3 çocuğu vurdu
http://www.hurriyet.com.tr/gundem/dugun-magandasi-3-cocugu-vurdu-29849303
Düğün magandası dua okuyan hocayı yaraladı
http://www.hurriyet.com.tr/gundem/dugun-magandasi-dua-okuyan-hocayi-yaraladi-29587796
Düğün magandası kendini de yaraladı
http://www.hurriyet.com.tr/dugun-magandasi-kendini-de-yaraladi-27421489
Düğün magandası bu kez muhtar çıktı: 1 ölü
http://www.hurriyet.com.tr/gundem/dugun-magandasi-bu-kez-muhtar-cikti-1-olu-24629342
Adana’da düğün magandası can aldı
http://www.hurriyet.com.tr/gundem/adanada-dugun-magandasi-can-aldi-20203541
Düğün magandası 17 yaşındaki İzzet’i ağır yaraladı
http://www.hurriyet.com.tr/gundem/dugun-magandasi-17-yasindaki-izzeti-agir-yaraladi-18031724
Düğün magandası can aldı
http://www.hurriyet.com.tr/gundem/dugun-magandasi-can-aldi-16524092
Sivas’ta düğün magandası 3 kişiyi yaraladı
http://www.hurriyet.com.tr/gundem/sivasta-dugun-magandasi-3-kisiyi-yaraladi-15988803
Düğün magandası öldürdü
http://www.hurriyet.com.tr/gundem/dugun-magandasi-oldurdu-13125507
Düğün magandası, komşu kadın çıktı
http://www.hurriyet.com.tr/gundem/maganda-komsu-kadin-cikti-12764378
Düğün magandası Metehan’ı öldürdü
http://www.hurriyet.com.tr/dugun-magandasi-metehan-i-oldurdu-12565054
Hindistan halkına ve onların geleneklerine yabancı olan elitist Müslüman ve İngiliz oligarşilerinin Sati, yani kocası ölen kadının yakılması geleneğini – tepeden inmeci Jakoben yöntemlerle – yasaklamaya çalışmalarının demokrasiye aykırılığı ve diktatörce olması ile ilgili olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı Sayın Necip Bey?
“İşte halktan kopuk ‘Balkan Oligarşisi’ gibi yapay olmayan ‘Doğal Oligarşi’nin dayandığı halk çoğunluğunun gelenekleri:”
‘Balkan Oligarsisi’ni bu tur mugalatalarla ehven-i ser kilmak pek mumkun degil.
Mumkun degil; cunku ahalinin geleneklerinin ve onlarin istenmeyen bazi tezahurlerinin ‘oligarsi’ filanla alakasi yok.
Hic de olmadi.
Oligarsinin ne anlama geldigini bilmeden mugalata yapmamalisiniz. Komik bile olmuyor.
Not: Ciddi bir entellektuel amelelik ornegi gostererek ‘basin turu’ yapmaniz ve bu gayretkesliginizin sonucunda olusturdugunuz ceman 23 adet ucuncu sayfa habere ait baslik ve linkleri buraya aktarmanizi tabii ki takdir ettim. Tesekkur ederim deyisim yevmiyenizdir. Bugun bonkorlugum ustumde, nedense.
Mr. Necip didn’t like the Anatolian Oligarchy…
…HE LOVED IT!!!
[ 14.000 people didn’t like this song…
…THEY LOVED IT!!!
https://www.youtube.com/watch?v=Tw8mpgccugc ]
“Sati, yani kocası ölen kadının yakılması geleneğini – tepeden inmeci Jakoben yöntemlerle – yasaklamaya çalışmalarının demokrasiye aykırılığı ve diktatörce olması ile ilgili olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı Sayın Necip Bey?”
Var, tabii ki.
Isguzarliklarini orada ve yarim birakmayip, Eskimolarin (Inuitlerin) yaslilarini kizaga bindirip canli canli olume gondermek geleneklerine de mani olmaliydilar.
La havle..
Ekonomik omrunu tamamlamis unsurlari muhafaza etmek icin neden ozel gayret sarfetsinler?
Oligarsi denen seyin bundan ne gibi cikari olabilir?
Hic.
Cikari yoksa, –ki yok– oligarsi konusu ile bunlarin ne alakasi olabilir?
Is the Balkan Oligarchy really dead or about to die? Like Mr. Necip said?
Maybe. I’m not sure.
Still… there is something familiar about what he just said. I don’t know. I feel like:
– The Balkan Oligarchy is dead! The war is over! And when I kill you, I will have killed the last revolutionist!
– Amazing. Every word of what you just said was wrong. The Balkan Oligarchy is reborn today. The war is just beginning. And I will not be the last revolutionist.
http://haber.sol.org.tr/yazarlar/taylan-kara/serbest-uydurma-teknigiyle-roman-analizi-yapmak-245587
***
Öyküde masada bir sürahi su vardır, bir çocuk Abdullah Efendi’nin bu suyu içmesini istememektedir. Bu sahne, metinde “Türk modernleşmesinin olumsuz hâli”, “erken Cumhuriyet döneminin tasfiyeci siyasal tutumu” olarak şöyle yorumlanır:
“Abdullah Efendi‘nin içmek için yanıp tutuştuğu suya estetik bir nesne, bir oyuncak muamelesi yapan bu hasta çocuk, zamansal akıştan kopmuş maziyi hayati bir işlev için hatırlamak, oluşa katarak hayatı onunla beslemek yerine, onu donmuş bir imgeye hapseden Türkiye modernleşmesinin bir alegorisi gibi görünmektedir. Bir başka ifadeyle, Abdullah Efendi ile su arasında engel oluşturan çocuğu, şimdi ile mazinin buluşmasını engelleyen erken Cumhuriyet döneminin tasfiyeci siyasi tutumuyla yan yana düşünmek mümkündür. (9)”
Kanıt?
Ne kanıtı!
Bu yorumu destekleyen bir gram kanıt, herhangi bir akıl yürütme, en küçük bir argüman vs. hiçbir şey yoktur. Bu ifadeleri inandırıcı bulmayanlar isterlerse bağlantısı verilen tezi de okuyabilir.
Bu yorumun TEK KANITI KENDİSİDİR!
Bu metindeki “Türk modernleşmesi” ifadesini çıkarıp yerine
“Alman modernleşmesi,”
“Japon gericileşmesi,”
“Anadolu Selçuklu yayılmacılığı” ya da
“Sümer çağdaşlaşmacılığı” yazsanız da bu metinde hiçbir şey değişmezdi.
***
Bir başka alıntı:
“Bütün bu kalabalık, değişmiş, hüviyetini kaybetmiş vücutların doymak bilmez iştahlarıyla birbirleriyle birleşiyor, kenetleniyor, halkalanıyor, birbiri içinde kayboluyor, birbirinden doğuyor, elle tutulacak kadar kesif bir homurtu içinde ölüp diriliyorlardı […] Korkunç ferdi hazların iştahıyla yanıp tutuşan garip mahluklarıyla rastgele bir araya toplanmış olan bu nizamsız kalabalık, Tanzimat ve bilhassa Cumhuriyet sonrasının cemaatlik bilincini yitirmiş, ortaklaştırıcı değerlerden yoksun toplumunun bir alegorisi gibidir. (10)”
Bu nizamsız kalabalık niçin “Tanzimat” ve “BİLHASSA CUMHURİYET SONRASI cemaatlik bilincini yitirmiş, ortaklaştırıcı değerlerden yoksun toplumun” alegorisidir?
Zincirlikuyu Metrobüs Durağı’ndaki kalabalığın alegorisi de olabilir!
De Gaulle’ün cenazesindeki kalabalığın alegorisi de olabilir!
Fenerbahçe-Çaykur Rizespor maçındaki seyircinin alegorisi de olabilir!
İspanya’da boğa güreşi izleyicilerinin alegorisi?!
Hacı Kamil Dursun İlköğretim Okulu’nda son ders zili çaldıktan 45 saniye sonraki öğrenci kalabalığının alegorisi olmasın sakın?!
Bu cümlelerle, metindeki cümleler keyfilik bakımından birbirinden farklı mıdır?
***
“Tanpınar metinlerinde alegori hem Cumhuriyet projesinin toplumsal varlığın şimdisinde yarattığı tahribatı tarihsel bir hattan eleştirmek gibi negatif, hem de söz konusu projenin reddettiği geçmişi makbul yanlarıyla bugüne taşımak gibi pozitif bir işlev görmektedir. (11)”
Konu ne olursa olsun ve ne kadar alakasız olursa olsun sözü Cumhuriyet’e getirip mutlaka bir laf sokmak, Murat Belge metinlerinin alametifarikasıdır. Bu olmadan o metin eksik kalır.
***
Bu mantıkla herhangi bir metni keyfinize göre istediğiniz gibi yorumlayabilirsiniz. Her kitabı ilgili ilgisiz Cumhuriyet’e ve Kemalizme bağlayabilirsiniz.
Örneğin:
“Raskolnikov çatırdayan merdivenden ağır ağır çıktı.”
Yorumumuz: “Burada çatırdayan merdiven, Kemalist ilerleme düşüncesinin toplumda yarattığı tahribatı simgelemektedir!”
Proust’un “Kayıp Zamanın İzinde” romanında, romanın kahramanı bir madleni çaya batırdı.
Yorumumuz: “Burada çay dünyayı, madlen ise Kemalist Cumhuriyeti temsil eder. Madlenin çayın içinde erimesi, diğer bir deyişle parçalanması, modernleşme paradigmasıyla dünyaya açılan Kemalizmin başarısızlığını ve ideolojisinin parçalandığını gösterir!”
Kim tutar sizi?
Anna Karenina, romanın sonunda trenin önüne atlayarak intihar etti.
Yorumumuz: “Raylar Kemalist devlet ile vatandaş arasındaki mesafeyi temsil eder. Kilometrelerce paralel seyretmelerine rağmen arada hep bir mesafe vardır ve bir türlü kesişmez. Kemalist bürokrasi ile halk arasında daima bir metal soğukluğu vardır.”
Kanıt?
Ne kanıtı? Kanıt benim sözlerim!
***
Fransa veya Rusya’da monarşilerin yıkılması da sadece ekonomik ömürlerinin dolmasının kendiliğinden gelen doğal bir sonucuydu zaten.
Yoksa, Fransız ve Rus devrimlerinin – ki yok zaten böyle “devrim”ler – kullandığı “zor”un bunda en ufak bir payı yok.
Bizde de Balkan Oligarşisi devrim yapmadı ve böyle bir oligarşi hiç olmadı zaten.
Çürümüş Osmanlı saltanatı ömrünü doldurunca her şey kendiliğinden ve toplumla uyum içinde yoluna girdi.
“Fransa veya Rusya’da monarşilerin yıkılması da sadece ekonomik ömürlerinin dolmasının kendiliğinden gelen doğal bir sonucuydu zaten.”
Evet. Esasen oyle.
Her ikisi de, karsilayamayacaklari masraflar (yani, yanlis ve cok buyuk yatirimlar) yuzunden tikandi.
“Yoksa, Fransız ve Rus devrimlerinin – ki yok zaten böyle ‘devrim’ler – kullandığı ‘zor’un bunda en ufak bir payı yok.”
Kimse –en azindan, ben– bu ‘devrim’lerin ‘yok’ oldugunu iddia etmiyor.
Soylenen su: Bu ‘devrim’ler bir oncekilerin yanlislarinin yol actigi ‘kitasal kayma’larin yol actigi sosyoekonomik depremlerdir.
‘Devrim’in liderleri filan dediklerimiz de, bu ‘deprem’lerin ‘tsunami’lerinin dalgalarinda surf yapan (dogru zamanda dogru yerde olmus, ya da sadece uyanik firsatci) kisiler ya da kadrolardir.
‘Devrim’i yaratmis filan degildirler.
Bir bakima, bildigimiz ‘mutesebbis’ profili de diyebiliriz: Sartlari uygun gorup harekete gecmekten bahsediyorum.
‘Zor’ konusuna gelince.. Bunun da mevcut olmadigini iddia eden yok –ben etmiyorum.
Tabii ki, olmustur ve olmak zorundaydi.
Yapilan yanlis yatirimlarin yol actigi buyuk rahatsizliklari, kabul edilir bir zaman icinde normallesir umuduyla, zor kullanarak gidermek istemek beklenmedik bir yaklasim degil. ‘Biraz disimizi siksak gecer’ umidi, yani.
Fakat, kullanilan ‘zor’un umitleri canli tutabildigi zamanlar vardir; tersine sonuclar dogurdugu zamanlar vardir…
Yukaridaki her iki ‘devrim’de, ikincisi olmustur. Rahatsizliklari ve dogan tepkiyi katmerlendirerek artirmistir.
“Bizde de Balkan Oligarşisi devrim yapmadı ve böyle bir oligarşi hiç olmadı zaten.”
Kisisel kanaatim: Evet, bildigimiz anlamiyla ‘devrim’ sozkonusu olmadi. Yani, arkasina ‘halk’i alan bir hareketten bahsedemiyoruz.
Fakat, baska turlu bir ‘devrim’ sozkonusu. Bunu gormek icin 1920 ila 1923 yillari arasina dikkatli bakmak gerekir.
Bir kadro, eminim bazi dissal santajlari da arkasina alarak (bkz. Lozan oncesi yapilan cesitli ‘yapisal degisiklikler’), kendilerine odul olarak devleti zimmetine gecirdi.
Bu kadroyu Balkan Oligarsisinin temsilcileri sayabiliriz.
[Not: Ardindan sagda solda cikmis isyanlari ‘irtica’ sifatiyla ve hep de din/mezhep baglaminda gormek/gostermek kolayciligini birakip, bunlarin, aslinda, ‘Balkan Oligarsisi’ne itirazlar olup olmadigina bakmak nedense kimsenin aklina gelmez/gelmedi.]
“Çürümüş Osmanlı saltanatı ömrünü doldurunca her şey kendiliğinden ve toplumla uyum içinde yoluna girdi.”
Buradaki ‘kendiliginden’i ‘Mevlam neylerse guzel eyler’ misali, olmus bitmis herseyi ‘dogal’ saymak ve mesrulastirmak amaciyla kullaniyorsak, sorun yok.
Ama, celisen/cekisen/catisan guclere bakmak da faydali olabilir.
Benim baktigim yerden, ‘Balkan Oligarsisi’, galipler nezdinde cok daha kabul edilir bir teklifle gitti: ‘Siz buranin patronajini bize verin, biz de sizin puruz gorduklerinizi giderelim’.
Kabul gordu.
Ikinci Meclis ve devami budur.
Vatan kurtarildi –vatandastan.
The rest is, as they say, history.
Genellikle falcılar ileriden haber verir. Bunlar geçmişte olanlar olacaktı falcılığı yapmışlar. Falcıların dedikleri yanlış çıkabilir bu iki dahinin yanlış olmaları, tabii görünüşte, imkansız. Çünkü olan olmuş. Helal olsun, bu ne zeka! Bu ne altın yumurtlama yeteneği!
1. 111 falcı-dahi geçmişin falına bakar, klonu 112 falcı-dahi tasvip eder:
“Fransa veya Rusya’da monarşilerin yıkılması da sadece ekonomik ömürlerinin dolmasının kendiliğinden gelen doğal bir sonucuydu zaten.”
Bende de falcılık var.
2. Eşeğimin ölmesi sadece biyolojik ömrünün dolmasının doğal bir sonucuydu.
Bu site, bu iki dahiye benzeyenlerle dolu, benim önerimin esprisini anlamazlar. Onlara BAY, Basit ve Aptalca Yap açıklaması yapmam gerekecek.
Bu iki öneri de olumsal dünya önerileri. Her ikisinde nedenlerin doğurduğu sonuçlar ancak ve ancak bilimsel metotla kanıtlanabilir.
Şimdi Türkler akıl almaz zeki olduklarından 2. öneriyi biraz değiştireyim ki ne demek istediğim anlaşılsın.
2′. Eşeğimin ölmesi sadece kimyasal maddeler dolu otları yemesinin doğal bir sonucuydu.
İlk 2. versiyonda, neden = biyolojik ömür dolması, sonuç = ölüm. Alışkanlıklar yüzünden, eğer alayımı anlarsanız, bu iki falcının saçmalıklarını fark etmek zor olabilir. Ama 2′. de kimyasal maddeler dolu ot yediği halde ölmeyen eşekler olduğundan saçmalığı görmek kolay.
Özellikle yirminci yüz yılın ikinci yarısında, birçok ülkeler ekonomik ömürlerini doldurdukları halde yürürlükteki politik rejimler yıkılmadılar, bazen rejimi yürüten politika partisi değişti, o kadar. Hatta ekonomik ömürleri dolmaya sürükleyenler, ölümden kurtardılar. Son örneklerden biri Yunanistan. Türkiye de aday.
Monarşilik çok uzun süre ayakta kaldı ama bu iki Türk dahi çok yukarıdan baktıkları için görmemişler. Veya at gitsin canım, eğer varsayımın doğru değilse, ne desen doğrudur.
Bir fıkra bunu güzel anlatır.
Bir doktor oğlunu tıp okulunda okutur ve okul bitince kendisi emekliye ayrılıp muayene hanesini oğluna bırakır.
Bir süre sonra baba ile oğlu arasında şu konuşma geçer:
– Baba, bugün senin bir hastan geldi. Defalarca gelmiş ama sen teşhisini yapamamışsın. Problemi çok basitti. Bir ilaç verdim, adam iyileşti.
– Ulan eşek, ben seni nasıl okuttum sanıyorsun?
111-112 altın yumurtasını ünlü mantıksal örnekle kıyaslayalım:
İnsan ölümlüdür,
Sokrat insan,
O halde, Sokrat ölümlü.
Bu argümanın gerçek dünya (olumsal dünya) ile hiç bir ilgisi yok.
Bence bu iki alim-falcı bu dediğimi bile tamamıyla yanlış anlayacak kadar sonsuz ileri zekalılar. Kapasiteleri dolmuş taşıyor, maşallah. Değiştireyim,
Bütün Türkler kuyrukludur,
Bu iki dahi Türk,
O halde, bu iki dahi kuyruklu.
Not: 112 salt sidik yarışı için kuyruklu olmaya çoktan razı olur ama inşallah ne demek istediğim anlaşıldı.
112 falcı-dahi, bu çeşit saçmalıkları defalarca yaptı ve yüzlerce defa aynı şimdi yaptığım gibi yüzüne yağdırdım ama kimse anlamıyor bile. Herifin umrunda değil, site kendinin klonlarıyla dolu.
Bu dahi-falcı Türkler b*k çukuruna o kadar batmışlar ki, orta okul bilgisi olan olumsal dünya ile mantıksal dünya arasındaki farkı bile bilmiyorlar. Hatta bu dahi-falcıların fallarına totoloji, gereksiz tekrar denir.
Örnek: Uyku ilacı uyutucu olduğu için uyutur. Ekonomik ömür dolması rejimin yıkılmasına neden olduğu için rejim yıkılır.
Ne yazık, İslam Medeniyeti, Atatürk, Marks, Aydınlık ve Akıl Devri, Bilim, Matematik, Mantık, Okullar, Televizyon, Sosyal Medyaya rağmen okuma yazma bilenler bile ve bilhassa bu yarı cahiller nesnel bilgi ile aşağılık duygularından dolayı sidik yarışı için en basit gerçekleri bile göremiyorlar.
“Özellikle yirminci yüz yılın ikinci yarısında, birçok ülkeler ekonomik ömürlerini doldurdukları halde yürürlükteki politik rejimler yıkılmadılar, bazen rejimi yürüten politika partisi değişti, o kadar. Hatta ekonomik ömürleri dolmaya sürükleyenler, ölümden kurtardılar. Son örneklerden biri Yunanistan.”
Baskenti Atina’nin hemen yanibasinda cikan bir yangina vakitlice mudahale edemeyen, oradaki birkac bin insani tahliye edemeyen; yuz kisiden fazla insanin dumandan ya da yanarak olmesine seyirci kalan bir devletin halen sag oldugunu soylemek, Zigetvar Seferinden donen Kanuni’nin taht-i revaninda heybetli oturusuna bakip onun turp gibi saglikli oldugunu sanmaktan daha beterdir.
Yunanistan, aslinda, bagimsizligini ilan ettigi gun itibariyle olu dogmus bir devletti. Yapay beslenme ile hayata tutunduruldu. Simdi, malesef, o da yurumuyor pek. Cunku, nufus hem azaldi, hem de bedenen ve ruhen yaslandi. Heves kalmamis, dinamizm sifir.
Bitkisel hayata yasamak demiyorsak, buyuk bir kilisede cenaze merasimini bekliyoruz demektir.
“Türkiye de aday.”
Katilmiyorum.
Turkiye’de bu bayram tatilinde Yunanistan’in toplam nufusundan fazla insan tatil amaciyla yollara serildi (bir kismi da, haliyle, yollarda telef oldu; ama, buy kadar yogun ve yuksek artis sozkonusu oldugunda, sasilacak bir sey degil.).
Baska bir suru gostergeye de bakabiliriz; ama, sirf bu bile Turkiye’deki dinamizmin boyutlarini gosteriyor.
Ayrica, dusunun bir, Belgrad Ormanlarinda bir yangin ciksin ve o civardaki (Zekeriyakoy filan) evlerde/villalarda oturan insanlar arasindan olenler olsun…
Sizce kac kisi olebilirdi boyle bir seyde?
Butun Turkiye’de, orman yanginlarinda kac kisi kaybediyoruz?
Yunanistan oyle degil. Zaten olmus. Tek fark, cesetler orman yanginlarinin oldugu yerden cikiyor.
1789 + 1848 + 1871 + 1905 + 1908 + 1917 + 1923 + 1968 + 1979 + 1989 + 2011 + 2013 + 2018 = ?
“‘Devrim’in liderleri filan dediklerimiz de, bu ‘deprem’lerin ‘tsunami’lerinin dalgalarinda surf yapan (dogru zamanda dogru yerde olmus, ya da sadece uyanik firsatci) kisiler ya da kadrolardir.”
Surf riders (revolutionists);
https://www.youtube.com/watch?v=rLLItQCZ1-U
Durum o kadar vahim ki bu soruyu sormak bile artık abes oldu.
Mavi gözlü sarışınlar ve taklitçileri yamaklar gece gündüz insanı övmek ve bilhassa bilim-teknoloji becerilerini saymaktan bıkmazlar. “Peki insan kim?” sorusunu sorunca birden bire bir avuç GERÇEK insan mavi gözlü sarışınlar sayılır: krallar, imparatorlar, devlet başkanları, zenginler, futbolcular, yazarlar, bilim adam-karılar, güzeller, yakışıklılar, …
Sağcılar çok daha dürüstler. Tek kusurları hâlâ tam modern olmamaları: Rönesans ile ilan edilen güce olduğu gibi, çıplak tapmayı hâlâ alın yazısı/kader/gen yazısı/insan doğası gibi cici bici sarışın ambalajlara sararlar.
Solcular tam iki yüzlü: “Evet ama lağımlarda yaşayanlar, fabrikada çalışanlar, sokak ve hela temizleyen falan filan ayak takımları olmasaydı sarışınlar nasıl sarışın olacaklardı?” falan filanla herkesi insan ederler. En azılılarından biri bile sabah 6’da balık yakalar, 7’de piyano çalar, 8’de şiir yazar, 9’da jimnastik yapar, 10’da felsefe yapar … Kapital’in en büyük kölesi bu salağın idealinin idealini kapitalizm ha başardı ha başaracak: ‘Transhumanizm’, gen kes-yapıştır teknolojisi, ‘Anthropocene/Capitalocene’ vır vırı.
Yukarıdaki sadece bir giriş.
Gelelim Türk sarışın mavi gözlü taklitçilerden en aşağılarda yer alan ama bu site kendisinin kopyaları ile dolu olduğundan hâlâ ötmeye devam eden 102 Necip’e.
Necip bir altın yumurta yumurtladı, yumurta kendisi gibi aşağıya düşüyor, saat kaçta yarı yola varacak?
Tabii, bu soru orta okul fizik öğrencileri için. Anlamadan fiyakasını yaptığı bilim, matematik, fizik, Uzay Denklemeleri falan filan yumurtlayan 102 Necip için değil, ne de kuantum uzmanı Hz İbrahim, materyalist Hortlak ve diğer medeniyet ARTIK ürünleri için.
Orta okul çocuğu sorar: “Necip saat kaçta yumurtladı?”
Bu dediğimin bilimin en derin özü olduğunu anlamayanlar bu siteye toplanmış ötüp duruyorlar.
Big Bang’in bile tam başlangıç, sınır değeri, başlangıç koşulu arama çılgınlığı fiyakasını yapan taklitçiler konuyu bile anlamamışlar. Hatta bir ara bunun ciddiliği moda oldu ve Kelebek etkisi/ Kaos Teorisi cici bici isimle vaftizi yapılıp anlamayanların gözlerini kamaştırdılar. Bu cici bici afyonu kim yuttu? Tahmin eder misiniz? Türk otantik anarşistler! Ne mutlu anarşistim diyene, quoi!
Gelelim bu hilkat garibesi araba satıcısı bilgiç 102 Necip’e:
Ama önce bir fıkra. Son 7-10 bin yıldır bunların sayısını hesap etmek uzun ama kolay. Basitleştireceğim. Asıl sarışın mavi gözlüler 1 ise, taklitçiler 1 katrilyon.
– Bir ampulü değiştirmek için kaç kişi lazım?
– Bir katrilyon. Biri değiştirir diğerleri seyrederek beceriden gurur duyarlar.
Bu dikizcilerin ‘ilkel’ lafından nefreti bu mu acaba?
Necip’in en son yumurtalarından birkaçı:
“Bu ‘devrim’ler bir oncekilerin yanlislarinin yol actigi ‘kitasal kayma’larin yol actigi sosyoekonomik depremlerdir.”
“Bunu gormek icin 1920 ila 1923 yillari arasina dikkatli bakmak gerekir.”
Yani başlangıç, sınır koşullar önemli.
Aynı kukla salt sidik yarışı için benzeri havalar atar:
“Benim derdim o uzak diyarlardan neset etmiyor; bu topraklarda, bu iklimde, bu mazide dogdu dertlerim benim.”
Bu araba satıcısı aynısını hiç utanmadan binlerce defa yaptı.
Bu o kadar cahil ki “o da kimmiş?” ciddi tarihçilerin özellikle başlangıç veya sınır koşulların değişik olması halinde tarihin nasıl değişik olacağını inceleyenler bile var. Bu tarihçilere “what if” tarihçileri denir.
Aşağılık duyguları çok derine gitmiş. Aşağılık duygularını okşayıcı, teksin edici bir örnek:
“Onüçüncü Kabile, tarihçi Arthur Koestler’in (1905-1983) Türk tarihini de ilgilendiren bir kitabının adı” Veya Türkler Orta Asya’dan kaçacaklarına Çin’e karışsalardı ne olurdu?
İnsan mavi gözlü sarışın olmak için bu kadar alçalır!
Hem yüzde yüz Amerikan ucuz kopyası mavi gözlü sarışın 102 Necip, hem de utanmadan ” Bana, benim dilimle, bu topraklarin, bu iklimin, bu mazinin diliyle konus, usta!” diyen 102 Necip.
Hem kitabına “Bencil Gen” adını vermekle hödüklere yanlış fikir verdiğini itiraf eden ve araba satıcısı 102 Necip’ten milyon üstün genetik bilim adamı Dawkins, hem hâlâ “ÇIKAR” kırık plağını çalan araba satıcısı 102 Necip.
[John Burdon Sanderson Haldane (1892 –964) was an English scientist known for his work in the study of physiology, genetics, evolutionary biology, and in mathematics,
where he made innovative contributions to the fields of statistics and biostatistics. He was a professed SOCIALİST, MARXIST, ATHEIST, AND HUMANIST whose political dissent led him to leave England in 1956 and live in India, becoming a naturalised Indian citizen in 1961.]
Haldane’e bir kardeşi için hayatını verir mi diye sorarlar.
Bir kardeşi için değil ama iki kardeşi; 7 kuzeni için değil ama 8 kuzeni için evet der.
İşte sana konuyu bilen Haldane ve hâlâ “ÇIKAR” kırık plağını çalan g*tü b*klu araba satıcısı 102 Necip.
Bu sitedeki bila istisna herkes Hem araba satıcısı 102 Necip’in kopyası, hem de araba satıcısına karşı.
Hem herkes ABD veya hatta İsrail’in bile isterlerse bir günde Türkiye’yi yerle bir edeceklerini bilir, hem de kafeste bülbül misali “hepimiz kardeşiz”, “sosyalizm, komünizm, anarşizm falan filan” öter, İktidar Ana Dolu Oligarşi, Kafir Baba Balkan Oligarşi ninnileri, mavalları, falan filan dedikoduları yaparlar.
Rönesans veya Kapital-Burjuva mutlak egemenliğinin yarattığı Modern Medenilerin var/yok acıklı uzun havaları:
Felsefesinin en derin sorusu ‘Neden var?’ idi, şimdi ‘Neden yok?’
Birey olmak isteme ama tüketici pazar bireyi olmaktan başka bir şey olamama.
Gibi olmak isteme ama taklitle yetinme.
Ne sıfır olduğunu bilmeden kurtulma ne sıfır olmak istememekten kurtulma.
Sonsuza dek uzar gider bu zavallılık. 102 Necip acıklı hal içinde alık alık sırıtanlardan. Herif, hem ABD ve Avrupa “used car salesman”liği yaparak köşeyi dönmüş, hem de “onlar kimmiş?” numarası yaparak el ayak öpüyor.
Tıp bilim adam-karıları boşuna her hastalığın nedenin stres olduğu altın yumurtaları yumurtlamadılar!
Bana “Kapitalizm diye [yapay/insan ürünü/tasarlanmış] bir sistem yoktur” dedirtemezsiniz!
Çünkü “Kapitalizm kapitalistler tarafından [Osmanlıca veya Öztürkçe gibi yapay yazı dillerine benzer şekilde] masa başında tasarlanmış yapay bir sistem değildir” demek çılgınlıktır!
Tarih Falcıları Ve Tarih Yapıcıları
Byzantion/Konstantinopolis/Kostantiniye/İstanbul neden gelişmiş bir şehirdir?
– Trakyalı Byzas tarafından kurulduğu için
– Romalı Konstantinus tarafından Doğu Roma/Bizans başkenti yapıldığı için
– Kostantiniye fatihi II. Mehmed tarafından payitaht yapıldığı için
– Devlet-i Aliye’nin ser-mimarı Sinan’ın eserleriyle imar edildiği için
– vb.
Hadrianopolis/Edrinebolu/Edrine/Edirne neden gelişmiş bir şehirdir?
– İmparator Hadrianus’un imar etmesi nedeniyle
– I. Murad (Hüdavendigar) tarafından fethedildikten sonra payitaht yapılması nedeniyle
– Devlet-i Aliye’nin ser-mimarı Sinan’ın eseri Selimiye Külliyesi nedeniyle
– İstanbul’u terkeden IV. Mehmed’den (Avcı) II. Mustafa’ya değin padişahların buraya yerleşmesi nedeniyle
– vb.
Ankyra/Ankara neden gelişmiş bir şehirdir?
– Augustus adıyla imparator olan Octavianus’un yaptırdığı Augustus mabedi nedeniyle
– Roma ve Doğu Roma/Bizans dönemindeki mevkidaşları gibi Ankara kalesini imar eden I. Keykubad ve II. Keykavus nedeniyle
– Koyunluca Ahmed’in oğlu Numan’ın (Kurban Bayramı’nda şeyhinin yanına gittikten sonra Bayram, hacdan döndükten sonra Hacı Bayram) Augustus mabedi yanındaki türbe ve camisi nedeniyle
– Mustafa Kemal Paşa’nın (Sakarya Meydan Muharebesi’nden sonra Gazi Mustafa Kemal Paşa, Soyadı Kanunu’ndan sonra Mustafa Kemal Atatürk) burada Meclis’i açması, Cumhuriyet’i kurması ve kendisinin burada bulunan köşkü ve kabri nedeniyle
– vb.
Ikonium/Konya neden gelişmiş bir şehirdir?
– İznik’i kaybeden I. Kılıç Arslan’ın devletin merkezini buraya taşıması ve oğlu I. Mesud’dan itibaren ardıllarının burayı geliştirmesi nedeniyle
– Belh’li Celaleddin Muhammed, yani Mevlana Celaleddin Rumi’nin buraya yerleşmesinin sonucu olarak Mevleviliğin merkezi olması nedeniyle
– Selçukluların ardından Karamanoğullarının merkezi olması nedeniyle
– Devlet-i Aliye’nin büyük önem verdiği Mevlana Celaleddin Rumi türbesi yanı sıra yaptırdığı veya imar ettiği diğer eserler nedeniyle
– vb.
“Ayrica, dusunun bir, Belgrad Ormanlarinda bir yangin ciksin ve o civardaki (Zekeriyakoy filan) evlerde/villalarda oturan insanlar arasindan olenler olsun…
Sizce kac kisi olebilirdi boyle bir seyde?”
Necip bey, milliyetçiliğiniz ve vatanseverliliğiniz bizleri çok duygulanılırdı doğrusu.
Ölen sayısı bizce yaklaşık sıfır olurdu. Hatta bayram tatiline giden dinamik Türk halkımızın yardımına bile gerek kalmadan.
Daima sidik yarışına hazır olmanızla kazandığınız eksperlik, daima elinizde tutarak sidik yarışına hazır olmanız, devasa ve güçlü TÜRK maslahatınız sadece Belgrad ormanı yangınını değil, bu yaz birçok ülkelerde olan yangınları oturduğunuz yerden hiç kımıldamadan birkaç saniyede söndürebilirdi.
Hatta önden sidiğinizle yangını söndürürken arkanızdan çıkaracağınız hortumla o kafir TÜRK düşmanı Yunanlıları yer yüzünden bile silebilirdiniz.
Bu sitedeki girdiğiniz sidik yarışları ve arkanızdan çıkardığınız şiddetli rüzgarlar bu inancımızı fazlasıyla kanıtlar.
Eğer hortum o alçak Yunanlıları yok etmezse, başlarına yumurta yağdırırsınız. O da olmazsa, ER-DOĞAN’IN maslahatını elinize alır, aziz Müslüman kardeşlerimiz bayram tatilinin zevkini çıkarırken, siz elinizdeki tokmakla alçak Yunanlıların kafalarına vura vura onları Syx yolculuğuna çıkarırsınız.
“Zigetvar Seferinden donen Kanuni’nin”
Zigetvar seferine giden olacak.
Türkiyemiz zor anlar yaşamakta. Trump ve ekonomik buhranı, İsrail, Almanya, Fransa; bütünlüğümüzü yıpratma çabaları.
Necip bey, bu anlarda vatansever olduğunuzu çekinmeden söyleme cesaretiniz göz yaşartıcı.
Türkiyemiz girdiği borca saniyede $545 ödemekte ama Necip bey gibi pozitif düşünmek lazım.
Başkanımızın “onlarda dolar varsa, bizde de Allah var.” der. Başkanımız, gücü yetmediği, kolu yetişmediği, korktuğu, bir üfürükle Türkiye’yi ve başkanımızın sarayını yerle bir edeceklere karşı altına etmiş ama Necip bey İslam’a Türklük katarak başkanımızın altını temizlemiş: “Onlarda dolar varsa, bizde de Türklük, vatanseverlik, Anadolumuz, kendi topraklarımız, kendi iklimimiz, kendi mazimiz var” milli ilahisi ötmüş.
Er-Doğan ve Necip bir elmanın iki yarısı, maşallah. Necip bey salt Allah’ın kafi gelemeyeceğini bildiğinden denkleme Atatürk’ü katmış.
Denklem dedik de aklımıza geldi: Yahudi Cohn, Kahin Necip bey, siz şu Uzay Denklemelerinize bir bakıp kehanette bulunamaz mısınız? Yoksa gurunuz da Trump korkusundan altına eder size bakma izini vermez mi acaba?
Seçtiğiniz örnek Cem Karaca ve padişah-vezir-çoban darbımeseliniz çok ince ve isabetli, tebrik ederiz.
Cem Karaca’nın annesi Ermeni, babası Azerbeycanlı, kendisi Anadolu toprak, iklim ve mazimizin müzik temsilcisi.
Çoban da Anadolu toprak, iklim ve mazimizin fıtri zekasının temsilcisi.
X’e Dışarıdan Gelerek Y Rejimini Kuran Z Oligarşisini İstemeyenler = Eski X-izm Yerine Yeni Y-izm’in Gelmesini İstemeyenler = Akıntıya Kürek Çekenler
320/30’lar
Byzantion’a dışarıdan gelerek Konstantinopolis rejimini kuran Roma Oligarşisi’ni istemiyoruz! = Eski Yahudiliğimiz ve Hellen Paganizmimiz yerine yeni Hıristiyanlığın gelmesini istemiyoruz! = Akıntıya kürek çekiyoruz!
620/30’lar
Yesrib’e dışarıdan gelerek Medine rejimini kuran Kureyş Oligarşisi’ni istemiyoruz! = Eski Yahudiliğimiz ve Arap Paganizmimiz yerine yeni İslamiyetin gelmesini istemiyoruz! = Akıntıya kürek çekiyoruz!
710’lar ve 750/60’lar
Cordoba’ya dışarıdan gelerek Kurtuba rejimini kuran Emevi Oligarşisi’ni istemiyoruz! = Eski Yahudiliğimiz ve Hıristiyanlığımız yerine yeni İslamiyetin gelmesini istemiyoruz! = Akıntıya kürek çekiyoruz!
1920/30’lar
Anadolu’ya dışarıdan gelerek Ankara rejimini kuran Balkan Oligarşisi’ni istemiyoruz! = Eski Muhafazakar-Gelenekçi, Medreseci, Tekkeci, Türbeci Anadolu Sünniliğimiz yerine yeni Modernist-Çağdaşçı, Modern Okullarcı, Modernist İlahiyatçılarcı Sünniliğin gelmesini istemiyoruz! = Akıntıya kürek çekiyoruz!
2000/10’lar
Bürokrasimize dışarıdan gelerek Başkanlık rejimini kuran AKP Oligarşisi’ni istemiyoruz! = Eski Kemalizm’imiz yerine yeni Erdoğanizm’in gelmesini istemiyoruz! = Akıntıya kürek çekiyoruz!
Yunanistan’ın çöküşünden konu açılmışken, bunun devletle ilgili ya da ekonomik nedenlerinin yanı sıra daha derinde yatan ideolojik ve dini nedenleri de olabilir mi acaba?
Şuradan aklıma geldi ki, “acaba bizim Yaşar Nuri Öztürkgillerin Kuran’a dönelimciliği gibi Antik çoktanrıcılık dönemine geri dönmek isteyenler de var mıdır?” diye düşünürken yıllar önce bir yerde okuduğum bir şeyi hatırladım: Günümüzdeki modern/yeni çoktanrıcılarla ilgili bir yazıydı ve yanlış hatırlamıyorsam mevzubahis olan Yunan tanrılarıydı.
Zaten bu konuda ilk akla gelen örneğin genellikle Antik Yunan olması normaldir. Ayrıca Antik Yunan’ın modern dünyanın öncüsü ve atası sayılabilecek olması, ve dolayısıyla Yunan dininin “demokratik”liği de bir etken. Yoksa neden Ra’ya ve kendisi de tanrı olan Firavun’a tapan “Yeni Çoktanrıcılar” yok?
“(dogru zamanda dogru yerde olmus, ya da sadece uyanik firsatci) kisiler ya da kadrolardir.
‘Devrim’i yaratmis filan degildirler.”
They just want attention, they don’t want workers’ welfare.
Or, they just want attention, they don’t want workers’ heart.
Like, “You just want attention, you don’t want my heart”;
https://www.youtube.com/watch?v=7mxlOX5LSG8
“milliyetçiliğiniz ve vatanseverliliğiniz bizleri çok duygulanılırdı doğrusu.”
Ne guzel.
Beni daha fazla yormamak icin, kendinize uygun bir de Hasan Mutlucan parcasi dinletir misiniz lutfen.
Bu arada, Yunanistan ahalisi adina –ya da zulf-u yare dokundugu icin– gosterdiginiz alinganligin beni ayrica ve ziyadesiyle etkiledigini de eklemeliyim.
Hamamin namusunu da, tabii ki, birileri savunacak.
Da…
Keske ortada savunulacak bir sey olsaydi.
“Zigetvar seferine giden olacak.”
Dogru.
“Cem Karaca’nın annesi Ermeni, babası Azerbeycanlı, kendisi Anadolu toprak, iklim ve mazimizin müzik temsilcisi.”
Yani, bu topraklarin insani.
Yüksek tahsillilerin bildiği gibi erkeklerin kadınlardan üstünlüğü taş devrinde başladı. 30 bin sene filan onceleri Savannah’ta, herkes tek basina avci-toplayici halinde yasarken yangın çıkar ve dinamik erkek çiş yaparak yangını söndürür. Yine büyük beyinlilerin bildiği gibi kadının ateşi söndürmesi için üstüne oturması gerekir.
Dün Belgrad Ormanlarinda bir yangin cikdi ve Necip adlı sıradan bir Avrupa ve ABD teknolojisinin elinden düşme araba satıcısı aynı metotla birkaç saniyede o civardaki (Zekeriyakoy filan) evlerde/villalarda oturan insanları olumden kurtardı. Başkanımız bizzat Necip’in devasa aletine vatanseverlik madalyası taktı.
Sosyal Medyada yapılan mülakatta bu eşsiz güce nasıl sahip olduğu, mutasyon-gen-doğa-maymun işi mi yoksa epigenetik-idman- antrenman sonucu mu sorusuna şöyle cevap verdi:
Yaşımdan dolayı cenabı hakkımızın biz kullara taktığı aletimi kullanamaz oldum. İnternet’te buna çare aradım. Çareyi bir sol devrimci sitede buldum. Yorum yapanların bazıları ile sidik arışına girdim ve sık sık girdiğim sidik yarışı aletimi güçlendirdi. Eğer cenabı hakkım ÇIKAR, dinim bu ÇIKAR için araba satmak olmasaydı, Başkanımız Ulu ve Yüce ER-Doğan’ın aletime taktığı madalyayı atomlara parçalayıp her araba alana bir parçayı teşvik bonusu olarak dağıtırdım.
Bu düşüncemi Ulu ve Yüce şefimize bir twitter atarak fikrini almak istedim, bekliyorum.
Televizyoncular ve gazeteciler ne yazdığını sordular ve kahraman Necip şöyle yanıtladı.
Ben salt araba satıcısı değilim. Cenabı hakkın bana verdiği beden coğrafyası kaderim olduğundan bazı coğrafi bölgeler artık eskisi gibi çalışmıyor. Boş zamanlarda matematik, asal sayılar, fizik, trigonometri, analitik geometri, savanalarda tek başına gezenlerin paleontolojisi, biyoloji, evrim teorisi, simülasyon, İktidar’ın doğuşu, Kapitalin ebediliği, Uzay Denklemleri ile fala bakma gibi tabiat ve beşeri bilimlere merak salıp uçlarda turistlik yaptım.
Bildiğiniz gibi şu an milli bütünlüğümüzü bozmaya çalışan iç ve dış düşmanlar hayli dinamik bir sürece girdiler. Dinamik halkımız ise ilk vazifesi olan mukaddes bayram tatili dinamikliği ile meşgul. Eğer ben madalyanın atomlarını da parçalarsam bizim de atom bombamız olur ve aynı Belgrad ormanı yangını gibi iç ve dış düşmanları birkaç saniyede yok ederiz. Uzay Denklemlerine baktım, kanıtlandı.
Televizyonular, sağ/sol vatansever devrimciler, Müslüman ve milliyetçi halkımız coşarak Necip’i omuzdan omuza hoplatarak Taksim’de selfiler çekerek Gezi’ye çıkardılar.
Necip hocamızın Belgrad Yangını ile ilgili 120 sayılı yazısı ima ve çatal dil, “double talk”, dolu.
Biz, dindar ve milliyetçi Türkler, kadir ve kutsal bayram tatili turizmini Necip hocamızın sattığı dinamik arabalar sayesinde dinamik geçirmekteyiz.
Biz milliyetçi Türkler, 30 Ağustos Zafer bayramımızı da son yıllarda iç ve dış düşmanların öldürdüğü evlatlarımızın mezarlarına yine Necip hocamızın sattığı arabalarla dinamik gitmeye hazırlanıyoruz.
Tatillerin dinamik olması yorucu oluyor ama eğer araba satıcısı Necip hocamız gibi çıkarlar teorisi açısından pozitif bakarsak, bizim de mutlaka tatile gitme zorunda kalmamız, ev-araba-iş yeri-araba-ev felek çemberinde dönüp durmamız sarışın mavi gözlü olmaya arabalarla hızla yaklaştığımıza delalet eder.
Fakat maalesef, hocamızın çatal dille ima ettiği gibi, iç ve dış düşmanlar boş durmuyorlar.
Biz, Din-Ulus Özgürlük Üniversite öğrencileri, sosyal medyada aylak aylak gezmektense hocamızın Belgrad Yangınını söndürme dinamikliğinden ihamımızı alarak iç ve dış düşmanların Türkiye’miz hakkında yaydıkları dinamik dezenformasyon topladık.
***
A former MP for the pro-Kurdish Peoples’ Democratic Party (HDP) in Turkey has expressed her intention to apply for asylum in Greece. Leyla Birlik, 44, was arrested by Greek police in the northeastern border town of Orestiada on Wednesday … A prosecutor ordered her release. In January 2017, a Turkish court banned Birlik from leaving the country on suspicion of involvement with the banned Kurdistan Workers’ Party (PKK*).
*: PKK, Lider Abd’Allah Uçan’ın kurduğu olduğu partinin adı. Uçan’dan bir alıntı: Küçük Asya’nın ilk şefi AtıTürk ulussuz ulusal devlet TC kurdu, ben de Küçük Asya’nın ikinci şefi olarak işçisiz işçi partisi PKK’yi kurdum. Zaten dünya enayi dolu, … büyük beyinliler de dahil, mesela Yalçın Küçük, k*çımı yalayanların haddi hesabı yok. Şimdi de bunlar ‘new and improved’ Islahettin TemizTaş’ın k*çını yalıyorlar.
***
Turkey is on the verge of an economic crisis. The country’s currency hit a record low, dropping by more than 40%. Turkish president Recep Tayyip Erdoğan is pointing the finger at the US. Many economists believe Erdoğan’s authoritarian control over monetary policy has pushed Turkey’s economy towards danger.
***
The stronger dollar is bad news for foreign countries and companies that borrowed dollars. … If the dollar is up, that means other currencies are down, and vice versa. A stronger dollar therefore makes it more difficult for foreigners to pay back their dollar-based loans.
Turkey’s gross external debt: $466.67 billion
Interest Payments Per Year: $17,197,280,000
Interest Payments Per Second: $545
***
Bazı iç açıcı olmayan dezenformasyon başlıklar:
1. A Turkish headache for the West
2. ‘Türk Lirası’ndaki krizi İstanbul’un siluetinde görmek mümkün’
3. Are debt crises in Argentina and Turkey a global warning sign?
Gün abimizin sitesini binlerce benzeri dezenformasyon ile doldurmak istemiyoruz. Amacımız vatansever Necip hocamızın ‘double talk’ veya “karı sana söyüyorum, gelin sen işit” uyarısına dikkatinizi çekmek.
Örneğin Yunanistan’a kapağı atan ve daha zengin, özür dilerim, daha dinamik ve demokratik Almanya’ya gitmek isteyen Leyla Birlik’e göre, Necip hocamızın tam tersine, Er-Doğan ve İslam’a dönüş uyku haplarını yutan büyük beyinlilerin tamamıyla miskinleşmişler. Halk arasındaki görünüşte canlılığın, daha çok kafası kesilmiş tavuğun etrafta koşturması, nasıl olsa b*ku yedik bari tadını çıkaralım sendromu; her zaman olmak istedikleri dıştan gelen sarışın mavi gözlü turistler gibi etrafta koşturmaları, Necip hocamızın çıkarına gelen alış verişte görsün salaklıkları. Bir çeşit ölüme hazırlık carpe diem. Bir çeşit panik.
Leyla Birlik’e göre durum o kadar vahim ki, adi ve sıradan “used car salesman”ler bile yumurtaları sarışın diye gerçekten altın sanmaktalar. Solcular Nuh zamanından kalmış ayinleri ve ilahilerine devam etmekteler. Bir de son zamanlarda dini kültürden dolayı bakirelik düşkünlerini üç kağıda getiren diplomalı anarşistler peyda oldu.
Şu Lenin’ler ve Troçki’ler Mirasları Meseleleri
“…Düzenledikleri “Marksizm’2010” seminerlerinde ise, en önde gelen konulardan biri, “Stalinizm-Kemalizm” bağlantısıydı. Ben de bu bağlantıya önem veriyordum ama Lenin, Troçki ve Stalin bağlantısı birbirinden kopartıldığında Stalin-Kemal bağlantısı tüm ciddiyetini kaybediyordu. Çünkü, eğer Stalin’le Kemal arasında benzerlik varsa, Lenin, Troçki ve Stalin arasında, benzerliğin ötesinde doğrudan ve kesintisiz bir devamlılık vardı. Stalin, Lenin’in de, Troçki’nin de mirasçısıydı…”
Şu Lenin ve Troçki Mirası Meselesi… / Gün Zileli
–
“…Düzenledikleri “Balkan Oligarşisi 2018” seminerlerinde en önde gelen konulardan biri de “Kemalizm-İttihatçılık” bağlantısıydı. Ben de bu bağlantıya önem veriyordum ama Abdülhamid, İttihatçılar ve Kemal bağlantısı birbirinden kopartıldığında İttihatçı-Kemal bağlantısı tüm ciddiyetini kaybediyordu. Çünkü, eğer Stalin’le Kemal arasında benzerlik varsa, Abdülhamid, İttihatçılar ve Kemal arasında, benzerliğin ötesinde doğrudan ve kesintisiz bir devamlılık vardı. Balkan Oligarşisi, İttihatçıların da, Abdülhamid’in de mirasçısıydı…”
Şu İttihatçı Mirası Meselesi…
–
“…Düzenledikleri “İttihat-Terakki ve Sultan Hamid 2018” seminerlerinde en önde gelen konulardan biri de “İttihatçılık-Abdülhamid” bağlantısıydı. Ben de bu bağlantıya önem veriyordum ama Abdülaziz, Abdülhamid ve İttihatçılar bağlantısı birbirinden kopartıldığında Abdülhamid-İttihatçı bağlantısı tüm ciddiyetini kaybediyordu. Çünkü, eğer Stalin’le Kemal arasında benzerlik varsa, Abdülaziz, Abdülhamid ve İttihatçılar arasında, benzerliğin ötesinde doğrudan ve kesintisiz bir devamlılık vardı. İttihat-Terakki, Abdülhamid’in de, Abdülaziz’in de mirasçısıydı…”
Şu Abdülhamid Mirası Meselesi…
–
“…Düzenledikleri “Abdülhamid ve Abdülaziz 2018” seminerlerinde en önde gelen konulardan biri de “Abdülhamid-Abdülaziz” bağlantısıydı. Ben de bu bağlantıya önem veriyordum ama Abdülmecid, Abdülaziz ve Abdülhamid bağlantısı birbirinden kopartıldığında Abdülaziz-Abdülhamid bağlantısı tüm ciddiyetini kaybediyordu. Çünkü, eğer Stalin’le Kemal arasında benzerlik varsa, Abdülmecid, Abdülaziz ve Abdülhamid arasında, benzerliğin ötesinde doğrudan ve kesintisiz bir devamlılık vardı. Abdülhamid, Abdülaziz’in de, Abdülmecid’in de mirasçısıydı…”
Şu Abdülaziz Mirası Meselesi…
“Yani, bu topraklarin insani.”
Toprağın insanı nasıl olur?
Yine ve yeni bir altın yumurta daha mı yumurtladınız?
Necip bey, bir teoriye göre insan şempanzeden (maymundan) gelmiş.
Diğer teoriye göre insanı Allah yaratmış. Yaratmış ama Allah bile salt balçıkla işin olmayacağını bilerek balçığa üfürmüş, ruh vermiş.
Bu iki teoriye ortak olan ‘hardware’ ile işin bitmediği, ‘software’, DNA veya RUH’un da gerekli olduğu.
Siz yine sidik yarışını kaçırmayıp, hele şimdi bütün Türkiye yangın söndürme kahramanlığınızı konuşurken, sizinle iftihar ederken, çok acele edip yangın söndürme aletinizi daha da uzun daha da güçlü etmek için kaptığınız gibi çekmeye başlamışsınız. Acele işe yine şeytan karışmış.
Bir ara, araba satıcısı olduğunuzu kendinize yediremediniz, dizayn mizayn ettiğinizi açıkladınız. Yani araba sadece madde yığını değilmiş. Bir program, DNA, bir program, bir programcı Allah, bir ‘software’ lazımmış.
Aksi halde, arabanız aynı size benzerdi. Olduğu yere kazık gibi çakılıp kalırdı.
Her neyse. Siz maymundan mı geldiniz, yoksa, sizi Allah yaptı ama üflemeyi unuttu da pomplamaları yaltakçılık yaptığınız büyükleriniz mi yaptı ve yapıyor? Asıl allahlarınız mı?
Şu Lenin’ler ve Troçki’ler Mirasları Meseleleri – 2
“…Düzenledikleri “Tanzimat 2018” seminerlerinde en önde gelen konulardan biri de “Abdülmecid – II. Mahmud” bağlantısıydı…”
Şu Abdülmecid Mirası Meselesi…
–
“…Düzenledikleri “Vak’a-yı Hayriye 2018” seminerlerinde en önde gelen konulardan biri de “II. Mahmud – III. Selim” bağlantısıydı…”
Şu II. Mahmud Mirası Meselesi…
–
“…Düzenledikleri “Nizam-ı Cedid 2018” seminerlerinde en önde gelen konulardan biri de “III. Selim – I. Abdülhamid” bağlantısıydı…”
Şu III. Selim Mirası Meselesi…
–
“…Düzenledikleri “Mühendishane-i Bahri-i Hümayun 2018” seminerlerinde en önde gelen konulardan biri de “I. Abdülhamid – III. Mustafa” bağlantısıydı…”
Şu I. Abdülhamid Mirası Meselesi…
–
“…Düzenledikleri “Hendesehane 2018” seminerlerinde en önde gelen konulardan biri de “III. Mustafa – I. Mahmud” bağlantısıydı…”
Şu III. Mustafa Mirası Meselesi…
Necip şöyle mi düşünüyorsun?
A ülkesinin rejimi şeriat, o ülkede yaşayan insanlar şeriat rejimine boyun eğerek yaşamlarına devam etmeli. A ülkesindeki rejimi değiştirmek, yeni rejim kurmaya uğraşmak yanlıştır, A ülkesi şeriat rejimi ile devam etmeli.
B ülkesinin rejimi otarşi, o ülkede yaşayan insanlar otarşi rejimine boyun eğerek yaşamlarına devam etmeli. B ülkesindeki rejimi değiştirmek, yeni rejim kurmaya uğraşmak yanlıştır, B ülkesi otarşi rejimi ile devam etmeli.
C ülkesinin rejimi faşizm, o ülkede yaşayan insanlar faşizm rejimine boyun eğerek yaşamlarına devam etmeli. C ülkesindeki rejimi değiştirmek, yeni rejim kurmaya uğraşmak yanlıştır, C ülkesi faşizm rejimi ile devam etmeli.
D ülkesinin rejimi monarşi, o ülkede yaşayan insanlar monarşi rejimine boyun eğerek yaşamlarına devam etmeli. D ülkesindeki rejimi değiştirmek, yeni rejim kurmaya uğraşmak yanlıştır, D ülkesi monarşi rejimi ile devam etmeli.
E ülkesinin rejimi sosyalizm, o ülkede yaşayan insanlar sosyalizm rejimine boyun eğerek yaşamlarına devam etmeli. E ülkesindeki rejimi değiştirmek, yeni rejim kurmaya uğraşmak yanlıştır, E ülkesi sosyalizm rejimi ile devam etmeli.
F ülkesinin rejimi komünizm, o ülkede yaşayan insanlar komünizm rejimine boyun eğerek yaşamlarına devam etmeli. F ülkesindeki rejimi değiştirmek, yeni rejim kurmaya uğraşmak yanlıştır, F ülkesi komünizm rejimi ile devam etmeli.
G ülkesinin rejimi clientelism, o ülkede yaşayan insanlar clientalism rejimine boyun eğerek yaşamlarına devam etmeli. G ülkesindeki rejimi değiştirmek, yeni rejim kurmaya uğraşmak yanlıştır, G ülkesi clientalism rejimi ile devam etmeli.
H ülkesinin rejimi totalitarizm, o ülkede yaşayan insanlar totalitarizm rejimine boyun eğerek yaşamlarına devam etmeli. H ülkesindeki rejimi değiştirmek, yeni rejim kurmaya uğraşmak yanlıştır, H ülkesi totalitarizm rejimi ile devam etmeli.
I ülkesinin rejimi demokrasi, o ülkede yaşayan insanlar demokrasi rejimine boyun eğerek yaşamlarına devam etmeli. I ülkesindeki rejimi değiştirmek, yeni rejim kurmaya uğraşmak yanlıştır, I ülkesi demokrasi rejimi ile devam etmeli.
.
.
.
Otomobilci Necip Bas Gaza
Bas gaza Necip bas gaza
Kim tutar seni bas gaza
İktidar senin hiç durma
Hadi uçur Anadolu Oligarşisi’ni burdan
Son seçimde izlediğimiz “Oligarşi Savaşları: Anadolu Oligarşisi’nin Dönüşü”nün devam filmi olarak gelecek seçimde gösterime girecek olan “Oligarşi Savaşları: Anadolu Oligarşisi’nin İntikamı”nı kaçıracak olursanız sakın üzülmeyin.
Çünkü bir önceki bölümde olduğu gibi bu bölümün de sonunun nasıl biteceğini hepimiz şimdiden biliyoruz.
Yine de, bunun nasıl olacağını ve hikayenin ayrıntılarını öğrenmek isteyenlere mümkünse izlemelerini tavsiye ederiz.
DEMOKRASİSİZ DEMOKRASİ VE CHP (3)
Şaşıracağınız bir şey yaptım. Şimdi okuyacağınız siyah italik satırlar “Gençler İçin 50 Turfanda Miir” adlı şiir kitabımda yer alan 48.inci şiirin başlangıç bölümüdür:
«Türkiye’de merkez sağ yoktur, ortanın sağı yoktur, orta da yoktur orta yapacak oyuncu da… Irkçı-milliyetçi sağ ile selefî İslamcılık vardır: Al para, çal para… Paranın dini ve imanı yoktur, derler ama, dini de imanı da vardır Türkiye’de..
Yanlış soru soruyorlar dini ve imanı eksik halkımıza: Güdük ve kadük! Solunun soğan, sağının sarımsak olduğunu öğretmeden önce acemi eratın yanaşık düzen eğitiminde»
Böyle şiir mi olur sorusunu savuşturmak için “miir” dedim.
Bir ülkede merkez sağ ve merkez sol seçmen kitleleri yoksa o ülkede demokrasi tohumu toprakla anlaşamaz, filizlenemez. Demokrasi kuşunu merkez sağ ve merkez sol kanatları dengede uçurur. Ortanın sağında ve solunda sağlam yelkenler de varsa teknenin keyfine deme gitsin. Demokrasi kuşu özgürce uçar göklerimizde, hiçbir yere göç etmez.
Demokrasi kuşunun Türkiye’de merkez sağ kanadı yok. Demokrasi teknesinde, demokratik orta sağ yelkeni ile teokratik İslamcı yelkeni var. Kural dışı bir durum. Tekne limana varamaz ve batar.
Türkiye’de “Demokratik Merkez” de yoktur CHP’den başka. CHP aynı zamanda ortanın solunu da temsil ediyor. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası (17.11.1924-03.06.1925), Serbest Cumhuriyet Fırkası (12.08.1930-17.11.1930) ve Demokrat Parti (07.01.1946-29.09.1960) bile merkez sağ partiler değildi. Dinci partilerdi. Varın gerisini siz düşünün!
Özdemir İnce
27 Ağustos 2018
***
http://ozdemirince.com/demokrasisiz-demokrasi-ve-chp-3/
Nişanyan ile tartıştığı biri;
“Aynı şey değil ki Sevan Hoca.Birisi iç savaşı kazanıyor,diğeri yabancı bi devleti yeniyor bu büyük bi fark,Ayrıca 1930’larda Kıta Avrupası’nda demokrasi vardı da biz mi almadık.”
“1- Çerkes Ethem, Düzce ve Konya isyanları? Milli Mücadelede Yunan savaşı ile iç savaş iç içedir.
2- Franco’nun temel iddiası uluslararası komünizmin saldırısına karşı İspanya kurtuluş savaşı verdiği idi.
1930larda kıta Avrupasında demokrasi vardı da Franco mu almadı?”
“şöyle mi düşünüyorsun?”
Sorular yanlis.
Soyle sormaliydiniz: A ulkesinde cogunluk X rejimini istiyor/benimsiyor. Cogunlugun disindakiler ne yapmali?
Cevabi zor degil.
I will leave it to the reader as an exercise.
“sizin Yunanlılarla yaşadığınız sorunu şimdi daha iyi anlıyorum. ”
Bir sey anladiginiz filan yok.
Her zamanki gibi ucuz trolluklere devam ediyorsunuz.
Çoğunlukçuluk (majoritarianism), realite mi?
Çoğulculuk (pluralism), gerçekleşmesi asla mümkün olmayan ideal mi?
“Bir sey anladiginiz filan yok.
Her zamanki gibi ucuz trolluklere devam ediyorsunuz.”
I only know one truth…
It’s time for the anti-civilizationist trolling…
to end.
İlkel Toplum Cenneti Yok Anti-Medeniyetizm Yalan
Kapitalizm Yok Anti-Kapitalizm Yalan
Balkan Oligarşisi’ni keklik gibi avlayan büyük padişah Sultan Avcı Mehmed’in (IV. Mehmed) saltanatı ve onun kudretli veziri Köprülüzade Necib Fazıl Ahmed Paşa’nın sadareti döneminde Anadolu bir kez daha şaha kalkmıştı.
Fakat ne yazık ki Necib Fazıl Ahmed Paşa’nın ardından sadarete gelen Merzifonlu Kara Mustafa Kemal Paşa’nın Viyana önlerindeki hezimeti yüzünden bu parlak dönem, bu İkinci Asr-ı Saadet hazin bir şekilde son bulmuştu.
Hamdolsun, bugünlerde büyük padişahımız Sultan Avcı Receb, nam-ı diğer Muhteşem Tayyib ve muhteşemlikte neredeyse ona denk olan muhterem veziri Anadoluluzade Oligark Necib Paşa’nın Devlet-i Aliye’ye pa-bend-i terakki olan Balkan Oligarşisi’ni bir kez daha avlayarak Anadolu’yu şahlandırmalarına ve Üçüncü Asr-ı Saadet’i başlatarak ceddimiz Sultan Fatih Mehmed gibi çağ açmalarına tanık oluyoruz.
Günümüzün acı bir hakikati: “sağ özdeş sol”. Bu fikir çok tuhaf, çünkü “sağ ve sol birbirlerinin tam zıddı” da doğru.
Dünyanın En Büyük Devrimi’nin olduğu ülkede, 1920 başlangıçlarında bir duvar yazısı bunun tuhaf olmadığını gösterir: “Kapitalizm insanın insanı sömürmesi. Komünizm tam tersi.”
Diğer bir örnek “Trump özdeş Žižek”. Tabi cambaz Žižek de kendini Trump’ın tam tersi görür.
Yıllar önce bir arkadaş bana Žižek’in bir kitabını ve videosunu gönderdi. Soytarının Amerikalılara verdiği mesaj apaçıktı: “Dünyayı binlerce defa yok edecek gücünüz var ama çok pısırık olmuşsunuz. Kovboy Reagan koca maslahatı ile Dünyanın En Büyük Devrimi’ni devirdi. Stalin bile size örnek olamamış. Biz, Doğu Avrupalılar tam sarışın mavi gözlü değilsek de, sadece yol kenarı lağım, pis su oluğu olsak da Avrupalıyız, en azından Türkler gibi Avrupalı olmak için kendimizi yırtmıyoruz. Avrupa, asırlarca “might is right” (güçlü haklıdır) praksizi yaptı, Marks amca bile çareyi geleceğin gücünde gördü falan filan, falan filan”
Her Minerva’nın baykuşu gibi, bu soytarı, sanki bilmeyen, Amerikalıları iş işten geçtiğine, sadece ve sadece bir tek yol olduğuna, uyandırmak ister.
Chomsky de aynı gücü görür ve aynı “America is the best” türküsü çağırır. Ama büyük bir fark var. Chomsky, Amerika’nın diğer ülkelere yer yüzü cennetliği modeli olmasını ister. Chomsky, arada bir ayak takımını, kırımdan geçirilmiş yerlileri, geleneksel toplumları ve hatta cahilleri bile övücü laflar vızıldar ama kalbinin nerede olduğu çok belli. Bence Chomsky, Žižek gibi modern iğrenç kinik değil, olumlu, affedilir anlamda gerçekçi. Başka yol yok.
Bu felaketi daha kolay görmek mümkün. Bir an Türkiye, Er-Doğan ve etrafındaki yakın dalkavuklardan araba satıcısı gibi kıyı lağımlardakiler ve araba satıcısından aldıkları arabaları ile bayram tatiline giden “busy body” Türk orta sınıflara kadar Amerika gibi güçlü bir ülke olsun. Ülkenizdeki 8 kişinin dünyanın yarı nüfusu kadar servete sahip olduğunun bilinci içinde olduğunuzu düşünün. Eğer mideniz bulanırsa ne demek istediğimi görürsünüz. Eğer gurur içinde hindi gibi kabarır, Žižek gibi heyecandan hoplar zıplar vızılıdarsanız, modern kinik tatil köyündesiniz. Eğer Chomsky gibi “en iyi günler geldi, en daha da iyi günler yolda” vızıldarsanız gerçekçi tatil köyündesiniz.
Ne kadar üzücü! Aynı Amerika’da, değerli insanlar çoktan 20. yüz yılı simgeleyen eşsiz slogan “Hitler öldü, yaşasın Hitler” derler ama soytarı Žižek de “duymamış”, Chomsky de.
Sanırım söylemeye gerek yok, bu soytarı Žižek ve Trump asla aynı olduklarını kabul etmez ve hatta görmezler.
Evrensel bir ‘gerçek’: Žižek, Trump’ı tanır. Ama sor bakalım Trump’a “Žižek kim?” İşte cevabı: “Who in the f*ck is he?”
Çok daha yakından bir örnek bu site. Tabii, arada bir, bazı iyi maaşlı meslek sahibi yüzde yüz cahiller, “karanlıkta kendileri gibi bütün eşekler karadır” hikmetine erişir gerçekçiliğe benzer vır vırlar ederler ama bunları ciddiye almak imkansız.
Asıl ve iğrenç ‘gerçekçilere tamamıyla yanlış bir ad takılır: Kinik.
Bu soytarılarla kadim kinikler arasında zerre kadar ortak özellik yok ama artık dünya medya, imgeler ve kelimeler dünyası.
Çaresizlikten “bu dünya böyle gelmiş, böyle gidecek” formülüne baş vuran büyük bir çoğunluk da var. Bu çoğunlukla gerçekçi maskesi takıp bilge görünmek isteyen asıl kinik şarlatanlar bence hiç de aynı değil. Aynı kefeye koymam.
Bu gerçekçi maskesi takmış soytarıların en fazla göze çarpan vır vırları: “Gününü gün et, ölümden başka her şey yalan, güneş altında dün nasılsa bugün de öyle, carpe diem, ne ise o, …” Bu tutumla bütün trafik ışıkları yeşil olur, her gün yeni bir gün olur, dün dediğin dünde kalır, bütün kapılar açılır … Ama nedense bu şarlatanlık mantığı göreni kadim kinikler gibi mumla aramanız gerekir.
“Bir sey anladiginiz filan yok.”
Ama sen anlamışsın ve rahatsız olmuşsun. Ben ‘trol’ kelimesine ilk defa (ve son defa) bu sitede rastladım. Sanırım “beni rahatsız etti” demek ve pabucu dama atılamaya başlayan ‘stres’ kelimesinin yerini alan bir kelime.
Adi Yunan düşmanlığını yüzüne tükürme hangi lügatte ‘trol’?
Anladığının diğer kanıtları da var. Sidiğin çok az, sanki Belgrad Ormanları yangınını söndüren sen değilsin, aletin halsiz. Yaş? Er-Doğan’ın aletine taktığı ağır madalya? Bir iki damladan sonra kesilmişsin. Yumurta da yok. Uykun da kaçmış.
Matematik, asal sayılar, fizik, trigonometri, analitik geometri, savanalarda tek başına gezenlerin paleontolojisi, biyoloji, evrim teorisi, simülasyon, İktidar’ın doğuşu, Kapitalin ebediliği, Uzay Denklemleri ile fala bakma zırvalamalarını yüzüne tükürmem de mi ‘trol’dü? Kendi mesleğin araba bayiciliğinde bile zırvaladın. Araba, satmak için değil, dizayn etmek için yapılırmış!
Ben sana meydan okuyorum. Salt kanıtı mümkün matematik, asal sayılar, fizik, trigonometri, analitik geometri ve simülasyon konularında senin şarlatanlığını, kara cahilliğini yüzüne tekrar tüküreceğim, sen de cici bici trol adı altında sidik yarışı idmanına yeniden başlayacaksın. Yumurtalarını da senden araba alanlara hediye edersin. Ama mutlaka yıka, senden çıkan yumurtalar çok pis kokuyor.
Laboratuar, deney ve mantık değil salt gözlemlere dayanan diğer konularda sadece şarlatan değil dünyanın her yerinde rastlanan, cahil yobazların cahilliklerini örtme formülünü utanmadan tekrarladın durdun: “O da kimmiş?”
Hadi bak sana hem gelecekteki yangınlar için sidiğini kuvvetlendirme hem de dinamik Türk milletinin senden alacakları araba başına 100 yumurta hediye verme fırsatı sağlayacağım.
Ben çok ciddiyim. Bence sen, kendilerine benzeyen faşist ruhluları kolayca arkalarında takan Trump ve Er-Doğan’ı andıran adi bir araba satıcısısın ama mide bulandırıyorsun.
İki Miras Meselesi (Lenin-Troçki ve Milli Görüş)
“…İki önceki yazımda NTV’deki konuşmasından söz etmiştim. Orada “Marx, Engels, Lenin ve Troçki’nin mirasçısı olduğunu” söylemişti Doğan…
…İşte Doğan Tarkan’ın övünerek sahip çıktığı miras budur. Doğru, siyasi akımlar ve partiler belli miraslara dayanırlar, dolayısıyla bunların hepsinin mirasyedi olduğunu söyleyebiliriz. Evet ama ortada yenecek bir miras kalmış mıdır? Buna sermayeden yemek demek daha doğru olmaz mı? Aynı Kemalistlerin bugünkü durumu gibi. Eğer görmediyseniz Sözcü gazetesinin 10 Kasım tarihli nüshasına bakın, ne demek istediğimi anlarsınız. İflas, tam bir iflas!”
Şu Lenin ve Troçki Mirası Meselesi… / Gün Zileli
–
“…İki önceki yazımda NTV’deki konuşmasından söz etmiştim. Orada “MNP, MSP, RP ve FP’nin mirasçısı olduğunu” söylemişti Er-Doğan…
…İşte Er-Doğan Tarkan’ın övünerek sahip çıktığı miras budur. Doğru, siyasi akımlar ve partiler belli miraslara dayanırlar, dolayısıyla bunların hepsinin mirasyedi olduğunu söyleyebiliriz. Evet ama ortada yenecek bir miras kalmış mıdır? Buna sermayeden yemek demek daha doğru olmaz mı? Aynı Kemalistlerin bugünkü durumu gibi. Eğer görmediyseniz Sözcü gazetesinin 10 Kasım tarihli nüshasına bakın, ne demek istediğimi anlarsınız. İflas, tam bir iflas!”
Şu Milli Görüş Mirası Meselesi…
“Çoğunlukçuluk (majoritarianism), realite mi?
Çoğulculuk (pluralism), gerçekleşmesi asla mümkün olmayan ideal mi?”
‘Ben dedim; dolayisiyla mutlaka oyledir’ anlamida degil; ben sadece kanaatlerimi yaziyorum.
‘Çoğunlukçuluk’ (‘majoritarianism’), malum, ikiye ayriliyor.
Caginin seckin filozof ve devlet adamlarindan Suleyman Demirel’in son derece veciz bir sekilde dile getirdigi uzere, ‘sayisal cogunluk’ ve ‘siyasal cogunluk’ sekilinde iki baslik altinda incelenebilir.
Kendileri de, malum, son kertede ‘siyasal cogunluk’ yaninda yer almisti –kisa vadede postu kurtarmak amaciyla.
Pek de akillica bir tercih olmadigini gormek sansina eren nadir fanilerden olmak hasebiyle de ayrica bahse deger.
Neyse.
Benim gozlemlerim, ‘siyasal cogunluk’un pek de uzun omurlu olamadigi yolunda.
Dahasi, dogurdugu tepki, ‘siyasal cogunluk’un heves ettigi her ne var idiyse, ‘sayisal cogunluk’ tarafindan berhava edilebiliyor.
Bu da, sadece Turkiye siyasasinda degil; butun somurgeci yapilar icin gecerli.
Bkz, en iyi orneklerinden birisi olarak Hindistan… British Empire’in kurdugu ‘siyasal cogunluk’u (‘British Raj’i), halkin ‘sayisal cogunluk’u cok kisa zamanda alasagi etti.
Bu yuzden, eger akilica davranilacaksa, ‘sayisal cogunluk’un rahatsiz oldugu yapilardan sakinmak gerektigini dusunuyorum.
Ote yandan, ‘çoğunlukçuluk’ ile ‘çoğulculuk’ beraber olamaz diye de bir sey yok, aslinda.
Fakat, her ikisinin ayni anda/yerde/safhada olmasi, bence, mumkun degil –yani, saglikli sonuclar vermiyor.
Sunu demek istiyorum: Karar alma surecinde (surec devam ederken), ‘çoğulculuk’ faydali, hatta sart.
Herkesin (ya da olabildigince cok sayidaki cikar odaginin) fikrini soylemesi, cozum onermesi, problem her neyse onun cozumune katki saglar, zenginlestirir.
Fakat, sonunda bir karar alinacaksa, (ki, alinacak tabii ki –yoksa, baska ne icin konusuluyordur o mevzu), bu kararin ‘çoğunluk’la ters dusMEmesi zorunlulugu var.
Aksi halde, ya o karar uygulanamaz, ya da cozdugunden cok daha buyuk sorunlara yol acar.
Bundan dolayi, sonuc olarak, bence, ideale en yakin cozum, karar surecinde (tartisma safhasinda), ‘çoğulculuk’; hangi cozumun benimseneceginde (yani, ‘karar’ almak noktasinda) ve o karar cercevesindeki uygulamada ise ‘[sayisal] çoğunlukçuluk’…
Bu realitenin ‘muhalif’i olmagi bir hayat bicimi secenler icin rahatsiz edici olabileceginin farkindayim. Boyle bir durusu ‘entellektuel’ ya da ‘aydin’ olmakla da ilintilendirebiliyorlar; malesef.
Ama, realiteye surekli ‘muhalif’ olmanin da bedelleri var. Ciddiye alinmaz olmak gibi, mesela.
Ozdemir Ince’nin ‘Sonun Sonu Üzerine’ baslikli [ http://ozdemirince.com/sonun-sonu-uzerine/ ] yazisindan daha once bu blogda bahsedilmisti.
O yazida soyle bir paragraf var:
“Benim ‘sadakacı, tufeyli, asalak, sülük, yoz’ adlarını verdiğim bu mesleksiz, lümpen yığışımı nüfusunun kaç kişi, kaç milyon aile ve kişi olduğunu bilmezseniz ‘seçimler hakkında’ sadece gevezelik edersiniz. Şimdi resmi kaynaklardan bir alıntı yapacağım”
Ve, ardindan da oldukca iyi toparlanmis numerik degerler siraliyor.
Ince’nin daha detayli yazdiklarini kisaca ozetlersek:
— Asker Ailesi Yardimi
— Barinma Yardimi
— Evde Bakim Yardimi
— Eğitim Yardimi
— Eşi Ölen Kadinlara Yardim
— Gida Ve Giyim Yardimi
— İstihdam Yardimi
— Kirsal Alanda Sosyal Destek Yardimi
— Öksüz Ve Yetİm Yardimi
— Sosyal Hİzmet Yardimi
— Sosyal Konut Yardimi
— Şartli Sağlik Yardimi
— Yakacak Ve Yakacak Desteğİ Yardimi
— Yaşli Ve Engelli Ayliği Yardimi
— Yoksul Asker Çocuğu Yardimi
Yani, Devlet, yaklasik 20 milyon kisiye dogrudan yardim yapiyor.
Bu kisilerin yetiskinler oldugunu dikkate alirsak, aslinda en az 40-50 milyon kisiden bahsediyoruz demektir.
Yani, nufusun yaridan cogu, bir sekilde, devlet yardimi aliyor.
Boyle bir sey, benim diyen sosyalist ulkelerde var mi; bilmiyorum.
Ama, bu haliyle, boyle bir uygulamayi artirarak devam ettiren AKP’nin nasil olup da gercek solcu/sosyalist sayilmadigini anlamakta zorlaniyorum.
Oyle dedigime bakmayin. Zorlaniyor filan degilim.
Degilim; cunku bizde ‘sol’un siarinda/genetiginde halkcilik filan degil; dupeduz ‘seckinci’lik yatar.
Nitekim, Ozdemir Ince de, ‘sadakacı, tufeyli, asalak, sülük, yoz, mesleksiz, lümpen yığışımı’ diyerek, bu yaklasimi, Turkiye’deki (carpik) ‘sol’ adina ilan ve beyan ediyor.
Peki, ‘sol adina’ diyerek haksizlik etmis olmuyor muyum?
Hayir. Cunku, kendisine ‘solcu’ diyenler bu tavrin aksini sergileMIyorlar.
“Adi Yunan düşmanlığını yüzüne tükürme hangi lügatte ‘trol’?”
Sizin Yunanistan hakkinda romantik egilimleriniz olabilir; ama, gercek resmin oyle olmadigini soyleyen herkesi de Yunanistan dusmani sanmaniz sizin pek de bir sey anlamadiginiza isarettir.
Ama, ‘trol’ o degil.
Turkceyi dogru durust bilip bilmediginiz bir yana, ‘Hamamin Namusu’ deyiminden hareketle konuyu homoseksualite guzellemelerine getirisiniz acikli.
Trollugunuzu asikar eden odur; cunku konuyla alaksi yok.
Ama, bu sizin hasletiniz zaten.
Marksizm = Kemalizm = Er-Doğanizm = Humeynizm = Vehhabizm = Siyonizm
NTV = LENİ(NTV) = ER-DOĞA(NTV) = İRA(NTV) = SELMA(NTV) = SİYO(NTV)
“…İki önceki yazımda (İRA)NTV’deki konuşmasından söz etmiştim. Orada “Ehl-i Beyt, Oniki İmam, Şah İsmail ve İmam Humeyni’nin mirasçısı olduğunu” söylemişti Hamaney…
…İşte Ayetullah Hamaney’in övünerek sahip çıktığı miras budur. Doğru, siyasi akımlar ve partiler belli miraslara dayanırlar, dolayısıyla bunların hepsinin mirasyedi olduğunu söyleyebiliriz. Evet ama ortada yenecek bir miras kalmış mıdır? Buna sermayeden yemek demek daha doğru olmaz mı? Aynı Kemalistlerin bugünkü durumu gibi. Eğer görmediyseniz Sözcü gazetesinin 10 Kasım tarihli nüshasına bakın, ne demek istediğimi anlarsınız. İflas, tam bir iflas!”
Şu Humeyni Mirası Meselesi…
–
“…İki önceki yazımda (SELMA)NTV’deki konuşmasından söz etmiştim. Orada “Ashab-ı Kiram, Hulefa-yı Raşidin, İmam Ahmed bin Hanbel ve Muhammed bin Abdülvehhab’ın mirasçısı olduğunu” söylemişti Selman…
…İşte Kral Selman’ın övünerek sahip çıktığı miras budur. Doğru, siyasi akımlar ve partiler belli miraslara dayanırlar, dolayısıyla bunların hepsinin mirasyedi olduğunu söyleyebiliriz. Evet ama ortada yenecek bir miras kalmış mıdır? Buna sermayeden yemek demek daha doğru olmaz mı? Aynı Kemalistlerin bugünkü durumu gibi. Eğer görmediyseniz Sözcü gazetesinin 10 Kasım tarihli nüshasına bakın, ne demek istediğimi anlarsınız. İflas, tam bir iflas!”
Şu Vehhabi Mirası Meselesi…
–
“…İki önceki yazımda (SİYO)NTV’deki konuşmasından söz etmiştim. Orada “Davud, Süleyman, Theodor Herzl ve David Ben-Gurion’un mirasçısı olduğunu” söylemişti Netenyahu…
…İşte Binyamin Netenyahu’nun övünerek sahip çıktığı miras budur. Doğru, siyasi akımlar ve partiler belli miraslara dayanırlar, dolayısıyla bunların hepsinin mirasyedi olduğunu söyleyebiliriz. Evet ama ortada yenecek bir miras kalmış mıdır? Buna sermayeden yemek demek daha doğru olmaz mı? Aynı Kemalistlerin bugünkü durumu gibi. Eğer görmediyseniz Sözcü gazetesinin 10 Kasım tarihli nüshasına bakın, ne demek istediğimi anlarsınız. İflas, tam bir iflas!”
Şu Siyon Mirası Meselesi…
“[…] neden gelişmiş bir şehirdir?”
Bu sorularin en isabetli karsiligi, bence, bu sehirlerin onemli ticaret yollarinin uzerinde olmasidir.
Tabii ki, ‘onemli ticaret yollarinin uzerinde olmasi’ onemlidir/gereklidir; ama ‘yeter sart’ degildir.
Ticaretin olabildigince dusuk maliyetle yapilmasini saglayacak ortamin saglanmasi lazim.
Yani, adliyenin ve asayisin olabildigince sorunsuz calismasi, vergilerin de kabul edilebilir seviyelerde olmasi.
Yani, devlet denen yapinin verimli calismasi.
Asalak degil, kolaylastirici bir oyuncu olmasi.
Bunlar varsa, gerisi kendiliginden gelir.
Simdi.. donelim ‘onemli ticaret yollarinin uzerinde olmasi’ konusuna..
Bu hayati bir unsurdur.
Anadolu, ‘Ipek Yolu’nun gundemden dusmesi, canliligini kaybetmesiyle birlikte zayifladi, fakirlesti.
Ardindan da, ‘Demir Perde’ denilen deli gomlegi geldi ve butun ticaret imkanlarini ortadan kaldirdi.
Bugun, cok sukur, ‘Demir Perde’ artik yok.
Ipek Yolu ise yeniden –daha verimli bir sekilde– canlanmak yolunda.
Istanbul ve Canakkale bogazlarina yapilan ve yapilacak olan kopruler, deniz alti gecisler vs, bence, bu baglamda cok onemli.
Bunlar, Turkiye’yi Ipek Yolunun en onemli (en verimli) guzergahlarindan birisi yapacak.
Buna ek olarak, yapilmakta olan Ucuncu Havalimani ile birlikte dusunulmesi gereken Kanal Istanbul’u da saymak lazim.
Bu sayede, hem havalimani, hem kanal, hem liman, hem de demiryolunun birlestigi (entegre) bir merkez ortaya cikiyor.
Istanbul, tarihinde hic olmadigi kadar, onemli olacak.
Umarim ben gorurum.
“Istanbul, tarihinde hic olmadigi kadar, onemli olacak.”
Evet, olacak.
Olacak da, şimdiye kadar çözülememiş sorunları o zaman çözülecek mi, yoksa daha da içinden çıkılmaz hale mi gelecek?
Yani, yanlış veya çarpık kentleşmesi, aşırı betonlaşması, zaten çok olan – ve o zaman muhtemelen daha da artacak olan – nüfusunun ve trafiğinin bütün bu yığılması değişecek mi?
Asıl önemlisi, hangi yönde değişecek?
“Istanbul ve Canakkale bogazlarina yapilan ve yapilacak olan kopruler, deniz alti gecisler vs, bence, bu baglamda cok onemli.
…Buna ek olarak, yapilmakta olan Ucuncu Havalimani ile birlikte dusunulmesi gereken Kanal Istanbul’u da saymak lazim.”
Bunlara bir de İzmir’de – Çeşme’de – yapılacak olan İkinci Havalimanı ve açılacak olan kanalla yapılacak olan Efes yat limanının getireceği canlılığı eklemeliyiz.
(Tabii bunlara İZBAN’ın getireceği bölgesel canlılığı da eklemeli. Hele de şimdilik Selçuk’tan Aliağa’ya kadar olan hattın Bergama’ya da uzatılacağı zaman.)
Dolayısıyla,
“Bu sayede, hem havalimani, hem kanal, hem liman, hem de demiryolunun birlestigi (entegre) bir merkez ortaya cikiyor.”
derken daha da geniş bir açıdan bakmalıyız.
Hindistan’da günümüzde, maddi anlamda hali vakti yerinde olan ailelerin çoğunluğu, çocuklarının iyi bir eğitime kavuşacağı inancı ile, onları, İngiltere’deki eğitim kurumlarına öncelik vermeye eğilimli olarak, ABD’ye, Kanada’ya ve İngiltere dışında diğer Avrupa ülkelerindeki eğitim kurumlarına, paralarını sakınmadan gönderiyor. Gidebilen insan (evlat, çocuk, genç) sayısı az, fakat gitmek isteyen sayısı çok.
Hindistan’da günümüzde, maddi anlamda hali vakti yerinde olmayan ailelerin çocuklarının çoğunluğu, çeşitli sınavlara girerek, çeşitli sivil toplum kuruluşlarının, vakıfların dağıttığı fonlara ulaşmaya çalışarak, Hindistan’ın ulusal ve eyaletsel hükümetlerinin ‘Hindistan eğitim sistemindeki kurumlar ile anlaşmalı ‘Batı ülkeleri’ndeki eğitim kurumlarındaki programlara başvuru’ prosedürlerini takip ederek, veya doğrudan ‘Batı ülkeleri’ndeki eğitim kurumlarının (üniversiteler başta olmak üzere) ‘scholarship’lerinden istifade etmek için çalışarak, Hindistan’dan ayrılıp ‘Batı ülkeleri’ndeki eğitim kurumlarına girmek istiyor. Girebilen insan (evlat, çocuk, genç) sayısı az, fakat girmek isteyen sayısı çok.
Hindistan’da günümüzde, maddi anlamda hali vakti yerinde olmayan ve bilişsel anlamda da pek nitelikli olmayan ailelerin çocuklarının çoğunluğu, Hindistan’dan ayrılıp ‘Batı ülkeleri’ndeki eğitim kurumlarına gitmek istiyor. Gidebilen insan (evlat, çocuk, genç) sayısı az, fakat gitmek isteyen sayısı çok.
Yıllar önce, sayısal çoğunluk Hintler, siyasal çoğunluk (‘azınlık’ da olabilir, tartışmalı bir konudur) British Raj’ı alaşağı etmiş olmakla beraber, niçin Hindistan’da günümüzde, maddi anlamda hali vakti yerinde olan ve olmayan aileler, bilişsel anlamda nitelikli olan ve olmayan çocuklarının çoğunluğunu, İngiltere’deki eğitim kurumlarına öncelik vermeye eğilimli olarak, ABD’ye, Kanada’ya ve İngiltere dışında diğer Avrupa ülkelerindeki eğitim kurumlarına göndermek istiyor? (Ebeveynlerin çoğunluğu da, çocukların çoğunluğu da istiyor.)
British Raj’ı alaşağı etmiş bu ‘sayısal çoğunluk Hintler’, niçin bugün böyle davranıyor?
Cevabı, çağının seçkin filozof ve devlet adamlarından Süleyman Demirel’in ‘Dün dündür, bugün bugündür.’ ifadesi mi?
Şu iki olay özünde aynı şey (daha doğrusu, ikincisi, birincisinin devamı) değil midir?
– “İnsan” denilen türün Afrika’da ortaya çıkması, ama orada durmayıp diğer kıtalara da yayılması
– “Şehir/Medeniyet/Devlet” denen yapının Nil, Dicle-Fırat, İndus-Ganj, Sarı Nehir çevrelerinde ortaya çıkması, ama orada durmayıp diğer yerlere de yayılması
Bu yayılma olayı kabaca şu aşamalarda da ele alınabilir:
1) Mısır, Mezopotamya, Hind, Çin
2) İran, Yunan, Roma, Yahudi
3) Kara Avrupası, Arap, Türk
4) Adalar ve Yarımadalar Avrupası, Adalar ve Yarımadalar Uzakdoğusu, Avrasya, Yeni Dünya
Önceki bir yorumumda, Necip Bey’in “Kapitalizm’in yeni ve farklı bir şey olmadığı” tespitinin önemli olduğunu, çünkü başka birçok şeye uyarlanabilir olduğunu söylemiştim.
Öyle görünüyor ki aynı şey Sn. Zileli’nin birçok yazısı için de geçerli gibi.
Hatta şimdi aklıma geldi, Zileli de bir yazının altındaki tartışmada “Kapitalizm” konusunda Necip Bey’le benzer şeyler söylemişti. Mesela yanlış hatırlamıyorsam “Feodalizm”in de özünde “Kapitalizm”den farklı olmadığını söylerken, “o zaman da toprak kapitalistleri vardı” gibi bir şey söylemişti.
Necip Bey,
İsterseniz işi biraz da şakaya vurabiliriz bu son söylediklerinizi tartışırken. Sizin Yunanistan ve “Hamamın Namusu” ile ilgili söylediklerinizden yola çıkarak başka yerlere varan arkadaş gibi.
Bu uluslararası ticaret yollarının değişmesi olgusunun etkilediği Osmanlı’nın gerileme sürecinin sonuçlarından birini de sarayda, daha doğrusu haremde görmüyor muyuz?
Yani, önceleri Balkanlardan, hatta daha batıda Akdeniz ve Orta Avrupa gibi memleketlerden gelen (örn; Safiye Sultan, Emetullah Sultan) hanımların yerini son dönemde daha çok Kafkasyalı hanımların aldığı Osmanlı sarayındaki bu değişimden sözediyorum.
Yukarıda açıkladığınız bu yeni durum – her ne kadar artık ortadan kalkmış olan saray ve saraylılar için değilse de başkaları için – yeni fırsatlar sunmuyor mu?
Bu, sadece Özdemir İnce veya “Türk solcuları”nın bir özelliği değil. Mesela, aşağıdaki yorumda benzer bir düşünceyi savunan kişi her ne kadar bir “Türk solcusu” olsa da buradan bu zihniyetin solun genelinde yaygın olduğunu anlıyoruz:
Comrade Stalin 29 Ocak 11 / 11pm
Mrs. Dalloway
Size İvan Gonçarov un Oblomov kitabını okumanızı tavsiye ederim. Ve Lenin’in Rus oblomovculuğuna (tembellik) eleştirisini de okuyun. Diyelim ki devrim oldu ve kitleler yeni sosyalist hükümetin uygulamaya soktuğu politikalırın hayata geçirilmesinde deyi yerindeyse kıçını kıpırdatmaya niyetli değil Parti bu kitlelerin keyfinin gelip üretime katılmasını mı bekleyecek? Rusya’ya kadar gitmeye gerek yok işten kaytarmacılık konusunda üç gün de bir bayramın ve resmi tattillerin olduğu ve “çalışanların” bu tatilleri iple iple çektiği Türkiye ye ye bakın.
çalışmanın yada çalıştırılmanın neresi kötü anlamadım. ha sovyetlerde özellikle stalin döneminde birileri biryerlere sürülüp oralarda çalışması uygun görülmüşse gerekli olan yapılmıştır..bunlara sürgün deyip bu kadar abartmanın alemi yok..bugün bu ülkede insanlar iş bulamadığı için iş için ekmek için dünyanın bir çok ülkesine doğal sürgün olarak gitmiştir…kapitalizmin doğurduğu bu sonuçlar üzerine yazın bence…yok gönüllü çalışmamışlardı da bilmem neydi de…yok bir de onların gönlü beklenseydi…gerçek hayat kitaplardaki gibi değildir…çok komiksiniz…tipik küçük burjuva aydınları…kimse size dokunmasın..kimse sizi sıkmasın,çalıştırmasın…siz bir barda vb oturun felsefe (!) yapın…üç koyun versek güdemeyecekken, koyunlardan biri problem yarattığına hemen eline sopayı alacakken stalin i eleştirip durun…orada bir devrim oldu ve yeni hükümetin acil halletmesi gereken sorunlar vardı…yapılması gerekenler de yapıldı…hepsi bu kadar…bence 3 haneli bir köye muhtar adayı olun siz…o üç haneyi yada üç koyunluk sürüyü nasıl yöneteceğinizi görmek büyük bir sosyalist deneyimi kazandıracaktır bizlere..gerçekleri algıyabileceğiniz bir beyin düzeyine ulaşabilmeniz umuduyla..hayat kitaplarda yada yazılı metinlerde yazıldığı gibi yürümüyor…!
yurtsevmeyen 29 Ocak 11 / 11pm
kardeşim sen ya da parti siz kimsiniz, kimi çalıştırma hakkını kendinizde buluyorsunuz. tembellikte bir haktır. sırf sovyetler öbür tarafa bizde teknolojide ileriyiz desin diye kimse canla başla üç kuruşa çalışmak zorunda mı?
bütün rus halkı kurulacak “sosyalizmin” reklamlarına heba edildi…
lenin ve stalin rus devrimini bitirmişlerdir. leninin partiside rus devrimine el koymuştur.
problem senin admalarında insanları ücretli emekçiliğe mahkum ettiler. ücretli emekçi olduktan sonra senin sadece sahibin değişir, kimi az ücret verir kimi çok…
eğer bir devrimden söz edilecekse oda ücretli emekçilikten kurtaracak yaratıcı emeğe komünal emeğe geçişle olacaktır.
“Olacak da, şimdiye kadar çözülememiş sorunları o zaman çözülecek mi, yoksa daha da içinden çıkılmaz hale mi gelecek?”
Bu, hepimizin bildigi uzere, hem oyle hem de oteki sekilde tecelli eder.
Yani, bazi sorunlar cozulur, bazilari daha beter hale gelir, baska bazi yeni sorunlar eklenir.
Insanlar da, yeni ortaya cikanlari (iyi ya da kotu, cogunlukla farketmez) yadirgar; tepki koyar.
Sonra zaman gecer, onlara alisirlar ve benliklerinin parcasi olur ve eskiden sikayet ettiklerinin ortadan kaldirilmasi onerildiginde siddetle itiraz ederler.
O bakimdan, bu tur tepkileri not ederim; ama, cok da onemsemegi dogru bulmam.
“Yani, yanlış veya çarpık kentleşmesi, aşırı betonlaşması, zaten çok olan – ve o zaman muhtemelen daha da artacak olan – nüfusunun ve trafiğinin bütün bu yığılması değişecek mi?”
‘Carpik kentlesme’nin ne demek oldugu uzerinde biraz daha dusunurseniz, bunun bir afaki entellektuel sablona uymayisi dile getirmek icin kullanildigini gorursunuz.
Uygarlik gecmisi eski olan yerlesim yerlerine bakinca ben sunu goruyorum: Dogru cizgi (straight line) istisnai derecede az rastlanan bir seydir.
Ote yandan, ozellikle de biz mekteplilerin, bir takintimiz da var:
Harita olceginde bakip, dogru cizgilerden olusan bir yerlesim plani istiyoruz.
Upuzun ve genis bulvarlar, yukaridan bakildiginda ‘akilli tasarim’in (‘intelligent design’in) izlerini kolayca farkedecegimiz bloklar vs.
Aslinda dogal olmayan da bu –yani, ‘carpik kentlesme’yi engellemek isterken, dogal olmayan (fakat, harita olceginde ‘picturesque’) planlar giydirmek istiyoruz birbirimize.
Asiri betonlasma konusuna gelince..
Evet, boyle bir seyden hep de bahsedilir.
Ama, ne denli gercek problem olduguna hic de emin degilim.
Sunun icin soyluyorum: ‘Asiri betonlasma’ denildiginde, zimnen de olsa, ‘ortalik betondan gecilmiyor; yesilligi ancak resimlerde gorebildigimiz bir yapay sahrada yasiyoruz’ kastediliyor.
Fakat, gercek hayatta boyle ucubeler yok dencek kadar az.
Insan fitrati (aksi zannedilse de) beton sahrayi da yesillendiriyor.
Kisa zaman sonra orjinal halinden cok daha yesil hale geliyor bu tur yerlesim yerleri… yeter ki su olsun.
Trafik konusuna gelince..
Evet, hepimizin gunluk hayatinda zaman zaman cile haline gelebiliyor.
Ama, bu ‘problem’ aslinda problem degil; canliligin ve cesitliligin (zenginligin) isareti.
Bayram tatilinde bosalmis Istanbul cok hos da, normalde 5-10 km yol gidip nispeten kolayca ulsabileceginiz cocugunuzun doktorunun 10 gun boyunca Antalya’da tatilde oldugunu ogrendiginizde o kadar da hos bulmayabilirsiniz..
Insanlar da, zaten, bu tur optimizasyonlarla trafik cilesine razi oluyorlar; baskalari da benzer sebeplerle gelip trafik yogunluguna katkida bulunuyorlar.
Kisacasi, bence, trafik meselesi hic bir zaman (arzu edildigi kadar) cozulemeyecek.
“Asıl önemlisi, hangi yönde değişecek?”
Her yonde…
Istedigimiz, arzu ettigimiz de olacak; tersi de.
Bu noktada su onemli: ‘Az olsun benim olsun’ mu diyecegiz; yoksa olabildigince cok sayida insanin refahinin artmasina izin mi verecegiz.
Ben ikincisinden yanayim.
“Bu uluslararası ticaret yollarının değişmesi olgusunun etkilediği Osmanlı’nın gerileme sürecinin sonuçlarından birini de sarayda, daha doğrusu haremde görmüyor muyuz?”
Evet, goruyoruz.
Ama, ilk bakista bekledigimiz bir pattern de degil pek.
Ticaretin istikametinin tersine bir pattern var gibi.
Yani, ticaret Dogudan Batiya iken, Haremin insan kaynaklari Batidan; ticaret Batidan Doguya iken de Dogudan olmus gibi.
Aslinda bu da anlasilri bir sey, bence.
Refah Doguda daha yuksekken (ticaret Dogudan Batiya iken), Hareme girmek tabii ki Batidaki kadinlar icin daha cazip olsa gerekti.
“Yukarıda açıkladığınız bu yeni durum – her ne kadar artık ortadan kalkmış olan saray ve saraylılar için değilse de başkaları için – yeni fırsatlar sunmuyor mu?”
Konuyu Saray ve saraylilar baglamina hapsetmek yerine, daha mureffeh bir hayat ozlemi cinsinden bakmagi tercih ederim.
Bu acidan, kadinlar –erkeklere kiyasla- cok daha mutesebbis olabiliyorlar.
Buy baglamda bulduggum hayli sayida belgesel izlemisligim var.
Rusya’da, Ukrayna’da, Tayland’da, Vietnam’da vb yerlerde kadinlar, hic yuzyuze gelmedikleri, erkeklerle evlenmek icin kayit oluyorlar. Ve, tam anlamiyla ticari bir alisveris misali, herseyden once maddi sartlari konuyorlar/yazisiyorlar.. Erkek taliplerin onceligi ‘guzellik’ filanken, kadinlar agirlikli olarak maddiyata bakiyor.
Bunlara da, geleneksel olarak, ‘mail order bride’ deniyor; yani, ‘postayla getirtilen gelin’..
Hic bilmedigi yerlere gelin gitmek..
Olaganustu bir mutesebbislik.
Bir bakima da acikli taraflari da var tabii ki.
Ama, biraz daha dusununce, oralardaki erkeklerin hicbirinin boyle bir sansi hic olmadigini da gormek gerekir.
3’üncü Cumhurbaşkanı Bayar, Umurbey’de törenle anıldı
http://www.hurriyet.com.tr/3uncu-cumhurbaskani-bayar-umurbeyde-torenle-40939327
Sn. Necip’e bir soru:
Dersim katliamı sırasında başbakan olan, dolayısıyla MKA ve F. Çakmak ile birlikte katliamın baş sorumlularından olan, dolayısıyla yargılanması gerektiğini söyleyebileceğimiz “Kemalist Cumhurbaşkanı” Celal Bayar’ın “Kemalist Darbeci” 27 Mayıs yönetimi tarafından yargılanıp mahkum olması sizce yanlış mıdır?
“British Raj’ı alaşağı etmiş bu ‘sayısal çoğunluk Hintler’, niçin bugün böyle davranıyor?”
Bu cok toy bir soru degil midir?
‘British Raj’in sahiplerinin hala daha cazip yonleri/yanlari olabilir; ama, bu, Hindistanlilarin, onlari Hindistan’in yonetiminde gormek istemesi anlamina gelmez ki?
Gelmiyor zaten.
Hindistanlilar, parasini verip, bilgiyse bilgi, gorguyse gorgu.. her ne ise, onu satin aliyorlar.
Vasal olmak ile musteri olmak arasinda cok buyuk farklar var; bunu iskalamamak lazim.
Anekdot:
Okul yillarimda, Hindistan asilli bir Sri Lankali arkadasim vardi. Benden yasca buyuktu –10 sene kadar. Sri Lanka’da devasa bir kaucuk plantasyonunun CEO’su idi (sirketri ona, odul olsun diye, bir diplama daha alsin diye ucretli izin ve burs vermisti).
Bu arakdasimin en buyuk hayali, James adinda bir usaginin olmasi idi. Bir Ingilize istihdam yaratmak da sanabilirsiniz. Hayir. O, parasini verecek olsa da, bir Ingilize dogrudan dogruya ve keyfi olarak emretmek istiyordu.
Bu psikolojiyi biz kolay anlayamayiz. Ama, o bolgede bu var.
http://gercekgazetesi.net/teori-tarih/emperyalizme-ve-siyonizme-karsi-mucadele-etmeyelim-mi-ergin-yildizoglu-ve-orhan-kocaka
http://www.birikimdergisi.com/haftalik/9038/enternasyonalizm-ve-kozmopolitizm-v-osetlere-ve-faroe-adasi-na-dair
“Şimdi, çok benzer bir zihinsel/ideolojik otomatizmin işlediğini bundan kaç küsur yıl önceki “Ergenekon” (Mersedes) vakasında da görmemiş miydik? Katiller o kazada teşhir oldu ve Türk solu, Türkçü sol, “Gladyo”dan başka bir lakırdı edemez oldu: bütün bu pislik Türkiye’nin NATO’ya girişiyle başlamıştı; ABD genel kurmayı ve CİA, Sovyet tehdidine karşı ülkenin derinliklerinde bir gizli ordu kurmuştu ve şimdi (“Duvar”ın yıkılması ve Sovyet tehdidinin ortadan kalkmasıyla) o cerahat de patlıyor ve gizli ordu kalıntıları artık ya temizleniyor ya da neo-liberal dünya düzeninin gereklerine uygun olarak yeniden-örgütleniyordu. Öyle ya da böyle, her şey Missouri zırhlısıyla başlamıştı. 1950’den önce (ya da 1946’dan önce, ya da 1938’den) herhangi bir ciddi problem yoktu, Türkiye bir “Anadolu Aydınlanması” yolundaydı – tâ ki, Köy Enstitüleri işlevsizleştirilene ve ülke de NATO’ya girene kadar. Demek Teşkilatı Mahsusa denilen yoğunlaşmanın 1918’den 1923’e ve sonrasına “yönlendirilmesine” ilişkin hiçbir düşünce yoktu kafalarımızda. Nuri Killigil, Hüsrev Gerede, Sakallı Nurettin veya Bahçekapılı falan filana dair hiçbir şey okumamıştık, Kemal Tahir’in Kurt Kanunu sadece tatlı bir polisiyeydi bizim için. TBMM’nin ilk toplantısında alelacele aldığı kararlardan birinin, soykırım suçlularının üzerindeki şüphenin izale edilmesine ve tamamının affedilmesine ilişkin olması bizim işimiz değildi.”
Susurluk iktidarda
Bu siyasi üstlenmeyi yapan kişinin İçişleri Bakanı olduğu dönemde “1000 operasyon yaptık” diyen Mehmet Ağar’a yakınlığı ile bilinen Süleyman Soylu olması son derece anlamlıdır. Mehmet Ağar daha önce Susurluk davasında “suç işlemek için silahlı örgüt kurmak” suçundan ceza almış ve cezası Yargıtay tarafından onandıktan sonra 1 yıl cezaevinde kaldıktan sonra yine Yargıtay’ın davayı yeniden görüşüp zaman aşımına hükmetmesiyle serbest bırakılmıştı. Mehmet Ağar’ın oğlu ise son seçimlerde Elazığ’dan AKP milletvekili seçilmişti.
http://gercekgazetesi.net/karsi-manset/cumartesi-annelerine-saldirarak-kayiplari-ve-faili-mechulleri-ustlendiler
Anadolu Oligarşisi = Susurluk Oligarşisi = Er-ler (Er-doğan – Er-genekon) İttifakı
“Bunlara bir de İzmir’de – Çeşme’de – yapılacak olan İkinci Havalimanı ve açılacak olan kanalla yapılacak olan Efes yat limanının getireceği canlılığı eklemeliyiz.
(Tabii bunlara İZBAN’ın getireceği bölgesel canlılığı da eklemeli. Hele de şimdilik Selçuk’tan Aliağa’ya kadar olan hattın Bergama’ya da uzatılacağı zaman.)”
Ege’nin incisi, cagdasligin bilincisi Izmir’e canlilik atacak hicbir masraftan zinhar kacinMAmaliyiz.
O kadar ki, Ozdemir Ince’nin tabiriyle, ‘sadakacı, tufeyli, asalak, sülük, yoz, mesleksiz, lümpen yığışımı’ 20 kusur milyon kisiye verilen her kurusu kesmeli ve Izmir’in cagdas yasam ozlemlerini tatmin etmek yolunda carcur etmeliyiz.
Ege’nin incisi, cagdasligin bilincisi Izmir, bir besik kertmesi misali, bunu hakeder cunku.
Kemalci Celal’in yargılanması son derece yanlıştır.
Yargılanması gereken Mustafa’ların, Kemal’lerin ve Celal’lerin kimler olduğu apaçık ortadadır:
Şeyh Bedreddin’in “Mustafa Kemal”i Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal.
Ve Celali isyanlarına adını veren, dolayısıyla bu isyanların baş sorumlusu olan Şeyh Celal.
Çoğulcu, Sosyal Demokrat, İleri Demokrat ve parlamenter demokrasiyi zirveye ulaştıran (ve ayrıca komşumuz Suriye’de barışın öncüsü) AK Parti demokrasisinden nasibini alamamış, bu nedenle çoğunlukçu, parlamenter demokrasiye karşı keyfi bir başkanlık rejimi – yani tek adam ve tek parti diktatörlüğü -özentisi içinde olan (ve ayrıca komşumuz Suriye’de yayılmacı ve savaş kışkırtıcısı) tek il – pardon, Dersim’le birlikte iki ilden biri olduğunu eklemeyi unutmuşsunuz.
Gezi, 17 Aralık, 15 Temmuz ihtimalleri tahmin edildiği gibi çıkmadı.
Bir ihtimal daha var..
27 Mayıs’ın asıl kazanımının unutulmasının nedeni 1938’in asıl kaybının unutulmasıdır.
Halife olunca İran’ı kılıcıyla alan Ömer’in halifeliği, İranlı bir kölenin kılıcıyla can vermesiyle son buldu.
Hendek Savaşı’ndan sonra Müslümanlara ihanet ettikleri suçlamasıyla idamlarına karar verilen Medineli Yahudilerin infazını gerçekleştiren Ali ve Zübeyir, iç savaşta Müslümanlar tarafından öldürüldüler, onlardan sonra oğulları Hüseyin ve Abdullah da babalarının kaderini paylaştı.
Dersim’e zorla el koyup liderleri Seyyid Rıza’yı yaşını küçülterek idam eden hükümetin başı olan Bayar, kendi hükümetini devirenler tarafından yargılanıp idama mahkum oldu, fakat Seyyid Rıza’nın aksine o yaşlılığı nedeniyle aynı kaderi paylaşmaktan kurtuldu.
“Celal Bayar’ın “Kemalist Darbeci” 27 Mayıs yönetimi tarafından yargılanıp mahkum olması sizce yanlış mıdır?”
Bildigim kadariyla, Celal Bayar, Dersim’le ilgili bir suc isnadi ile yargilanmadi.
“Bildigim kadariyla, Celal Bayar, Dersim’le ilgili bir suc isnadi ile yargilanmadi.”
Evet, yargılanmadı.
Bu nedenle, çocuklarının katilinin bu suçtan değil de başka bir suçtan yargılanıp hüküm giymesine hiç sevinmeyen, aksine üzülen ebeveynler gibi biz de üzülmeliyiz.
Susurluk (Anadolu) Oligarşisi ve mevcut iktidardaki kritik mevkileri
Suriye Savaş[kışkırtıcılığ]ı
Dincilerin çok sevdiği Demokrat Parti’nin kurucularından olan Celal Bayar’ın Kemalistliği
British Raj’ın (doğrudan ‘sahipleri’nin olmasa bile) bıraktığı etkinin hâlâ daha cazip yönleri-yanları vardır muhakkak, fakat, burada sorulan soru başka. Hele, sorulan soru, günümüzde ‘sayısal çoğunluk Hintler’in kendi ülkelerinde, British Raj’ın hükümranlığını yeniden isteyip istemedikleri hiç değil.
Günümüzde ‘sayısal çoğunluk Hintler’, kendi bilgilerinin yeterli olmadığını düşündükleri için mi, ya da kendi bilgilerine ek yeni bilgilere ulaşmak için mi, İngiltere’deki eğitim kurumlarına öncelik vermeye eğilimli olarak, ABD’ye, Kanada’ya ve İngiltere dışında diğer Avrupa ülkelerindeki eğitim kurumlarına girmeyi çok istiyor? (Girebilen sayısı az, girmek isteyen sayısı çok.)
Günümüzde ‘sayısal çoğunluk Hintler’, kendilerini görgüsüz kabul ettikleri için mi, ya da Hindistan’dayken zaten görgülü olup ‘Batı ülkeleri’ne gidip daha fazla görgülü olmak için mi, İngiltere’deki eğitim kurumlarına öncelik vermeye eğilimli olarak, ABD’ye, Kanada’ya ve İngiltere dışında diğer Avrupa ülkelerindeki eğitim kurumlarına girmeyi çok istiyor? (Girebilen sayısı az, girmek isteyen sayısı çok.)
Soru gayet açık:
British Raj’ı alaşağı etmiş bu ‘sayısal çoğunluk Hintler’, niçin bugün böyle davranıyor? Niçin bugün ‘sayısal çoğunluk Hintler’, ‘Batı ülkeleri’ne gitmek istiyor? (Gidebilen sayısı az, gitmek isteyen sayısı çok.)
Vasal olmak ile müşteri olmak arasındaki farkı ıskalamayacak nitelikte olan ve olmayan (156’da yazılanları tekrar oku) Hintlerin çoğunluğu zaten ‘Batı ülkeleri’ne gitmek istiyor. Soru tam olarak bu. Niçin bahsi geçen ‘sayısal çoğunluk Hintler’, günümüzde, ‘Batı ülkeleri’ne gitmek istiyor? (Gidebilen sayısı az, gitmek isteyen sayısı çok.)
Sri Lankalı arkadaşının James adında bir İngilize doğrudan doğruya ve keyfi olarak emretmek istemesi, ‘sayısal çoğunluk Hintler’in günümüzde sergilediği genel bir tavır değil. Bahsettiğin Sri Lankalı arkadaşının hayali, sadece numune, genele işaret etmiyor.
Vasal olmak ile müşteri olmak arasındaki farkı ıskalamayacak nitelikte olan Satya Nadella (doğum Hyderabad, India), British Raj’ın, atalarına çektirdiği çilenin benzerini bu kez bir ‘Batı ülkesi’ndeki insanlara çektirmek için, intikam almak için Microsoft’un CEO’su yapılmadı. Soru şu: Satya Nadella ‘sayısal çoğunluk Hintler’in bir mensubu olarak, günümüzde niçin ‘Batı ülkesi’ne göç etti? Soru şu: British Raj’ı alaşağı ettikleri yıl olan 1947’den günümüze geçen yıllarda Hindistan’da nelerin olmadığını gördü de Satya Nadella böyle bir karar aldı?
Vasal olmak ile müşteri olmak arasındaki farkı ıskalamayacak nitelikte olan Sundar Pichai (doğum Madurai, India), British Raj’ın, atalarına çektirdiği çilenin benzerini bu kez bir ‘Batı ülkesi’ndeki insanlara çektirmek için, intikam almak için Google’ın CEO’su yapılmadı. Soru şu: Sundar Pichai ‘sayısal çoğunluk Hintler’in bir mensubu olarak, günümüzde niçin ‘Batı ülkesi’ne göç etti? Soru şu: British Raj’ı alaşağı ettikleri yıl olan 1947’den günümüze geçen yıllarda Hindistan’da nelerin olmadığını gördü de Sundar Pichai böyle bir karar aldı?
Vasal olmak ile müşteri olmak arasındaki farkı ıskalamayacak nitelikte olan Indra Nooyi (doğum Tamil Nadu, India), British Raj’ın, atalarına çektirdiği çilenin benzerini bu kez bir ‘Batı ülkesi’ndeki insanlara çektirmek için, intikam almak için Pepsi’nin CEO’su yapılmadı. Soru şu: Indra Nooyi ‘sayısal çoğunluk Hintler’in bir mensubu olarak, günümüzde niçin ‘Batı ülkesi’ne göç etti? Soru şu: British Raj’ı alaşağı ettikleri yıl olan 1947’den günümüze geçen yıllarda Hindistan’da nelerin olmadığını gördü de Indra Nooyi böyle bir karar aldı?
Mesele Hindistan’daki kişilerin, tek tek psikolojik durumlarını tahlil etmek değil. Kimlerin, bu tahlil sonuçlarını anlayıp anlayamayacağı üzerine jimnastik yapmak da şu anki konu değil. Ortada apaçık tespit ve soru var: British Raj’ı alaşağı etmiş bu ‘sayısal çoğunluk Hintler’, niçin bugün böyle davranıyor? Niçin bugün ‘sayısal çoğunluk Hintler’, ‘Batı ülkeleri’ne gitmek istiyor? (Gidebilen sayısı az, gitmek isteyen sayısı çok.)
Yalanın ispatı yapılabilir konularda mübarek ağzını her açtığında cahilliğini yüzüne yağdıracağım.
‘ Dogru cizgi (straight line) istisnai derecede az rastlanan bir seydir.’
Maşallah maşallah. Allah seni İKTİDAR doğuran analara bağışlasın.
Senden SONSUZ DAHA AZ DANDİK, senin gibi cahillerin ansiklopedisi VİKİPEDİ’nin doğru tanımı:
” … geometride ifadesi aynı doğrultuda olan ve her İKİ YÖNDEN DE SONSUZA KADAR giden noktalar kümesi.”
Not0: Var dünyada SONSUZ yok o halde doğru da yok.
Not1: Senin gibi yoldan çıkmayan koyunlar kümesi.
Not2: Ben tek SONSUZ senin altın yumurtalar sayısı bilirdim.
Not3: SONSUZSUZ geometriyi Necip bile bir haftada öğrenir.
Not4: Türkçe’de DOGRU yok, DOĞRU var
Not5: ‘VİKİPEDİ’ kelimesinde ‘-PEDİ’ YUNANCA, dikkat et Necip, sana fikirler verip baştan çıkarabilir. Ama belki saklandığın klozet olan Namus Hamamından çıkar özgürlüğe kavuşursun.
Yalanlarını yumurtlamadan önce dandik ama senden SONSUZ DAHA AZ DANDİK VİKİ-PEDİ’de (ah yine o -PEDİ) Riemann veya Lobaçevski geometrisine göz atsaydın!
Anlamazdın ama daha büyük yumurtalarla sitedeki enayilerin gözlerini boyardın:
‘ EGRİ cizgi (curve) istisnai derecede az rastlanan bir seydir.’ yumurlardın.
“a curve, also called a CURVED LINE, is, generally speaking, an object similar to a line but that need not be straight.”
Bak gördün mü araba satmaya benziyor hem kıvrık, hem doğru.
Sen daha “ideal” kelimesini bile anlamamışsın ama romantik, idealist gibi sakızları çiğner durursun.
En eskilerden “o da kimmiş?” Plato’ya bir göz at. Yunan ama senin gibi namus hamamları derdi yok. En yenilerden “haritayı yeryüzü sanma!” uyarısında bulunan “o da kimmiş?” Alfred Korzybski.
Sen ‘2 sayısı istisnai derecede az rastlanan bir seydir.’ desen şaşırmam. Araba satıcısı cahil Necip, 2’yi bulursan boş beyinlilik Nobel mükafatını kazanırsın! Hadi koştur!
Her neyse, geometri dışında ‘istisnai derecede az’ doğru örnekleri ver de kendini rezil et? Yoksa mucizeleri kendine mi saklıyorsun? İşin içinde ÇIKAR falan mı var?
Senin anlamadan taptığın, sık sık vır vırını ettiğin doğa bilimlerinde bile yasalar ideal şartlar altında ifade edilir. Eğer zerre kadar matematik bilseydin “doğa yasaları matematiksel denklemlerle ifade edilir” demem yeterdi. İdeal olmayan şartlar dışında yasalar trilyonlarca defa ihlal olur. Hatta senin omlet olan yumurtan bile tekrar yumurta olup çıktığı deliğe döner. Durmaksızın yumurtladığın ofisinde bütün oksijen molekülleri bir köşeye toplanır ve sen geberebilirsin. Yani evrenin en temel yasası bile ihlal olabilir. Ama olma ihtimali senin beynin gibi SONSUZ küçük.
Ben yıllarca matematik ve hatta uygulama matematiği,yani, fizik gibi doğa bilimleri öğrettim senin kadar bu konularda yobaz birine rastlamadım. Sen koca bir İSTİSNASIN!
Zaten doğru ve eğri olmadığından ve son 100 yıl doğa bilimleri büyük bir ilerleme yaptığı için İSTATİSTİK merkezi bir önem kazandı. Hatta laik sağ/sol devrimcilerin Allah’ı Doğanın ve eski kafalıların geleneksel Allah’ının bile zar attığı kabul edildi desem ne sen anlarsın ne de senin gibi bu sitede dedikodu yapan iyi maaşlı diğer okul-televizyon-sosyal medya orta sınıf harabeleri anlarlar.
Zavallı Türkiye! Er-Doğan bir yanda, Necip gibi onu destekleyen zifiri kara cahiller diğer yanda.
Aslında senin her cümlen zırvalama. Sen galiba ispatı senin büyük beyninin gerektirdiği gibi yapılamayan bilimlere, gece gündüz durmadan yumurtladığın için tahrip ettiğin yeri düşünerek, ‘basuri ilimler’ adını taktın. Böylece bütün yobaz cahiller gibi can kurtaran buldun: “O da kimmiş?”, “Benim istediğim ispat nerede?” yavşaklığı yapıp duruyorsun. Sen bir çeşit ‘autist’sin. Ardından da basuri deliğinden çıkan yumurtalarının sayısının haddi hesabı yok. Tek başına gezen insanlar gibi. Bu sitede senin bu ve buna benzer saçmalıklarını benden başka görecek ilk okul bilgisi olan bir kimse bile çıkmadı.
Senin basuri ilimleri ile ne demek istediğin apaşikar. Amerikan halkı= Bu site dedikoducusu cahiller ve Trump = Necip. Sen onun gibi ormanlar söndüren sidiğini bir türlü tutamıyorsun. Tek fark o yakıyor.
Yani, şarlatanlık ve yobazlık BASURİ OLMAYAN ilimler de bile mümkün. Ve sık sık yapıyorsun ve site cahilleri bal gibi yutuyor.
Şu örnek tam senin basurinden çıkan basuri değil ama bir bakalım.
“Insan fitrati (aksi zannedilse de) beton sahrayi da yesillendiriyor.”
Betonu yeşillendirme belli bir bilim ve teknoloji ile becerilebilir. İnsanların bu çeşit siyasi ve teknik konularda ne gibi sorunlar yaratacaklarını bilmeleri bir yana kararı halkın vermesi mutlaka şart. Hatta Necip gibi b*k çukuru cahil yamakları pompalayanlar bile yapılanların İNSANLIK için yapıldığı yalanını tekrarlayıp dururlar. Şu an kesin bilinen şu: Betonu yeşilleştirebilecek teknisyenler bunun ne gibi sorunlar yaratacağını bilmezler. Necip ve benzeri şarlatanlar elden düşme araba satıcısının tatlı dili (“used car salesman pitch” ) anlarlar:” belki iyi çıkar, belki kötü çıkar”
Bu pompalananların da işine, çıkarına gelir.
Asıl konu hasır altı edilir. Metafizik, din, allahın işi, insan fıtratı, her zaman değişenler değişmez olur.
Ben bu nedenden Medeniyet hakkında söylediklerimin zerre kadar anlaşılmadığını dolaylı anlıyorum. Necip gibi şarlatanlara saldıranların kendileri şarlatan. Onlarda bu herif gibi köpeklere atılan kırıntılar içinde üfürükçülerin kulaklarına üfürdükleri evrendeki her olan için geçerli olan “her şeyin hem iyi tarafı, hem kötü tarafı var” afyonunu yutmuşlar. Aynı zamanda dostlar alış verişte görsün diye bir orta sınıf hoplayıcı zıplayıcısının “din insanın afyonudur” lafı kulaklarına hoş geldiği için vızıldar dururlar. Yuttukları günümüz dininin afyonunu doğal olarak görmezler.
Bir örnekle anlatayım.
Türkiye’de avakado yemek sizler gibi orta sınıflılar arasında sosyal mevki imgesi olur. Bir köyün yetiştirdiği sarımsaklar artık gelir sağlamıyor çünkü sizler gibi cin tüccarlar Çin’den daha ucuza ithal ediyorlar. Köylüler avakado yetiştirmek istemişler ama olmamış. Sizler gibi büyük beyinli, tahsilli, diplomalı, ilerleme ve bilim aşığı bir teknisyen tahsilini yaptığı Özgür Üniversite’de Amerikalıların bir kimyasal gübre ile her toprakta avakado yetiştirebildiklerini öğrenmiş, tesadüf eseri bu gübreyi satan firmada çalışmakta. Teknisyen, o köyde doğmuş. Tahsili sayesinde merdiven çıkıp orta sınıf olmuş. Sizler gibi insanlığa yardım etmek isteyen iyi kalpli kara cahil. O köydeki sevgili halkına yardım etmek ister. Gübreyi satar, halk tarlalarını gübreler, bak şu işe, arazide avakado çıkar.
Bir süre sonra analar deforme çocuklar doğurur ve kanser miktarı 50-60 misline çıkar.
Tabii sizlerin soyut formülü durumu açıklar: Her kapıyı açan anahtar “her işte bir hayır olabilir” doğru. Analar Necip gibi günde bir iki bin altın yumurta yumurtlayan çocuklar da doğurabilirdi. Ulu şefimiz Zileli abinin mutasyonu! Köylüler zenginlikte halis müslüman Arap Emirlikleri’ni bile geride bırakırlardı ve Zileli abimizin devrim ilahileri başka köylerde okunurdu.
Peki olumlu doğa bilileri ile Necip’in basuri bilimleri arasındaki fark ne?
Eğer Necip uyuyamadığı gece saat üçte kendini sıkmadan yumurtlarsa, TL’sı gibi, serbest düşerse, ne zaman yere varacağını hesap edebiliriz.
Ne var ki, yukarıdaki örnekte Necip’in şarlatan allahı Uzay Deklemcisi bile ne olacağını önceden bilemez.
Hatta sayısız kanserlere yol açan ilaçların satıcısı Monsanto gibi , “kullananlar yanlış kullanmış”, bile denilebilir.
“Bu nedenle, çocuklarının katilinin bu suçtan değil de başka bir suçtan yargılanıp hüküm giymesine hiç sevinmeyen, aksine üzülen ebeveynler gibi biz de üzülmeliyiz.”
Ben, hala daha, Kabil’in oldurulmesine ve Habil’in hala daha yargilanMAmis olmasina uzuluyorum. Digerleri, malesef, siraya girmek zorunda.
Otistik misiniz?
Ayni paragrafi, bir iki kelime degisiklikle, neden sorup duruyorsunuz?
“British Raj’ı alaşağı etmiş bu ‘sayısal çoğunluk Hintler’, niçin bugün böyle davranıyor? Niçin bugün ‘sayısal çoğunluk Hintler’, ‘Batı ülkeleri’ne gitmek istiyor? (Gidebilen sayısı az, gitmek isteyen sayısı çok.)”
What’s your point?
Necip’in Sahte Entelektüel AKP Yandaşlığı Fiyaskosu Ve (Objektif/Yansız Ve Gerçekçi Görünümlü) Subjektiflik/Yandaşlık Ve Gerçeği Çarpıtıcılık Gerçeği
“Çok sert ve saldırgan bir dil kullandığımız, yapıcı olmadığımız ve herkese yüklendiğimiz söyleniyor. Ama bu eleştirilerde “doğru söylemiyorsunuz’, “iftira ediyorsunuz’ denilemiyor;çünkü onların söyle(ye)mediği doğruyu söylüyoruz sadece.”
(Nasname)
[Necipbeygiller tarafından, iktidara karşı] Çok sert ve saldırgan bir dil kullandığımız, yapıcı olmadığımız ve herkese yüklendiğimiz söyleniyor. Ama bu eleştirilerde “doğru söylemiyorsunuz’, “iftira ediyorsunuz’ denilemiyor;çünkü onların söyle(ye)mediği doğruyu söylüyoruz sadece.
“Bu ülkede küfür olarak kullanılan sözcükler vardır: Jakoben, vesayetçi, pozitivist gibi…
Birine küfretmek istiyor ama ona tazminat vermek istemiyorsanız ona “pozitivist” diyebilirsiniz.
Atıf Yılmaz’ın Kibar Feyzo filminde duvarda yazan “Faşo Ağa” yazısını görüp “Faşo nedir” sorusunu soran ağaya (Ş. Şen), marabası ( K. Sunal) “böyle i. gibi, p.şt gibi bi şey” diye yanıt verir. “Pozitivist” sözcüğü de belirli bir kesimin gözünde aşağı yukarı budur.”
“Tamamen modern olup, modernizmin getirdiği olumsuzlukları moderni aşmak için dile getiren düşünürler, modernizmi ortaçağ ideolojisiyle eleştirenler tarafından referans gösterilir.
Köy Enstitülerini “tek tipçi” diye eleştiren pozitivizm karşıtı “büyük düşünür!”ün bize önerdiği kurum, çok sayıda çocuğa tecavüz edilen bir vakıftır; görüldüğü üzere “çoğulculuk” anlayışları bizlerin anladığından biraz farklıdır!
“Namaz kılmayanlar öldürülmeli midir” yoksa “Ömür boyu hapse mi atılmalıdır” seçeneklerinin tartışıldığı bir tartışmayı yürüten kişi, iki gün sonra “modernitenin cemiyet üzerindeki tahakkümünü” yazabilir.
İslam Uygarlığı’nda yetişen en büyük düşünürlerden İbn-i Sina ve Farabi’yi akla önem vermelerinden dolayı kafir ilan edenlerin kanaat önderi olarak protokollerde ağırlandığı bir ülkenin İslamcısına da olsa olsa “pozitivizm avcılığı” yakışır!
Ağzını yaya yaya “Modernizm Auschwitz’tir” demekte sakınca görmeyen kişi, IŞİD’ın yaptıklarını eleştirenleri “toptancılıkla” ve “islamofobi” ile suçlayabilir.”
“Pozitivizmin, modernizmin, aklın ve aydınlanma döneminin eleştirisi son derece detaylı olarak yapılmıştır; bu konularda koca bir külliyat vardır.
Ancak 2017 yılında bu ülkede akılcılık ve aydınlanmanın eleştirisi, “elektriği olmayan bir köyde bilgisayar kullanmanın göze zararları”ndan söz etmekle eşdeğerdir.
Bugün yaşadıklarımız “akıl çokluğu”ndan değil, “akıl yetmezliği”nden kaynaklanmaktadır.
Durum böyleyken Kant’ın şu sözü sanırım hiçbir çağda ve hiçbir coğrafyada bu kadar anlamlı olmamıştır:
“Aklını kullanma cesareti göster!””
Pozitivist oğlu pozitivistler ve pis modernistler! / Taylan Kara
http://haber.sol.org.tr/yazarlar/taylan-kara/pozitivist-oglu-pozitivistler-ve-pis-modernistler-207271
“Deprem bir doğa olayıdır ve depremin nedeni bilim insanları tarafından on yıllardan beri bilinmektedir. Depremlerin dağılım ve şiddetinin, insanların işlediği günahlara değil fay hatlarına bağlı olduğu konusunda bilim dünyasında her hangi bir tartışma yoktur.
Bir yobaz için ise bunların bir önemi yoktur. Yobaz bunları bilmez, bilmediğini de bilmez. Bir yobaz için deprem gibi bir doğa olayı, inandığı yaratıcının, kendi inancına uygun olmayanlara verdiği bir cezadır. Bir yobaz için her doğa olayı, onun inancına hizmet etmek için oluşur.”
“İzmir “günah işlenen” bir şehir olduğu için depremler olmaktadır.
Endonezya, İran, Türkiye, Pakistan gibi Müslüman ülkelerde yüz binlerce insanı öldüren depremlerin neden “her türlü günahın” her saniye bol bol işlendiği Amsterdam’da, Berlin’de Paris’te olmadığı, onlar için pek de sorun değildir.”
“Şimdi bunları “yobazlık” olarak tanımlayınca despotik, jakoben ve tahakkümcü mü olmuş oluyoruz?
Akla hakaret eden bu zihne “hoşgörü” mü dediniz?
Yüz binlerce insanın acılarıyla alay edenlerle diyalog mu?
Bir inancı böyle vahşice yağmalayanları “ötekileştirmeyelim” öyle mi?”
“Karşınızda binlerce insanın acıları karşısında “gâvur İzmirli”, “günahkar zinacılar”, “Allah cezalarını verdi işte”, “7.4 yetmedi mi” diye sevinen bir güruh, Pat Robertson tipi yobazlar, “Allah ile konuşan” şeyhler vardır…
Yobaz zihniyete hiçbir şey eklenemez. Bu yobazlıkla diyalog kurulamaz. Bu yobazlığa hoşgörü göstermek cinayete ortak olmaktır. Bu zihniyetle sadece ve sadece mücadele edilir.
Aynılar aynı yere, ayrılar ayrı yere…”
‘Zinacı’ İzmir, deprem ve yobazlığın evrensel tarihi / Taylan Kara
http://haber.sol.org.tr/yazarlar/taylan-kara/zinaci-izmir-deprem-ve-yobazligin-evrensel-tarihi-208826
“Susurluk (Anadolu) Oligarşisi ve mevcut iktidardaki kritik mevkileri”
Bu konuda kesin bir sey soylemem mumkun degil cunku detaylari yeterince bilmiyorum; bildiklerim de saglikli hukum cikarmak icin yeterli degil.
Ama, ustunkoru bir analiz, bana, Susurluk’ta olanin, henuz tomurcuklanmaga baslayan bir karsi durusu, hayli drastik yontemle engelleyen yerlesik yapinin (Balkan Oligarsisinin) bir operasyonu gibi gorunuyor.
Bugun iktidarda o karsi durusun devami saydiginiz birileri varsa, ben bunu yadirgamam. Tersine, evet, bu, Balkan Oligarsisinin sahneden cekilmekte olduguna bir baska isaret sayilmalidir.
“Suriye Savaş[kışkırtıcılığ]ı”
Suriye konusunu galiba siz butun detayiyla biliyorsunuz. Eger oyleyse, belki sunlara isik tutmak isteyebilirsiniz:
Esad, aile ziyareti yaptiginda, ne dusunuyordu? Ne umuyordu? Ona ne vaad edilmisti? Kim vaad etmisti?
Vaadler var idiyse, karsiliginda, Esad masaya ne koyacakti?
Kim caydi; neden caydi?
Bu sorularin ikna edici cevaplarini almadan, sizin yaptiginiz sekilde bastankara hukum vermek istemem ben.
“Dincilerin çok sevdiği Demokrat Parti’nin kurucularından olan Celal Bayar’ın Kemalistliği”
Celal Bayar’in ne kadar Kemalist oldugu tartisilir. MKA’nin genis tasfiyelerden sonra etrafinda kalan iki onemli kisiden (birisi Ismet Inonu) biridir. MKA’nin CB’yi Inonu’yu dengelemek icin tuttugunu dusunurum.
Daha sonra, MKA resimden cikinca, CB, oteki hizipin basi olarak devam etti. Digeri, iktidari ele geciren Inonu’nun temsil ettigi hizipti.
Orasi oyle de, bana ne bun(lar)dan?
Ne Demokrat Partiye, ne Celal Bayar’a ne de bunlarin muarizlarina yonelik ozel bir unsiyetim yok.
Bir taraf, Britanya Imparatorlugunun –bagimsizligi tanimak karsiliginda– yerlestirdigi yapiyi; diger taraf ise, (degisen dunya sartlari sonucunda, Britanya Imparatorlugunun Turkiye’yi ABD’ye devretmesi sonrasinda) ABD’nin dayattigi sartlar cercevesinde isbasina getirilen yapiyi temsil ediyor.
Her ikisinin ortak tarafi, baslangic itibariyle, Balkan Oligarsisi mensubu olmalaridir.
Fakat, bir British/Avrupa produksiyonu olan ‘Balkan Oligarsi’ne ABD’nin cok da itimat edemeyecegini de gormek lazim.
Bu yuzden, ‘Balkan Oligarsi’ne karsi yapilan mucadeleyi ortulu olarak destekledigini dusunuyorum. PKK’nin, mesela, peydahlanmasi, palazlandirilmasi vs de bence bu kapsamdadir.
Olum Allah, ne Kurtleri ne de Anadolu’da yasayan etnik Turkleri adam yerine koymayacak olan ‘Balkan Oligarsi’ni, PKK uzerinden de torpulediler. Kurt realitesinin kabulu sadece Kurt realitesi degil; Turk (ve Musluman) realitesinin de kabuludur.
Bunu gormek, kendine ‘cagdas’ veya ‘aydin’ diyen –fakat, aslinda belli bir mahalleye hapsolmus, totolojik demagojilerle beslenmis– guruhun anlamasinin kolay olmadigini biliyorum.
Zaman alacak –cogu gitti azi kaldi.
O ‘az’ kalan kismini da, Kilicdaroglu’nun (Dersimli Kemal’in) halletmek uzere oldugu kanaatindeyim.
Kılıçdaroğlu:
BERBEROĞLU NİYE HAPİSTE
“BİR kişinin dünya görüşü, kararları, Türkiye’nin hukuku olarak artık algılanıyor. Geldiğimiz nokta budur. Enis Berberoğlu, Eren Erdem niye hapiste? Osman Kavala, Nazlı Ilıcak, Ahmet Altan bunlar niye hapiste? Düşüncelerini beğeniriz ya da beğenmeyiz ama sadece kalemleriyle düşüncelerini ifade ettiler. Güçler ayrılığı yoksa o ülkede demokrasi yoktur, dikta yönetimi vardır.
Eğer devleti demokratikleştirmezseniz süratle organize suç örgütü haline dönüşebilir. Cumartesi Anneleri’ne yapılana bakın. Orantısız güç kullanıyorsunuz, yerlerde süründürüyorsunuz o yaşlı kadınları, anneleri. Bu annenin suçu ne? Bir suçu var, ‘Oğlumun mezarı nerede’ sorusunu sormak. Örgütlü suç işte devlette böyle oluşur.”
Kimyasal Muhalifler
“RUS GENERAL: İKİ KAMYON KİMYASAL MADDE GETİRİLDİ
Bu arada Rusya ile Batılı ülkeler arasında Suriye’de olası kimyasal saldırı konusu Moskova tarafından yeniden gündeme getirildi. Rusya’nın Suriye’deki gözlem merkezi komutanı General Aleksey Tsigankov, Rus RİA haber ajansına açıklama yaparak kimyasal provokasyon iddialarını sürdürdü. Ellerinde somut istihbarat verileri bulunduğunu vurgulayan Tsigankov, “İdlib bölgesindeki Afs yerleşim bölgesinden Sarakıb kentine iki kamyonla çok miktarda kimyasal madde nakledildiğini biliyoruz. Buraya istif edilen zehirleyici kimyasal maddeler daha sonra üzerinde hiçbir işaret bulunmayan büyükçe plastik kaplara aktarıldı. Bu plastik bidonlar 8 Beyaz Baretliler temsilcisi eşliğinde İdlib bölgesinin güneyine yollandı. Tespitlerimize göre Suriye yönetimini suçlu göstermeyi amaçlayan kimyasal provokasyon bölgede kontrolü elinde bulunduran Ahrar el Şam teröristleri gerçekleştirecek” iddiasında bulundu.”
Kimyasal Necdet
“Kimyasal Necdet Özel” Bir Savaş Suçlusu! / Nasname
http://nasname.com/kimyasal-necdet-ozel-bir-savas-suclusu/
Yeni Genelkurmay Başkanı Necdet Özel’in 1999 yılında gerillaya karşı kimyasal silah kullandığını iddia eden Alman milletvekilleri Necdet Özel’in savaş suçlusu olduğunu öne sürdü.
Almanya Federal Meclisi’nden Sol Parti üyesi beş milletvekili, yeni Genelkurmay Başkanı Necdet Özel’in savaş suçlusu olduğunu öne sürerek, “Savaş suçu işleyen bir generalle Kürd sorunu çözülmez” deyip Başbakan Erdoğanı uyardılar.
11 Mayıs 1999 günü Şırnak’ın Silopi İlçesi’ne bağlı Ballıkaya Köyü yakınlarında çıkan çatışmada Türk işgal kuvvetlerinin gerillaya karşı kimyasal silah kullandığı ve olayda yirmi gerillanın hayatını kaybettiği iddia edilmişti.
Geçtiğimiz günlerde Youtube yüklenen ve çatışmayı görüntüleyen bir videoda, Genelkurmay Başkanı Necdet Özel de görülüyor. Almanya’da Federal Meclis üyeleri Ulla Jelpke, Andrej Hunko, Ingrid Remmers, Heidrun Dittrich, Harald Weinberg ile Özgür Gündem yazarı Murat Çakır tarafından yapılan ortak açıklamada şöyle denildi:
“Özel sadece Jandarma komutanıyken Kürt bölgesindeki ölüm, işkence ve şiddetten de sorumlu değildi, 1999 yılında Kürt gerillalarına karşı kimyasal silah kullanılmasını komuta etmişti.’
Haber/Yorum
Son Dakika!!!
Yeni bir “Evrim teorisi çöktü, ateistler panikte!” haberi:
“AKP iktidarının sosyolojik yasaların kaçınılmaz sonucu olduğu” teorisi kanıtlandı, AKP muhalifleri panikte!
İktidar Yandaş[lar]ı’nın Alçalışı, Sıçrayışı Ve Düşüşü
– It’s over, Necip! I have the high ground!
– You underestimate my power!
– Don’t try it.
– …….
[Necip does. And pays for it.]
“Ekonomik kriz varsa AVM’ler neden tıka basa dolu?”
diye bir soru sorulmuş şurada;
https://eksisozluk.com/ekonomik-kriz-varsa-avmler-neden-tika-basa-dolu–5771082
Cevap olarak,
“İktisadî buhran varsa bedestenler neden hıncahınç dolu ise ondan”
diyebiliriz.
Mesele, kimin-kimlerin otistik olduğunu, kimin-kimlerin otistik olmadığını tespit etmek için uğraşmak değil.
Soru gayet açık:
British Raj’ı alaşağı etmiş bu ‘sayısal çoğunluk Hintler’, niçin bugün böyle davranıyor? Niçin bugün ‘sayısal çoğunluk Hintler’, ‘Batı ülkeleri’ne gitmek istiyor? British Raj’ı alaşağı ettikleri yıl olan 1947’den günümüze geçen yıllarda Hindistan’da nelerin olmadığını gördü de bu ‘sayısal çoğunluk Hintler’, ‘Batı ülkeleri’ne gitmeyi çok ister oldular? (Gidebilen sayısı az, gitmek isteyen sayısı çok.)
Şehit Astsubay Halisdemir’in ailesinden reklam afişine tepki
15 TEMMUZ’daki hain darbe girişiminin seyrini değiştiren isimlerden kahraman şehit Astsubay Ömer Halisdemir’in fotoğrafının Şanlıurfa’da özel bir eğitim kurumunun reklam afişinde kullanmasına, Niğde’de yaşayan ailesi tepki gösterip, hukuki işlem başatıldığını bildirdi.
Darbeci Tuğgeneral Semih Terzi’yi öldürerek 15 Temmuz kalkışmasının seyrini değiştiren şehit Astsubay Ömer Halisdemir’in kardeşi Soner Halisdemir, ağabeyinin fotoğrafının reklam afişinde kullanılmasıyla ilgili açıklama yaptı. Soner Halisdemir, sosyal medya hesabından yaptığı açıklamada şöyle dedi:
“Şehit Ömer Halisdemir’in adı savunma sanayisinden, kara, deniz ve hava lojistik hizmetlerine, medya yayıncılığından finansal hizmetlere, bilimsel ve sınai incelemeden, eğitim öğretim alanına, hukuki hizmetlerden mühendislik hizmetlerine, tıbbi alandan enerjiye kadar birçok sektörde şehidin ismi üzerinden kazanç sağlamaya çalışan kötü niyetli kişilere engel olmak amacıyla tescillendi. Türk Patent ve Marka Kurumunun Ömer Halisdemir’in adını tescillemesiyle artık şehidimiz üzerinden kötü niyetle maddi kazanç elde etmek isteyenler için hukuki ve cezai yaptırımlar söz konusu olacaktır. Devletimiz şehidine sahip çıkmış, ailesini ve ismini bu tescil ile koruma altına almıştır. Şanlıurfa’nın Haliliye ilçesinde faaliyet gösterdiklerini beyan eden Prestij Özel Eğitim Kursu adındaki firma şehidimizin adını ve fotoğrafını Halisdemir ailesinden ve yetkili mercilerden izin almaksızın kazanç sağlamak amacıyla yazılı-görsel ve sosyal medya aracılığıyla reklamlarında kullanmalarından dolayı, devletimizin ve milletimizin adına şehitlerimizin manevi haklarını korumak adına hukuki işlem başlatılmıştır.”
Tepeden Atanan (Anadolu’daki) Merkeziyetçi Oligarşi Ve Halkın Seçtiği (Anadolu’daki) Yerel Yönetimler
[Urfa milletvekili Üsküp’lü Yahya Kemal’in kulakları çınlasın!]
“ADIYAMAN’da, 4 askerin şehit olmasının ardından belediye başkanı tutuklanan Kömür Beldesi’ne, Vali Yardımcısı Adem Kaya kayyum olarak atandı.”
Taylan Kara’nın her iki güzel eleştirisine sadece gevezelik eklenir ve işte benim gevezeliğim.
‘Eve’ yakın örnekler:
Orta Asya Türkleri depremi nasıl açıklardı?
Dünya bir köpeğin sırtında. Çok kar yağınca köpek silkinir, deprem olur.
Gökyüzünü yaşadıkları yurtlara benzeten Türkler yıldız düşmesini nasıl açıklardı?
Allah arada bir dünyada ne oluyor bitiyor diye dikiş yerlerini ayırıp aşağı bakar, yıldızlar düşer.
Sanırım 183 ve Taylan Kara bu Orta Asya Türkleri arasında yobazlar olmadığını kabul ederler. Ama sanırım bu site yobazları hâlâ doğa ile aralarında milyonlarca aracının girmemiş olduğu toplumlarda yobazlar olmadığına bir türlü inanamazlar.
Bilimi şahane savunan bir felsefeci ve bilim adamı, modern yobazları, örneğin sadece depremin garip nedenlerine değil her şeyi insan fıtratı ile açıklayan araba satıcısı Necipleri pompalayanların hangi kaynağa dayandıklarını çok güzel anlatır.
[The acceptance of scientific statements by laymen is based on authority, and this is true to nearly the same extent for scientists using results from branches of science other than their own. Scientists must rely heavily for their facts on the authority of fellow scientists.
The popular conception of science teaches that science is a collection of observable facts, which anybody can verify for himself. We have seen that this is not true in the case of expert knowledge, as in diagnosing a disease. But it is not true either in the physical sciences. In the first place, you cannot possibly get hold of the equipment for testing, for example, a statement of astronomy or of chemistry. And supposing you could somehow get the use of an observatory or a chemical laboratory, you would probably damage their instruments beyond repair before you ever made an observation. And even if you should succeed in carrying out an observation to check upon a statement of science and you found a result which contradicted it, you would rightly assume that you had made a mistake.
Think of the amazing deployment of the infant mind. It is spurred by a blaze of confidence, surmising the hidden meaning of speech and adult behavior. This is how it grasps their meaning. And each new step can be achieved only by entrusting oneself to this extent to a teacher or leader.]
[There is not one higher principle of our minds that is not in danger of being falsely explained away by psychological or sociological analysis, by historical determinism, by mechanical models or computers.]
Bilimsel ifadelerin mesleği bilim olmayanlar tarafından kabul edilmesi otoriteye dayanır. Bilim adamları da kendi bilim dalları dışındaki bilim dallarından elde ettiklerini aynı nedenden kabul ederler. Diğer bilim adamlarının vardıkları sayısız gerçekleri kabul etmeleri de kaynakların otorite sahibi, güvenilir kimselerden geldiği inancına dayanır.
Popüler bilim anlayışına göre bilim, her kişinin doğrulayabileceği gözlemlerden oluşur. Bunun, uzmanlık gerektiren hastalık teşhisinde doğru olmadığını daha önce gördük. Fakat bu, fiziksel bilimlerde de doğru değildir. Örneğin astronomi veya kimyada test için gerekli araçları ele geçirmeniz hemen hemen imkansız. Farz edelim ele geçirdiniz. Büyük bir ihtimalle aletleri bozarsınız. Diyelim bozmadınız ama beklenenin tam zıddının gözlemini yaptınız. Bu defa da haklı olarak bir yanlışlık yaptığınızı düşünürsünüz.
Bebeğin yetişkinlerin konuşma ve davranışları altında yatan anlamları kapmada güvenini düşünün. Bu güvenle anlama vakıf olur. Her atılan adım, öğretmen veya yol gösteren sayesinde başarılır.
NECIP BAĞIRIR: HAYIR YANLIŞ! ÖYLE DEĞİL, İNSAN FITRATI! İNSANIN DOĞASINDA ADIM ATMA OLMASA ADIM ATILABİLİR Mİ?
İŞTE SİZE ASIL VE TEK YOBAZLIK, MODERN YOBAZLIK.
Aklımız yüksek ilkeleri arasında tek bir tane bile yok ki psikolojik veya sosyolojik analizler, tarihsel determinizm, mekanik modeller veya bilgisayarlarlarla konuyu savuşturma amacıyla uydurulan yalanlar ile açıklama tehlikesine maruz kalmamış olsun.
151 Necip Asıl Konuyu Değiştirmiş
Bırak şu hakkında bir şey bilmediğin romantiklik sakızını çiğnemeyi. Bırak şu lügatçiliği. Eğer Belgrad Orman yangınlarını söndürecek kadar güçlüysen hadi romantiklik akımını tartışalım.
” matematik, asal sayılar, fizik, trigonometri, analitik geometri ve simülasyon konularında senin şarlatanlığını, kara cahilliğini yüzüne tekrar tüküreceğim” dedim, korktun, her zamanki gibi samanda iğne aramış bulmuşsun.
Hamamın namusu ne demek, nereden gelmiş?
“… bir vakitler oglancilik vakalariyla sohreti kotulenmis bir hamamin mahalle sakinleri tarafindan ilgili makamlara sikayet edilmesinin ardindan hamama yalandan baskin yapilmis. baskini yapanlar da aslinda hamamin mudavimlerinden oldugundan olay fazla dallanip budaklanmasin deyu gariban oglanlardan birini yakalayip cezalandirmislar. boylece hamamin namusu kurtarilmis ve hamamdaki malum faaliyetler de bu baskinin ardindan eskisi gibi ama biraz daha gizlilikle devam etmis.”
Necip, milliyetçiğin çok çirkin. Aklına ne gelirse söylemen dalkavukluk yaptıklarının hoşuna gidecek şeyler söylemek için düşünmeden konuştuğunu gösteriyor. Ve aynı ölçüde çirkin.
Hem her şey her zaman değişir hem de haslet maslet zırvalıyorsun. Ben sadece dolandırıcıların yalanlarını görüp ifşa ediyorum. Bu, çok eski bir geleneğin devamı, haslet maslet değil.
Ama galiba senin gibi kafayı yiyenler, kendi kendine konuşanlar üssel arttığından araba satıcılığı yerine çok revaçta olan kafa ütüleme terapisti olup teskin edici haplar ticaretine başlamaya hazırlanıyorsun. Hatta gerekirse 1960’lardan 1980’lere kadar sana benzeyen, düzeni elinde tutanların hoşuna gidecek düşünceler ticareti yapan bilim adam-karılarını taklit edersin. Onlar eşcinselliği “hastalık” ilan edip elektrik şok tedavisi bile yaptılar. Kafir ülkelerine birkaç seyahat, birkaç kursla araba satıcılığı gibi öğrenir kendine yan gelir sağlarsın.
Rönesans’da yeni bir kavram doğdu: MODA
Modern (modernliğin ilk lafı edildiği 12. yüz yıl ve modernlik çağına adını veren anlamda) kelimesi daha eskiye gider ama aynı kökenden fırlamadır.
Türkçe demode olmuş, fitili tükenmiş, çağdışı, … hatta ‘fakir, yenilerini alamamış’ anlamını bile taşır.
Soru/Cevap Köşesi
– Allah neden gökyüzünde?
– Son allahlar para, Kapital, banka, okul, ilerleme, kalkınma, yaratıcılık dahil, insan tarihinde var olmuş bütün allahları toplayıp bir kefeye koymuşlar, diğer kefeye de MODA’YI koymuşlar. MODA o kadar ağır basmış ki bütün allahları gökyüzüne fırlatmış.
Çok basit bir örnek: Eğer 10 senelik aralıklarla modern toplumlarda çekilmiş belgesellere bakarsanız her 10 sene evvelki insanlar baktığınız günlerin modasına göre benim günahlardan daha çirkin. Geleneksel toplumlara bakarsanız ‘her zaman’ aynı ve çok güzel.
Televizyon ve gazete haberlerinin ışık hızlından daha hızlı değişmeleri boşuna değil. Çünkü MODA’nın diğer yüzünde “modernler ışık hızı bıkarlar” yazılı.
Bilmem söylemeye gerek var mı, AtıTürk ve Karlos Markos geleli Türkler ve bilhassa orta sınıf hali vakti yerinde, tahsilli aydınlar ve yarı aydınlar MODA’nın BAŞINI çekerler.
Tarih bilgiçleri Türkler için bazı ‘o da kimmiş?’ rivayetleri:
Çinliler Orta Asya Türklerini böyle tuzağa düşürüp bozmuşlar.
Fenikeliler mor boyayı aynı şekilde kullanmışlar.
Fenikelilerin en iyi öğrencileri eski Yunanlılar ile ilgili bir atasözü: “Beware of Greeks bearing gifts”.
İsa’nın doğumuna gelen müneccimler.
Kolonistlerin kolonilerde yetiştirdikleri AYDINLAR.
…
Yanlış anlaşılmasın diye bıkıp usanmadan tekrarladığım nakarat: Özgür toplumlarda saray ve sarayla ve saray etrafında araba satıcısı gibi içeri girmeye can atan dalkavuklar olmadığından, büyük beyinlilerin marifetlerini yazan tarihçiler olmaz.
Bu site saraydakiler veya saraya girmek isteyenlerin dedikodu sitesi.
Blakeler, Nietzscheler yavşak dalkavuk düşünürlere kıyasla bir avuç düşünürler ve modern çağlara kadar sıradan küçük beyinli halklar ve özellikle ilkeller ve çobanlıkla geçinen asıl turistler saraydan nefret ederler.
“And the hapless Soldier’s sigh,
Runs in blood down Palace walls”
Blake
“Bazı yerlerde hâlâ halklar ve sürüler var. Peki bizde? Bizde Devlet var, kardeşlerim. Devlet mi? O da ne? Dinle şimdi, dinle bak halklar nasıl öldü. Devlet, soğuk canavarların en soğuğudur. Göz kırpmadan yalan söyler o ve işte ağzından akan yalan salyası: ‘Halk, benim.'”
Nietzsche
“Savagery has become their character and nature. They enjoy it, because it means freedom from authority and no subservience to leadership. Such a natural disposition is the negation and antithesis of civilization. ”
—Ibn Khaldun on nomads (çoban turistler)
Ben tarih aşığı değilim ama … Hadi büyük beyinliler, size bir ciklet! Hemen zekanızı gösterin: Kendimle çelişkiye düştüm!
Her neyse, büyük ve sivri kelleler sakız çiğneye dursun ben masalıma devam edeyim.
Modanın bu sitede tezahürleri:
– 140 ve 142 rahatsız olmuş, ‘beni rahatsız etti’ yerine yeni moda ‘trol’ adını takmış.
Daha henüz bir kişi, cahillerin cahilliklerini örtme formülü “bu dünya böyle gelmiş, böyle gidecek” dedi. 140, 142 ve benzerleri siteyi doldurdu.
– 141bilgiç dahi Necip’in yeni altın yumurtası. Dünyanın her yerinde seçimlerle çoğunluk seçilmez. Çoğunluk avcı-devşiricileri partilerin mensubu temsilcileri seçilir. Hatta çoğunluk bile değil, çoğunluğun çoğunluğunu temsil edenlerin sözü geçer ama araba satıcısı 141 birden uyanmış, girmiş çoğunluğun zaman öldürdükleri sosyal medyaya ve okkalı bir soru sormuş: “Çoğunlukçuluk (majoritarianism), realite mi?” Necip coşkunluk içinde patronlarının patronu Er-Doğan’ı unutup kafirce bir kelime (majoritarianism) eklemiş. Aynı heyecan içinde, ikinci, milyarlık “Çoğulculuk (pluralism), gerçekleşmesi asla mümkün olmayan ideal mi?’ sorusunu da sosyal medyaya sunmuş. Neden acaba Uzay Denklemleri falcı gurusuna sormamış?
Her halükârda, bu milyarlar bedel soruya cevabı ya Necip’in gurusu bilir ya da kıyamet günü dirilenler bilecekler.
– 143, anasından doğmakla kazandığı hayatını tekrar kazanmak için her gün 8-12 saat işe gidip gelir ve iş başında kölelik yapar, 20 yaşlarına kadar meslek edinmek ve anasından kazandığı hayatı tekrar kazanmak için okula gider, süpermarketlerde avcılık-devşiricilik yapar, televizyon önünde geviş getirir. Zamanımız ruhban sınıfının propagandalarına inanır. Bu var olanlar dünyasında yaşayan cin Türk yoklara inanır mı?
144 de öyle.
Ama benim için en vahim ve gülünç 145.
Günümüz dünyasından manzaralar:
– 8 kişi 4 milyar insan kadar paralı;
– Milyarların abone ve kölesi olduğu Facebook, Twitter, Youtube, Google, Filipinler’de yüzbinlerce kişiye günde 5-10 dolara İnternet çöpçülüğü yaptırır. Çöpçüler de, bu sitede bir araba satıcısının dediği gibi, işi özgürce seçerler. Her kişi günde 25 bin imge ve haberleri siler. Tabii çoğu seks ve şiddet. Bazıları ağlatıcı bile. Örneğin 1970’ler ve hatta 1980’lere kadar tıp ve psikoloji bilim adam-karıları eşcinselliği ‘hastalık’ ilan ettiler. Türlü işkencelerle intiharlara yol açan ilaçlar verdiler. Çocuk isteyen Er-Doğan’ın gözüne girmek; sattığı arabalarla dinamikleştirilen orta sınıfların tatillere gitmesini isteyen Necip, dünyanın her yerinde yaygın oğlancılığını da dalkavuk bilim adam–karıları gibi suç sayar ve suçu Yunanlılarda bulur. Bu herif Er-Doğan’a dalkavukluk etmek için her şeye hazır.
Diğer bazı var olanlar:
– Filipinlerde Facebook, Twitter, Youtube, Google için ‘seçerek’ çalışanlar, araba satıcısı gibi yüzlü, uslu, terbiyeli, İktidarı doğuran analarının süt çocuklarının vicdanlarını temiz tutuyorlar ama kendileri ya intihar ediyorlar ya da kafayı yiyorlar.
– Trump bir iki cümle ile Venezuela, İran, Türkiye gibi Trumplık yapmaya çalışan büyük beyinli p*zevenklerin çenelerini kapatıp, halkı perişan eder.
145, can sıkıntısı içinde, orta okulda öğrendiklerine sosyal medyada öğrendiği fare os*ruğundan bile daha az gürültü edecek Balkan-Anadolu Oligarşi moda dedikodusunu katıp “ah o güzel eski günler, ah bu güzel yeni günler” huu huuları çekmiş.
Sayın bilgiç145, sen kazananlar tarihini olduğu gibi anlarsan ne bu dünya, ne Er-doğan ne de dalkavuk araba satıcısını anlarsın. Örneğin senin şanlı manlı Fatih, Katalan kiralık askerlerle işi becerdi falan filan ama saray tarihçileri, dünyanın her yerinde olduğu gibi, senin gibi hayatını dikizlikle geçirenlere okul ve medya ninnileri söylerler.
“[Necip does. And pays for it.]”
Did he also leave a tip?
“ADIYAMAN’da, 4 askerin şehit olmasının ardından belediye başkanı tutuklanan Kömür Beldesi’ne, Vali Yardımcısı Adem Kaya kayyum olarak atandı.”
Nasi, nasi?
Bu Vli Yardimcisi da mi Belediye Baskani (kayyum) olarak atandigi ilceyi daha once hayatinda gormemis miydi?
Necip, yumurta yapmakta etkileyici (“efficacious”) olmak için nerede bir pompalama olsa orada biter.
Bazı son moda pompalarına açmış kendini: “Insan fitrati (aksi zannedilse de) beton sahrayi da yesillendiriyor.”
Bu pompalamalar uzun bir süredir medyada ve güzel adlar bile verildi: Ecologic Green Washing (laundering), Le Blanchiment Écologique, Çevre Pisliklerini Aklandırma veya Ekolojik Aklandırma, Yeşil Kapitalizm falan filan. ‘Yeni ve Temiz’ teknolojilerde kullanılan madenler fakir ülkelerde çıkarılmakta ve dünyayı eski teknolojilerden daha fazla kirleten, Necip’i pompalayanlar kadar pis eden kimyasal artıklar yayılmakta.
Bir örnek:
[Although the wood pellets release carbon when they burn, it is touted as ‘green’ because the trees cut down for them can be replaced over time. Even page 33 of Drax’s annual report reveals that biomass belches out more CO2 per unit of electricity generated than coal does.]
Odun peletleri yakıldığında karbon salar ama (temiz enerji) simsarları, kesilen ağaçlar zamanla yenilenir diye, ‘yeşil’ adı verirler. Drax (şirketi) yıllık raporu bile 33. sayfasında biokütlenin kömürün ürettiği elektrik birimine göre daha fazla CO2’yi etrafa yaydığını kabul eder.
Not: Kömür yakmakla enerji tedarik eden Drax, Necip’i pompalamak için 2023’de yeşilliğe geçmeyi tasarlayan bir şirket. Necip pompalanma heyecanı içinde vaktinden evvel çok acele edip hoplayıp zıplamaya başlamış.
Bende bu sahtekarlıklarla ilgili çok sayıda kaynaklar var. Ama çok uzatmakta yarar görmüyorum çünkü isteyen, Ecologic Green Washing (laundering ) veya Le Blanchiment Écologique veya Türkçe çevirileri ile arayarak görebilir.
183 ve Taylan Kara
Taylan Kara’nın her iki güzel eleştirisine sadece gevezelik eklenir ve işte benim gevezeliğim.
‘Eve’ yakın örnekler:
Orta Asya Türkleri depremi nasıl açıklardı?
Dünya bir köpeğin sırtında. Çok kar yağınca köpek silkinir, deprem olur.
Gökyüzünü yaşadıkları yurtlara benzeten Türkler yıldız düşmesini nasıl açıklardı?
Allah arada bir dünyada ne oluyor bitiyor diye dikiş yerlerini ayırıp aşağı bakar, yıldızlar düşer.
Sanırım 183 ve Taylan Kara bu Orta Asya Türkleri arasında yobazlar olmadığını kabul ederler. Ama sanırım bu site yobazları hâlâ doğa ile aralarında milyonlarca aracının girmemiş olduğu toplumlarda yobazlar olmadığına bir türlü inanamazlar.
Bilimi şahane savunan bir felsefeci ve bilim adamı, modern yobazları, örneğin sadece depremin garip nedenlerine değil her şeyi insan fıtratı ile açıklayan araba satıcısı Necipleri pompalayanların hangi kaynağa dayandıklarını çok güzel anlatır.
[The acceptance of scientific statements by laymen is based on authority, and this is true to nearly the same extent for scientists using results from branches of science other than their own. Scientists must rely heavily for their facts on the authority of fellow scientists.
The popular conception of science teaches that science is a collection of observable facts, which anybody can verify for himself. We have seen that this is not true in the case of expert knowledge, as in diagnosing a disease. But it is not true either in the physical sciences. In the first place, you cannot possibly get hold of the equipment for testing, for example, a statement of astronomy or of chemistry. And supposing you could somehow get the use of an observatory or a chemical laboratory, you would probably damage their instruments beyond repair before you ever made an observation. And even if you should succeed in carrying out an observation to check upon a statement of science and you found a result which contradicted it, you would rightly assume that you had made a mistake.
Think of the amazing deployment of the infant mind. It is spurred by a blaze of confidence, surmising the hidden meaning of speech and adult behavior. This is how it grasps their meaning. And each new step can be achieved only by entrusting oneself to this extent to a teacher or leader.]
[There is not one higher principle of our minds that is not in danger of being falsely explained away by psychological or sociological analysis, by historical determinism, by mechanical models or computers.]
Bilimsel ifadelerin mesleği bilim olmayanlar tarafından kabul edilmesi otoriteye dayanır. Bilim adamları da kendi bilim dalları dışındaki bilim dallarından elde ettiklerini aynı nedenden kabul ederler. Diğer bilim adamlarının vardıkları sayısız gerçekleri kabul etmeleri de kaynakların otorite sahibi, güvenilir kimselerden geldiği inancına dayanır.
Popüler bilim anlayışına göre bilim, her kişinin doğrulayabileceği gözlemlerden oluşur. Bunun, uzmanlık gerektiren hastalık teşhisinde doğru olmadığını daha önce gördük. Fakat bu, fiziksel bilimlerde de doğru değildir. Örneğin astronomi veya kimyada test için gerekli araçları ele geçirmeniz hemen hemen imkansız. Farz edelim ele geçirdiniz. Büyük bir ihtimalle aletleri bozarsınız. Diyelim bozmadınız ama beklenenin tam zıddının gözlemini yaptınız. Bu defa da haklı olarak bir yanlışlık yaptığınızı düşünürsünüz.
Bebeğin yetişkinlerin konuşma ve davranışları altında yatan anlamları kapmada güvenini düşünün. Bu güvenle anlama vakıf olur. Her atılan adım, öğretmen veya yol gösteren sayesinde başarılır.
NECIP BAĞIRIR: HAYIR YANLIŞ! ÖYLE DEĞİL, İNSAN FITRATI! İNSANIN DOĞASINDA ADIM ATMA OLMASA ADIM ATILABİLİR Mİ?
İŞTE SİZE ASIL VE TEK YOBAZLIK, MODERN YOBAZLIK.
Aklımız yüksek ilkeleri arasında tek bir tane bile yok ki psikolojik veya sosyolojik analizler, tarihsel determinizm, mekanik modeller veya bilgisayarlarlarla konuyu savuşturma amacıyla uydurulan yalanlar ile açıklama tehlikesine maruz kalmamış olsun.
Sayın Zileli,
Elimden geldiği kadar temizliyorum. Kaç defa yaptım ama bir türlü yayınlamıyorsunuz. Zamanında cevaplar gecikiyor ve kanal değiştirmeye alışmış okuyucular yazdıklarımın modası geçmiş bulup okumuyorlar.
Hızlı çağlarda yaşadığımızı siz benden iyi biliyorsunuz.
Sayın Zileli Namus Hamamı’nın tanımı bir Türk siteden alıntı.
151 Necip Asıl Konuyu Değiştirmiş
Bırak şu hakkında bir şey bilmediğin romantiklik sakızını çiğnemeyi. Bırak şu lügatçiliği. Eğer Belgrad Orman yangınlarını söndürecek kadar güçlüysen hadi romantiklik akımını tartışalım.
” matematik, asal sayılar, fizik, trigonometri, analitik geometri ve simülasyon konularında senin şarlatanlığını, kara cahilliğini yüzüne tekrar tüküreceğim” dedim, korktun, her zamanki gibi samanda iğne aramış bulmuşsun.
Hamamın namusu ne demek, nereden gelmiş?
“… bir vakitler oglancilik vakalariyla sohreti kotulenmis bir hamamin mahalle sakinleri tarafindan ilgili makamlara sikayet edilmesinin ardindan hamama yalandan baskin yapilmis. baskini yapanlar da aslinda hamamin mudavimlerinden oldugundan olay fazla dallanip budaklanmasin deyu gariban oglanlardan birini yakalayip cezalandirmislar. boylece hamamin namusu kurtarilmis ve hamamdaki malum faaliyetler de bu baskinin ardindan eskisi gibi ama biraz daha gizlilikle devam etmis.”
Necip, milliyetçiğin çok çirkin. Aklına ne gelirse söylemen dalkavukluk yaptıklarının hoşuna gidecek şeyler söylemek için düşünmeden konuştuğunu gösteriyor. Ve aynı ölçüde çirkin.
Hem her şey her zaman değişir hem de haslet maslet zırvalıyorsun. Ben sadece dolandırıcıların yalanlarını görüp ifşa ediyorum. Bu, çok eski bir geleneğin devamı, haslet maslet değil.
Ama galiba senin gibi kafayı yiyenler, kendi kendine konuşanlar üssel arttığından araba satıcılığı yerine çok revaçta olan kafa ütüleme terapisti olup teskin edici haplar ticaretine başlamaya hazırlanıyorsun. Hatta gerekirse 1960’lardan 1980’lere kadar sana benzeyen, düzeni elinde tutanların hoşuna gidecek düşünceler ticareti yapan bilim adam-karılarını taklit edersin. Onlar eşcinselliği “hastalık” ilan edip elektrik şok tedavisi bile yaptılar. Kafir ülkelerine birkaç seyahat, birkaç kursla araba satıcılığı gibi öğrenir kendine yan gelir sağlarsın.
“Elimden geldiği kadar temizliyorum.”
Kirlilik ve bos konusmak hasletiniz olunca, ardindan ne yaparsaniz yapin; yeterli olmaz; olmuyor da zaten.
“Zamanında cevaplar gecikiyor ve kanal değiştirmeye alışmış okuyucular yazdıklarımın modası geçmiş bulup okumuyorlar.”
Laf yetistirmek icin elinizden geleni yapmaniz her turlu takdirin fevkinde, tabii ki.
Fakat, emin olun, yayinlanmasa da kimse birsey kaybetmis olmuyor
“Did he also leave a tip?”
Yes. His “unlimited power converters”, as a tip:
https://coub.com/view/isjcm
“Nasi, nasi?
Bu Vli Yardimcisi da mi Belediye Baskani (kayyum) olarak atandigi ilceyi daha once hayatinda gormemis miydi?”
Yok hayır hayır, görmüş.
Hayatı boyunca Kürdistan’ın birçok ilini gezip gören Ulu Önder’imiz gibi, Ulu Kayyum’umuz da buraları görmüştür ve – dünkü ve bugünkü Ulu Önder’lerimiz kadar olmasa da – çok iyi biliyordur elbette.
İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin ve bütün İzmir belediyelerinin başına bir an önce İzmir’i iyi bilen AK Partili yahut AK Parti iktidarının atayacağı kayyumlardan olan başkanlar geçmeli.
Aksi takdirde buradaki vatandaşlarımız kendilerine ayrımcılık yapıldığı gibi yanlış bir duyguya kapılabilirler.
“Neden sadece Kürt veya güneydoğulu vatandaşlarımızın belediyelerine onları daha iyi yönetecek kayyumlar atayarak o illerimizin kalkınmasına öncelik veriyorsunuz?”
diyerek.
Yerel yönetimlere kayyum atanması kanun dışı bir şey değil ise, o kayyumlara da “kayyum” atayan veya kayyumluklarına son veren “yerel yönetim”lerin yaptığı da mı böyledir?
Derik kayyumu Muhammet Fatih Safitürk’ün kayyumluğuna son veren bir “yerel yönetim”in yaptığı gibi mesela?
Aslında sorunun cevabı, yani bunlardan hangisinin kanun dışı olmadığı ortadadır.
Birbirlerine “Benim babam senin babanı döver” diyen çocuklardan hangisinin babası bunu yapabiliyorsa onun yaptığının kanun dışı olmaması gibi mesela.
Veya “büyük balık”ın, başka deyişle diğer balığı yutan balığın yaptığının kanun dışı olmaması gibi.
Bu soruyu farklı şekillerde de sorabilir, daha doğrusu bu konudaki örnekleri çoğaltabiliriz.
Örneğin, bölgedeki ordu, emniyet, jandarma ve korucu veya kısaca güvenlik güçlerinden bazı birimlerin “kayyumluk”larına son veren bazı diğer “güvenlik güçleri” gibi.
Güney komşumuzda 2011’den bu yana yaşananlar da aslında birbirlerinin “kayyumluk”larına son veren “kayyum”ların göreve gelmeleri ve görevden alınmaları hadiseleri değil midir?
Hep aynı şeyi söyleyen, yani tek bir düşünceyi devamlı tekrar etmekten öte bir şey demeyen bu sitedeki bir şahsın aksine, diğer şahıslar aralarında fikir tartışması yaptıkları için her defasında yeni şeyler söylüyorlar.
En tarafgir olanları bile, başka bir şey demeyip sadece
“X [Devrim / Anarşizm / Marksizm / CHP / Kürt hareketi / Kemalizm / Ulusalcılık / Liberalizm vb] BÜTÜNÜYLE olumludur
ve
Y [Devrim / Anarşizm / Marksizm / CHP / Kürt hareketi / Kemalizm / Ulusalcılık / Liberalizm vb] BÜTÜNÜYLE olumsuzdur”
gibi bir fikri tekrarlamıyorlar.
Hatta böyle yapar gibi göründüklerinde, örneğin
“X [Kapitalizm / AKP vb] bütünüyle olumsuzdur ve Y [Anti-Kapitalizm / AKP karşıtlığı vb] bütünüyle olumludur”u tartıştıklarında bile YENİ şeyler söyleyebiliyorlar.
“X bütünüyle olumludur ve Y bütünüyle olumsuzdur”u tekrarlamaktan başka bir şey yapmayan şahsın aksine.
“Hamamın namusu ne demek, nereden gelmiş?”
Cok basit: O sitedeki hikayeyi birisi uydurmus.
Bubub da sasilacak bir ayni yoktur; cunku, kimsenin elinde yazili kaynak filan yoktur.
Aklina nasil esiyorsa, mesrebi neye elveriyorsa uydurup uydurup ipe dizer.
Sizin gibi, Turkceyi icinde yasayarak degil de Internet uzerinden ogrenen sazanlar da bunlari yer.
Yani, yeni bir sey yok.
“Yes. His ‘unlimited power converters’, as a tip’
Wrong answer.
Correct one would be: ‘A tip of what?’
“Hayatı boyunca Kürdistan’ın birçok ilini gezip gören Ulu Önder’imiz gibi,”
‘Ulu Önderimiz’ derken, kasdettiginiz kisi Abdullah Ocalan.. degil mi?
“çok iyi biliyordur elbette.”
E. Fena mi? Bilen birisini gorevlendirmisler iste.
Yahya Kemal ise, MV tayin edildigi gune kadar ANkara’dan otesine gecmemisti. Hatta, ‘Ankaranin nesini seversiniz?’ diye soruldugunda, ‘Istanbul’a donusunu’ diye cevaplardi.
Hakkini cok da yememek lazim.. MV secildikten birkac sene sonra Urfa’ya bir iki defa gitmis oldugu rivayet edilir. Gunun yerel gazete kayitlarindan teyide muhtactir, gerci.
“İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin ve bütün İzmir belediyelerinin başına bir an önce İzmir’i iyi bilen AK Partili yahut AK Parti iktidarının atayacağı kayyumlardan olan başkanlar geçmeli.”
Ziyadesiyle abartmissiniz.
O kadarina gerek yok.
Gorevden el cektirilen herhangi bir HDP’li belediye baskanini Izmir’e atasalar –belediye kaynaklarinin tamamini PKK’ya gonderse bile– mevcut yonetimden daha iyi hizmet verecegi ihtimal dairesindedir.
“Veya “büyük balık”ın, başka deyişle diğer balığı yutan balığın yaptığının kanun dışı olmaması gibi.”
Evet.
Yeni Egitim Bakanindan ricam, bir ‘Hayata Giris’ filan gibi bir ders ihdas edip bu tur seyleri mufredatlara dahil ettirmesi.
Aksi halde, bircok gencimiz hayatlarinin baharinda nahos surprizlere ducar olabiliyor. Yaziktir.
Necip bey, Gün beyi kendisi hakkında birkaç cümle yazabilecek kadar yakından tanıyor musunuz bilmiyorum.
Tanıyabildiğiniz kadarıyla, Gün bey, Balkan Oligarşisi’nin temel bir aktörü olmasa bile bu oligarşiyle kıyısından köşesinden de olsa ilişkisi olan biri mi?
Bir bedel ödeyerek karşılığında bir şeyler elde eden bütün diğer “azbilmiş” insanların aksine, hiçbir bedel ödememek ve karşılığında hiçbir şey elde etmemek isteyen bir çokbilmiş var burada.
Varlığıyla yokluğu arasında bir fark olmayan biri yani.
Beslenme Zinciri Ve Kayyumluk Zinciri
Kayyumlara kayyum atayarak kayyumluklarına son veren kayyumların kayyumluklarına son verilmesi, en az beslenme zinciri kadar doğal bir hadisedir.
Başka yerlerde olduğu gibi, Derik ilçesinde de bu her iki zincirin (beslenme/kayyumluk) örneklerini görebilirsiniz.
Ya da biraz klişe bir ifadeyle, “şekilde görüldüğü gibi”.
“Wrong answer.
Correct one would be: ‘A tip of what?’”
It’s already answered.
“Şekilde görüldüğü gibi”.
Necip: I love you.
RTE: I know.
1930’da Ağrı’da, 1938’de Dersim’de ve 1990’larda bölge genelinde yapılanları yapanlar Yahya Kemal’in aksine bölgede bulunmuşlardı Necip Bey.
Bu yüzden asıl yargılanması gereken, faili meçhullerle ya da derin devlet ve kontrgerilla gibi yapılarla bir ilgileri olmayan “Ergenekoncu”lar (ki böyle bir örgüt yok zaten, öyle değil mi Sn. Zileli?) değildir.
Yahya Kemal’dir.
Adolf Hitler ve partisinin yöneticileri Almanya’da Yahudi kökenli vatandaşların yaşadığı beldelerde bulunmuşlardı. Dahası, bu bölgeleri çok iyi biliyorlardı.
Yahya Kemal gibi Türkiye’deki bazı muadillerinin aksine.
Bunun dışında, Stalin ve onun partisinin yöneticilerinin de ülkelerine Yahya Kemal gibi yabancı olmadıklarını çok iyi biliyoruz.
Her ikisi de Balkan Oligarşisi mensubu olan Yahya Kemal gibi Kemalistler ile İsmet Zeki Eyüboğlu gibi Kemalistler arasındaki büyük zıtlığı nasıl açıklayabiliriz?
Aman Tengrim! Yoksa “Balkan Oligarşisi” diye bir şey aslında yok mu? Bunca yıl bizi yalan propagandalarla kandırmışlar mı?
Yoksa bunlar sadece “Kemal”ler (Mustafa/Yahya) ve “İsmet”ler (İnönü/Eyüboğlu) arasındaki basit fraksiyon kavgaları mı?
Engineer Mr. Necip “was going to the Tosche station to pick up some power converters”, I hope he likes;
https://www.youtube.com/watch?v=DhkgohG9lTM
http://haber.sol.org.tr/yazarlar/taylan-kara/serbest-uydurma-teknigi-ile-tarih-analizi-yapmak-246453
evet böyle bir örgüt yok. Hayali örgütün kurucusu AKP’dir.
Balkan oligarşisi de ne?
Balkan oligarsisinden kasit Balkan göcmenlerinin Turkiyede iktisadi siyasi askeri iktidarda cok olmasi ise eger bu sacma bir tespit. Bu Turkiyenin bir özgünlügü, Kürtleri disarida birakirsak Türkiyede kendini türk sayanlarin yuzde yetmisi birsekilde , Balkan Kafkas ,Rum, ermeni Laz vb kökenli cikar. (bütün dunyaya etnisite temelinde bakan HDP liler buradan yola cikip bir cok sorunu ve üst kimlikin coktan olusmus olmasini gözden kacirip, Laz a Lazlik, cerkese cerkeslik yaptirararak örgütlenme hevesine kapilmastilar, avuclarini yaladilar)
Bir arada Turkiyedeki yönetici elitin gizli sabatayist yahudilerden olustugunu söyleyen iki akli evvel vardi Soner Yalcin -Kücük
Balkan oligarsisi tespiti yapabiliyorsak eger Tek Adam Inönü nun Kürt kökenliginden yola cikip Kürt tek Adam dönemi tespiti yapabiliriz ,bu kadardir Balkan Oligarsisi kavraminin bilimselligi.
Balkan Oligarsisi mi Gürcü Tek Adamligimi:)? E tabikii Balkan oligarsisi ehveni serdir:)
saçma!
Zileli’nin sorusunun cevabı:
CHDP’nin (Cumhuriyet Halkların Demokratik Partisi) ve lideri Kemalettin Demirdaroğlu’nun,
Liberal İlhan Selçuk ve Ulusalcı-Kemalist Ahmet Altan gibi gazetecilerin,
DSİP gibi Stalinist ve Ulusalcı Sol partiler ile TKP gibi Troçkist ve Liberal Sol partilerin,
Aralarındaki son tartışmayla gündeme gelen Sevan Kara ve Taylan Nişanyan gibi aydınların,
Kürt ulusalcısı ve Barzanici Demir Küçükaydın ile ulus ve ulusçuluk karşıtı Nasname’cilerin,
ve en başta da en tepedeki “Yüce Liderleri” (Supreme Leaders) Gün Zileli ve Ümit Zileli’nin (ki bunların Cumhuriyet’i yıkarak ve saltanatı yeniden kurarak Türkiye’nin başına kendi hanedanlarını getirmeye çalıştığı da söylentiler arasında) oligarşisine “Balkan Oligarşisi” denir.
Kısaca, AK Parti’de tecessüm eden demokrasiye karşı olan statükocuların oligarşisi diyebiliriz.
Daha da kısacası AK Parti karşıtı, hatta AK Partili olmayan istisnasız herkesin parçası olduğu bir yapı.
“Balkan oligarsisinden kasit Balkan göcmenlerinin Turkiyede iktisadi siyasi askeri iktidarda cok olmasi ise eger bu sacma bir tespit.”
Katilirim.
Dolayisi ile, ‘Balkan Oligarsisi’ ile kastedilen sey bireylerin kokenleri degil.
Cikar grubunun (zumrenin) ilk ortaya ciktigi cografya (mense, orijin) anlaminda kullaniyorum ben.
“Bu Turkiyenin bir özgünlügü, Kürtleri disarida birakirsak Türkiyede kendini türk sayanlarin yuzde yetmisi birsekilde, Balkan Kafkas, Rum, ermeni Laz vb kökenli cikar.”
Evet, konuya mikro- (ya da, makro-) etnisite baglaminda bakmak bence de yanlistir.
Bu herhangi bir seyi aciklamakta yeterli olmaz –olsa olsa, manipule edilen/edilebilecek kitleleri isimlendirmek icin kullanilir. Yapilmistir da.
“(bütün dunyaya etnisite temelinde bakan HDP liler buradan yola cikip bir cok sorunu ve üst kimlikin coktan olusmus olmasini gözden kacirip, Laz a Lazlik, cerkese cerkeslik yaptirararak örgütlenme hevesine kapilmastilar, avuclarini yaladilar)”
Buna da katilirim. Ust kimlik, yani daha yukarilarda bir platformda olusmus cikar birlik(te)leri makro planda daha tayin edicidir.
‘Cikar birlik(te)leri’ terimini de secerek kullaniyorum. Cunku, ben, inanc baglamindaki aidiyetlerin de (etnik aidiyetler gibi) one suruldugu kadar guclu/kuvvetli/sugecirmez oldugu kanaatinde degilim.
Tam da bu sebeple, Cumhuriyet tarihinin ilk evrelerindeki isyanlara artik farkli gozle bakmamiz gerektigi kanaatindeyim.
Yani, her ne kadar baskin rejim tarafindan ‘murteci’ ya da ‘bolucu’ filan gibi sifatlarla etiketlenmis (ve boylece ‘katli vaciptir’ sayilmis) olsalar da, bu isyanlarin ozundeki cikar catismalarina bakmak gerektigini dusunurum.
Yani, oligarsiler catismis.
Iclerinden birisi, elindeki (ya da arkasina aldigi) gucle digerlerini tasfiye etmis.
Simdi devran dondu. Tasfiye tersi istikamette islemege basladi.
Not: Balkan kokenlilerin alinganlik gostermesini hem anliyorum; hem de anlamiyorum. Cunku, birey olarak onlarin konuya dahli yok.
Başka benzetmeler de yapılabilir bence.
Saddam dönemi Irak devletine Tikrit oligarşisi, Osmanlı devletine Kayı oligarşisi, Selçuklu devletine Kınık oligarşisi demek gibi bir şey.
Fakat tamamen yanlış bir tanım da değil aslında. Kayı oligarşisini arada bir görüyoruz mesela, Ertuğrul Gazi’yi anma şenliklerinde. Yeniçeri oligarşisini de Hacı Bektaş’ı anma şenliklerinde gördüğümüz gibi.
Ben istisnai doğru ve eğrileri nerede gördüğünü sordum, sen yine namus hamamlarına döndün. Hamamda gördüğünü
dolaylı söylemişsin.
Bakalım nası becerdin?
«Cok basit: O sitedeki hikayeyi birisi uydurmus.
Bubub da sasilacak bir ayni yoktur; cunku, kimsenin elinde yazili kaynak filan yoktur.»
Helal olsun, atıp tutanı nasıl hemen tanımışsın. Ama atıp tutanlar arasında sana en uygununu seçtiğim aklına gelmemiş. Senin bu namus hamamında olan bitenlerin bilinmesini istemeyişin, olanları Türk düşmanı Yunanlılara yüklemini anlamak kolay. Namus hamamlarında ne kadar yalarsan yala, sattığın arabaları satın alacak dinamik Türk evlatlarını yaratan, lügat seven ağzında kalır. Ucuz işçi ve nüfus arttırmak isteyen ulu şefin Er-Doğan’ı tam memnun etmez. Biraz eder.
Bu iş hamamlarda yalayanlarla olmaz!
Boş ver şu lügat gevezeliklerini. Sitedeki diğer mutlu Türklerin Milliyetçilik hislerine hitap edip destek arıyorsun.
İstisna doğru ve eğri örneklerini dolaylı vermişsin: Namus hamamında yaladığın doğru ve çemberler!
Yine lügatçılıkla kaytarmayı becerdin. Doğru ve eğriden söz etmek istememen doğal ama yanlış; kendine boşuna dert edinmişsin, gereksiz utanıyorsun, utanılacak hiç bir şey yok.
Matematik ve bilim bilgiçliğin sonsuz daha çok ayıp ve gerçekten utandırıcı.
Hadi, bu defa seni affediyorum ama unutma, ispatı mümkün her konuda CAHİLLİĞİNİ yüzüne yağdırdım ve yağdıracam.
Necip ve onunla yazışan (‘medeniyet karşıtı’ olduğunu söyleyen), aslında aynı kişi olabilir mi? Ya Necip asıl karakter, ya da onunla yazışan asıl karakter?
İkisinin de ortak özellikleri epey var, aynı kişi değil.
Necip uzun zaman önce şuna benzer şeyler yazmıştı (kelimesi kelimesine aynı değil fakat muhtevası aynı):
‘Kefere şöhretliler fihristi’ gibi şeyleri aklımda taşımam, ‘kütüphane sicil memuru’ gibi davranmak huyum yoktur.
Şöhretli biliminsanı kefere Karl Polanyi kendi kısıtlı beyniyle dünyada olup bitene bakıp birşeyler yazmış, diğer şöhretli biliminsanı kefere Pierre Clastres ondan alıntılar yapıp dipnotlar düşmüş, diğer şöhretli biliminsanı kefere Marshall Sahlins bu kez kefere Clastres’ten alıntı yapmış, en sonunda bir başka şöhretli entelektüel kefere Günther Anders ise hepsinden alıntı yapıp dipnotlar düşmüş. Hepsinin yazdığı makalelerin, raporların, kitapların ‘kaynakça’ kısmını incelediğinizde, daima birbirlerini referans gösterdiklerini, ‘kefere şöhretliler fihristi’ akvaryumu dışına çıkmadıklarını görürsünüz.
Necip’le yazışan kişi ise 200 no’da şunları yazmış:
‘Bilimsel ifadelerin mesleği bilim olmayanlar tarafından kabul edilmesi otoriteye dayanır. Bilim adamları da kendi bilim dalları dışındaki bilim dallarından elde ettiklerini aynı nedenden kabul ederler. Diğer bilim adamlarının vardıkları sayısız gerçekleri kabul etmeleri de kaynakların otorite sahibi, güvenilir kimselerden geldiği inancına dayanır.’
Bütün bunlar dikkatle okunduğunda, Necip ve onunla yazışan kişinin ortak özelliklerinin olduğu besbelli.
Peki aralarındaki fark ne:
Necip’le yazışan kişi: Her ne kadar ‘medeniyete karşı’ olduğunu söylese ve bu konuda ısrarla yazılar yazsa da, ‘iktidar yanlısı’ değil. ‘Medeniyete karşı’ olduğunu söyleyen herkes, otomatikman çöp kutusuna gönderilecek, oksijen israfı yapan kişiler değildir. Gün Zileli bile yer yer ‘ilericilik’ eleştirisi yapar, ‘ilericilik – gericilik’ kıyaslamalarının safsata olduğunu söyler. Bir doğa gezisine çıktığında, motosiklete binmektense, bisiklete binip gezmeyi tercih edecek kadar ‘medeniyete karşı’ olduğunu söyler. Teknolojinin insanı değil, insanın teknolojiyi yönlendirmesini savunur. Hâttâ bir keresinde ‘Dünyanın düz olduğunu kabul etsek ne olurdu ki…’ diyecek kadar ‘bilim fetişizmi’ni eleştirmişti Zileli. Aslında, ‘Necip’le yazışan kişi’ ile ‘Gün Zileli’nin medeniyete yönelik eleştirileri epey ciddi. Zileli’nin eleştirileri biraz daha hafif o kadar.
Necip: Medeniyete karşı olmak ve olmamak, Necip’in kafasını yorduğu şeyler değil. Necip, nabza göre şerbet veren, yeri geldiğinde X iktidarının, yeri geldiğinde Y iktidarının yancılığını yapan, hakikatleri eğerek-bükerek daima iktidarın yararına dönüştürmek için çırpınan bir ‘iktidar yobazı’dır. Necip, iktidarı desteklemek için, yeri gelir ideolojilerin en ateşli savunucusu, yeri gelir ideolojilerin en keskin eleştirmeni olur. ‘İktidar sarkacı’ hangi yönlere savrulursa, Necip de o yönlere göre kendini konumlar. Necip, ‘kaypak olmak’ ile ‘tutarlı olmak’ı kasten birbirine karıştırır kendi yanlışlarını perdelemek için. Mevcut durumda, Necip, IŞİDçi olmayı bile kabul eder. Yanlış okumadınız, IŞİDçi olmayı bile kabul eder. Eğer ‘iktidar’, IŞİD’in amaçlarını ve taktiklerini ayan beyan savunmaya başlar ise, Necip hemen, yeniden kendini konumlar, bu kez IŞİDçi yorumlar yazmaya başlar.
Daha net:
Necip Türkiye’de yaşadığı için, Recep Tayyip Erdoğan’ı destekliyor.
Necip ABD’de yaşıyor olsa idi, Donald Trump’ı desteklerdi.
Necip Stalin döneminde yaşamış olsa idi, NKVD’nin en yetenekli ve Stalin’e en sadık ajanlarından biri olurdu.
Sadece ‘siyasi iktidar yancılığı’ kısmında değil, hayattaki diğer ‘iktidar yapıları’ arasında da Necip daima iktidarı savunur. ‘Patronların iktidarı’, ‘erkeklerin iktidarı’, ‘dinci tahakkümün iktidarı’ gibi. Eğer ‘iktidar sarkacı’ başka yönlere savrulursa, Necip bu kez, ‘işçilerin iktidarı’nı, ‘kadınların iktidarı’nı, ‘ateistlerin iktidarı’nı savunur.
Necip’le yazışan kişi ise, hiçbir iktidarı savunmuyor, desteklemiyor. Sırf ‘medeniyet karşıtı’ olmasını hedef tahtasına koyup, onu sürekli eleştirmektense, Necip gibi bir ‘iktidar yanlısı’nı eleştirmek daha mantıklı.
‘Medeniyet karşıtı’ olmak, aynı zamanda, ‘iktidar karşıtı’ olmaktır da.
Netice:
Necip, ‘iktidar’ı korumak, savunmak uğruna, milyonlarca, milyarlarca insana şiddet uygulamayı (ve hâttâ öldürmeyi) göze alacak kadar gaddarlaşabilir.
Fakat Necip’le yazışan kişi, sırf ‘medeniyete karşı’ olduğu için, Necip kadar gaddarlaşmaz. Daha açık ifade etmek gerekirse, Necip’le yazışan kişinin ‘medeniyet karşıtlığı’, sadece bir çocuğun masanın üzerinde duran bir bardağı düşürüp kırabileceği kadar tehlike barındırır o kadar. Cam kırıkları gözüne isabet etmezse, birkaç saniyelik şok ve belki ağlamayla olay unutulur.
Necip, en tehlikeli ve sinsi kişidir. Necip’e karşı mücadele edilmelidir.
Eğer Osmanlının ilk yüzyılında Balkanlarda yaşasaydık (ki birçoğumuzun ataları anne veya baba taraflarının birinden, bazıları da her ikisinden ora kökenlidir) o zaman da bu tartışmaların aynısını “Anadolu Oligarşisi” diyerek yapacaktık. Yani Balkanlara yerleşmiş – Anadolu kökenli – Osmanlı oligarşisine “Anadolu Oligarşisi” diyecektik.
Gerçi bir süre sonra Balkan kökenliler de (Boşnak, Arnavut gibi) bu oligarşiye katılacağından “Anadolu Oligarşisi” kavramı anlamsızlaşacaktı. Tıpkı bugünkü “Balkan Oligarşisi” kavramının anlamsızlığı gibi.
“Balkan Oligarşisi” konusunda Ümit Zileli’nin ne diyeceğini merak ediyorum.
Herhalde “deli saçması” deyip geçer, cevap vermeye bile gerek görmezdi.
Ümit Zileli demişken, son zamanlarda hakkında ne diyorlar diye bir baktım. Birisi şöyle yazmış;
“az evvel tv’de özgürlüklerden mevzu açılınca hemen “belediyelerin olan hiçbir yerde içki içilemiyor” diye ağlamaya başlayıp yarım saat kafa şişiren şahıs. işte ortalama bir muhalifin yürek burkan büyük dertleri…”
https://eksisozluk.com/entry/69902594
Peki Perinçek hangi “oligarşi”den?
Babasının siyasi kimliği nedeniyle “Anadolu Oligarşisi”nden olduğunu söyleyebiliriz. Kendisi de Anadolu Oligarkı babanın Balkan Oligarkı oğlu mu oluyor?
Yoksa AKP’yle kurduğu ittifaktan sonra oligarşiler arası yatay geçiş yaparak veya “Anadolu Oligarşisi”ne transfer olarak oligarşi mi değiştirdi?
Peki onun bu değişiminde en önemli etken olan Cemaat de AKP’yle ittifakı düşmanlığa dönüşünce oligarşi mi değiştirdi?
Demek ki oligarşiler de takımlardan farksızmış. Dün Balkan veya Anadolu Oligarşisi’nde oynayan biri ertesi gün diğer takıma transfer olup eski takımının kalesine gol atabiliyormuş.
“Fikir”leri ayrı bir konu, fakat “üslup” dediniz mi iş değişir.
Kendisi dışındaki herkesle küfür, hakaret, aşağılama, kin ve nefret olmadan konuşamayan bir “üslup” ile “Necip üslubu” arasında bir tercih yapması gerekenlerin hangi üslubu tercih edecekleri tahmin edilebilir.
Üstelik, “fikir”leri açısından bakıldığında bile durum aynıdır. Daha doğrusu bu zıt iki “fikir”den birinin gerçek anlamda bir “fikir” mi olduğu, yoksa, vegan ve vejetaryenlerin “beslenme zinciri karşıtlığı” gibi bir “duygu” mu olduğu sorusunun cevabı çok zor değildir.
Eğer abartılı bir örnekle ifade edersem, özgürlük ve demokrasiye gerçekten inanan, faşistlere de söz hakkı tanımak zorunda kalır.
Daha somut örnek: Bu sitede, küfür ve hakaret hariç isteyen istediğini söyleyebilir.
Bu defa da daha güncel bir sorun ortaya çıkıyor. Sonsuz sayıda parçalanmış bilgi, mesleği bilgi olanların tekeli altında. Bunlar arasında en güvenilir ve bilimsel metotlarla, geçici de olsa, onaylanabilir alanlardaki yaşanan bazı anlaşmazlıklar bile aşağılara süzüldükçe akıl almaz yorumlara neden oluyor.
Bu da yetmez gibi, gittikçe bilgi yerini alan enformasyon sonsuz arttı ve üssel artmakta.
Uzmanlık gerektiren ve dünyaya asıl yön ve biçim verenlerin elinde etkinlik kazanan sonsuz parçalanmış güvenilir bilgi bir yanda, sonsuz ucuz enformasyon diğer yanda. Başlangıçta bilgi ve enformasyonu halk ve bireyler arasında yayma ümidi veren İnternet, şimdi ve yine, bir avuç şirketlerle devletlerin tekelinde. Sanırım, güçlülerin güce yön vermesi öyle çok yeni bir şey değil.
Bence bu durum halklar arasında çok vahim bir sorun yaratıyor.
Mesela, özgürlük ve demokrasiye gerçek inanış, umursamama, yani, kulağa hoş gelen ‘hoş görü’ olmuş.
Ben kendim çok daha katıyım, hiç değilse bu durumun yarattığı bazı özel konu olan ayırt etme gücünün sıfıra yaklaşmakta olmasında.
Daha önce de dikkatimi çekmişti. Bu sitede yorum yapanların çoğu kazananlar tarihini çok ciddiye alıyorlar ve kazananların saraylarına girmek için can atıyorlar.
Bunun son emaresi Hindistan dedikoduları.
Hint ‘psikolojisi’; başarılı CEO’ların serüvenleri; yeteneklilerin, yeteneklerini kullanabilecekleri yerlere gitmesi; sonradan görme Türk ve Hint orta sınıfları. Burjuvalar bunu daha önce yaşadılar. Sayısız edebiyat eserleri ve inceleyici belgesel eserler var. Belki bu merdivende birden hızlı ve çok yükselme oksijen kıtlığının yarattığı STRES. Biraz ilaç, biraz terapi, biraz yoga, biraz ayurveda, biraz tatil köyü falan filan iyi gelebilir.
Dışarı gidemeyenlerin çalıştıkları “The Silicon Valley of India, Bangalore” çevresinde akciğer hastalıkların ve akciğer kanserinin üssel ve devasa artışı Necip’in, pardon, insanın biyolojik fıtratından olmalı. Salt 2015’de bu endüstri 2,5 milyon insanın ölümüne neden oldu. Yine o meşhur insan fıtratı. Düzenin bozulmaması için sunan Bangladeş Müslümanları, kurban bayramında, Rohingya erkek&kız çocuk ve genç kızların fuhuş ticaretiyle kuzuları alıp vahşi insanların kestikleri insan yerine medeni kuzu kurbanı kestiler. Araba ticareti yapan Necip, “Bu psikolojiyi biz kolay anlayamayiz”, “bu insan fıtratı değil, Bangladeş fıtratı” der.
Bu dedikoducular, en azından, bir zamanlar aristokratların kökünü kazan burjuvaların aristokratlık (Noblesse de robe) satın almalarını bile duymamışlar.
Hatta bu dedikoducular, işkenceyle öldürülen mizahçı Arjantinli Julián Delgado’yu bile duymamışlar. Küçük çocuk ev ödevinde rastladığı golf oynamanın ne olduğunu babasına sorar. Babası, “şimdi Arjantinli büyük beyinlilerin tahsilleri bitince neden ABD’ye gittiğini anladım: Golf oynamak için; çünkü Arjantin’de golf oyunu yok!” der.
Dahası da var. Konu ve konunun dedikodusunu yapanlar özdeş. Kendi öznel dertleri konunun ta kendisi. İşte sana aşağı süzülünce şarlatanlara ticaret malı olan bir örnek. Bu herifler kuantum fizikde “artık öznel/nesnel ayrımı dünya yok, salt öznel-nesnel dünya var.” ilkesinin somut örnekleri. Yani, benim dilimde, “artık öznel/nesnel ayrımı dünya yok, salt b*kunda boncuk bulanlar dünyası var.”
Daha dahası da var. Dedikoducular, kendilerine pompalanan kazananlar tarihi ile tarihi ayırt edememişler
Kazanmayanlar tarihi veya aşağıdan tarih akımından bazı ünlü isimler:
Lucien Febvre, Marc Bloch, A. L. Morton, E. P. Thompson, Howard Zinn ve Carlo Ginzburg, Tawney …
Benzeri Hindistan ve Bangladeş’te başlayan ve sonra dünyaya yayılan, “The Subaltern Studies Group (SSG)”. Bu düşünürler eşsiz tarih, politik ve eleştirici eserler türettiler.
Bazı isimler: Sanjay Subrahmanyam; Dipesh Chakrabarty;Gayatri Chakravorty Spivak; Ranajit Guha; Sumit Sarkar. Ve şahane eser: Science, hegemony and violence: A Requiem for Modernity, Edited by Ashis Nandy
Table of Contents: Preface/ 1. Introduction: Science as a reason of state/ 2. Francis Bacon, the first philosopher of modern science: A non-western view /3. Science, colonialism and violence: A luddite view/ 4. Atomic physics: The career of an imagination/5. Violence in modern medicine / 6. Science and violence in popular fiction: Four novels of Ira Levin / 7. Reductionist science as epistemological violence / 8. On the annals of the laboratory state
Bu saray etrafında ağızlarından gıpta salyaları akanların dedikodusundan bıkanlara tavsiye ederim.
Başa dönersem ve katılığımı ifade edersem, ben bu dedikoducuları insan harabeleri; “alttan tarihçiler” ve “The Subaltern Studies” grubu ise bu dedikoducuları pompalayanlarla saldıran romantik (here is that dirty word again!) don kişotlar olarak görüyorum.
Bu dedikoducular “kışın sonu bahardır” türküsünü bile duymamışlar. Faşist ruhlu lügat paralayan Necip de, pompalayan “kafirlerin”papağanlığını yapar ve haklı olarak, bu ümide, “kafirler” lügatından öğrendiği “folklorik” adı verir.
Dahi, alim, bilgiç Necip. Bu konular, “o da kimmiş?” bilgi alanında. Kaytarman çok kolay veya yanlışta yalnışlık bulur konuyu dağıtırsın.
İspat edilen konularda seni paçavraya çevirmeye hazırım. Doğru, eğri atıp tutmalarına ne oldu? Konuyu sen seç.
Medeni bir sitedeki anti-medeniyetist ile Türk Silahlı Kuvvetleri’ndeki bir anti-militarist arasındaki fark nedir?
Harflerdir (2 harf eksikliği/fazlalığı ve harf farkları).
Türk Öldürgeçli Güçlerin Ezdirgeçli Götürgeçleri
Komutanların kafa karışıklığı burada da kendini belli ettiriyor; askeri terimler yerine ilgi alanlarına girmeyen terimlerle ilgileniyorlar. Öz Türkçe’ye çok meraklı olan askerlerin öncelikle askeri terimlere el atmaları beklenir. Mesela “Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK)”ndeki Arapça kökenli “Silah” ve “Kuvvet” yerine öz Türkçe kelime bulmalıdırlar. Bir kıyak geçeyim: “Silah”a “Öldürgeç,” “Kuvvet”e de “Güç” (gerçi bu kelime Moğolca’dır ama Güneş Dil Teorisine göre Moğollar’ın Türk olduğu kabul ediliyor!) dense TSK’daki yabancı unsurlardan (yani “Silahlı Kuvvetler”) kurtulmuş olunur! Bu durumda TSK, “Türk Öldürgeçli Güçler,” yani TÖG olmuş olur. Bu kısaltma, biraz “Döv” emrinin çok eski Türkçesini andırıyor; tam da, kendilerine emanet edilen tank ve silahlarla milleti dövmeye alışmış bir kuruma yakışır bir isim!
Her on senede bir halkın üzerine yürüttükleri mübarek “Tank”larına da (İngilizce kökenlidir) uygun bir öz isim bulmaları gerekiyor. “Darbe aygıtı” diye önereceğim ama “Darbe” kelimesi Arapça kökenli. Tankları halkı ezmek için kullandıklarından “Ezdirgeçli götürgeç” denebilir belki. Bu ismi üretirken öz Türkçe’de arabanın karşılığı olan “Oturgaçlı götürgeç”ten esinlendim. İki “Götürgeç” arasında çok önemli bir fark var. “Oturgaçlı götürgec” bir mekandan diğerine; “Ezdirgeçli götürgec” ise çoğu kez bu dünyadan öbür dünyaya götürür. Her on senede bir (şimdi apoletli bürokratların ve postallı medyanın yardımıyla her birkaç ayda bir) yarım yamalak demokratik sistemi de götürme, askıya alma özelliğine de sahip.
Sırası gelmişken bir merakımı da sizinle paylaşmak istiyorum. Darbeci askerlerin halka olan düşmanlıklarını, halkın değerlerine Fransız kalışlarını hep merak etmişimdir. Bu son “Önce Türkçe” seferberliği bu kronikleşmiş merakıma adeta merhem oldu. Malum, “Halk” kelimesi, “insan topluluğu, ahali” manasındaki Arapça kökenli “Xalq” kelimesinin yumuşatılmış halidir. Yabancı kelime düşmanı olan kafaları karışık, beyinleri dumura uğramış darbeciler, bundan dolayı halkı da düşman biliyorlardır herhalde. Yoksa halkın vergileriyle alınıp halkın güvenliğini sağlamak için kendilerine emanet edilen silahları halka karşı kullanacak kadar alçalmazlardı (darbeci askerleri kasdediyoruz; halka saygılı namuslu askerlere bir sözümüz olamaz elbet). Halk düşmanı paranoyak darbecileri en çok fıttıran şeyin, “Xalq” kelimesindeki X ve Q harfleri olduğunu tahmin ediyorum.
Apoletli bürokratlar, brunch, lostra, fast food, mönü, restaurant ve benzeri kelimelerin Türkçe olmadıklarını yeni öğrenmiş olmadıklarına göre bütün bu komedinin, garabetin, saçmalığın bir sebebi olmalıdır. Bana öyle geliyor ki, “Önce Türkçe” seferberliğinin yegane hedefi Kürdçedir. Kafası karışık komutanları bu garabete iten asıl neden, son yıllarda kültürel alanda yapılan iyileştirmelerdir, özellikle TRT’nin Kürdçe yayına başlamasıdır. Küçük Walat’a tahammülsüzlükleri ise bu ırkçılığın, kin ve nefretin, Kürdlere düşmanlığın bilinçli veya gayri ihtiyari olarak dışa vurumudur.
Bana kalırsa, kafası karışık komutanlar boşuna harf düşmanlığı yapıyor; harf düşmanlığının zararını en çok onlar çekecek; benden uyarması. Gece yarısı bildirilerini “VVV.tsk.mil.tr” adresine koysunlar da görelim! Üç tane “W” harfi olmadan böyle bir adresi çalıştırabilirler mi? (İtiraf edeyim, tsk.mil.tr adresi WWW’sız de çalışabiliyor!). Tamam, haydi bundan yırttılar diyelim, sıkışınca nereye gidecekler? WC’ye (bildiğim kadarıyla askeri tesislerdeki tuvaletler hala “WC” olarak geçiyor). “WC”deki “W”den kurtulmak için ismi “Yüz Numara” olarak değiştirmeyi düşünebilirler ama “Numara” Türkçe değil (Latince’deki “numerus”tan gelme). “Tuvalet” deseler o da Fransızca (“toilette” kelimesinden Türkçe’ye girmiş). Ee, nereye edecekler? Nereye olacak, her on senede bir yaptıkları gibi tiksindikleri halkın tepesine, tabi ki! Acaba öyle mi? Hiç sanmıyorum! Bundan sonra altlarına edecekler ama halkın tepesine edemeyecekler.
(Nasname’deki bir yazıdan)
Ben sizin “Medeniyet Karşıtı” adıyla gönderme yaptığınız kişiyim.
Beni, Necip gibi devasa beyinli entelektüel, aydın, derin düşünceli, doğa ve basurisi bilimlerde en yüksek bilgilere sahip, Uzay Denklemleriyle evren falına bakan gurunun yamağı, yüksek IQ’lü, çok diplomalı … daha çok size benzeyen biriyle kıyaslamanız için teşekkür ederim. Aynı şeyi diplomalı anarşist Zileli içinde söylerim.
Bende, canlılar yemeden yaşayamaz bilgisinden zıplayıp, siz, Necip ve Zileli gibi, aile içi şamata hariç, “survival of the fittest” ideolojisini ciddi ve üslupla tartışacak kadar ne yüksek zeka ne de maharet var. Tekrar teşekkürler.
Ama aynı zamanda, benim Medeniyet’e karşı olacak kadar aptal biiri yerine koymuşsunuz. Bir çelişki var. Nerede?
Hemen aklıma gelen medeniyet karşı olmanın imkansızlığı. Eğer medeniyetin daha henüz yeni eriştiği yerlerdeki insanların tıptan tut cep telefonu, televizyona kadar medeniyetin sunduğu bütün nimetleri gayet rahatlıkla benimsemeleri belki ne demek istediğimi çok, sonsuz az da olsa, anlatır.
Diğer ve daha çetrefilli konulara gelince. Yaşamlarını ilk bakışta tehdit etmeyen bazı teknoloji, doğal kaynaklardan yaralanma endüstrilerine karşı tutumlarda sorun zamana bağlı. Eğer bin bir türlü hastalıklar, bin bir türlü geleneksel yaşamı yavaş yıpratmalar, başlangıçtaki refaha kavuşma ümitlerinin suya batması, kaynakların kuruması, şirketlerin pılını pırtısını toplayıp başka yerlere gitmeleri, kurulan fabrikalarda ancak sizler gibi büyük beyinli, medeni ve tahsilli teknisyenlerin çalıştırılması, bu teknisyenlerle yerli halk arasında, özellikle medenilerin en büyük problemi olan seks açlığından doğan sorunların çıkması …Medeniler arasında bile benim bildiğim bu ve benzeri yüzlerce örnekler var. Hepsinde artık eski “bak görürsün” bilgisi çocuk konuşması. Akıl almaz sofistike aletler, siz ve Necip ve Zileli gibi büyük beyinlilere sahip bilim adam-karılar, uzman bilim adam-karılar falan filan lazım. Ama “for/against” yaygarasında, sizin gibi koca koca kelleler bile karşılarında kendileri kadar koca koca kelle bilim adam-karılar bulurlar. Örneğin iklim değişmesi, AI, transhumanizm hatta arı ve böceklerin üssel azalmalarıyla yiyecek kıtlığı, moda olanları yeme veya giyme için yetiştirilenlerin dünya su miktarını üssel azalttığı, deniz ve okyanusların yarı hayat süresi milyon yıllar olan nükleer atıklarla dolu olması … Nihayet medeniler arasında pin pon maçı veya “the show must go on”, okullarda ders olurlar. Sizler gibi sonsuz zeki, leb demeden leblebi anlayan düşünce yargıçlar yetişir. Benim dediklerimin allahını anlamışsınız, maşallah! Özür dilerim ama yazdıklarınız benim ne demek istediğimi değil, sizin kim olduğunuzu açıklıyor.
Siz büyük beyinli “ucuz politika” kazazedeleri arasında “for/against”, daha sıradanlar arasında “beğendim/beğenmedim” düğmesine basmalar, medeniyete karşı olmanın ne kadar çocukça bir tutum olduğuna yeter de artar da.
Daha henüz siteye yaptığım bir katkıda, ünlü bir bilim adamının laflarını aktardım: “Eğer bilimsel bir önerinin doğru veya yanlış olduğunu kanıtlamaya gerek aletlerin olsa bile (benim notum: hatta siz ve Zileli ve Necip ve Hortlak ve bana sizin gibi hiç bir şey anlamadan saldıran diğer beyinleri evrenden büyük üslubu güzeller bile) aletleri bozarsınız.”
Ama adam soytarılık etmeden konunun çok daha karışık olduğuna işaret ettiğinden saygım var, hatta benim düşüncelerime hiç uymayan temel görüşlerine rağmen.
Neyse, konuyu daraltayım. Siz Trump gibi görünüşte sapık veya kaçık birinin dünyayı her gün, her lafıyla değiştirmesi yanında benim gibi bir pipsqueakin ne kadar çocuğumsu olduğu teşhisiniz, son derece samimiyim, mükemmel.
Ama beni, Zileli’nin eski günahlarını çıkarmak için ve bir türlü kurtulamadığı son moda akıntısına uyan “politically ve anarchistically correct” laflarını aynı kefeye koymanız hatalı. Siz benden sonsuz daha iyi biliyorsunuz. Önemli olan müritler ve bilerek veya bilmeden “gibi görünmeler”: Politikacıların gizli apaçık sırrı.
Ben bazı şeyleri mecburen ciddi bir şekilde anlatsam da Necip gibi birinin tek ilginç yanı Trump ve ardından koşanları ve hatta benim açımdan tüm sizleri eşsiz temsil etmesi. Aranızdaki farklar aile içi kavgaları. Gerçekten inanıyor musunuz Necip adlı bir soytarının tehlikeli olduğuna? Trump fiyakasından geçilmeyen kaç kişiyi ayağının altında çiğnedi, bataklıktaki Türk ekonomisinin başını daha da derine soktu ve Necip’in şeflerinin şefi Er-Doğan’ı rezil etti. Trump Er-Doğan gibi diğer kendi klonlarını da rezil ediyor.
Doğrusu şu: Benim ne size ne de bu sayfadaki ırkçı, milliyetçi, ilerici, faşist ruhlu, solcu/sağcı anarşist, marksist, leninist … “cheerleader morons”lara zerre kadar saygım var.
Bence siz adını yazdığınız kitapları ve ya okumamışsınız veya sizin “for/against” taraf tutma at gözlüğü ile okuyup hiç bir şey anlamamışsınız.
Aslında ve bana göre, sonsuz basitleştirme gibi görünse bile eğer bir toplum birlikte b*k yemeye karar verirse, dışarıdan bakana b*k yemek düşer. Siz laf kalabalıklığı yapacağınıza medeniler arasında bana birlikte karar vermenin bir örneğini verin yeter.
Bu karar vermelere şahit olan antropologlar sizler gibi kıvırmadıkları için karara nasıl varıldığını anlamadıklarını itiraf ederler. Yani, ben oy vermeden söz etmiyorum.
İki önemli ek:
1. Medeniyet, Orta Doğuda neolitik devirde uzun bir hazırlıkla doğdu ve Sümer ile bu günkü biçimini aldı veya zirveye ulaştı. Sonra da bütün dünyaya yayıldı. Bu noktada asla taviz vermem. Sayısız salaklar “günaydın”, “özür dilerim” ve benzeri gibi yerleşik toplumlarda beraberce yaşama kibarlık kurallarıyla karıştırırlar. Daha da kötüsü de var. Necipleri pompalamayı hedef alan bir haber: Güney Doğu Asya’da bundan 3 bin yıl önceki bir medeniyet bulundu. Benim Medeniyet dediğim mahlukta başlangıçtan bu yana bir azınlık diğerlerinin burnundan tutup arkalarından sürüklediler. Sizler bunun eserlerisiniz. Tabii ben haricim! İnşallah son espriyi anladınız.
2. Sizden, hatta tenezzül eder de cevap verirseniz, medeni toplumlarda toplucave birlikte kararların imkansızlığı zırvalamaları istemiyorum. Ben sizden daha iyi biliyorum.
Hemen aklıma gelen bir örnek.
İki kişi birbirinden şikayetçi. Açık havada “yargıcın” karşısına çıkarlar. Herkes toplanır. Biri öbürünün kirli çamaşırlarını ortaya çıkarır. Daha henüz söz öbürüne geçmeden seyirciler araya girer kendinin de sayısız çamaşırlarını ortaya sererler (“inşallah son espriyi anladınız” lafımla bunu söylemek istedim). Öbürü lafı alır, aynı şey tekrarlanır. Bu, bir hatta iki hafta sürer. Yavaş yavaş gelenler azalır, nihayet suçlayanlardan biri de gelmez. İş sona erer.
Şimdi Trumup’ın Türk maymunları ve Özellikle Necip hemen bağırır: Tabii, çok doğal, insan fıtratı, televizyon yok ne yapsınlar?
İşte bu örnek bana sizin okuduğunuzu iddia ettiğiniz kitapları okumadığınızı fazlasıyla kanıtlar. Yıllarca ilkeller arasında kalıp o kitapları yazanlar veya Medeniyet içinden bakanlar benim gibi sizinle muhatap olacak kadar alçak ve sonsuz dangalaklar. Hiç düşünmemişler Necip’in fıtratını, hiç düşünmemişler benzerlikleri! Bakın şu insan harabelerine, Necip’in üslup edebi muaşertinden dolayı yuttukları akıl almaz afyonu: “Dünyada her şey değişir ve hiç bir şey değişmez” pırlanta yumurtasını. Hiç biri bunu söyeyenin aslında aklına ne gelirse söyleyeceğine uyanmaz. Herif kaç defa meydan okudum ispatlı bilimlerde onu rezil etmek için, kaçıp duruyor. Bakın Zilelin’in sayısız defa tekrarladığı mutasyon, dik değil kıvrıklı merdiven ilerlemelerini, iyi kalpli Sosyal Darwinciliğini ve ah o güzel eski günler türküsüne falan filan.
Ermenice Manazgerd Մանազկերտ adı verilen kentin Manavaz adlı kişi tarafından kurulduğunu ve asıl adının Manavazgerd (‘Manavaz kenti’) olduğunu, 5. (veya en geç 9.) yy’da yazan tarihçi Khorenli Movses bildirir.
Yazara göre Manavaz, Ermeni devletinin kurucusu olan Hayk’ın üç oğlundan biridir. Muhtemelen modern tarihçilerin Menua veya Menuas olarak adlandırdığı Urartu kralı ile aynı kişidir. MÖ 810-785 yıllarında Van’da hüküm sürmüş, bir dizi fetihle Urartu devletini bölgesel bir güç haline getirmiştir. 1964’ten sonra Malazgirt yakınındaki Düzceli köyünde bulunan Urartu çiviyazısı ile yazılmış dört yazıt Menua’nın burada inşa ettirdiği su kanallarını anar, böylece Khorenli’nin geleneksel anlatısına çarpıcı bir arkeolojik delil ekler.
Aynı tarihçiye göre Manavazyan soyu kentte MS 4. yy’a dek hüküm sürmüştür. O sülalenin 333 yılında Ermeni kralı 2. Xosrov Kotak tarafından kanlı bir şekilde tasfiyesinden sonra Manazgerd beyliği Albianus adlı bir Romalı (ya da Romalı unvanı benimsemiş) zata tevdi edilir, Hristiyan dini bu kişi zamanında kurumlaşır.
İslam fethinden bir süre sonra şehir, asıl merkezi Ahlat’ta olan Armen-şahlar emirliğinin şubesi ve bazen rakibi olarak karşımıza çıkar. 860’lardan 964 yılına dek kentte Beni Süleym kabilesinden Beni Kays hanedanı hüküm sürer. Bizans imparatoru 7. Konstantin Porphyrogenetos’un çağdaş olayları anlatan siyasetnamesinden [Batı kaynaklarında De administrando imperii adıyla bilinen eserin orijinal adı Πρὸς τὸν ἴδιον υἱὸν Ρωμανόν (‘Öz Evladı Romanos’a’) olarak geçer. Devlet yönetimine dair el kitabıdır.] çıkarabildiğimiz kadarıyla emir isimleri Ebülverd, Abdülhamid, Ebülesved, Abdürrahim, Ebulmuizz ve Ahmed’dir. Halkın o tarihte hangi dinde olduğuna dair bilgimiz yoktur. Egemen aile her ne kadar Arap şeceresi iddia etse de, o günün yaygın kültürel pratikleri bağlamında, bunun ne derece sahih olduğunu da bilemeyiz. 12. yy’a dek yerel Ermeni beylerinden birçoğunun Arapça isimler benimsediği, hatta bazılarının iki-üç kuşak içinde Arapça, Rumca, Ermenice ve Gürcüce isim taşıdığı bilinir.
964 yılında Bizans’ın o dönemde bölgedeki en güçlü müttefiki olan Tayk (yani Artvin-Yusufeli) beyi 2. David Kuropalates, Erzurum’un ardından, Rumların Manzikert adını verdiği Manazgerd’i de İslamlardan fetheder; bir müddet Bizans adına burada hüküm sürer. David aslen Ermeni olan Bagratuni hanedanındandır, fakat Ermeni kilisesini reddederek Rum Ortodoks mezhebine geçmiş ve Gürcü kimliğini benimsemiştir. Sonraki Gürcü kralları bu zatın yeğeninin soyundan gelir. 1000 yılında Bizanslılar aşırı güçlenen David’i bir suikastçi gönderip öldürürler. Vakanüvis Tovma Artsruni’nin ifadesine göre Bizans bu tarihte kentin yönetimini Van-Gevaş’ta hüküm süren Ermeni Artsruni hanedanına bahşeder; ancak bu hanedanın sözcüsü olan Tovma’nın verdiği bilgiye ne kadar güvenilebileceğimiz açık değildir. He halükârda 1064 ve 1071 yıllarında kentte bir Bizans garnizonunun bulunduğu anlaşılıyor.
Abbasi imparatorluğunun çözülmeye başladığı 10. yy başlarından itibaren bölgede hüküm süren aşırı derecede karmaşık siyasi dinamiklerin 1071’deki Türk fethini ne şekilde etkilediği meselesi, Batılı kaynaklarda bir ölçüde tartışılsa da, Türkiye’de henüz çok az üzerinde durulmuş konulardandır.
1071 zaferinden sonra Selçukluların Anadolu’da hemen bir yönetim kurmadıkları, hatta bu yönde bir teşebbüste bulunmadıkları bilinir. Buna karşılık Bizans egemenliği bir daha toparlanamayacak şekilde çökmüştür. Ortaya çıkan boşluktan ilk yararlananların yerel Ermeni beyleri olduğunu bilir miydiniz?
Aralarında en önemlisi Ermeni asilzadelerinin Varajnuni soyundan olduğu halde Rumca Philaretos (‘erdemsever’) adını kullanan zattır. 1069’da Ahlat’ı Araplardan fetheden Bizans ordusunun kumandanıdır. 1071’de Malazgirt savaşına katılır, imparator Romanos öldürülünce bugünkü Palu olan Romanopolis’te imparatorluk ilan eder. Önce Antakya üzerine yürüyüp oraya boyun eğdirir. Sonra, şimdi Elazığ-Malatya sınırında Karakaya baraj gölüne batmış olan Muşar kalesine yerleşip, Malatya’dan Antakya ve Maraş’a uzanan sahada on beş yıl hüküm sürer. Sasun-Sason hakimi olup Muş Ovasını ele geçiren Muşeğ oğlu Tornik’i, Muş yöresinin İslam emirlerinden Emir Bekr ile işbirliği yapıp öldürtür. Ermeni beylerinden Vasak Pahlavuni’yi Antakya’ya yönetici tayin eder; fakat İstanbul suikastçi gönderip Vasak’ı öldürtünce 1076’da Apşun (Afşin) adlı yerde Bizans imparatorunun ordusunu hezimete uğratır. 1086’da Selçuklu sultanı Melikşah’a boyun eğerek Müslümanlığı kabul eder.
Bu esnada Andrion’da (Maraş-Andırın), Keysun’da (Besni-Çakırhöyük), Gerger’de çeşitli Ermeni beyleri hüküm sürmektedir. Daha evvel Bizans’ın Urfa valisi olan Ebulkaab oğlu Vasil 1077’de o kenti bu kez kendi namına fethedip beylik kurar. Vasil tanınmış bir Ermeni soyundandır, fakat baba adı Arapça (Ebülkaab = ‘Şişmanoğlu’), kendi adı Rumcadır. 1083’te Harran’ın Arap emirinin desteğiyle Selçuklu komutanı Husrev’i yenilgiye uğratır. Van’daki Artsruni hanedanının Ermeni beylerinden Xaçik Xuln oğlu Hasan oğlu Ebulğarib 1079 veya 80’de Tarsus’ta hükümdarlık kurar.
Bu bilgiler 1163 tarihli Urfalı Matteos Vekayinamesinin 2.60 ila 2.85 bölümlerinden. ‘Scribd’ aboneliğiniz varsa İngilizcesini orada bulursunuz.
İran’daki Selçuklu sultanına az ya da çok itaat eden Türk komutanlarının Anadolu ve Suriye’de sistemli olarak egemenlik kurmaya başlamaları 1084 ila 1087 yılları gibi görünüyor. O arada yerel egemenliğe sahip olan Ermeni (ve Rum ve Arap) emirlerine ne oldu? Bir bölümü yenilmiş ve ölmüştür sanırım. Daha çoğu günün koşullarına ayak uydurmuş olmalı.
Sevan Nişanyan
31 Ağustos 2018 Cuma
Sanki “İlk İnsan”ın Tanrı tarafından tek hamlede yaratılması gibi, bir gün “İlk Sümer” aniden peydah olup bir günde medeniyeti yaratmış.
“Musevi din adamlarına göre, “ilk insan”ın yaratılış tarihi M.Ö 1 Tişri 3761 yılıdır.”
(Musevi Takviminde ‘Yaratılış Günü’: Roş Aşana – toplumvetarih)
“İlk İnsan’ın yaratılış tarihi” yerine “Medeniyet’in yaratılış tarihi”ni koyabilirsiniz, farketmez.
İkisinin de bir öncesi, aşamaları, gelişim süreçleri yok çünkü.
(Bir soru: İlk İnsan’ın adı Adem’di. Peki İlk Sümer’in adı neydi?)
«Türkler asla barbar olmadılar; M.Ö. 209’da orduları ve devletleri millet olarak tarih sahnesine çıktılar» deniliyor – Hun’ların «Türk»lüğü ve «devlet»likleri üzerindeki bütün soru işaretleri bir yana, biri çıkıp kurcalamaz mı, M.Ö. 215 veya 210’da tiyatronun kulisinde ne yaptıklarını? Normal canlıların ve toplumların, bir doğma-büyüme-gelişme süreçleri vardır; ancak mitolojide, Athena/Minerva, babası Zeus/Jupiter’in alnından, böyle yetişkin ve pürsilah doğar.
– H. Berktay
Hangi kavmin tarihinde barbarlik yoktur? `Uygar` Romayi kimler yikti? Yunan Uygarligi neyin uzerine kuruldu? Kita Yunanistaninin birileri tarafindan isgal edilmesi uzerine yerel halklarin kolelestirilmesine. Mezopotamya da kucuk koylu uretimi ve mutlu yasaminin uzerine coreklenen isgalcinin icadi degilmi buyuk olcekli kole gucune dayanan tarim?
Tarihte dis dinamik ve mudahalenin önemi hep kucumsenmistir. Emperyalist Kapitalist somurgecilik örnegin, kendi soyutlanmis ic dinamiginin gelismesinin sonucumudur yoksa daha basindan itibaren yeni topraklarin yagmalanmasina mi muhtacti? Marx ve marxistlerin hep kusumsedikleri ve cagimizda bu dis yagmaciligin önemini bir yana birakarak, kapitalizmin temel ic celiskisinden yani metropol Kapitalist isci siniflarindan devrim beklemeye kilitlenmis Paradigmalarinin altinda bu büyük `gözden kacirma `yatar.
Dunya capinda Toplumsal Kurtuluscu bir Paradigma Dunya capinda Emperyalist hegemonyayi oncelikli hedef olarak ele almadan , emperyalist Kapitalist sistemin bir aparati olmaktan kurtulamaz.
“İttihat-Terakki geleneğini en iyi temsil eden ve onun birikimleriyle şekillenen PKK, “benden olmayan devletçidir’, “beni eleştiren ajandır’, “politikalarıma boyun eğmeyen haindir’ argümanlarını sürekli kullandı ve ne yazık ki bunda da başarılı oldu.”
“PKK’nin çirkin bağlantılarını, karanlık yapılanmasını ve Kürdistan’daki devrimci dinamikleri yok etme misyonunu bildiği halde birçok insan “ajan’ damgası yememek adına tavrını/tepkisini ortaya koyamadı; kendisini ifade etmek isteyenler ise bir “hain’ olarak yaşama veda etti.”
“Öcalan’ı piyasaya sürenler, Kemalist anlayışın Kürdistan’da benimsenmesini amaçlamışlardır. Kemalist anlayışın benimsenmesi, halkın ulusal sorundan uzaklaşmasından başka bir anlam ifade etmiyor. Bu noktada elde ettikleri başarı küçümsenemez.”
“Kürdler, TC-PKK yapay karşıtlığını aşarak kendi ulusal demokratik seçeneklerini yaratmak zorundadırlar. Hem TC’ye hem de PKK’ye karşı net tutum almak tek seçenek olarak kendisini dayatıyor. Bu üçüncü seçeneğin gerekli olduğunu tüm politik yapılar/aktörler biliyordur kuşkusuz.”
(Nasname)
‘233 Necip’le aynı kişi mi?’ yazınızdaki beni hayret ettiren, akıl almaz bir yanlış anlamaya dikkatinizi çekmek istiyorum.
Necip’in Kefere şöhretliler fihristi’ ve ‘kütüphane sicil memuru’ ifadeleri, o konular hakkında sonsuz cahilliğini siz cahillere yutturması. Hatta bana göre veya benim anladığım anlamda veya sizlerin anladığınız anlamda veya çoğunluğun anladığı anlamda bu sitede en azılı, en aşırı, en radikal anarşist, bu Necip.
Başıma en az bela çıkaracak örnek vereyim.
‘Yoga’ kelimesi Hint-Avrupa dilinde ‘yoke’ kelimesinden türemiştir. ‘Yoke’ da boyunduruk (hayvanın boynuna takılan anlamda), esaret demektir. Eğer bir konuda bilgi edinmek; bir eğitimden geçmek; meslek öğrenmek istersen sana bunu verecek olana boyun eğmeye zorunlusun. Medeniler arasında bu son derece yaygın olduğu gibi ilkeller ve geleneksel toplumlarda da. Eğer bu nesnel güzel gelenek tarih içinde saptırılmışsa, nesnel bir gerçek psikolojik hastalık bir baskı mekanizmasına dönmüşse, bireycilik safsatası ile akıl almaz boyutlar kazanmışsa bu da tarihsel ve nesnel incelenebilir bir konu. İncelemeler de nesneldir.
Ben aslında nesnel / ‘objective’* (ob-jective yerine kamusal/public demeyi daha uygun buluyorum). Çünkü ana dilleri Hint-Avrupa dil ailesinden olanların %99’u bile bunu bilmez ve aynı Necip gibi dünyayı, para konusu dışı, kelimelerle istedikleri biçimde ve tıpkı Müslümanların Allahı gibi her an yeniden yaparlar. Kendim binlerce defa söyledim ama bir yere varmıyor: Zamanımız insanları kadar yobaz dinci ruhaniler tarihte hiç olmadı. “O da kimmiş?” din tarihçileri bunda hem fikirler. Bu da nesnel bir konu, isteyen inceleyebilir. Necip’in “O da kimmiş?” nakaratı bu yobazlığın en eşsiz ve azılı ifadesi. Herif tam anarşist ama sağ anarşist olduğu için siz onunla aile içi kavgalara girmişsiniz, ben alaya ediyorum, meydan okuyorum, ispat edilebilir konularda palavralarını suratına tükürüyorum. Ne yazık ki, bu sitede benim tükürükleri anlayacak kapasitede kimse yok. Bu aşırı anarşist, diğer sayısız incelikleri bile bir tarafa bıraksak, adıyla benzetme anlamına gelen simülasyon konusunda bile, benzetmenin iki varlığı varsaydığını inkar etti kimseden ses çıkmadı. İlkokulda öğrenilen doğrunun doğada olmadığını bilgiç havasıyla os*rdu kimseden ses çıkmadı, tek başına gezen insanlardan söz etti kimseden ses çıkmadı … Ben nihayet bu sitede yazanlar ve katılanların orta sınıf yalnızlar cahil yavşaklar, sosyal medya tiryakileri enayiler olduğuna karar verip insan yerine koymamaya başladım.
Ama yemin ederim ben ilk defa ‘trol’ kelimesine bu sitede rastladım ve asla amacım o olmadı. Doğrusu bu kelimenin tam anlamını da bilmiyorum. Kızgınlıkla ettiğim laflar kışkırtma için değil. Ama sanırım ‘trol’ yapanlar aynı taktiği kullanıyorlar.
Geleyim benim gönderdiğim alıntıya. Alıntı çok beğendiğim Taylan Kara’nın pozitivizm ile ilgili yazısı ve alıntının pozitivizmi aynı güzellikte eleştiren kştaptan bir parça idi. Zaten T. Kara pozitivizmi savunmadığını söylediği için eleştirinin T. Kara ile doğrudan bir ilişkisi yok. Onun için ben yazıma “gevezelik” ettiğimi ekledim. Ama doğrusu “karı sana söylüyorum, gelin sen işit” misali hedefim, “o da kimmiş?” şarlatanlığı yapan Necip ve benim dediklerimi anlamadan rahatsız olup bana saldıranlardı. Yani, benim yazdığım alıntının Necip’in cahillik örtme şarlatanlığıyla hiç alakası yok. O bilmediği konularda en adi ve basit bir çareye başvurup araştırma yapanlarla alay edip cahil avcılığında çok sık kullanılan şarlatanlık taktiğine başvurmuş. En basit ve yaygın olan insanların birbirlerinden öğrenmesini bile sidik yarışı için inkar etti. İyi hatırlıyorum ona peygamber gibi konuştuğunu söylemiştim. Ama peygamberler bile duyarlar, bu herif bir çeşit allah, aracısız biliyor.
Bilerek yapmadığınızı sanıyorum ama siz cahillere, özellikle en basit konularda bile sizlerden gık çıkmamasından, pek güvenim yok. Necip ile aynı kafaya sahipsiniz, farkları görmüyorsunuz. Sizin bu adamı benimle kıyaslamanız, benim aynı şeyleri söylediğimi ileri sürmeniz bana yapılan en büyük bir hakaret ve küfür.
Kusura bakmayın ama ben bu kısıtlı bağlamda Zileli ile Necip arasında da hiç bir fark görmüyorum. İkisi de ilkellik, tarih, felsefe, antropoloji, din, mitler, bilim ve bilimin doğuşu, Medeniyet’in ne olduğu, yazı, tapınak, okul, dönüp gelen zaman yerine kral ve imparatorların becerileriyle hep ileriye koşturan zaman hakkında bir b*k bildikleri yok ama biri müritlerine dayanıp, diğeri k*çlarını yaladığı şeflerine dayanıp cahilliklerini dil çabukluğu ile kapatıyorlar. Benim bu heriflerin bilgi dedikleri şeye zerre kadar saygım yok ama horoz gibi kabaranları günahlarımdan az severim. Umursamamanın “hoş görü” satışını yapan Zileli, Başkaya gibi fırsatçı birine değer vermesi hangi durumlarda ve kimin gölgesinde olmayı tercih ettiğini ve kimi umursadığını pek iyi gösterir. Başkaya bizim 70’lerde eleştirisini yaptığımız konuları akademik ambalajlarla satıyor.
Eğer Allah gibi her şeyi bilen bile insanın ne olduğunu anlamak için yeryüzüne inmişse, ben insanı beyinleriyle ölçenleri tiksindirici buluyorum. Ama ne yazık ki, bu salaklık belli bir gerçeğe ışık tutuyor: İnsanları bu duruma düşmesi “self fulfilled prophecy”. Ne Zileli’nin Özgür Üniversitesinden yararlanmama (hatta tam tersi bile) ne de Necip’in diğer altın yumurtası “insan fıtratı”.
MEDENIYET, ORTA DOĞUDA NEOLITIK DEVIRDE UZUN BIR HAZIRLIKLA DOĞDU VE SÜMER ILE BU GÜNKÜ BIÇIMINI ALDı VEYA ZIRVEYE ULAŞTI. Sonra da bütün dünyaya yayıldı. Bu noktada asla taviz vermem. Sayısız salaklar “günaydın”, “özür dilerim” ve benzeri gibi yerleşik toplumlarda beraberce yaşama kibarlık kurallarıyla karıştırırlar. Daha da kötüsü de var. Necipleri pompalamayı hedef alan bir haber: Güney Doğu Asya’da bundan 3 bin yıl önceki bir medeniyet bulundu. Benim Medeniyet dediğim mahlukta başlangıçtan bu yana bir azınlık diğerlerinin burnundan tutup arkalarından sürüklediler. Sizler bunun eserlerisiniz. Tabii ben haricim! İnşallah son espriyi anladınız.
Ulan ciyaklamadan önce önce okusana: MEDENIYET, ORTA DOĞUDA NEOLITIK DEVIRDE UZUN BIR HAZıRLıKLA DOĞDU VE SÜMER ILE BU GÜNKÜ BIÇIMINI ALDı VEYA ZIRVEYE ULAŞTI.
Siz Türkler gerçekten b*k çukurunda aşağılık duyusu içinde kıvranan “Ne Mutlu Cahil Türküz” demekten başka bir şey bilmiyor musunuz?
Er-Doğan gibi birinin size çobanlık etmesi ne kadar yakışıyor!
“19. yüzyılın son çeyreğinde artık Arkeoloji ve Antropolojinin bulgularıyla da desteklenen veriler sayesinde, emekçilerin,
(1) kandaş kabilelerin görece eşit mensupları olarak avcılık, çobanlık veya tarım yaptıkları;
(2) köleler olarak, büyük toprak-para-köle sahiplerinin malikâne ve atölyelerinde çalıştırıldıkları;
(3) toprağa bağlı köylüler olarak, küçük tarlaları ailecek işleyip elde ettikleri mahsul üzerinden, arazinin «yüksek (ya da kuru) mülkiyet»ini ellerinde tutan bir askeri aristokrasi mensuplarına ve/veya onların devletine vergi-rant ödedikleri;
(4) sanayi işçileri olarak, başkalarına (kapitalistlere) ait fabrika, maden, vb. işletmelerde herhangi bir siyasi-hukuki zorlama olmaksızın çalışıp ücret aldıkları (kapitalistlerinse, kendi gelir kategorileri olarak, kâr elde ettikleri)
üretim tarzlarının birbirinden ayırt edilebileceği görülüyordu. Bunlardan üçüncüsünün, vergi-rant’ın tek tek yerel aristokratlar tarafından mı, yoksa merkezi bir devletin temsilcileri tarafından mı toplandığına göre, «feodal» ve «Asyatik» varyantlar arasında ikiye ayrılıp ayrılamıyacağı diye bir sorun da vardı. Bu bir yana; yukarıdaki temel üretim ilişkilerinden birine dayalı toplumların, farklı kronolojik zamanlarda ve yeryüzünün değişik köşelerinde ortaya çıksalar da, siyasal-hukuki örgütlenmeleri ve ideolojik yapıları bakımından tipik benzerlikler taşıdıkları; buna karşılık, farklı üretim ilişkilerine dayalı toplumların üstyapılarının da oldukça farklı olduğu gözlenmekteydi. Aynı somut malzeme, her yerde aynı anda olmasa da, bir bütün olarak insanlığın belli başlı üretim tarzlarından az-çok yukarıdaki sıra içinde geçtiğine işaret ediyordu. Başka bir deyişle, örneğin feodalizmin olgunlaştığı bir toplumda, artık kandaş kabile düzenine veya köleciliğe dönmek yönünde bir gelişme gerçekleşemiyordu; feodal toplumların senkronize tarzda ve aynı hızda kapitalizme geçmeleri sözkonusu değildi ama bir gelişme ve değişme varsa, bu kapitalizm yönünde oluyordu.
Üçüncü olarak bu Materyalist Tarih Yorumu, her bir siyasi, hukuki, ideolojik, vb. olgu veya olaya doğrudan bir «ekonomik neden» yakıştırılması anlamına da, belli bir üretim tarzına dayalı tüm toplumların üstyapılarının tıpı tıpına birbirinin aynı olacağı anlamına da gelmemekteydi. «Tek-yanlılık», «indirgemecilik», «ekonomik determinizm» suçlamalarını asıl hak eden, Marx-öncesi materyalizm; Karl Polanyi’nin ve izleyicilerinin eleştirdiği, tarih-dışı soyutluklarla düşünme tutumunu bugün de sürdüren ise, Neoklasik iktisat teorisidir. Tarihi Materyalizme göre, üretim tarzının belirleyiciliği, siyaset, hukuk, kültür, ideoloji alanlarında hangi sınıfların, ne gibi sorunlar etrafında birbirleriyle kapışabileceklerine, sözkonusu üretim tarzına sahip bir toplumun, kavimler/milletler/ülkeler-arası mekânda nasıl davranabileceğine belli sınırlar getirmenin, bir olasılıklar yelpazesi saptamanın belirleyiciliğidir. Pratikte bu olasılıklardan hangisinin gerçekleşeceği, o üretim tarzına özgü temel sınıflar arasındaki mücadelenin yerel ölçekte nasıl renkleneceği, dolayısıyla somut bir tarihi yaşanmışlık olarak şu veya bu toplumun dış çehresinin tam olarak hangi kurumsal girinti ve çıkıntılardan oluşacağı, felsefi anlamda rastlantıya bağlıdır – üstyapısal olasılıklar yelpazesi içinde, deyim yerindeyse, Heisenberg’in «belirsizlik ilkesi» geçerli olmaktadır. Değişik bir ifadeyle, üretim tarzı, adeta somut tarihin üzerinde oynayacağı sahneyi çatmakta, önde gelen şahsiyetleri tanıtmakta ve kurgunun çok kaba, en genel çizgilerini anlaşılır kılmakta; ancak her bir sahnenin kaderine karışmamakta, saniyesi saniyesine suflörlük yapmamakta, aktörlere yer yer metin dışına çıkma hakkı tanımaktadır.”
…
“Çıkış noktası bütün kavimlerde ortaktır: Yeryüzündeki tüm halklar gibi Türkler de kabile toplumunu, kandaş birimler içinde geçerli bir ilkel kolektivizmin saf ve bozulmamış şeklini tanımışlar, ardından barbarlığın yukarı evrelerinde, özel mülkiyetin, sınıfların ve sömürünün belirdiği fakat devletin henüz doğmadığı bir askeri demokrasiye ulaşmışlardır. Türklerin tarihinin gerçek özgüllüğü bundan sonra başlar. Fakat bu özgüllük ne ırki üstünlük-benzersizlik-«altın çağ»-fıtri devlet kuruculuk-sınıfsızlık-doğuştan cihan hakimiyetine yöneliş-doğuştan tektanrıcılık önermelerinin dokuduğu gerici modeldedir, ne de bu askeri demokrasinin ve onu izleyen yerleşik uygarlıkların ekonomik temelini Avrupa tarihinde görülmeyen bir «Asya Üretim Tarzı»nın oluşturmasında. Türklerin tarihinin asıl özgüllüğü, ilkin (geçici tarıma veya tarım-çobanlık alaşımına değil) göçebe otlatıcılık üretici güçlerine dayanan askeri demokrasilerinin, Orta Asya’nın toprak ve iklim koşullarında çok, çok uzun -en az iki bin yıl- sürmesi, sonra ve buna bağlı olarak, köleci üretim tarzının başatlığından geçmeksizin, M.S. 11. yüzyıldan itibaren, yani Batı Avrupa’ya kıyasla oldukça gecikmeli olarak feodalizme yükselmeleridir.
…Bu sürecin gizemsizleştirilmiş içeriği Yunan ve Romalıların, kıta Cermenlerinin, Frankların, İslavların, Angl ve Saksonların, Vikinglerden türeyişleri içinde Normanların, nihayet Arapların «Kahramanlık Çağları»ndan farklı değildir… Ve sürecin coğrafi bakımdan dağınık, kronolojik bakımdan kesik kesik konakları, bütün olarak bakıldığında bir yükseliştir – herhangi bir düz-evrimci anlamda değil; Gordon Childe’ın belirttiği gibi, hiçbir dalga çukurunun öncekiler kadar aşağılara düşmemesi, her yeni dalga tepesinin seleflerinden daha yukarılara erişmesi anlamında.
…Bütün bunları göz önünde bulundurarak, gizemsizleştirilmiş içeriğiyle Türk-İslam sentezi bir kavmin bir dini veya hatta bir kültürü devralmasının ötesinde, – Cermen-Roma, Arap-İran, Norman-Anglo-Sakson sentezleriyle karşılaştırılmasını mümkün kılacak bir tarzda – Türklerin proto-feodalizmi ile İslami Arap-İran feodalizminin sentezi diye tanımlanmalıdır.”
Halil Berktay
Osmanlı Devletinin Yükselişine Kadar Türklerin İktisadi ve Toplumsal Tarihi
Türkiye Tarihi 1 – Osmanlı Devletine Kadar Türkler
“UZUN BIR HAZIRLIKLA DOĞDU”
İşte bu! Hele şükür.
İnsan türünün ortaya çıkışı nasıl ki UZUN bir evrim sürecinin sonucu ise, insanlığın “medeniyet” aşamasına varması da böyledir.
Demek ki neymiş?
İnsanın hayvanlığa geri dönmesini savunmak ile medenilerin medeniyet öncesine geri dönmelerini savunmak arasında fark yokmuş.
Mezopotamya da uzun bir neolitik mayalanma sonucu ortaya cikmis ( uzun mayalanmadan , mezopotamyadaki varolan toplumsal yapinin kendi ic dinamigiyle gelismesi kasdediliyor sanirim) uygarlik bir cok tarihsel olguyu dislayan yanlis bir varsayim. mezopotamyaya disaridan gelen isgalci kavmin , buradaki kucuk koylu ekonomisinin uzerine coreklenip , Uygun ust yapi (din, Devlet vs) sini kurmasiyla olusmustur mezopotamya dan dunyaya yayilan uygarlik. mezopotamyada kendiliginden ortaya cikmis ve dunyaya yayilmis falan degildir. Allaadin Senel okuyunuz.
Tum sinifli devletli toplumsal formlarin (kapitalizm dahil) ortaya cikisinda , ic dinamigin uzun evrimi birikimi disinda , dissal bir müdahale ,ilkel birikim, dönemi bulunur.
Asya ve Kafkasya dan gelen kavimlerin mezopotamya ya coreklenmesi olmadan köleci toplum, karanlik (kahramanlik cagi) cagda kita yunanistanini isgal eden akdenizli kavimlerin yoklugunda yunan medeniyeti, germen barbarlarinin yayilmasi olmaksizin feodalizm, yeni dunyanin kesfi ve yagmalanmasi olmaksizin sanayi devrimi ve kapitalizm mumkun olamazdi.
Önce kendi kendini gökyüzü allahlar allahı, yeryüzü allahlar kölesi ve yaltakçısı tayin etmiş araba satıcısı Necip’in besmelesi:
Site enayilerinin yuttuğu ASLA DEĞİŞMEYEN HER ZAMAN DEĞİŞEN DÜNYA ismiyle, site enayilerinin MEDENIYETE KARŞIYA KARŞI DÜNYASI ismiyle, DÜNYA DIŞI DÜNYADAN BİR HABER.
Besmelenin telif hakkının sahibi Necip’e giriş methiyemiz.
Bilindiği gibi Necip’in İktidar’ı insanlar tek başlarına gezerken doğdu. Bir kadın tek başına gezerken muktedir Necip’e rastlar. Necip aynı şimdi yaptığı gibi allahlık numarası yapar, kadın korkar razı olur. Necip’in ilk OĞLU, İKTİDAR böyle doğar. Necip, anaya başka hiç bir allahla yatıp kalkmamasını tembih eder, namus hamamına gidip diğer muktedir allahlarla diğer tarafındaki zevk fıtratından, iktidar doğurmadan, yararlanır.
Gel zaman git zaman, Necip’in ilk oğlu kendi anasına tecavüz eder. İşte erkeklerin kadınlara TECAVÜZ FITRAT’I böyle doğar. Tabii FITRAT değişmez, sadece yeniden doğar. Necip’in bu site enayilerine yutturduğu ASLA DEĞİŞMEZ DAİMA DEĞİŞİR ‘idea-ller’ evreni pis Yunanlı Plato’dan çok daha önce böyle doğar. Zaten Necip’in zevk alemi namus hamamında en fazla zevk aldığı allahlardan biri, ATITÜRK, tüm dünya insanlarını TÜRK yapmıştı.
Gel zaman git zaman, ana diğer bir ana doğurur. Ana değişmez sadece yenisi doğar. Necip’in oğlu bu defa yeni anaya tecavüz eder.
Zaten daha önce TECAVÜZ FITRAT’I doğmuştu, tecavüzler doğurdukça doğurur ve hatta erkekler gözleriyle bile gebe etme yolları bulurlar. Tabii, DOĞURMA DEĞIŞMEZ doğan değişir.
Neyse, bu Necip çok sıkıcı – iyi ki bu lafı Necip’in klavyesiyle yazmadım- herifi değişmeleri bulmaya çalışan Uzay Denklemleri gurusu ile namus hamamında zevkine bırakalım.
Necip’e methiye bitti, çıkıp habere girelim.
Necip’in İktidar’ı doğuran anası Orta Çağ Avrupa’da tekrar gebe olur. Bu defa Necip’in asıl İKTİDAR’I doğar: ALIŞ-VERİŞ veya Necip’in hep değişen hiç değişmeyen idea-ller dünyasında diğer adı KAPİTALİZM olan KADİRİ MUTLAK son ALLAH doğar. Tabii, Necip’in sik sik dediği gibi bu da yeni değil. Necip’in ilk ana ile yaptığı NUMARA’NIN alış-verişin tekrarı: SAHTEKARLIK.
Orta Çağ sonlarına doğru iyice doğan KAPİTALİZM Avrupa dünyasını alt üst eder. Bu devirlerde şahane direnişler olur. Yüzlerce akımlar başlar. Toplu bir isim binyılcılar (“millenerian movement”). Bir Necip’e benzeyen ama doğrusu Necip gibi sahte bilgiçlerden ışık yılları daha bilgili bir yobaz, zamanımız totaliter rejimlerin kökenini bu akımlarda, hatta Zerdişlük’te bulur.
Karl Marks bu akımlarda doğan direniş dilinin şahaneliğini kabul eder ve Necip gibi ölüme tapanlara saldırıcı dile hayranlığını saklamaz.
Ama bu gerçek dahi, eşsiz bir teşhiste bulunur: “Binyılcılar, ölü İKTİDAR’A (KİLİSE) saldırıyorlar, ölüme tapan yeni bir İKTİDAR KAPİTALİZM! doğdu”
Binyılcılar bana çok ışık tuttular, onlardan öğrendiklerim sonsuz. Misaller sayfalar tutar. “O da kimmiş?”ler yazar ve kitap isimleri vermek istemiyorum. Hatta çekinmemin nedeni sadece Necip değil. Bu site cahil insan harabeleri, aşağılık duygularını İnternet ve Sosyal Medya’dan topladıklar bilgi yerine geçmiş adı enformasyon dolu saçmalıkları kusanlarla dolu.
Ama çok sevdiğim bir tanesini aktaracağım: “Adem babamız kazar, Havva annemiz örerken, EFENDİ neredeydi?”
(Yoksa bu, o zamanın dili ile “medeniyet öncesi olmayan ama şimdi sayısız olan pezevenkler neredeydi?” mi?)
Peki şimdi yeni doğmakta olan İKTİDAR ne?
TRANSHUMANIZM-AI-SEARCHING FOR NEW PLANETS
(Şu an Çin’in hâlâ eski allahlara tapan, ayağa dolaşan Uygurlara yaptıklarını geçeceğim.)
Avrupa’da yapılan bir ankete göre halkın sadece %13’nü Transhumanizmi ister ve bunların çoğu Gün Zileli ve diğer bütün 19. yüz yıldan kalma genç-moruk sağ/solcuların taptıkları GENÇLER!
Beklenenin tam tersi. Canavarın dişleri arasında yaşlanmış zavallılar hediye dolu gam yükü tüccarlarının ne getirdiklerini görmüşler ve daha temkinliler.
Çin’de yapılan bir ankete göre halkın %50’sinden fazlası Transhumanizmi ister ve hepsi moruk sağ/solcuların İLERİ ümit ilahları GENÇLER!
Salak ve çatlak anti-medeniyetçi bana göre, Transhumanizm istesen de istemesen de gelecek. En azından bu sitede yaptığım anket sonucuna göre. Bu sitedekiler, genç ve moruk, %100 hazır. Belki davulun sesi uzaktan hoş geldiği için. Belki Marks’ın dediği gibi bu site sakinleri hâlâ 19. yüz yılda kıvamına gelen dünya düzeni içinde kaybolmuşlar: Dokuz buçuğuncu enternasyonal kahvaltısında ne yenildi, Dünyanın En Büyük Devrim’i ne zaman ve nerede oldu, hangi oligarşi var ve binlerce benzeri enayileri meşgul tutma emzikleri emiyorlar. Hele şu İnternet ve Sosyal Medya: İneğin trene bakışı televizyon alışkanlığı bu yeni ama “interactive” televizyona olduğu gibi aktarılmış.
Sinifli devletli toplum demek olan uygarlik, insanin ekonomik faaliyetinin direkt bir sonucu olarak dogmadi, ekonomik faaliyet disi zor ile baskalarinin ekonomik faaliyetinin ürününe el koymakla dogdu.
Dünya capinda aclik kapida, tarim politikalari pazar piyasa iliskilerine terk edilemez buyurmus Ilber Ortayli. Yanlis anlamayin sosyalist felan degilim haaa diye eklemeyi ihmal etmemis. (aman haaaa Ilber Hoca her vesile ile sola laf sokki adama sayalar) E arkadas sormazlarmi adama Kapitalizm denen sey artik tum insanligi tehdit eden, isci patron celiskisinde iscinin tarafini tutmaktan bile daha buyuk bir celiskiye kapitalizm insanlik celiskisine dönmüs olmuyormu. Bu basbayagida sosyalizan laflar etmek olmuyormu?
Sen yoksa Necip misin? Çok benziyorsun. Tükürüğünü yalatıyorlar hâlâ vızıldıyorsun.
Hadi siz zavallı kara cahil Türklerin suratlarına bir yağmur daha yağdırayım: Evrim süreci içinde daha “ilkel” türe dönüşümler oldu. Örneğin bazı canlılar görme duyusuna ihtiyaçları kalmadığından zamanla görmez oldular. Senin olmayan beynininin alamayacağı kadar çeşitli örnekler var.
Sen, bu geri vites takanlara şahane bir örneksin. Ama neye döndüğün sorunsal. Bütün canlı ve cansız varlıkları sevdiğimden senin gibi beyinsiz bir ölüye yer bulmak zor. Aklıma gelen ve en uygun olan senin doğal olmadığın: Son zamanlarda enayilere “ekolojik bakımdan sürdürülebilir kalkınma” uyku hapı yutturulmakta. Kapital, insan atıklarından tekrar devreye sokmak için, fabrikalarda ölü ama beyinsiz b*k çukuru tüketicileri yapmakta. Sen onlardan birisin.
Yine sidik yarşına katılmada çok acele etmişsin. Darwin’in diğer evrim teorisyenlerinden üstünlüğü, evrimde bir amaç olmadığını, mutasyonun tesadüfi olmasını savunduğunda.
Tabii, doğal olmayan Kapital dünyasında senin gibi kerizlik etme amacıyla üretilen yapay varlıklar, yapay medeniyet gibi, başka.
“William Shakespeare’in eserlerini William Shakespeare yazmadi. William Shakespeare adli diger bir sahis yazdi.”
253 Anonim
Mezopotamyadaki Kücük kendine yeterli aile ziraatinin evrim ile arti urun yaratacak buyuk olcekli ziraate yol acmasi ile mezopotamya daki Kücük kendine yeterli ,arti urun yaratmiyan aile ziraat toplumunun uzerine DISARIDAN gelip coreklenip ZORa dayanan (kismi rizayada ) büyük olcekli ziraat ekonomisi toplumunun /örgütleyen ortaya cikmasini aynilastiran kafa Kaba mekanik determisinist kafadir marxizmin Kaba bir yorumudur. Akli sira ha William sheakespeare ha William sheakespeare diye kafa bulanlara duyurulur.
Insanin bilincli dönüstürücü eyleminin tarihteki rolunu sifira indirgeyen bir anlayis marxizm bile olamaz.
253 anonim olarak önerirm: siyasal dusunceler tarihi sayfa,Alaadin Senel , 41 den itibaren , uzun uzun alinti yazmiyacagim merak eden bakar:)
“Tum sinifli devletli toplumsal formlarin (kapitalizm dahil) ortaya cikisinda , ic dinamigin uzun evrimi birikimi disinda , dissal bir müdahale ,ilkel birikim, dönemi bulunur.”
VE
“Her cocugun ortaya cikisinde, ic dokuz ay birikimi disinda, benim ilkel sperm birikimimle disdan iceri girme donemim bulunur.”
254 Anonim
Kotu haber: Yeni arastirmalara gore ‘kadin spermi’ ve ‘erkek yumurtaları’ mumkun. Bu sitede Necip adli bir erkek oglu erkek hayati boyu yumurtlamis.
“Asya ve Kafkasya dan gelen kavimlerin mezopotamya ya coreklenmesi olmadan köleci toplum, karanlik (kahramanlik cagi) cagda kita yunanistanini isgal eden akdenizli kavimlerin yoklugunda yunan medeniyeti, germen barbarlarinin yayilmasi olmaksizin feodalizm, yeni dunyanin kesfi ve yagmalanmasi olmaksizin sanayi devrimi ve kapitalizm mumkun olamazdi.”
VE
“Allah kahretsin, basimiza ne b*k gelirse disardan geliyor. Ama diger yandan, hayat bile baska gezegenlerde basladi, sonra dunyaya geldi. Her seyde bir hiyar vardir.”
255 Anonim
“Sinifli devletli toplum demek olan uygarlik, insanin ekonomik faaliyetinin direkt bir sonucu olarak dogmadi, ekonomik faaliyet disi zor ile baskalarinin ekonomik faaliyetinin ürününe el koymakla dogdu.”
“Allah kahretsin, basimiza ne b*k gelirse disardan geliyor. Ama diger yandan, hayat bile baska gezegenlerde basladi, sonra dunyaya geldi. Her seyde bir hiyar vardir.”
257 Anonim
İlk yazınızda son derece Türkler arasında tipik bir profesörce (büyük haflerle yazılı olanlar) bir konuşma sinirlerimi tırmaladı. Ben, benim dediğim ile sizin ileri sürdükleriniz arasında ilişki bile görmedim. Hatta okuduklarınızı son derece yanlış yorumladığınızı düşünüp alaycı bir yanıt verdim. Hâlâ öyle olduğundan sonsuz eminim.
“253 Anonim 2 Eylül 18 / 9am
Mezopotamya da uzun bir neolitik mayalanma sonucu ortaya cikmis ( uzun mayalanmadan , mezopotamyadaki varolan toplumsal yapinin kendi IC DINAMIGIYLE GELISMESI kasdediliyor sanirim) uygarlik BIR COK TARIHSEL OLGUYU DISLAYAN YANLIS BIR VARSAYIM. mezopotamyaya disaridan gelen isgalci kavmin , buradaki kucuk koylu ekonomisinin uzerine coreklenip , Uygun UST YAPI (din, Devlet vs) sini kurmasiyla olusmustur mezopotamya dan dunyaya yayilan uygarlik. mezopotamyada KENDILIGINDEN ORTAYA CIKMIS VE DUNYAYA YAYILMIS FALAN DEGILDIR. Allaadin Senel okuyunuz.”
İkinci katkınız (263 Anonim ) kibar ve saygılı ve aynı zamanda daha ısrarlı kaynak belirlediği için alaycı cevabıma pişman oldum. Kitabı okumaya karar verdim. Aradım, buldum ve indirdim.
Üstünkörü bir göz attığımda yararlanan kitapların çoğunu okuduğum görünce merakım daha da arttı.
Önce ve kısa bir zaman içinde tavsiye ettiğiniz aşağıdaki bölümü okuyup hem merakımı giderecek hem de size daha saygılı bir cevap yazacağım. Tek sakınca zaman. Hayli yaşlıyım ve hâlâ ağır işler yapıyor ve eve çok yorgun geliyorum ve Türkçem sonsuz paslı. Son 50-60 yıl okuduğum Türkçe kitap sayısı 50-60’ı aşmaz.
Bu sitedekiler ilkelleri, doğanın bir parçası, aşağı yukarı hayvan (gerçi bu his açısından beni ve ilkelleri savunanları rahatsız etmez ama bu çeşit düşüncelerin kaynakları masum değiller), doğal, insan ama tam değil, hokus pokus mitlere inanan, en az bir ses duyduğunda boyanıp tüyler takarak dans eden ve benzeri sonsuz ırkçı imgelerle hayal eden, bir avuç insanın becerilerini İNSANLIK soyutlama ile kendilerine mal eden insan harabeleri.
Bu gözle baktığımda, bütün akademik ciddiliğe rağmen, daha başta önyargılarım alevlendi.
“1. Biyolojik Evrimden Toplumsal Evrime 34” bölümünü ben yazsaydım “1. Toplumsal Evrimden Biyolojik Evrime” derdim. Toplumsal dürtüler olmasaydı dilin bile başlamasına bir neden görmüyorum. Her neyse, okuyacağım ve elimden geldiği kadar önyargılarımı bir tarafa bırkacağım ama tam tarafsız olmam imkansız.
I. BÖLÜM
İLKEL TOPLULUĞUN EKONOMİK TOPLUMSAL YAPISI 34
1. Biyolojik Evrimden Toplumsal Evrime 34
2. İlkel Toplulukların Ekonomik Toplumsal Düşünsel Yapılarının Gelişmesi 40
a. Toplayıcılıktan Avcılığa 41
b. Avcılık ve Toplumsal Etkileri 50
c. Uzman Avcılık ve Toplumsal Düşünsel Etkileri … 63
3. ilkel Topluluğun Ekonomik Yapısı 84
a. İlkel Ekonominin Darboğazları 85
b. İlkel Ekonominin Sigortası . 88
4. İikel Topluluğun Toplumsal Yapısı 90
5. İlkel Topluluğun Düşünsel Yapısı 99
6. İlkel Toplulukta Ekonomik Toplumsal Düşünsel Yapıların Etkileşimi 119
‘Fikir’leri ayrı bir konu, fakat ‘üslup’ dediniz mi iş değişir.
Kendisi dışındaki herkesle küfür, hakaret, aşağılama, kin ve nefret olmadan konuşamayan bir ‘üslup’ ile ‘Necip üslubu’ arasında bir tercih yapması gerekenlerin hangi üslubu tercih edecekleri tahmin edilebilir.
Üstelik, ‘fikir’leri açısından bakıldığında bile durum aynıdır. Daha doğrusu bu zıt iki ‘fikir’den birinin gerçek anlamda bir ‘fikir’ mi olduğu, yoksa, vegan ve vejetaryenlerin ‘beslenme zinciri karşıtlığı’ gibi bir ‘duygu’ mu olduğu sorusunun cevabı çok zor değildir.’
Yukarıda yazılanların ekseriyeti yanlış.
Ortada apaçık bir tespit var:
Necip, ‘iktidar yobazı’dır.
Necip’le yazışan kişi ise, ‘her tür iktidara karşı’dır.
Necip gibi, ‘iktidar’ın yancılığını yaparken gerçeği eğerek-bükerek fikirler sıraladığını zanneden, ‘iktidar’ı korumak, savunmak uğruna, milyonlarca, milyarlarca insana şiddet uygulamayı (ve hâttâ öldürmeyi) göze alacak kadar gaddarlaşma tehlikesi barındıran, bütün bunları yaparken uslu uslu ‘üslup’ kullanan bir kişi tercih edilMEmelidir.
Necip’le yazışan kişi gibi, küfür, hakaret, aşağılama, kin ve nefret içeren ‘üslup’ da kullansa, hiçbir iktidarın yancılığını yapMAyan bir kişi tercih edilmelidir. Bu kişinin ‘kendisini de (‘hakaret’ dahil) keskin bir şekilde eleştirdiği’nden haberi olmayanlar, belli ki, sitede daha önce yazdığı metinleri okumamış (okumuş olsa bile, görmezden, bilmezden gelmiş.)
Necip’in herhangi bir ‘fikir’i olduğu, bu sitede bunları yazdığı tuzağına düşülMEmelidir. Necip, ‘iktidar’ı savunmak amacıyla, ‘iktidarın fikirleri’ni ayrıntılı şekillerde betimleyen, bütün bu betimlemeleri yazarken ‘nazik bir üslup’ maskesini bir kalkan, bir zırh gibi kullanan, gaddarlaşma tehlikesini daima barındıran bir ‘iktidar yobazı’dır.
Necip ve onunla yazışan kişinin ‘zıt kutuplarda’ olduğu tespiti doğru. Buradaki fark:
Necip’in, ‘iktidarın fikirleri’ni betimleyen bir araç (vehicle) olması.
Necip’le yazışan kişinin ise, iktidarın tehlikelerine işaret eden bir hatırlatıcı (reminder) olması.
Necip gibi bir potansiyel gaddar, daima büyüklüğe, iriliğe yanaşır. Büyük olanın, iri olanın hegemonyasına göre betimlemeler yapar, ona yaranır, onu korur, onu savunur, kullandığı ‘üslup’ mühim değildir.
Necip’le yazışan kişi ise, ‘büyük olan’a da, ‘orta boy olan’a da, ‘küçük olan’a da yanaşmaz. ‘İktidarın her türlüsü’ne karşıdır. İktidarın tehlikelerine işaret ederken, tarihten günümüze örnekler hatırlatır. Yazdıklarının bu kadar çeşitli, kapsamlı, çok lisanlı (multilingual), sadece Asya-Mezopotamya-Anadolu coğrafyası ile sınırlı olmaması, Necip’le yazışan kişinin niçin kıymetli biri olduğuna yeterli sebeplerdir, kullandığı ‘üslup’ mühim değildir.
Necip’le yazışan kişinin kıymeti, iktidar yobazı Necip gibi bir potansiyel gaddardan her zaman daha fazladır, ‘üslup’ farkının önemi yoktur.
Vegan ve vejetaryenler arasında, kendi kendilerine ‘otorite’ rütbeleri verip kurallar listesi tebliğ etme yarışı içinde olanların, ‘beslenme zinciri karşıtlığı’na kadar varan safsataları ile, bu sitede, Necip’le yazışan kişinin, ‘iktidar karşıtlığı’ hususundaki ikazları birbirine karıştırılMAmalıdır.
Necip’le yazışan kişi 239 no’da ne yazmış: ‘Daha önce de dikkatimi çekmişti. Bu sitede yorum yapanların çoğu kazananlar tarihini çok ciddiye alıyorlar ve kazananların saraylarına girmek için can atıyorlar.’
Howard Zinn: Dünyaya, mevcut toplumların düzenleri içine; o düzenleri otomatikman eleştirmeye programlanmış hâlde doğmuyoruz.
Hayatlarımızda öyle anlar gelir ki, bizler de sorgulamaya başlamadan çok önce tek tek saymamızın mümkün olmadığı gerçekler yaşanmaya başlanmış, ürkütmüş, ve en nihayetinde bizleri de sorgulamaya sevk etmiş;
Aile içinde yeşeren, nesilden nesile miras gibi devreden önyargılar,
Doktriner eğitim sistemleri,
Gazete, radyo ve televizyon aracılığıyla bilincimize kodlanan inançlar vardır.
Bütün bunlar esaslı bir sonucun istikametine getirir bizi:
Hepimiz, bilgi ve tecrübesi saptırılmış veya hiç olmayan, ve bu nedenle günlük yaşamlarında debelenip duran çevremizdeki insanlardan başlayarak, çember gibi genişleyip; bu insanları, yüz yıllara yayılmış yargıları tekrar, ciddiyetle düşünmeye yöneltecek hamleler yapmak gibi devasa bir sorumluluğa sahibiz.
Howard Zinn,
‘Changing Minds, One at a Time’,
‘The Progressive’ dergisi,
10 Mayıs 2005
( https://progressive.org/magazine/changing-minds-one-time/ )
Üslupların nazikliğine – kabalığına aldanmayıp, ‘iktidarın tehlikeleri’ konusunda uyarılar yazan ‘Necip’le yazışan kişi’ desteklenmelidir, potansiyel gaddar olan iktidar yobazı Necip’e karşı mücadele edilmelidir.
253 anonim derki:) iste böyle bir hikayedir mezopotamyada uzuuuuuuuuuuuuuuuuun bir birikimle evrimlesen uygarligin hikayesinin özeti (alaadin senelden alintilar)
…………………
Özetle, neolitik köy toplulukları üretici ekonomiye geçmişlerdir.
Geçim biçimleri “bitkisel ve hayvansal besin üreticiliği”ne dayanmak
tadır.
Bu ve neolitik zanaatların ev ekonomisi zanaatları oluşları, neolitik
köyleri “kendine yeterli ekonomik birimler” durumuna getirmiştir.
Bu birimin içinde kadm-erkek ekonomik işbölümü dışında bir işbölümü,
bir uzmanlaşma yoktur. Neolitik köyler arasında da bir uzmanlaşma
yoktur, dolayısıyla ne iç ne de dış alışveriş vardır. Neolitik
ekonominin işlerinin çoğunu kadın üstlenmiştir. Kadın evin yöneticisi
olarak görünür; ama köyün yöneticisi değildir. Köy çapındaki savunma,
saldırı ve ortak çalışma işlerini erkekler örgütlemektedir. Bu işlerin
yürütülmesinde yaşlıların önderliği yetmiştir. Köyde bir siyasal
farklılaşma yoktur. Yerleşik oldukları için ve topraklarını, mallarını
korumak için, göçebe çobanlara kıyasla saldırmadan çok “savunma”
durumundadırlar ve savaşçı olmaktan çok “barışçı”dırlar. Bu koşullarda
neolitik köyün yaşam biçimi “kendine yeterli”, “içe kapalı”,
“eşitlikçi”, ve bunlardan dolayı da “durağan” bir ‘yerleşik koy yaşamadır.
“Toplumsal artı üretme gizilgücüne sahip” olduğu halde üretemeyişi;
bu eşitlikçi yapısının bir sonucudur ve durağan yapısının da bir
nedenidir. Kendi iç gelişmesiyle bu durağan yapısını aşabilme yeteneğinde
görülmez.(bu cok onemli bir tespit , yuzbin yil gecse dis mudahale olmazsa degismez demektir)
Childe’m üeri sürdüğü
neolitik ekonominin kendine yeterliliğinin onun bir çıkmazı olduğu
ve bu çıkmazın, çiftçilerin, kendi iç gereksinimleri üzerinde bir artı
ürün elde etmeye razı edildikleri ya da zorlandıkları zaman aşılacağı
biçimindeki yargıya katılmak durumundayız.
Özetle, neolitik çoban topluluklar da üretime geçmiş topluluklardır.
Geçim biçimleri “hayvansal besin üreticiliği”dir. Yaşam biçimleri
“göçebe çobanlık”tır. Çobanlığı üstlenen erkeklerin statüleri, açıkça
kadmlarınkinden üstündür. Ama neolitik çoban topluluklarda da bir
toplumsal, siyasal farklılaşma yoktur. Toplumsal yapıları “eşitlikçi”dir
Neolitik köylerden farklı olarak “kendine yeterli” değil; “kendine yetersiz”
bir üretim biçimleri vardır. Bu nedenle içe kapalı değil, “dışa
açık”tırlar. Ekonomik kendine yetersizlikleri bir çıkmazla karşı karşıyadır.
Öteki çoban topluluklarla değişebilecekleri şeyleri yoktur. Neolitik
köylerle vardır; ama onlar da kendine yeterli ve içe kapalıdırlar.
Bu durumda eksikliklerini, onlardan, “barışçı” yollarla sağlamak olanakları
yoktur, ya da azdır. Bu nedenle önlerindeki çıkmazı “savaşçı”
yöntemlerle aşma yollarını arayacaklardır
İster çiftçi ister çoban olsunlar, neolitik topluluklarm kendi iç gelişmeleri
ile ilkel topluluktan uygar topluma geçme yeteneğine sahip
olmadıkları anlaşılmıştır. Bu, kuramda, neolitik toplumun artı üretme
gizilgücüne sahip olduğu halde, bu gizilgücü toplumsal artı üretme
yolunda harekete geçirmeye elverişli bir toplumsal yapıya sahip
olmayışının gösterilmesiyle ortaya konmuştur. Eylemde ise, çağdaş ilkellerin
az sayıda avcı ve toplayıcı takımlar dışında, büyük çoğunluğunu
oluşturan neolitik topluluklarının, binlerce yıldır kendi çabalarıyla
neolitik ekonominin kabuğunu kıramayışlarmda gözlemlenmiştir.
Neolitik geçiş topluluklarının uygar topluma geçişleri, yapılarının
iç gelişmesiyle değil; doğal ve toplumsal dış etkilerle gerçekleşmiştir.( William sheakes peare yine William sheakespeare haaaa:)))
Neolitik çiftçi ve çoban topluluklar arasmda savaşçı ilişkiler asaldır.
Bu tür bir savaşçı ilişki, arada sırada yerleşik topluluğun zaferiyle
bitmiş olsa da, böyle bir zaferin onlara kazandıracağı birkaç tutsakla
birkaç silah, belki küçük bir sürü olabilir. Yenilen saldırgan göçebe
çoban topluluk çoğu kere belki bunları bile vermeden kaçacaktır.
Ama yaşam biçimlerinin farklılığından dolayı, çiftçi-çoban sürtüşmelerini
çoğu kere çobanlar kazanmış görünürler. Yenilen çiftçiler yenilen
çobanlar gibi kaçamazlar; kaçıp topraksız kalmaktansa topraklaçiftçi
çok olasıdır.
rında kalıp, boyun eğerek haraç ödemeyi yeğlerler.186 Yenen çobanların
önlerinde ise köyü, ambarlarını yağmalamak ve çekip gitmek, köy
halkmdan ellerine geçirdiklerini öldürüp topraklarına ve evlerine el
koymak ve bunu yapmayıp onları çalıştırarak yöneten bir egemen sınıf
olup yerleşmek gibi seçenekler vardır. Tarih boyunca her üç seçeneğin
de kullanıldığı görülmüştür. Ancak genellikle göçebenin göçebelikte
direndiği de görülmüştür. Vurkaçlar ve bir başka topluluğu
yok edip yerine yerleşmeler, yerleşik ülkenin topluluk yapısında büyük
değişikliklere yol açmış görünmez.187 Ancak üçüncü seçeneği kullananlar
ellerine böyle bir fırsatı geçirmişler demektir
Bir göçebe çoban topluluk bir yerleşik çiftçi topluluğu yağmaladıktan
sonra, ertesi yıllarda onu başka göçebelerin yağmalayabileceği
düşüncesiyle ya da başka düşüncelerle ayrılıp gitmek istemezse; ilk
birkaç kuşakta yerleşik toplulukla ne ekonomik bir işbölümüne gidebilir
ne de onun içinde eriyerek onunla bütünleşebilir. Çünkü çiftçilik
bilmez ve zahmetli çiftçilik işlerini yapmak istemez. Bu durumda çıkar
yol egemen bir askeri smıf olarak, onu öteki topluluklara karşı
korumak işleviyle yerleşik toplumun üzerine çöreklenmek ve ondan
toplumsal artı almaktır. Böylece bütünleşmeyi askeri-ekonomik işbölümü
sağlamış olacaktır. Bu, topluluğun yapısında askeri-ekonomik
farklılaşmadan tutun siyasal düşünsel farklılaşmaya dek bir dizi yapısal
değişikliklere yol açabilir.
Bilale anlatir gibi anlatmis Alladdin Senel herhalde Ingiliz edebiyati sever arkadas keyif alir okurken:)
Bazı yazarlara göre Sümer’de köyden kente, ilkel topluluktan uygar
topluma geçişi sağlayan gelişmeler bir istilânın başlattığı gelişmeler
değildir; öteden beri görülen kesintisiz sürekli bir evrimin sonucudur.
201 Küçük sulama tarımından büyük sulama tarımına geçilmiş olması,
gelen göçebe toplulukların neolitik çiftçi topluluklardan daha geri
bir kültüre sahip olup; yendiklerinin, izleyecekleri geçim biçimlerine
uygun kültürlerini benimsemeleri, kültürel süreklilik izlenimi verecektir.
Ancak bu kültürün bin yılda uygar topluma geçişi sağlayacak kadar
birdenbire hızla gelişmesi ve tüm Mezopotamya’yı kapsayan birörnek
bir kültür olması; neolitik köycüklerin kendiliklerinden gelişmelerinin
ürünü olarak açıklanamaz. Böyle bir açıklamanın karşısındaki
engel, kendine yeterli neolitik köylerin kendi aralarında binlerce insanı
bir araya getiren emekçi orduları oluşturarak yüzlerce köyü ilgilendiren
büyük çalışmaları nasıl örgütlendirebilecekleri konusudur. Onları
küçük sulama tarımından büyük sulama tarımına geçiren bir katalizör
olarak “fetih” ve onlardan olabildiğince fazla toplumsal artı sağlamak
için onları zorla çalıştıracak bir “egemen sınıf” olmadan, neolitik
toplumsal yapının topluluklar arası bu denli büyük bir işbirliğini
ve işbölümünü gerçekleştirmesi olası görünmüyor.
Alaaddin Senel
Zor tarihin ebesidir diyen Marx, hani su hic onunla celismedigi varsayilan Engelsin Duhring e karsi polemigini (zor konusunda) tekzip etmis gibi degilmi azicik:)
Belkide ekonomist oportonizmi, reformizmi,parlementarizmi, sosyal demokrasi yi, basimiza bela eden bu Engels iken Bernstayn i gunah kecisi yapmislardir `Devrimci Marxistler`:)
Genel oy hakkinin oldugu bir tarihsel dönemde barikat savaslari gibi askeri yöntemlerin devri gecti, haydi parlementoya diyen Engels degilmiydi? 🙂
AKP masası gitti, Necip geldi.
Bu sadece bir “tesadüf”le açıklanabilir mi?
Haydi ateistler bunu da açıklayın!
“Zor tarihin ebesidir diyen Marx”, Anadolu’da “zor kullandığı” için “Balkan Oligarşisi”ni suçlayan ve “Anadolu Oligarşisi”ne karşı zor kullanılmasına karşı çıkan Necip Bey’in kulaklarını çınlatsın!
İktidar Karşıtlarının İktidarı
Kendi fikirlerinin doğru, karşıtlarının fikirlerinin yanlış olduğu görüşünü başkalarına dayatan “iktidar karşıtları”nın bu sitede kendi iktidarlarını kurmalarına karşıyım!
Bu tahakkümcüler, sadece kendi bakış açıları olan “Necip Bey’in fikirlerinin yanlış olduğu” görüşünü herkese zorla benimsetmek istiyorlar!
Tıpkı, “burjuvazinin iktidarı”nı yıkıp “proletarya diktatörlüğü”nü kurarak kendi iktidarlarını dayatmaya çalışan “proletarya iktidarı” yandaşları gibi.
“İstanbul’da polis ve astsubay arasında silahlı kavga: 1 ölü 2 yaralı
Çekmeköy’de astsubay ile polis arasında çıkan silahlı kavgada bir polis öldü, polisin gardiyan olan eşi ve astsubay ise yaralandı.”
haberinin altındaki bir yorum:
“Para karşılığı yapılan hiçbir meslek kutsal değildir”
Öyleyse “kutsal melek” Bay Necip’in “kutsal mesleği” de bu sitedeki “tenvir ve irşad”larıyla herkese doğru yolu göstermesi değil midir?
Karistirilan seyler. Uygarligin ortaya cikmasi ile insan toplumunun ortaya cikmasi. Insan toplumunun ortaya cikmasi-ekonomik zorunluluk. Uygar toplumun ortaya cikmasi -ekonomik nedenin ortaya cikardigi toplumsal zemine ,ekonomi disi ( toplumsal yasam disi degil) dissal ZOR un ZORlayici müdahalesi. Insan toplumu Historia ile baslamadi Prehistoria ile historia insan toplumunun ortaya cikmasi, Uygar toplumun ortaya cikmasi karistirilinca
Bazilari bazi marxistler hatta Marx bile tarihi ezenlerin gözünden kavradi ben ezilenlerin gözünden kavriyorum diye , okumayan kitlesinin gözünde kendisini yücelten okuyan kitlenin aci aci gülümsemesine neden bir cümle etmisti Sayin Öcalan. Sonrasinda post modern zamanlarda onun Kadar ezilenlerin mücadelesini hep taktikler adina en ezenlerin Politik amacalarina sunan baska bir ortadogu politikacisi olamiyacagini gördük.
Bisikletiyle Türkiye turuna çıkan Frances Grier’in, Giresun-Dereli’de, Anadolu oligarşisi tarafından taciz edilmesi olayı:
https://www.instagram.com/p/BhChASLlji4/?utm_source=ig_share_sheet&igshid=1jxyp44ii5jcs
There’s the other side of solo female travel: the unpleasant, unwanted and downright scary side; the side we can’t photograph; the stereotypes prevailing which travel is there to break down; the side which stops us sleeping at night and sometimes wants us not go on in the morning.
There’s the two men in three days who have stopped me by the side of the road and suggested ‘You. Me. Sex’ but not known the word ‘hello’. The man who reached out and grabbed my bum when I cycled away from him. The man who leant out of his lorry to try to kiss me. The leers I get when I cycle through a rural town. And all of this when I am literally covered head to toe in mud and grease.
I attract these because I am a lone, western woman and, by comparison to the east, film and media portray us as loose and less moral. I want to say to these men ‘I am the same species as you. I don’t want to have to fear you. How would you feel if a man tried this with your sister or daughter?’
I hate that, after four weeks praising Turkey’s friendliness, kindness and hospitality, a few men in the north east have shattered my view of what has otherwise been an amazing country. I hate that I entered a village after one of these incidents and glared at every man who approached me. I hate how suspicious I was when a genuinely kind man in that village brought me a fruit juice, as so many of the generous and hospitable men in this country have done before. I don’t like looking at the world with fear.
It is hard for me to comprehend the way these men have approached me. All of this has been in four days on a mountain road that I have been desperate to get off so that I can feel safe again. It has been very tough. And that’s before I even mention the huge climbs, long distances and weather I have had to contend with. Isn’t my cycling route hard enough without this added as well?
This journey is more than just a cycling trip. Some days you need a game face just to set off in the morning.
Balkan oligarşisi, en azından hiçbir insanın birbirine cinsel münasebet anlamında sonsuz açlık çekmeyeceği bir özgürlük, oto-kontrol ve diyalog ortamı sağlıyor.
Anadolu oligarşisi ise, her insanın birbirine (hayvanlara bile) tecavüz etmesine kadar varan bir baskı ortamı kuruyor.
“Kötü” Balkan Oligarşisi ile “İyi” Anadolu’nun savaşında “Kahraman”lar sadece tek bir tarafta mı var?
“War! The Anatolia is crumbling under attacks by the ruthless Balkan Oligarchy. There are heroes on both sides. Evil is everywhere…”
Necip: Anti-Kapitalistlerin Kapitalizm’i bütün kötülüklerin kaynağı bir şeytan gibi görmesi çok çocukça!
Anti-Kapitalist: Necip’in Balkan Oligarşisi’ni bütün kötülüklerin kaynağı bir şeytan gibi görmesi çok çocukça!
İktidar Karşıtlarının İktidarı
Kendi fikirlerinin doğru, karşıtlarının fikirlerinin yanlış olduğu görüşünü başkalarına dayatan ‘iktidar karşıtları’nın bu sitede kendi iktidarlarını kurmalarına karşıyım!
Bu tahakkümcüler, sadece kendi bakış açıları olan ‘Necip Bey’in fikirlerinin yanlış olduğu’ görüşünü herkese zorla benimsetmek istiyorlar!
Tıpkı, ‘burjuvazinin iktidarı’nı yıkıp ‘proletarya diktatörlüğü’nü kurarak kendi iktidarlarını dayatmaya çalışan ‘proletarya iktidarı’ yandaşları gibi.
Yukarıda yazılanların tamamı yanlış.
Necip’in ‘fikir’leri yok. ‘Yok olan şey’in, doğruluğu veya yanlışlığı hususlarında hüküm bildirilemez. ‘İktidarın fikirleri’ni, Necip’in çeşitli şekillerde betimleyişi var o kadar. Kısaca: ‘İktidar’ ne derse, ne yaparsa, Necip, bütün bunları betimlemekle yükümlü bir şahıs o kadar, ötesi yok.
Necip’le yazışan kişi ise, hiçbir iktidarı savunmuyor, desteklemiyor. Dolayısıyla, ‘iktidar karşıtlarının iktidarı’ söylemi, kof polemik yaratma çabasıdır, bu çaba beyhude bir çabadır.
Şu tespitler dikkatli okunmalıdır, anlaşılmalıdır:
Necip Türkiye’de yaşadığı için, Recep Tayyip Erdoğan’ı destekliyor.
Necip ABD’de yaşıyor olsa idi, Donald Trump’ı desteklerdi.
Necip Stalin döneminde yaşamış olsa idi, NKVD’nin en yetenekli ve Stalin’e en sadık ajanlarından biri olurdu.
Sadece ‘siyasi iktidar yancılığı’ kısmında değil, hayattaki diğer ‘iktidar yapıları’ arasında da Necip daima iktidarı savunur. ‘Patronların iktidarı’, ‘erkeklerin iktidarı’, ‘dinci tahakkümün iktidarı’ gibi. Eğer ‘iktidar sarkacı’ başka yönlere savrulursa, Necip bu kez, ‘işçilerin iktidarı’nı, ‘kadınların iktidarı’nı, ‘ateistlerin iktidarı’nı savunur.
Necip, ‘iktidar’ı korumak, savunmak uğruna, milyonlarca, milyarlarca insana şiddet uygulamayı (ve hâttâ öldürmeyi) göze alacak kadar gaddarlaşabilir.
Fakat Necip’le yazışan kişi, sırf ‘medeniyete karşı’ olduğu için, Necip kadar gaddarlaşmaz. Daha açık ifade etmek gerekirse, Necip’le yazışan kişinin ‘medeniyet karşıtlığı’, sadece bir çocuğun masanın üzerinde duran bir bardağı düşürüp kırabileceği kadar tehlike barındırır o kadar. Cam kırıkları gözüne isabet etmezse, birkaç saniyelik şok ve belki ağlamayla olay unutulur.
Necip, en tehlikeli ve sinsi kişidir. Necip’e karşı mücadele edilmelidir.
“Balkan oligarşisi, en azından hiçbir insanın birbirine cinsel münasebet anlamında sonsuz açlık çekmeyeceği bir özgürlük, oto-kontrol ve diyalog ortamı sağlıyor.”
Uca dag basinda ayagina huri gondermek gibi mi, mesela?
Balkan oligarşisi, hiçbir dağın başına hiçbir kişiyi gönderip göndermeme talimatını vermez. Balkan oligarşisi, insanların hem birbirleriyle hem diğer varlıklarla kurduğu ilişki ve iletişimde özgürlük, oto-kontrol ve diyalog ortamı sağlar.
Anadolu oligarşisi ise, öğrenci yurtlarındaki taciz ve tecavüz olaylarının yaygınlaşmasına imkân sağlar, Özgecan Aslan’ın öldürülmesinin yolunu açar, Frances Grier gibi gezginlerin taciz edilmesi için elverişli kültürel iklimi oluşturur.
Necip Bey’in – birbiriyle uyumlu – iki görüşü:
1)
Asya’da, tarihteki bütün diğer feodalizmlerden farklı bir “Asya Üretim Tarzı”nın varolmuş olduğu görüşüne katılmıyorum.
Dolayısıyla, “Asya Üretim Tarzı” denen şeyin diğer coğrafyalardaki feodalizmlerden temelde farklı olmadığını (örneğin, her ikisinin de kapitalizme ilerlemenin önünde engel olmadıklarını) söyleyenlerin doğru söylediği görüşündeyim.
2)
Anadolu’da, TC’deki bütün diğer iktidarlardan farklı bir “Balkan Oligarşisi iktidarı”nın varolduğu görüşüne katılıyorum.
Dolayısıyla, “Balkan Oligarşisi iktidarı” denen şeyin diğer TC iktidarlarından temelde farklı olmadığını (örneğin, her ikisinin de işçi ve emekçiler, mağdur azınlıklar, muhalif, devrimci, özgürlükçü aydınlar gibi ezilenlere karşı sınıfsal tavırlarının aynı olduğunu) söyleyenlerin yanıldığı görüşündeyim.
Balkan Oligarşisi zaten iktidarda.
Çünkü iktidarın iki koalisyon ortağından biri:
AKP + TSK = AKK
Diğer bir deyişle:
Anadolu Oligarşisi + Balkan Oligarşisi = ANAKAN Koalisyon Oligarşisi
Kısaca:
Muhammedmustafaizm + Mustafakemalizm = Muhammedmustafakemalizm
Eğer Dersim katliamını 1938’de Balkan Oligarşisi değil de 2018’de Anadolu Oligarşisi yap[ıyor ol]saydı, Necip’in bu konudaki tavrı çok eleştirdiği Özdemir İnce’ninkiyle aynı olurdu.
269 ve 270 arkadaşları tam anladım diyemem, temelde biraz benim ileri sürdüğüm ve artık doğmayan bebeklerin bile bilmesi gereken Medeniyet’in Orta Doğu’da doğduğunu destekler gibi. Ama bu site hilkat garibleriyle dolu olduğundan pek emin değilim.
Fikir ve düşüncelerin en ucuz meta olduğu bir çağda konuyu bile anlamadan hoplayıp zıplyanlarla uğraşmak çok yorucu.
Zileli gibi fiyakasından geçilmeyen biri bile dediklerimi eski solcu kafasıyla anladı, anladığını sandı, hiç bir şey anlamadı ve nihayet işi pişkinliğe vurdu. Site, haberlere din gibi sarılan karalar karası cahillerle dolu, ama Zileli bana 19. yüz yıl bilgili/cahil, haberlerden habersizler cahildir huu huusu çekti. Eğer tarihe biraz alttan baksaydı, daha henüz kendisi gibi beyni yıkanmamış cahil halkın mahalle dedikodusuyla salt güçlülere yarayacak haberler arasındaki farkı gördüklerini bilir susardı.
Benim en derin inancım: Anlam, istisnasız bağlama bağlıdır.
Bağlamı bilmeyenler, özellikle İnternet ve Sosyal Medya ile sonsuz artan, bilgi diye satılan enformasyonun yaptığı hasarların kurbanları gevezelikleriyle insanı bıktırıyor. Bence aynı şey kara cahil Necip için çok geçerli: Cahilliği en büyük silahı. Tıpkı “eğer İncil’de veya Kuran’da yoksa, doğru olamaz.” diyen bir yobaz. Soytarı, kendi ‘İncil + Kuran’ını ardarda yumurtladığı altın yumurtalarla yazıyor!
Kaç defa ispat edilebilir matematik veya doğa bilimlerinde yumurtalarını çıkarması için meydan okudum, o da tıpkı Zileli gibi işi pişkinlikle kapatıyor.
Medeniyet kavramı bağlamını önce bir örnekle açıklayayım.
Marc Bloch ve Lucien Febvre Brüksel’e bir tarih conferansına giderler. İkisi arasında, aşağı yukarı, şu konuşma olur.
Febvre: Hadi bir şehri dolaşalım.
Bloch: Biz buraya Avrupa tarihinde Belçika’nın yerinin konferansına geldik. Şehir dolaşmanın anlamı ne?
Febvre: Şimdiyi bilmezsek eskiyi bilmek ço zor!
Yani ve basitçe MEDENİYET bağlamı: ŞİMDİ ve BURADA.
Ben Çinlilerin ve diğer Doğu Asya ülkelerinin robot olma isteklerini, Türk solcularının Marks gibi birine yapışıp kalmalarını, Trump’ı, Mavi gözlü sarışın Avrupalıların evreni yarattıklarına inanışlarını, Türklerin sarışınlaşmasını, daha MS 4. yüzyılda Kuzey Afrika ülkelerinin Avrupa’dan sarışın saç ithalinin günümüz enerji ithali kadar yaygın olduğunu, bir kelimemi bile anlamadan bana cevap yazanları veya akılları sıra hakaret veya alay edenleri, Necip ve benzeri yaltakçıları … anlamaya çalıştığımda fıtrat, allah, genler, biyoloji gibi enayilere yutturulan derin bilgileri helaya atarım. Ölümden, daha doğrusu ayıp donu ile saklanan paradan, başka her şey yalan ve benzeri eğer evren var olmasaydı bile doğruluğu veya yanlışlığı ispat edilemez soytarılıklarla kafamı yorarım. MEDENİYET hakkında bildiklerimi kurcalarım. Medeniyet içinde şahane hocalarım oldu. Diğer sayısız ve paha biçilmez bilgileri sarışınlarla tanışan ilkellerden öğrendim. Yani, ben içinde debelendiğimiz b*kluğu anlamada onlara çok borçuyum. Hatta bu sitede söylemek istediklerimin özü de bu. Ama tabii amacım koca kelle büyük beyinliler gibi BİLGİ FETİŞİNE övgü de değil. Söylediklerimi salak solcu at gözlüğü, ırkçı ruhla bakanlardan nefretim ve kızgınlığım bunu fazlasıyla kanıtlar. Ölüme tapanlara tapanlar bende tiksinti yaratıyor.
Bu büyük beyinli, saray etrafında büyümüş solcular “Eros and Civilization”, “Love Against Death” gibi en ünlü eserleri bile okuyup uyanmamışlar.
Benim için MEDENİYET, neolitikle başlayan ve Sümer ile kendine gelen, içinde bulunduğumuz dünyanın aynada imgesi, yansısı.
Eğer bu sitedeki sarışınların allahları onların kulaklarına başka masallar fısıldamışlarsa, Medeniyet’i aya giden sarışın Amerikalılar getirdi, Marks amca dirildi ve “20 milyon önce Medeniyet’i emekçi sınıfı yarattı ama sarışınlara kaptırdı” deseler bile benim dediğim değişmez. İnanan salakları ancak ve ancak Orta Doğu’da doğan MEDENİYET ile anlarım.
Devlet, ordu, vergi, tapınak, günümüz profesörlerinin ataları tapınak/özgür ve köle üniversite rahipleri, fahişelik mesleği, ticaret ve tüccarlar, banka ve kredi sistemi, insanların bir b*k yediklerinden dolayı cenneten atılmaları, Gılgamışın medeni/yabani parçalanmasından tedirginliği ve günümüz insanlarının aynı hasreti ve kafayı yemeleri, zamanın tek yönlü olup kralllar ve esnafların Marks amcadan duyarak durmadan değiştirdikleri dünyada yeniliklere doğru koş allah koş yorgunluğu ve STRESİ … Zileli amcanın büyük beynine bir türlü girmeyen o yeniliklere kavuşacak GENÇLER saplantısı işte bu koşturma. Böyle bakınca aslında Necip ile hiç farkı yok ama o ayrı bir konu. Neyse listeyi uzatmaya gerek yok. “SÜMER IS NOW” içerikli sayısız kitaplar var.
Teknik alanda daha henüz tam bir anlaşmaya varılmamış olan Amarika’da “bulunan” medeniyetler. Hatta bu anlaşmazlık, Medeniyet’in tek bir defa doğup doğmadığı sorunuyla ilgili. Sakallı erkekler ve denizden gelip reform yapmak isteme efsaneleri, Vinland ve çok daha önemli Pasifik Okyanusu’nda çok uzun yıllar arı kovanı gibi ticaret olduğu şimdi biliniyor. Pasifik’de cirit atan tüccarlar Aztek, Maya ve İnka’da da sulh ve güvenlik sağlayan İktidarlara ihtiaç duymuş olabilirler. Eğer gökyüzünde güçlü biri düzen kurmuşsa; yeryüzünde, geldikleri yerlerde halk arasında adı “şişko” olan, bir güçlü, düzen kurmuşsa, buralarda neden olmasın? Değil mi ama? Tek eksik olan Necip’in savannahları ve tek başına gezenler. Tüccarlar sulh düzenini, düzenli düzeni ve güvenli düzeni severler. Hatta savaş, ticaretle olmayanın şiddetle yapılması olarak da bilinir.
Okyanusadaki vızıldayan tüccarları anlatan kitap: Bentley ,Oxford Handbook of World History
Not: Kitapta Marks amcanın amcası Hegel’in ırkçılığından tut insan hakları ve demokrasi telif haklarını elinde tutan sarışınların yalancılığına kadar soytarılıklar belgelerle sergilenir
Benden not: Bu sitede çok daha ucuz ruhlu, Zileli ve Necip ve Hortlak en başta, ırkçılardan daha üstün beyinli Kant’dan Victor Hugo’ya kadar sayısız örnekler verebilirim. Hatta ben, bilimsel bulguları pedogojik amaç dışında kullanılan her mataforda pis ruhluluk olabilir diye daha dikkatli okurum.
Geleim size: “268 İktidarı savunan üslup – İktidara karşı fikirler”
“Necip’le yazışan kişi ise, ‘her tür iktidara karşı’dır.” demişsiniz. Hoşuma gitmedi diyemem ama bir düzeltme yapmak isterim. Eğer siz de ‘İktidar’ lafıyla bu sitedekiler ve özellikle Necip gibi yobazların anladığı şekilde bebeğinden izin almadan memesini ağzına koyan anada bile iktidar bulan gerçek anarşist değilseniz, başlangıcı ve tarihi ne olursa olsun, günümüzde Devlet ve Kapital denilenin her canlı ve cansız varlığı ayağının altında çiğneyen, bu site yobazları ve benzerlerini ağızlarıyla çiğneyip arkasından veya ağzıyla çıkaran, yaşayan-ölü mucizesinden söz ediyorsanız, dediğiniz doğru ve katılıyorum. Bana göre bu sitede daha İktidar’ın yaşayan-ölü olduğunu anlayacak kimse yok. Hele işiten Necip, İbrahim, Demir Büyükaydın ve benzerleri gibi modern doğal bilimi sapına kadar bilen bir aydın ise, forget it!
Eğer ben yarın Türkiye’ye gelsem ve sizin yardımınıza ihtiyacım olsa, sözünüzü kelimesi kelimesine dinlerim.
Bildiklerimi benden çok daha iyi bilenlerden öğrendim.
Sanırım binlerce misaller olduğunu siz de biliyorsunuz.
Beni kusturan şu: Dünyanın neresinde yaşadıysam yaşayayım, sizin dediğiniz veya benim dediğim anlamda İktidar’ın sonsuz kölesi olanların benden sonsuz daha İktidar’a karşı olduklarını gördüm. Bu sitede bana saldıranlar öyle. Özellikle Necip, Zileli, Hortlak ve benzerleri. Ben Necip gibi sapına kadar anarşist görmedim desem yalan ama pek de yalan değil. Herif “kaynayan suya elini sokma diyen” bir anne ve babada bile İktidar bulacak kadar kafayı yemiş ama üslubu orta sınıf süt çocuklarının hoşuna gider ve yeter de.
Not: Howard Zinn’den okuduğum tek eser, okuduğum ve çok sevdiğim benzeri diğer tarih kitapları gibi, “A People’s History of the United States”.
‘Changing Minds, One at a Time’ eserini daha önce de tavsiye etmiştiniz, okumadım ama bu defa okuyacağım.
Benim size bir tavsiyem var. Necip, Zileli, Hortlak, Türk Marksist solcuarı gibi ancak elektronik mikroskopla görünebilir cücelerin beynine DAHA YENİ ve DAHA CESUR DÜNYA sokma zamanımız muhabbet tellaklığının birini anlatan kitap. Yazı, benden çok daha şiddetle ama güzel üslupla yazılmış. Yazar bu insan harabelerinin beyin emarlarını bakıp yorumlamış.
Kitap: Anthropocene_More_like_Capitalocene.pdf
Şimdi de benim Medeniyet lafımı hiç anlamayanlar arasında tek dikkate değen ile ilgili düşüncelerim.
Tavsiye edilen kitap: İ l k e l T o p l u l u k t a n U y g a r T o p l u m a
Geçiş Aşamasında Ekonomik Toplumsal Düşünsel Yapıların Etkileşimi, ALÂEDDİN ŞENEL
Sevdiğim bir laf var, iç ve dış (peri masalalları ile ilgili) : “öğretmen bir şey söyler, öğrenci başka bir şey anlar.
Ama önce gülelim, Necip’i, öğrencileri ve bu sitenin %90’ını taklit edeceğim: İç ve dış, matematik ve fizik ve astronomi gibi salt Zileli, Hotlak ve Necip ve İntenet+Televizyon seyicileri ve Marksist diyalektiçileri büyük beyinlilerin anlayabileceği kavramlardır. İç dıştır, dış içtir. Ne dışı ne de içi olan şeyler vardır. Eğer evren, Zileli, Hotlak ve Necip ve İntenet+Televizyon seyicileri ve Marksist diyalektiçileri gibi gittikçe biz tüketiciler gibi yiyip yiyip şişiyorsa nereye şişiyor? Evren her şeyse, dışı nerede? Türk araştımacı tarihçilere göre Marko Polo makarnayı Çin’den İtalya’ya değil, İtalya’dan Çin’e götürmüş. Daha dün Sosyal Medya’da okudum. Eskiden tuvalete bile arabayla gitme iyiydi, ama daha dün çok büyük beyinli bir Türk doktor şeker ve kalp hastalıklarını önlemek için tuvalete bisikletle gitmemizi tavsiye ediyor. “
Daha ciddi bir iç dış gafleti.
Roma sınırlarındaki Almanlar çocuklarını Necip ve Zileli gibi saraya aday olsunlar diye tahsil için Roma’ya gönderirlerdi.
[Daha sonra olanlar daha da acı. Marc Bloch: La Société féodale, 2 vol. (2 cilt) (1939-1940)
Roma’yı yıkan Almanların Kilise ve Roma kalıntıları tarafında evcilleştirmelerini hemen hemen günden güne takip eden şahane bir eser.]
Türkler ve Berberler hem düşman hem hayran oldukları Müslümanların önce koruyucu köpekliğini yaptılar sonra da saraya girdiler.
Aztekler aynısını çok daha sofistike ama darmadağın olmuş Olmek ve Toltek’lere yaptılar.
Akkadlar Sümer’e saldırdı ama Medeniyet nimetlerinin fena olmadığını hemen gördüler. Bu sitedekiler gibi Medeniyet şakşakçılarına beyin ve beceri seviyesine göre adaletli bir şekilde kemik atacaksın, gerisi kolay.
Orta Asya çoban toplumları, bu sitedeki Medeniyet, Bilim, Teknoloji, Bilgi, Özgür Üniversite Bilgisiyle gözleri kamaşanlar gibi Orta Doğu’nun prestiji ile gözleri kamaştı. Aynı zamanda Necipler gibi alkışladılar veya Zileli ve site solcuları gibi mızmızlık edip durdular. Bu Avrasya kır çobanları Orta Doğu Medeniyet’ini ta Çin’e kadar taşıdılar (Pekin’in eski ismi Beş Balık.) Orta Doğu Medeniyet’inin mitleri sadece g*tü b*klu çobanlar da değil, en sarışın olan çoban toplum Greklerde bile apaçık. Daha sonraki zamanları inceleyen “L’Empire des steppes”, René Grousset okumaya değer.
Not: Greklere çoban toplum dedim. Hemen bir salak çıkar, Özgür Üniversite veya Sosyal medyada öğrendiği Greklerin yerleşik toplum olduğu ve dolayısıyla tarihin çok önemli olgularını dışladığım için beni azarlayacağından korktum. İnsan bu kadar alçalmış. Sonsuz cahillik, cahillik ölçüsünde bilgi olmuş.
Daha henüz çok az okudum ama Şenel okumaya değer biri ama aynı zamanda okuyanların çok zengin bir ormanda kaybolup ormanı görmemeleri de çok mümkün.
Ben de Şenel’in kitabına daha başladığımda “1. Biyolojik Evrimden Toplumsal Evrime 34” bir bölümü başlığını görünce uyuz oldum. Ben olsam 1. Toplumsal Evrimden Biyolojik Evrime” derdim, düşündüm. Ama sonra okuyunca beni uyuz edenleri tanıdığını ve tam tersini veya ikisi arasında iç içe girmiş ilişkiler olduğunu, Necip gibi taklitçilere kıyasla seviyeleri çok daha yüksek sarışın sosyobiyolojistlerin “yanlış” olduklarını bilim adamına yakışır uslulukla uslubuna göre söylediğini gördüm.
Kitap sayısız okuduğum kitaplarla dolu ve okuyup bana haddimi bildirenin asıl konuyu bilmediği belli.
Çok az isimleri tekrarlayacak ve asıl konuyu bilenlerden en son birinin yazdıkları ile bitireceğim.
Ama önce hiç değilse, “Lucien Febvre: Civilisation. Évolution d’un mot et d’un groupe d’idées, Paris, 1930, 56 p.” okunsa, konunun neden bilenler arasında bile benim basitleştirdiğim kadar basit olmadığı anlaşılır.
Şenel’in sık sık kullandığı yazarlardan Leakey’in ‘Making of Mankind.pdf’, sayfa 206’da sarışınların sevgilisi verimsiz cehennem “The Fertile Crescent” ne Asya’da, ne Kafkasya’da. Orta Doğu’da. Leakey Medeniyet’e geçişie o sayfada balar.
Sanırım “yiyecek azlığı” ve “yiyecek çokluğu” temelini Şenel de kabullenmiş. Bu yiyecek peşinde koşturma Allah’tan bile güçlü ve Allah gibi bol süt veren sütü bitmez ineklerden biri.
Gene yanlış anlaşılır diye ekleyieyim. Bunun bilimsel doğruluğunu veya yanlışlığını ben Özgür Üniversite büyük beyinli ciddi araştırmacılara bırakırım. Benim tuhafıma giden kimsenin “ulan zaten bizi BU HİZAYA SOKMUŞ, yoksa bu Marks amcanın altın yumurtası teori-praksiz, yemesen olmaz, yersen ayvayı yersin, bütünlüğü mü?
Bir inci: S. Kramer’in ‘History Begins at Sumer 1956’ (tabii beni azarlayanlara göre asıl Sümer aslında adı Sümer olan başka bir Sümer.)
İki inci: Henri Frankfort’un ‘The Birth of Civilization in the Near East 1950’ ve ‘Before Philosophy 1946’ ve Kingship and the Gods. A Study of Ancient Near Eastern Religion as the Integration of Society and Nature (1948)
Her üçünde de Frankfort, Necip’ten aldığı arabayla asıl doğum yeri Kafkaslar veya Asya‘ya giderken araba bozulmuş, Orta Doğu’da yarı yolda kalmış.
Gordon Childe:The_Dawn_of_European_Civilizatization.pdf
Bu herif kadar tight as* Marksist (daha sonra komünist) bulmak zor ama neolitik devirle Medeniyet Orta Doğuda başladığına ilk dikkat çekenlerden.
Şenel’i anlamadan, gönderme yaptığı sayısız kitaplara bakıp konunun ne olduğunu bile merak etmeden sadece bana cevap vermek isteyenlere en az 20-30 kitap ismi daha verebilirim, ama gereksiz. Eğer ben yazılarımda terbiyesizlik ediyorsam, sanırım bana hak verisiniz, diğer yazılarıma bakmadan, bana Medeniyet’e saplantımın nedenlerini bile sormadan beni küçük düşürücü bebek konuşmalar da terbiyesizlik. Daha da kötüsü, herifler televizyon kanal değiştirme yeni biyolojik mutanlar. Hiç değilse iphone veya smart phone gibi zımbırtıların insan beyninde hasar yaptığı kanıtlandı. Epigenetiğin hız alışı boşuna değil. Bu konulara değinilmememsi bile bu sitenin 19. yüz yıl fosillerinden oluşuğunu fazlasıyla kanıtlar.
Son bir katkım. Şenel Marshall Sahlins’in “Stone Age Economics: Age of (yiyecek) Abundance 1972.” bile referans olarak vermiş. Salt bu kitap bile okunsaydı konunun ne olduğu anlaşılırdı gibime geliyor.
Ve nihayet, sayılarda yanılmıyorsam Orta Doğu’da 30-40 yıl kazı ve araştırma yapan, ama Şenel’de görmediğim Jacques Cauvin
Jacques Cauvin: Naissance des divinités, naissance de l’agriculture. La Révolution des symboles au Néolithique
Jacques Cauvin: The Birth of the Gods and the Origins of Agriculture.pdf
Jacques Cauvin_Neolithic in the Near East_Oxford.pdf
Domestication and early agriculture in the Mediterranean.pdf
The Revolution of the Symbols, https://en.wikipedia.org/wiki/Jacques_Cauvin
Son söz: Eğer yanılmıyorsam siz bana bir zamanlar, aşağı yukarı “Kapitalizm ile her şey mümkün” demiştiniz. Ben daha çok “Kapital ile her şey mümkün” lafını tercih ediyorum. Kapitali işletecek Necip, Zileli, Başkaya, Hortlak, D. Büyükaydın ve benzeri binlerce ama bunlardan çok daha büyük beyinli Amerikalı, Çinli, Avrupalı, Japon, Hindistanlı, Rus dahiler var. Önemli olan işletecek nesne olması. Ama bu ince eleyip sık dokuma hariç o zaman dediğinize, yine bağlamdan dolayı, kuşku ile bakmıştım ama şimdi tamamıyla katılıyorum.
Medeniyet lağımlarındaki sıradanların zaten dertleri başlarını aşkın. Onlar için tek kalan şey ÜMIT. “Kapital veya Kapitaizm ile her şey mümkün” bu sitede devasa büyük beyinleriyle Medeniyet’i alkışlıyanlara çok daha yakışıyor.
************************254*********************
Tum sinifli devletli toplumsal formlarin (kapitalizm dahil) ortaya cikisinda , ic dinamigin uzun evrimi birikimi disinda , dissal bir müdahale ,ilkel birikim, dönemi bulunur.
“Her cocugun ortaya cikisinde, ic dokuz ay birikimi disinda, benim ilkel sperm birikimimle disdan iceri girme donemim bulunur.”
254 Anonim
Kotu haber: Yeni arastirmalara gore ‘kadin spermi’ ve ‘erkek yumurtaları’ mumkun. Bu sitede Necip adli bir erkek oglu erkek hayati boyu yumurtlamis.
**********************************************************
255 Anonim 2 Eylül 18 / 10am
“Asya ve Kafkasya dan gelen kavimlerin mezopotamya ya coreklenmesi olmadan köleci toplum, karanlik (kahramanlik cagi) cagda kita yunanistanini isgal eden akdenizli kavimlerin yoklugunda yunan medeniyeti, germen barbarlarinin yayilmasi olmaksizin feodalizm, yeni dunyanin kesfi ve yagmalanmasi olmaksizin sanayi devrimi ve kapitalizm mumkun olamazdi.”
VE
“Allah kahretsin, basimiza ne b*k gelirse disardan geliyor. Ama diger yandan, hayat bile baska gezegenlerde basladi, sonra dunyaya geldi. Her seyde bir hiyar vardir.”
255 Anonim
*******************************************
257 Anonim 2 Eylül 18 / 10am
Sinifli devletli toplum demek olan uygarlik, insanin ekonomik faaliyetinin direkt bir sonucu olarak dogmadi, ekonomik faaliyet disi zor ile baskalarinin ekonomik faaliyetinin ürününe el koymakla dogdu.
“Allah kahretsin, basimiza ne b*k gelirse disardan geliyor. Ama diger yandan, hayat bile baska gezegenlerde basladi, sonra dunyaya geldi. Her seyde bir hiyar vardir.”
257 Anonim
Güçsüz, karşı cins karşısında iradeleri zayıf ve duygularının esiri olan, dolayısıyla ileriyi göremeyen miyop erkekler, onlara bakarken sadece balıkları görürler, o balıkların yüzdüğü suları değil.
Şöyle ki;
Bugün – özellikle bugün ve en ileri ülke ve bölgelerdeki, hele oralardaki en genç kuşakların girdiği sularda – cinsellikleri sayesinde istedikleri yere yüzebilenler, yarın o cinsellikleri tükenince sudan çıkmış balığa döneceklerdir – üstelik, kendileri açısından tamamen tükeneceği zamandan çok önce karşılarındaki kişi açısından tükenebilir. Başka bir ifadeyle; bugün çok iyi gülüyor olabilirler. Ama son gülen iyi güler.
Duygular yerinde ve dengede oldukça güzeldir. Duygusuz bir makine olmak da, duyguların esiri olmak da istenmeyen sonuçlar getirebilir. Bu sonuçlardan korunabilmenin yolu onları kontrol edebilmekte.
‘Komprador’ kelimesinin mensei Potekizce imis. ‘Satinalmaci’ (ya da daha eski dille, ‘mubaayaci’) anlamina gelirmis.
Biraz daha bakininca, bu kelimeyi Komunist literature Mao’nun dahil ettigini goruruz.
Somurunun daha rafine ve daha etkili yollarindan birisidir: Yabanci ortaklik/sermaye, bir ulkeden tedarik edecegi mallari (ya da, belki de, hizmetleri de) dogrudan dogruya kendisi degil de, bir araci uzerinden yaptiriyor.
Bunun daha fiyakali ismi de ‘purchasing agent’ oldu zamanla.
Turkiye’de yakin donemde (tekstil sektorunun hayatta oldugu yillarda) bu isi yapan burolar filan vardi.
Buyuk yabanci gruplarin vercegi siparisler bunlara gelir, bunlar da –piyasayi bildikleri icin– kime hangi isi yaptirtacaklarina, kaca yaptirtacaklarina vs karar verirdi.
Hangi ulkelerle ticaret yapilacagi ve bu ulkelere hangi maldan ne kadar satilacagi (kotalar) filan gibi seylerle kisitlanmisken, dar (ve giderek de daralan) bir havuzdaki baliklar, guya serbest rekabet varmis gibi, can havliyle rekabete zorlanirdi.
Tekstil sektoru sizlere omur olunca, bu taifenin de geregi kalmadi.
Ote yandan, Mao’nun bahsettigi ‘komprador’luk tabii ki Cin olceklerindedir ve esasen Cin ahalisinin kanini emmistir.
Kumanda ettikleri ekonomik buyukluk sayesinde, siyasi oyuncu (‘siyasi cogunluk’) da olmus, hukumetlere isteklerini dikte ettirmege baslamislardir.
Tabii, ‘komprador’ denen sey sadece Cin’e has degil.
Somurunun sozkonusu oldugu her cografyada –Hindistan’indan tutun, Afrika’sina kadar– her yerde vardir.
Hindistan’daki British Raj, bir baska ornektir ve ‘komprador’lar onun kucuk bir parcasidir sadece.
Diger ilginc orneklerden birisi de, Rodezya’dir (Rhodesia; simdiki Zimbabwe). Klasik bir fetih/isgal sozkonus olmaksizin, beyaz adam, ulkenin butun ekonomik faaliyetini elinde tutar.
Bugun, Zimbabwe, kani emilmis bir ahali olarak ayakta kalmak icin ugrasiyor. Basarili olacaklari da kesin degil.
Neyse.
Donelim bizdeki ‘komprador’ konusuna..
Bu, 60’li 70’li yillarda, ‘komprador burjuvazi’ terimi olarak hayli konusulan bir konu oldu. Atilla Ilhan, mesela, bunu gundemte tutmak icin oldukca gayret sarfetti.
Fakat, ‘komprador burjuvazi’ diyerek, daha cok gayr-i Muslimler kastediliyordu. Ticaret hayatimizi elllerinde tutanlar onlar oldugu icin, oyle gosterildigi icin, o taife elestiriliyordu.
Bence o analiz eksik idi. Daha dogrusu, eksikten cok hedef sasirtmak icin kullanilir oldu.
Cunku, evet, gayr-i Muslimler ticaret hayatimizda cok yuksek bir agirliga sahiptiler; ama, ‘komprador burjuvazi’nin hem tamami degildiler, hem de o gida zincirinin en tepesinde yer aliyor degildiler.
En tepede, askeri ve sivil burokrasinin de sahibi olanlar vardi ve bunu konusan yoktu.
Bu konuya doneriz.
Simdi, bir de bizim baska yerlerde olusturdugumuz ‘komprador’lara bakalim.
Biz derken Osmanli’yi kastediyorum; ve, en iyi (hatta, tek) ornek de Balkanlardir.
Osmanli, Balkanlari fethetederek ele gecirdigi halde, oradalarda klasik fetihci gibi davranmamistir.
Yani, Balkanlarti ‘hersey devletin mali, herkes de bir cesit kiraci/icarci’ seklinde yapilandirmadi Balkanlari.
Ozel mulkiyet hakki verdi.
Bunun karsiliginda da, Balkanlardaki uretime ‘narh’ (‘TAVAN fiyat’) uyguladi.
Buyuk toprak sahipleri, yerel ahaliyi calistirip urettigi urunu Osmanliya (Osmanlinin belitrledigi fiyat uzerinden) devrediyordu.
Bu, ustu ortulu bir ‘komprador’ duzeni idi.
Az ya da cok kar ediyorlardi; ama, topragi beles aldiklari icin, ayrica devletin de korumasinda olduklari icin, sikayet edecek halleri de yoktu.
Daha sonralari, Osmanlinin ekonomik durumu kotulesince, ‘narh’lar dusunce ve odemeler de aksayinca, tabii ki hosnutsuzluklar ortaya cikti.
Bunu telafi etmek icin, artik maddi imkanlari hayli artmis olan Avrupa ile ticaret yapmaga basladilar.
Bu iyi idi, hostu da, Avrupa’nin baska planlari vardi: Maliyeti daha da dusurmek icin, araciyi aradan cikarmak..
Oyle de oldu. Kanli bir surec sonunda bir cok bagimsiz ulke peydahlandi. Bu surecte, her zaman oldugu uzere, Anadolu insani asker olarak kullanildi ve harcandi.
Kaybettikleri asikar hale gelince, Balkanlardaki ortulu kompradorlar, piliyi pirtiyi toplayip ‘vatan’a donduler.
‘Balkan Oligarisisi’nin baslangici bu noktaya dayanir:
Daha onceleri Balkanlardaki ‘komprador’ rollerini, bu defa da, Bati’nin/Avrupa’nin Turkiye’deki ‘komprador’lari olarak devam ettirdiler.
Bu, onlar icin, son derece dogal idi: Turkiye’yi, Turkiye halkini tanimiyorlardi. Buna karsilik, daha onceki tecrubelerinden, Avrupa’yi/Bati’yi taniyorlardi.
Karsilikli olarak birbirlerini biliyorlardi.
Turkiye’de bir tur Rodezya kurmak icin diger sartlar da musaitti. Istifade ettiler.
‘Komprador burjuvazi’ tartismalari ise, iceride rekabet edebilecek unsurlarin tasfiyesi amaciyla kullanilan, gayr-i Muslimleri kurtlarin onune atmak altyapisini saglayan iblislestirme faaliyetleriydi.
Bu, gayr-i Muslimlerin ‘komprador’ olmadigi anlamina gelmiyordu, tabii ki. Ama, ‘bir ipte iki cambaz oynamaz’ prensibi geregi tasfiyeleri elzemdi.
Yapildi.
‘Balkan Oligarsisi’nin ziyadesiyle ozetlenmis tarihcesi budur.
Neyin tartışması yapılıyor?
Bir tarafta tamamen kötü olan medeniyet ve medeniler, diğer tarafta o kötülüğün dışında kalanlar var. Her şey sadece bundan ibarettir.
Tartışılacak, söylenecek yeni bir şey mi kaldı?
Sayfalarca 2×2=4 diye yazıp boşa zaman harcamaya değer mi?
289. yorumcuya:
Bazı yazarlara göre Sümer’de köyden kente, ilkel topluluktan uygar
topluma geçişi sağlayan gelişmeler bir istilânın başlattığı gelişmeler
değildir; öteden beri görülen kesintisiz sürekli bir evrimin sonucudur.
Küçük sulama tarımından büyük sulama tarımına geçilmiş olması,
gelen göçebe toplulukların neolitik çiftçi topluluklardan daha geri
bir kültüre sahip olup; yendiklerinin, izleyecekleri geçim biçimlerine
uygun kültürlerini benimsemeleri, kültürel süreklilik izlenimi verecektir.
Ancak bu kültürün bin yılda uygar topluma geçişi sağlayacak kadar
birdenbire hızla gelişmesi ve tüm Mezopotamya’yı kapsayan birörnek
bir kültür olması; neolitik köycüklerin kendiliklerinden gelişmelerinin
ürünü olarak açıklanamaz.
Alaaddin Senel
Kim neyi anliyamamis???
medeniyet dediginiz sey nedir? Aztek medeniyetmidir? aztek medeniyet ise Ortadogudan yeni dunyaya nasil yayildi? Medeniyeti tarih sosyalbilimcilerin koydugu anlamda ve hele hele marxixtler ve Anarsistlerin koydugu anlamda koymazsaniz isiniz zordur. Medeniyet oncesi ve medeni donemi neye göre ayiriyorsunuz iyi medeniyet kötü barbarlika göremi. medeniyet kararli sistematik hala gelmis yagma sömürü vs vs dönemidir. Siz medeniyeti Humanizm ile (salt humanizm kavrami bile insanlik degerlerini aciklamaz) anliyorsunuz. Gelsin iyi medeniler gitsin kötü Barbarlar.
Gelsin iyi Medeniler gitsin Kötü Barbarlar derseniz size medeniyetin görece daha Ileri bir toplumsal formunun sürekli yerlesik,mevcut toplumsal yapinin Barbar istilacilar eliyle getirildigini defalarca kanitlarsam ne olacak?
Ileri Medeniyet ilk Mezopotamya neolitik toplumunun ic dinamigiyle gelismesi ile dogmussa , dis istilaci nin etkisi ne olabilirdi, ne olmasi gerekirdi? Bir baska dis etken doga , nasil dislanir Tarih yazarken. Kaba Ekonomizm Kaba evrimsel cilik, Kaba determisinizm..
Benim için MEDENİYET, neolitikle başlayan ve Sümer ile kendine gelen, içinde bulunduğumuz dünyanın aynada imgesi, yansısı
Hos edebiyat:) Tarih acisindan sosyal bilim acisindan hicbirsey ifade etmiyen yüzeysel bir slogan
Soru Hangi medeniyet? Köleci yunan medeniyetimi? insan Kurban eden aztek medeniyetimi? Cadi yakan Hristiyan medeniyetimi? Islam medeniyetimi? Burjuva Medeniyetmi? Hangi Medeniyet. Siz sakin Insanlik degerleri (ki onlarda gelisim halindedir) ne dayanarak varolan Medeniyete karsi muhalefet olan Insanlik ètopyasini medeniyet ile karistiriyor olmayasiniz? Biliniz ki o sey hep medeniyetle (o andaki,ve önceki medeniyetlerin degerleri) catisir halde olacaktir.
Yazilmis ölcülmüs bicilmis , tamamlanmis bir ütopyayi nin genel ismi olarak ele alinabilirmi medeniyet dediginiz sey? cevre bilinci, hayvan haklari vs pekcok sey daha dun denebilecek bir zamanda katildi bilincimize, varolan medeniyetin degerlerine karsi savundugumuz.
Hümanizm mi dört basi magmur medeniyet? Bir veganin söyleyecek cok sözü vardir Humaniste..
Cahil dostuna değil akıllı düşmanına güven.
Neyin tartışması yapılıyor?
Bir tarafta tamamen kötü olan medeniyet ve medeniler, diğer tarafta o kötülüğün dışında kalanlar var. Her şey sadece bundan ibarettir.
Tartışılacak, söylenecek yeni bir şey mi kaldı?
Sayfalarca 2×2=4 diye yazıp boşa zaman harcamaya değer mi?
Yukarıda yazılanların tamamı yanlış.
Belli ki, kof polemik yaratmak için çabalamaktan bıkmayı hiç istemeyenler var.
Defalarca izah edildi. Bunlar, belli ki, okumazdan geliniyor, anlamazdan geliniyor.
Şu tespitler dikkatli okunmalıdır, anlaşılmalıdır (okumazdan gelinMEmelidir, anlamazdan gelinMEmelidir):
Ortada apaçık bir tespit var:
Necip, ‘iktidar yobazı’dır.
Necip’le yazışan kişi ise, ‘her tür iktidara karşı’dır.
‘Medeniyet karşıtı’ olmak, aynı zamanda, ‘iktidar karşıtı’ olmaktır da.
‘Necip’le yazışan kişi’nin medeniyet karşıtı olmasından çok, ‘iktidar karşıtı’ olmasına odaklanılmalı, tam da bu sebeple desteklenmelidir. Necip’in ekmeğine yağ sürülMEmelidir.
Necip’le yazışan kişinin ‘medeniyet karşıtlığı’, sadece bir çocuğun masanın üzerinde duran bir bardağı düşürüp kırabileceği kadar tehlike barındırır o kadar. Cam kırıkları gözüne isabet etmezse, birkaç saniyelik şok ve belki ağlamayla olay unutulur.
Necip gibi, ‘iktidar’ın yancılığını yaparken gerçeği eğerek-bükerek fikirler sıraladığını zanneden, ‘iktidar’ı korumak, savunmak uğruna, milyonlarca, milyarlarca insana şiddet uygulamayı (ve hâttâ öldürmeyi) göze alacak kadar gaddarlaşma tehlikesi barındıran, bütün bunları yaparken uslu uslu ‘üslup’ kullanan bir kişi tercih edilMEmelidir.
Necip’le yazışan kişi gibi, küfür, hakaret, aşağılama, kin ve nefret içeren ‘üslup’ da kullansa, hiçbir iktidarın yancılığını yapMAyan bir kişi tercih edilmelidir. Bu kişinin ‘kendisini de (‘hakaret’ dahil) keskin bir şekilde eleştirdiği’nden haberi olmayanlar, belli ki, sitede daha önce yazdığı metinleri okumamış (okumuş olsa bile, görmezden, bilmezden gelmiş.)
Necip’in herhangi bir ‘fikir’i olduğu, bu sitede bunları yazdığı tuzağına düşülMEmelidir. Necip, ‘iktidar’ı savunmak amacıyla, ‘iktidarın fikirleri’ni ayrıntılı şekillerde betimleyen, bütün bu betimlemeleri yazarken ‘nazik bir üslup’ maskesini bir kalkan, bir zırh gibi kullanan, gaddarlaşma tehlikesini daima barındıran bir ‘iktidar yobazı’dır.
Necip ve onunla yazışan kişinin ‘zıt kutuplarda’ olduğu tespiti doğru. Buradaki fark:
Necip’in, ‘iktidarın fikirleri’ni betimleyen bir araç (vehicle) olması.
Necip’le yazışan kişinin ise, iktidarın tehlikelerine işaret eden bir hatırlatıcı (reminder) olması.
Necip gibi bir potansiyel gaddar, daima büyüklüğe, iriliğe yanaşır. Büyük olanın, iri olanın hegemonyasına göre betimlemeler yapar, ona yaranır, onu korur, onu savunur, kullandığı ‘üslup’ mühim değildir.
Necip’le yazışan kişi ise, ‘büyük olan’a da, ‘orta boy olan’a da, ‘küçük olan’a da yanaşmaz. ‘İktidarın her türlüsü’ne karşıdır. İktidarın tehlikelerine işaret ederken, tarihten günümüze örnekler hatırlatır. Yazdıklarının bu kadar çeşitli, kapsamlı, çok lisanlı (multilingual), sadece Asya-Mezopotamya-Anadolu coğrafyası ile sınırlı olmaması, Necip’le yazışan kişinin niçin kıymetli biri olduğuna yeterli sebeplerdir, kullandığı ‘üslup’ mühim değildir.
Necip’le yazışan kişinin kıymeti, iktidar yobazı Necip gibi bir potansiyel gaddardan her zaman daha fazladır, ‘üslup’ farkının önemi yoktur.
Necip’in ‘fikir’leri yok. ‘Yok olan şey’in, doğruluğu veya yanlışlığı hususlarında hüküm bildirilemez. ‘İktidarın fikirleri’ni, Necip’in çeşitli şekillerde betimleyişi var o kadar. Kısaca: ‘İktidar’ ne derse, ne yaparsa, Necip, bütün bunları betimlemekle yükümlü bir şahıs o kadar, ötesi yok.
Necip’le yazışan kişi ise, hiçbir iktidarı savunmuyor, desteklemiyor. Dolayısıyla, ‘iktidar karşıtlarının iktidarı’ söylemi, kof polemik yaratma çabasıdır, bu çaba beyhude bir çabadır.
Şu tespitler dikkatli okunmalıdır, anlaşılmalıdır:
Necip Türkiye’de yaşadığı için, Recep Tayyip Erdoğan’ı destekliyor.
Necip ABD’de yaşıyor olsa idi, Donald Trump’ı desteklerdi.
Necip Stalin döneminde yaşamış olsa idi, NKVD’nin en yetenekli ve Stalin’e en sadık ajanlarından biri olurdu.
Sadece ‘siyasi iktidar yancılığı’ kısmında değil, hayattaki diğer ‘iktidar yapıları’ arasında da Necip daima iktidarı savunur. ‘Patronların iktidarı’, ‘erkeklerin iktidarı’, ‘dinci tahakkümün iktidarı’ gibi. Eğer ‘iktidar sarkacı’ başka yönlere savrulursa, Necip bu kez, ‘işçilerin iktidarı’nı, ‘kadınların iktidarı’nı, ‘ateistlerin iktidarı’nı savunur.
‘Medeniyet karşıtı’ olmak, aynı zamanda, ‘iktidar karşıtı’ olmaktır da.
Netice:
Necip, ‘iktidar’ı korumak, savunmak uğruna, milyonlarca, milyarlarca insana şiddet uygulamayı (ve hâttâ öldürmeyi) göze alacak kadar gaddarlaşabilir.
Fakat Necip’le yazışan kişi, sırf ‘medeniyete karşı’ olduğu için, Necip kadar gaddarlaşmaz. Daha açık ifade etmek gerekirse, Necip’le yazışan kişinin ‘medeniyet karşıtlığı’, sadece bir çocuğun masanın üzerinde duran bir bardağı düşürüp kırabileceği kadar tehlike barındırır o kadar. Cam kırıkları gözüne isabet etmezse, birkaç saniyelik şok ve belki ağlamayla olay unutulur.
Necip, en tehlikeli ve sinsi kişidir. Necip’e karşı mücadele edilmelidir.
Gelismis Bati Kapitalist medeniyetinin ,demokratik degerlerinin arkasinda Emperyalist yagma vardir, onsuz varolamazdi. Gelismis sosyalist sovyet medeniyeti cok sey borcludur calisma kamplarindaki `halk dusmanlari`nin emegine.
Heryerde olabilecegi,kismen oldugu kadarda, mezopotamyada basliyan uygarlik, oradaki insan toplumunun ekonomik faaliyetinin evrimi (gelismesi) ile baslamadi, gecim araclari üretimi demek olan ekonomik faaliyette bulunanlarin ,ürünlerine el koyan, onlari daha yuksek miktarda , daha büyük emekci kitleler halinde üretim yapmaya zorlayan , dissal ,zorlayici bir gücün mudahalesi ile basladi. uygarligin neredeyse tanimi budur. Hal böyleyken Uygarlik mezopotamyadaki bir ekonomik teknik devrimle basladi demek nemek olabilir?
Her cocugun ortaya cikisinde, ic dokuz ay birikimi disinda, benim ilkel sperm birikimimle disdan iceri girme donemim bulunur.”
Muthis bir karsi cikis ne diyecegimi sasirdim:)
ézetle sunu söyluyor bazi arkadaslar uygarligin ortaya cikmasi tamamen Ekonomik teknik bir gelisimin ürünüdür. Bravo:)
önemsiz gibi görünen ama cok önemli olan iki yanlis. Tamamen yanlis bir tarih yöntemine götürüyor.
1. Günümüzün genel Uygarligi uygarlik tarihi, bir zamanlar sadece mezopotamyada varolan yerelligin gelisip yayilmasi ve gelismesi ve yayilmasindan ibarettir.(sadece orada gelismesi mumkun olan bir `özel`durumun gelisip `genel`lesmesi)
2. Bu yereldeki gelisme, tamamen oradaki ekonomik teknik devrimin ürünüdür.
Sadece orada (mezopatamyada) olmiyabilirdi ama sonucta orada orada oldu, sadece ic dinamikle olmus yada dis istila ile , beni ilgilendiren mezopotamyada olmus olmasidir demek, bir kahve sohbeti olarak oldukca zekice ama Tarih bir bilimse , insanligin tarihini ve hatta gunceli dogru kavramak icin pek cok seyi yöntem olarak disarida birakiyor ve körlestiriyor. kargadan baska kus tanimam demek gibi.
Rivayet olunurki Marx kendisine ,neden alt yapiya ekonomiye bu kadar cok agirlik verdiniz sorusunu soyle yanitlamis: o kadar ihmal ediliyorduki, agirlik verdim. Sanirim sonradan onunda kismen sikayetci oldugu bu ekonomik-determinist yönteme karsi mücadele etmekte bayagi gec kalindi.
“Osmanlinin ekonomik durumu kotulesince”
Ne kadar masumane bir ifade, sanki Osmanlı’nın hiç kabahati yokmuş da, yine “o çağın dış mihrakları iç mihraklar ile işbirliği yaparak” Osmanlı’nın ekonomik durumunu kötüleştirmişmiş.
Yok bu olmadı mı, öyleyse başka “bahane” daima hazır:
Osmanlı’nın ekonomik durumu, yine Necip’in yumurtlamaları gibi, coğrafya ve iklim şartlarının elverişsizleşmesi sonucunda, “nesnel şartların nesnel sonuçları” lagalugasıyla kötüleşmişmiş.
Yine mi olmadı:
Birkaç sadrazamın işbilmezliği veya fesatlığı, birkaç saray danışmanının bilerek veya bilmeyerek yaptığı hesap ve strateji hataları yüzünden Osmanlı’nın ekonomik durumu kötüleşmişmiş. Padişah ve en yakın şürekasının hiç mi hiç kabahati yok, “Padişah aslında iyi de, çevresi kötü” ifadesinin arkasına saklanmaya devam.
Bu “bahane” de mi tutmadı, endişeye mahal yok, Necip yine “maharet”ini sergiler, mutlaka ama mutlaka bir bahane bulur, sakız gibi çiğner, buraya yazar.
Hadi Attilâ İlhan’ı referans vererek kendi iddianı ispata ıkınıyorsun, bari, Attilâ İlhan’dan olmasa bile, Osmanlı ekonomisinin nasıl kötüleştiği üzerine bulgu ve bilgileri de öğrenseydin, de, sonra buraya gelip “Balkan oligarşisinin şeceresi” goygoyuna devam etseydin.
Yok yok, bu da olmaz..
“Osmanlı ekonomisinin kötüleşmesi”, illa, “Balkan oligarşisi” ve benzeri yapıların faaliyetleri sonucunda olmuştur. Necip, ne yapar eder, bu fasaryaları kendi kafasında demler, sonra buraya yazar.
Kendi “çepni”liğini yüceltmek için “Balkan oligarşisi” diye bir öcü icat etmişsin kafanda, bu “öcü”nün varlığını ispat etmek için 40.000 dereden su taşımaya uğraşıyorsun, her seferinde kovaları deviriyorsun, beceremiyorsun. Irkçılık yaptığını örtebileceğini zannediyorsun ama gizleyemiyorsun Necip.
Osmanlı, “en ağır” ekonomik kötüleşme dönemini, 1854-1880 arasında yaşadı. “Gerçek”, “nesnel” bilgi budur.
“Coğrafya ve iklim şartlarının elverişsizleşmesi”nin etkisi yok denecek kadar azdır, “bilmemne oligarşisi” safsatası ise henüz icat edilmemiştir.
1854 öncesi dönemlerde yaşanan ekonomik kötüleşmelerin hiçbiri, 1854-1880 arasındaki kadar “ağır” değildi. Ve bu kötüleşmelerin “nihai” sebepleri arasında, coğrafya, iklim, oligarşiler, yine yok.
1854 sonrası ekonomideki “en ağır” kötüleşmenin mimarları, hiçbir oligarşi-moligarşi değil, bizzat “Osmanlı yöneticilerinin kendisi”dir NOKTA
Osmanlı’nın borç batağına sürüklenmesi için, “birileri”, Osmanlı’ya kumpas kurmadı NOKTA
Osmanlı, aldığı ilk borç dahil, hepsini yeni borçlarla yenileyerek erteledi. En sonunda borçları ödeyemeyince, “Osmanlı Maliyesi” yabancıların yönetimindeki “Düyun-u Umumiye” idaresine devredildi. Evet bu idare, “yabancıların yönetimi”nde idi. Yönetim ekibi içinde “yabancı” olan her grup, otomatikman kötü değildir, böyle bir genelleştirme yapılamaz. Borcu ödemeyi bırak, hep yeni borç alarak pireyi deve yaparsan, sana borç veren kişiler “yabancı” da olsa, gün gelir kapını tıklatır ve borcunu senden alır. O borçların “senede bağlanmış olanları” 1954’e kadar ödendi. Bağlanmamış olanları sonraki yıllarda ödenmeye devam edildi çünkü vadeleri 100 yıllıktı. T.C. devrindeki “Hazine Müsteşarlığı”, 1990’lı yılların ilk yarısında bile, vadesi 100 yıllık olan borçları ödemeye devam etti ve tamamladı. “Gerçek”, “nesnel” bilgi budur.
1854-1880 arasındaki dönemde, bugün kendi kafasında icat ettiği “Balkan oligarşisi” öcüsünü eveleyip-geveleyip duran Necip’in ataları, (o dönemde) Osmanlı ekonomisinin kötüleşmesine yol açan kişiler olabilir, bu da iddiadır, neden olmasındır…
Osman Tunaboylu’nun kitabını okumayı deneyebilirsin, ama, pardon, okumayı en başta reddetme ihtimalin var, çünkü Osman Tunaboylu da “Rumeli çocuğu”. Kafanda icat ettiğin öcü “Balkan oligarşisi”nin günümüzdeki kırıntılarından biri olabilir bu herif, sana göre “güvenilmez” kelimesiyle mimlenmesi gerekir, yazdığı kitap da sana göre safsatadır:
Merhum pederim benim Tevârîh-i Âl-i Osman merakımdan gayet memnun idi. Ara sıra ordan burdan sorular sorar, malumatımı yoklardı.
Rahmetli bir gün yine böyle bir yoklamada: “Tevârîh-i Âl-i Osman’a artık epey vukufun var, biliyorum.” dedi. “Peki, söyler misin, sence Devlet-i Âliyye’nin inhitatının mebdei ve sebebi nedir?”
Kendimden gayet emin: “Mebdei Karlofça Muahedesi’dir, efendi baba.” dedim.
“Hep öyle söylenir.” deyip güldü. “Peki ya sebebi?”
Başladım saymaya: “Birincisi, devlet idaresi bozuldu, efendi baba! Memlekette rüşvet, irtikâp, iltimas aldı yürüdü. Mevkii makam para ile alınır satılır hale geldi. Bu sebeple devlet idaresine ehil kimseler gelmez oldu. İkincisi, padişahlarımız zevk u safâya dalıp, devlet işleriyle alakadar olmaz oldular. Ordularının başında sefere çıkmadılar. Üçüncüsü, askerimiz bozuldu; nizamı intizamı kalmadı. Yeniçeri esameleri para ile alınır satılır hale geldi. Parayı verip esame alan, talim terbiye görmeden yeniçeri oldu. Dördüncüsü, o arada küffar, fenni silahlar icad etti. Biz dolma tüfekle muharebe ederken, onlar yivli tüfek kullanmaya başladı. Bizim askerimizin dolma tüfeği yağmurda çamurda patlamazken, onların yivli tüfekleri cayır cayır kurşun sıktı. Beşincisi, memlekette adaletsizlik arttıkça arttı. Adalet mülkün temeli olmaktan çıktı…”
Ben daha sayıyordum ki: “Bu kadar yeter!” diye sözümü kesti rahmetli: “Saydıklarının hepsinde hakikat payı var elbette. Lakin ben o kanaatte değilim. Devlet-i Âliyye’nin inhitatının mebdei Karlofça Muahedesi’nden çok çok evveldir. Sebebine gelince… Bunun, senin saydıkların dâhil pek çok sebebi vardır ama esas sebebi başkadır…”
Hatıratının başında bunları anlatıp, o gün, babasının ne demek istediğini anlayamadığını yazan kahramanımız Hayrullah Nami Efendi’nin ayakları, Hazine-i Amire’de vazifeye başladıktan bir müddet sonra suya eriyor, babasına hak verip hatıratında, Devlet-i Âliyye’nin o yıllardaki hazin hikâyesini bizlere bütün çıplaklığıyla anlatıyor.
Öyle anlatıyor ki, insan, Hayrullah Nami Efendi’nin anlattıklarını okurken zaman zaman o günlerde yaşananların bugünlerde, bugünlerde yaşananların o günlerde yaşandığı sanısına kapılıyor, şaşkına dönüyor.
Bugünü iyi anlayıp, geleceğimizi sağlam temellere oturtabilmek için geçmişi iyi bilmeye ihtiyacımız var. Hayrullah Nami Efendi’nin bu kitapta anlattıkları bu bakımdan herkes için büyük bir fırsattır.
“Bir Osmanlı Rüyası”
Osman Tunaboylu
İmge Kitabevi Yayınları
https://www.kitapyurdu.com/kitap/bir-osmanli-ruyasi-/418722.html
Cahil dostuna değil akıllı düşmanına güven.
Yukarıdaki söz, bu sayfada yazılanlar ile uyumlu değil.
Gerçek tespit şu: ‘Dostunuz cahil değil, düşman Necip akıllı değil.’
‘İktidarın fikirleri’ni çeşitli şekillerde betimleyen Necip’e asla güvenilmez.
‘Her tür iktidara karşı olan’ Necip’le yazışan kişinin uyarılarına güvenilmelidir.
Elmalar ile armutlar birbirine karıştırılMAmalıdır.
Trollerin Efendileri:
“Medeniyet” Trolü Wahshi ve “Balkan Oligarşisi” Trolü Necip
Üstad Tolkien bize onların efsanesini anlatmıştır.
Çünkü onlar, Orta Dünya’daki “Trol”lerin de efendileriydi.
En büyük “Efendi” onlardır.
Karanlıklar Efendisi Sauron ve ondan önce onun dahi efendisi olan Melkor bile onların çıraklarıydı.
21. Yüzyılı Doğru Kavramak
Marksist Tutum
http://marksist.net/kerem-dagli/21-yuzyili-dogru-kavramak
Uyuşturucu Sorununda da Gerçeklik Tersyüz Ediliyor
Marksist Tutum
http://marksist.net/mikail-azad/uyusturucu-sorununda-da-gerceklik-tersyuz-ediliyor
“İktidar karşıtı” dediğiniz kişi neden diğer “iktidar karşıtları”na, örneğin Anarşist, Marksist, ve – en azından TC içinde ve onun iktidarı için iktidar karşıtı diyebileceğimiz – Kürt ulusalcıları gibi kesimlere bu kadar karşı ve onlara nefretini kusuyor?
Yoksa onlar iktidar karşıtı değil de bir tek kendisi mi iktidar karşıtı?
Arapça ‘aqil devenin kaçmaması için ayağına bağlanan bukağı, ‘aql bildiğimiz akıl.
Yani şimdi Arapça akıl devenin ayak bağından mı geliyor? Yok hayır, Araplar o kadar saçma insanlar değil. Doğrusu iki kelime AYNI KÖKTEN türemiş, ikisinin de altında “dizginlemek, gem vurmak, zaptu rapt altına almak” gibi bir fikir var. Şark kültüründe akıl, Batıdaki gibi bir serbest spekülasyon alanı olarak görülmemiş, bir tür fren ya da disiplin unsuru olarak algılanmış. “Akıllı ol Orhan Pamuk” deyiminde de aynı anafikir geçerli. Pamuk’un kendini kontrol etmesi, serbest düşünce ve davranışlardan kaçınması öneriliyor.
Son yıllarda akil adamlar diye bir şey türedi, uzun a ile. Eskiden bu sözcük Iğdırın ı’sıyla telaffuz edilen âkıl idi, yüzyıllarca Türkçede “akıllı, uslu” anlamında çok sık kullanıldı, ancak 20. yüzyıl ortalarına doğru tedavülden düştü. Yanlış telaffuz ve yanlış imlayla piyasaya dönüşü üç, bilemedin beş senelik iş.
‘Âqıl’ın Arapça çoğul hali ‘uqalâ, akıllılar. Bu kelime Türkçede bugün tekil sıfat sayılıyor, anlamı da kaymış, ama dikkatli düşünürseniz çoğul kullanımın izleri hâlâ mevcut. “Kendini ukaladan sanıyor” demek, kendini akıllı kişilerden sayıyor (ama değil) demek. “Ukaladan bir zat”, akıllılardan biri anlamında.
[Akıl – Sevan Nişanyan – Taraf]
Ek:
Akıl = Us
Yani;
Orhan Pamuk akıllı olsun! = Orhan Pamuk uslu olsun!
Yani;
“Uslu çocuk” olsun!
Sen ya Necip ya da DNA’sı %99,9999999999999999999’u onunla aynı bir hilkat garibesisin.
Sen de onun gibi ateşli ve aşırı bir anarşist, sen de onun gibi gökyüzü soyutlarıyla şarlatanlık yapıyorsun, sen de onun gibi lügatlarla peynir gemisi yürütmeye çalışıyorsun. Eğer oysan, sen ne zaman yeryüzünde var olması imkansız demokrasiye inanmaya başladın? Yok eğer o değilsen, Necip’in evrende her olanı ve zıddını fıtrat mıtrat, çıkar mıkarla anlatmasını fikir sanacak kadar salak mısın?
O veya değilsen gökyüzüne çıkmışken orada kal da vır vırını işitmeyelim. Bundan böyle yazımda sana “sen-Necip” diyeceğim.
Bizler daha henüz sizler gibi ölüp gökyüzüne çıkmadık. Yeryüzünde sen-Necip gibileri pompalayan faşistler şu an her yerde tam bir egemenlik kurdular, etrafı kasıp kavuruyorlar, sen-Necip gibi soytarılar da şakşakçılık yapıyorsunuz. Tek tesirli, etkileyici, etkin, geçerli olan fikir, sen-Necip’in yaltakçılık ettiğiniz dünya cellatlarının fikri.
Bu sitenin çoğuyla anlaşamadığım halde, bence, bu sitede katkıda bulunanlar sen-Necip’in alkışladıkları pezev*nklerin gaddarlıklarını aktaran, eleştirenler ve cellatların dalkavuklarını kınarlar. Dalkavukluk başka fikir başka.
Tabii ki sen-Necip’i pompalayanlar, şakşakçılık yaptığınız zalimlerin tarih boyunca fikirlerden nefret ettiklerini sen-Necip’e söylemezler. Hatta söylemelerine gerek bile yok. Dalkavukluk sen-Necip’in fıtratı. Doğuştan getirdiniz, genlerinizde.
Size şeyler yerine laflar yutturmuşlar, “fikir hakkı” laf olmuş, ve her benzeri durumda olduğu gibi ağırlığını kaybetmiş, olsa olsa pis ağızlarda sakız olmuş.
Dünyanın hiç bir yerinde büyük çoğunlukların oy vermekten başka bir fikri var mı? Varsa bile kim dinler? Dinleyen olsa bile ne değişir? Neyse ben de bu sitede sizler gibi geveze olmaya başladım. Sanki bebeklerle konuşuyorum.
Pompalayanlar kafalarını fikir mikirle yoracak kadar salak değiller. B*ku çikolata amblajı ile satma işini sizler gibi “ambalajda çikolata yazılıysa, çikolatadır” deyip seve seve yiyen enayi memurlara bırakmışlar. Kendileri, bilim adam-karılara şükür, bombalar ve nükleer silahlarla fikir yürütüyorlar.
Anlayacağını sanmıyorum ama devam edeyim.
20-30 yıldır bir canlıyı inceyen bilim adam-karıları hâlâ sadece 300 nöronlu canlının ne yapacağını önceden kestiremiyorlar. İnsan beynindeki nöron sayısı 84 milyar. Bu çalışma aslında uzun zamandır sürdürülmekte. Amaç en son kalelerden biri olan beyin veya düşünceye egemenlik becerisine sahip olmak. Biraz da, Arşimet gibi koşarak krala güzel haberi yetiştirmek için can atan süt inekleri bilim adam-karıları emzik emmeyle meşgul tutma.
Ama çok daha yeni bir durumla karşı karşıyayız.
Uzun bir süre doğa biliminin (o zamanlar çoğu erkek olan) adam-karıları önceden mutlak kestirme (determinizm) fikrine saplanmışlardı. Bir zaman geldi bu büyük beyinliler kralların, imparatorları ve paşaların çoktan bildiği bir bilgiye uyandılar: Kafanı kim öleceğe yorma, kaç asker öleceğe yor! Yeni bir laik aydın allah doğdu: İhtimal hesapları ve istatistik. Yazı mı? Tura mı?, hangisi gelecek sorusunu boş ver. İhtimal bul yeter. Sen-Necip salt politika yobazı değil her türlü bilim yobazı olduğun için açıklamak gerek. Aksi halde lügat açılır ve hata bulunur. Tabii ben, gerçekten or*spu çocuğuyum. Yaşlı olduğundan annemin sütü tükenmiş, fahişelik yapan komşu beni emzirmiş. Bu site kara cahillerini anlamadan hayran bırakıcı bir dille ifade edeceğim: İhtimal, Büyük Sayılar Yasasıyla bulunur. Ondan sonra doğada ne olsa ihtimalle açıklanmaya başladı. Hatta sen-Necip’in yaltakçı doğuşunuz bile. Bu, en büyük süt ineklerden birini bile tiksindirdi ve süt ineği, “Allah bizimle kumar oynamıyor!” dedi.
Sanki günümüzde de daha yeni ve daha cesur bilim adam-karıları benzeri bir uyanış içindeler: “İnsanın beyninde dönen filimleri kestirmektense, kestirmeye gerek olmayan yeni mahluklar yaratmak. Ama bu defa da devreye Allahların en büyük Allah’ı Kapital girer. Kaça mal olacak?
Sen-Necip, Hortlak, Zileli gibi ama çok daha büyük beyinliler 3 seçenek üzerinde hoplayıp zıplıyorlar.
1. Programladıkları beyinden oluşan yapay mahluklar yapmak. (AI, Transhumanizm falan filan)
2. Kes-Yapıştır Gen teknolojisi ile mutlak köle sen-Necipler üretmek.
3. Şimdiye kadar kullanılan, artık gelenksel sayılacak, teknikleri, özellikle sosyal medya ve İnternet’te yoğunlaştırıp sen-Necip gibi eblehleri arttırmak.
Şu an, ABD, AB, Çin, Japonya, Güney Kore ve Rusya’da bu üç seçeneğin mal olacağı fiyatları tespit etmek için kuantum bilgisayarlar simülasyonlar yapmakta.
Benim bile katkım oldu. 3. seçeneğe yardımım olsun istedim. Bu sitenin %99’u temelde sen-Necip’in klonları veya geleceğin yeni mahlukları olmak için can atan enayi dümbelekleri. Sizlerin çok ucuz olduklarını ispat edici arşivlerimi yolladım. 1984’i hatırlattım. Asıl tehlikenin egemen dünya görüşünü tam özümlemiş büyük beyinli bu site enayleri değil, ne olup bittiğini bile anlamayan sıradanlar olduğuna uyardım. Ben üçüncünün en ucuz olacağından eminim. Sıradanların sırtına binenlerin bu site orta sınıf enayierine attığı kırıntılar çok az. Karşılığında uslu ve terbiyeli etmeye yetmiş. Bu büyük beyinliler sıradanlarla aynı kültürü paylaştıklarından güzel şarlatanlık yapıp güzel ve şaşalı laflar ederek uyutmayı, bilerek veya bilmeyerek, yaparak asıl büyük beyinlilere büyük bir hizmette bulunurlar dedim. Zavallı cahil sıradanlar bunlara bir bakışla heriflerin köşeyi döndüklerini çakar ve kendi çocuklarının da bu şarlatanlardan biri olmasını ister dedim.
Her neyse, asıl konuya, ŞİMDİ ve BURADA sen-Necip’e döneyim.
“Fikirler yanlış değiller, yanlış olurlar” güzel bir deyişle alttaki klasik faşizm ile ilgili alıntıları günümüze sen-Necip’e uydurmak gerekir ama ben tembelim ve değmez de.
[1. “The fact that fascism may ensure some job security and a measure of planning is
precisely what makes it dangerous because it supposes the absolute centralisation of power in the hands of a small group.”
1. Faşizmin tehlikesinin özü, bir takım iş güvenliği ve belli bir ölçüde bir planlama sağlaması. Ve böyle bir proje gücün küçük bir grup elinde mutlak merkezileşmesini varsayar.]
***
[2. The interwar period shows, in this respect, that people may prefer fascism of all kinds to a democracy powerless to promote the equal freedom of its members, or sometimes unable to ensure the dignity of many of its citizens .
Who does not see, today, that the socio-economic crisis, combined with the ecological crisis, can produce a demand for authoritarianism … This process is already under way.
2. İki büyük savaş arasındaki dönem insanların her türlü faşizmi, halk arasında eşit özgürlüğü ve hatta kişilere onur bile sağlayamayan güçsüz bir demokrasiye tercih edebileceğini gösterir.
Ekolojik ve sosyo-ekonomik krizin birlikte yarattığı günümüz dünyasında halkların otoriter düzen isteğini görmeyen kaldı mı? Şu an olan bu değil mi?]
Eger üstyapi Altyapidan dogmus onun bir yansimasi olsaydi, üstyapiya ait hersey sadece ve sadece üretim ve bölüsüm iliskilerinin yalin bir ifadesinden ibaret olmasi gerekmezmiydi?
“Eger üstyapi Altyapidan dogmus onun bir yansimasi olsaydi, üstyapiya ait hersey sadece ve sadece üretim ve bölüsüm iliskilerinin yalin bir ifadesinden ibaret olmasi gerekmezmiydi?”
Evet, gerekirdi ve zaten de öyledir.
Gerçekler çok yalındır.
Görene.
‘İktidar karşıtı’ dediğiniz kişi neden diğer ‘iktidar karşıtları’na, örneğin Anarşist, Marksist, ve (en azından TC içinde ve onun iktidarı için iktidar karşıtı diyebileceğimiz) Kürt ulusalcıları gibi kesimlere bu kadar karşı ve onlara nefretini kusuyor?
Yoksa onlar iktidar karşıtı değil de bir tek kendisi mi iktidar karşıtı?
Öncelikle, ‘Necip’le yazışan kişi’nin, özel olarak, bir tek etnisiteye yönelik biriktirdiği ve kustuğu nefret yok. Onun bu sitede yazdığı daha eski yazılar okunmadığı, bilinmediği için, sanki bir tek etnisiteye yönelik garezi varmış gibi yanlış (ve belki de kasıtlı) bir algı oluş(turul)uyor.
Sadece bir tek etnisiteye yönelik nefreti olMAdığını ispat için, (örneğin) ‘Türkler’ ile ilgili, ‘Professorial’lık taslamaya meraklı ne kadar da çok koca kelle var buralarda!’ tespitini bu sitede sürekli hatırlatmıştır.
Yukarıdaki soru direkt kendisine sorulabilir. Siteyi sık sık ziyaret ediyor.
‘Necip’le yazışan kişi’, yukarıda sorulan soruyu, (genellikle) ‘Etnisitelerin tenasül uzuvlarından çıkan idrarın hangisi daha uzun mesafeye gider? Yani, hangi etnisitenin tenasül uzvu daha tazyikli ve uzun mesafe işeme özelliğine sahiptir?’ çerçevesi içinde kabul ediyor, yani bir tür ‘kof, beyhude yarış’ olarak görüyor. Bu sebeple yazmayı, cevaplamayı istemiyor olabilir.
Kendisi sürekli bu sitede, isterse cevap verir.
“Ne kadar masumane bir ifade, sanki Osmanlı’nın hiç kabahati yokmuş da, yine ‘o çağın dış mihrakları iç mihraklar ile işbirliği yaparak’ Osmanlı’nın ekonomik durumunu kötüleştirmişmiş.”
Kendi kafanizdaki oculerle yola cikip, metinden bir cumple parcasini alip kalkmissiniz.
Bunu yaparak da, hani su Karadenizli fikrasindaki gibi davranmissiniz.
Hani, suruden kendisine odul olarak bir koyun almasi soylenince gider coban kopegini kapip getirir…
Sizinki de o hesap.
Asil komik olani, ‘kotulesmisti’ye itiraz filan etmiyorsunuz. Sadece detaylandirmaga calismissiniz.
Ben, benim yazdigim yazinin kapsaminda detaylanmasini gerekli gormemistim. Hala daha da gormuyorum.
“Necip’le yazışan kişi ise, ‘her tür iktidara karşı’dır.”
Ben kimseyle yazismiyorum.
Sanrilarinizi gozden gecirmenizi oneriyorum.
“Eger üstyapi Altyapidan dogmus onun bir yansimasi olsaydi, üstyapiya ait hersey sadece ve sadece üretim ve bölüsüm iliskilerinin yalin bir ifadesinden ibaret olmasi gerekmezmiydi?”
Hayir.
Her ‘yapi katmani’ farkli ihtiyaclara cevap vermek icin olus(turul)ur. Genelde altyapi ile celismez, ama onu belli derecelerde de modifiye eder. Ve, yeni ilaveler getirir.
Necip Bey
Bütün yaptığı “Hitler/Nazizm kötüdür, karşıtlığı iyidir” – pardon “Medeniyet kötüdür, karşıtlığı iyidir” cümlesini eşanlamlı kelimelerle tekrar etmekten ibaret olan ve karşıtı olduğu şeyin yerine hiçbir – anlamlı – şey koyamayan trolün bu siteyi – ve atmosferi – fuzuli şekilde işgal etmesine benzer şekilde, aynı şeyi – yerine “Balkan Oligarşisi”ni koyarak – yapmak size yakışıyor mu?
28 Ekim 1923 günü zifiri karanlıkta iken 30 Ekim 1923 günü apaydınlık olduğumuzu savunan, dolayısıyla Cumhuriyet döneminde yapılanlar karşısında üç maymunu oynayan Cumhuriyetçilerin Anti-Osmanlı nihilizminden bir farkı var mı bu Anti-Balkan Oligarşi nihilizminizin?
Tamam, Osmanlı’yı da, Balkan Oligarşisi’ni de okumak, anlamak, “tarihşinas” olmak hayati ehemmiyeti haizdir.
Fakat okuduklarımızdan bir netice istintac edemez isek, bu kitap kurtluğumuzun elma kurtluğundan bir farkı kalır mı?
“fuzuli şekilde işgal etmesine benzer şekilde, aynı şeyi – yerine ‘Balkan Oligarşisi’ni koyarak – yapmak size yakışıyor mu?”
Nezaketinin misliyle can yakici bir soru..
Hani, derler ya, ‘yigidi kilic kesmez, bir aci soz oldurur’.. bu da oyle benim icin…
Meramimi anlatamisim.
Biraz daha deneyeyim.
“28 Ekim 1923 günü zifiri karanlıkta iken 30 Ekim 1923 günü apaydınlık olduğumuzu savunan, dolayısıyla Cumhuriyet döneminde yapılanlar karşısında üç maymunu oynayan Cumhuriyetçilerin Anti-Osmanlı nihilizminden bir farkı var mı bu Anti-Balkan Oligarşi nihilizminizin?”
Nihilizim degil –en azindan ben oyle bakmiyorum.
Ama, su var: Huxley’in kitabinda ‘xxxx defa tekrar edilen yalanlar gercek olur’ diyor ya; bizde de o yapildi cok uzun zamandir ve bu giderek tapiniciliga donustu.
Bu tapiniciliga donusenin kendiliginden olmak ihtimali yok.
Bunu turlu cesitli yollarla birilerinin surdurmesi lazim. Bunun icin de onemli bir sebep lazim.
Yoksa, o kadar enerjiyi kimse bosu bosuna harcamaz. Kisacasi, bundan birilerinin ciddi derecede cikari olmasi gerekiyor.
Bunun –bir sekilde– tespit edilmesi ve adinin konmasi gerekiyor (bence).
Buna, nihilizm yerine, ‘kandirilmisliga isyan’ diyebilirsiniz –alinmam.
Evet, cunku, bir fani icin yeterince uzun yasamis sayilirim ve yeterince de ulke filan gezdim; oralarda da bana yetecek kadar zaman gecirdim.
Ben hicbir zaman dindar olmadim; ama, laiklik adina yapilanlar zaman icinde kanima dokunmaga basladi.
Bizdeki yoneticilerin kamusal ortamda iki rekat namazi onlari taslanacak seytan haline donustururken, elalemin devlet baskanlari, krallari, kraliceleri hem kilisenin basi olabiliyorlar hem de her turlu toreni kilisede yapabiliyordular.
Komsumuz Yunanistan’in (sonra Ermenistan’in, ardindan da yakin zamanda Israil’in) anayasasinda acikca din zikredilebilirken, bizde bu kulliyen yasak.
Neden?
Islam, 1400+ sene oncesinin diniymis; geri imis filan..
E.. Hiristiyanlik, Musevilik, Budistlik filan ne zamanin dini?
Tek basina sunun cevabi dahi hayli aciklayici olur:
Baska ulkelerde (Osmanli dahil), ‘din’ dedigimiz sey esasen sosyal anlamda bir ‘avare kasnak’tir.
Hamaset lazim oldugunda kullanilir; diger zamanlarda sosyal orgunun bir parcasi olarak arka planda kalir.
Peki, bizde neden ‘din’ denen seye bunca cephe almak ve bunu bunca sene surdurmek ihtiyaci duyulmustur?
Ahalinin cok buyuk bir cogunluguna boylesine cephe almak ve onu da yillarca surdurmek bedava degil; yuksek maliyetli bir gayret.
Dolayisi ile, bu maliyeti korutacak bir sebep, bir cikar olmasi lazim. ‘Ahalinin cok buyuk bir cogunlugun’un degilse, kimin cikarindan bahsediyoruz?
Bu bir.
Ikincisi de su –uzun yillar– dillerden dusurulmeyen ‘devrimler’.
Harf Devrimi mesela..
Bilmem farkinda misiniz; ama, bizim komsularimiz arasinda Latin harfleri ile yazan bir tek biz variz.
[Azerbeycan hem komsumuz degil, hem de onlar da bizden etkilendiler.]
Arap harfleri gelismeye engelse, Yunan Alfabesi cok mu tesne? Ya da Kiril Alfabesi? Onlar cok mu geride bizden? Japon ve Cin alfabelerini hic saymiyorum bile…
Diger devrimler?
Kiyafet devrimi, mesela.. Ne kazandik? Bence hic. Ya da, tepeden inme olmak zorunda degildi. Zaman icinde, cala cala, bir havaya benzeyecekti zaten.
Bunun gibi bir suru sey..
Alti bos, hatta sakat bir suru methiye.. zaman icinde insanin bunyesinde toksik birikme oluyor.. bunye artik tasiyamiyor.
Tasiyamiyor da, orada durmak –dogalmis gibi kabul etmek– akil isi degil.
Temel soruyu –tekrar– sormak gerekiyor?
Neden?
Bunca yalani, palavrayi, bunca sene boyunca pompalamak ne ucuz ne de kolay.. bu asikar.
O zaman, bu amacla harcanan onca emegin ve zamanin bir karsiligi, bir sebebi olmali..
Birilerinin bundan cikari –hem de suyu yokusa akitmak icin onca ugrasi vermek icin, buyuk cikari– olmak zorunda.
Kisacasi, ‘inkilaplar vasitasiyla muasir medeniyet seviyesine cikmak’ gibi sadece hamaset ve palavra lakirdilarin otesine gecip, meseleyi materyalist gozle incelersek, analizin sonucunda hayli sasirtici bir sonuca variyoruz.
“Tamam, Osmanlı’yı da, Balkan Oligarşisi’ni de okumak, anlamak, ‘tarihşinas’ olmak hayati ehemmiyeti haizdir.”
Yanarim, yanarim da.. kullanmak zorunda oldugum (ve isabetli oldugunda da israrci oldugum) terim, ‘Balkan Oligarsisi’, malesef, Balkan gocmeni kokenlileri tedirgin ediyor. Bunun farkindayim.
Ama, anlatamadigim, anlatmasi da kolay olmayan sey su:
Birincisi, ‘Balkan Oligarsisi’ denen yapi Balkanlarda kurulup burayi ele gecirmis degil.
Ikincisi, ‘Balkan Oligarsisi’ni olsuturan bireyler Tuna Boylarindan kalkip gelen Alisim de degil; Vardar Oavsinda sila parasi kazanamamis gariban da degil. Bunlarin olup bitenden haberdar olmadiklarina eminim.
Ben, Osmanlinin Balkanlarda yarattigi yonetici siniftan bahsediyorum. Bunlar Bati ile fazlasiyla hasir nesir olduktan sonra Batinin kazigini yiyip yerinden yurdundan olan, ‘vatan’a donup, ‘vatan’da ‘komrador’ olan taifedir.
Anadolu topraklarinda Rodezya kuran taifeden bahsediyorum.
“Fakat okuduklarımızdan bir netice istintac edemez isek, bu kitap kurtluğumuzun elma kurtluğundan bir farkı kalır mı?”
‘Bir netice istintaç’ etmek icin, bazan, bir altyapi gerekiyor.
Ben, bu altyapiyi ‘sol’un kurmasinmi beklerdim.
Oyle ya, hem ‘somuru’ye karsi idiler, hem de ‘aydin’lanmak filan diyorlardi.
Fakat, bizdeki ‘sol’ hem en buyuk (devasa) somuruyu gormezden geldi; hem de ‘ahalinin cok buyuk bir cogunluguna’ karsi olmagi marifet saydi.
Yani, kumda oynadilar.
Rusyasini, Cinini, cehennemin fnnarisini tartisamaktan kendi memleketlerine siralari gelmedi.
Gelemezdi, cunku (hepsinin agababalarinin mensei devlet memurlugu filan oldugu icin) veli-i nimetlerinin elini isirmak anlamina gelecekti..
Bu filmi basa sarip yeniden kurgulamadan hikayeyi dogru konumlandirmak mumkun degil.
Yeni bir araştırma, dişi maymunların erkeklerinin davranışlarını, kendileri için yarar sağlayacak olsa dahi taklit etmekten kaçındıklarını gösterdi.
St. Andrews Üniversitesi tarafından yapılan çalışmada, erkek maymunlar yemek elde etmek için daha başarılı yöntemler geliştirse de, dişi maymunların erkek maymunlara güvensizlikleri nedeniyle onların yöntemlerini kullanmayı tercih etmedikleri, kadın maymunların yöntemlerini taklit etmeye meyilli oldukları gözlemlendi.
Araştırmacılara göre maymunların bu davranışı, insan davranış biçimine de yakınlık gösteriyor. Bu davranışların kökeni, erkek vervet maymunlarının gruplar arasında dolaşma eğiliminde yatıyor. Bu eğilim, dişilerin, erkek maymunların çok fazla hareket ettikleri için yerel bilgilerinin az olduğuna inanmalarına yol açıyor.
Araştırmada ayrıca, erkek maymunların daha işe yarar olduklarını düşündükleri sürece hangi davranış biçiminin hangi cinsiyetten geldiğine aldırmadıkları ortaya çıktı. Andrews’taki Psikoloji ve Nörobilim Okulu’ndan Profesör Whiten şunları söyledi: ‘Cinsiyetler arasındaki bu farkın açıklaması, belki dişi maymunlar için önemli olan şeyin, tüm yaşamları boyunca aynı grupta oldukları dişilerle yakın bağlarını sürdürmek olmasıdır. Bu daha az yerel bilgi sahibi olduğunu düşündükleri erkek maymunları taklit etme eğilimlerini azaltıyor olabilir.’
‘Güncel Biyoloji’ adlı dergide yayınlanan makalede, bir meyve kutusunun içindeki elma parçasını almak için, ya siyah ucundan ya da beyaz ucundan açılmasını içeren bir deney anlatılıyor. Makalede anlatıldığına göre, araştırmacılar, uzaktan kumanda yardımıyla gruptaki dominant dişi maymunun meyveyi sadece kutunun renkli bir ucundan almasına alıştırdılar. Aynı şekilde dominant erkek maymuna da diğer uçtan almasını öğrettiler.
Daha sonra araştırmacılar yaptıkları ayarlamayla, erkeklerin kadınlardan beş kat fazla yemek almasını sağladılar. Bu yöntemle araştırmacılar, gruptaki diğer üyelerin alışkanlıklarına bağlı olarak dişi maymunu mu takip edeceklerini, yoksa daha fazla yemek için erkeklerin daha başarılı olmuş yöntemini mi deneyeceklerini görmek istediler.
Ekip, erkeklerin normaldeki tercihleri olan dişileri kopyalamak yerine daha başarılı yöntem geliştirmiş olan erkek maymunun kopyalamayı tercih ettiklerini ortaya koydu. Fakat gruptaki dişi maymunlar, göreceli olarak daha az başarı göstermesine rağmen dişi maymunun hareketlerini taklit etmeye devam ettiler.
https://medyascope.tv/2018/09/05/disi-maymunlar-erkeklere-guvenmiyor-kendileri-icin-daha-iyi-olsa-bile-erkeklerin-davranisini-tekrar-etmekten-kaciniyor/
“Arap harfleri gelismeye engelse, Yunan Alfabesi cok mu tesne? Ya da Kiril Alfabesi? Onlar cok mu geride bizden?”
Önemli bir tespit olmakla beraber, asıl önemi Yunanistan hakkındaki başka önemli tespitlerinizle yakından bağlantılı olmasıdır.
“Eger üstyapi Altyapidan dogmus onun bir yansimasi olsaydi, üstyapiya ait hersey sadece ve sadece üretim ve bölüsüm iliskilerinin yalin bir ifadesinden ibaret olmasi gerekmezmiydi?”
Evet, gerekirdi ve zaten de öyledir.
Gerçekler çok yalındır.
Görene.
Buna yanit vermiyecegim Numune olarak sakliyacagim:)
319 “Eger üstyapi Altyapidan dogmus onun bir yansimasi olsaydi, üstyapiya ait hersey sadece ve sadece üretim ve bölüsüm iliskilerinin yalin bir ifadesinden ibaret olmasi gerekmezmiydi?”
Evet, gerekirdi ve zaten de öyledir.
Gerçekler çok yalındır.
Görene.
………………….
“Tarihin maddeci yorumuna göre sonul çözümlemede
belirleyici etken maddi yasamin üretilmesi ve yeniden üretilmesidir. Bundan
fazlasini ne Marx söylemistir ne de ben. Fakat herhangi bir kimse, bunu, ekonominin
tek etken oldugu biçiminde okudugunda; deyisi anlamsiz, soyut, saçma
bir cümle durumuna sokmus olur. Ekonomik kosullar temeldir- fakat üstyapinin
çesitli ögeleri —sinif kavgalarinin siyasal biçimleri ve bunlarin sonuçlan,
anayasalar-hukuksal biçimler ve bütün fiili çalismalann onlara katilanlann kafalanndaki
yankilan, siyasal, hukuksal, felsefi ve dini görüsler… bütün bunlar
tarihsel savasimlann gelisimi üzerinde etkide bulunur ve birçok durumda biçimlerini
belirler.
Engels
(Engelsin bu yorumunu celisik bulmakla beraber)
üst yapi deyince sadece Hukuk Devlet ve Iktidar siyasi iliskiler anlasilirsa eger? peki ideoloji, Kultur sanat din düsünüs edebiyata ne gerek vardi? sadece uretim bolusum iliskilerini duzenleyen iktidarin hukuk belgesinden ibaret olurdu ust yapi
Magaranin duvarina ilk resmi cizen insan yasam gereclerini yeniden ve yeniden üretmiyordu. Yasam istenci ve korkular doga ile ekonomik olmayan,yasam gereclerinin yeniden ve yeniden uretiminden bagimsiz (ama yasamsal) iliskiler korkular vs neyin nüvesi olabilir, Neolitik ekonomik teknik devrimden önce ve ona ihtiyac duymadan.
Devrimler (yahut Gidenler ve Gelenler)
Saltanat makamı gitti, Riyaset-i Cumhur makamı geldi.
Sadaret-i Uzma (Sadr-ı Azamlık) makamı gitti, Başvekalet makamı geldi.
Divan-ı Hümayun gitti, Heyet-i Vükela geldi.
Reisülküttablık gitti, Hariciye Vekaleti geldi.
Sadaret Kethüdalığı gitti, Dahiliye Vekaleti geldi.
Yeniçeri Ağalığı gitti, Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Riyaseti geldi.
Meşihat-ı İslamiye (Şeyhülislamlık) gitti, Umur-ı Diniye Riyaseti geldi.
Reayalık gitti, Vatandaşlık geldi.
Şeriat gitti, Kanun geldi.
Gayr-ı Meşruluk (Şeriata Mugayirlik) gitti, Gayr-ı Kanunilik geldi.
Fıkıh gitti, Hukuk geldi.
Fakihlik gitti, Hukukçuluk geldi.
Kadıaskerlik (Kazaskerlik) gitti, Mahkeme-i Temyiz Baş Müddei-i Umumiliği geldi.
Kadılık gitti, Müddei-i Umumilik geldi.
Medreseler gitti, Mektepler geldi.
Müderrislik gitti, Muallimlik geldi.
Suhtelik (Softalık) gitti, Talebelik geldi.
Haydi gecici olarak tarihin ekonomik Determinist yorumcusu olayim. Ekonomik evrim sonucu ortaya cikan yeni duzey belirli bir sinifin ekonomik faaliyet yürütmeksizin yasayabilmesi sonucunda ortaya neden ekonomi disi konularin cikmasi mumkun olabildi, bu sinifin tamamen sadece ekonomi ile ilgili konularla yetinmesi gerekmezmiydi, neden ben kimim neyim diye sordu?ekonominin, uretim ve bolusumun, maddi yasamin yeniden ve yeniden üretiminin sorunlarimi itti onu buraya?
Magaraya çizilen resmin tarihi Zigurattan eskidir.
Insanin ekonomi( gecim araclarinin yeniden ve yeniden uretimi) disi ugras ve ilgilerinin tarihi Neolitik devrimden eskidir. Ustyapisal diyebilecegimiz seylerin nüveleri, ekonomi, altyapidan dogmamislardir, daha basindan itibaren karsilikli iliski ve etkilesim halinde beraber bulunurlar. birbirlerini etkilerler, belirlerler sinirlar yada gelistirirler.
Mutlu mesut yasayan mezopotamyali kucuk koylu ekonomisinin sahipleri , kendi ekonomik sorun cozum diyalektikleriyle Neolitik devrim yapmadilar. Onlarin tepelerine cökenler neolitik devrimi yapti.
“Kendi kafanizdaki oculerle yola cikip”
Kendi “çepni”liğini yüceltmek için “Balkan oligarşisi” diye bir öcü icat etmişsin kafanda, bu “öcü”nün varlığını ispat etmek için 40.000 dereden su taşımaya uğraşıyorsun, her seferinde kovaları deviriyorsun, beceremiyorsun. Irkçılık yaptığını örtebileceğini zannediyorsun ama gizleyemiyorsun Necip.
ABD’deki “W.A.S.P. (White Anglo-Saxon Protestants)”ın buralardaki muadilinin, kafanda demlediğin “Balkan oligarşisi” safsatası olduğunu pazarlamaya uğraşıyorsun ama beceremiyorsun Necip. Senin “mentor”un, damadını Türk Telekom’un yönetim kademesine sokmak ve Kapadokya Üniversitesi’nin önünün daima açık kalması, bu üniversiteye daima iltimas geçilmesi için, Erdoğan şakşakçılığı yapan Alev Alatlı’dır Necip.
“Beyaz Türkler Küstüler”, “Biz oyunu kaybetmedik, sadece vakit yetmedi!”, Alev Alatlı, Everest Yayınları.
Necip (veya Alev Alatlı), “iktidar kutsayıcısı”dır:
Musfata Kemal döneminde yaşıyor olsa idi, onu kutsardı.
Recep Tayyip Erdoğan döneminde yaşadığı için, onu kutsuyor.
Mustafa Kemal dönemindeki öcü, Anadolu oligarşisi.
Recep Tayyip Erdoğan dönemindeki öcü, Balkan oligarşisi.
Ne tür iktidar varsa, o tür iktidarın ihtiyaçlarını giderecek “öcü” icat etmek, Necip’in mahareti.
“metinden bir cumple parcasini alip”
Yazdığın onca zırva arasında, sadece o kısım (“Osmanlinin ekonomik durumu kotulesince” kısmı) bir miktar önem içeriyor, o kadar, başka yok. Çünkü, o kısmın sebeplerine değinmeden, bir çuval kelime kalabalığı arasında gizlemeye uğraşmışsın, yine becerememişsin. Ki senin “sebeplerine değinmen”, yine, kafanda demlediğin bilmemne mihraklarını, kafanda demlediğin bilmemne oligarşilerini, “coğrafya ve iklim şartlarının elverişsiz hâle gelmesi lagalugalarını” hedef tahtasına yerleştirip bunlara tü-kaka diye saydırmandan ibaret, ötesi yok. “Gerçek”, “nesnel” bilginin kıyısına dahi yaklaşamazsın, çünkü bunlar senin ırkçılığını yakar Necip.
“Hani su Karadenizli fikrasindaki gibi. Suruden kendisine odul olarak bir koyun almasi soylenince gider coban kopegini kapip getirir.”
Temel: Ula uşağum, ne yaptın sen?!
Necip: Ne oldu ki?
Temel: Altın çıplak! Popon, pipin, her şeyin meydanda! Etek traşı bile olmamışsın! Ne kadar ayıp, cık cık cık!
Necip: Yok yahu! Emin misiniz Temel bey? Gozlerinizde bozukluk olmasin sakin?
Temel: Olur mu.. Turp gibiyim ben. Gözlerim atmacanınki kadar keskindir benim. İşte, kafanı eğ bak, her şeyin meydanda! Ne yaptın uşağum?!
Necip: Altima giydigim sey, seffaf bir pantolon aslinda. Sizin gozlerinize, sanki ciplakmisim gibi gorunuyor. Ama gercekte oyle degil. Giydigim bir pantolon var mi var, onemli olan bu. Sizin ne gorup ne gormediginiz, yine sizin sorununuz Temel bey. Bir goz doktorundan randevu aliniz isterseniz. Tanidigim biri var, telefon numarasini verebilirim size.
Temel: Ah Necip uşağum ah… Kendini çok akıllı zannetme. Börtü böcek, birkaç kendini bilmez hayvan dadanır mahrem bölgelerine, ağlarsın sonra uşağum Necip.
“‘kotulesmisti’ye itiraz”
Sen, sadece “Osmanlinin ekonomik durumu kotulesince” şeklinde yazıp, etrafını bir çuval zırva ile kaplayan bir ırkçısın Necip. “Gerçek”, “nesnel” bilginin kıyısına dahi yaklaşamazsın, çünkü bunlar senin ırkçılığını yakar Necip.
“Gerçek”, “nesnel” bilgi nedir? Şudur:
Osmanlı, “en ağır” ekonomik kötüleşme dönemini, 1854-1880 arasında yaşadı. “Gerçek”, “nesnel” bilgi budur.
“Coğrafya ve iklim şartlarının elverişsizleşmesi”nin etkisi yok denecek kadar azdır, “bilmemne oligarşisi” safsatası ise henüz icat edilmemiştir.
1854 öncesi dönemlerde yaşanan ekonomik kötüleşmelerin hiçbiri, 1854-1880 arasındaki kadar “ağır” değildi. Ve bu kötüleşmelerin “nihai” sebepleri arasında, coğrafya, iklim, oligarşiler, yine yok.
1854 sonrası ekonomideki “en ağır” kötüleşmenin mimarları, hiçbir oligarşi-moligarşi değil, bizzat “Osmanlı yöneticilerinin kendisi”dir NOKTA
Osmanlı’nın borç batağına sürüklenmesi için, “birileri”, Osmanlı’ya kumpas kurmadı NOKTA
Osmanlı, aldığı ilk borç dahil, hepsini yeni borçlarla yenileyerek erteledi. En sonunda borçları ödeyemeyince, “Osmanlı Maliyesi” yabancıların yönetimindeki “Düyun-u Umumiye” idaresine devredildi. Evet bu idare, “yabancıların yönetimi”nde idi. Yönetim ekibi içinde “yabancı” olan her grup, otomatikman kötü değildir, böyle bir genelleştirme yapılamaz. Borcu ödemeyi bırak, hep yeni borç alarak pireyi deve yaparsan, sana borç veren kişiler “yabancı” da olsa, gün gelir kapını tıklatır ve borcunu senden alır. O borçların “senede bağlanmış olanları” 1954’e kadar ödendi. Bağlanmamış olanları sonraki yıllarda ödenmeye devam edildi çünkü vadeleri 100 yıllıktı. T.C. devrindeki “Hazine Müsteşarlığı”, 1990’lı yılların ilk yarısında bile, vadesi 100 yıllık olan borçları ödemeye devam etti ve tamamladı. “Gerçek”, “nesnel” bilgi budur.
1854-1880 arasındaki dönemde, bugün kendi kafasında icat ettiği “Balkan oligarşisi” öcüsünü eveleyip-geveleyip duran Necip’in ataları, (o dönemde) Osmanlı ekonomisinin kötüleşmesine yol açan kişiler olabilir, bu da iddiadır, neden olmasındır…
Osman Tunaboylu’nun kitabını okumayı deneyebilirsin, ama, pardon, okumayı en başta reddetme ihtimalin var, çünkü Osman Tunaboylu da “Rumeli çocuğu”. Kafanda icat ettiğin öcü “Balkan oligarşisi”nin günümüzdeki kırıntılarından biri olabilir bu herif, sana göre “güvenilmez” kelimesiyle mimlenmesi gerekir, yazdığı kitap da sana göre safsatadır:
Merhum pederim benim Tevârîh-i Âl-i Osman merakımdan gayet memnun idi. Ara sıra ordan burdan sorular sorar, malumatımı yoklardı.
Rahmetli bir gün yine böyle bir yoklamada: “Tevârîh-i Âl-i Osman’a artık epey vukufun var, biliyorum.” dedi. “Peki, söyler misin, sence Devlet-i Âliyye’nin inhitatının mebdei ve sebebi nedir?”
Kendimden gayet emin: “Mebdei Karlofça Muahedesi’dir, efendi baba.” dedim.
“Hep öyle söylenir.” deyip güldü. “Peki ya sebebi?”
Başladım saymaya: “Birincisi, devlet idaresi bozuldu, efendi baba! Memlekette rüşvet, irtikâp, iltimas aldı yürüdü. Mevkii makam para ile alınır satılır hale geldi. Bu sebeple devlet idaresine ehil kimseler gelmez oldu. İkincisi, padişahlarımız zevk u safâya dalıp, devlet işleriyle alakadar olmaz oldular. Ordularının başında sefere çıkmadılar. Üçüncüsü, askerimiz bozuldu; nizamı intizamı kalmadı. Yeniçeri esameleri para ile alınır satılır hale geldi. Parayı verip esame alan, talim terbiye görmeden yeniçeri oldu. Dördüncüsü, o arada küffar, fenni silahlar icad etti. Biz dolma tüfekle muharebe ederken, onlar yivli tüfek kullanmaya başladı. Bizim askerimizin dolma tüfeği yağmurda çamurda patlamazken, onların yivli tüfekleri cayır cayır kurşun sıktı. Beşincisi, memlekette adaletsizlik arttıkça arttı. Adalet mülkün temeli olmaktan çıktı…”
Ben daha sayıyordum ki: “Bu kadar yeter!” diye sözümü kesti rahmetli: “Saydıklarının hepsinde hakikat payı var elbette. Lakin ben o kanaatte değilim. Devlet-i Âliyye’nin inhitatının mebdei Karlofça Muahedesi’nden çok çok evveldir. Sebebine gelince… Bunun, senin saydıkların dâhil pek çok sebebi vardır ama esas sebebi başkadır…”
Hatıratının başında bunları anlatıp, o gün, babasının ne demek istediğini anlayamadığını yazan kahramanımız Hayrullah Nami Efendi’nin ayakları, Hazine-i Amire’de vazifeye başladıktan bir müddet sonra suya eriyor, babasına hak verip hatıratında, Devlet-i Âliyye’nin o yıllardaki hazin hikâyesini bizlere bütün çıplaklığıyla anlatıyor.
Öyle anlatıyor ki, insan, Hayrullah Nami Efendi’nin anlattıklarını okurken zaman zaman o günlerde yaşananların bugünlerde, bugünlerde yaşananların o günlerde yaşandığı sanısına kapılıyor, şaşkına dönüyor.
Bugünü iyi anlayıp, geleceğimizi sağlam temellere oturtabilmek için geçmişi iyi bilmeye ihtiyacımız var. Hayrullah Nami Efendi’nin bu kitapta anlattıkları bu bakımdan herkes için büyük bir fırsattır.
“Bir Osmanlı Rüyası”
Osman Tunaboylu
İmge Kitabevi Yayınları
“Ben, benim yazdigim yazinin kapsaminda detaylanmasini gerekli gormemistim. Hala daha da gormuyorum.”
Yazdığın bir çuval zırva arasında saklamaya uğraştığın, bir miktar önem taşıyan kısmın (“Osmanlinin ekonomik durumu kotulesince” kısmı) detaylandırılmasını gerekli görmemen, “çepni” ırkçılığını örtmek için uydurduğun bir kılıftır. Hâlâ daha gerekli görmemen, “çepni” ırkçılığı yapmaya devam edeceğinin katmerli kanıtıdır Necip.
“[..] ‘çepni’ ırkçılığını örtmek için uydurduğun bir kılıftır.”
Koyun surusunden coban kopegini kapisiniza bir baska –ve daha da talihsiz– ornek daha.
Hadis katipliginizi iptal ediyorum. Ne dogru ne de durust muhafaza edebiliyorsunuz.
Birincisi:
Ben sadece ‘Cepni’ oldugumu soylemedim. ‘Kipcak/Cepni’yim dedim.
Ikincisi, bunlar birer irk degil; birer boy ismi.
Kipcaklar (Kumanlar olarak da bilinir) Balkanlarda cok yaygindir.
https://tr.wikipedia.org/wiki/K%C4%B1p%C3%A7aklar
https://tarihturklerdebaslar.wordpress.com/2011/12/25/kipcaklar-kumanlar/
http://www.egitisim.gen.tr/tr/index.php/arsiv/sayi-41-50/sayi-46-nisan-2015/432-kumanlarin-balkanlar-daki-tarihlerine-bir-bakis
Bu linklerde gorulen haritalar 1200’lu yillara aittir. Daha sonralari o daha da genislemistir.
Ayni sekilde, Cepniler de Balkanlarda hayli eskidir. Sari Saltuk ile Balkanlara yerlesen boylarin Cepni oldugu soylenir.
Kisacasi, eger sizin uydurmaga calistiginiz sekilde, ben, bir tur mikro-milliyetcilik (mikro-etnikcilik) saikiyle taraf tutacak olsam, otomatik olarak ‘Balkan Oligarsisi’ni savunurdum.
Durust olmazdi.
Fakat, tabii ki, sizin oyle bir endiseniz yok.
“Önemli bir tespit olmakla beraber, asıl önemi Yunanistan hakkındaki başka önemli tespitlerinizle yakından bağlantılı olmasıdır.”
Nasil yani?
Daha once birisi icin ‘tembel’ ve ‘himbil’ tespiti yapmissam, daha sonralari onun, ayrica, ‘ahmak’ ve ‘mankafa’ oldugunu ifsa edeMEyecek miyim?
Bunlarin hicbiri ‘mutually exclusive’ degil ki..
Matematigin semboller acisindan cok yogun oduncler aldigi Yunan alfabesi, bugunku Yunanistan’in haline baktigimizda, bir alfabenin bir ulkenin haline hicbir sekilde olaganustu sayilabilecek pozitif katkisinin olmayacagina cok guclu bir isarettir.
Yani, Nasreddin Hoca fikrasindan mulhem, ne marifet ne de kabahat kavuktadir.
‘Cunku’sunu soyle aciklayayim:
Su siralarda, ‘tenure’unun hakkini veriyormus gibi gorunmek icin suluzirtlak salon solcusu / tatlisu liberali lakirdilar etmekle mesgul olan Noam Chomsky, vaktiyle, ‘Computational Linguistics’te ciddi bir cigir acmisti.
Dedigi onemli laflardan birsi de (mealen) ‘Hicbir lisan ogrenilemeyecek kadar zor degildi; cunku onu cocuklar ogreniyor’.
Ayni nefeste, hicbir alfabe de gelismeye engel ya da gelismeyi hizlandirici olamaz. Cunku, cocuklar ogrenebiliyor.
Bizim Cumhuriyet propogandistleri bunun ya farkinda degildiler, ya da ozel bir sebeple gozardi ettiler.
Soru: Osman Tunaboylu [‘Bir Osmanlı Rüyası’], Osmanli’daki ilk ve dissal ya da iklimsel sebeplere dayanmayan [ve o gune kadar bu topraklarin gordugu en agir] ekonomik bozulmanin Fatih Sultan Mehmet’in marifeti oldugunu yaziyor mu?
Kendinden sonraki yaklasik yuzyil boyunca paklanamayacak yuksek enflasyonu bu muthis (!) savas dehasinin Osmanliya tebelles ettiginden bahseder mi?
50 sene daha beklense kendiliginden dusecek olan Bizans’in fethi icinni finanse etmek icin ulkenin herseyini emmis, akceden gumus calmis, narhlari daha da agir hale getirmis ve ekonomik canlilgi neredeyse sifira indirmistir.
‘Tarihe gecmek, cag acip kapatmak’ filan gibi ihtiraslar ugruna deger miydi? Bu soruyu soramiyoruz, cunku Fatih de bir baska kutsalk inek haline geldi.
Verdigi hasar belki de giderilebilirdi; ama, akabinde iki buyuk ve cok negatif gelismeye maruz kaldi.
Birincisi, Amerikanin kesfi ile Avrupaya boca olan altin. Bu kadar altin once Avrupa’da ciddi bir enflasyona yol acti; ardindan da Osmanli’ya (Anadolu’ya) sirayet etti.
Avrupa, o enflasyonu, nihai analizde, (baska seylerin yanisira) endustrileserek uretimi artirmak yoluyla asti.
Osmanli topraklarinda boyle bir sey mumkun olmadi; cunku, Fatih’in yaratip biraktigi yapisal ekonomik bozuklugun negatif etkileri artarak devam ediyordu.
Devlet dahil, kimsenin elinde uretimi artirmaga yonelik (altyapi ya da ustyapi) yatirim yapacak sermaye yoktu.
Dolayisi ile, Avrupa userinden gelen altin sadece ulke icinde uretilen kisitli (zirai –hayvansal ya da bitkisel) urunune talebi artirdi; daha dogrusu fiyatlari..
Osmanli, bunu, polisiye tedbirlerle engellemege calisti. Ihracati kistlamak, fiyatlari sabitlemek filan gibi.
Yurumedi.
Bunlar yetmezmis gibi, bir de o buyuk kuraklik bastirdi (act of God)..
Zaten yetmeyen uretim, bir de bu yuzden daha da azalinca, haliyle fiyatlar ayyuka cikar.
Arindan gelsin Celali isyanlari, buyuk ic gocler vb vs.
Cok uzun surer ve sonuc olarak, Osmanli’nin Anadolu’dan umidi azalir/kaybolur.
Anadolu yerine Balkanlara yonelir.
Anadolu’nun insan kaynagiyla Balkanlar fethedilir. Sadece ‘orduda savassin can versin’ anlaminda degil, isgucu anlaminda da Anadolu’dan Balkanlara cok sayida insan gonderilir. (O gunku tabir ‘surgun’dur; bugunku ile cok farkli anlama gelir, o ayri).
Balkanlardaki ovalar, Anadolu’un aksine, oralarda daha da musait hale gelen iklim sayesinde, Osmali icin bir can simidi olmustur.
O kadar ki, bu ‘can simidi’ icin, Osmanli, ‘can havliyle’ oraya yerlestidiklerine –fetih mali olmasina ragmen– baska hicbir yerde vermedigi imtiyazlari vermistir. Sirf bir seyler uretsinler ve Istanbul’u beslesinler diye..
Bir muddet yurur de.. ama, cok surmez.
Osmanli’nin parasi azalmistir; istedikleri fiyati ver(e)mez; odemeleri de vaktinde yap(a)maz.
Bunun uzerine, bu imtiyazli taife, Avrupa’ya satmaga baslar. Yani, ‘komprador’lasirlar.
O da yetmez, mabadini begenen her zumre gibi, reform filan talepleriyle ortaya cikarlar.
Beles aldiklari topraklarda hukumranlik iddialari falan..
Bildigimiz surec..
Neyse..
Osman Tunaboylu, bu hikayeyi bu olcekte degil de, lise tarihi seviyesinde anlatiyorsa, ben okumasam da olur.
Siz okuyun, tabii ki.
Okumaktan zarar gelmez.
Sonra da gelir bize okursunuz.
Verilen linkteki hanim kizimiz bir seyler yazmis. Yazmis da, nedense orjinal metne bir link vermegi unutmus.
Dolayisi ile, galiba, onun rivayetlerini esas almamizi bekliyor.
O gunler coktan geride kaldi. Simdi surusuyle insan yabanci dil biliyor ve yazilanin orjinale ne kadar sadik kaldigini kendisi gormek istiyor.
“Ekip, erkeklerin normaldeki tercihleri olan dişileri kopyalamak yerine daha başarılı yöntem geliştirmiş olan erkek maymunun kopyalamayı tercih ettiklerini ortaya koydu. Fakat gruptaki dişi maymunlar, göreceli olarak daha az başarı göstermesine rağmen dişi maymunun hareketlerini taklit etmeye devam ettiler.”
Metni okudugumda, yaniliyor da olabilirim, bir feminist tonlama hisseder gibi oldum.
Erkeklere guvenmemek filan dedigi icin.
Halbuki, yukaridaki paragrafi okuyunca, Occam’in Usturasi bize, (en azindan o maymun surusunde) erkeklerin daha akilli oldugunu gosteriyor.
Maymundan insana geciste emegin (alet kullanmanin) rolü yada mucitlerin varolmasinda icatlarin rolü:)
“Medeni” – ve tabii HANGİ medeni? – insanın böyle olup olmadığı ayrı bir konudur, fakat “akıllı” insan, doğanın yasalarını – veya amaçlarını – kendisine hizmet edecek şekilde tersine çeviren veya çevirmeye çalışandır.
En basit ve ilk akla gelebilecek bir örnek:
Doğa açısından “karşı cins neslin devamı için”dir.
Akıllı insan açısından ise “neslin devamı karşı cins için”dir.
Doğa için öncelikli olan neslin devamlılığıdır, neslin devamlılığı sağlanabildiği sürece karşı cinsle kurulan duygusal yakınlık ve onun getireceği duygusal – cinsel değil! – hazzın mevcudiyeti şart değildir.
Kendi hayatını doğanın yasalarıyla kayıtlamak istemeyen akıllı bir insanın ise önceliği, hatta bununla ilgili TEK amacı karşı cinsle kuracağı duygusal yakınlık ve onun getireceği duygusal haz olabilir.
Bu yüzden, neslini devam ettirmenin getireceği yükün hayatında alan işgal etmesini istemediği için, yani duygusal birlikteliğine ve onun getireceği duygusal hazza engel olmamasını istediği için, neslini devam ettirMEmek isteyebilir.
Yunanistan, İran (Pers), Irak (Mezopotamya)
Bugün hiç de iç açıcı olmayan durumlarının geçmişlerinde bunun tam zıddı olması ilginç midir, yoksa değil midir?
İlk günlerinde en küçük beylik olan, hatta tam anlamıyla beylik bile sayılmayan ve adı bile anılmayan Osmanlılar karşısında Anadolu’nun gücünü temsil eden büyük beyliklerin sonraki durumları gibi mesela.
İstese Yapabilirdi (“İstese Atom Mühendisi Bile Olabilirdi!”)
Akıllı bir insan çocuğunun olmasını çok istediği için bunu yapa[bili]r idi.
EĞER ona zorunlu eğitim/askerlik/çalışma ve kimlik kontrolü olmadan istediği yere gidememe, hatta evden bile dışarı rahat çıkamama gibi deli gömleklerini giymeye mecbur olacağı mekanik bir yaşam vermek İSTESEYDİ.
Semerkant = Sümerbank = Sümerler = Medeniyet
“Timur, Yıldırım Bayezid’in oğullarını Sümerbank’a götürdü.”
“Dikkat Yazılı Var” adındaki bir kitapta yer alan, öğrencilerin sınav sorularına verdiği yanıtlardan birinde geçen bir cümle.
Diğer bazılarından:
Büyük Selçuklu Devleti’ni kim kurdu?
Atatürk Bey
“Terim” nedir?
Galatasaray teknik direktörü İmparator Fatih Terim’dir.
Marxist tutum eski Stalinist anlayisla 21. yuzyilin anlasilamayacagini söyleyip yepyeni durum tahlilini yapmis:
“Olağanlaşan ekonomik kriz, kâr oranlarının düşmesi, katlanarak artan işsizlik, işçi ücretlerinin düşmesi, yaşam standartlarının gerilemesi, on milyonların açlıktan kırılması, azgınca ilerleyen militarizm ve silahlanma, çıkışsızlığın yıkıcı ifadesi olarak emperyalist savaş, özellikle Avrupa’ya vuran göç dalgaları, burjuva demokrasisini daha da daraltan polis devleti uygulamaları, geleneksel burjuva siyaset sahnesinin çökmesi ve sağ eğilimlerin/faşist hareketlerin/liderlerin yeniden hortlaması, toplumsal ilişkilerin her alanında çürüme ve kitlelere egemen olan derin bir umutsuzluk!
E ama bu Bildik Ekonomik amentü. Komunistler bu kriz tahlilini neredeyse yuzyildir yapiyor Marxist tutumun yeniligi nerede?
Mesela Marxist tutum icin Emperyalizmin Israilin guvenligi plani , sadece ekonomik (Petrol) olarak aciklanabilirmi? Emperyalist en tepedekiler tüm dunyaya salt ekonomik gözlemi bakiyorlar. Bence öyle bakanlar sadece Ekonomist Marxistler.
Ortadoguyu yakip yikmak yerine oradaki eski yapilarla isbirligi halinde hem hammadde hem pazari(ekonomik cikarlari) korumak mumkun olamazmiydi. Saddam Huseyin ve Muammer kaddafi de Facto Anti Emperyalistlermiydi yoksa? Marxist Tutum tövbe bu diktatörler böyle tanimlanamaz diyecektir. Gercegi aciklayamayan bir genel kural eksik degil yanlistir. marxizm indirgemecidir, bu yüzden her genellemesini özel durumlarin genele kurban edilmesi ( su kurala uymayan parcanin bütüne Kurban edilmesi meselesi) ne ihtiyac Duyar. Doga bilimleri gibi sosyal bilimlerde sürekli cesitlenip detaylanarak gelisir ve gercekligi aciklar, genelleme sürekli daha az temel bas kurala baglama egilimindedir.Marxizm de bunun ile maluldür.
Ekonomik ambargo yu bir silah olarak kullanan Emperyalizm, Marxistlercede bir bagimlilik ve Emperyalist sömürü mekanizmasi olarak yorumlanan bu silahi kullanarak yikip yerine kuracaklari yeni rejimde daha cok kar edebilecekleri icinmi sadece kullaniyorlar bu silahi????( Iran cercevesinde dusunmek gerek)
Gunumuz Emperyalist hegemonyayi bir muhasebeci ekonomik cikarlar kafasiyla hareket eden bir mekanizma olarak kavrayan bir anlayis, modern dunyayida Emperyalist Hegemonun korkunclugunun derecesinide kavrayamaz.Gunumuz dunyasinin bas celiskini ucretmi emek ve sermaye celiskisi olarak kavrayan bir perspektifin aciklayamayacagi o kadar cok sey vardirki
Tez: Modern Emperyalizm azami kar amaciyla degil gerekirse az kar ama azami Hegemonya saikiyle isliyor.
“Koyun surusunden coban kopegini kapisiniza bir baska (ve daha da talihsiz) ornek daha.”
Sen ilk önce, mahrem yerlerini örtmek için şeffaf elbiseler giyMEmeyi öğren. Börtü böcek, birkaç kendini bilmez hayvan dadanır mahrem bölgelerine, ağlarsın sonra Necip. Dikkat et, bahsettiğin koyun sürüsü ve çoban köpeği de, dadanan hayvanlar arasında olabilir.
“Hadis katipliginizi iptal ediyorum. Ne dogru ne de durust muhafaza edebiliyorsunuz.”
Kafanda demlediğin çeşitli mihrakların, çeşitli oligarşilerin saçmalığını göstermek için hiçbir tür katipliğe bürünmeye gerek yok. Kendi kendine bazı misyonlar yüklemişsin, “şunu iptal ediyorum, yanlış biliyorsunuz, bu konuda dürüst değilsiniz, onu muhafaza edemiyorsunuz” diye gevezelik edip duruyorsun Necip.
“Ben sadece ‘Cepni’ oldugumu soylemedim. ‘Kipcak-Cepni’yim dedim.”
Kendini nasıl da ele veriyorsun, içinde biriktirdiğin nefretin köklerini, “mikro”ları genişlete genişlete nasıl da kendi ellerinle itiraf ediyorsun Necip.
“Bunlar birer irk degil, birer boy ismi. Kipcaklar (Kumanlar olarak da bilinir) Balkanlarda cok yaygindir. (Link 1), (Link 2), (Link 3). Bu linklerde gorulen haritalar 1200’lu yillara aittir. Daha sonralari o daha da genislemistir. Ayni sekilde, Cepniler de Balkanlarda hayli eskidir. Sari Saltuk ile Balkanlara yerlesen boylarin Cepni oldugu soylenir. Kisacasi, eger sizin uydurmaga calistiginiz sekilde, ben, bir tur mikro-milliyetcilik (mikro-etnikcilik) saikiyle taraf tutacak olsam, otomatik olarak ‘Balkan Oligarsisi’ni savunurdum. Durust olmazdi.”
Sen bu linkleri, konu hakkında hiç bilgisi olmayan bebelere ver Necip. “Gerçek”, “nesnel” bilgiyle aşık atacak kadar müktesebatın yok senin, önce haddini bil.
Aşık atmaya yeltenmeden önce, saklamak için gevezelik ettiğin “Osmanlinin ekonomik durumu kotulesince” ifadesinin sebeplerini öğren. Sebeplerini öğrenirken, “kendi kafanda demlediğin” hikayecikleri ve “prophecy (kestirim, önbili, kehanet)” denemelerini, “gerçek” ve “nesnel” bilgiler arasına serpiştirME. (Aşağıdaki paragraflarda, senin bu “gerçekleri görmezden gelmek ve kestirimler üfürmek” maharetin, ayrıntılı olarak izah edilmiştir.)
Bilim, teknoloji epey ilerledi. Bir kulak temizleme çubuğu ucuna iliştirilmiş pamuk üzerine bir miktar tükürüğünü bırakır, sonra bu çubuğu dış etkenlerden mümkün mertebe koruyan bir kapsül içine koyar, kapsülün kapağını sıkıca kapatır, ilgili test merkezlerine gönderirsen, senin hangi ırka (veya ırkların karışımına) dahil olduğun, hiçbir soru işaretine yer bırakmayacak şekilde ortaya çıkar. “Ama bu doğru olmayabilir.. Ya tükürüğüm, yanlış parametrelerle analiz edilmiş ve sonuç yanlış çıkmışsa.. Mesele ‘biyolojik geçmişim’in bana hangi ırk(lar)a mensup olduğumu söylemesi değil, benim kendimi ne hissettiğimdir.. Irk meselesi ‘biyolojik geçmişim’e indirgenemeyecek kadar teferruatlıdır, sosyolojik ve kültürel olarak kendimi ne hissettiğim daha mühimdir.. Ben kendimi bildim bileli kıpçak-çepniyim, ağzımdaki bir tükürük zerresinin benim şecerem hakkında ahkâm kesmesini gururuma yediremem..” gibi zırıltılar çıkarmayı da bitirmiş olursun. Ziya Gökalp’in rüyalarını ve hâttâ Nihâl Atsız’ın rüyalarını, tükürük testi sonucuyla gerçekleştiren, bir başka ırkçı da sen olursun böylelikle Necip.
Necip, sen, ‘kıpçak-çepni’ ırkçısısın NOKTA
Necip, sen, dürüst değilsin NOKTA
“Mentor”un Alev Alatlı’nın şeceresi de, Makedonya tarihinin derinliklerine kadar uzanır. Belki ikiniz “uzak akraba” bile olabilirsiniz. “Mentor”un Alev Alatlı, senden daha maharetli bir (şu kafanda demlediğin) “Balkan oligarşisi mensubu” olabilirdi, istemedi. Önce Turgut Özal’ın sonra Recep Tayyip Erdoğan’ın tahakkümünü savunan tipik bir “iktidar kutsayıcısı” oldu. Sen de “mentor”un Alev Alatlı’nın seni eğittiği yönde yürümeye devam ediyorsun.
Necip (veya Alev Alatlı), “iktidar kutsayıcısı”dır:
Musfata Kemal döneminde yaşıyor olsa idi, onu kutsardı.
Recep Tayyip Erdoğan döneminde yaşadığı için, onu kutsuyor.
Mustafa Kemal dönemindeki öcü, Anadolu oligarşisi.
Recep Tayyip Erdoğan dönemindeki öcü, Balkan oligarşisi.
Necip, sen, dürüst değilsin NOKTA
Ne tür iktidar varsa, o tür iktidarın ihtiyaçlarını giderecek “öcü” icat etmek, Necip’in mahareti.
“Fakat, tabii ki, sizin oyle bir endiseniz yok.”
“Gerçek”, “nesnel” bilgilerin arasına, kendi kafanda demlediklerini serpiştirMEmeye başladığın an, kimsenin endişesi kalmaz. (Aşağıdaki paragraflarda, “Ditto” cevabı verilen kısımlar, senin, “gerçek”, “nesnel” bilgilere ulaşabildiğin kısımlara işaret eder.)
“Osman Tunaboylu [‘Bir Osmanlı Rüyası’], Osmanli’daki ilk ve dissal ya da iklimsel sebeplere dayanmayan [ve o gune kadar bu topraklarin gordugu en agir] ekonomik bozulmanin Fatih Sultan Mehmet’in marifeti oldugunu yaziyor mu? Kendinden sonraki yaklasik yuzyil boyunca paklanamayacak yuksek enflasyonu bu muthis (!) savas dehasinin Osmanliya tebelles ettiginden bahseder mi?”
Kuruluş ve yıkılış tarihi ile ilgili çeşitli tartışmalar devam ediyor olsa da, Osmanlı’nın kuruluşu 1299, yıkılışı 1922 olarak genel kabul görür. Örneğin, Halil İnalcık, kuruluş tarihi olarak 1301-1302’yi tespit edebildiğini dile getirmiştir. Örneğin, Necip’in arkadaşı İbrahim Kalın ise, II. Abdülhamit sevdasını yinelemek amacıyla, yıkılış tarihi olarak 13 Nisan 1909’u gösterir:
“Ben, Öteki ve Ötesi – İslam-Batı İlişkileri Tarihine Giriş”, İbrahim Kalın:
https://www.kitapyurdu.com/kitap/ben-oteki-ve-otesi-amp-islambati-iliskileri-tarihine-giris/398632.html
Osman Tunaboylu’nun “Bir Osmanlı Rüyası” kitabı, 1299-1922 tarihleri arasında, Osmanlı ekonomisinin “en kötü” dönemi olan 1854-1880’i (1854’ten önceki sebeplerini de kapsayacak şekilde) nesnel ölçütlere göre yazılmıştır.
Eğer sen, Osmanlı’daki çeşitli ekonomik kötüleşme dönemlerini, bunlar arasında da spesifik olarak Fatih dönemini öğrenmek istiyorsan, kendi beyninde icat ettiğin “öcü” oligarşilerin pazarlamasını yapmayı derhâl bırakıp, tarihçi Mehmet Genç’in, nesnel ölçütlere göre hazırladığı, “Osmanlı İmparatorluğu’nda Devlet ve Ekonomi” kaynağına yönelmelisin Necip:
https://www.kitapyurdu.com/kitap/osmanli-imparatorlugunda-devlet-ve-ekonomi-ciltsiz/24956.html
Tarihçi Mehmet Genç’in hazırladığı kitaba güvenme ihtimalin var Necip. Kendisi Artvin-Arhavi doğumlu, yani, Anadolu’nun kültürel iklimi içinde yetişmiş bir tarihçi sayılır senin kriterlerine göre. Ve kendisi, 2015’de, Recep Tayyip Erdoğan’ın Ankara’daki sarayına giderek, onun elinden “Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü”nü de aldı:
https://www.tccb.gov.tr/haberler/410/35811/cumhurbaskanligi-kultur-ve-sanat-buyuk-odullerinin-sahipleri-belli-oldu
İşte, senin ısrarla aradığın bu iki kritere göre, tarihçi Mehmet Genç’in hazırladığı kitaba “safsata” demeyip, güvenme ihtimalin var Necip.
Şimdi asıl konuya giriş vakti:
Kendi kafanda demlediğin “prophecy denemesi”ni üfürmeyi bırak. Osmanlı, “en ağır” ekonomik kötüleşme dönemini, 1854-1880 arasında yaşadı. “Gerçek”, “nesnel” bilgi budur.
Fatih Sultan Mehmet’in yaptıklarından yola çıkarak, onun devrinden sonraki 100 yıl boyunca enflasyon düzeyi üzerine “prophecy denemesi” yapamazsın. Ortaya “veri, kanıt, delil, ispat” koymak zorundasın, ve bunlar, sen ve senin gibi “gerçekleri görmezden gelip, kafasında demlediklerini hönkürenler kulübü” üyesi olanlar tarafından üfürülmüş olMAmalı. Nesnel ölçütlere göre ispatı getirmiyorsan, ahkâm kesmekten başka yaptığın bir şey yoktur.
“50 sene daha beklense kendiliginden dusecek olan Bizans’in (bla bla bla)”
Kendi kafanda demlediğin “prophecy denemesi”ni üfürmeyi bırak. Tarih, “beklenseydi şöyle olurdu, herkes aynı anda zıplasaydı deprem olurdu” gibi lagalugalarla incelenmez. Ortaya “veri, kanıt, delil, ispat” koymak zorundasın, ve bunlar, sen ve senin gibi “gerçekleri görmezden gelip, kafasında demlediklerini hönkürenler kulübü” üyesi olanlar tarafından üfürülmüş olMAmalı. Nesnel ölçütlere göre ispatı getirmiyorsan, ahkâm kesmekten başka yaptığın bir şey yoktur.
“‘Tarihe gecmek, cag acip kapatmak’ filan gibi ihtiraslar ugruna deger miydi? Bu soruyu soramiyoruz, cunku Fatih de bir baska kutsalk inek haline geldi.”
Sen hâlâ kendi kafanda demlediğin “prophecy denemeleri”ni üfürmeye devam edersen, kendi kendine eziyeti daha da katmerli hâle getirmiş olursun.
“Verdigi hasar belki de giderilebilirdi (bla bla bla)”
Kendi kafanda demlediğin “prophecy denemesi”ni üfürmeyi bırak. Tarih, “belki de şu olurdu, belki de bu olurdu” gibi lagalugalarla incelenmez. Ortaya “veri, kanıt, delil, ispat” koymak zorundasın, ve bunlar, sen ve senin gibi “gerçekleri görmezden gelip, kafasında demlediklerini hönkürenler kulübü” üyesi olanlar tarafından üfürülmüş olMAmalı. Nesnel ölçütlere göre ispatı getirmiyorsan, ahkâm kesmekten başka yaptığın bir şey yoktur.
“Amerikanin kesfi ile Avrupaya boca olan altin. Bu kadar altin once Avrupa’da ciddi bir enflasyona yol acti, ardindan da Osmanli’ya (Anadolu’ya) sirayet etti.”
Ditto.
“Avrupa, o enflasyonu, nihai analizde, (baska seylerin yanisira) endustrileserek uretimi artirmak yoluyla asti.”
Ditto.
“Osmanli topraklarinda boyle bir sey mumkun olmadi, cunku, Fatih’in yaratip biraktigi yapisal ekonomik bozuklugun negatif etkileri artarak devam ediyordu.”
Fatih’in yarattığı bozukluklar, Osmanlı’nın “en kötü ekonomik dönemi”ne kadar geçen sürede yaşanan bozuklukların yanında cüce kalır. Osmanlı ekonomisinin “en kötü” döneminin başlanıç yılı 1854’tür. “En kötü”ye gidişin sebepleri, Fatih dönemi kadar eskide değil. “Gerçek”, “nesnel” bilgi budur. Tarihçi Mehmet Genç’in hatırlattığı “gerçek ve nesnel bilgi”leri okuyup anlamaya çalış Necip.
“Devlet dahil, kimsenin elinde uretimi artirmaga yonelik (altyapi ya da ustyapi) yatirim yapacak sermaye yoktu. Dolayisi ile, Avrupa userinden gelen altin sadece ulke icinde uretilen kisitli (zirai, hayvansal ya da bitkisel) urunune talebi artirdi, daha dogrusu fiyatlari.. Osmanli, bunu, polisiye tedbirlerle engellemege calisti. Ihracati kistlamak, fiyatlari sabitlemek filan gibi. Yurumedi. Bunlar yetmezmis gibi, bir de o buyuk kuraklik bastirdi (act of God).. Zaten yetmeyen uretim, bir de bu yuzden daha da azalinca, haliyle fiyatlar ayyuka cikar. Arindan gelsin Celali isyanlari, buyuk ic gocler vb vs. Cok uzun surer ve sonuc olarak, Osmanli’nin Anadolu’dan umidi azalir-kaybolur. Anadolu yerine Balkanlara yonelir. Anadolu’nun insan kaynagiyla Balkanlar fethedilir. Sadece ‘orduda savassin can versin’ anlaminda degil, isgucu anlaminda da Anadolu’dan Balkanlara cok sayida insan gonderilir. (O gunku tabir ‘surgun’dur, bugunku ile cok farkli anlama gelir, o ayri). Balkanlardaki ovalar, Anadolu’un aksine, oralarda daha da musait hale gelen iklim sayesinde, Osmali icin bir can simidi olmustur. O kadar ki, bu ‘can simidi’ icin, Osmanli, ‘can havliyle’ oraya yerlestidiklerine (fetih mali olmasina ragmen) baska hicbir yerde vermedigi imtiyazlari vermistir. Sirf bir seyler uretsinler ve Istanbul’u beslesinler diye..”
Ditto.
“Bir muddet yurur de.. ama, cok surmez. Osmanli’nin parasi azalmistir, istedikleri fiyati ver(e)mez; odemeleri de vaktinde yap(a)maz.”
Osmanlı’nın parası kendi kendine mi azaldı? Tık yok Necip’ten. Pardon pardon, galiba birkaç “tık” var. Yine bir dış-iç mihrak, yine bir dış-iç oligarşinin parmağı vardır bu “paranın azalması” işinde, maksat “öcü” icat etmek olunca Necip maharetini sergiler. Yine “coğrafya ve iklim şartlarının elverişsiz hâle gelmesi” tü-kaka ilan edilebilir Necip’e göre.
“Bunun uzerine, bu imtiyazli taife, Avrupa’ya satmaga baslar. Yani, ‘komprador’lasirlar.”
Yine başladı Necip, kendi kafasında demlediği “öcü”lerin pazarlamasını yapmaya.
“O da yetmez, mabadini begenen her zumre gibi, reform filan talepleriyle ortaya cikarlar. Beles aldiklari topraklarda hukumranlik iddialari falan.. Bildigimiz surec..”
Birinci çoğul şahıs yazımı ile sonlandırmışsın. Sen ve senin gibi “gerçekleri görmezden gelip, kafasında demlediklerini hönkürenler kulübü” üyesi olanlar tarafından üfürenlerin bildiği süreç o kadar. Bu kafayla, “gerçek”, “nesnel” bilgiye ulaşma ihtimaliniz yok sizin.
“Osman Tunaboylu, bu hikayeyi bu olcekte degil de, lise tarihi seviyesinde anlatiyorsa, ben okumasam da olur. Siz okuyun, tabii ki. Okumaktan zarar gelmez. Sonra da gelir bize okursunuz.”
Osman Tunaboylu ve benzerleri, kendi kafasında herhangi bir hikaye demlemiyor, herhangi bir oligarşi safsatası tuzağı kurmaya çalışmıyor, hele hele “prophecy denemeleri” yapmaya hiç kalkışmıyor.
Yıllar boyunca hasır altı edilen, tarihte sadece birkaç figürün (ve onların yaptıklarının) parlatılması altında saklanıp gösterilmek istenMEyen, özellikle de “fetih coşkuları tarihi” enflasyonunda kaybolmaya yüz tutmuş “Osmanlı’nın ekonomi tarihi ve yaşadığı en kötü ekonomik dönem”i, gerçek bulgu ve bilgiler ışığında nesnel ölçütlere göre hatırlatan bir kitap “Bir Osmanlı Rüyası”.
Sadece “lise tarihi seviyesi”nin değil, her seviyenin anlayabileceği şekilde, “gerçekleri” hatırlatan bir kitap. “Bilmemne mihrakı, bilmemne oligarşisi” safsatalarının propagandasını yapan Necip ve benzerlerinin, bu kitabı okumak isteMEyebileceği 311 no’da yazıldı:
“Osman Tunaboylu’nun kitabını okumayı deneyebilirsin, ama, pardon, okumayı en başta reddetme ihtimalin var, çünkü Osman Tunaboylu da “Rumeli çocuğu”. Kafanda icat ettiğin öcü “Balkan oligarşisi”nin günümüzdeki kırıntılarından biri olabilir bu herif, sana göre “güvenilmez” kelimesiyle mimlenmesi gerekir, yazdığı kitap da sana göre safsatadır.”
“Prophecy denemesi”ni isabet ettirmek işte böyle olur.
Neden yayınlamıyorsun? Neden bu çocuk oyunlarına başvuruyor sun? Necip sana rüşvet mi veriyor? Dediklerim batıyor mu? İnsan aslını veya tarihini inkar etmemeli, çok ayıp! Olan olmuş, zaten eneayiler arasında senin ne mal olduğunu anlayacak kapasitede kimse yok. CV’en güzel! Diploman güzel! Enternasyonellerler bilgin çok güzel! Sitenin süsleri çok güzel! Resimlerin çok güzel! Hiç yaşlanmadan gencecik kalmışsın, maşallah! 1 Mayıs’da Dev-gençsin, 19 Mayıs’da AtıTürk gençsin! Sen genç oğlu gençsin! Dünya senin gibi gençlere kalacak, ne kadar şanlısın! Devrim yapmadan devrimine kavuşacaksın!
“Uzlaşma Yok!” Bir Anarşist Palavrasıdır – Uzlaşmalar Üzerine Lenin Neler Diyordu?
En keskin “devrimci” olduğunu düşünenler ve uzlaşmasız olduğunu söyleyenler bile her an için fiili bir uzlaşma içindedirler.
Düşünün bir devrimci, bir demokrat için, bu dünyada uluslar ve ulusal devletler ve ulusçuluktan daha berbat, kendisine karşı savaşılacak ne olabilir?
Bunlardan daha korkunç ne var?
Son iki yüz yıldaki bütün savaşların, bugün insanlığın çektiği bütün sorunların temelinde Aydınlanma’nın inkarı, ona karşı bir karşı-devrim olan uluslar, ulusal devletler ve ulusçuluk vardır.
O keskin “devrimci”lerin söylediği gibi “uzlaşma yok” ise, bunu diyenlerin önce yurttaşı oldukları devletin verdiği hüviyetleri, pasaportları ikametgahları yakmaları, vergi vermemeleri, onun yasalarını tanımamaları, okullarına gitmemeleri vs. gerekir.
Ama bu şekilde var olmaları ve yaşamaları bile olanaksızlaşır. O o uzlaşmayı reddedenler, uluslarla, ulusal devletlerle ve ulusçulukla bir uzlaşma yaparlar fiilen.
Bunu öyle adlandırıp adlandırmamalarının bir önemi yoktur. Bir şeyin adı değişmekle kendisi değişmez.
Kapitalizm mi?
Her işçi sabah işe gittiğinde, aylığını aldığında, işvereniyle bir sözleşme yaptığında aslında sınıf düşmanı ile bir uzlaşma yapmış olur.
O halde uzlaşmalar olmadan var olmak bile mümkün değildir.
*
Bu sorunla İslam da daha doğuşunda karşılaşmıştır.
İlk Müslümanlar putlara tapan bir toplumdaydılar ve putları (totemleri, aşiret düzenini, soy kardeşliğini ve onlara dayalı düzeni) tanımadıklarını açıkça söyledikleri, Allah’ın eşit kullarının kardeşliğine uygun yaşadıkları takdirde var olmaları bile olanaksız olurdu.
İlk Müslümanlar, her şeylere kadir Allah diyorlardı ve buna rağmen bu inançlarını gizliyorlardı. Bu bir uzlaşma idi.
Bugün “takiye” denen davranış aslında ilk Müslümanların yaptığı bu uzlaşmanın ta kendisidir.
Demek ki, uzlaşmalar olmadan var olmak yaşamı sürdürmek bile olanaksızdır.
O halde sorun uzlaşmaları kabul veya reddetmek değildir. Sorun uzlaşmaların amaca hizmet edip etmediği sorunudur.
Her uzlaşma somut olarak ele alınmalıdır.
Elbette her uzlaşma, ezilenler açısından, ezilenlerin kurtuluşuna hizmet edip etmediği bakımından ele alınmalıdır.
Amacın kendisi yanlışsa, o uzlaşmaların doğru olmasına imkan yoktur.
Her uzlaşma gerçekten uzlaşma mı, yoksa bir uzlaşma görünümü altında bir davanın satılması mı diye bakmak ta gerekir.
Çünkü sınıflar mücadelesi ordular mücadelesinden çok daha karışıktır. Ordular mücadelesinde saflar karşılıklı olarak bellidir. Herkesin ayrı bayrağı, üniforması, parolaları vardır.
Ama sınıflar mücadelesinde ezen azınlığın bütün hüneri bayrakları karıştırmakta toplanır. Muaviye’nin Kuran yapraklarını askerlerinin mızraklarına taktırarak İslam’dı yok eden .in krşıdevrim başardığı unutulmamalıdır.
Napolyon imparatorluğunu ve karşı devrimini üç renkli bayrakla yapmıştı.
Stalin, Leninizm bayrağıyla sosyalizmin tüm temel varsayımlarını ve ideallerini olmamışa çevirmişti.
*
Birkaç gün önce yazdığımız pervin buldan’ın sözlerini eleştirdiğimiz yazıya gelen yankıları görünce, yeni kuşakların sosyalist mücadelenin deneylerinin alfabetik sonuçlarından bile haberdar olduğunu gördük.
Bu nedenle, Politika sanatının ustalarından Lenin’in özellikle olgunluk döneminin bir eseri olan “Bir çocukluk hastalığı: “Sol” Komünizm” adyı kitabından uzlaşmalar konusuyla ilgili bazı alıntılar yapmak gerekli oldu.
Belki birileri bir şeyler öğrenir.
Bize en ağıza alınmayacak sözleri edenler belki Lenin’in otoritesi karşısında biraz susup düşünmek gerektiğini görebilirler.
Lenin’in kitabından uzlaşmalar konusunda bizim keskin devrimcilere bazı alıntılar aşağıda yer alıyor. Bakalım o “kızıl komünist” Lenin neler diyor?
*
“Diyelim ki, otomobiliniz silâhlı haydutlar tarafından durdurulmuştur. Haydutlara, paranızı, pasaportunuzu, tabancanızı, otomobilinizi veriyorsunuz ve böylelikle haydutların o hoş refakatinden kurtulmuş oluyorsunuz. Bu bir uzlaşmadır, bunda şüphe yok. “Do u t des”, sana paramı, silâhlarımı, arabamı “veriyorum”, bana canımı “veresin diye”. Deli olmadıkça hiç kimse böyle bir uzlaşmanın “ilkelere aykırı” olduğunu iddia edemez ya da uzlaşmayı yapanın haydutların suç ortağı olduğunu ileri süremez (haydutlar otomobili ve silâhları yeni haydutluklar için kullanmış olsalar bile, bu böyledir). Alman emperyalizminin haydutlarıyla bizim uzlaşmamız, işte buna benzer bir uzlaşmaydı”
“İlke olarak” her türlü uzlaşmayı reddetmek, genel olarak her türlü uzlaşmayı gayrimeşru saymak, ciddiye bile alınamayacak çok güç bir çocukluktur. Devrimci proletaryaya yararlı olmak isteyen siyaset adamı, uzlaşmaların reddedilmesi gerektiği durumları, bunların oportünizmi ve ihaneti ifade ettikleri somut durumları iyi ayırd etmesini bilmeli b ö y l e s o m u t uzlaşmalara karşı en sert ve keskin eleştirisini yöneltmeli, bunları amansızca suçlamalı, bunlara karşı amansız bir mücadeleye girişmeli ve ne sosyalizmin “işgüzar” eski yolcularına, ne de parlamenter laf ebelerine, “genel olarak uzlaşmalar” konusunda söylevlerle omuzlarına yüklenen sorumluluktan kaçmalarına fırsat vermemelidir.”
*
“Uzlaşma vardır, uzlaşmacık vardır. Her uzlaşmanın ya da uzlaşma çeşidinin durumunu ve somut koşullarını tahlil etmesini bilmelidir. Haydutların yaptıkları kötülüğü en azma indirmek için ve onların yakalanmalarını ve cezalandırılmalarını sağlamak için haydutlara para ve silâh vermek zorunda kalmış olan adamın durumunu, haydutların yağmasından pay almak için onlara yardım eden adamın durumundan ayırt etmeyi öğrenmek gerekir. Siyasette durum her zaman benim verdiğim bu çocukça örnekte olduğu gibi basit değildir. Ama hayatın önlerine çıkaracağı bütün ihtimallere uyacak hazır çözüm yollarını önceden sunan bir reçeteyi hazırlamaya kalkacak olan kimse, ya da devrimci proletaryanın siyasetinde güçlüklerin ya da karışık durumların olmayacağı yolunda garantiler veren kimse, şarlatandan başka bir şey değildir.
En sert, en amansız ve en uzlaşmaz eleştiriler parlemantarizme ya da parlamenter eyleme karşı değil, devrimci olarak parlamento seçimlerinden ve parlamento kürsüsünden yararlanmayı bilmeyen liderlere karşı ve hele yararlanmak istemeyen liderlere karşı yöneltilmelidir.”
*
“Her proleter, grevlerden geçmiştir; her proleter, işçiler bir şey elde etmeden ya da isteklerinin ancak bir kısmını sağladıktan sonra işbaşı etmek zorunda kaldıkları zaman, nefret duydukları ezenler ve sömürenlerle “uzlaşmalar” yapmıştır. Bir sınıf mücadelesi ve sınıf çatışmalarının h a t safhaya varışı ortamında yaşayan her proleter, nesnel koşulların zorunlu kıldığı (grev fonu tükenebilir, grev desteklenmeyebilir, grevciler dayanılmaz ölçüde açlıkla, yorgunlukla karşılaşabilirler) bir uzlaşmayla, o uzlaşmayı yapan işçiler arasında devrimci feragati ve mücadeleyi sürdürme iradesini hiç bir şekilde azaltmayan bir uzlaşmayla, hainlerin yaptığı (grev kırıcaları da “uzlaşma” yaparlar), kendi bencilliklerini, alçaklıklarını, kapitalistlere hoş görünme isteklerini, tehditler karşısılıda, bazan pohpohlamalar karşısında, bazan sadakalar karşısında, bazan da kapitalistlerin sırnaşmaları karşısında gereken sağlamlığı gösterememelerini nesnel nedenlerle açıklamaya kalkışan uzlaşmalar (bu ihanet uzlaşmaları, İngiliz işçi sınıfı hareketinde trade-union önderleri arasında pek çoktur, ama bütün ülkelerde hemen hemen her işçi şu ya da bu biçimde buna benzer olaylarla karşılaşmıştır) arasındaki farkı değerlendirmeyi pek iyi bilir.”
*
“Besbelli ki, istisnaî olarak öyle çetin ve çapraşık durumlar olabilir ki, şu ya da bu “uzlaşmanın” gerçek niteliğini saptayabilmek için büyük çabalar gerekebilir, bazı hallerde (örneğin “nefsi müdafaada” olduğu gibi) cinayetin, mutlak olarak meşru ve giderek kaçınılmaz mı olduğunu, yoksa affedilmez bir ihmalin ve giderek ustaca uygulanan canice bir planın sonucu mu olduğunu saptamanın çok zor bir iş olması gibi. Besbelli ki, (ulusal ve uluslararası) sınıflar ve partiler arası son derece çapraşık ilişkilerin bazan söz konusu olduğu politikada, bir grev yüzünden varılan “uzlaşmanın” meşru mu, yoksa ihanet eden bir sendika liderinin, bir grev kırıcısının vb. eseri mi olduğunu saptama sorunundan çok daha çözümü zor durumlarla karşılaşılacaktır. Her duruma uyan bir reçete, ya da (“hiç bir zaman uzlaşılmayacak”!) biçiminde bir genel kural bulmaya kalkışmak saçmadır. Her özel durumda doğru yolu bulabilmek için kafayı işletmek gerekir.”
“Devletler arasındaki alelade savaşlardan yüz defa daha çetin, daha uzun ve daha çapraşık bir savaş olan uluslararası burjuvazinin devrilmesi uğruna savaşa girişmek, ve önceden dolambaçlı yollara başvurmayı, (bir anlık olsa bile) düşmanlarımızı bölen çelişkilerden yararlanmayı, geçici olsalar da, pek o kadar güvenilir olmasalar da, sallantılı olsalar da, koşullara bağlı bulunsalar da, potansiyel müttefiklerle anlaşma ve uzlaşmaları reddetmek son derece gülünç bir davranış olmaz mı? Bu. bugüne kadar ulaşılmamış ve keşfedilmemiş bir dağın çetin tırmanışında, bazan zikzaklar halinde yürümeyi, bazan geri çekilmeyi, ilkten seçilen doğrultuyu bırakıp başka bir doğrultuyu denemeyi önceden reddetmek gibi bir şey değil mi? Ve bilinçten ve tecrübeden bu ölçüde yoksun kimseler (bu, gençliklerinden ötürü olsaydı gene neyse: gençler belli bir dönem için bu tür saçmalıklardan söz etmeye zaten hazırdırlar) Hollanda Komünist Partisinin kimi üyeleri tarafından —yakından ya da uzaktan, açıkça ya da üstü örtülü olarak, tamamen ya da kısmen, pek önemli değil— desteklenmişlerdir!”
*
“Savaşın düşman için elverişli olduğu açıkken, savaşın bizim için elverişsiz olduğu besbelli iken, savaşı kabul etmek bir cinayettir ve bizim için elverişsiz olan bir savaştan kaçınmak için “zikzaklara, anlaşmalara ve uzlaşmalara” başvurmayı bilmeyen devrimci sınıf siyasileri beş para etmezler.”
*
“Komünizm fikirlerine en fedakârca bağlılık ile her türlü zorunlu pratik uzlaşmalar, zikzaklar, barış manevraları ve ricat vb. ile birleştirilebilmelidir”
Bu sözlerin hepsi Lenin’indir.
Demir Küçükaydın
HDP maalesef kendi örgütsel ve politik yetersizliğini Demirtaş’ın Cumhurbaşkanlığı adaylığını öne çıkararak örtmeye çalışıyor.
Ortada böyle bilinçli bir davranış olmasa bile en azından kampanyalara bakınca böyle bir izlenim doğuyor.
Halbuki bu seçimde önemli olan Demirtaş’ın ilk turu geçip Erdoğan’ın karşısına çıkabilmesi değil, HDP’nin barajı geçmesidir.
HDP barajı geçtiğinde AKP’nin mecliste çoğunluğu kaybetmesi nedeniyle kartlar yeniden karılacak ve Erdoğan’ın başkanlığına son vermenin yolu açılabilecektir.
Hedef ilk turda mecliste çoğunluğu almak, ikinci turda en çok oy alıp ikinci tura kalana Erdoğan karşısında oy vererek Erdoğan’ın diktasına son vermektir.
*
Bu nedenle şimdi Demirtaş’a önemli bir görev düşüyor.
HDP’nin bu politik ve örgütsel eksiğini kapatmak ve bunun için de bütün mesajlarında ağırlığı kendisinin seçilmesine değil, HDP’nin barajı açmasına vermek.
Demirtaş kendisinin aday gösterilmesiyle HDP’ye belli bir rüzgar vermiş bulunuyor.
Eğer bir aday olarak mesajlarında özellikle AKP-MHP ittifakının mecliste çoğunluğu yitirmesi ve HDP’nin meclise girmesinin önemi üzerinde durursa hem kendi partisine, ham kendisine, hem de Erdoğan diktasından kurtulmak isteyen tüm muhalefete en büyük katkıyı yapmış olur.
Dileriz bu yöndeki mesajları daha bir ağırlık kazanır.
HDP de elbette kampanyasında özellikle Demirtaş’ı öne çıkarmalıdır.
HDP kendi politik ve örgütsel zaaflarını bir ölçüde olsun ancak Demirtaş’ın adını öne çıkararak kapatabilmektedir.
buna karşılık Demirtaş ta HDP’nin barajı geçmesine yönelik olarak bir kampanya yürütmelidir.
Böylece birbirine zıt gibi görünen ama birbirini tamamlayan ve destekleyen bir kampanya başlamış olur.
Diğer yandan böyle bir kampanya aynı zamanda hem tüm muhalefeti hem de Erdoğan karşısındaki tüm adayları desteklemiş olur.
çünkü böyle karşılıklı ve birbirini destekleyen bir örnek, bir bütün olarak sadece HDP’ye değil, aynı zamanda Erdoğan diktasına karşı bütün güçlere puan kazandıracaktır.
Bu gibi davranışların değerini en iyi ezilenler bilir.
Çünkü HDP’nin barajı geçmesi aynı zamanda sıfır barajın bir anlamda pratik olarak gerçekleşmesi olacaktır.
Bu durumda sıfır barajı engelleyen Akşener’in nasıl bir yanlış yaptığı da somut olarak görülecektir.
Bu gibi davranışlar aynı zamanda özellikle ulusalcı çevreler tarafından yapılan HDP’ye karşı yapılan propagandaları da fiilen işlevsiz kılar.
Bu gibi davranışlar Erdoğan karşısında ikinci turda bir zafer için de toprağı sürmüş olur.
Demirtaş HDP’nin baraöı geçmesine vurgu yaparken, HDP Demirtaş’ın adını öne çıkararak politik ve örgütsel zaaflarını bir ölçüde olsun bir imaj aracılğıyla kapatmış olur.
Böylece HOP’nin meclis’te bütün hesapları bozacak bir ağırlıkla yer alması sağlanır.
böyle bir başarı, aynı zamanda Erdoğan-Ergenekon ittifakının izlediği baskı ve savaş politikasının başarısızlığı anlamına geleceğinden devlet sınıfları içinde bu politikalardan rahatsız olan kesimlerin de direncini arttırır.
Bu da bir bütün olarak muhalefetin hareket alanını genişletir, HDP’yi tecrit olmaktan kurtarır ve HDP’ye karşı seçim hilelerini zorlaştırır.
(Bu vesileyle tüm okurları Demirtaş’ın serbest bırakılması için, “Adil, Özgür, Eşit ve Hilesiz Bir Seçim İçin Demokrasi Gönüllüleri” tarafından açılmış bulunan, tüm yurttaşlara ve seçmenlere yönelik imza kampanyasına katılmaya çağırıyoruz.
İmza kampanyası şu adreste bulunmaktadır:
Adil, Özgür, Eşit ve Hilesiz Bir Seçim İçin Selahattin Demirtaş Serbest Bırakılsın
( https://www.change.org/p/adil-özgür-eşit-ve-hilesiz-bir-seçim-için-demokrasi-gönüllüleri-talep-ediyor-selahattin-demirtaş-serbest-bırakılsın )
Ancak sadece imza vermekle yetinmeyelim.
Bu kampanyayı paylaşalım.
Tüm tanıdıklarımızı bu kampanyayı imzalamaya ve duyurmaya davet edelim.)
Demir Küçükaydın
Köpek ticareti yapanlar, Irkçı bilim adamları ve sınır polislerine ortak özellik saf, öz, halislik kıstaslarıdır. Eskiden kafatasları ölçülür, cilt renklerine ve pasaportlara bakılır, cinsiyetlerin yazılı oldukları kşmliikler ve secereler kullanılırdı. Şimdi, bilim admalarımız ve karılarımıza şükür DNA bu işi, her alanda olduğu gibi, kolaylaştırdı. Kısa zamanda, her alanda olduğu gibi, İNSANLIK bu bilim karılarımız ve adamalarımızın buluşlarından yararlanacak ve herkes Necip gibi smart phoneları sayesinde cinsin ve cibiliyetini anında öğrenebilecek. Hatta herkesin cinsi, geçmişi, sicili, seceresi, cibiliyeti ataları, anaları, falan filanları merkezi bir bilgisayarda ;NSANLIK için kaydedilip devlet babalarımız tarafından kullanılacaktır. Ne güzel ama değil mi? Hayat gittikçe insanların kendileri gibi basitleşiyor.
Necip Neden Romantkileri Sevmez
Necip hoca siz benim meydan okumamı gerçekten ciddiye almışsınız. Yazdığınız bazı yazılarla sanıldığı kadar boş konuştuğunuzun yanlışlığını dolaylı bir şekilde ve oturduğunuz araba satış memuru koltuğunuzda, o karşı olmadığınız soytarı gibi “o da kimmiş?”lere başvurmadan, “o da kimmiş?” gibi güvenilmez, ası astarı belli olmayan dış dünya bilgi kaynaklarını kullanmadan salt kendinizi biraz sıkarak kendiliğinden çıkan yumurtaları sergilemişsiniz. İşte deha bu! İlahi güçlerle direkt bağlantı! Çabasız ilham! Hatta siz peygamberler gibi “o bana …” falan filanları bile geride bırakmışsınız. Allah gibi dünyayı aracısısz biliyorsunuz!
Bazı kaynaklar vermekle, sadece cahil ayak takımlarının alıştıkları “o da kimmiş?” , “kim demiş?” falan filan gibi dünyevi sorularına cevapları yine Allah gibi önceden kestirip ilahi bilgilerinize eklemişsiniz.
Sizin gibi ilahi bilgilere ermiş birinin matematik ve ispatı mümkün doğa bilimleri meydan okumasından neden kaytardığınız çok belli.
İspatı imkansız ilahi bilgilere vakıf olmak nerede, ispatları mümkün çoluk çocuk matematik ve doğa bilimleri nerede.
Kuantum bilgisayarına matematik varsayımlarıyla doğal bilim yasa ve teorileri koy, bırak makine gerisini kussun. Veya sizin sevgiliniz lügat harflerini koy, bırak makine cümleler, paragraflar, kitaplar yazsın. Bırak sizin gibi ilahi güce sahip olmayanlar kusulanları ayıklasın.
Neyse, geçelim ulu, ilahi hocamıza methiyeyi.
Ben sizin bu ‘Şipşak/Cepci’ soyunuzda romantikliği neden sevmediğinizi şimdi biliyorum. Hani sevgili Er-Doğan’ınızın, sevgili Kuranı Kerametinde, dünya sırlarını bulanlar ve sizin bir ara takıldığınız Uzay Denklemlerinde dünya sırlarını bulmaya çalışan guru gibi, ben de sizin bu romantikler karşı uyuzluğunuzun şifresini çözdüm.
Bu çözümü kısmen sayın Zileli’ni meşhur mutasyon özgür üniversite fikrine borçluyum.
Ben her zaman eski şipşakçıları günümüz fotoğrafçılarından çok daha sevdim. Zavallıların arkalarına hayal dünyalarını koyup resimlerini çekmeleri bence eşsiz bir sanatçılık tezahürü olduğu gibi eşsiz bir romantiklik. Şimdikler genellikle sizin gibi gerçekten gerçekçi, zavallılara kendi kendilerini boğazlamak için bıçak uzatıyorlar veya boğazlamaya insan fıtrarı adı takmışlar.
Bismi el-er-Doğan er-Necip ar-araba-i er-ana-iktidari dişi-raḥīm.
İnşallah kafir ve hatta daha da kötüsü kafirler kafiri, “Here is that Greek busines again”, “allele” kelimesini kullandığım için beni affedersiniz. Kabahat bende değil “o da kimmiş?” de: [Greek allel- “one another” (from allos “other;”…]
SİZİN SOYUNUZDAKİ GENLERDE İKİ ALLELE VARDI. BİRİ ROMANTİK ŞİPŞAK, DİĞERİ GERÇEKÇİ CEPCİ.
Size cepci allele’i geçmiş. Bu cepci allele’in bir yan etkisi sidik yarışı hastalığı. Şipşak allele’i size aynı nedenden iki zıt sonuç çıkma ihtiamli senin TEK LİDER, TEK FİKİR, TEK AMAÇ inancının boş laf olduğunu gösterip sinirlerini tahrip ediiyor. Daha da kötüsü senin soyunda bile bu kökü kazılması şart romantikliğin olması
İttihatçıların önde gelen isimlerinden Harputlu Abdullah Cevdet ve Türkçülüğün büyük ideologu Diyarbakırlı Zaza Ziya Gökalp gibi Balkan Oligarklarını unutmayalım Necip Bey.
Büyükşehirlerdeki nüfus, trafik, hatta sanayileşme ve sanayi atıkları sorunlarından bile daha önemli – ama sonuçta bütünün bir parçası olarak onlarla yakından bağlantılı – bir sorun: kanalizasyon.
Bu, sadece, son günlerde geçmiştekinden çok daha kötü biçimde yeniden patlak verdiği İzmir’in bir sorunu değildir. Eğer şimdiden gelecekleri için önlem almazlar ve planlamazlar ise başkalarının da. Ve bunu ciddi bir şekilde planlayamazlarsa İzmir’deki gibi yeniden hortlamasını yaşayacak olan başkalarının.
Şunu da eklemek isterim ki, birçok İstanbulludan da duyduğum üzere Türkiye’nin en şanslı yeri olan İzmir’de ve üstelik oranın da en şanslı yerlerinde yaşayan biri olarak, sadece bu kanalizasyon sorununun bile en güzel cenneti en kötü cehenneme çevirebileceği görüşündeyim. Umarım dünyanın hiçbir yerinde daha kötüye gitmez.
“Necip, sen, ‘kıpçak-çepni’ ırkçısısın NOKTA”
Zirzoplugun da bir adabi, bir haddi olur.
Siz bir istisnasiniz.
Neyin ‘irk’ olabilecegini dahi bilmeden onca lakirdiyi yazabiliyorsunuz ya, zirzoplarin sahi gelse elinize su dokemez.
“Osmanlı ekonomisinin “en kötü” dönemi olan 1854-1880’i”
Anlamsiz seyler yazip duruyorsunuz.
En kotu donemi 1854-1880 arasinda idiyse, sonra ne olmus?
Iyilesmis mi?
Yazdiklarinizin geri kalani, her zaman oldugu uzere, konuyla alakasiz, bos laf.
“İttihatçıların önde gelen isimlerinden Harputlu Abdullah Cevdet ve Türkçülüğün büyük ideologu Diyarbakırlı Zaza Ziya Gökalp gibi Balkan Oligarklarını unutmayalım Necip Bey.”
Ilginc degil mi?
Degil, tabii ki.
Hele de listeye, ‘Türkçülüğün’ gercek agababasi sayilan Munis Tekinalp’i (Moiz Kohen’i) eklemegi unutmussaniz…
Ilginc olan sudur:
Insanlar, ‘kan bagi’ni, ‘din bagi’ni filan cok onemserler, de; asil ve en onemlisinin cikar bagi oldugunu hep iskalarlar..
My advice is, as always, ‘follow the money’.
“birçok İstanbulludan da duyduğum üzere Türkiye’nin en şanslı yeri olan İzmir […]”
Her duydugunuza inanmayin. Istanbullularin gercekleri carpittigi gorulmemis sey degil 😉
[Peşin not: Burada “ileri” ve “geri” kavramları hiçbir değer yargısı yüklenmeden kullanılmıştır. Bir tarafı savunmak veya karşı çıkmak, övmek veya yermek için kullanan, hatta bu kavramları kabul etmeyerek küfür gibi algılayanlara duyurulur.]
Nasıl ki; daha sonra ortaya çıkan, yani tarihsel açıdan daha “ileri” olan “Saray (Ağalar ve Kadınlar) Oligarşisi”, kendisinden önceki “Kapıkulu (Devşirme) Oligarşisi”ne, hatta “Türk-Müslüman (Çandarlı vb.) Oligarşisi”ne göre kültürel açıdan daha “geri” ise, aynı durum “Balkan Oligarşisi” ve “Anadolu Oligarşisi” için de geçerlidir.
Şipşak-Cepçi ve Kemalci (?) Necip
Necip 20’ler ve 30’larda yaşasaydı Kemalci mi olurdu?
Yoksa aynı Necip olur, fakat “gerçekçi” olduğu için çenesini kapar, bir kenara çekilir ve “bana dokunmayan Kemal bin yaşasın” mı derdi?
demokratik bati uygarliginin ulastigi avrupa birliginin uyesi Ispanya Pablo Haseli iceri atti AB ci solculara duyurulur.
https://www.youtube.com/watch?v=eakiePMbIBU
Necip Bey:
Kategorize etmek isteyenler için ben bir “medeniyetist”im. Devrimcilik sektöründe doğrudan (yerli ve yabancı) ana devrim sanayisine üretim yapan Anarşizm-irisi sayılabilecek medeniyet ürünü bir sitenin müdavimlerinden bir pir-i faniyim. Günüm, Vahşi Bey’in terminolojisinde “medeniyetist” olarak geçen insanlarla beraber geçer; onlar bir vardiya çalışır ben iki.. Medeniyet kadromuzda villada oturanlar var; ben hala daha dairede oturuyorum. “Var-yemez” diyenler olmuştur; şikayetçi değilim. Bunların hiçbiri önemli değil. Geçelim.
http://marksist.net/oktay-baran/krizin-sorumlusu-sermaye-duzeni-magduru-isci-sinifidir
“Hükümet krizi kabul etmeyip onu bir ekonomik saldırı olarak yutturmaya çalışıyor. Onlara kalırsa ekonomide aslında ciddi hiçbir sorun yoktur. Oysa döviz kurlarındaki ani, güçlü ve sürekli tırmanış, bir krizin yaşanmakta olduğunu inkâr edilemez biçimde gösteriyor. Dahası dövizdeki bu önlenemez tırmanış, iktidarın iddia ettiği gibi rahip Brunson krizi ve takip eden zayıf denebilecek ABD yaptırımlarıyla başlamamıştır. Geçen yılın son çeyreğinden itibaren, dev boyutlara ulaşan dış borçlar, ayyuka çıkan bütçe ve cari açık sorunu, yabancı sermaye yatırımlarının kesilmeye başlaması ve ülkeden sermaye kaçışı nedeniyle döviz kurları hızla artmaya başlamıştı zaten…
…Demek ki rahip krizi ve ABD yaptırımlarının şu anki krizi başlatmasından değil, olsa olsa, zaten olgunlaşıp patlak veren krizi daha da ağırlaştırmasından bahsedilebilir. ABD’yle Türkiye gibi bir karşıtlaşma içerisinde bulunmayan Brezilya, Arjantin ve Meksika gibi ülkelerde aynı sıkıntıların benzer göstergelerle ortaya çıkmış olması da, yaşanan krizin nedenini yalnızca ABD’yle gerilime bağlayan yaklaşımın bir demagoji olduğunu yeterince kanıtlıyor. ABD’yle yaşanan siyasi gerilim yarın ortadan kalksa bile mevcut krizin sona ermeyeceği gerçeğini aklı başında tüm iktisatçılar kabul etmek zorunda kalıyorlar.”
“Unutmayalım ki, burjuva düzende, diğer tüm devlet aygıtları gibi Merkez Bankası da her halükârda göbekten sermayenin çıkarlarına bağlıdır. Sermayenin çıkarları neyi gerektiriyorsa onu yapar, işçi ve emekçilerin çıkarlarını ise umursamaz.
Yalnızca bugünkü krizde değil, her krizde, muhalif burjuva siyasetçiler, krizin nedenini hükümet politikalarına indirgeyerek bundan siyasal bir fayda beklerler. Oldukça yaygın olan ve solcu akademisyenleri de etkileyen bu tür bir izahat, nasıl bir ekonomi politikasının benimsenmesi gerektiği, “doğru bir büyüme modelinin” nasıl olması gerektiği üzerine biteviye tartışmaları doğurur. Bu yaklaşım doğru değildir, çünkü “doğru” politikalar izlenirse, şu değil de bu tip bir büyüme modeli benimsenirse kapitalizmin krizsiz bir şekilde işleyeceğini varsayar. Oysa krizler kapitalist sömürü sisteminin kaçınılmaz sonuçlarıdırlar. Burjuva hükümetlerin izledikleri en “doğru” politikalar bile krizleri bir süre boyunca ertelemekten ya da patlak veren krizin daha yumuşak bir şekilde atlatılmasından öte bir rol oynayamazlar. Üstelik kapitalizmde tüm toplumun çıkarları açısından doğru denilebilecek bir ekonomi politikasından da bahsedilemez. Zira emeğin sömürüsüne dayanan sınıflı bir toplumda her kesimin çıkarlarını gözeten “doğru” bir ekonomi politikası yoktur ve olamaz da. Kapitalizmde egemen sınıf burjuvazi olduğuna göre, büyük burjuvazinin çıkarlarına daha iyi hizmet eden politikalar vardır, hepsi bu. Tüm burjuva hükümetler genelde burjuvazinin, özelde de daha yakın oldukları sermaye gruplarının çıkarlarını gözeten politikalar izlerler. Egemen sınıfın bir kesimine “hata” olarak gözüken şey diğer kesimlerinin çıkarlarını ve hükümet üzerindeki etkinliğini anlatır. Dolayısıyla “hata” denilen şeyler, çoğunlukla, bilinçli olarak atılmış adımlardır. Krizler patlak verdiğinde tüm burjuva hükümetler faturayı emeğiyle geçinen insanlara kesmek ve temsil ettikleri sermaye kesimlerinin krizden daha da güçlenerek çıkması için çaba gösterirler.”
Günümüzde para peşinde olanlar sayısının dünya nüfusu kadar olduğunu inkar etmek zor.
Soru daha çok neden para peşinde olunduğu seğil m? Reformcular, devrimcierin varlığı asıl sorunun bu olduğunu kanıtlar gibi.
Para peşinde olmak insanların doğasında olan bir özel bir vasıf mı, örneğin hayatta kalma çabasından mı? Doğuştan mı gelen bir şey mi? …
Yoksa, toplumun yarattığı yaşam biçiminden mi?
‘Follow the money’ öğütü insanın iradesine bağlı olduğunu ima ediyor, aksi halde öğüte gerek kalmaz gibi. Yani ikinci alternatifi destekler gibi.
‘Follow the money’ nasihati veren Necip beye göre bu varılan sonuç doğru mu?
Başyazı: Siz daha az kâr edin! Biz işimizden ve ekmeğimizden vazgeçmiyoruz!
Gerçek
8 Eylül 2018, Cumartesi
Patronlar krizin faturasını işten çıkarmalarla işçilere kesmeye başladı. Hemen hepsi doların artışından ve maliyetlerin yükselmesinden bahsediyor. Ama dolarla maaş alan tek bir işçi yok! Ekonominin kötüye gittiğinden, satışların ve siparişlerin kesildiğinden yakınıyorlar. Ama kâr rekorları kırarken işçiyi görmüyorlardı! İşçiler gece gündüz çalışıp ay sonunu getiremezken, oturduğu yerden servetlerine servet katan patronlar “ama biz risk alıyoruz” diyordu… Bedeli olmayan risk olur mu?
Öldük, bittik, mahvolduk diyen patronlar yalan söylüyorlar. Öldükleri bittikleri yok. Dertleri kârlarını korumaktır. Defterleri açın! Ticari sır perdesinin arkasında çevirdiğiniz dolaplar ortaya dökülsün. Patronun işçinin ücretini geciktirdiği her gün için, banka hesaplarındaki dolarlar, avrolar ne kadar değer kazanmış ortaya çıksın! “Çaremiz kalmadı, işçi çıkartmamız lazım” diyen patronun, daha az işçiyi daha çok çalıştırarak ne kadar kâr etmeyi planladığını herkes görsün!
İşçiler, burası benim fabrikam istediğimi atarım diyen patrona o fabrikanın her köşesinde kendi emeklerinin olduğunu hatırlatacaktır. Sadece o fabrikalar değil patronların banka hesaplarından lüks arabalarına, yatlarına, katlarına kadar her şey emeğin sömürüsüyle elde edilmiştir. İşçi insan kaynaklarından kağıdını alıp güvenlik eşliğinde boynu bükük fabrikanın kapısından çıkarken, patron onun emeğiyle aldığı lüks makam arabasına binerek evine dönemez! Böyle bir dünya yoktur! Böyle gelmişse de böyle gitmeyecektir!
Siparişler kesilir, satışlar azalır, maliyetler artar. Bunlar olur. Ancak bu sorunların bin tane farklı çözümü bulunabilir. İşçilerin ücretlerinde kesintiye gitmek, ücretsiz izinler ve nihayet işçi çıkartmak bu çözümler arasında değildir. Bunlar çözüm değil gasptır! İşçi çıkartmak yasaklanmalıdır!
Gerçekten bir fabrika ya da işyeri battı mı… İşçinin ücretini kesmeden, işçi çıkartma yapmadan fabrikayı açık tutamıyorsa, orada işi olmayan patronun kendisidir. Böyle bir durumda fabrika ya da işyeri devlet tarafından karşılıksız olarak kamulaştırılmalıdır. İşçi denetiminde üretime devam etmelidir!
İşçi ve emekçiler bilinçlenmeli ve örgütlenmelidir. İşçi çıkartma dayatması geldiğinde piyangonun kime vuracağını beklememelidir. “Her koyun kendi bacağından asılır” yok! İşçi sınıfı, işten çıkartma dayatmasıyla gelen patrona “ya hep beraber ya hiçbirimiz” diyerek masaya yumruğunu vuracaktır: “Siz daha az kâr edin! Biz işimizden ve ekmeğimizden vazgeçmiyoruz!”
https://gercekgazetesi.net/gundemdekiler/siz-daha-az-kar-edin-biz-isimizden-ve-ekmegimizden-vazgecmiyoruz
“Para arkasına düşme”den çok daha geniş kapsamlı bir alıntı:
“there is no creature whose inward being is so strong that it is not greatly determined by what lies ouside it”
George Eliot (1819 – 1880)
Charles Darwin (1809 – 1882) ve Karl Marks (1818 – 1883) / (1845 – 1883 İngiltere Yılları), paranin en fazla ardında koşulan bir yerinde yaşadılar. George Eliot’ın romanları koşanlarla dolu.
Hiç değilse bu üç dev para peşinde koşturmadılar.
Neden acaba Necip bey, “İsa gibi kalbini dinle”, “zanaatkar ol”, “yazar ol”, “bilim çalış”, “filozof ol”, “bilgi peşinde koş”, “ressam ol”, “sanatçı ol”, “tarihçi ol” … dememiş de “para peşinden git” demiş.
Eğer Necip bey, kendi seçtiği para peşinde koşmakla diğer bütün tutulacak yollardan daha yüce, daha üstün, daha akıllı, daha erdemli bir insan ve özellikle daha bilgili bir insan olmuşsa çok sayıda büyük insanların para peşinde koşanları küçük ve hor gördüklerini mutlaka biliyordur. İnsanların başlarına gelen toplumsal felaketler ve para için yapılan gaddarlıkları kınayanların varlıklarını da mutlaka biliyordur.
Neden acaba bu bilgisine rağmen böyle bir öğüt verir?
Yok eğer felaketler ve gaddarlıklar umurunda değilse, Necip mi bize daha çok hakaret ediyor yoksa Medeniyeti yarattığı Neciplere işaret eden mi? Dünyanın yarısı kadar serveti olan 8 kişi mi bizlere, Necip gibi terbiyeli bir şekilde yumuşak bir dille bile değil, dünyayı para için kimseyi umursamadan gerçekten viraneye çevirmekle etken bir şekilde bize küfür ve hakaret ediyor, yoksa buna kızıp bağırıp çağıran mı?
Sayın Zileli, bir yazar olarak, “küfür” ve “hakaret” kelimelerini bu kadar durağan anlamanız biraz tuhaf.
Süryani ustalar göç etti, testi üretimi bitti
MARDİN’in Midyat ilçesinde, 1980’li yıllara kadar testi üretiminin yapıldığı Bardakçı köyünde yaşayan Süryani ustaların Avrupa’ya gitmesinin ardından testi üretimi sona erdi. Köyde bulunan 20’ye yakın testi üretim atölyesi kapandı. Köyde yaşayan Müslümanlar ve ilçedeki esnaf temsilcileri, atölyelerin yeniden faal hale getirilmesini ve testi üretim sanatının devam etmesini istedi.
Teknolojinin tam anlamıyla gelişmediği 1980’li yıllar ve öncesinde gümüş telkari ve taş işleme gibi birçok sanatın öncülüğünü yapan Süryanilerin Avrupa ülkelerine göç etmesinin ardından sanatların temsilcileri kalmadı. Güneydoğu Anadolu Bölgesi’ndeki şehirlere, ürettikleri testileri satan Süryani ustaların göç etmesiyle birlikte testilerin üretildiği Bardakçı köyündeki 20 atölye de kapandı. Süryanilerden geriye sadece ibadet yaptıkları kiliseleri kaldı. Avrupa’ya göç eden Süryani aileler, yaz tatillerinde köye gelerek hasret giderdikten sonra tekrar geri dönüyor.
Bardakçı köyünde yaşayan ve geçimini çobanlık yaparak sağlayan Mehmet Selim Kahraman (65), 16 yıl boyunca yanında çıraklık yaptığı Süryani ustasının Avrupa’ya göç etmesinin ardından kendisinin de testi yapımını bıraktığını belirterek, “Süryani ustalar Avrupa’ya göç etti. Yanında çıraklık yaptığım soyadını hatırlayamadığım ustam Abdullah’ın 1980’de Avrupa’ya gitmesinin ardından ben de testi yapımını bıraktım. Şimdi çobanlık yapıyorum. Buradaki atölyeler bakımsızlıktan harabeye dönmüş. Geriye kalan testi ve topraktan yapılma kulanım malzemeleri, şimdiki köy evlerinde süs eşyası olarak kullanılıyor. Köyde şimdi sadece Müslüman olanlar yaşıyor. Bizler de bu atölyerin yeniden faal hale getirilmesini istiyoruz” dedi.
‘SON USTA DA GİDİNCE TESTİ ÜRETİMİ BİTTİ’
Köy muhtarı İsa Şahin, köylerinde 1980 yılına kadar Süryaniler tarafından testi yapıldığını hatırlatarak, şöyle konuştu:
“Bu köyün en meşhur ürünü testisiydi. Süryaniler burada 1980’li yıllara kadar testi yapıyordu. Bu tarihte bu köy testilerin üretim merkeziydi. Bu bölgenin, Güneydoğu’nun tamamı gelip buradan testi satın alıyorlardı. Bu testilerin yerini bugün naylon bidonlar almış. Tabi ki o testilerin sağlık açısından yerini hiçbir şey tutamaz. Bizler bugün de, o eski sanatın köyümüzde yeniden canlanmasını talep ediyoruz. Şu anda bu üretim yerlerinin kalıntıları hala var. Tabii ki çocuklar ve gençler hatırlamaz, ben hatırlıyorum. Sadece testiler değil, bugün eskiden olduğu gibi bir imalathane yapılırsa köye, hediyelik eşyalar da üretebilir. Her topraktan da testi yapılmıyor. Bizim köyün yakınlarında çok değerli bir toprak var ve bu topraktan testiler yapılıyordu. En son kalan Süryani testi ustası da Avrupa’ya göç edince köyde testi üretimi durdu. Şu an köyde bu işi yapan kimse kalmadı.”
‘KÖY CAZİBESİNİ YİTİRDİ’
Midyat Esnaf ve Sanatkarlar Odası Başkanı Rıfat Direkçi de, köyde testi üretiminin yeniden canlanması için ellerinden geleni yapacaklarını ifade ederek, “Plastik üretimlerden önce bu köyde çanak çömlekçilik ve testi üretimi vardı. Köyümüz, burada yapılan testi üretimi ile bölgede çok tanınan, bilinen bir köydü. Fakat Süryani ustaların göçüyle birlikte bu üretim merkezi de cazibesini yitirmiş oldu. Amacımız köyümüzde, bu üretimi tekrar canlandırmak, eskiden olduğu gibi yeniden testi ve diğer tüm ürünleri buradan yapılmasını sağlamaktır. Bu üretim merkezinin göz göre göre yok olup gitmesine seyirci kalmayacağız. Bizler elimizden ne geliyorsa yapmaya hazırız” diye konuştu.
“Günümüzde para peşinde olanlar sayısının dünya nüfusu kadar olduğunu inkar etmek zor.
Soru daha çok neden para peşinde olunduğu seğil mi?”
‘Follow the money’ deyimini ziyadesiyle ‘literal’ tercume etmissiniz; yani, ‘parayi takip et’ olrak cevirmissiniz.
Yanlis degil; ama, Turkcesi anlamin tamamini temsil etmiyor.
‘Para’ yerine ‘menfaat’ kelimesini kullanmak bence daha isabetli/anlamli olur.
Ingilizcede, malum, ‘menfaat’in daha isabetli karsiligi ‘interest’ (‘benefit’ de olabilir; ama, yeterince genis degil) kelimesi. Ama, bu deyimde kullanamiyoruz; cunku, o zaman da, Ingilizcesi daha fazla muglaklasiyor.
Yani, ‘follow the interest’ dedigimiz aman, kelimenin cok anlamli olusundan dolayi, ‘hobiyi takip et’ filan da isin icine girebiliyor ve –baglam acisindan– anlamsiz yerlere gidiyor.
O yuzden, ben, tercume olarak –birebir esdeger kelimeler kullanmasak da– ‘menfaati takip et’ kullanmagi oneriyorum.
Bunu yaparsak, taslar daha kolay yerine oturuyor.
“Reformcular, devrimcierin varlığı asıl sorunun bu olduğunu kanıtlar gibi.”
Bunlarin varligi, menfaat celismelerinin/catismalarinin varligina isaret ediyor.
“Para peşinde olmak insanların doğasında olan bir özel bir vasıf mı, örneğin hayatta kalma çabasından mı? Doğuştan mı gelen bir şey mi? …”
Her ikisi de. Ve, sadece insanlara mahsus da degil: Butun canlilar icin bu boyle.
Size sirinlik yapan kediniz, ya da kusunuz, avucunuzdan bir odul almistir ya da alacagina yonelik umitleri/beklentileri vardir.
[Bizim durumumuzda bu menfaat iliskisi kopali cok oluyor. Evin her tarafinda surekli dolu su ve mama kaplari oldugu icin, onlari saglayanin biz oldugumuzu unuttular. Dolayisi ile bize sirinlik filan yapan da yok 🙂 Biz –lowly human servants– sadece yukumlu oldugumuz gorevlerimizi yapiyoruz. ]
“Yoksa, toplumun yarattığı yaşam biçiminden mi?”
Bence toplum bu konuda –olsa olsa– torpuleyici rol oynamaga calisiyor. Yani, menfaat catismalari stabiliteyi bozmasin diye, toplum arabulucu olmaga calisiyor.
“‘Follow the money’ öğütü insanın iradesine bağlı olduğunu ima ediyor, aksi halde öğüte gerek kalmaz gibi. Yani ikinci alternatifi destekler gibi.”
Su anlamda evet: Rakamsal (‘numeric’ ya da ‘magnitudinal’) anlamda ‘buyuk menfaat gruplari’nin, kucuk menfaat gruplarini cok ezmesine engel olmak –dolayisi ile, fiziksel/sosyal kalkismalarin onune gecmek– icin, toplumun bir seyler yapmasi gerekiyor.
Azmanlasmis menfaat gruplarinin yerini ve iliskilerini tespit edip torpulemek amaciyla , ‘menfaatler haritasi’ cikarmak gerekiyor.
“‘Follow the money’ nasihati veren Necip beye göre bu varılan sonuç doğru mu?”
Ben, materyalist analizi daha gercekci buluyorum.
Yani, insanlarin/gruplarin dile getirdikleri seylerin (kulaga ne denli romantik, ne kadar humanist gelirlerse gelsinler) arkasinda hep bir menfaat gudusu oldugunu dusunurum ve o menfaat(ler)in tespiti halinde problemin daha saglikli cozumlenebilecegi kanaatindeyim.
Bir inanc grubunun, bir ‘etnik’ kitlenin, bir ‘hayat tarzi’ zumresinin (vs vb) digerlerine karsi bambaska seyler dile getirmelerini ciddiye almiyorum.
‘Menfaat’e bakmagi tercih ederim.
“Öldük, bittik, mahvolduk diyen patronlar yalan söylüyorlar.”
Tabii ki, yalan soyluyorlar.
Ama, sadece onlar degil.
Isten atildiklarinda sikayet edenlerle, calisirken aldiklari ucretlerin azligindan sikayet edenler de ayni kisiler.
Halbuki, memnun olmadigi bir yerden kurtulmus olduklari icin sevineceklerini beklersiniz; degil mi?
“Hiç değilse bu üç dev para peşinde koşturmadılar.”
Yukarida aciklamaga calistim.
Turkcede anlamli olmasi icin, ‘para’ yerine ‘menfaat’ kelimesini kullanmak lazim.
Oyle yaparsaniz, ‘bu üç dev’in cok da ‘azizane’ (‘saintly’) davranmadigini gorursunuz.
‘Işk imiş her ne var Alemde [*]’ diyen Fuzuli’nin dahi ona baglanan maasi vaktinde odemeyen yerel idarecilerle ilgili sikayetlerini okudukca, siir ile hayatin farkli realitelerinin oldugunu gorebilirsiniz.
[*: ‘Işk’ kelimesini, aynen o yazilisiyla, cok severim. Okuyan kisinin mesrebine gore, hem ‘aşk’ hem de (aydinlanma anlaminda) ‘ışık’ seklinde okunabilir.]
“Neden acaba Necip bey, “İsa gibi kalbini dinle”, “zanaatkar ol”, “yazar ol”, “bilim çalış”, “filozof ol”, “bilgi peşinde koş”, “ressam ol”, “sanatçı ol”, “tarihçi ol” … dememiş de “para peşinden git” demiş.”
Iki temel sebebi var.
Birincisi, Hz Isa’nin aksine, ‘Necip bey’e Filistin’den otesi kendisine mechul bir kesis degil. Biraz daha cok gordu ve yasadi.
Ikincisi, ‘Necip bey’, ‘para peşinden git’ demedi. En azindan, diyen ilk kisi degil.
O lakirdi (‘Follow the money’), 1976 yapimi bir drama-belgesel olan ‘All The President’s Men’ (‘Baskanin Butun Adamlari’) isimli eserden kulaklarda kalan deyimdir.
Ucuncusu, ‘Follow the money’ deyimin Turkceye cevirisi bence ‘Menfaatin izini takip et’ olmalidir.
Yani, konu sadece ‘para’ degil.
Dorduncusu, bunun kulturumuzdeki karsiligi, Nasrettin Hoca’nin eseginin arkasindan ‘Aklin varsa gole doru kosarsin’ deyisi olabilir. Yani, sosyopolitik, ekonopolitik cozumleme yapacaksan, ‘aklin varsa, menfaat izini takip edersin’..
‘Para’ da oyledir; ama, ‘menfaaat’ kavraminin kucuk bir parcasidir sadece.
Ayrica, ‘menfaat’ sadece toplumsal cercevede degil, bireysel –hatta materyal olmayan baglamlarda da tayin edicidir.
Ornek isterseniz:
Cok sayida insan taniyorum. Yaslari kemale erinceye kadar cok radikal karsiydilar. Sonra, o yaslara geldiklerinde, gidim gigim ama hizla ibadet eder oldular –bir kismi da hacca filan gitti.
Baskalari yadirgadi; ama, ben anlayisla karsiladim.
Cunku, bitirme sinavlarina yaklasiyordu. Cennete gitmek istiyorsaniz (bu dunyada olmadi, bari orada olsun diyorsaniz), ibadetlerinizi eksiksiz yerine getirmis olmaniz menfaatiniz icabidir. 😉
“Amacımız köyümüzde, bu üretimi tekrar canlandırmak, eskiden olduğu gibi yeniden testi ve diğer tüm ürünleri buradan yapılmasını sağlamaktır.”
Yazinin geri kalan kismi da cok farkli degil; ama, burasini okuyunca dilime gelen herseyi buraya yazamadigim icin kendimi cok caresiz hissettim.
Yahu, ‘testi’ dediginiz seyin pazari mi kaldi ki, bizi o testi yapanlarin birakip gittigine uzulmege sevketmege calisirlar?
[Yazının başlığı aşağıdakilerden hangisi olmalı? Galiba en iyisi sonuncusu. Çünkü her iki anlama da gelebileceğinden çok şey ifade ediyor.]
Balkan Oligarşisi Fiyaskosu Ve “Türbanlı Domuz” Karikatürü Gerçeği
Turhan Selçuk Fiyaskosu
“Cumhuriyet” Fiyaskosu
Genelde Anadolu Oligarşisi’nden (ve dolayısıyla Necip Bey’in bu konudaki tutumundan), özelde de onun ve tabanının (hepsini bir tutmayalım ama birçoğunun, özellikle bazı fanatik yandaşlarının) türbancılığından hiç hazzetmeyen biri olarak, aynı rahatsızlığımın bazı türban karşıtlarının (veya daha doğrusu düşmanlarının) tutumları karşısında da geçerli olduğunu söylemek isterim. Bu konuda iyi hatırladığım dört örnek var (hatırlamadıklarım ve diğer benzerleri çok elbette).
Biri, “türbanlı domuz” karikatürünü (ve o günlerde benzer karikatürleri) çizen Turhan Selçuk.
Biri, bu konunun tartışıldığı bir televizyonda “çağdaşlığa” (bu kelimeyi de nedense hiç sevmem, Cemil Meriç’in güzel bir yazısı vardı bu konuda) aykırı olduğunu, Türkiye “çağdaş” bir ülke olacaksa türbanın olamayacağını söyleyen gazeteci Tufan Türenç. O programın konuklarından bir türbanlı bayan da “Peki nasıl olmamız lazım çağdaş olmamız için?” gibi bir yanıt vermişti.
(Merhum ilahiyatçı Yaşar Nuri Öztürk’ün bir kitabında okumuştum, kendisiyle yakın dostmuşlar[dı]. Şaşırtıcı değil tabii. Öztürk’ün başka bir kitabında okuduğum bir şeyi de ekleyeyim kendisinden bahsetmişken. Kendisini eleştiren başka bir ilahiyatçı, onun genelde güzel şeyler yazdığını, fakat bunu Hürriyet gazetesinde yapmasının temiz suyu necaset oluğundan akıtmak gibi bir şey olduğunu söylemiş. Nedeni de o gazete ve benzerlerinin sayfalarında çıplak kadın resimlerine yer vermesiymiş. Öztürk’ün o arkadaşına ne dediğini bilemem tabii fakat kitabında bunu aktardığı yerde bu eleştiriye hiçbir cevap vermemiş olduğunu da ekleyeyim.)
Biri, başka bir televizyon programındaki türban düşmanı (ama karşı olmadığı “anneannelerimizin başörtüsü” değil!) bazı kelamlarını hatırladığım Oya Başar.
Öbürü de gittiğim üniversitedeki bir hocanın bazı kelamları. Aslında kendisinin özgün bir kelamı olmaktan çok o günlerde (“Cumhuriyet mitingleri”nin olduğu günlerdi) sıkça duyduğum bir klişeydi. Yani “bikini” ile “türban”ı “kıyaslayarak” ikincisinin yasak olmasını gerekçelendiren meşhur ve malum klişe.
Not: Sayı Zileli neden bunu yayınlamadınız? Hakaret ve küfür nerede?
Makaladeki dünyayı ele geçirenlerin tenkiti mi sizi rahatsız etti?
Is it really his advice? Or rather the world order that has been so for a long time and that he is simply parroting.But I am terrified to attempt an answer lest I would be censored, again and nth time by Zileli and especially the last 8 or 10.
Para peşinde koşmanın dünyayı yaşanılmaz hale getirdiğini, sayısız filozof, düşünür, peygamberlerin ve hatta koşanlar da dahil kınadığını, sanırım, artık bilmeyen yok.Necip’in böyle bir kötülüğü tavsiyesini benden başka kimsenin tuhaf bulmaması tesadüf olmalı.
Bu katkım ki bence en önemlisi çünkü şu an dünyayı nihilizme son sürükleyenlerle ilgili yayınlanmadı. Bu yayınlanmamalar bana Kafka’yı hatırlatıyor. Suçum ne? Hata nerede? Neden yayınlanmıyor? Her biri bir gizem.
Para peşinde koşma gibi kötülük öğütnünün bir erdem gibi sergilenmesi doğal ama benim kabaca eleştirilerim ayıp galiba.
Son lafları bile Kafka’yı hatırlayıp korkuyla yazdım. Bunu yapanın aynı zamanda Stalin temizlik mahkemelerini kınaması bana çok tuhaf geliyor. Üstelik yorumları okumadığını defalarca söyleyen biri.
İnşallah bu da bir kutsal “kişisel” hisleri incitme olup çöpe atılmaz.
***
Eğer Joseph Stiglitz bu aşağıdaki çok beğendiğim laflarını bir partide söyleseydi ona yanıtım “Günaydın!” olurdu. Sanırım bu sitedekiler gibi hemen beni afaroz etmeye kalkışmazdı çünkü nitekim kendi de “ALL THE WORST TENDENCIES of the private sector in taking advantage of people are heightened by these new technologies.” demiş. Yani, tarihte, para peşinde koşanların kan emiciliğini ve insan düşmanlığını tercih ettiklerini dolaylı bir şekilde ifade etmiş.
[8 Sep 2018
Nobel prize for economics in 2001 for … and and former chief economist at the World Bank Joseph Stiglitz on artificial intelligence: ‘We’re going towards a more divided society’
‘All the worst tendencies of the private sector in taking advantage of people are heightened by these new technologies’
This technology could vastly improve lives, the economist says – but only if the tech titans that control it are properly regulated. ‘What we have now is totally inadequate’
It must be hard for Joseph Stiglitz to remain an optimist in the face of the grim future he fears may be coming. He has thought carefully about how artificial intelligence will affect our lives. On the back of the technology, we could build ourselves a richer society and perhaps enjoy a shorter working week, he says. But there are countless pitfalls to avoid on the way. The ones Stiglitz has in mind are hardly trivial. He worries about hamfisted moves that lead to routine exploitation in our daily lives, that leave society more divided than ever and threaten the fundamentals of democracy.
Beyond the impact of AI on work, Stiglitz sees more insidious forces at play. Armed with AI, tech firms can extract meaning from the data we hand over when we search, buy and message our friends. It is used ostensibly to deliver a more personalised service. That is one perspective. Another is that our data is used against us.
“In your interactions with Google, Facebook, Twitter and others, they gather an awful lot of data about you. If that data is combined with other data, then companies have a great deal of information about you as an individual – more information than you have on yourself,” he says.
Stiglitz poses the essential question that he suspects tech firms have faced. “Which is the easier way to make a buck: figuring out a better way to exploit somebody, or making a better product? With the new AI, it looks like the answer is finding a better way to exploit somebody.]
TERCÜME
8 Eylül 2018
2001 NNobel ekonomi ödülünü alan ve eski Dünya Bankası baş ekonomisti Joseph Stiglitz’in yapay zeka üzerine düşünceleri:
“Daha bölünmüş bir topluma doğru gidiyoruz”,
“Bu yeni teknolojilerle, özel sektörün insanlardan en kötüsü olan menfaat edinme eğililimi daha da yüksek boyutlara erişmekte.”
“Eğer bu teknolojiyi ellerinde tutan devlerin gerekli ve yeterli denetimi yapılabilse, bu teknoloji insan yaşamını büyük çapta daha iyi edebilir ama mevcut kontrol tamamen yetersiz.”
Bu sorunu özenle inceleyen bu korkunç gelecek ihtimali karşısında iyimser olabilmesi çok zor olmalı. Joseph Stiglitz’e göre bu teknoloji ile toplum daha zengin olabilir ve bireyler daha kısa çalışma zevkini çıkarabilirler.
Ancak yol tuzak dolu ve Joseph Stiglitz’in düşündükleri basit tuzaklar değil. Bu teknoloji sakarların elinde günlük yaşamımızı sömürmeye dönüşüp toplumu daha da derinlerden bölüp demokrasinin temelelini tehdit edebileceğini düşünmekte.
Stiglitz, AI’nın iş üzerindeki etkisi altında daha sinsi güçler görüyor. AI teknolojisini elinde tutan firmalar, arama yaptığımız, satın aldığımız ve arkadaşlarımızla mesajlaştığımızda verdiğimiz verilerden hakkımızda veriler toplayıp verilere mana verebilirler. Bunları görünüşte daha kişiselleştirilmiş hizmetler sunmak kılıfına sokarlar. Bu bir gelen tehlikenin bir tarafı. Bir diğeri, verilerimizin bize karşı kullanılması.
“Google, Facebook , Twitter ve diğerlerini kullandığınızda, sizinle ilgili her türlü veriler toplanır. Eğer bu veriler başka verilerle birleştirilirse, şirketler hakkınızda kendinizin kendi hakkınızda bildiğinizde daha çok fazla bilgi sahibi olurlar.
Stiglitz, teknik firmaların, halihazırda, “para kazanmanın en kolay yolu hangisi; çıkar için birinden yararlanıp sömürmek mi, yoksa daha iyi bir ürün üretmek mi sorusunu sordukların düşünüp” ,. “yeni Yapay Zeka teknolojisinin cevabının birini daha iyi sömürmek olduğuna” benzediğini ekler.
Sayın Gün Zileli
“362” nolu yazısında Necip “My advice is, as always, ‘follow the money’” dedi.
Ben bunu “para peşinde koş” olarak tercüme ettim.
Şimdi de “373 Necip” binbir dereden su getirip söylediğinin para değil menfaat demek istediğini iddia ediyor.
Hakaret edici oyununu görmemniz sizin ona ne kadar benzediğinizi gösterir. “Follow the money” “menfatinin peşinde koş” olunca, bu herifin atacağı tipik ikinci adım “yemek yemek, yürümek, çocuk yapmak, yüzmek de menfaat peşinde koşmak” olacak. Ve siz terbiyeli orta sınıflılar bu kadar doğru olan bir şeye benim karşı gelmemi Medeniyet hatta İnsan’a karşı bir çılgınlık olarak görüp terbiyeli hakaretler yağdırırsınız.
Yorumları okumadığınızdan ve özgürlüğe saygınızdan dolayı kişiler arası, küfür ve hakaret olmadıkça, yazışmalarda yer alıp almamak tabii ki sizin seçeneğiniz.
Ne var ki benim en küçük incitici laflarım sizi nedense rahatsız ediyor ama Necip’in açıkça en adi bir şekilde kendi dediğini inkar edip bana sanki “nasıl olsa yalanımı yüzüme vurursan, Zileli aynısını ona yaptığın için seni çöpe atar. Diğerleri de aynı ben ve Zileli gibi, benzeri nedenlerden, senden nefret ettiğimizden, Zileli görmez bile ve ben de ne istersem söylerim.” diyor.
Yayınlamadığınız bir yazımda şunları söylemiştim:
[“Bu site bana her zaman LaBoétie’nin gönüllü köleleri ve Guguk Kuşu (One Flew Over the Cuckoo’s Nest) filmindeki gönüllü akıl hastalarını hatırlatıyor. Zileli de Hemşire Mildred Ratched. Kafayı yemişleri kendine benzedikleri için hoş gören, politically correct “new and better” Mevlana.
Benim salaklığım, “allah belanızı versin, sizi ne işitmek istiyorum ne de sizinle konuşmak” mesajı veren Kızılderili ‘şef ’yerine, McMurphy gibi insanın bu kadar alçaldığına inanamamam.”]
Kafka’nın betimlediği ve Stalin ve benzeri binlerce cellatın vücuda getirdiği keyfi taktiklerinizden bıkmak veya kendimin sizler gibi hikmetli olup ayrılmam, aynı Kızılderili gibi, en ‘makul’ bir tutum. Biliyorum. Ama ben de sizlerden nefret ediyorum. Nefret ettiğiniz bazı poltikacılara veya politik taktiklere karşı çıktığınızda karşı çıktıklarınız da sizler gibi “sevmiyorsan çek git” dediğinde çekip gidiyor musunuz?
Lütfen, bana karşı kişisel sorunlarınızdan dolayı her yazdığımı okumak ve ince eleyip sık dokumakla bir bahane bulup bana aynı Necip gibi sırtlarını sizin bu bana karşı kinine dayatıp kibarca hakaret edenlere sayısız defa “temizleyerek” yazdıklarımı, bu da dahil, yayınlayın.
Neden benden bu kadar korkuyor sunuz? Ben sizin yazdıklarınızın %90’ını sadece ve sadece kabaca günah çıkartmaları olarak veya gündemdeki politik olayları halka aktaran gazeteci görüyorum ama doğrusu içerileri hakkında bilgim hemen hemen sıfır. Derdiniz ne?
Allahsız Allahçılar, Peygambersiz Peygamberciler, Kitapsız Kitapçılar
“Bu dinin ne Allahı ne peygamberi ne de Kitabı vardır. Herşey hurafedir, sözlü gelenektir.”
– Özdemir İnce
[Aynı yazısından:
“Son din, son peygamber, son kitap kuruntusu da bir başka sapma. Tevrat ve İncil gerçek değilmiş; bozulmuş, değiştirilmişmiş… Oysa Kuranın bir tek harfi bile değişmemiş. Sanki Kuran. Hz.Muhammede birinci hamur kağıda lüks basılı ve sert ciltli olarak gönderilmiş ve bu Kuran şimdi Kabede duruyormuş gibi.”]
Birgün gazetesi “Atatürkçü, milliyetçi, solcu gazete” * midir?
Ekşi Sözlük’te “Birgün” başlığının altına yorum yapan bir AKP’ci yazarın “Atatürkçü, milliyetçi, solcu gazete” diye yazdığını hatırlıyorum.
* Irkçı “Türk Solu” gazetesinin kendisi için kullandığı tanım
ben şeytanım diyerek iki kişiyi öldüren adam
“eyvah!
müslümanlar mağdur, müslümanlar tehlikede…
bu tehlikeyi önlemek için derhal diyanet işleri başkanlığına 1 milyar lira ek bütçe verilsin ve 5000 yeni personel alınsın.”
https://eksisozluk.com/entry/81118352
“başkent’te durakta otobüs bekleyen vatandaşlara “siz müslüman mısınız?” diye soran bir kişi, “müslümanız” cevabını alınca “ben de şeytanım” diyerek 4 kişiye ekmek bıçağıyla saldırdı. saldırıda 2 kişi hayatını kaybederken, 2 kişi yaralandı.”
Necip Bey, sizce türban/tesettür yasağı hiçbir işyeri ve onların kadın çalışanları için geçerli olmaması gereken bir yasak mıdır, yoksa bazı istisnalarının olabileceği söylenebilir mi? Erkek dergileri için çalışan mankenler mesela.
Bence basit bir hata yapığınızı kabullenseydiniz, iş çok daha kolayca biterdi. Hep aynı numaralara başvuruyor işi gereksiz uzatıyorsunuz.
Hem İngilizce hem de Türkçe hata ettiniz. Diller arasında tercümede siz Necip beyi memnun olana kadar beklersek, diller arası tercüme imkansızlaşır. Ama iyi ki şimdiye kadar beklenmemiş!
Bence, siz bu enayi avcılığı (jingle) tekerlemeli şarkıyı veya raklamcı ve politikacı tekerlemesini sitedekilere tavsiye ettiniz, şimdi de kapatma peşindesiniz.
Bana kuzey Avrupa alt sınıflarını hatırlatıyorsunuz. Kendilerinin, diyelim İtalya’dan, neden daha zengin olduklarını güneyin sıcak olduğu, halkı uyuşuk olmasıyla izah ederler. Her yaz da İtalya’ya inerler ama sanat eserlerini, katedralleri, kiliseleri, muhteşem binaları, heykelleri, eşsiz güzellikte şehirleri görmezler. Tabii, Mısır veya Yunanistan da örnek olabilir.
Kısacası salt zenginlik nedenini ilkimle açıklama enayi “catchphrase”ni yutmuşlar.
Milyonlarca tercümeler ve milyonlarca hatalar yapılmış ama Necip bey, kuzey Avrupalılar gibi, apaçık hatasını kabul edeceğine bataklıkta çırpınıyor.
Kısa bir lügat karıştırma ile ‘money = para’ yerine çok daha uygun bir kelime bulabilirdiniz.
Hatanızı kabul edeceğinize hatanın bende olduğuna başvurmaya kadar küstahlık etmişsiniz. Sayısız sözlükler ve menfaat kelimesinin sayısız tercümleri var. Daha önce bu çirkin oyunu defalarca oynadığınız için örnekler vermek istemiyorum.
Necip bey ‘Follow the money’ demiş ve eklemiş: “ Ben şimdi ne dersem , o doğru”
Necip bey ‘menfaati takip et’ demiş ve eklemiş: Ben şimdi ne dersem , o doğru”
İyi ama menfaat de çok anlamlı değil mi? Bakalım Necip bey buna ne diyecek. Ama ne derse desin, hemen ekleyecek, “ Ben şimdi ne dersem , o doğru”
Eğer bu sitede sizin “money” kelimesinin Türkçe ilk bakışta “para” değil “menfaat” anlaşılmasının daha doğru bulan biri çıkarsa ben sizden özür dilerim.
Hem de, en şanlı imparatorlukların bile para tükenince yıkıldıkları göz önüne alındığında sizin bu “para” / “menfaat” cambazlığınız çok gülünç.
Bence siz bu enayi avcılığı (jingle) tekerlemeli şarkıyı ve raklamcı ve politikacı tekerlemesini sitedekilere tavsiye ettiniz . Ama “para” biraz “kaba” olduğundan ve
terbiyesizlik yaptığınızı anlayıp lafı değiştirmek istiyorsunuz..
‘Follow the money’ çok sık reklamcılar ve politikacıların kullandığı ‘catchphrase’. Dili bilen ve eğitimli olanlar ‘catchphrase’lerin enayileri avlamak için kullanıldığını bilir ve küçültücü, pejoratif anlamda kullanırlar.
Siz olumlu kullanmışsınız. Yani, ben yazınızda tam tersini gördüm. Hem kendiniz inamışsınız hem de sitedekilere bu enayiliği tavsiye etmişsiniz.
İnşallah Zileli bu tamamıyla nesnel ve salt dil kullanışına dayanan analizimi hakaret anlamaz: Harfiyen, bu ‘catchphrase”in kullanışını ve sizin olumlu kullanmanızın anlamını inceledim dolaylı dolaysız hakaret yok.
Hatta bence sizin sözüm ona “para” yerine, yeni ve daha doğru “menfaat” can kurtaranınız elverişli bir çareye başvurma. Belki, çıkar veya menfaat peşinden koşanları eleştiren aydınlar, entelektüeller hatta bunu kendine meslek edinmişe benzer site sakinleri “menfaat” kelimesini kaba “para” kelimesine tercih ederler.
Not: bazı “o da kimmiş?” Türkçe sözlüklerde “elverişli bir çareye başvurma” = “menfaat” olarak geçer.
Tabii bu oyunu da çok oynadınız. Böylece başkasının canını kurtarmak için canını veren de umursamadan yoluna devam eden de “menfaat takip etmiş ” olur. Dünyanın birçok yerlerindeki savaşalara ölenler de öldürenler de menfaat peşinde; biri ölmemek menfaati diğeri öldürme menfaati peşinde. Kadını iğfal eden de menfaat peşinde , iğfal edilmek istemeyen kadın da. Sanırım binlerce daha örnek rahatça bulunur. Hatta menfaati takip eden de, etmeyende; menfaati takip etmeyi savunan da karşı olan da.
Eğer sansürden korkmasam, bu tutumu savunanın sapık ve insan düşmanı olduğunu söylerim ama orta sınıf kibarlık görgü kurallarını çiğnemiş olurum.
Korktuğum için yaratıcılığınızı dürtüp teorinizin kapsamını genişletmenizi önereceğim. Canlılar dünyasında ne olursa olsun menfaat için olduğunu bu kadar basit, daha önce kimsenin aklına gelmemiş kedi-kuş misalleriyle ispat ettiniz. Şimdi sıra cansızlar da.
Binlerce yıldır bir türlü sırrına erişilmeyen canlı ve cansız tüm evreni açıklayan, Her Şeyin Teorisi’ni aynı kolaylıkla ispat edebilecğinizde eminim.
Bir örnek: Yukarı doğru atılan bir taş (yumurta daha iyi ama sansür korkusu var ve gerçi zaten doğru yok ama sizin lügatlarda daha doğrusu vardır) , yer çekiminin sıfır olduğu yere varmadan, neden tekrar yere düşer? Menfaati doğa yasalarını takip etmesi olduğundan. Bir an düşünün, eğer taş yere düşeceğine etrafta keyfine göre uçup dursun, her rastladığını kafasını kırsın. Biraz, kafir anlamda, küfür gibi değil mi?
Gerçi böyle menfaatini takip etmeyen, yasalara karşı davranan taşlar savaşta akıllı bomblarla öldürülenlerin eline geçse ve öldürülenenler hep birlikte bütün etraftaki taşları yukarı fırlatıp saklansalar hiç de fena olmaz. Ama ne yazık ki kendi menfaatleri peşinde olan dincilerin allahı ve sağ/sol laiklerin doğası buna izin vermez.
Sayın Bilge Necip, 373 nolu yazınızda ki diğer eşsiz teorilerinize ayrıca cevap vereceğim.
Unutmayın gülmeyenler ciddi olamaz.
“sizce türban/tesettür yasağı hiçbir işyeri ve onların kadın çalışanları için geçerli olmaması gereken bir yasak mıdır, yoksa bazı istisnalarının olabileceği söylenebilir mi?”
Konuyu ‘türban/tesettür’ baglamina indirgemek ve oraya hapsetmek dogru degil, bence.
Daha genel bakarsak, makulu daha kolay bulacagimizi saniyorum.
Boyle seyleri tepeden inme kararlarla halletmek hem sagliksiz sonuclara yol aciyor hem de dolayli (ve beklenmedik) tepkileri canlandiriyor.
Her topluluk, kendi olculeri icinde, bazi seylere soguk bakar. Bu olcuker de, illa, dinsel sebeplere dayanmak zorunda degil.
Soyle bir ornek:
Siz, ne kadar ‘cagdas’ olursa olsun, evladinin gittigi ilkogretim okulundaki ogretmeninin bir karis mini etkeli ya da ustsuz giyinmesini kabul edecek kac veli dusunebilirsiniz?
Simdi, bizzat benim sahit oldugum, bir kontrast ornek:
80’lerin sonlari civari. Iki arakadas, kulustur arabamizla, Ege turu yapalim dedik. (Lanet aarabanin yol boyunca cikardigi arizalar tatil butcemizi yedi; o ayri bir hikayedir.)
Yolumuz Olu Deniz’e (Fethiye) dustu. Henuz tesislesmemi. Var olanlar da, insaat filan yoluyla, isi buyutmege calisiyor.
Ortalik, ilginc bir sekilde, Britanyalilarla dolu. Tesisler henuz cok da musait olmadigi icin, orta yas ve uzeri pek yok. Tamami genclerden olusuyor denebilir.
Neyse.
Arabayi bir yere birakip, mayolarimizla sahile vardir. Vardik da, ne gorelim, herkes ussuz. Memeler fora, yani.
Sasirdik, kisa bir sureligine; fakat, alistik. Kusalda oturduk, sohbet ediyoruz.
Bir muddet sonra, yaklasik elli metre oteden sesler duyduk. Turkce ve yuksek sesle.
Mesele nedir diye donup bakinca gordugumuz sey suydu:
Seyyar lahmacuncu –kolunda beyaz formika oval kutusu ile– (artik pek rastlamiyorum. Bilenler bilir.), oradaki birilerine sertce cikisiyor..
Cikistiklari da, 3-4 salvarli kadin ve beraberlerindeki 1 orta yasli erkek. Arka taraftaki sebze bahcelerinde calisitklarini cikarsiyoruz. Serinlemege sahile, suyun kenarina, gelmisler…
Lahmacuncunun dedikleri esasen suydu: “Bu kiyafetlerle buraya gelmege utanmiyor musunuz!?”
Ve, onlar da, anlasilan, utanmaga karar vermis olsalar ki, tipis tipis geldikleri yere geri gittiler..
Dusunun.. salvar-malvar.. bildigimiz sekilde (yorenin giysileri) giyinen bu insanlari, ustsuzlerin arasina bu sekilde gelmege curet ettikleri icin, ‘utanmazlik’la itham ediyor bir lahmacuncu…
Hatirladikca hep tebessum ederim.
Ama, her yerin normalinin farkli olabilcegine dair cok guzel bir ders olmustu benim icin.
Bir de, tabii ki, Ebussuud Efendi ornegi vardir. Kanuni’nin kati mutaasip Seyh ul Islami..
Basvurular gelmis. Balkanlarda (muslumanlar dahil) kadinlarin memelerini biraz fazla sergilediklerine, bunun yasaklanmasi gerektigine dair.
Ebussuud Efendi. mufettisler gonderir; konuyu inceletir.
Dogrudur. Biraz fazla sergileniyordur. Ama, bolgenin normali de odur.
Yasaklanmasina yonelik talepleri reddeder.
Bizdeki yanlis, tepeden inmeci ve haricten gazel okuyucularin konuya maydanoz olmasi.. Yoksa, su akar yolunu bulur.
“Erkek dergileri için çalışan mankenler mesela.”
Biraz dusunurseniz, bu dediginizin belki de sizin kendi onyargilarinizi yansittigini da goreceginizi saniyorum.
Boyle bir seyi yasaklamak bence sacmadir. O ortamda teseturle calismakta bir sakinca gormeyen bir kadina, ben kim oluyorum da ysak konulmasina cevaz veriyorum. O rahatsiz degilse, digerleri de sorun etmiyorsa, ben kim oluyorum. The more the merrier.
“Ne var ki benim en küçük incitici laflarım sizi nedense rahatsız ediyor”
Kendi adima sunu soylemek isterim:
Sizin, bir turlu kurtulamadiginiz, kotu huyunuz, fikirlerle degil de kisilerle ugrasmakta israr edisiniz.
‘Necip’e sifatlar, etiketler yaftalamagi, ‘Necip odur, Necip budur’ cinsinden lakirdilar etmegi marifet sayiyorsunuz.
Halbuki, dedikleriniz dogru bile olsa, bunlar ne Necip’in ne de baska kimsenin umurunda.
Kisilerle ugrasmak yerine (ki, kisileri degistirmezsiniz), fikirlerle ugrasmagi denemenizi oneririm.
Hem sinirleriniz daha az bozulur, hem de daha az hakaretamiz bir durus edinebilirsiniz.
Sayın Zileli
Bunda ne küfür var ne de hakaret.
Kısaca yazılarımı neden yayınlamadığınızı açıklar mısınız?
298’in Kısa ama Yoğun ve Şiddetli Yanıtı
“Hos edebiyat:) Tarih acisindan sosyal bilim acisindan hicbirsey ifade etmiyen yüzeysel bir slogan”
Sen, sen-Necip olmalısın. Gizli sinyaller:
Onun gibi çok kasılmışsın.
Yazımı okumadan hemen sidik yarışına geçmişsin.
Okumadığın yazımda daha kısaları için bile Zileli uzun diye dert yandı. Yani siteye kitap gönderemem.
Bende Türklerde çok yaygın aşağılık duygusu yok. Ama sen var sanmışsın. Edebiyat/sosyal bilim/açılar falan filan laf kalabalığı. Aynı onun gibi sosyal bilim yapma yerine “sosyal bilim” kelimesi kafi gelmiş. Onda da bu kelime fetişizmi var. Anlat bakalım ne biliyorsun? Lafla sosyal bilim fiyakası yürümez!
Yoğun, kısa, acele, öz lafların senin de televizyonda doğup büyüdüğünü gösteriyor.
Bu sitede en aşağı 100 defa söyledim: “Dünyaya yaşamak için geldik, okula gitmek için değil!” Okumadan gelmişsin.
Bilimci olma saplantınız, AtıTürk ve Karlos Markos muhabbet tellalarının size sattığı mavi gözlü Batı güzellere hayranlığınız. Bir ara bazı hoplayıp zıplayan yeni Türk anarşistleri, arkadaşlarımın dünya çapında prestji olan dergisine gönderdirlerdi, İngilizce’ye tercüme ederdim. Bana ne zaman sorsalar “şurada ne demek istemişler?” cevabım her zaman aynı idi: “Atatürk and Karl Marx business”
Bilgi benim için bir saplantı değil. Hatta bilgiyi ciddiye almam bile bir tesdüf eseri. 1960’lar akımlarına karıştım, şans eseri yavşaklar yerine bilgiyi seven, bilgili olan ve ciddiye alanlarla arkadaş oldum, beni cezp etti ve hatta asıl çalıştığım ve sevdiğim konu bile bana yavan geldi ama iş işten geçmişti.
Nesnel bilgilerim yanısıra kişisel yargılarım var. Hepsi sonsuz fakir bir aileden geldiğimden kaynaklanır.
– C. Wriıght Mills 23 yaşında sosyal bilim dilini tamamıyla yuttu ama hayatı boyunca Wobblies olma isteği içinde kıvrandı.
Senin ve Necip gibi gösteri meraklısı orta sınıfları ta buradan koklarım. Sosyal konularda çok sayıda sizlerden sonsuz daha bilgili arkadaşlarım oldu hiç biri sizler gibi şatafatlı (pompous) dil konuşmazdı.
– Çok sevdiğim bir fıkrada allah fakiri eşeğini kaybettirip bulmayla mesut eder. Benim bilgim işte o. Sizler gibi hava atma bilgisi, hafta sonu veya medya artistliği veya … bilgisi değil.
– Çok sevdiğim bir deyiş: Çocuklar için dünya oyuncak, yetişkinler için meta. Benim için bilgi oyun, sizin için meta.
– Ben can derdinde, sen ve bu sitede bilgi gösterisi içinde helak olan cahiller et derdinde.
Taklitleri içinde anlamadan papağanlığını yaptığınıza bir örnek. Eskimolar arasında yaşayan ve ‘Les Derniers rois de Thulé’ kitabı yazarından. Diğer araştırmacılar da daha önce kendisi gibi Eskimo toplumunu incelemiş. Eskimolar, bu yapılan çalışmaları farklı düşündüklerini şu sözlerle ifade etmişler: “Sorularıyla bize işkence ediyorlar.” Yani Eskiomlar yaşamayı mezar kazıcılığına tercih ediyorlar. Veya onların arasında bilgi sizleri çılgınlığa sürükleyen gösteri ve meta değil yaşamın bir parçası. Daha henüz şapşalları uyutma sosyal bilim, doğa bilim, tarh bilim ve benzeri binlerce bilimler olmamışlar.
Sana meydan okuyorum. Varsa sende bilgi, varsa sende cesaret hadi tartışmaya başlayalım. Ben bilgi açısından seni paçavraya çevireceğimden yüzde yüz eminim. Bilginin yorumlarını da tartışmaya hazırım. Hadi göster kendini! Laf ucuz. Göster şu sosyal bilimini!
Salt ispat edilbilir konularda Necip’e meydan okudum, hâlâ duymamazlıktan geliyor. Çünkü onu defalarca paçavraya çevirdim. İspat edilemez konularda akıl almaz “o da kimmiş?”gibi bahanlerle işi kapatıyor ve utanmıyorda. Ben böylece bu siteye katılanların kara cahiller olduğunu anladım. Böyle bir ucuz taktiği her hangi bir bilgili veya bilgi sever dürüst bir insan hemen kınardı. Böyle bir lafla dünyanın en kara cahili bile işin içinden sıyrılır. Yani, bu site bence yalnızlar kalabalığı.
Anlamadan taklidini ettiğiniz sarışınlar arasında, az da olsa, dürüstler var. Bazı alıntılar.
1. Tarih üç devirden oluşur: Var olanlar devri, sahip olanlar devri, şimdi de sen-Necip gibi, ‘gibi görünenler’ devri.
2. Son 2 yüz yıl yapılan antropoloji ve arkeoloji bir soruya cevap arar: Belli bir yerde, belli bir zaman yanlış bir yola mı girdik? Acaba sen daha her şeyin geçici olduğunu öğrenip korku içinde her yeni can kurtarıcı şarlatana sarılan medenilerin zaman saplantısı, ve bunun yıprattığı insan ruhu hakkında zerre kadar bilgin var mı? İşte sana bir meydan okuma daha, eskiden mitler tarihe anlam verirlerdi, şimdi tarihin kendisi anlam oldu. Neden? Göster şu sosyal bilim hazineni de görelim.
3. Çölde bir pigme ile yürüyen bir antroplogun anısı: “Felsefe konuşuyorduk, pigme bana çölde bıraktığı ayak izlerini gösterdi ve ‘bak, rüzgar gelip bunları silecek.İşte ölüm de gelip beni silip süpürecek’ dedi. Ama biz medeniler gibi bunun yarattığı korku ve dehşetten zerre kadar bir emare görmedim. Antropolog bunu biz medenilerle kıyaslamak için Bertrand Russell’ın (o da kim yahu? Erdoğan’ın yeğeni falan mı? Necip’in araba satış müdürü mü?) kozmosu nasıl gördüğüyle kıyaslar. Ben bu sitenin senin gibi bilgiçlerle dolup taştığını bildiğim için ve hemen ne denildiğini çakarsınız diye yayınlanmayan kirli versiyona koymamamıştım.
Not: Howard Zinn kitabından söz eden arkadaşların ima ettikleri medeni insanların derinlerde yatan benzeri farkında olmadan yuttukları haplar buna benzer.
4. Batılı bir filozof: “Şimdiye kadar üzerinde durduğumuz en derin soru “neden var?” idi. Şimdi (senin gibileri düşünerek) “neden yok?
Neyse, hayatım yurt dışında geçti ve televizyonu sadece akrabaları görmek için geldiğim Türkiye’de dost ahbaplar hatırı için seyrettim. Çoktan beri siz sarışın Türkler benim için eğlence oldunuz. Şimdi Türk sarışın sen-Necip gibi profesörleri taklit edeyim.
Bir tarihçi çıkmış “Mankind and Mother Earth” adlı bir satıhsal slogan atmış.
“Mankind and Mother Earth” sloganını atan, benim sosyal bilim açısından bakmış mı? Olmaz efendim, dünya, “Mankind and Mother Earth” satıhta bir slogana sığar mı? Hem de herif giriş kısmında Lao Tseu ve William Blake gibi hayatta duymadığımız kişilerin adlarını büyük bir saygıyla ağzına almış ama AtıTürk yok, Karlos Markos yok, Muhammed yok, Er-Doğan yok, Lenin yok, Mao yok … üstelik bir zamanlar o da Medeniyet merağı içinde 12 ciltlik tarihle 19 değişik, birbirlerinden gerçekten farklı medeniyetler olduğunu iddia ederken, ben-Necip insan harabelerinin astronomik artışını görünce uyanmış ve tek bir MEDENİYET olduğunu ve bu MEDENİYET’İN, bildiğimiz kadar evrende hayatın tek olduğu bir yerde, ben-Necip gibi YİYİP YİYİP DOYMUYANLARI POMPALAMAK IÇIN DÜNYAYI VE HAYATI YOK ETMEYE AZİMLİ OLDUĞUNU İDDIA ETMİŞ.
Bak şu “Hos edebiyat:) Tarih acisindan sosyal bilim acisindan hicbirsey ifade etmiyen yüzeysel bir slogan”a: “Mankind and Mother Earth”
Bak şu cahil herife. GOOGLE, SILICON VALLEY, AI, TRANSHUMANIZM, FACEBOK, TWATER, FALAN FİLANLAR DUYMAMIŞ. HERİF, BİZİM EN DERİN DERİNLİKLERİMİZ GİRİP GENLERİMİZİ KES-YAPIŞTIRMAYLA, BAŞKALARININ MARİFELERİYLE ÖVÜNEN MUTLU, YAŞAYAN-TÜKETEN ÖLÜLER YAPACAK “NEW AND BETTER” ATITÜRK VE KARLOS MARKOSLARIMIZI DUYMAMIŞ!
Şimdi de sizleri anlayacağı bir olmuş olayı anlatayım. Bookchin ABD’nin en prestijli üniversiteleri tarafından son yazdığı kitabı açıklamak için davet edildi. Bizim oraya yakın dünya çapında tanınan bir üniversiteye gelmeden arkadaşlara telefon edip ziyaret etmek istediğini söylemiş. Kitabı özgürlük modeli Antik Grekler. Ben de, tamamıyla tesadüf, o ara o devri çalışıyordum. Herifi sevmediğimi bilen arkadaşlar hatırları için katılmamı istediler. Ünlü üniversetenin, ünlü bir profesörü, ünlü marka arabasıyla, her biri 100 milyon sen-Necip gibilere bedel yüce ruhlu yerlilerin kırımdan geçirildiği ve altında yattıkları ünlü şahane otobanların satıhlarında
(keşke derine batsalardı) herifi getirip arkadaşın mutfağına bıraktı. 4-5 saat sonra ünlü profesör kapıya geldi. Kapıyı açmaya giden arkadaş bize döndü avaz avaz bağırdı: “Sayın ve ulu ve yüce tarih ve sosyal bilimler yüksek mühendisi, uzman sarışın, ünü dünyaya yaygın XYZ profesör bizi şereflendirmeye ve kendisi gibi ulu ve yüce ve azılı anarşist Bookchin’i almaya gelmiş!”
Hazımsızlığa çok basit bir deva var: “Hazmı kolay, zor çıkar; hazmı zor, kolay çıkar”. Sen git sizleri şahane temsil eden Trump’a sosyal bilimlerini sat.
Yok eğer ciddiysen ve zerre kadar cesaretin varsa, tartışalım konuyu. Laf ucuz. Ve özellikle şimdi, enformasyon bilgi olalı.
Sana bir örnek verip ne kadar atıp tuttuğunun yargısını sana bırakacağım.
19. yüz yılda çalışma alanlarını, örneğin doğa bilimerinin baştacı olanın adı bile ‘Mathematical Principles of Natural Philosophy’ adı altında yazılmıştı, daha kesin tanımlarla kısıtlayıp daha sistematik bir şekilde çalışma büyük bir hız kazandı ve nihayet bir model oldu. Bu, matematikte bile oldu. Kümeler dili böyle başladı. tabii doğal olarak tencereye yuvarlanır kapağını bulur. Sen-Necip gibi parça parça olmuş insanlar bu parçalar ayırmayı gerçek parçalama olarak algılarlar. Bunu benim sosyal bilimide bir adı var: “reification”, şeyleştirme. Sen-Necip bunun kurbanısın.
Eğer sen-Necipler İran ile Türkiye arasında sen-Necip’in doğruları veya eğrileri görürseniz, hemen sinir doktoruna gidin. Zaten kafa yarı gitmiş, tam gitmesin.
Dah karışık bir durum: Daha henüz canlı ile cansız arasındaki sınır tam tatmin edici bir açıklığıa kavuşmadı. Ne de virüsün gerçekten canlı olmadığı. Farelerle insan %98 aynı. Ama fark gece ve gündüz. Ama biyik farka rağmen ikisi de hayvan, yani aynı.
Belki ve eğer dürüstsen topla pılın pırtını sesizce kaybol. Halihazırda pek öyel fiyaka sattığın kadar bilgili olmadığını sezdiğimi anlamışsındır.
Çok daha kısaca söylersem, atıp tuttuğunun mutlak kanıtı yazımı okumamış olman. Konuyu bile anlamadan cevap yetiştirmişsin.
Sayın Zileli 2
Bu yazımda da ne küfür ve ne de hakaret.
Eğer benden gelen yazıları yayınlamama kararı aldıysanız, lütfen kısaca yazın. Bağlantı veya diğer bir İnternet bir sorunu olabilir diye gönderip durmaktan vazgeçerim.
İki Taş, Bir Kuş
322 Necip Kimseyle Yazismiyor/ 324 Er-Doğanı Beraber Yalayalım Diyor
İki dalkavuk bir ipte cambazlık etmişler.
Necip hayatında ilk defa doğruyu konuşmuş. Sitenin hemen hemen tümü yalnızlar, b*kunda boncuk bulanlar kalabalığı. Kendi kendiyle konuşan zavallı Medeniyet harabeleri, aşağılık duyguları içinde ciyaklayan zavallıların bir birlerine baka baka Arapça bakar olanlar sitesi.
Ama bir ihtimal daha var. “Necip’le yazışan kişi” Necip’in suratını serinletmek için ispatı olabilir konularda ona meydan okudu. Her sıkıştığında kaçan Necip’in “Ben kimseyle yazismiyorum.” demesi sonsuz doğal.
AtıTürkçü, Ocü-Olancı, Karlos Markoscu, Anal-Şitçi, Ulus-Uyut-Salcı, İlerici, Irkçı, babayiğit, pala bıyıklı, maslahatları kendileri gibi her zaman sert Türk ve Kürt gerçek erkekler! Çıkın cesaretiniz varsa karşısına da sizlerin de suratlarınızı Necip’in suratı gibi serinletsin.
Size tavsiyemiz: Eğer “Evren Big Bang ile başlamış” veya “insan maymundan türemiş” bilimsel ama değil konular olsun, diğer bilimsel değil konular olsun, hemen ona yobaz Necip gibi şu soruları sorun.
1. Kim demiş? O da kimmiş?
2. Kim ne zaman bunun olduğunu görmüş?
3. Kim nerede bunun olduğunu görmüş?
4. Benim mutfak laboratuarımda maymundan insan yapabilir miyiz?
5. Benim mutfak laboratuarımda evreni başlatabilir miyiz?
Not: Bu salak karşı falan filancı yağmuru çok uzaktan gönderiyor, iklim değişmlerini de eklersek, gelene kadar çok ısınıp suratınızı yakabilir. O zamanda “troll, canım” deyip kendinizi serinletirsiniz.
İşte işin tam seveceğiniz tarafı: Bu yazışma sayesinde Necip gibi binlerce altın yumurta yumurtlar, Salı Pazarına götürüp diğer enayi dümbeleklerine satarsınız.
Necip Hocamıza bizim bir ispatı olabilir matematiksel fizik sorumuz. Necip hocamız anal-itik İktidar ana (geo)-metriyi sevdiği için bu soruyu seçtik.
Yere paralel bir delikten yere paralel fırlayan cisim yere varana kadar parabol izler.
1. Sizin yumurtalarınızın çıktığı yer de yere paralel, ama hep yere dik düşüyorlar. Neden?
2. İzlediği yol istisna bir doğru mu? Yoksa fırlayan yerden aynı an veya sonra çıkan os*ruğunuz doğruyu eğri mi yapıyor? Daha bir yumuratnız yere varmadan, maşallah, hemen bir tane daha çıkarıyorsunuz. Bir önceki üzerinde bir etkisi oluyor mu?
3. Yumurta düşürmelerinizi simülasyonun yapmayı düşünüyor musunuz?
4. Yumurtalarınız neden kırılmıyor? Fırlatırken negatif momentum mu veriyorsunuz, yoksa yumurtalarınız etrafı bazı pis kokan ama koruyucu maddelerle dolu olduğundan mı kırılmıyorlar?
5. Eğer yere yatıp yumurtalarınızı 30 derece açıyla fırlatsanız ve eğer ‘324 Anonim’ parmağını veya burnunu deliğe sokup yumurtanın hız ve çıkış açısını değiştirerek yumurtaları Anti-Osmanlı nihilistlerinin kafasına yönlendirmezse, yumurtalar hangi bir eğri doğru çizerek Balkan Oligarşisi”ne erişir?
Bir defaya mahsus nakarat.
Allah her ikinizi sizleri pompalayan Er-Doğan’dan mahrum etmesin, Allah Er-Doğan’ı pompalamaktan vazgeçen Trump’a doğru yolu göstersin. Allah Er-Doğan’ı duyup para göndersin. Amin!
Benim siz ikinize şahane bir ticaret teklifim var, ama önce sizi hazırlamam gerekir.
Allah, kurnaz Mekke tüccarlarının gözlerini açtı. Bir zamanlar Muhammed’in düşmanı Mekke tüccarları, tüccar Muhammed’in diniyle yapılacak talanların ticaretten daha kârlı olduğunu gördüler. Tüccarlar birdenbire general oldular. Allah, kurnaz Mekke tüccarlarının gözlerini açmaya devam etti. Bir tanesi çok önemli. Allah, insan (köle) ticaretinin mal ticareti kadar kârlı olduğun da Mekke tüccarlarının kulaklarına fısıldadı. Arap tüccarlar gemilerde mal kadar köle taşımaya başladılar. Daha sonra da, aynı hem kafir kefaret deyip Er-Doğan’ı yalayan hem de arabalarının satıcığını yapan Necip gibi, Amarika’ya köle trafiği yapanlara aracı pezevenklik yaptılar. Her ikiniz de, biyolojik değil tüccarlık anlamda, o pezevenklerin soyundan gelenlerdensiniz. Allah aynı ticaret Allah’ı, din aynı ticaret dini. Tek değişen adının Para veya Kapital olması. Kapital size sinyal verip duruyor ama Kuran gibi şifreli. Ben çözdüm ve siz cahilliğinizle bana bu kadar eğlence sağladığınız için ve Para’ya taptığınız için, sırrı siz kâmil tüccarlara fısıldayacağım.
Önce bir fıkra. Fıkra daha henüz seks ve köle ticaretinin ayıp olmadığı, henüz daha sizler gibi iki yüzlü olmaya gerek olmayan zamanlardan.
Bir Arap tüccar köle pazarında bir kızı almak ister ve sorar:
– Söyle kızım, bakiremisin nesin?
Kız cevap verir:
– Neyim, efendi.
Bu cevap, tüccarın çok hoşuna gider ve kızı alır.
Dünyada şu an seks açlığını giderecek ticaret mide açlığını giderecek ticaretten katrilyonlarca daha fazla kâr getirir. Zaten midesi açların ne parası var ki?.
Şu an Çinlilere trilyon kârlar getiren seks ticareti fıkra değil gerçek. Çinliler AI ile yaptıkları genç, güzel, bilhassa Orta Doğu ve bihassa bilhassa Emirlikteki prens ve şeyhler için sarışın mavi gözlü, gerçek kızdan tek farkı veya üstünlüğü her denileni yapması olan, “sex toy” kızlar satmakta.
Size tavsiyem. Hemen geberin. Yobaz sofu olduğunuzdan mutlaka cennete gideceksiniz. Oradaki hurileri Türkiye satıcı bayilerinize gönderin. Eğer bilim ve matematik ve iletişim ve falan filan dahisi Necip bunun nasıl yapılacağını bilmiyorsa, ben size öğretirim.
Reklamlarınız:
Müslümanlar için: Allahla Muhammed’den başka kimsenin elinin değmedi helal kızlar.
Kafirler için: Genç, güzel, doğal, itaatkar. Her türlü fantazilerinizi gerçekleştirebilirsiniz.
Bu tarihe nasıl geçecek?
Sofu tüccarların tarihi: İNSAN FITRATI EFENDİM İNSAN FITRATI. SEKS DE YİYECEK GİYECEK GİBİ ALLAHIN BİZ KULLARINA VERDİĞİ.
Benim tarihim: OR*SPU ÇOCUKLARININ İNSAN FITRATI BAHANAESİYLE, PARA İÇİN, ANALARININ BİLE PEZ*VENKLİĞİ ETTİKLER ÇAĞLAR.
Ben nihilist değilim. Ama para için her şeyi yok etmeye hazır olan sizler ve benzeriniz pez*venkler zaten herşeyi çoktan hiçe çevirdiniz. İşte çok karışık olduğundan kafanızın alamayacağı diğer bir gözlem: paraya çevrilen her şey, harfi harfine, ölmez mi?
324, bak sana bilmeden kullandığın “nihilizm” kelimesinin bir anlamı için bir ipucu verdim. Sana ayrıca yazıp suratını serinleteceğim.
Necip Fazıl Say:
“Bilmem farkettiniz mi? Nerede […….] varsa hepsi Balkan Oligarşisici. Bu bir paradoks mu?”
Tekrar edilen yorum bulundu; görünen o ki bu yorumu daha önceden zaten yapmışsınız!
Küfür de yok hakaret de ama yayınlamıyorsunuz. Bana çok sayıda küçük düşürücü laflar yağdırılıyor, dolaylı hakaretler yapılıyor hemen yayınlıyorsunuz. Ne istediğniz de belli değil.
Ben bu yazıyı 3-4 defa gözden geçirip temizleyerek gönderdim.
Daha demin Ortega’s Nicaragua adlı bir makale okudum ve bir zamanlar diktatörlüğe karşı olanın ki bunun sizin için yeni bir şey olmadığını bildiğinizi biliyorum ama siz benim her türlü taraf tutanları, siz de dahil, tenkit etmemi anlamamazlıktan gelip kişiselliğe döküyorsunuz.
Belki pozitif olmak, taraf tutmak, yapıcı olmak sizin için önemli. Benim için ölüm çanı. Eğer küfür ve hakaret yoksa böyle çok defa yaptığınız gibi haftalar geçtikten sonra yayınlamanız benim positif olanlara şüphemi daha da attırıyor.
Bence bana karşı yazanların hepsi son derece cahiller. Medeniyet kelimesini bile İnternet de buldukları akıl almaz kelime anlamıyla anlayanlar var. Aynı anarşizm kelimesini benzeri anlayanlar gibi. Anarşizmin bu yaygın anlamı doğruysa şimdiki kadar mükemmel bir anarşizm hiç olmadı. Site Medeniyet’i, benim açımdan, sabahları dişlerini fırçalayan toplumlar veya uzun yaşayanlar falan filan kadar insanı deliye çevirecek anlayan kişilerle dolu. Konuyu bile bilmiyorlar. Bence Medeniyet dışının en yakını ütopya, tek farkı tarihte (zamanda) ve coğrafyada olmuş olmaları ve hâlâ olmaları. Irkçılar bunun kendileri için önem taşımadığını savunabilir ama bu onları ırkçı olmaktan kurtaramaz. Sizin böylelerine ihtiayacınız olabilir ama benim hiç yok. Hatta benim açımdan bana karşı yazanlar kuşların balıklara neden uçmadıklarını soranlara benziyorlar. Bence bu dediğm anlamda siz de Medeniyet hakkında çok bilgisizsize benziyorsunuz. Anlamadığınız için alaylarımı hakaret sanıyorsunuz.
“Zirzoplugun da bir adabi, bir haddi olur.”
Yukarıda, tırnak içindeki ifadenle kendini tarif etmişsin, bu sayfayı ziyaret edenler seni daha yakından tanımış oldu. Kendin için en uygun tarifi (z****p) bulmuşsun, aferin-maferin..
“Siz bir istisnasiniz.”
Yanlış.
“Prophecy denemesi”ni isabet ettirmek nasıl olur, 353 no’lu metnin son kısmında izah edilmişti. Belki, okumazdan gelmek huyun depreştiği için, “istisna” olan kişinin bizzat sen (kendin) olduğun gerçeğini de ıskalamış olabilirsin. Yine aynı metinde, senin (ve senin gibilerin) “istisna” olduğun(uz) yazılmıştı, oku ve hatırla:
“Neyin ‘irk’ olabilecegini dahi bilmeden onca lakirdiyi yazabiliyorsunuz ya, zirzoplarin sahi gelse elinize su dokemez.”
“Z****p” kelimesiyle kendini tarif edişini sık sık hatırlatarak, bu sayfayı ziyaret edenlerin senin hakkındaki bilgilerini sürekli akıllarında tutmalarını sağlıyorsun, rasyonel bir taktik, aferin-maferin..
Bilimin, teknolojinin daha hızlı ilerlemesiyle, etnologlardan ve antropologlardan daha hızlı ve daha kesin neticelere ulaşabilmeye başlayan biyologların ve gen uzmanlarının yaptığı son araştırmalardan ve yayınladıkları raporlardan muhtemelen haberin yok Necip.
Belki duymuşsundur, “genetic genealogy” ve “taxonomy” isimleri ile bilinen disiplinler veya kategorilendirme sistemleri var. Sen bu sayfada, “kıpçak”, “çepni” ve karışımının ırk olMAdığını yazadur, biliminsanları, senin ırkının (yani “kıpçak-çepni” olmanın) varlığını araştırma sonuçlarını yayınlayarak ispat ettiler. Kısaca, temel (core) bir ırkın (race) katmanlarından, dallarından (subraces, subspecies) biri olduğu ispatlandı. Raporları ara bul oku öğren, hazıra konmayı bekleme, ve “kıpçak-çepni”nin ırk olMAdığı fasaryasını sürekli yazarak bu sayfada daha fazla kafa ütüleme Necip.
Bir kulak temizleme çubuğu ucuna iliştirilmiş pamuk üzerine bir miktar tükürüğünü bırakır, sonra bu çubuğu dış etkenlerden mümkün mertebe koruyan bir kapsül içine koyar, kapsülün kapağını sıkıca kapatır, ilgili test merkezlerine gönderirsen, senin hangi ırka (veya ırkların karışımına) dahil olduğun, hiçbir soru işaretine yer bırakmayacak şekilde ortaya çıkar. “Ama bu doğru olmayabilir.. Ya tükürüğüm, yanlış parametrelerle analiz edilmiş ve sonuç yanlış çıkmışsa.. Mesele ‘biyolojik geçmişim’in bana hangi ırk(lar)a mensup olduğumu söylemesi değil, benim kendimi ne hissettiğimdir.. Irk meselesi ‘biyolojik geçmişim’e indirgenemeyecek kadar teferruatlıdır, sosyolojik ve kültürel olarak kendimi ne hissettiğim daha mühimdir.. Ben kendimi bildim bileli kıpçak-çepniyim, ağzımdaki bir tükürük zerresinin benim şecerem hakkında ahkâm kesmesini gururuma yediremem..” gibi zırıltılar çıkarmayı da bitirmiş olursun. Ziya Gökalp’in rüyalarını ve hâttâ Nihâl Atsız’ın rüyalarını, tükürük testi sonucuyla gerçekleştiren, bir başka ırkçı da sen olursun böylelikle Necip.
“Bazıları daha eşittir” diye manidar bir söz vardır. Irkçılık meselesinde de, “folov dı mani” lagalugası nihahi sonucu tayin edici özellikte değildir. Meteliksizlik ve “meteliğe nasıl ulaşılacağını bilMEmek” konusunda epey tecrübeli bazı ırklara, iktidar tarafından iltimas geçildiği tarihin her döneminde görülmüştür, bugün de devam etmektedir. Necip “kıpçak-çepni” ırkçısı olarak, iktidarın bölüştürdüğü ve dağıttığı finansal pastanın büyük dilimini kapabilmek şans ve şerefine ulaşabilmekte önceliklidir, yani ona da iltimas geçilmiştir mensubu olduğu ırk (“kıpçak-çepni” olması) sayesinde. Eğer yarın öbür gün “iktidar sarkacı” başka ırklara yönelire, bu kez o ırkların mensuplarına, finansal pastanın paylaştırılması hususunda, iltimas geçilmeye başlanır iktidar mekanizmasını elinde tutanlar tarafından. Şimdiki iktidar, Necip gibi “kıpçak-çepni”lere iltimas geçiyor. “Mavi kanlılar”ın çoğunluğunun üye olduğu kulüp TÜSİAD’tır. “Kıpçak-çepni”lerin çoğunluğunun üye olduğu kulüp MÜSİAD’tır. Mevcut iktidar, MÜSİAD’a iltimas geçmektedir. Eğer yarın öbür gün iktidar değişirse, finansal anlamda iltimas geçilen kulüp de değişebilir.
“Anlamsiz seyler yazip duruyorsunuz.”
Yine kendini tarif etmişsin. “Bilmeme mihrakı”, “bilmemne oligarşisi” diye kafanda demlediklerini getirmişsin bu sayfaya, pazarlayabileceğini zannediyorsun. Anlamsız şeyler yazıp duruyorsun Necip.
“En kotu donemi 1854-1880 arasinda idiyse, sonra ne olmus? Iyilesmis mi?”
“idiyse” değil, zaten o dönem, yani “1854-1880” arası en kötü dönem. “Gerçek”, “nesnel” bilgi budur. Kafanda demlediğin “öcü oligarşilerin”, “coğrafya ve iklim şartlarının elverişsiz hâle gelmesi lagalugalarının” nihai sonuca giden süreçte ağırlığı yoktur. Hazıra konmak huyunu da bitirmeye çalış Necip. Osmanlı ekonomisinin en kötü dönemi 1854-1880 arasında neler olmuş, 1854’den önce neler olmuş, 1880’den 1922’ye giden süreçte neler olmuş, bunların hepsi, nesnel ölçütler içinde araştırılarak şu kaynaklarda hatırlatıldı, oku, öğren:
“Bir Osmanlı Rüyası”, Osman Tunaboylu, İmge Kitabevi Yayınları:
https://www.kitapyurdu.com/kitap/bir-osmanli-ruyasi-/418722.html
“Osmanlı İmparatorluğu’nda Devlet ve Ekonomi”, Mehmet Genç, Ötüken Neşriyat:
https://www.kitapyurdu.com/kitap/osmanli-imparatorlugunda-devlet-ve-ekonomi-ciltsiz/24956.html
“Yazdiklarinizin geri kalani, her zaman oldugu uzere, konuyla alakasiz, bos laf.”
Sen, ırkçılık yaparak kafanda icat ettiğin “öcü oligarşilere” karşı mücadeleyi bu sayfada da sürdürMEmeyi ve internette yer işgal etMEmeyi öğren önce. Yazdıklarının tamamına yakını, her zaman olduğu üzere, konuyla alakasız, boş laf.
Necip sen, “iktidar kutsayıcısı”sın:
Musfata Kemal döneminde yaşıyor olsa idin, onu kutsardın.
Recep Tayyip Erdoğan döneminde yaşadığın için, onu kutsuyorsun.
Kafandaki demlemene göre, Mustafa Kemal dönemindeki öcü, Anadolu oligarşisi.
Kafandaki demlemene göre, Recep Tayyip Erdoğan dönemindeki öcü, Balkan oligarşisi.
Ne tür iktidar varsa, o tür iktidarın ihtiyaçlarını giderecek “öcü” icat etmek, senin maharetin Necip.
Sayfanın ziyaretçilerine hatırlatma: Eğer yarın öbür gün, “Balkan oligarşisi” yöneticileri ile “Illuminati” yöneticilerinin düzenlediği ortak bir ritüelde keçi kanı içerek Recep Tayyip Erdoğan’a karşı komplo kurduklarını okursanız Necip’ten, şaşırmayınız.
““Atatürkçülük” ne zaman icat edildi, maymuncuk’a, takiyye aracına ne zaman dönüştürüldü? Hatırlamıyorum. Ama, sanırım, 1950’den sonra icat edildi. Cumhuriyet ve devrimlerine ihanet edenler, bunu, her zaman “Atatürkçülük kisvesi” altında yaptılar. Örneğin “Karşı Devrim”in resmi temelini atan Demokrat Parti iktidarı, göz boyamak için “Atatürk hakkında işlenen suçlar“ [i] kanunu çıkardı. ABD ile askeriye, Türkiye’de gelişen sol ve demokrasiyi engellemek için, Atatürk pasaportuyla, 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 darbelerini yaptı. AKP’yi kurup iktidara getirmek için, Atatürk hesabına, 28 Şubat 1997 tarihinde, “Ilımlı İslam Darbesi” yapıldı. Perde askeriyenindi ama Karagözcü gene ABD idi.
Okulu yok, diploması yok, sınavı yok. Fesadı ve dalaveresi çok! Ama Atatürkçü Düşünce Derneği de var, diyeceksiniz. Daha önce de yazdım: Keşke adı “Cumhuriyetçi Düşünce Derneği” olsaydı. Cumhuriyetçi kuşun yuvasına Guguk Kuşu yumurtasını bırakamaz.
Yüklenen özel anlam da güven vermiyor.. Aslında siyaset dışı duygusal bir kullanım olup siyasi bir karşılığı yok. Takiyye olarak kullanılan Atatürkçülükten söz ediyorum. Bir başka bağlamda yazmak ve söylemek gerekirse: Mustafa Kemal Paşa ve Atatürk sadece Cumhuriyet Halk Partisi’ne “ait” bir kişilik değil.
Atatürk, CHP’nin kurucusudur, ama Atatürkçülük CHP’nin siyasal ilkeleri arasında yer almaz. CHP’nin siyasal ilkeleri “Altı Ok’tur, yani Cumhuriyetçilik, Laiklik, Halkçılık, Devletçilik, Milliyetçilik, ve Devrimcilik. 1927’de Cumhuriyetçilik, Halkçılık, Milliyetçilik ve Laiklik olarak tanımlanan dört ilkeye, 10-18 Mayıs 1931 tarihlerindeki üçüncü parti kurultayında Devletçilik ve İnkılapçılık (Devrimcilik) ilkeleri eklenerek “altı ok” kavramı benimsenmiştir. CHP’lilerin tamamı Atatürkçüdür, olmak zorundadır ama her Atatürkçü CHP’li değildir.
Atatürkçülük ile Altı Ok’u da içeren Cumhuriyetçilik aynı şey değil. Olamaz zaten. Örneğin bir Atatürk heykeline saldırı olur, kendilerini Atatürkçü olarak tanımlayan kitlenin bir bölümü ayağa kalkar. AKP iktidarı Cumhuriyet’in en önemli devrim yasalarından olan Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nu (Öğretim Birliği Yasası) ayağının altına alıp çiğner, ama aynı kitlenin geri kalanı herhangi bir tepki bile göstermez. Neden, çünkü Cumhuriyet’in ne anlama geldiğini bilmezler. Atatürk rozeti takmanın, Atatürk resimli fincanla çay içmenin, alanlarda, salonlarda “Mustafa Kemal’in askerleriyiz!” diye kendi kendini alkışlamanın Cumhuriyetçi olmakla herhangi bir ilişkisi yoktur. Bunlar Kişiye Tapınç sınıfına bile girmez. Modadır! CHP’nin ilkeleri arasında kişiye tapınç da yoktur. Her seçim yenilgisinden sonra demoralize olup “Artık CHP’ye oy vermeyeceğiz” diye ağlaşanlar bu kitleden çıkar. Oysa CHP’ye 6 Ok’la bağlı olanlar, eleştirirler ama asla “Artık CHP’ye oy vermeyeceğiz” demezler. Parti bağları ve bilinçleri vardır. Herkes Atatürkçü ise, Selefi İslamcılık neden iktidarda?
Bu ülkeye, demokrasiye, özgür düşünceye, CHP’ye, sola en büyük kötülüğü darbeci askerler yaptı. Düşünsenize “zorunlu din dersi”ni anayasaya zorla koyduran Kenan Evren bile sekter ve ödünsüz Atatürkçü (!) idi. “Atatürkçü” sözcüğü ile yapılan soytarılıkları “Cumhuriyetçi” ile yapamazsınız. Fetullah Hoca ile Adnan Oktar bile Atatürkçü’ydü, Cübbeli Ahmet de kesinlikle Atatürkçü. AKP de Atatürkçü ama Cumhuriyet devrimlerinin tamamının can düşmanı. Her yıl onlarca kez Cumhuriyet’i gücendiren Osmaniyeli Devlet Bey bile baş Atatürkçü. Bu manzarayı 1980’lerde gören Nadir Nadi 1982 yılında “Ben Atatürkçü Değilim” adlı bir kitap yayımlamıştı. Haklıydı Nadir Nadi, İslamcı iktidara kapı açan Kenan Evren “Atatürkçü” ise Cumhuriyetçi Nadir Nadi Atatürkçü olamazdı. Cumhuriyetçi olmadan Atatürkçü olunamaz!”
(ATATÜRKÇÜLÜK VE CUMHURİYETÇİLİK / ÖZDEMİR İNCE – 10 Eylül 2018)
http://ozdemirince.com/ataturkculuk-ve-cumhuriyetcilik/
ben şeytanım diyerek iki kişiyi öldüren adam
“kitlelere aşırı din pompalamanın vatandaş üzerindeki etkilerini yavaş yavaş ortaya çıkaran olaylardan biridir.
lisede kendisini ebu bekir sıddık zanneden bir arkadaşım vardı.
burada da katil kendisine rol model olarak şeytanı seçmiş. adamın psikoz olma ihtimali çok yüksek. bir süre gözetim altında tutulur, sonra da varsa ailesine teslim edilir. devletin akıl hastalarını uzun süre tutacak kapalı servisi bildiğim kadarıyla yok. en azından yetersiz.
dini kıssalar, hikayeler ile yoğun bir şekilde haşır neşir olan kişiler, bir süre sonra bu anlatılanların içinde kişiliklerine en uygun gördükleri figürü kendilerine rol model olarak alırlar.
rüyasında allah’ın kendisine oğlunu kurban etmesini emrettiğine inanıp oğlunu kesmeye çalışan bir adam vardı. (hz ibrahim’den bahsetmiyorum.) yakın geçmişte türkiye ‘de olan bir vakaydı.
din motifli daha birçok adli vaka duyacaksınız.”
https://eksisozluk.com/entry/81118871
Adı bile şaka gibi olan bu ırkçı “Türk Solu”nun akıllara zarar bir manşeti vardı;
“Dersimliler devletten özür dilesin!”
Birisi şöyle demiş;
“ulusalcı faşistlik’ te artık akıl ve izanın tümden dibe vurduğunu gösteren; öte yandan da lafın içeriğindeki ırkçı sefaletle de, artık nazizmin dahi daha gerisinde ( ya ilerisine ) konum alındığını anlatan slogan.”
“Kronstadtlılar Bolşeviklerden özür dilesin!” 🙂
http://marksist.net/kerem-dagli/devrimci-mucadele-kackinlarinin-safsatalari
“Bu akademisyenlere göre dünyanın değiştirilmesi yani “post-kapitalist sürece” geçilmesi için kitlelerin doğrudan eylemi yeterli olmayacaktır, geleneksel eylem biçimleri ve taktikleri “konforlu alışkanlıklar haline gelerek” etkili başarılar kazanmanın önünde engel oluşturmaktadırlar. Yine bu akademisyenlere göre, sonuç alınamayan bu eylemler katılanlarda bir vicdan rahatlaması yaratmaktan öteye geçmemektedir. Sonuç olarak sınıfın geleneksel mücadele yöntemlerinin artık işe yaramadığından hareketle mevcut sol ve asıl olarak da sosyalist hareket eleştirilmekte ve yeni biçimler ve taktikler bulamamakla suçlanmaktadır.
Ayrıca tam da bekleneceği gibi, örgüt konusuna da değinilerek başarılı eylemlerin gerçekleşebilmesi için “geleneksel” örgütlere ihtiyaç olmadığı, bunun yerine “bir örgüt ekolojisi, karşılıklı olarak birbirlerinin güçlü taraflarını yankılayıp geri bildiren bir çeşit kuvvetler çoğulluğu”nun işe yarayacağı ifade edilmektedir. “Geleneksel” örgütlerin sahip olduğu merkeziyetçiliğin ve farklı örgütler arasındaki rekabetin zararları da uzunca anlatılmaktadır. Toplumsal değişimin dinamiğini oluşturacak temel gücün hangi sınıf veya kesimler olması gerektiği meselesinin de elden geçirildiği çalışmada, “organik biçimde kendiliğinden oluşmuş küresel bir proletaryanın hâlihazırda var olduğu anlayışının ötesine geçmek” gerektiği söylenmekte, bunun yerine ise “çoğunlukla post-fordist eğreti (precarious) emek biçimleri altında birleşen envai sayıdaki yarı-proletaryan kimlikler” öne çıkarılmaktadır.
Böylece şu sonuçlara varılmaktadır; toplumsal bir devrim gerçekleştirmeden de daha iyi bir düzen kurmak mümkündür ve bunun için de ne işçi sınıfının devrimci örgütlerine ne de onun mücadele biçimlerine ihtiyaç vardır, bu eskimiş biçimler ve örgütler toplumdaki değişim ihtiyacını köreltmekte ve başarıya ulaşılmasına engel olmaktadır, dolayısıyla da sol bunları terk etmeli ve “yeni biçimler” bularak daha federatif tarzda gevşek örgütsel yapılarla hareket etmelidir.
Bu özet aktarımdan da anlaşılacağı gibi ne yazı ne de çalışma aslında ortaya yeni bir şey koymaktadır. Bunlar, neredeyse Marx’ın yaşadığı dönemden beri sol hareket içinde tartışma ve ayrışma konusu olmuş hususlardır. Marx’ın ve Engels’in anarşistlere ve diğer küçük-burjuva sosyalistlere karşı, Lenin’in Menşeviklere, reformistlere ve küçük-burjuva devrimci akımlara karşı mücadelesinde bu tür düşünceler defalarca ele alınmış ve çürütülmüştür. Her şey bir yana, bizzat tarihin kendisi bu sorunlara çözüm getirmiş ve Marx’ın, Lenin’in ne kadar haklı olduğunu sayısız kere ispatlamıştır. Dolayısıyla kimi küçük-burjuva akademisyenlerin bu türden zehirleyici fikirlerine karşı devrimci Marksizmin bu konudaki görüşlerini tek tekrar hatırlatmak gerekiyor.
Asıl mesele odur ki, kapitalizm çürümekte olan bir toplumsal sistemdir ve bu haliyle insanlığa bir gelecek sunma potansiyeline sahip değildir, dolayısıyla da kapitalizmin tamamen yok edilmesi dışında hiçbir seçenek gerçekçi olmadığı gibi kalıcı sonuçlar vermesi de mümkün değildir. Kapitalizmin kendisini hedef almak yerine onun sonuçlarıyla uğraşmak, örneğin doğanın tahrip edilmesini önlemek için verilecek mücadeleyi yahut savaş karşıtı mücadeleyi, kadınlara ve çocuklara yönelik şiddeti durdurma çabalarını veya neo-liberal politikaların sonuçlarına karşı çıkmayı sosyalizm mücadelesinden bağımsız düşünmek, çoğunlukla bu çabaların boşa gitmesine ya da en iyi ihtimalle kısa vadeli ve son derece sınırlı bazı kısmi iyileştirmeler elde edilmesine yol açacaktır. Bugün insanlığın karşı karşıya olduğu tüm sorunlar, ancak ve ancak kapitalizmin ortadan kaldırılmasıyla çözülebilir, onu reforme etme yolundaki havanda su dövücü uğraşlarla değil.
Bu açıdan bakınca, zaman zaman milyonların dâhil olduğu kitlesel protesto gösterilerinin neden kalıcı sonuçlar alamadığını anlamak da mümkün olacaktır. Örneğin 2000’li yıllarda tüm Avrupa’yı saran ve milyonların neredeyse aynı anda sokağa döküldüğü kitlesel savaş karşıtı protestoların neden ABD’nin Irak işgalini veya savaşı durduramadığı çok açıktır. Neticede sonuçsuz kalan bu protesto dalgası, kitlelerin haklı tepkisini ve öfkesini yansıtmakla birlikte, savaş karşıtı mücadelenin tam da sosyalizm mücadelesinin bir parçası olması gerektiğinin bir kanıtıydı. Sonuç olarak, örgütsüz kitlelerin bu kendiliğinden hareketinin yarattığı muazzam enerji boşa gitti ve kitle hareketi nihayetinde sönümlendi.
Marx, yıllar önce yerden yere vurduğu bu gibi küçük-burjuvalara cevabı çoktan vermiştir. Marx’a göre “bu değerlendirme tarzı tam anlamıyla gerçekler dünyasından uzaklaşmaktı. Eylemin belirleyici gücünü göz ardı edip, kurgusal felsefenin sırça köşkünde fikirlere her şeye muktedir bir yaratıcı rolü atfetmekti.”[2] Daha da önemlisi, bu gibi küçük-burjuva aydınlar “aslında halktan, kitleden nefret eden” ve o nedenle de “halkın özlemlerinin tipik bir yansıması olarak gördüğü sosyalizme karşı düşmanca bir tutum” alan kişilerdi. Bunlar, Elif Çağlı’nın da dediği gibi “kendi tutumlarını haklı çıkarmak için”, “tek tek işçilerin ya da işçi sınıfının verili andaki pasif durumunu kendi inançsızlığına gerekçe gösteriyor” ve buna dayanarak “bu insanlardan, bu kitleden, bu sınıftan bir hayır gelmeyeceğini ispata çalışıyordu.”[3]
Oysa yine Elif Çağlı’nın Marx’tan aktararak vurguladığı gibi “sosyalizm hedefinin doğruluğu ve haklılığı işçilerin verili andaki durumuyla açıklanamazdı. Esas olan, şu ya da bu proleterin ya da hatta tüm proletaryanın o an için hangi bilinç düzeyinde olduğunu ve henüz kurtulamadığı yanılsamaları nedeniyle hangi yanlış siyasetleri benimsediğini bilmek değildi. Asıl olarak, proletaryanın kapitalizm altında nasıl bir sınıf olduğunu ve onun kendi nesnel varoluş koşulları nedeniyle neticede tarihsel olarak neyi yapmak zorunda kalacağını bilmek gerekiyordu.”[4] İşçi sınıfının mevcut durumuna bakarak onun toplumsal değişimin yegâne lokomotifi olduğu gerçeğini unutmak hiçbir zaman hayırlı sonuçlar vermez. Marksistlerin iyi bildiği gibi, yarattığı tüm sorunlarla birlikte kapitalizmi yıkacak tek güç örgütlü-devrimci işçi sınıfıdır.”
Modern bilim ve özellikle fizik eylemsizlik yasası veya daha doğrusu ilkesi ile doğdu.
Eylemsizlik cisimlerin hareket durumlarını koruma eğilimleridir
Artık pek duyulmayan ama bir zamanlar hayli yaygın, Necipvari bilgiçlik gibi, bu ilke bir metafor olarak kullanılıp Kapitalizm dürtüsü olmasa insanlar da bulundukları tembellikten çıkmazlardı, Zileli’nin tasvip edeceği, özgür ve kibar, fikri savunulurdu.
Bu sitede, en fanatik doğa bilimcisinin mutlak olduğunu savunmayacağı doğa yasalarını, yine sayın Zileli gibi, bilimin ne olduğunu bilmeyen ama doğa yasaları metaforlarını pervasızca, Zileli’nin tasvip edeceği, kibar ve özgürce ifade edenleri kaç defa uyardım.
Tabii çoğu yayınlanmadı veya bir iki ay sonra yayınlandı.
İşin kötüsü, buna uyanmayanlar eylemsizliğin zıddının en katı savunucusu sağ/sol devrimcileri. Türk solcularının çoğu çocuklarına EYLEM adı taktılar, EYLEM kutsal bir kelime oldu, Marks’ın mezar taşında, eğer alaylı söylersem, dahilere yakışır, yürümezsen İLERLEME olmaz bulundu.
Sadede geleyim.
Solzhenitsyn’in 1973 The Gulag Archipelago kitabından sonra Bolşevik darbesiyle adı “Dünyanın en Büyük Devrimi” olan “komünist” Rusya’yı hâlâ Marksizm adına savunan en katı taraftarlar bile aldanmalarının, kuruntularının farkına varıp vazgeçtiler.
Sorum şu neden hâlâ Başkaya ve Samir Amin gibi hâlâ Allah bilir nedenlerden bakire Marksizm uzun havaları?
Neden hâlâ “vah o eski günlerimiz” dedikodular ve en son misali “Tanıtma” ve Gözbağcılık! yazılar?
Belki Kapitalizm savunucuları haklı. Eylemsizliğin diğer adı olan tembellikten. Belki kibar ve özgür fikir sahibi ve Kapitalizm yerel savunucusu araba satıcısı Necip haklı: Eylemsizlik insan fıtratı.
B,l,yorum bu yazım sansürü geçmeyecek ama olsun. Ben matematikçiyim. Matematikçi dünyanın en tembel en çalışkanıdır, kolay bir yol bulmak için gece gündüz çalışır.
Modern bilim ve özellikle fizik eylemsizlik yasası veya daha doğrusu ilkesi ile doğdu.
Eylemsizlik cisimlerin hareket durumlarını koruma eğilimleridir
Artık pek duyulmayan ama bir zamanlar hayli yaygın olan, Necipvari bilgiçlik gibi, bu ilkenin bir metafor olarak kullanılıp, Kapitalizm dürtüsü olmasa insanlar da bulundukları tembellikten çıkmazlardı, Zileli’nin tasvip edeceği, özgür ve kibar, fikri savunulurdu.
Bu sitede, en fanatik doğa bilimcisinin mutlak olduğunu savunmayacağı doğa yasalarını, yine sayın Zileli gibi, bilimin ne olduğunu bilmeyen ama doğa yasaları metaforlarını pervasızca, Zileli’nin tasvip edeceği, kibar ve özgürce ifade edenleri kaç defa uyardım.
Tabii çoğu yayınlanmadı veya bir iki ay sonra yayınlandı.
İşin kötüsü, buna uyanmayanlar eylemsizliğin zıddının en katı savunucusu sağ/sol devrimcileri. Türk solcularının çoğu çocuklarına EYLEM adı taktılar, EYLEM kutsal bir kelime oldu, Marks’ın mezar taşında, eğer alaylı söylersem, dahilere yakışır, yürümezsen İLERLEME olmaz bulundu.
Sadede geleyim.
Solzhenitsyn’in 1973 The Gulag Archipelago kitabından sonra Bolşevik darbesiyle adı “Dünyanın en Büyük Devrimi” olan “komünist” Rusyasını hâlâ Marksizm adına savunan en katı taraftarlar bile aldanmalarının, kuruntularının farkına varıp vazgeçtiler.
Sorum şu neden hâlâ Başkaya ve Samir Amin gibi hâlâ, tek Allah bilir nedenlerden, bakire Marksizm uzun havaları çağırıyorlar?
Neden hâlâ “vah o eski günlerimiz” dedikoduları veya günah çıkarmaları? Neden en son misali “Tanıtma” ve Gözbağcılık! yazılar?
Belki Kapitalizm savunucuları haklı. Eylemsizliğin diğer adı olan tembellikten kurtulamama. Belki kibar ve özgür fikir sahibi ve Kapitalizm yerel savunucusu araba satıcısı Necip haklı: Eylemsizlik insan fıtratı.
Biliyorum bu yazım sansürü geçmeyecek ama olsun. Ben matematikçiyim. Matematikçi dünyanın en tembel en çalışkanıdır, kolay bir yol bulmak için gece gündüz çalışır.
298’in Kısa ama Yoğun ve Şiddetli Yanıtı
“Hos edebiyat:) Tarih acisindan sosyal bilim acisindan hicbirsey ifade etmiyen yüzeysel bir slogan”
Sen, sen-Necip olmalısın. Gizli sinyaller:
Onun gibi çok kasılmışsın.
Yazımı okumadan hemen sidik yarışına geçmişsin.
Okumadığın yazımda daha kısaları için bile Zileli uzun diye dert yandı. Yani siteye kitap gönderemem.
Bende Türklerde çok yaygın aşağılık duygusu yok. Ama sen var sanmışsın. Edebiyat/sosyal bilim/açılar falan filan laf kalabalığı. Aynı onun gibi sosyal bilim yapma yerine “sosyal bilim” kelimesi kafi gelmiş. Onda da bu kelime fetişizmi var. Anlat bakalım ne biliyorsun? Lafla sosyal bilim fiyakası yürümez!
Yoğun, kısa, acele, öz lafların senin de televizyonda doğup büyüdüğünü gösteriyor.
Bu sitede en aşağı 100 defa söyledim: “Dünyaya yaşamak için geldik, okula gitmek için değil!” Okumadan gelmişsin.
Bilimci olma saplantınız, AtıTürk ve Karlos Markos muhabbet tellalarının size sattığı mavi gözlü Batı güzellere hayranlığınız. Bir ara bazı hoplayıp zıplayan yeni Türk anarşistleri, arkadaşlarımın dünya çapında prestji olan dergisine gönderdirlerdi, İngilizce’ye tercüme ederdim. Bana ne zaman sorsalar “şurada ne demek istemişler?” cevabım her zaman aynı idi: “Atatürk and Karl Marx business”
Bilgi benim için bir saplantı değil. Hatta bilgiyi ciddiye almam bile bir tesdüf eseri. 1960’lar akımlarına karıştım, şans eseri yavşaklar yerine bilgiyi seven, bilgili olan ve ciddiye alanlarla arkadaş oldum, beni cezp etti ve hatta asıl çalıştığım ve sevdiğim konu bile bana yavan geldi ama iş işten geçmişti.
Nesnel bilgilerim yanısıra kişisel yargılarım var. Hepsi sonsuz fakir bir aileden geldiğimden kaynaklanır.
– C. Wriıght Mills 23 yaşında sosyal bilim dilini tamamıyla yuttu ama hayatı boyunca Wobblies olma isteği içinde kıvrandı.
Senin ve Necip gibi gösteri meraklısı orta sınıfları ta buradan koklarım. Sosyal konularda çok sayıda sizlerden sonsuz daha bilgili arkadaşlarım oldu hiç biri sizler gibi şatafatlı (pompous) dil konuşmazdı.
– Çok sevdiğim bir fıkrada allah fakiri eşeğini kaybettirip bulmayla mesut eder. Benim bilgim işte o. Sizler gibi hava atma bilgisi, hafta sonu veya medya artistliği veya … bilgisi değil.
– Çok sevdiğim bir deyiş: Çocuklar için dünya oyuncak, yetişkinler için meta. Benim için bilgi oyun, sizin için meta.
– Ben can derdinde, sen ve bu sitede bilgi gösterisi içinde helak olan cahiller et derdinde.
Taklitleri içinde anlamadan papağanlığını yaptığınıza bir örnek. Eskimolar arasında yaşayan ve ‘Les Derniers rois de Thulé’ kitabı yazarından. Diğer araştırmacılar da daha önce kendisi gibi Eskimo toplumunu incelemiş. Eskimolar, bu yapılan çalışmaları farklı düşündüklerini şu sözlerle ifade etmişler: “Sorularıyla bize işkence ediyorlar.” Yani Eskiomlar yaşamayı mezar kazıcılığına tercih ediyorlar. Veya onların arasında bilgi sizleri çılgınlığa sürükleyen gösteri ve meta değil yaşamın bir parçası. Daha henüz şapşalları uyutma sosyal bilim, doğa bilim, tarh bilim ve benzeri binlerce bilimler olmamışlar.
Sana meydan okuyorum. Varsa sende bilgi, varsa sende cesaret hadi tartışmaya başlayalım. Ben bilgi açısından seni paçavraya çevireceğimden yüzde yüz eminim. Bilginin yorumlarını da tartışmaya hazırım. Hadi göster kendini! Laf ucuz. Göster şu sosyal bilimini!
Salt ispat edilbilir konularda Necip’e meydan okudum, hâlâ duymamazlıktan geliyor. Çünkü onu defalarca paçavraya çevirdim. İspat edilemez konularda akıl almaz “o da kimmiş?”gibi bahanlerle işi kapatıyor ve utanmıyorda. Ben böylece bu siteye katılanların kara cahiller olduğunu anladım. Böyle bir ucuz taktiği her hangi bir bilgili veya bilgi sever dürüst bir insan hemen kınardı. Böyle bir lafla dünyanın en kara cahili bile işin içinden sıyrılır. Yani, bu site bence yalnızlar kalabalığı.
Anlamadan taklidini ettiğiniz sarışınlar arasında, az da olsa, dürüstler var. Bazı alıntılar.
1. Tarih üç devirden oluşur: Var olanlar devri, sahip olanlar devri, şimdi de sen-Necip gibi, ‘gibi görünenler’ devri.
2. Son 2 yüz yıl yapılan antropoloji ve arkeoloji bir soruya cevap arar: Belli bir yerde, belli bir zaman yanlış bir yola mı girdik? Acaba sen daha her şeyin geçici olduğunu öğrenip korku içinde her yeni can kurtarıcı şarlatana sarılan medenilerin zaman saplantısı, ve bunun yıprattığı insan ruhu hakkında zerre kadar bilgin var mı? İşte sana bir meydan okuma daha, eskiden mitler tarihe anlam verirlerdi, şimdi tarihin kendisi anlam oldu. Neden? Göster şu sosyal bilim hazineni de görelim.
3. Çölde bir pigme ile yürüyen bir antroplogun anısı: “Felsefe konuşuyorduk, pigme bana çölde bıraktığı ayak izlerini gösterdi ve ‘bak, rüzgar gelip bunları silecek.İşte ölüm de gelip beni silip süpürecek’ dedi. Ama biz medeniler gibi bunun yarattığı korku ve dehşetten zerre kadar bir emare görmedim. Antropolog bunu biz medenilerle kıyaslamak için Bertrand Russell’ın (o da kim yahu? Erdoğan’ın yeğeni falan mı? Necip’in araba satış müdürü mü?) kozmosu nasıl gördüğüyle kıyaslar. Ben bu sitenin senin gibi bilgiçlerle dolup taştığını bildiğim için ve hemen ne denildiğini çakarsınız diye yayınlanmayan kirli versiyona koymamamıştım.
Not: Howard Zinn kitabından söz eden arkadaşların ima ettikleri medeni insanların derinlerde yatan benzeri farkında olmadan yuttukları haplar buna benzer.
4. Batılı bir filozof: “Şimdiye kadar üzerinde durduğumuz en derin soru “neden var?” idi. Şimdi (senin gibileri düşünerek) “neden yok?
Neyse, hayatım yurt dışında geçti ve televizyonu sadece akrabaları görmek için geldiğim Türkiye’de dost ahbaplar hatırı için seyrettim. Çoktan beri siz sarışın Türkler benim için eğlence oldunuz. Şimdi Türk sarışın sen-Necip gibi profesörleri taklit edeyim.
Bir tarihçi çıkmış “Mankind and Mother Earth” adlı bir satıhsal slogan atmış.
Edebiyat, tarih, sosyal bilim, ekonomik bilim, psikolojik bilim, biyolojik bilim, din bilimi, arkeolojik bilimi, antropoljij bilimi, kuantum fiziği bilimi, evrim bilimi, nükleer fiziği bilimi, bilgisayar bilimi, iletişim bilimi, bilgisayar bilimi, doğa bilimi, astronomi bilimi, kozmoloji bilimi, mitoloji bilimi, kimya bilimi, fizik bilimi, coğrafya bilimi, dil bilimi, ve nihayet sen-Necip’in yüce mesleğin bilimler muhasebecisi bilimi açıları nerede?
“Mankind and Mother Earth” sloganını atan, benim sosyal bilim açısından bakmış mı? Olmaz efendim, dünya, “Mankind and Mother Earth” satıhta bir slogana sığar mı? Hem de herif giriş kısmında Lao Tseu ve William Blake gibi hayatta duymadığımız kişilerin adlarını büyük bir saygıyla ağzına almış ama AtıTürk yok, Karlos Markos yok, Muhammed yok, Er-Doğan yok, Lenin yok, Mao yok … üstelik bir zamanlar o da Medeniyet merağı içinde 12 ciltlik tarihle 19 değişik, birbirlerinden gerçekten farklı medeniyetler olduğunu iddia ederken, ben-Necip insan harabelerinin astronomik artışını görünce uyanmış ve tek bir MEDENİYET olduğunu ve bu MEDENİYET’İN, bildiğimiz kadar evrende hayatın tek olduğu bir yerde, ben-Necip gibi YİYİP YİYİP DOYMUYANLARI POMPALAMAK IÇIN DÜNYAYI VE HAYATI YOK ETMEYE AZİMLİ OLDUĞUNU İDDIA ETMİŞ.
Bak şu “Hos edebiyat:) Tarih acisindan sosyal bilim acisindan hicbirsey ifade etmiyen yüzeysel bir slogan”a: “Mankind and Mother Earth”
Bak şu cahil herife. GOOGLE, SILICON VALLEY, AI, TRANSHUMANIZM, FACEBOK, TWATER, FALAN FİLANLAR DUYMAMIŞ. HERİF, BİZİM EN DERİN DERİNLİKLERİMİZ GİRİP GENLERİMİZİ KES-YAPIŞTIRMAYLA, BAŞKALARININ MARİFELERİYLE ÖVÜNEN MUTLU, YAŞAYAN-TÜKETEN ÖLÜLER YAPACAK “NEW AND BETTER” ATITÜRK VE KARLOS MARKOSLARIMIZI DUYMAMIŞ!
Şimdi de sizleri anlayacağı bir olmuş olayı anlatayım. Bookchin ABD’nin en prestijli üniversiteleri tarafından son yazdığı kitabı açıklamak için davet edildi. Bizim oraya yakın dünya çapında tanınan bir üniversiteye gelmeden arkadaşlara telefon edip ziyaret etmek istediğini söylemiş. Kitabı özgürlük modeli Antik Grekler. Ben de, tamamıyla tesadüf, o ara o devri çalışıyordum. Herifi sevmediğimi bilen arkadaşlar hatırları için katılmamı istediler. Ünlü üniversetenin, ünlü bir profesörü, ünlü marka arabasıyla, her biri 100 milyon sen-Necip gibilere bedel yüce ruhlu yerlilerin kırımdan geçirildiği ve altında yattıkları ünlü şahane otobanların satıhlarında
(keşke derine batsalardı) herifi getirip arkadaşın mutfağına bıraktı. 4-5 saat sonra ünlü profesör kapıya geldi. Kapıyı açmaya giden arkadaş bize döndü avaz avaz bağırdı: “Sayın ve ulu ve yüce tarih ve sosyal bilimler yüksek mühendisi, uzman sarışın, ünü dünyaya yaygın XYZ profesör bizi şereflendirmeye ve kendisi gibi ulu ve yüce ve azılı anarşist Bookchin’i almaya gelmiş!”
Hazımsızlığa çok basit bir deva var: “Hazmı kolay, zor çıkar; hazmı zor, kolay çıkar”. Sen git sizleri şahane temsil eden Trump’a sosyal bilimlerini sat.
Yok eğer ciddiysen ve zerre kadar cesaretin varsa, tartışalım konuyu. Laf ucuz. Ve özellikle şimdi, enformasyon bilgi olalı.
Sana bir örnek verip ne kadar atıp tuttuğunun yargısını sana bırakacağım.
19. yüz yılda çalışma alanlarını, örneğin doğa bilimerinin baştacı olanın adı bile ‘Mathematical Principles of Natural Philosophy’ adı altında yazılmıştı, daha kesin tanımlarla kısıtlayıp daha sistematik bir şekilde çalışma büyük bir hız kazandı ve nihayet bir model oldu. Bu, matematikte bile oldu. Kümeler dili böyle başladı. tabii doğal olarak tencereye yuvarlanır kapağını bulur. Sen-Necip gibi parça parça olmuş insanlar bu parçalar ayırmayı gerçek parçalama olarak algılarlar. Bunu benim sosyal bilimide bir adı var: “reification”, şeyleştirme. Sen-Necip bunun kurbanısın.
Eğer sen-Necipler İran ile Türkiye arasında sen-Necip’in doğruları veya eğrileri görürseniz, hemen sinir doktoruna gidin. Zaten kafa yarı gitmiş, tam gitmesin.
Dah karışık bir durum: Daha henüz canlı ile cansız arasındaki sınır tam tatmin edici bir açıklığıa kavuşmadı. Ne de virüsün gerçekten canlı olmadığı. Farelerle insan %98 aynı. Ama fark gece ve gündüz. Ama biyik farka rağmen ikisi de hayvan, yani aynı.
Belki ve eğer dürüstsen topla pılın pırtını sesizce kaybol. Halihazırda pek öyel fiyaka sattığın kadar bilgili olmadığını sezdiğimi anlamışsındır.
Çok daha kısaca söylersem, atıp tuttuğunun mutlak kanıtı yazımı okumamış olman. Konuyu bile anlamadan cevap yetiştirmişsin.
Necip = Zileli
Werner Herzog en çok sevdiğim yönetmenlerden biri. Dolayısıyla yapacağım benzetme tamamıyla satıhsal.
Peru amazonında yaptığı filimlerinden birinde (‘Aguirre, the Wrath of God’ veya ‘Fitzcarraldo’) Klaus Kinski durmadan zorluk çıkarır, Herzog’a küfür ve hakaret eder, filmin ortasında bırakp gitmeyle tehdit eder, bağırır çağırır …
Filim bittikten sonra filimde yer alan yerlilerle yapılan söyleşide Kinski’den korkup korkmadıkları sorulur. Cevap?
– Hayır, hiç korkmadık. Ama Herzog’dan korktuk. Hislerini bilemiyorsun, ne yapacağı ne düşündüğü belli değil, böyle insan normal bir insan değil, böylelerden her şey beklenir … Kinski insan, onu anlıyoruz.
Not: Herzog, satıhsal olarak, Er-Doğan ve benzerlerinin arkasına takılan orta sınıflara benziyor, değil mi?
Benzerini Amerikalı Kızılderililer söylediler: “Biz atı anlıyoruz, o akraba. Beyazları hiç anlamıyoruz.”
Necip denilen hilkat garibesinin insanlığa tek etki yaratan gerçek zararı sattığı arabalar. Dünya ekolojik krizlerine arabaların katkısını, Necip ve aynı olduğu büyük ihtimal Zileli hariç, haberi olmayan kalmadı.
Biliyorum bu, Necip’in zararlarından söz eden bazı arkadaşlarla ince fark sayılabilir. Tabii, Türkiye’de asıl insan düşmanı Er-Doğan’ın etrafı kasıp kavurmasına maruz kalanlar için haklı olarak Er-Doğanı destekleyen ve diktatörlüğünü borçu olduğu Necip gibi minnacık araba satıcılarından devasa şirketlere kadar hepsinden aynı şiddetle nefret etmeleri doğal. Benim amacım görünüşte farklı olanların aynı olmaları. Bence Necip minnacık olsa da, Trump ve onunla boğuşan ama aynı olan dünya faşisleri simgeler. Bu faşistlerin varlıkları insana hakaret, küfür. Ama keşke sadece o olsa. Dünyanın dört bucağında gerçekten ölüm saçma da varan. Niteki ve yanılmıyorsam Necip böyle kırımları defalarca bu sitede destekledi ama Zileli kafaya benim ‘kaba laflara’ takmış – tabii, canım. Necip’in araba satıcılığı bu felaket ırmağına akan bir çay.
Necip yazılarında insan ve canlı nefretini dünyaya yayan asıl azılı köpeklerin minnacık köşe başı yerel bayiliğini yapar.
Tabii bu kabaca özetlediğim konu o kadar basit değil. Dünyanın her yerinde Trump ve benzerlerine ilahlar gibi tapan insan kalabalıklarına bakın yeter.
Beyinleri haberden habere dolaşmak ve televizyon kanal değiştirmekle “karanlıkta bütün inekler gridir” hasarına uğrayanlara bir hatırlatma:
[The interwar period shows, in this respect, that people may prefer fascism of all kinds to a democracy powerless to promote the equal freedom of its members, or sometimes unable to ensure the dignity of many of its citizens .
Who does not see, today, that the socio-economic crisis, combined with the ecological crisis, [can produce a demand for authoritarianism … This process is already under way.]
İki büyük savaş arasındaki dönem insanların her türlü faşizmi, halk arasında eşit özgürlüğü ve hatta kişilere onur bile sağlayamayan güçsüz bir demokrasiye tercih edebileceğini gösterir.
Ekolojik ve sosyo-ekonomik krizin birlikte yarattığı günümüz dünyasında halkların otoriter düzen isteğini görmeyen kaldı mı? Şu an olan bu değil mi?
Necip’in her türlü nefreti, küfürü, hakaretini hemen yayınlayan özdeşi Zileli benim yazılarımı yayınlamaz. Zileli ve Necip, geldikleri orta sınıf alışkanlığı içinde, sırtlarını, birinde kızgın ve kaba sınıflara, diğerinde aynı sınıflardan toplanmış asker ve orduya, kabalıkları kabalara bırakan kibar, terbiyel ama sıkışınca bazı arkadaşların dediği gibi dünyanın tümünü ateşe vermeye hazır olduklarını gururla sergilerler. Dünyanın en azılı cellatlarının akan kan görmeye tahammülleri olmadığı çok iyi bilinir. Niteki şimdi sulh ve öpüşme taraftarı Zileli yıllarca kasaplık=devrimcilik inancı içinde koşturdu. Zileli yazılarımı yayınlamaz, bir, iki, üç hatırlatırım “hatırlar” ve yayınlar. Bazen sıradan bir orta sınıf adabı muaşeret formülü kusar. Ufak bir değiştirme ile yazım orta sınıf yazısı olur ve sansürü geçer. Tabii eski Stalinci olduğu için ve faşistlerle faşistleri destekleyen her türlü insan harabelerinin hakikat değil hoşa gidecek laflar işitmek istediğini ve dikkat sürelerinin nanosaniyerle ölçüldüğünü çok iyi bilir.
Yazılarım yayınlandığında tekrar ana konu oligarşiler, alt yapı üst yapı, kahrolsun XYZ, marksist tutum, kes-yapıştır, anarşist vaazlere döner. Sitenin çoğunluğunu oluşturan yalnızlar, ufacık düğmeyle çabuk alevlenip çabuk sönen televizyonda doğmuşlar. Zileli de yıllarca yalanları hakikat diye yuttuğu için sitedekilerin ne istediklerini iyi bilir. Necip, Zileli ve diğer site sakinleri sakinleştirici ney sesine ayak uyduran dervişler gibi hak yolunda huu huu çeker, dönerler. Hatta bir defa dert yandığımda, Necip bu siteden defolup çıksam daha iyi olur ve kimse farkına bile varmaz diyerek hem Zileli olduğunu hem de sitedekilerin ne düşündüğünü farkında olmadan açıklar.
Necip ile Zileli arasındaki aynılık çok. Bir örnek daha: Her ikisi de candan bir samimiyetle İNSANLIK adına konuşur, İNSANIN yavaş veya hızlı veya mutasyon veya bilim veya teknoloji veya içerden reform veya dışardan reform veya, veya yardımıyla “kurtulacağı” reklamı yaparlar. Ve hepsi falcıların en büyük formülü olan “gelecekte”, “ileride” temele oturtulur.
Diğer biri de şu: Necip, “nabza göre insan fıtratı” satar; Zileli, “nabza göre bolluk isteyenlere bol şekerli şerbet.”
Bir uyarı: Amacım bu orta sınıfllıları kara keçi etmek değil. Orta sınıflar haklı olarak “herkes bizim gibi olsa ne iyi olur” huu huusu çekerler ve aslında ben bunda, kendi sapık saplantılarım hariç, toplum açısından, bir yanlışlık görmüyorum. Ne var ki daha henüz Zileli ve Necip’ten milyarlarca ışık yılı daha zeki dahiler bu “herkes orta sınıf nasıl olur?” sorununa çözüm bulamadılar.
Benim sapık saplantılarım:
1. Dahiler ve orta sınıf destekçileri gözlerini aya gitme becerisine dikmişler, araba satıcılarının ekmeklerine yağ süren İstanbul trafik sorununu çözemediklerini kendilerinden ve şakşakçı orta sınıflardan saklarlar.
2. Avrupalıların bir yılda pis kokularını gizlemek için harcadıkları para dünya sağlık, eğitim, ve açlık sorununu çözer ama olmuyor- hele buna her yıl değişen giyim ve görünüş modalarına harcanan parayı da eklersen, ‘oh là là, sky is the limit!’. Hatta ekonomi tarihçisi E. Wallerstein’e göre yukarıların yukarısında oturanlar bunu yapmaya hazırlar ama aşağıdakilerin tepkisinden korkuyorlar. Aynı Walerstein’a göre şu an olan kriz 50-60 yıl önce olsaydı, yukarıların yukarısında oturanlar Marksizm’i seçerlerdi. Ben tamamıyla katılıyorum. Çünkü Marksizm herkesi orta sınıf yapma ideolojisi. Ve Zileli’nin anarşist ambalajı sadece o, ambalaj. Altında yatan Marks.
3. Ben bu orta sınıflıların Allah’nın kulaklarına ne fısıldadığını biliyorum: “Hani ilk günah var ya, ilk günah içinde ilk günah var. Ağaçtan* elma yemek, ilk günahın bir versiyonu. Asıl ilk günah canlı olmak. Canlı olmak demek birbirini yemek demektir. Birbirini yemek de bütün günahların anasıdır.”
Bu çılgınlığı ve buna inanış çılgınlığını, bir salağın ettiği laf “nihilist” adı vererek rafa koydukları Nietzsche güzel yakalar:
“Halkları yaratıcılar yarattı ve üstlerine inanç ve sevgi astılar: böylece hayata hizmet ettiler.
Kalabalıklara yıkıcılar tuzak kurarlar, tuzağa Devlet adını verirler ve üstlerine bir kılıçla binlerce hırs ve arzu asarlar.”
Daha sonra aynısını Marshall Sahlins söyler: “Dünyanın her yerinde insanların allahlardan geldiğine inanılır, bizde insanların doğadan geldiğine.”
*Ağaç: Eski Ahit’teki ağacın iki yorumu var: Bilgi ağacı ve Hayat Ağacı. Bu terbiyeli orta sınıflıların kulağına fısıldayan Allah, ikinci yoruma değinmiş olabilir.
Sayın Zileli, siz çok iyi biliyorsunuz ki benim yazdıklarımı, alay eden veya hakaret edenler de dahil, kimse ne okuyor ne de zaten ya anlamıyor veya anladığını sanıp saçma cevap veriyor. Okuyan en fazla binde bir. Sizin derdiniz ne? Neden yazdıklarımı yayınlamıyorsunuz? Sizin ince hislerinizi incitmemek için ‘*’ kullanıyorum. İnternet ve Türk siteleri çok daha ağır lafları olduğu gibi aktarıyor..
İlk defa nerede okuduğumu hatırlamıyorum, fakat yanılmıyorsam “Kemalist” kelimesini hayatımda ilk defa çocukluğumda bir büyüğüm bana Kurtuluş Savaşıyla ilgili bir şeyler anlatırken duymuştum. Ona da anlatan galiba dedem veya büyükdedemmiş.
Yunan işgali sırasında Yunan askerleri “Kahrolsun Kemalistler!” diye bağırıyorlarmış.
Herhalde bu kelime ilk kez işgalin başlarında bütün direnişçi Türkleri tanımlamak için İngilizler veya İtilaf devletleri tarafından kullanılmış. Bunu bir yerde de okumuştum. Galiba Attila İlhan’dan. Başka biri de olabilir.
İlerleyen dönemlerdeki değişimi bu ülkeye has bir olay değil.
Stalin’in çok sayıda “Leninist”i ve hatta “Stalinist”i tasfiye etmesi gibi.
“Bu yazımda da [……….] serinleteceğim.”
“Küfür de yok hakaret de [……….] hakaret sanıyorsunuz.”
“Sen, sen-Necip [……….] cevap yetiştirmişsin.”
“Modern bilim ve [……….] gece gündüz çalışır.”
“Werner Herzog en [……….] gibi aktarıyor..”
Impressive… Every word in that sentence[s] was wrong.
“Salt ispat edilbilir konularda Necip’e meydan okudum, hâlâ duymamazlıktan geliyor.”
Turkcede, genis zaman cekimi ayni zamanda isim/sifat olarak kullanilir. Olumsuzu da oyledir.
Gel + ir — gelir
Git + er — gider
Ornek: Gelirimiz giderimizi karsilamiyor.
Gel + mez — gelmez
Git + mez — gitmez
Ornek: (Onun) geliri gelmezi, gideri gitmezi seni neden bu kadar ilgilendiriyor?
Bunu sunun icin soyluyorum: Turkcede ‘duymamazlık’ diye bir sey yoktur. Cunku, ‘duyMAmaz’ diye bir sey yoktur.
Bir gufte yazari, olcuyu tutturacagim diye soyle bir sacmaliga imza atmis:
Bir gün karşılaşırsak ayrıldığımız yerde
Eller gibi davranıp görmemezlikten gelme
Çevirme hiç yüzünü korkma sen gözlerimden
Bestesi guzel oldugu icin de kimse laf etmemis.
Ama, o gun bugun, dusunmeden konusan/yazan insanlar bunu galat-i meshur haline getirdiler.
Siradan insanlar icin affedilirdir, de; kutuphane memurlari sozkonusu oldugunda cok sakil duruyor.
Simdi gelelim, ‘meydan okuma’ konusuna..
‘Yigit olur san kalir; at olur meydan kalir’ derler… Size, meydaninizda uzun omurler dilerim.
Okuyun durun, gonlunuz cektigince.
Fakat, aradabir de anlamli seyler olup olmadigina bakmanizi oneririm. Onu hep iskaliyorsunuz cunku.
Doğal Soy Zincirleri Ve İnsan Türünü Diğer Canlılardan Ayıran Zorunlu Sosyal Örgütlenmeler
Kureyş:
Emevî (Süfyanî + Mervanî), Abbasî, Zeydî, Caferî, İsmailî, İdrisî
Kusay (ö. 480) > …….. > Ebu Süfyan (ö. 652) > …….. > II. Muaviye (ö. 684) (Şam)
Kusay (ö. 480) > …….. > I. Mervan (ö.685) > …….. > III. Hişam (ö. 1036) (Endülüs)
Kusay (ö. 480) > …….. > Abbas (ö. 653) > …….. > Mustasım (ö. 1258) (Bağdad)
Kusay (ö. 480) > …….. > Abbas (ö. 653) > …….. > III. Mütevekkil (ö. 1543) (Kahire)
Kusay (ö. 480) > …….. > Ali (ö.661) > …….. > Zeyd (ö. 740)
Kusay (ö. 480) > …….. > Ali (ö.661) > …….. > Cafer (ö. 765) > İsmail (ö. 755)
Kusay (ö. 480) > …….. > Ali (ö.661) > …….. > I. İdris (ö. 793) > …….. > II. Hasan (ö. 985)
Âl-i Selçuk (İran, Kirman, Irak, Anadolu, Suriye)
Selçuk (ö. 1007) > …….. > Sencer (ö. 1157)
Selçuk (ö. 1007) > …….. > II. Muhammedşah (ö. 1187)
Selçuk (ö. 1007) > …….. > II. Tuğrul (ö. 1194)
Selçuk (ö. 1007) > …….. > V. Kılıçarslan (ö. 1318)
Selçuk (ö. 1007) > …….. > Ertaş (ö. 1104’den sonra) (Şam)
Selçuk (ö. 1007) > …….. > Sultanşah (ö. 1118’den sonra) (Halep)
Âl-i Cengiz (“Ali Cengiz” değil!)
Cengiz (ö. 1227) > …….. > Ebu Said Bahadır Han (ö. 1335)
Cengiz (ö. 1227) > …….. > Özbek Han (ö. 1340)
Cengiz (ö. 1227) > …….. > Şahin Giray (ö. 1787)
Âl-i Osman
Ertuğrul (ö. 1282) > …….. > Süleyman Paşa (ö. 1357)
Ertuğrul (ö. 1282) > …….. > Ertuğrul (ö. 1392)
Ertuğrul (ö. 1282) > …….. > İsa Çelebi (ö. 1405)
Ertuğrul (ö. 1282) > …….. > Süleyman Çelebi (ö. 1411)
Ertuğrul (ö. 1282) > …….. > Musa Çelebi (ö. 1413)
Ertuğrul (ö. 1282) > …….. > Mustafa Çelebi (ö. 1422)
Ertuğrul (ö. 1282) > …….. > Cem (ö. 1495)
Ertuğrul (ö. 1282) > …….. > Korkut (ö. 1513)
Ertuğrul (ö. 1282) > …….. > Mustafa (ö. 1553)
Ertuğrul (ö. 1282) > …….. > Bayezid (ö. 1562)
Ertuğrul (ö. 1282) > …….. > VI. Mehmed (ö. 1926)
Ertuğrul (ö. 1282) > …….. > Abdülmecid (ö. 1944)
The Troll Awakens
“There has been too many dislikes. Have you felt it?
The trolling…
…and the hates.”
The Troll Awakens
“There has been too many dislikes. Have you felt it?
The trolling…
…and the hates.”
Eğer rahmetli “Joseph Campbell”, sizin bu “Star Wars” göndermelerinizi okusa idi, bir kez daha ölürdü!
Yahu ne bitmez tükenmez “Star Wars” sevdanız varmış! Yetmedi mi?! Kusmuyor musunuz?!
“Star Wars” para makinesine bu kadar yoğunlaşacağınıza, bu “franchise”ın doğumuna esin kaynağı olan “Kahramanın Sonsuz Yolculuğu” kitabına odaklanınız:
“The Hero with a Thousand Faces”, 1949, Joseph Campbell
“Kahramanın Sonsuz Yolculuğu”, 2006, Joseph Campbell, (çeviren) Sabri Gürses, İthaki Yayınları:
https://www.kitapyurdu.com/kitap/kahramanin-sonsuz-yolculugu/430678.html
“Star Wars” para makinesinin özeti şudur:
“Macerayı tek başına göze almamız dahi gerekmez, çünkü her çağdan kahramanlar bizden önce gitmiştir; labirent iyice bilinmektedir, bize kalan yalnızca kahraman yolunun ipliğini izlemektir.
Ve nerede bir nefret bulacağımızı düşünürsek orada bir tanrı bulacağız;
Nerede bir başkasını öldürmeyi düşünsek orada kendimizi öldüreceğiz;
Nerede dışa doğru yol almayı umsak orada kendi varlığımızın merkezine geleceğiz;
Nerede yalnız olduğumuzu sansak orada bütün dünyayla birlikte olacağız.
Herkes bir kadere sahip değildir; sadece ona dokunmak için ortaya çıkmış ve yüzükle geri gelmiş olan kahramanın kaderi vardır.”
(“Kahramanın Sonsuz Yolculuğu”, 1949, Joseph Campbell)
İki Yanılsama: Cumhuriyet Ve İslamiyet
“Cumhuriyet, padişahlığın 1. Dünya savaşının sonunda yıkılmasından sonra devletin aldığı yeni biçimin adıdır. Aslında devletin temel kurumlarında önemli bir değişiklik yoktur. Ordu yine aynı ordu, polis yine aynı polistir. Cezaevleri, karakollar vb. de öyle. Mustafa Kemal’in başkanlığındaki tek partinin belirlediği yeni bir TBMM vardır ama bu bile büyük bir değişiklik sayılmaz. Çünkü Osmanlı döneminde de bir Meclis vardı; hatta bu Meclis azınlıkları barındırmasıyla toplumsal yapının gerçekliğine biraz daha yakındı. Osmanlı Devletiyle Türkiye Cumhuriyeti devleti arasındaki tek fark, padişahın yerini Cumhurbaşkanının almasıydı. O halde nedir bu gürültü patırtı, nedir bu cumhuriyet fetişizmi?”
Cumhuriyet Yanılsaması!!! – Gün Zileli
http://www.gunzileli.com/2011/11/01/cumhuriyet-yanilsamasi/
“İslamiyet, putların eski Kureyş iktidarıyla birlikte yıkılmasından sonra Allah inancının aldığı yeni biçimin adıdır. Aslında dinin temel kurumlarında önemli bir değişiklik yoktur. Kabe yine aynı Kabe, hac yine aynı hacdır. Cinlere, meleklere inanç * vb. de öyle. Peygamber’in ve Halifelerin başkanlığındaki yeni bir Danışma Meclisi (Şura) vardır ama bu bile büyük bir değişiklik sayılmaz. Çünkü Cahiliye döneminde de bir Kabile Meclisi (Şurası) vardı; hatta bu Meclis farklı inançları barındırmasıyla toplumsal yapının gerçekliğine biraz daha yakındı. Cahiliye toplumuyla İslamiyet devleti arasındaki tek fark, Mekke liderinin yerini Peygamber ve Halifelerin almasıydı. O halde nedir bu gürültü patırtı, nedir bu İslamiyet fetişizmi?”
İslamiyet Yanılsaması!!! – Güneri Zilelioğlu
* “Cinlere, meleklere inanma”ya değinen bir Murat Belge yazısından:
“Gene yazmıştım(Amerika bağlamında): üniversite düzeyinde, cinlere ve meleklere inanan, ama evrim teorisine inanmayan, deprem olsa bunu Tanrı’nın uygun gördüğü ceza olarak anlayan, başımızda bir halife ya da onun gibi bir dini otorite bulunsa daha iyi yönetileceğimizi düşünen kişiler olmasından ötürü ciddi bir şikâyetimiz yok (liste daha çok uzayabilir tabii), ama o kişilerden biri başına bir bez bağlayınca birdenbire ifrit kesiliyoruz.”
http://www.radikal.com.tr/yazarlar/murat-belge/takiye-839207/
beni Necip sananlar var garip. Necip e karsi argüman gelistirirken durduklari hattin yanlis oldugunu farketmeyenler icin normal. Necip ne diyor ben ne diyorum?Ayni duzlemde bile degil söylediklerimiz. Ben Necip in karsiti bile olamayacak kadar baska seyler söyluyorum.
Beni Necip saniyorlar. Aslinda Necip i en güzel tanimlayan Puritenlik elestirisi gelistiren yorumcu.(Bu bile fazlaca ciddiye almak gibi bir yanlislik iceriyor) Onun disinda Necip bütünlüklü bir sey bile söyliyemiyor, onun yazdiklarina bütünlük kazandiran ve bir yere koyan muadilleri:)
Ben, Necip’in arkasında olan Türk kocaların dalkavukluğunu yapıp durduğunun içinde bir bit yeniği var olabilir kuşkusuna kapılıp acaba bu kocalar kimler ve nerede bu herifi pompalıyorlar hafiyeliği yaptım. Ama nafile.
Nihayet Necip, artık kökleşmiş alışkanlığı olan yalatakçılığı ile, bana gereken ipucunu kendi verdi. Hem Er-Doğan, hem AtıTürk ve hem de namuslu şerefli mazbut Türk-Müslüman vatandaş-müminlerin çoğunluğunun hoşlarına gidecek Yunan düşmanlığı ve Yunanlılar arasındaki oğlancılık iması “namus hamamı” baklasını ağzından çıkardı.
Ben “namus hamamı” deyimini bilmediğim için sözlüklere baktım. Bulduklarımın hepsi aşağı yukarı aynı ama ben bu herife en uygununu yazarak kendinin milliyetçiliğini ve Yunan düşmanlığını yüzüne vurdum.
Tıpkı ve daha önce sayısız defa oynadığı oyunu oynadı. Necip beyin lügatını kullanmak şartmış. Daha önceleri de bu oyunu oynamıştı ve Necip Bey Lügat-ı Kerimi aramıştım, ama böyle bir şey yok. Herif, Türk Dil Kurumu tanımını bile beğenmemişti. Bunun üzerine, bu herifin şarlatanlar şarlatanı bir dalkavuk, saray soytarısı olmak isteyen biri olduğuna karar verdim. Sitedeki diğer yorumcular da bunu görsün diye salt matematik ve fizik gibi ispatları olabilir konularda onu tartışmaya davet ettim ama herif her yazdığımı okuyor ama daveti 3-4 defa tekrarladığım halde bir türlü görmüyor. Bir de utanmadan bana sanki kişiliği varmış gibi kişiliği ile uğraşmamdan vazgeçmemi söylüyor. Yani, salt zaman öldürmek için siteye uğrayan orta sınıf yalnızlar kalabalığını eğlendiriyor.
Son oynadığı oyun : ‘Follow the money’. Bu terbiyesiliği yaptı, kendini paçavraya çevirdim. Herif o kadar yüzsüz olmuş ki ‘money’ kelimesinin Türkçe ‘menfaat’ anlamına geldiğini bilmediğimi ileri sürecek kadar küstahlığı bile göze aldı. İşin kötüsü bu sitede bir kişi bile “ulan bırak şu yobazlığı, ‘money’nin Türkçesi ‘para’! ” demedi.
Bu sık sık olduğundan, siteye katılanların kalitesi hakkında bana çok bilgi veriyor. Saygısızlığımın asıl nedeni bu. Aynı zamanda ben bilgiyi fetiş edenleri de hiç sevmem. Bilgi insanlardan çalınıp okullar ve kitaplar koyuldu ve şimdi artık tamamıyla tekele alınmıştır. Hık mık edenler 19. yüz yıl artıkları. Özgür/Köle Üniversite bürokratları.
Her neyse işte bulduğum “hamamın namusu” tanımları.
1. Adam eşcinsel. Birgün bir hamama uğrar, soyunur silkinir, kurnanın başında çaktırmadan kendine uygun bir partner ararken davranışları amacını ortaya koyar. Ve hamamın görevlileri yanısıra kim varsa içeride adamı ortalarına alıp, “vay sen misin bilmem ne ola” diyerek döve döve benzetip kapı dışarı atarlar.
Aradan uzunca süre geçer, ayni adamın, nasılsa yolu eşcinseldir diye dayak yediği hamama düşer. Korka korka içeri girer, soyunur, kurnanın başına çöker ki “ooo, hamamda kim varsa ya canikom ya nonoş ya erkek! Merak eder hamamın patronuna sorar. “Yahu” der, bir süre önce geldikti, eşcinseliz diye dayak yedikti. Şimdi bakıyorum, olmayanı yok. Ne oldu?
Patron izah eder: “Dediğin doğru. Bu hamam eşcinsellerin hamamı. Ne var ki yılda bir kez namusunu kurtarmak için dıştan gelen birisini aramıza alır, eşcinseldir diye bir güzel döveriz. Dayak yediğin gün de talihe bak, hamamın namusunu kurtarma işimiz sana isabet ettiydi!”
2. hikaye bu ya; bir vakitler oglancilik vakalariyla sohreti kotulenmis bir hamamin mahalle sakinleri tarafindan ilgili makamlara sikayet edilmesinin ardindan hamama yalandan baskin yapilmis. baskini yapanlar da aslinda hamamin mudavimlerinden oldugundan olay fazla dallanip budaklanmasin deyu gariban oglanlardan birini yakalayip cezalandirmislar. boylece hamamin namusu kurtarilmis ve hamamdaki malum faaliyetler de bu baskinin ardindan eskisi gibi ama biraz daha gizlilikle devam etmis.
3. hamamın namusunu kurtarmak: görünüşünü kurtarmaya yönelen birtakım yetersiz çarelere başvurarak kötü bilinen bir yere onur kazandırmaya çalışmak
En önemli en son. Hamam, İspanyol-İtalyan-Türk ortak yapımı 94 dakikalık bir film.
Bu filmi görenler Necip’in menfaati için yaladıklarına eşcinselliğin sanki sadece düşman Yunanlılar arasında olduğunu ima etmesinin çirkinliğini bir tarafa bırak, dünyada eşcinsellerin şimdiğe kadar çektikleri ve hâlâ çektikleri gaddarlıkları hasır altı eden bir gaddar. Böyle gaddarlıkları sık sık yapan ve bundan sonsuz haz alan bir sapık. Aklı sıra GERÇEKÇİ.
Şimdi de senin GERÇEKÇİ maskeni yırtacağım.
Necip, Necip, alimler alimi, bilgiçler bilgici, dalkavuklar dalkavuğu, zeka fışkıran, IQ rekorları kıran, sayısız diplomalı Necip, her şeyi insan fıtratı, her şeyi menfaale açıklayan Necip.
– Oğlancılık ve eşcinsellik İNSAN FITRATI değil mi? Nasıl olmuşta senin senin lügatında ayıp olmuş?
– Oğlancılık ve eşcinsellik MENFAAT için yapılmıyor mu?
– Yunanlıların uyuşukluğu ve araba satıcılarının tuzağına düşüp tatile arabayla giden Türklerin dinamikliği İNSAN FITRATI değil mi? Her ikisi de MENFAATLERİ için tembel ve çalışkan değiller mi?
– Senin dalkavukluğun İNSAN FITRATI ve benim dalkavuklardan nefretim İNSAN FITRATI değil mi?
– Senin durmadan söylediklerini inkar etmen İNSAN FITRSATI değil mi?
Seninle ciddi tartışmaya ancak ve ancak bitaraf bir heyet önünde girilebilir. Yalanların hem potansiyel hem de gerçek sonsuz. Aman Er-Doğan’ım, aman AtıTürküm, aman son sığındığım Şipşakçı/Cepci halis Türklüğüm, bunlarda kimmiş? Gavur Yunanlılar mı, yoksa? Eminim bütün salakça yaptığın matematik fiyakasına rağmen bunları duymamışındır. Ama bütün “used car salesman”ler gibi çenen düşük.
Yalanların çok, utanman yok, inkar inkar ardına, lügatları sayısız, yumurtaların sayısız …
Bir konuda seninle hiç bir zaman aşık atmam: Yerel dedikodular. Bu konularda sitede benden sonsuz daha bilgililer var.
Dünyada olanlar açısından baktığımda, senin bilgilerin etkileyici gibi ama doğrusu Sultan Abdulaziz neden tebdili kıyafet edip saraydan gizli çıkıp en beğendiği berbere kendini traş ettirmiş, Er-Doğan’ın sarayı kaç katlı gibi geyik sohbetlerine ne zamanım ne de hevesim var.
“Sana meydan okuyorum. Varsa sende bilgi, varsa sende cesaret hadi tartışmaya başlayalım. Ben bilgi açısından seni paçavraya çevireceğimden yüzde yüz eminim.”
Benim size haksizlik ettigimi dusunuyor olmalisiniz, ki. bunca alinmis, gucenmissiniz.
Hayir. Ben size haksizlik etmiyorum.
Sizin bilgisiz oldugunuzu, ya da bilginizin yetersiz oldugunu hic soylemedim.
Tersine, siz cok fazla bilgilisiniz.
Size cok fazla.
Birkac yumurtayla nasil bir omlet/menemen yapacagini bilse yetecek bir kisiye bunca kutuphaneler dolusu seyi yuklemek –evet, bence de– haksizliktir.
Ama, cok sukur ki, o haksizlik benden kaynaklanmiyor.
Ben, sadece, ustume vazife olmadigi halde, yardimci olmaga calisiyorum.
Bazi gercekleri bilmeniz lazim, birisinin size soylemesi lazim.
Insallah cok gec kalmamisimdir.
İşte bir bölünme daha (mı acaba?)
Konstantinopolis-Nestor (Ortodoks-Nesturi),
Konstantinopolis-Roma (Ortodoks-Katolik),
Roma-Luther/Kalvin/Anglikan (Katolik-Protestan),
ve Keldani-Nesturi bölünmelerinden sonra bir tane daha olacaksa şimdiden hayırlı bölünmeler dileyelim o zaman.
“Birbirlerine girdiler: ‘Kilise’ kavgası
Rusya Dışındaki Rus Ortodoks Kilisesi, Fener Rum Patriği Bartholomeos’un Ukrayna kiliselerinin bağımsızlığı yönünde Kiev’e temsilci gönderme kararını “eşi görülmemiş kaba bir karar” olarak nitelendirdi.
Ria haber ajansına göre, “Rusya Dışındaki Rus Ortodoks Kilisesi” yönetimince yapılan açıklamada, Fener Rum Patrikhanesi’nin Ukrayna kilisesine bağımsızlık verilmesi hususundaki yaklaşım eleştirildi.
Açıklamada, “Fener Rum Patrikhanesi’nin olmayacak şekilde dini kuralları ihlal etmesinden derin öfke duyduğumuzu vurgulamak istiyoruz.” denildi.
Fener Rum Patrikhanesi’nin Ukrayna’ya temsilci ataması ile ilgili kararı Moskova Patriği Kirill’in ve Ukrayna Ortodoks Kilisesi Başpiskoposu Onufriy’in onayı olmadan aldığına dikkat çekilen açıklamada, “Bu, bir kilisenin başka kilisenin bölgesine tecavüz ettiği eşi görülmemiş kaba bir karardır.” ifadesi kullanıldı.
Açıklamada, Fener Rum Patriği Bartholomeos’un attığı adımın, Ortodoks birliğini tehdit ettiği öne sürüldü.
Fener Rum Patrikhanesi, geçen cuma günü Ukrayna’daki kiliselerin bağımsızlığını tanıma hazırlığı çerçevesinde temsilcisinin Kiev’e atanması yönünde karar almıştı.”
“Köyde Yaşamanın ve Bedevileşmenin Hükmü” diye bir şey varmış.
Veya “Köylerde Yaşamanın ve Hicretten Sonra Bedevîleşmenin Hükmü”
http://ebumuaz.blogspot.com/2018/09/koyde-yasamann-ve-bedevilesmenin-hukmu.html
Her ne kadar böyle bir “hükm”ün sadece adından bile olumsuz olduğu anlaşılıyorsa da mufassal bir şekilde açıklanması son derece şayan-ı dikkattir.
Sana meydan okundu. Varsa cesaret çık karşısına. Boş ver şu dil numaralarını.
Türkçe’de “Bunu sunun icin soyluyorum” yok. Doğrusu “Bunu şunun için söylüyorum”.
5-6 yaşında küçücük bir çocuk bile “bunu şunun için söylüyorum” yerine “için bunu söylüyorum şunu” demez be hödük.
Git sen bu bilgiçliğini Anıtkabir önünde senin gibileri pompalayan Atana yap.
O uluyan şef de sizin Balkan fırlaması. Hiç belli olmaz, belki o da sizin Şipşak/Cepci halis türklerdendir.
Geniş zaman içinde, kalbur saman içinde, kanı temiz, saf türk oğlu türk, köpekler gibi silsilesi bozulmamış, orta asyada Çinlilerin attığı tekmayle at üstüne sıçrayıp yola düşmüş, önce Arap ve İran yüksek kültürlerini şimdi de Amerikalıların araba satıcılığını benimsemiş ama her zaman el değmemiş, saf, kız oğlan kız, bakire kalmış olduğuna inanan hem var, hem yok bir türk Necip varmış. Necip ha Er-Doğan’ı yalarmış ha AtıTürk’ü. Ha Arapça farsça lügatını açar Er-Doğanı dikkatini çekmek istermiş, ha öz türkçe dersler verip AtıTürk’ün.
Kendini paçavraya çeviren ve tekrar çevirmek için meydan okuyan ve can atanı düşününce hemen doktorların kendine kaktırdıkları antideprasyon haplarına sarılıp sakinleşir ama tam kendine gelemediğinden amerikanca alfabe, farsça-arapça kelimeler, türkçe dilbilgisi karıştırıp “yetiş ya hızır”, “yetiş ya Er-Doğan”, “Yetiş ya şipşak/cepci atam” naraları atarak kendini şaşaalı Osmanlı gavur çocukları yeniçeri sanıp hücuma geçer.
“Stalin’in çok sayıda ‘Leninist’i ve hatta ‘Stalinist’i tasfiye etmesi gibi.”
MKA’nin aramizdan cok erken ayrildigi da soylenebilir.
Yanlis mi anliyorum? 😉
“Sana meydan okuyorum. Varsa sende bilgi, varsa sende cesaret hadi tartışmaya başlayalım. Ben bilgi açısından seni paçavraya çevireceğimden yüzde yüz eminim.”
Benim size haksizlik ettigimi dusunuyor olmalisiniz, ki, bunca alinmis, gucenmissiniz.
Hayir. Ben size haksizlik etmiyorum.
Sizin bilgisiz oldugunuzu, ya da bilginizin yetersiz oldugunu hic soylemedim.
Tersine, siz cok fazla bilgilisiniz.
Bu kadar bilgi size fazla. Cok fazla.
Evinin yolunu bilse yetecek bir kisiye bunca kutuphaneler dolusu seyi yuklemek –evet, bence de– haksizliktir.
Ama, cok sukur ki, o haksizlik benden kaynaklanmiyor.
Ben, sadece, ustume vazife olmadigi halde, yardimci olmaga calisiyorum.
Bazi gercekleri bilmeniz lazim, birisinin size soylemesi lazim.
Insallah cok gec kalmamisimdir.
“Kusmuyor musunuz?!”
Peki siz “Anti-Kapitalizm” veya “Anti-Medeniyetizm”den?
“kullanmak zorunda oldugum (ve isabetli oldugunda da israrci oldugum) terim, ‘Balkan Oligarsisi’, malesef, Balkan gocmeni kokenlileri tedirgin ediyor. Bunun farkindayim.”
Sadece o değil, kullandığınız “Balkan göçmeni” terimi de öyle maalesef. En azından onlardan bazıları için.
Baba tarafım Balkan muhaciri. “Muhacir” diyorum, çünkü onlar sadece bu kelimeyi kullanıyorlar ve “göçmen” kelimesini hiç sevmezler. Mesela amcam, “ifrit oluyorum o kelimeye” dermiş.
Necip sence Türkiye’de karma eğitim kaldırılmalı mı?
Yargılanan darbeci askerlerin savunmaları şundan ibaret olmalıydı:
“Darbe gecesi Türk Silahlı Kuvvetleri ikiye bölünmüştür: Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Türkiye Cumhuriyeti’ni korumak ve kollamak için yönetime el koyduğuna inananlar ile onların Türkiye Cumhuriyeti hükümetini ortadan kaldırmaya teşebbüs ettiğine inananlar. Ben de bu iki taraftan birinin bir mensubu olarak bana verilen emirleri yerine getirdim. Tıpkı bir tuğgenerali öldüren bir astsubayın kendisine verilen emri yerine getirmesi gibi. Eğer o gecenin sonu farklı bitseydi yargılanan ben olmayacaktım. Bu nedenle, benim değil, bana emir verenlerin yargılanmasını ve beraatimi talep ederim.”
“16. yüzyıldan 18. yüzyıl ortasına kadar, Güney Brezilya’da Sao Paulo civarının yerli dili olan Tupi dilini bütün Brezilya’nın ortak dili olarak benimsemişler. Cizvit rahipleri önayak olmuş, 1540’larda Tupi dilinin gramerini yazmışlar, İncil’i o dile çevirmişler, misyon okullarında o dili öğretmişler. Tupi’likle alakası olmayan Amazon ormanlarına ve kuzeyin bozkırlarına dek o dili yaymışlar. O devirde adlandırılan her coğrafi birime Tupice isim vermişler. Ta ki 1750’lerde Portekiz kolonyal yönetimi Cizvit tarikatını yasaklayıp, Portekizceyi tek ve yasal resmi dil ilan edinceye dek.”
http://nisanyan1.blogspot.com/2018/09/brezilya-notlar-2.html
Bu “göçmen”lik konusunda söylediklerime bir ilave. Nişanyan Sözlük’ten.
göçmen
[ anon., Tarih-i Âl-i Selçuk terc., 1423]
Bayçu Noyin çokluk çeriler ve havaşi ve χavātin [hatunlar] ve oğul kızla göçmel
[ Hamit Zübeyr & İshak Refet, Anadilden Derlemeler, 1932]
göçmel (Ankara): … muhacir.
YTü: [ Osmanlıcadan Türkçeye Cep Kılavuzu, 1935]
göçmen = muhacir
<< TTü göçmel muhacir < TTü göç-
→ göç-
Not: Moğolca +mAl yapım eki Türkçe +mIş eşdeğeridir. Tarih-i Al-i Selçuk'tan verdiğimiz örnek, sözcüğün 15. yy'da 'Moğolca' olarak algılandığını düşündürür. • +men biçimi, Dil Devrimi döneminde benimsenmiştir.
Everything She Wants
Everything you want is an “Anti-Capitalist Revolution”
“Somebody tell me
Won’t you tell me
Why I work so hard for you?
Give you money
All to give you money”
Dil Devrimi’nin tamamlanması için şimdiye kadar özleştirilmemiş olan terimlerin bundan sonra Öztürkçeleri kullanılmalıdır. Özellikle “çerilik” ve “sülük”, yani askerlik (çeri, sü: asker) alanlarında. Örneğin:
Türk Yarağlı Güçleri (Türk Silahlı Kuvvetleri),
Türk Yel Güçleri (Türk Hava Kuvvetleri),
odlu yarağlar (ateşli silahlar),
yeğni yarağlar (hafif silahlar),
od açmak (ateş açmak),
ve yarağ altına alınmak (silah altına alınmak),
gibi.
Anti-Kapitalist mücadeleyi karikatürleştirenler var.
Gerçek Anti-Kapitalizm bu değil!
“Baba tarafım Balkan muhaciri. ‘Muhacir’ diyorum, çünkü onlar sadece bu kelimeyi kullanıyorlar ve ‘göçmen’ kelimesini hiç sevmezler. Mesela amcam, ‘ifrit oluyorum o kelimeye’ dermiş.”
Ilginc.
Ilginc, cunku –her ne kadar gecmiste bu kelime kullanilmis ise de– ‘muhacir’in, bugun, ‘gocmen’e tercih edilecegi hic aklima gelmezdi.
Benim acimdan, iki kelimeden birisini secmenin ozel bir sebebi yok –guncel kullanimdakini secmek disinda.
Fakat, daha yakin bakinca, ‘muhacir’ kelimesinin –hele de Islam tarihinden kaynaklanan– baska tedaileri de oldugu asikar:
‘Daha huzurlu bir ortam vaadiyle davet edildigi, din/soy kardeslerinin arasina gitme/donmek’ gibi cagrisimlari var.
Eger buysa, ilginc ve hos bir nuans.
Ama, zamanla bunun unutuldugu, onun yerine ‘gocmen’ kelimesinin kullanildigi da bir gercek.
Yani, asagi yukari ayni durumda oldugu halde, isim degistirme ve diger baskilardan dolayi Bulgaristan’i terketmek zorunda kalanlara ‘gocmen’ dedik. Halbuki, Devlet (Turgut Ozal uzerinden), acikca bu kitleye davette bulunmustu.
Benzer sekilde, Suriye’den gelenler icin de ‘gocmen’ kelimesini kullaniyoruz. Halbuki, biraz dusunursek, bu kitlenin (tedailerini de dikkate alirsak) ‘muhacir’ sayilmasi gerekir –sonucta onlar da ‘Ecdad/Osmanli topragi’ndan geliyorlar.
Ozetleyecek olursam, ben, ‘gocmen’ kelimesini bugunku dilde kullanildigi icin kullandim/kullaniyorum.
Kastim, yaraya tuz basmak degildi.
Turkcede, ‘bizimkiler’ saydiklarimizin yerini yurdunu terkedip Turkiye’ye gelmesini/donmesini karsilayacak ayri bir kelimenin olmayisi bir talihsizlik.
“Türkiye’de karma eğitim kaldırılmalı mı?”
Ne acidan baktiginiz onemli.
Her iki cinsiyete ayni seylerin ogretilmesini onceliyorsaniz, hayir, kaldirilMAmali.
Yok, aklinizda baska kriterler varsa, biraz daha dusunmek gerekir.
Mesela, her iki cinsiyetin (hele de ilkogretim yaslarinda) farkli olgunlasma hizlarinin oldugunu dusunuyorsaniz, karma egitim yanlis bir tercih olur.
Dikkate almak gereken baska seylerin oldugunu kabul edersek, ‘karma eğitim’ konusundaki israrciligin cok da anlamli olamayabilecegine varabiliriz.
Son paragrafin hayli muglak oldugunun farkindayim. Ama, zorunlu olarak oyle.
Cunku, bu konu, olcumlenebilir bir sey degil pek –kisinin hangi istikamette ne kadar militan oldugu daha bir tayin edici.
Halbuki, ‘kisinin hangi istikamette ne kadar militan oldugu’nun cok da onemi olMAmali, cunku baksa kisilerin evlatlari hakkinda ahkam kesiyorlar/kesiyoruz.
Belki de, en dogrusu, bunun bir referandum konusu olmasidir. Halk karar vermeli.
Muhacir ve Ensar
Mekkeli Muhacirler (Kureyş Oligarşisi) = Balkan Muhacirleri (Balkan Oligarşisi) ?
Medineli Ensar (Evs ve Hazrec Oligarşileri) = Anadolulular (Anadolu Oligarşisi) ? (Tabii bu “oligarşi”ler gerçekten olduysa/oluşmuşsa. İkincisi olacak gibi.)
Meşrutiyet’in ve seçimlerin olduğu düzende saltanatın kaldırılmasını devrim olarak yutturan cumhuriyetçiler yalan söylüyorlar.
Bu yazıyı dün akşam gönderdim hâlâ ulaşmamış veya yolda kaybolmuş.
Bakalım bu da aynı akibete mi uğrayacak?
***
417 Necip, Biz Türkler Arkandayız
Size meydan okuyanın elini ısıramadığınız için öpmeniz biz türkleri hayal kırıklığına uğrattı.
Bu herifin anası, bizim oraların diliyle, pis arap, babası kaba dağ türkü. Bunların ataları biz türkler gibi saflığını, temizliğini, halis kanını korumamış, cinsi cibilliyeti karman çorman tarih mutantları. Zaten bu herif o yüzden Medeniyet’e karşı.
Bilmediğiniz bir şey olmadığını biliyoruz, hatırlatmaya gerek yok ama yine de bizim açımızdan nasıl gördüğümüz anlatmak istedik. Medeniyet, siz, Gün Zileli, (bizim oralarda arapça diyalektiğindeki ER) Er-Doğan, AtıTürk, Fikret Başkaya, Murat Belge, Demir Küçükaydın, Islahettin Temiztaş, Yalçın Küçük, Doğru Pirinççi ve sitedeki size meydan okuyana haddini bildiren dev genç, dev kelle, dev zekalıları bir araya getirip fikir alış-verişi (here is that ‘alış-veriş’ again ! Nedense, Necip deyince ilk akla gelen hep alış-veriş ) sayesinde, Medeniyet oldu.
En son modaları havada kapan biz türklerin bildiği gibi buna son günlerde “kolektif zeka” adı verildi. Aynı arabalarını satan sizlere “ortak” adını taktıkları gibi.
Solcular ne derse desinler, sağ kesim, medenilerin harika yaratılışlarında bütün insanların payı olduğunu daha iyi bilir. Yalnız, solcular gibi iki yüzlü değiller. Eşeğe altından semer de taksan yine eşek olduğunu saklamazlar. Napolyon nerde AtıTürk nerde, değil mi ama ?
Solcular, burjuva rüyasını daha cömertçe dağıtan Marks ve Marksistlere kanmış enayiler. Sabah 5’de şiir yazacaklar, 6’ıda felsefe. Saat 7’de piyano çalacaklar, 8’de dümbelek. Daha neler neler. Her gece yarısı yatakta Çin yoldaşlarından aldıkları çeşitli ‘sex toylar’ kızlara kendi kişisel yaratıcılıklarına göre şekil verip sevişecekler. Hortlak’ın kulakları çınlasın. Zaten şu an bu sitedeki hepimizin Facebook, Twitter, Youtube, Google Plus, Google Scholar, Google Shop falan filanlarda hesaplarımız var. Kişisel kedi, köpek, sevgilimiz, doğum günümüz falan flanların videolarını dünya İnternet yoldaşlarımızla paylaşıyoruz.
Halis kanlı türk olmakla övünmek bizim hakkımız. Ne var ki, duruma nesnel, kamu açısından bakmakta da yarar var.
Necip bey, şimdilik, güzel türkçemizde kamu ne demek konusuna dalmayın, lütfen.
Arşimet, Aristo, Platon, Democritus, Budha, Zerdüş, Nagarjuna, Chuan Tzu, Lao Tzu, Muhammed, … nerde hep yücelere sığınan türkler nerde?
Akıllı bombalar yapan Amerikalılar nerde, Amerikan arabalarını satan adi satıcıların adi arablarıyla adi tatil yapan türkler nerde ? Dünyayı gezen Amerikalılar nerde, kibrit kutusu evlerle dolu tatil köylerine giden dinamik türkler nerde ? Er-Doğan’ın k*çına tekme atan Trump nerde, Er-Doğan nerde? Er-Doğan’ı korkusundan altına ettiren Putin-Asad nerde, Er-Doğan nerde? Dünyaya meydan okuyan (hem de tesadüfen 11 Eylül’de) Bok-Ton nerede, dışarıdan aldığı silahlarla azınlıkları kırımdan geçiren (arapça ER) ER-DOĞAN nerede?
Biz halis kan Orta Asya Altay Ovaları türkleri buralara gelmeden önce bu diyarlarda yaşayan bu herifin ataları tarihte ilk turist olarak bilinen İskender ve ordusundaki Yunanlılar Balkan‘dan (ah yine o Balkan business) Çin’e kadar 4 ayaklı atla gezip durdular. Tabii, daha henüz sizin sattığınız 4 tekerlekli atlar icat edilmemişti. Kim bilir, bu Yunanlı askerler bu herifin neneleriyle ne filimler çevirmişlerdir. Hatta sanırım bizim temiz Anadolu’muza namus hamam namussuzluk ‘business’ini girişi de o sıralarda oldu. Aynı şimdi başımıza gelen her pisliğin dış düşmanlardan geldiği gibi.
Siz ‘Şipşak/Cepci’lerde de Balkanlılık vari biliyoruz. Ama turistlik yaparken bile Balkan’dan Çin’e, Kuzey Afrika’da Mısır da dahil, kadar kültür izi bırakan İskender nerde, her gittiği yerde orada yaşayanların dil, din, dans, müzik, mutfak, kısacası daha üstün kültürlerin taklidi ile yetinen Altay Ovaları türkler, siz elite soy, saf ve el değmemiş kız oğlan kız, bakire ‘Şipşak/Cepci’ler nerde? İskender nerde, yerli diktatölük+maynunuklarıyla tanınan fasa fiso Er-Doğan ile hâlâ sırtımızda taşıdığımız AtıTürk nerede ?
İşin hülasası şu : Bu herifin Medeniyet’e karşı olmasının nedeni, Medeniyet hoşafından anlamayan kaba, kıro, dağ türkü babası; Yunan sevgisi de nenelerinden annesine, annesinde de kendine geçen genler. Yani suç ve bu sapıklık herifte değil, fıtratında.
Biyolojik açıdan bakıldığında affedilir ama siz ve sizin siz kadar yüksek zekalı bir arkadaşın sosyal bilimi açısından affedilmez. Yani durum tekrar o meşhur ihtimal hesaplarında düğümlendi. Aklıma canım kadar sevdiğim, her hafta İngilizce’yi siz Necip bey gibi ciddi öğrenmeye söz veren ama salt karar vermeyi yeterli bulan arkadaşım Diosdado’nun dediği laf geldi: fiti, fiti. Aman İngilizce lügatlara sarılma, Necip bey.
Biz bir para attık, sosyal bilim açısından bakmak çıktı. Bir türk bütün dünyaya ve özellikle pis araplara, dağ türklere, kafir Yunanlılara bedeldir naraları atarak, lügatlarınızı kılıç gibi kullanarak, Osmanlı şanlı ve görkemli günlerini hatırlayarak biz türklerin onurunu korumanızı sizden rica ediyoruz. Lütfen altın yumurtalar yumurtlamanıza devam edin. Üstelik bu herife dalkavuklauk yapmada menfaatiniz ne olabilir? Bir b*ku yok. Bizler gibi kölelik yapıp fiyaka satmaktansa, bizler uslu terbiyeli çalışarak emekliliğe hazırlanmaktansa nerede çalışsa bu sitede yaptıklarını yapmış, terbiyeli, aklı başında, evcil, çok diplomalıların suratlarına tükürmüş ve k*çına tekmeyi yemiş.
Herif Medeniyet’e karşı marşı değil, bizim gibi hayatta başarılı olmuşlara karşı.
Bu nedenden bu sözüm ona Medeniyet’e karşı olana karşı olan kıymetli marksist, sağ/sol anarşist arkadaşlar hemen bu adamın çelişkisini yakaladılar. Hem sevmek hem sevmemek! Hem Medeniyet içinde yaşıyor, hem de Medeniyet’i taşlıyor!
Lütfen bilge gösterinizden bu kadar çabuk vazgeçmeyin. Kendiniz için yapmasanız bile biz türkler için yapınız.
Kendiniz için yapmasanız bile biz türkler için yapınız.
Yaşasın Osmanlılar! Yaşasın Orta Asya halis kan ova türkleri! Yaşasın ‘Şipşak/Cepci’ler! Yaşasın Dinamik türkler! Kahrolsun pis araplar! Kahrolsun dağ türkleri! Kahrolsun kafir tembel Yunanlılar!
Korkmayın Necip hocamız, daima arkanda olacağız.
Eğer madde ve antimadde bir araya gelirse, meydana gelecek enerjiyle birkaç evren inşa edileceği ileri sürülür. Buna “Vahşi Evlililik” (“Wild Marriage”) denir.
Bu süt ineklerine yakışır konuyu bilim adam-karılarına bırakalım.
Vahşi evlilik toplumlarda oldu: Okul ve Televizyon+ Sosyal Medya evlendi ve 406 gibi evren dolusu fırlamalar doğdu. 406, uyanıklık sevdası içinde, aynı diğer bu site maymunları gibi almış ağzına ‘troll’ emziğini.
Bu fırlamalar sayısı sonsuz çok ve en iyisi alışıp kulak asmamak ama bence bu fırlamalarla, hiç değilse son hızla artan faşizm arasında çok sıkı bir bağ var.
Bu önerimin ispatını, her şeyi ispat eden MENFAAT ve İNSAN FITRATI teorisyeni araba satıcısı halis Şipşak/Cepci türk koca harfli NECİP’E bırakacağım.
Ben daha çok aradaki bağa işaret edici tarihte olmuş birkaç örnek vereceğim. Teoriler verilerle başlar, medenilerin daha da aptal olmalarıyla sona erer ninnisi gibi bende verilerle başlayacağım.
Herkes medeni ama benim gibiler daha az medeni falan filan. İnsan Fıtrartı falan filan.
Giriş.
Trump, Putin, Erdoğanlar ve sayısız benzerleri nefret ve şiddet yayar, dünyanın her yerinde hayattan nefret eden faşistler nefret dolu program ve laflarla seçimler kazanır, dünya açlığı gittikçe artar, 8 kişi dünya nüfusunun %50’si kadar paraya sahip olur, hatta bazı rivayetlere göre Putin’in serveti 8 süper zengin kadar. Yani Putin, Marks ve 19. yüz yıl anarşistleri ve Necip gibi azılı sağ anarşistlerin temel mesajı olan ‘bu dünya kazananlar dünyası’ ırkçılığını çok iyi anlamış. Dünyanın her yerinde trolla değil silahlar ve kimyasal maddelerle ayaklara dolaşanlar kırımdan geçirilir, bu sitede çok var ama en adi ve göze çarpanı Necip gibi terbiyeli ve uslu insan düşmanları, tiksindirici fikirlerini hayatından memnunların ince hislerini incitmeyici üslupla tekrarlar durur …
Doğuştan taklitçi türkler geride kalır mı? Vahşi evlilikten doğan 406 modaya uyar, “troll”ın ne olduğunu bildiğini ilan eder, kendine benzer diğer fırlamalar dedikoduya katılır, dünyada olup bitenlerden haberdar olduklarlarının geyik sohbetini yaparlar.
Çıkış
Doktorların dolandırıcılığı ve tedaviden çok hastalıklara neden oldukları milyonlarca sayfa kağıt ve milyonlarca litre mürekkep döktürdü.
ABD’de, çoğu doktorlardan bile adi insanlar, doktorları mahkemeye verdiler ve daha da adi avukatlara iş düştü. Sonuçta doktorlar teşhis yerine test üstüne testler verdiler. İlaç fabrikaları, tıp zımbırtı fabrikaları, sigorta şirketleri yararlandı, ekonomi, Necip’in sattığı arabalarla dinamikleşen türkler gibi dinamikleşti. Kısacası Troll ve Stres gibi dolaşan Win-Win. Adam Smith haklıymış: herkes herkesi kazıklarsa, herkes için iyi.
1960’larda öğrenciler eğitimde pasif rollerinden dert yandılar. Üniversiteler, Necip, Zileli, Hortlak, Başkaya, Samir Amin falan filanlar gibi aktif olamayan öğrencileri haklı buldu. Her sömestr sonunda öğrenciler profesörlerini değerlerdirme kağıtları doldurdular ve benim gibi sapıkları işten atma bahanesi olmaktan başka sadece çöpçüler ve kağıt fabrikalarına yararı oldu. Yine o meşhur EKONOMİ.
Kadın hareketine katılanlar eşitlik istediler. İş verenler, seksist olduklarının Marksistlerin meşhur sakızı “bilincine” vardılar. Fabrika ve diğer benzeri iş yerlerinde kadınlara fiziksel ağır işler verilmiyordu. Hemen düzelttiler ve kadınlara da ağır işler vermeye başladılar.
Benzeri diğer alanlarda da oldu. Cesar gibi pez*evenk olmak için can atan Thatcher, Merkel, May günümüz kadınlarına model oldular. Bilim karıları, dolandırıcı karı doktorlar, iş adamlarının k*çlarını yalayan teknisyen ve mühendisler oldular. Yılda 1-2 milyon kazanan ve Thatcher’e hayranlığını ilan eden bir sinema yıldızı erkek olsaydı daha fazla kazanırdı dedi … ne güzel ama değil mi? Sol politically correct, sağ politically cynic oldu. Her ikisi de tatile giden türkler gibi dinamikleşti.
Neyse, bu kalkınma ve ilerlemeleri en güzel Chomsky dile getirir. Bu defa da konuyu bu site sağ/sol anarşistlerinin İLERLEME allahının peygamberleri süt ineklerine bırakıp biraz gülelim.
‘Mafia Blues’ filminde kafayı annesine atlamak isteği yüzünden yediğini öğrenen mafya şefi bir sonraki seansta kafa ütüleyicisine, aşağı yukarı, “Yahu ben şimdi daha da fazla kafayı yedim. Korkumdan artık anneme telefon bile edemiyorum” der.
Ben ilk defa bu kelimeyi bu sitede işittim. Biraz araştırdım sonunda STRES gibi enayilere sakız olsun diye sık sık yaratılan bir buzzword olduğuna karar verdim. Ama aynı zamanda, bu site maymunlarına iş yarattığımın, hoplatıp zıplattığımın farkındayım. Eğer mafya şefini taklit edersem, kendi kendime “ulan faşist pez*venklere ‘faşist pez*venk’ olduklarını söylemekten bile korkuyorum” diyorum.
Big Brother Zileli is watching!
Used car salesman Necip is navel gazing !
As the New Age people would say : Fascists have feelings too !
As the politically correct Zileli would say: Yes, everybody has feelings but green grass eater primitivist have less feelings!
Hadi, hiç değilse, bu tek dürüst yapılacak şey ağlamak olan pez*venlkik dünyasında, Turp, Murkel, Pus-Ton, Xi Jinpon, Er-Doğan falan filanlar gülmeyi yasaklamadan, biraz gülelim
– Vegetaryan kelimesinin kökeni ne?
– “Vegetable” yani Zileli’nin yeşilliği.
– Hayır. Kökeni taş devrine uzanan Sanskrit dilnden bir kelime. Beceriksiz avcı demek.
Movie: ‘The Imaginary Wars: The Anatolian Oligarchy Strikes Back’
Based on: ‘The Hero with a Thousand Faces’ by Joseph Campbell, 1949
Screenplay: Munis Tekinalp (a.k.a. Moiz Kohen) and Necip (An SME owner who produces automobile parts for the mainstream automotive industry mostly in Turkey, Necip is a hardcore capitalist)
Director(s): The ‘Yigit Bulut – Ibrahim Kalin – Cemil Ertem’ Brotherhood (under the guidance of Nuri Pakdil and Kadir Misiroglu)
Executive producer(s): Recep Tayyip Erdogan, Ahmet Burak Erdogan, Necmettin Bilal Erdogan, Berat Albayrak (and Necip for logistics)
Cast:
‘The Anatolian Oligarchy’ side: Recep Tayyip Erdogan and his followers + Necip himself
‘The Balkan Oligarchy’ side: Each and everyone out of ‘Recep Tayyip Erdogan and his followers + Necip himself’
Budget: Beyond imagination
Runtime: 16+ years
Production company: The ‘Dis mihraklar’ and ‘Yerli isbirlikcileri’ Studios (A Subsidiary of the ‘Rothschild and Rockefeller’ Partnership)
Ticket seller: Gun Zileli (The Supreme Leader of the Anarchist fraction of the Balkan Oligarchy)
Plot keywords: Death of recurring character, supervillain, superhero, ensemble cast, freemason, satanist, the knights templar, dunya 5’ten buyuktur, ‘o da kimmis?’, rabia
Genres: Religious (extremely), Political (extremely), Action, Adventure, Fantasy, Sci-Fi, Situation comedy
Release date: T.B.A. (To be announced)
The notification for sensitive audiences: This movie was shot with highly civilized, very technological, modern cameras, please do not forget to wear 3D glasses. During the production, no animals, no ancient tribes and no antiques were harmed, all these things were just exploited for commercial purposes as ABBA warned years ago ‘money, money, money – must be funny – in the rich man’s world’, nothing else.
Bir karikatür vardı. Polisler bir yere baskın yapıyorlar:
“Hakkınızda ihbar var. Eşek etinden dondurma yapıyormuşsunuz!”
“Hep bu salağın yüzünden! Tutturdu dondurmanın içinde gerçek eşek parçaları olmalı diye.”
Bu, “Gerçek” İslam/Sol/Marksizm/Anarşizm/Kemalizm vb. muhabbetlerini de hatırlatmıyor mu aynı zamanda?
Anti-Kapitalizm eleştirilemez
Amerika’da yaşarken çeşitli yollarla şirketlere borca girer ödemezdim. Sık sık tehdit mektuplar gelirdi ve layık oldukları çöp tenekelerine havale ederdim. Avukat arkadaşalar bana: “Kafanı yorma, eğer bir avukata başvururlarsa, avukatın ilk soracağı soru senin paran olup olmadığı” dediler.
Avrupa’ya gelmeden önce ABD devletini dolandırmayı düşünüyordum. Aynı avukatlar bana şunu dediler:
“Adam öldür seni kurtarabiliriz ama Devlet’in bir kuruşunu kaçır, seni hayava kaldırır, paran dökülsün diye iyice silker, yere bırakıp parayı toplarlar. Seni tekrar havaya kadırır, tekrar silkerler, tekrar havaya kadırır, tekrar silkerler … ta belki ölene kadar. Sakın yapma!”
Bir önce yazmıştım en güçlü imparatorluklar bile paralar tükenince tahtalıköyü boyladılar.
MENFAATLER SONA ERMEDİ AMA ECEL GELDİ.
Necip Bey, sen en iyisi “para” ile “menfaat” arasındaki kıldan ince farkları sana benzeyen Zileli, Başkaya, Belge, Hortlak, Samir Amin, sosyal bilimci, karşı medeniyetçiye karşı olan falan filan büyük beyinli ahpaplarına sat.
Ben küçük beyinliyim. So, “no f*****g dice”. Buzz off you putz!
Spor yorumcuları İslam Çupi’yi yanlış yorumluyorlar.
Gerçek İslam Çupi bu değil!
Kapatılan CHP’yi ve Türk Dil ve Tarih kurumlarını yeniden açan, otoriter ve anti-demokratik 27 Mayıs anayasasını değiştirerek Cumhuriyet tarihinin görece en demokratik anayasasını getiren, yüzde 10 barajını kaldırarak seçim sistemini demokratikleştiren ve anayasadan zorunlu din derslerini kaldırarak laikliği sağlamlaştıran devrimci ve solcu liderimiz, Balkan Oligarşisi’nin has temsilcisi Kenan Evren’in bize armağanı olan “12 Eylül Hürriyet ve Anayasa Bayramı”mız hepimize kutlu olsun!
http://www.hurriyet.com.tr/askeri-darbeyle-koylerinden-ayrilanlar-38-yil-40953952
“Eleştirilemezler” serisi
Başeleştirilemez “Anti-Kapitalizm” ve diğer Eleştirilemezler:
Gezi
Balkan Oligarşisi karşıtlığı
Medeniyet karşıtlığı
Eğer Türkiye tarihinde bir devrim veya devrimler olmuşsa olayın başlangıcı ve özü şundan ibarettir:
“Modern Türkiye” – III. Selim ve II. Mahmud’un hazırlık ve deneme dönemlerinden sonra – Abdülmecid/Tanzimat ile, “Anayasal/Parlamenter Türkiye” ise 1876’da ve aslında Abdülaziz’in devrilmesiyle başlar. Kukla V. Murad’ın 93 günlük saltanatı ve ardından Abdülhamid’in Kanun-i Esasi’yi ilan etmeden önceki ilk günleri de buna dahil sayılabilir.
Eğer mevzubahis olan modern ve anayasal sistem ise gerisi teferruattır.
Yukarıdakine ilave.
Aslında bu süreç diğer büyük bölge ülkelerinde, yani Mısır’da, İran’da ve hatta – parlamenter düzene hala geçememiş olsa da – Suudi Arabistan’da da aynı döneme rastlar.
Yani Mısır’da Kavalalılar, İran’da Tahran’ı imar edip başkent yapan Kaçarlar, Arap yarımadasında da Riyad’ı imar edip başkent yapan Suudiler.
Özetle, arada önemli bir fark yok. Diğerlerinin Türkiye’yi biraz geriden takip etmeleri dışında.
Bir şeyi daha ekleyebiliriz olayın arka planıyla ilgili olarak. Biraz daha geriye gittiğimizde bir benzerlik daha görüyoruz çünkü.
Bugünkü Türkiye ve İran devletlerinin başlangıçları da aynı döneme, yani 16. yüzyıla rastlıyor. Yani Anadolu ve İran’ın siyasi birliklerinin Osmanlı ve Safeviler tarafından sağlanması.
Olaya bu açılardan bakıldığında her şey çok basit değil mi?
Necip “anti-kapitalist” kelimesinden nefret eden bir anti-kapitalist mi?
“Göçmen” yerine “muhacir”i kullanan göçmenler gibi.
Necip’e göre, Türkiye’de ‘sayısal çoğunluk’ (referandum ve benzeri mekanizmalar ile) ‘karma eğitim’in kaldırılması yönünde karar alırsa, bu karar uygulanmalı.
Necip’e göre, Türkiye’de ‘sayısal çoğunluk’ (referandum ve benzeri mekanizmalar ile) ‘şeriat’ın gelmesi yönünde karar alırsa, bu karar uygulanmalı.
Necip’e göre, Türkiye’de ‘sayısal çoğunluk’ (referandum ve benzeri mekanizmalar ile) Anıtkabir’in yıkılıp yerine TOKİ yapılması yönünde karar alırsa, bu karar uygulanmalı.
Necip’e göre, Türkiye’de ‘sayısal çoğunluk’ (referandum ve benzeri mekanizmalar ile) Sultan Ahmet Camii’nin yıkılıp yerine AVM yapılması yönünde karar alırsa, bu karar uygulanmalı.
Necip’e göre, Türkiye’de ‘sayısal çoğunluk’ (referandum ve benzeri mekanizmalar ile) Recep Tayyip Erdoğan’ın ‘sultan’ ilan edilip ‘Topkapı Sarayı’na taşınması yönünde karar alırsa, bu karar uygulanmalı.
Necip’e göre, Türkiye’de ‘sayısal çoğunluk’ (referandum ve benzeri mekanizmalar ile) ‘yoğurt’un siyah renk olması yönünde karar alırsa, bu karar uygulanmalı.
Necip’e göre, Türkiye’de ‘sayısal çoğunluk’ (referandum ve benzeri mekanizmalar ile) ‘Devlet daima karşılıksız para basmalıdır, enflasyon diye bir şey hiç yokmuş gibi yaşanmalıdır.’ yönünde karar alırsa, bu karar uygulanmalı.
Necip’e göre, Türkiye’de ‘sayısal çoğunluk’ (referandum ve benzeri mekanizmalar ile) ‘Cumartesi Anneleri, her tür insan hakkından mahrum bırakılmalıdır.’ yönünde karar alırsa, bu karar uygulanmalı.
Necip’e göre, Türkiye’de ‘sayısal çoğunluk’ (referandum ve benzeri mekanizmalar ile) ‘hilafet’in gelmesi yönünde karar alırsa, bu karar uygulanmalı.
Necip’e göre, Türkiye’de ‘sayısal çoğunluk’ (referandum ve benzeri mekanizmalar ile) ‘Faiz sebeptir, enflasyon sonuçtur.’ yönünde karar alırsa, bu karar uygulanmalı.
Necip’e göre, Türkiye’de ‘sayısal çoğunluk’ (referandum ve benzeri mekanizmalar ile) ‘Çocuk gelin ve damatların olmasında sakınca yoktur, küçük yaştaki kızlar da erkekler de her an, her koşulda evlenebilmelidir.’ yönünde karar alırsa, bu karar uygulanmalı.
Necip’e göre, Türkiye’de ‘sayısal çoğunluk’ (referandum ve benzeri mekanizmalar ile) ‘matematik’in yok sayılması yönünde karar alırsa, bu karar uygulanmalı.
Necip’e göre, Türkiye’de ‘sayısal çoğunluk’ (referandum ve benzeri mekanizmalar ile) ‘Türkiye’de sayısal çoğunluk ile uyumlu hareket etMEyen herkes, güncellenmiş GULAG’lara gönderilmelidir.’ yönünde karar alırsa, bu karar uygulanmalı.
.
.
.
.
.
Türkiye’de ‘sayısal çoğunluk’ (referandum ve benzeri mekanizmalar ile) ‘Gün Zileli’nin internet sitesinde ‘Necip’ mahlası ile yazan kişinin idam edilmesini istiyoruz.’ yönünde karar alırsa, bu karar uygulanmalı mı? Necip’in cevabı nedir?
“Altı Ok Yok İlkeler Yalan”dan diğerleri
(Cumhuriyet ve Cumhuriyetçilik yukarıda şerh edilmişti)
Laik Yok Laiklik Yalan:
İki taraf da gerçekte laik değil, kerameti kendinden menkul laiklik ve din yorumları onların politik araçları
Halk Yok Halkçılık Yalan:
“Halk” yok seçmen tabanı var, “halkçılık” yok popülizm var
Millet Yok Milliyetçilik Yalan:
“Millet” yok “ulus” veya “ümmet” var, “milliyetçilik” yok “ulusalcılık” veya “ümmetçilik” var
Devlet Yok Devletçilik Yalan:
“Devlet” yok tek parti (yönetimi) var, “devletçi” ekonomi ise çoktan sizlere ömür
İnkılap Yok İnkılapçılık Yalan:
Burada mana sarihtir, şerh istemez
Nişanyan’ın sitesinden ilginç bir yorum:
Tarihsel determinizm (“dönemin şartları”) sadece size çalışmıyor, herkese çalışıyor. Dönemin şartları, alternatifsizlik vs. sadece Paşa’nız için ve onun yaptıkları için geçerli değil; “karşı cephedekiler”, mesela Kürt Hareketi için de geçerli. Eğer Atatürk her ne yaptıysa, başka türlü bir şey yapamayacağı için yaptıysa, kısacası tarihte her ne olduysa, başka türlü bir şey olamayacağı için olduysa; sonuncusu PKK olan bütün Kürt isyanları da tam olarak aynı sebepten ortaya çıktı, Kürtler her ne yaptıysa, başka türlü bir şey yapmaları mümkün olmadığı için yaptı denilebilir. Neticesinde de aslında hiçbir yere varmış olmazsınız. Yani tarihsel determinizme yaslanmak sadece sizin veya Atatürk’ün veya devletinizin tekelinde değil, herkesin buna hakkı var. Ben de şu an bunları yazıyorum çünkü başka türlüsü mümkün değildi. Zaten bütün sorun, determinizmi sadece kendi tarafınıza işletmeniz; “karşı cephedekiler” ve bütün söylemlerinin, eylemlerinin gerekçelerinden ziyade, Atatürk’ün yaptıklarının gerekçelerine odaklanmanız, böylelikle de meşruiyet sağlamaya çalışmanız.
Atatürk’ün mümkün Türkiyeler arasında en iyisini yarattığı, daha iyisinin olamayacağını savunarak Atatürk’ün kudretini sınırlamış oluyorsun, Atatürk’ü tarihsel şartların kaçınılmaz olarak belirlediği bir figür konumuna indiriyorsun, o “Olympos’tan inerek bizleri kahrolası düşmanlardan ve nalet olası padişahlardan yıldırımlar saçarak kurtaran, hepimizi yoktan var eden, babamızın kim olduğunu bilmemizi sağlayan süper kahraman Atatürk” imgesine zarar vermiş oluyorsun. Madem yapılan kötülüklerden dolayı Atatürk’ü sorumlu tutamayız, onu suçlayamayız, o dönemin şartları belirledi tamamen diyorsun, öyleyse Atatürk’ü niçin tarihin akışını değiştiren, dönemini altüst ederek yoktan yaratan bir tanrı olarak satmaya kalkışıyorsun, niçin iyi olarak gördüğün eylemlerinden dolayı onu yüceltiyorsun? Bu nasıl bir tarihsel belirlenimdir ki, bütün kötülükleri açıklıyor, ama bütün iyilikler Atatürk’ün zatından kaynaklanıyor, onun başarısı oluyor? Eğer yaptığı kötülüklerden dolayı Atatürk’ü sorumlu tutmayacaksak, onu suçlamayacaksak, yaptığı iyiliklerden dolayı da onu yüceltmemeli, tebrik etmemeliyiz, sonuçta onlar da dönemin şartları sonucu kaçınılmaz olarak gerçekleşen, tarihsel koşulların belirlediği sonuçlar.
Arkadaş veya arkadaşlar, açıklaması gereksiz ama söylemem gerekli: yazınızın tam tadını çıkardım diyemem. Örneğin 2-3 kişi hariç kimseyi tanımıyorum bile. Bir de, sanki şu an bile günde binlerce insanın öldürülmesini mutlak banalleştiren, ölüme tapma sapıklığında nerdeyse Necip’i bile aşacak bir soytarının eğlence endüstrisi minaresinden enayice dilde okuduğu ama anlamadığım Star Wars ezanı var.
Samimi olarak söylüyorum, ben hayatta Zileli kadar özgürlüğe saygılı olup bu insan harabelerine fikir yürütme hakkı verebileceğimi sanmıyorum. Kendimi ‘barışçı’ saymama rağmen, bu Necipler ve Star Warcılar gibi çirkin, ucuz ruhlu tiksindirici insanlara, ki üssel artmakta, rastladığımda boğazlarına sarılmak istiyorum.
Tarihte, edebiyatta, sanat eserlerinde, filimlerde, politikada, günlük hayatta bu ölüme tapanları sonsuz defa okudum ve gördüm ama hâlâ alışamadım.
Bu Star War hastasının gurusu Joseph Campbell bile benim gözümde “bir kilo b*kla bir kilo helva aynı, çünkü her ikisi de bir kilo” diyen biri. Doğa bilim adam-karıların başımıza sonsuz bela ettiği “işin aslını bulma” sapığı. Eskiden tapınaklarda, şimdi ise araştırma merkezleri, laboratuvar, Özgür Üniversitelerde boş vakitlerini “eğer Allah mübarek ağzını açmış ve tek bir lafla ‘olsun’ der demez bütün bu evren olmuşsa, biz de o lafın LAİK aynısı arıyoruz”, “biz eski rahipler gibi fanatik monotheist değiliz, biz hoş görülü polytheistiz! Arşimet, Bacon, Galile, Newton, Descartes, Einstein falan filan çok tanrılıyız. “Siz Trump gibi benden başka Allah yok diyenlere kulak asmayın. Gerçi onsuz biz bir b*k yiyemeyiz ama b*k yemeye alışmak insan fıtratı. Zaten laik veya ruhani yeryüzü allahlarımızın öldürdüğü insan sayıları da matematikte ilkokullarda öğrendiğiniz basit sayılar, asıl önemli olan sayının ne olduğu sırrına varmak.” falan filan. Çok kısacası ve benim duyduğum dilde 7 bin yıla yakın “f*ck you all” ilahileri.
Not: Biliyorum bu sapıklık bilim adam-karılarla başlamadı ama bilim adam-karıların getirdiği hediyeler orta sınıf yavşakları Necipler ve Star Warcıların sayısını üssel hızla arttırdı.
Uçukluk veya konudan çıkma gibi algılanabilir ama söylediklerimi şöyle özetleyebilirim: Buda, aydınlanıp bu evrenin sırrına varmak için inat edip ağaç altında yedi yıl kıpırdamadan oturmakla gerçekten hayran olunacak bir insan olduğunu kanıtladı. Ama biz zavallılar yemek, içmek, ekmek, biçmek, sevişip çocuk yapmak gibi sıradan işler yapmaya mecburuz.
Üstelik, ne kadar mürekkep akarsa aksın ben kendim bu dünyanın asıl sırrı mırrı yok veya merak edenlerin işi diyorum. Benim için önemli olan hayatı zehir edenler. Benim için Buda’nın ana mesajı bile tuhaf: Hayat acı çekmektir. Bütün buna benzer peygamberler yaşamı zehir eden medeniyet içinden çıktı. Hepsi hayatı zehir edenleri yola getirmek amacı güttüler, insanları yola getirmeye çalıştılar.
NE VAR Kİ, İLKELLER ARASINDA BÖYLE PEYGAMER MEYGAMBER, ISLAHÇI MISLAHÇILAR AVRUPALILARIN GADDARLIĞINA UĞRADIKTAN SONRA TÜREDİ! DAHA ÖNCE YOKTU!
Bu bilgi benim için milyarlar Darwin, Marks, Hawkins, Dawkins, Einstein gibilerin kafa şişirdikleri bilgilerden sonsuz daha önemli.
Eğer bunu söylersem moda TROLL yapmış olurum galiba. Bütün kara cahiller başıma çullanır. Zileli, anarşizm politik ideolojiler listesine bakar ve varsa boş verir, yoksa ekler; Necip, tek başına gezenler dünyasında “o da ‘kimmiş?’lerin” gözleriyle gördükleri avcı mavcı ve devşirci mevşirciler arasına girer, iktidar, kapitalizm, insan fırtatı, para-menfaat, trigonometri, asal sayılar, analitik geometri, simülasyon, olan ve olmayan doğrular, doğru eğriler, eğri doğrular yumurtalar yumurtlar ; Hortlak, komünist Çin yoldaşlarından İnternet ile aldığı ‘seks toy’ bakire huriler haremine girer; diğerleri, hastaneler, otobüsler, gemiler, zeki bombalar, dinamik yaz tatiller, saçlarını sarıya boyama özgürlüğü falan filanlar dünyasına girer kendi kendileriyle konuşmaya başlarlar. Kardeş kardeş el ele verip aklı almaz saçmalıklar kusarlar.
Bunlar ve benzerleriyle ancak daima olmak istedikleri ama bir türlü olamadıkları ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı J. Bolton gibi biri başeder. Herif, dünyanın en büyük güçlerini bile köpek yerine koymuyor. Düşünün saraya girmek için kendilerini yırtan bu site (ve başta maskara Yalçın Küçük ve Demir Küçükaydınlar) büyük beyinlilerin sulandıkları ağızlarını.
Keşke elimde imkan olsaydı. Bu şahane dünya, bu şahane canlılık, bu akıl almaz güzelliklerden hoşlanmayanları toplayıp okyanus altında bir adaya koyardım. Eminim, bu günahlarımdan bile çirkin tiksindirici büyük beyinli alçak mahluklar kolayca oksijensiz yaşama yollarını bulurlar. Ama ben çok iyi kalpli olduğumdan oksijeni keser bir an önce son 10 bin yıldır aradıkları cennete bir an önce kavuştururum.
Bence, bu sitede sonsuz eksik olan, benim anladığım anlamda politika bilgisi ve sonsuz çok olan oy vermeyi politika sananlar gibi politika cahilliği. Bence, politika, bütün bilimlerin tacı, diğerlerinden sonsuz daha önemli olan beraber yaşama sanatı. Şimdi ve özellikle Modi başa çıkalı Hindistanlılar sarışın olmak için iyice hızlandıklarında durum çok değişmiş olabilir ama 20-30 yıl önce, bilimsel hesaplara göre en sarışınların en sarışın şehrinde adam başına 100 polis, Bombay’de 1000 kişi başına bir polis vardı. Çoğuda benim çocuklukta bildiğim arkamızdan koşamayan göbekli polisler. Son Türkiye’ye geldiğimde başka bir şey gördüm: Maşallah maşalah, hepsi genç, karate marate bilen, her deliğinde bir İLETİŞİM aracı, altlarında araba, gözlerinde güneş gözlüğü, bellerinde amerikan silahı, geceleri karılarına dönmeden jimnastik salonlarında Zileli gibi gencecik olma idmanları yapan holywood polisleri yetişmiş.
Bu sitede daha da büyük sonsuz bir tiksindirici burnu havada olmak var: 19. yüz yıl anlamda cahilliği yutmuşlar ve mide yerine burunların gitmiş.
Edebiyat Nobel ödülü kazananla yapılan röportajdan bir kısım:
– Bir ara ilkokulda gönüllü öğretmenlik yapmışsınız. Size ne yararı oldu?
– Sonsuz, sonsuz, sonsuz az sayıda insanın gerçekten aptal olduğunu öğrendim!
Bu sitedekiler, medeniyetin yarattığı yapay zekayı, zeka; düzene yararlı ve dünya olaylarına seyirci, doğrusu dikizci, olmayı, bilgili olma sanan hilkat garibeleri.
Bence, Trump gibi yeryüzü allahları bu sanatı insanların elinden alıp koca kellerin eline verdi. Koca kelleler de gelmiş geçmiş en alçak k*ç yalayanlar olduğundan, insan eti yiyen ve insan kanı içen yeryüzü allahlarına yardımcı alete çevirdiler.
Bence, bu sonsuz alçaklığı doğada, gökyüzünde, yer altında, insan doğasında, genlerde, maymunlarda arayanlar dünyanın en alçak ve adi varlıkları.
Sadede geleyim.
Filimi görmek isterim, çok sevdiğim kahkahalar atacağımdan eminim. Elinize ve dilinize sağlık. Şahane bir alay. Bu alçaklara ya ağlanır ya da gülünür. Ben kendim bazen ağlarım bazen gülerim ama bu sitede daha konunun ne olduğunu bile bilmeyen o kadar çok soytarı var ki en uygun tepkiyi alay edip gülmede buldum. Zaten hepsi saray soytarıları, meslekleri güldürmek. Bari arada bir biz sıradanları da güldürsünler.
Neyse çenem düşmeden size tekrar teşekkür edip kısa keseyim.
Said sen sözünü cahile deme
Ne bilir şekeri dağdaki hayvan
Said Emre
Bütün tarafgirliklerine, kusurlarına, hatalarına, yanlış ve/veya eksik bilgilerine ve diğer eksikliklerine rağmen, neden Necip Bey buradaki en akıllı kişilerden biridir?
Çünkü o rasyonel, yani akıllı bir kürekçidir.
Tarih nehrinin akıntısına karşı kürek çeken veya o nehrin akıntısını durdurarak bir “Altın Çağ”a ulaşma özlemi içinde olan ütopyacı ve duygusal bir kürekçi değil.
“440 Anonim
“Eleştirilemezler” serisi
Başeleştirilemez “Anti-Kapitalizm” ve diğer Eleştirilemezler:
Gezi
Balkan Oligarşisi karşıtlığı
Medeniyet karşıtlığı”
Biraz araba ve yumurta tüccarı Necip’e benziyorsunuz ama allahınızın işine akıl ermez.
Arkadaş, biz Eğri-Doğanlıları dünya gözünde rezil etmeyin lütfen. Okuyan bir yabancı, sizin elif alfalfa kadar veya evrenin ucu gibi yaklaşılan ama bir türlü varılamayan uzaklarda, aşırılar aşırısı, en büyük kardinali bile aşan, allahınız kadar kebir, sonsuz küçükle sonsuz büyüğün buluştuğu noktada bir b*k bilmediği için uçan zavallı bir anarşist olduğunu bilemez. Demokrasinin allahının olduğu Eğri-Doğan ülkemizde fikir özgürlüğü olmadığı sonucuna varıp Eğri-Doğan’ımız hakkında yanlış düşünebilir.
Hem neden böyle mız mızlık ediyorsunuz ? Saydıklarınızın her birini eleşitirmede özgürsünüz. Sıkşınca Necip taktiğine başvurursunuz. Kim demiş ? Ne zaman demiş ? Kendi gözleriyle mi görmüş ? Dürbün, teleskop veya mikroskopla mı bakmış ? Bu aletler helal mı, yoksa kafir işi mi ?
Daha da sıkışınca birkaç sinir yatıştırıcı hapı atar, banka hesaplarınıza bakar, facebok, twatter, youpoop ve diğer sosyal medyada bir GEZİ yapar, aslında ne kadar saf ve enayi olduğunuzu görür serinlersiniz.
Sizin saydıklarınıza karşı olanlar sizin gibi ağlamıyorlar, o karşı olanları ağlatıyorlar veya yakıyorlar.
Eğer sizde, karşıtları lafla değil gerçekten yok etmede şu anda kullandıkları metotlardan daha ucuza yok etme yaratıcı bir yumurta varsa köşeyi birkaç defa dönersiniz. ABD’den Çin’e kadar sizi kapışırlar, va’llahi, bi’llahi.
Hadi ‘ya A’li ya Hızır’ de, çıkar kılıcınızı kılıfından. Korkma ! Eğri-Doğan ülkemizin tümü arkanızda !
Balkan Oligarşisi, Anadolu Oligarşisi, Anadolu Tasavvufu
Vâsıl olmaz kimse Hakk’a cümleden dûr olmadan
Kenz açılmaz şol gönülde tâ ki pür-nûr olmadan
Sür çıkar ağyârı dilden tâ tecellî ede Hak
Pâdişah konmaz saraya hâne ma’mûr olmadan
Hak cemâlin Kâbe’sini kıldı âşıklar tavâf
Yerde Kâbe gökyüzünde Beyt-i Ma’mûr olmadan
Sen müyesser eyle yâ Rab bizlere beytin tavâf
İlmin ile âmil eyle va’de tekmîl olmadan
Mest olanların kelâmı kendiden gelmez velî
Pes “Ene’l-Hakk” nice söyler kişi Mansûr olmadan
“Mûtû kable en temûtû” sırrına mazhar olan
Bunda gördü haşr ü neşri nefha-i Sûr olmadan
Mest olan mestâne geldi tâ ezelden tâ ebed
İçtiler aşkın şarâbın âb-ı engûr olmadan
Âşıkın çok derdi amma sırrın ızhâr eylemez
Söylemesi terk-i edeb çünki destûr olmadan
Bir aceb sevdâya düşmüş tutuşur Şemsî müdâm
Hakk’a makbûl olmak ister halka menfûr olmadan
Küçük dimağlar şahısları, vasat dimağlar hadiseleri, büyük dimağlar fikirleri münakaşa eder.
Mesela, Necip isimli şahsı ve o şahsın başından cereyan eden hadiseleri münakaşa eden küçük ve vasat dimağların aksine, büyük dimağlar mezkur şahsın fikirlerini münakaşa eder.
[Necip’in fikirlerinin] Eleştiri[si] bittiğinde çürüme başlar
“İdeolojik Kulüb/e”ler Ve İdeolojik Çatı Sorunları
(Anti-Kapitalistler, Vahşi, Necip, Küçükaydın, Nasname, Marksist Tutum, Zileli)
[“Bir “ideolojik kulüb/e” sorunu mevcut. İster kulüp deyin, ister kulübe. Şu demek : Başınızı belirli bir paradigmatik çatının altına sokuyorsunuz ve ondan sonra o çatı, o paradigma, her durumda size gerekli olan her şeyi söylüyor, hazır reçeteler sunuyor, bütün cevapları veriyor. Düşünmeye, kafanızın ve vicdanınızın sesini dinlemeye gerek yok. Paradigmatik çatı konuşuyor, sizin yerinize.”
Halil Berktay / Nerede duruyorum (1) : ‘ideolojik çatı’ sorunu / Taraf]
–
Bir “Anti-Kapitalist kulüb/e” sorunu mevcut. İster kulüp deyin, ister kulübe. Şu demek : Başınızı Anti-Kapitalistlerin paradigmatik çatısının altına sokuyorsunuz ve ondan sonra o çatı, o paradigma, her durumda size gerekli olan her şeyi söylüyor, hazır reçeteler sunuyor, bütün cevapları veriyor. Düşünmeye, kafanızın ve vicdanınızın sesini dinlemeye gerek yok. Paradigmatik çatı konuşuyor, sizin yerinize.
–
Bir “Anti-Medeniyetist kulüb/e” sorunu mevcut. İster kulüp deyin, ister kulübe. Şu demek : Başınızı Vahşi’nin paradigmatik çatısının altına sokuyorsunuz ve ondan sonra o çatı, o paradigma, her durumda size gerekli olan her şeyi söylüyor, hazır reçeteler sunuyor, bütün cevapları veriyor. Düşünmeye, kafanızın ve vicdanınızın sesini dinlemeye gerek yok. Paradigmatik çatı konuşuyor, sizin yerinize.
–
Bir “Anti-Balkan Oligarşist kulüb/e” sorunu mevcut. İster kulüp deyin, ister kulübe. Şu demek : Başınızı Necip’in paradigmatik çatısının altına sokuyorsunuz ve ondan sonra o çatı, o paradigma, her durumda size gerekli olan her şeyi söylüyor, hazır reçeteler sunuyor, bütün cevapları veriyor. Düşünmeye, kafanızın ve vicdanınızın sesini dinlemeye gerek yok. Paradigmatik çatı konuşuyor, sizin yerinize.
–
Bir “Ulussuzlukçu kulüb/e” sorunu mevcut. İster kulüp deyin, ister kulübe. Şu demek : Başınızı Küçükaydın’ın paradigmatik çatısının altına sokuyorsunuz ve ondan sonra o çatı, o paradigma, her durumda size gerekli olan her şeyi söylüyor, hazır reçeteler sunuyor, bütün cevapları veriyor. Düşünmeye, kafanızın ve vicdanınızın sesini dinlemeye gerek yok. Paradigmatik çatı konuşuyor, sizin yerinize.
–
Bir “Kürd Ulusalcısı kulüb/e” sorunu mevcut. İster kulüp deyin, ister kulübe. Şu demek : Başınızı Nasname’nin paradigmatik çatısının altına sokuyorsunuz ve ondan sonra o çatı, o paradigma, her durumda size gerekli olan her şeyi söylüyor, hazır reçeteler sunuyor, bütün cevapları veriyor. Düşünmeye, kafanızın ve vicdanınızın sesini dinlemeye gerek yok. Paradigmatik çatı konuşuyor, sizin yerinize.
–
Bir “Troçkist kulüb/e” sorunu mevcut. İster kulüp deyin, ister kulübe. Şu demek : Başınızı Marksist Tutum’un paradigmatik çatısının altına sokuyorsunuz ve ondan sonra o çatı, o paradigma, her durumda size gerekli olan her şeyi söylüyor, hazır reçeteler sunuyor, bütün cevapları veriyor. Düşünmeye, kafanızın ve vicdanınızın sesini dinlemeye gerek yok. Paradigmatik çatı konuşuyor, sizin yerinize.
–
Bir “Anarşist kulüb/e” sorunu mevcut. İster kulüp deyin, ister kulübe. Şu demek : Başınızı Zileli’nin paradigmatik çatısının altına sokuyorsunuz ve ondan sonra o çatı, o paradigma, her durumda size gerekli olan her şeyi söylüyor, hazır reçeteler sunuyor, bütün cevapları veriyor. Düşünmeye, kafanızın ve vicdanınızın sesini dinlemeye gerek yok. Paradigmatik çatı konuşuyor, sizin yerinize.
ÜÇ kutsal bir sayıdır.
Batı ve zengin ülkelerde üç allaha tapılır : Baba-Oğul-Ruhul Kudüs veya Kapital-Emek-Toprak veya Okul-Televizyon-Sosyal Medya veya Çalış-Kazan-Tüket … Daha geniş ama kibar çevrelerde ‘euphemism’ olan PARADİGMATİK kelimesi kullanılır.
Sonsuz zeki, sonsuz cin, sonsuz sarışın bir Eğri-Doğan ülke vatandaşı 454, maşallah ! maşallah ! aynı kuranın gizli şifrelerini çözenler gibi gümümüz dünyasının PARADİGMATİK kelimsenin Para-Dick-Matic = Para-Seks-Katliam sırrına varmış. 454, az lafla daha da az bilgisini üçe inidirmeyle araba ve yumurta tüccarı Necip’i bile geçmiş.
Hadi ben de sizin gibi cici bici laflar edeyim : üçünü bir araya toplayan, ‘euphemism’, edebikelam, örtmece, hüsnütabirdir.
PARADİGMATİK, PARA-DICK-MATIC, PARA-SEKS-ÖLÜM SAÇ kelimelerinin kibar çevreler edebikelamı.
Sanırım çoğunuz, dünya çoğunluğu gibi ya reklamlar ve haberler terbiyeli pornografi veya terbiyesiz pornografi seyrettiğiniz için ‘dick’ kelimesini hemen tanımışsınızdır, Necip’e sorun o bilir. ‘Para’ da büyüyünce Necip’in ‘menfaati’ olmak isteyen. ‘Mat’ da satrançtaki mat.
Not : MATİC kelimesinin, bir kökeni bastırma, öldürme. İspanyolca “matar” ama en doğrusu Necip’in her kapıyı açan insan fıtratı demek.
450 numarada (ve sayfalarca her başlıkta) yazan Necip takıntılı, kafası fazlaca dolu olduğundan mıdır nedir, kısa devre yapıp balataları sıyırmış gibi görünen, ilginç, matematikçi ve de gurbetçi yorumcu, artık sabit bir mahlas kullansa da abuk subuk başlıklara maruz kalmasak?
Necip Bey’in nefret ettiği bu zümreyi tanımlamak için “Balkan Oligarşisi” gibi uzun ve söylenmesi kolay olmayan tamlamalar kullanması gereksizdir.
“Ulusolcu” (Ulusalcı Solcu) terimi neyine yetmiyor?
“Anadolu Oligarşisi” yerine de “Ulusakçı” (“AK” Partili Ulusalcı) deriz olur biter.
İsraf her yerde kötüdür. Buna harf ve kelime israfları da dahil.
Paradigmatik Kelime Tüccarlığı
Necip = Vahşi
Para-Dick-Matic + (Necip’in) Kelime Tüccarlığı = (Vahşi’nin) Paradigmatik Kelime Tüccarlığı
İşgal Karşıtı (!) İşgalciler
[Cumhurbaşkanı Erdoğan Azerbaycan’da Bakü’nün Kurtuluşu töreninde konuştu. Erdoğan konuşmasında Ermenistan’a mesaj göndererek “Kardeşimizin topraklarının yüzde 20’sini işgal altında tutanların, öz yurduna dönmekten alı koyanların bizden sınırlarımızı açmamızı beklemeleri boşunadır, beyhudedir. Bu meselede öncelikle adım atması gereken işgalcilerdir” dedi.]
Kürdistan topraklarının kuzey bölümünü işgal altında tutanların, oradan güneydeki öz yurtlarına gidip gelerek ticaret yapmaya çalışanları alıkoyarak onlara “kaçakçı” diyen ve sivil-kadın-çocuk demeden üzerlerine Dersim’i bombalayanlar gibi bomba yağdıranların bizden bu sınırları kabullenmemizi beklemeleri boşunadır, beyhudedir. Bu meselede öncelikle adım atması gereken işgalcilerdir.
Dünyanın en büyük sarayında bir zamanlar ikamet etmiş sizin gibi büyük beyinlinin aşağıdaki lafı gözünüzden kaçmış olmalı.
“Küçük beyinler kişileri, orta beyinler olayları, büyük beyinler fikirleri tartışır.”
Ben bu sitede sadece büyük beyinliler var diye kim olduğum önemli değil sanmıştım.
Her zaman ‘anonim’ olup hiç bir zaman tanımadığınız kişiler sizi rahatsız etmemiş ama her zaman değişik mahlaslı ama kim olduğu belli olan sizi rahatsız etmiş. Bu site sizin gibi hilkat garibleri dolu. Boş laf var, mantık yok. Çok televizyon, çok geyik muhabbeti, çok dedikodu. Çok gocunma. Çok cahillik.
Ama belki Necipsiniz veya altında bir memur. Ot için eşek numarası yapıyorsunuz. Tabii en kötüsü sizin Necip takıntınız olmaması. Benim takıntım onun faşist ve ırkçı olduğundan. Belki ona çok benzediğinizden neden takıldığımı anlamamış, televizyonda kanal değiştirme hastalığınız satıha çıkmış.
‘Gurbet’ lafı da garip. Halk türküleri ‘ gurbet elde ‘ olmadan dert yanmalarla dolu. Daha son zamanlara kadar 40-50 km gurbet eliydi.
Sizlerin, nerede olursa olun, gurbette, yalnızlar kalabalığı içinde, sıfatsız, karaktersiz tüketicilikten başka bir b*ka yaramayan garipler, yabancılaşmışlar yığını olduğunuz çokta ilan edildi. Büyük şehir- süpermarket- televizyonda doğmuş büyümüş. Facebok/twatter/ youpoop sosyal medya harabeleri. Dünyayı elektronik hızla dolaştığından hiç bir şeye göremeyen, gıdıklayıcı imge ve haberler avcı-devşiriciliği yapan moronlar. Modern, bol maaşlı, halihazırda hemen hemen Avrupalı, ama olmasa da en azından sarışın mavi gözlü, araba satıcısı Necip’in arabaları ile dinamikleşen, emriyle bana karşı dinamitleşen , hiç halk türküleri bile duymamış, her zaman gurbet elinde olduğundan hiç bir zaman gurbet elinde olmayan zombiler.
Kaderine razı ol Mukadder hanım/bey. Boyundan büyük b*ka girme.
“Kapitalist Necip” mi “ATÜT Necip” mi?
Necip’e kapitalist veya kapitalizm yanlısı diyenler yanılıyor olabileceklerini hiç düşünmüyorlar mı?
Şöyle ki;
Belki de Necip kapitalizmin değil de ATÜT’ün, yani Doğu despotizminin ve onun Anadolu’daki yeni has temsilcisi Anadolu Oligarşisi’nin ateşli bir taraftarı ve hararetli bir savunucusu olarak yeni ATÜT gemisinin (Anadolu Oligarşisi’nin) yeni kaptanından (RTE’den) yana olduğu için eski ATÜT gemisinin (Balkan Oligarşisi’nin) eski kaptanına (MKA’ya) şiddetle karşıdır.
Necip, 14 Temmuz 2013:
Necip, 16 Temmuz 2013:
Döviz kurlarındaki dalgalanma sebebiyle, kapitalist Necip’in patronu olduğu KOBİ-irisi şirket mali çöküşe girdi, ve Eylül 2018’de iflas erteleme başvurusu yaptı.
Kapitalist Necip, şu an bu süreçle meşgul olduğundan Gün Zileli’nin sitesindeki yazılarına ara vermiştir. Sitede ne zaman yazmaya devam edeceği konusunda henüz bir bilgi yoktur.
Böylece, Gün Zileli’nin 16 Temmuz 2013’te Necip’e yazdığı kehanet, tam 5 yıl 2 ay sonra (yani, ‘Eylül 2018’de) gerçeklemiş oldu:
Daha önce bu kızla (meşhur olmaya çalışmış diye) dalga geçen Necip Bey buna sevinirler mi acaba?
“Uçakta eylem yapan İsveçli kadın hakkında dava açılacak
Göteborg- İstanbul seferini yapan Türk Hava Yolları (THY) uçağında Afgan sığınmacının sınır dışı edilmemesi için eylem yapan İsveçli Elin Ersson hakkında dava açılmasına karar verildiği bildirildi.
İsveç devlet televizyonu SVT’nin haberine göre, eylemden hemen sonra polisin 21 yaşındaki kadın hakkında başlattığı soruşturmada savcının suç unsuru bulduğunu ve dava açılmasına karar verdiği kaydedildi.
Dava açma hazırlığındaki İsveçli savcı James Von Reis yaptığı açıklamada, şüphelinin açıkça suç işlediğinin delillerle sabit olduğunu vurguladı. Reis, ‘Kadın ilk defa böyle bir suç işlediği için havacılık yönetmenliğini ihlal nedeniyle 6 aya kadar hapis ya da para cezasına çarptırılabilir.” dedi.
Landvetter Havalimanı’nda yaklaşık 2 ay önce Göteborg- İstanbul seferini yapan ve ülkesine sınır dışı edilecek bir Afgan uyrukluyu taşıyan uçak, Ersson’un protestosu nedeniyle 2 saat rötar yapmıştı.”
Stockholm Sendromu (İki Kemal, İki Celal)
Dersimli Kılıçdaroğlu Dersim katliamcısı Bayar’ı ziyaret etmiş:
http://www.hurriyet.com.tr/gundem/kilicdaroglu-celal-bayarin-anit-mezarini-ziyaret-etti-40957465
Selanikli Kemal’in partisinin başkanı Dersimli Kemal’e de bu yakışırdı.
Tıpkı Dersimli Kemal’in kardeşi Dersimli Celal gibi.
“Necip Bey’in nefret ettiği bu zümreyi tanımlamak için “Balkan Oligarşisi” gibi uzun ve söylenmesi kolay olmayan tamlamalar kullanması gereksizdir.”
‘Nefret’ veya ‘ask’ gibi kelimelerin konuyla alakasi yok.
Konunun konusulmasini istemiyorsaniz, bunu acikca yazabilirsiniz.
Duygusalliginizi anliyorum; ama, ben konuya duygusal bakmiyorum.
“Ulusolcu” (Ulusalcı Solcu) terimi neyine yetmiyor?”
1) Olusumun mazisini yansitmiyor.
2) Bu tur kelimlerin kendilerine has sosyal/siyasi bagajlari var.
“İsraf her yerde kötüdür. Buna harf ve kelime israfları da dahil.”
Evet. Konuyu duygusalliklarla alakasiz yerlere cekmege calismak da oyle.
Love To Hate You
(Necip ile Vahşi’nin aşk-nefret ilişkisi)
“Love and hate, what a beautiful combination”
https://www.youtube.com/watch?v=QES-eQ4lR5U
“Daha önce bu kızla (meşhur olmaya çalışmış diye) dalga geçen Necip Bey buna sevinirler mi acaba?”
Sevinmek.. neden sevineyim?
Ucaktaki yolculardan birisi olsaydim; belki.
Ama, o zat-i muhteremenin yaptigi ‘artizlik’, ozunde, ‘kamu duzenini bozmak’tir. Ustelik, beyhude, fuzuli, bir isguzarliktir.
Tabii ki, dava konusu olacak.
Yolculardan birisi veya havayolu sirketinin yoneticisi olsam, davaya mudahil olur, o kasitli geciktirmenin yol actigi zararin tazminini isterdim.
Bedeli baskalarina odettirilen ‘ozgurluk’, ozgurluk filan degil hirsizliktir.
“Döviz kurlarındaki dalgalanma sebebiyle, kapitalist Necip’in patronu olduğu KOBİ-irisi şirket mali çöküşe girdi, ve Eylül 2018’de iflas erteleme başvurusu yaptı.”
Sizi uzecegim: Yok boyle bir sey.
O bahsi gecen krediler cook uzun zaman once alindi ve coktan kapandi.
Ayrica, biz (o yazidan da anlamaniz gerekirdi ama sizde o kapasite yok) hayli yuksek oranda ihracat DA yapan bir kurulusuz. Dolaayisi ile, artan doviz fiyatlarinin etkisi sandiginiz sekilde olmadi.
“Kapitalist Necip, şu an bu süreçle meşgul olduğundan Gün Zileli’nin sitesindeki yazılarına ara vermiştir. Sitede ne zaman yazmaya devam edeceği konusunda henüz bir bilgi yoktur.”
Yazmaga degecek bir seyler olunca yazarim. Ama, boyle dangalakca seyler yazdiginiz zaman sadece vakit israfina yol aciyorsunuz.
“eski ATÜT gemisinin (Balkan Oligarşisi’nin) eski kaptanına (MKA’ya) şiddetle karşıdır.”
ATUT filan gibi hem demode hem de Marx’in cahilliginden neset etmis bir garabeti nereden/nasil alakalandiriyorsunuz; bilmiyorum.
Ben, MKA’ya karsi filan degilim. Tarihteki sahsiyetlerden biridir.
Karsi oldugum, demoklesin kilici gibi basimizda sallandirilarak, birilerinin cikarlarinin korunmasidir.
Ortadaa ‘diyet’lik bir sey olMAmasina ragmen, 80 senedir birileri ‘diyet’ diyerek bac aliyor.
Bu bitmelidir.
Gec bile kaldik.
[Baska herseye ‘muhalif’ olabilen murtezikalarin/otlakcilarin bu konudaki sadakatleri insanin gozunu yasartiyor.]
Bazı psikoloji kafa ütüleme teorileri ve praksistleri psikiyatristler galiba çok haklı. Çocukuğum gerçek pislik ve b*k içinde geçti. Ayda veya iki ayda bir hamam, en yakın su pınarı 5-6 yüz metre, bir hela 10 aile, allahın nezdine temiz bizim midemizde pis k*ç yıkamalar falan filan. İster istemez pislikler beni cezbediyor.
Bazı diğer azılı devrimci, solcu ve çoğu Marksist sitelere bir göz attım. Başta Hortlak, ardından arada bir kes-yapıştır Marksisti tutum, işçi, emekçi, proleter, yaşasın kahrolsun edebiyatı. Diplomalı Sosyolog Demir Küçükaydın, Ordinariyus Profesör Yalçın Küçük, Başkaya-Amin gibi hakiki ve otontik asıl Marksistler pislikten hoşlanma zevkime zevk kattılar.
Bie örnek: Marks-Engels’ın Alamancı İdolojisi’nde Necip’in altın yumurtalarından daha altını:
” Egemen sınıfın fikirleri, her çağda egemen fikirlerdir.”
Bakalım Ve işte Marks-Engels’un yuttukları egemen burjuva hapları.
En başta Darwin’in, aşağı yukarı, “bu dünya, kazananlar dünyasıdır.”
Ardından gelenler sayılmakla bitmez:
İlerleme, materyalizm, bilimsellik. Eski Ahit’te Allah’ın doğayı veya materyal dünyayı insanlara egemen olmak için yarattığını tamamıyla benimseme. Burjuva zaferinden önce mükemmelik başlangıçta, sonra sonda: koş allah koş. Endüstri-emek ile kurtuluşun mümkün olduğu, ekonominin önemi …
Bunların hepsini burjuva düşünürlerde bulursunuz.
Diğer bir aklı bütün marksistlerin tekrarladığı Marks’ın meşhur dır dırı: “en son tahlilde … materyal şartlar …”
Benim gibi bir eşek bile Marks’a “ulan, en başta materyal şartlar” der ama bu bizim azılı Marksistlerden gık çıkmaz.
Hatta benden de daha eşek biri “ulan, boşluk olmasa madde ne işe yarar?” der ama Marksistler hadislik yazmayla meşgul.
Marks-Engels’ın bu düşünceleri tamamıyla benimsediklerini görmek için çok uzağa gitmeye gerek yok. DÜNYANIN EN BÜYÜK DEVRİMİNİ yapan BOLŞEVİKLERİN “Sovyetler”i ve günümüz Çin’i fazlasıyla yeter.
Tabii, bu yazımı TROLL veya vulgar anti Marks-Engels deyip çöpe atmak en iyisi.
Yukarıdaki adlarını verdiğim ve vermediğim çok çok büyük beyinliler açısından Marksizm diğer bütün dinler gibi praksize girince bakireliğini kaybetti, saptırıldı falan filan ninniler. Aynı ninnileri söyleyenler teori-praksiz bütünlüğü ilahileri çağırmaktan bıkmazlar. Ya bakire Marksizm baştan baştan ve yoldan çıkarıldı ya da DÜNYANIN EN BÜYÜK DEVRİMİ gibi usulüne uygun nişan, nikah ve düğünden sonra ve resmi zifaf gecesinden sonra işler bozuldu. Gerçek materyalist dünya kapıdan girince, aşk pencereden uçtu.
Romantik aşk yerini gerçekçicilik aldı. Alçak kapitalistler atom bombaları yapıyor, uzaya gidiyor, proleteryasını gece gündüz katırlar gibi çalıştırıp kanlarını emiyor, biz geri kalırsak komşular ne der ama?
Kapital-Allah aynı Kapital-Allah ama her dinde olduğu gibi, bir zamanlar STRES şimdi TROLL gibi, ağızlarda durmadan çiğnenen YOL HARİTALARI başka.
Şu an, her iki yolun haritacıları son teknolojilerden yararlanarak dünyayı atom bomblarıyla tamamıyla düzleştirme peşindeler. Etrafı dışarı çıkıp haritalar kullanmaya hacet kalmayacak kadar kirletiyorlar. İnsanların genlerini kes-yapıştırma ile her pisliği seve seve seven insan yapma veya başka bir gezegene gitme bilimsel soruna bilimsel cevap arıyorlar.
Yaşasın Marksizm! Yaşasın Bakirelik! Yaşasın Marks kuranı kerimlerinde hâlâ saklı gizli şifreleri çözmeye çalışan büyük beyinli yoldaşlarımız!
Kahrolsun DÜNYANIN EN BÜYÜK DEVRİMİ’NİN BAKİRELİĞİNİ BOZAN DIŞ DÜŞMANLAR!
Ben hem emek emekçilerinin büyük beyinlileriyle hem de büyük beyinli fikir emekçilerinin büyük beyinleriyle çalıştım.
Emek emekçilerinin büyük beyinlileri, işini doğru dürüst yapamayanlara, “step into my office, please? derler.
Bu sitedeki büyük beyinli fikir emekçileri ise aşağı yukarı, “zırvalıyorsun!” derler.
Bari biraz daha zırvalayım.
Bu sitedeki küçük büyük beyinlilerin bir birlerine benzediği belli ve doğal.
Ama çok çok büyük büyük beyinliler de bir birlerine çok benzerler.
Musa da Lenin de bu sitedekiler gibi ama çok büyük beyinli saray adamları. Musa içinde büyümüş, Lenin, ağzının suları aka aka etrafında tur atmış ama nihayet muradına erip içeri girmiş. Bir arkadaşımın dediği gibi sıradan bir Yahudi Firavuna’a “bırak halkımı gitsin” deseydi kelleyi koltukta bulurdu. Musa deyince, Necip’in sevmediği şipşakçı ataları, sıradan Yahudilerin yüzlerine sarışın mavi gözlü maskeler takıp pasaport fotoğrafları çektiler, vizeler verildi, Yahudiler yola çıktı. Sarayda büyümüş Musa, saray hayalleri içinde, açlık içinde büyümüş sıradan Yahudiler semiz dana hayalleri içinde. Musa sıradanları bir saray bulana kadar çöllerde dolaştırır. Sık sık etrafındaki diğer büyük beyinlilere “yine çadırlarında mırıldanıyorlar” der ve hatta yine sık sık mrıldıyanlar kılıçtan geçirilir. Nihayet Yahudiler Musa’ya “yahu Mısır’da yeteri kadar mezar yokmuydu bizi buralara ölmeye getirdin?” derler.
Lenin ve ardından gelenler ve ölen milyonları sizler doldurun. Mao da tıpatıp aynı.
Gulag açıklamaları, Rusya’nın ışığı görüp açık açık vites değiştirmesi, günümüz Çin’i … Hâlâ Marksist olmaya devam edenleri anlamak imkansız.
Bu site sizin gibi hilkat garibleri dolu.
Siz yazdıklarınızı dönüp okumuyor olmalısınız ki dışarıdan ne kadar “garip” göründüğünüzün farkında bile değilsiniz.
Anlamsız cümleler, ona buna sataşan ve bunu yaparken de belaltına inmeye her an hazır pespaye bir üslup..
Şahsen dünya görüşümüz örtüşse bile, gerçek hayatta sizin gibi bir edepsizle değil muhabbet etmek, aynı odada bile bulunmak istemem.
Tam da kendinizi tarif etmişsiniz. Kişi kendinden bilir işi derler, herkesi pornocu olmakla, cahil olmakla, boş olmakla itham edip dururken, belki de bilinçaltınızda mücadele ettiğiniz kendi zaaflarınızı yansıtıyorsunuz.
Sokak ağzıyla çamursunuz. Hem de en cıvığından!
Yooo, Doğu Perinçek’im de Mukadder olarak uğradım.
Boyundan büyük b*ka girme.
Görünen o ki, b.ku üzerime sıçrattım, gidip bir kırklanayım.
Ben, RTE’ye karsi filan degilim. Bugünkü sahsiyetlerden biridir.
Karsi oldugum, demoklesin kilici gibi basimizda sallandirilarak, birilerinin cikarlarinin korunmasidir.
“Bedeli baskalarina odettirilen ‘ozgurluk’, ozgurluk filan degil hirsizliktir.”
Evet, o kızın da değindiği gibi, sınırdışı edilecek olan o Afgan’ın hayatını çalan hırsızların hırsızlığı mesela.
O yolcuların sadece vakitlerini kaybedeceklerini, o sığınmacının ise hayatını kaybedeceğini, bu nedenle o eylemi yaptığını söylerken ne kadar haklıymış.
Azınlık Ve Çoğunluk Oligarşileri/İktidarları Ve Haklara Tecavüzleri
Azınlığa dayanan Balkan Oligarşisi iktidarına karşı çıkarken çoğunluğa dayandığı gerekçesiyle Anadolu Oligarşisi iktidarını desteklemek, çoğunluktaki kadınları tecavüzden korurken azınlıktaki kadınlara yapılan tecavüzler karşısında susarak bunu zımnen onaylamaktan farksızdır. Tıpkı “hak tecavüzleri” gibi.
Dolayısıyla meselenin, yani cambazlığın özü falan oligarşinin/iktidarın hak tecavüzlerine karşı çıkarken filanınkini savunmak ve bu çoğunluk diktatörlüğünü “demokrasi” diye yutturmaktan geçiyor.
Geçmişte yaşayacak olsalar “azınlık”taki Yahudilerin “çoğunluk”taki Almanları gaz odalarına atmalarına karşı çıkacak olan fakat tam tersine karşı çıkmayacak olanların mantığı gibi.
“ATUT filan gibi hem demode hem de Marx’in cahilliginden neset etmis bir garabet”
Farketmez. İsterseniz kapitalizm ve ATÜT yerine burjuva demokratik Batı kapitalizmi ve otoriter-totaliter Doğu kapitalizmi de diyebiliriz.
Ve hatta “kapitalizm” kelimesini de sevmediğiniz için onu da kullanmadan sadece burjuva demokrasisi ve otoriterlik-totaliterlik de.
Gülün adı “gül” olmasaydı da gül olurdu sonuçta, değil mi?
Sizin aşık olduğunuz o “gül”ün adı yani.
Sizin adınız da “bülbül” olmamış da “Necip” olmuş, ne farkeder?
Ebu Leheb ve Ebu Cehl sendromları
[“Ebu Cehl” kimdir? Ve bu isim ne anlama gelir? Ebu Cehl, “cehaletin babası” demektir. Hangi ana-baba çocuğuna böyle bir isim koyar? Demek ki burada bir gariplik var. Demek ki bu adamın adı “Ebu Cehl” falan değil.
Emevilerin “Ebu Mücrim”, yani “suçlunun babası” diye andığı kişinin asıl adının Ebu Müslim Horasani, yani Horasanlı “Müslim’in babası” (Müslüm Baba?) olması gibi mesela.
Yahut da düşmanlarının “Ebu Cife”, yani “leşin babası” dediği kişinin Hanefiliğin kurucusu Ebu Hanife olması gibi.]
Müslümanların kutsal kitabında adı anılarak lanetlenen tek kişi olan Ebu Leheb isimli şahsın müslüman olan çocuklarının vaktiyle yaşadığı “sendrom”un adı nedir?
Ve isminin “müslümanca”sı Ebu Cehl, “müşrikçe”si Ebu’l-Hakem olan (ve onu bu isimle anmanın istiğfarı gerektiren bir günah olduğuna dair hadisler olan) zatın “müşrik”lerle savaşırken “şehit” olan oğlunun “sendrom”unun?
Ben diktatörlüğe karşıyım.
İşte tam da bu yüzden “demokrasi” denen şeye karşıyım.
Çünkü “demokrasi” çoğunluk diktatörlüğünden başka bir şey değildir.
“İktidar” yanlılarının birbirlerini “anti-demokrat”, “diktatör”, “darbeci” gibi kerameti kendinden menkul kavramlarla suçlamaları beni ilgilendirmiyor.
Sivil darbeciler ile askeri darbeciler arasındaki 15 Temmuz kayıkçı dövüşü gibi mesela.
“Çek kayıkçı kürekleri, gezdir seven şu kalpleri!”
“Şipşak-Cepçi” Necip’in ilgisini çekebilir:
http://nisanyan1.blogspot.com/2018/09/turkce-yer-adlar-sozlugu.html
Çepni/Çetmi: Oğuz boyu. Aşiret adı muhtemelen “çapulcu, vurguncu” anlamındadır. Çöplü, Çaplı gibi deformasyonlar yaygındır.
Egemen Meslekler/Fikirler
Bazıları, özellikle bir kısım sağcı, muhafazakar, “Anti-Komünist” ve “Anti-Marksist” çevrelerin ve ideolojilerinin mensupları toplumu açıklarken “sınıf yok meslek var” derler. (Buna benzer başka sözleri de vardır. Örneğin; “fert yok cemiyet var”, “hak yok vazife var” gibi.)
Bunu hangi amaçla söylediklerini bir yana bırakırsak aslında doğru bir sözdür. Çünkü meslek gibi daha somut ve net bir kavrama dayandığından birçok durumu daha iyi açıklayabilir. Örneğin; “egemen fikirler egemen sınıfların fikirleridir” demek yerine “egemen fikirler egemen mesleklerin fikirleridir” demek daha doğru, net ve açıklayıcı bir ifadedir.
Çünkü egemen “sınıf”lar sadece devlet-hükümet, burjuva-kapitalist, memur-bürokrat, vali-kaymakam, asker-polis, general-amiral, albay-yarbay, binbaşı-yüzbaşı, hakim-savcı, solcu-sağcı, Turancı-Kurancı, partici-martici, MEB-YÖK, rektör-dekan, öğretmen-akademisyen gibilerinden ibaret değil.
Genel yayın yönetmeni-köşe yazarı, radyocu-televizyoncu, muhabir-muhbir, Hürriyet-Milliyet, Sözcü-Gözcü, Taraf-Yandaş, Aydınlık-Karanlık, NTV-MTV, okur-yazar, oyuncu-manken, izdivaççı-evlendirmeci, medyum-falcı, futbolcu-basketbolcu, topçu-popçu, şarkıcı-türkücü, sazcı-sözcü, davulcu-zurnacı, darbükatör-fabrikatör, ve elbette otomobilci-oto tamirci gibi “egemen meslekleri” de unutmamalıyız.
Çünkü toplumdaki “egemen fikirler” bunların fikirleridir.
IV. Mehmed (Avcı Mehmed) 1648’de, henüz 6 yaşındayken, Osmanlı tahtına çıktığında, Hazine’nin mali açıkları sürekli artış hâlindeydi. 1652’de IV. Mehmed’in annesi Valide Turhan Sultan’ın takdiriyle sadrazamlığa ‘Tarhuncu Ahmet Paşa’ getirildi.
Paşa işbaşına gelir gelmez, giderleri azaltmaya ve mali işleri yoluna koymaya girişti. Padişaha (asıl olarak Valide Turhan Sultan’a), gelirlerin yetersizliği ve yönetimin düzensizliğine ilişkin bir rapor sundu. Bu rapor üzerine, IV. Mehmed, Tersanede bir divan topladı. Sadrazam Tarhuncu Ahmet Paşa, hazırladığı raporu divanda okudu. Bu rapor, önceki yılın sonuçlarını ortaya koymanın yanı sıra, geleceğe ilişkin tahminleri de içeriyordu. Dolayısıyla bugünkü anlamda Osmanlı İmparatorluğu’nun ilk bütçesi olarak kabul edilebilir. Osmanlı İmparatorluğu’nda bugünkü anlamda ilk bütçenin ne zaman yapıldığı tam olarak bilinmiyor. Osmanlı’nın ilk bütçeleri, geçmişe ilişkin hesapları gösterdiği için, bütçeden çok ‘kesin hesap cetveli’ işlevi gören belgeler olarak kabul edilebilir.
Tarhuncu layihası(*) adıyla tarihe geçmiş olan bu bütçeye göre, Osmanlı’nın 1652 yılında başlayan hesabında, gelirler ‘5,329 yük’, giderler ‘6,872 yük’ olarak tespit edilmiş ve açığın yaklaşık olarak ‘1.600 yük’ dolayında olacağı tahmin edilmişti(**). Doğrudan ‘İç Hazine’ye(***) giren gelirlerle, tahsil edildiği yerde harcanan gelirler bu hesaplara eklenMEmişti. Tarhuncu Ahmet Paşa, genel rakamların yanı sıra, Hazine’ye giren gelirlerin ayrıntısını ve nerelere harcandığını tek tek sunduktan sonra açığı düşürmek için büyük tartışmalara yol açan kararlar aldırmış, saray giderlerini de kapsamak üzere kamu giderlerinde önemli kısıntılar yaptırmış, ulufeleri kaldırtmıştı. Bununla da yetinmeyerek, haksız kazanç sağlayanların mallarına el koydurup Hazine’ye gelir yazılmasını sağlamaya girişmişti.
(* Layiha: Tasarı, görüş dile getiren yazı.)
(** 1 yük 2 kese akçe etmektedir ve değeri 40.000 ile 100.000 akçe arasında değişmektedir.)
(*** İç Hazine: Osmanlı’da Padişah’ın özel hazinesidir.)
Tarhuncu Ahmet Paşa’nın, önceki sadrazamların, giderleri kısarak, padişahın ve yakınlarının tepkisini almaktansa, geleceğe ilişkin bir takım devlet gelirlerini iskontolu bedelle önceden satıp, ilgili yılın açığını kapattıklarını bilmemesi olanaksız. Kendisi de böyle yapabilir ve rahat bir sadrazamlık yaşayabilirdi. Öyle yapmadığı anlaşılıyor. Geleceği harcayarak bir devletin varlığını sonsuza dek sürdüremeyeceğini görmüş ve çözüm aramaya girişmiş Tarhuncu Ahmet Paşa.
Haksız yere edindikleri mallarına el konulanlar, ulufeleri kesilenler, kamu giderlerinin kısılması nedeniyle kazançları azalanlar, saray giderlerini kendi çıkarlarına yönlendiremeyeceklerini anlayanlar harekete geçmekte gecikmemişler. IV. Mehmed’e, Tarhuncu’nun, padişah aleyhinde faaliyetlerde bulunduğunu söylemişler. Ve 1 ay kadar sonra Tarhuncu Ahmet Paşa boğdurulmuş.
1651 yılı bütçe açığının, toplam bütçe giderlerine oranı %30 olarak hesaplanmış. Tarhuncu Ahmet Paşa’nın hazırladığı ‘1652 yılı Osmanlı bütçesi’ uygulanabilmiş olsaydı, bütçe açığının, toplam bütçe giderlerine oranı %20 dolayına düşecekti.
Tarhuncu Ahmet Paşa’nın boğdurulmasından günümüze 365 yıl geçti…
Bugün Türkiye’de, ‘bütçe açığı’na bir de ‘cari açık’ eklemiş durumdayız. Her iki açığa bakıp da kendisini boğulur gibi hissedenlerin sayısı epey çok bugün, tek kişinin boğulduğu günler geçmişte kaldı. Fakat, devasa boyutlardaki mali açıklarla uğraşmayı bir türlü geçmişte bırakamadık, günümüze taşıdık, öyle görünüyor ki geleceğe de taşıyacağız.
15 Eylül 2018
Mahfi Eğilmez
İktisatçı
Hazine eski müsteşarı
Altınbaş Üniversitesi öğretim görevlisi
(Tarhuncu Ahmet Paşa, Mat-Arnavutluk’ta doğmuş. Acaba çocukluğunun ve ilkgençliğinin geçtiği topraklarda ‘Balkan oligarşisi’nin mayalanma sürecinden etkilenmiş ve Osmanlı yönetimine, ekonomisine nifak tohumlarını taaa o yıllarda ekmiş olabilir mi?.. Komplo jimnastiği yapmaya değer. Bu konuda usta komplo teorisyeni Necip, ciyak ciyak ötmek için sabırsızlanıyor.)
“Evet, o kızın da değindiği gibi, sınırdışı edilecek olan o Afgan’ın hayatını çalan hırsızların hırsızlığı mesela.”
1) Neden surekli ‘o kız’ diyorsunuz? Rusutunu ispatlamis yastakilere ‘kız’ demekte israr etmek biraz garip kacmiyor mu?
2) ‘Protesto etmek ozgurlugu’ denen seyi bu kadar da bonkorce, ustelik de bedelini baskalarina odetecek sekilde kullanmanin eresi mesru olabilir?
Baskalarini esir alip bir seyleri protesto etmek hirsizliktan beterdir. ‘Rizasi hilafina ali koymak’tir ve suctur.
Afganistanlinin sucu neymis, neden sinirdisi ediliyormus, geri gittiginde oldurulecek miymis?
Bunlarin cevabini bilmiyoruz; sadece (Dogu ulkelerinde hersey geri ve olumculdur gibi) bir varsayimdan hareket ediyor/sunuz.
Gercekten ise yaarar birsey yapacaktiysa, Afganistanli ile beraber Afganistan’a gider ve orada olabilecek negatif seylerin onune gecmege calisirdi.
Yok, tabii; oyle yapmayacaktti, cunku o hem mesakkatli, hem de hicbir ’15 dakikalik meshurluk’a katkisi olmayacak bir sey olurdu.
Bir de tabii ki, sizin bu konuyu gundeme getirmek ve gundemde tutmak amaciniza bakalim:
Afganistanli o zat-i muhterem icin icinizin ciz ettigini dusunemiyoruz; cunku, saliverilmesi amaciyla bir sey yapmak icin ne bir tesebbusunuzun varligindan bahsediyorsunuz, ne de bu konuda katki/yardim istiyorsunuz.
‘O kız’ ile ilgili de bir seyler yapmak gibi bir derdinizin oldugunu da goremiyoruz; cunku, olsaydi, burada ne kadar liberal oldugunuzu gostermek icin bytlar harcamak yerine, gider Isvec Konsoloslugu/Buyukelciligi onunde protesto/oturma eylemleri yapardiniz ve biz de TVden filan sahit olurduk.
Yok, tabii; oyle yapmiyorsunuz, cunku o fiilen bir seyler yapmak anlamina gelir. Kim ugrasacak; degil mi?
“O yolcuların sadece vakitlerini kaybedeceklerini, o sığınmacının ise hayatını kaybedeceğini, bu nedenle o eylemi yaptığını söylerken ne kadar haklıymış.”
1) ‘O kız’in kimsenin vaktini kasitli/taammuden calmak/gaspetmek hakki yok. 150-200 kisiden bahsediyoruz, ve 2 saat. Yani, toplamda 300-400 insan/saat… Bir de bunlarin yetismeleri gereken seyler var. Kimisi aktarmali ucaga yetisecek, kimisi de baska bir seylere. Acil isi olan, bir an once yetismek gereken seyleri olanlara engel olmasini nasil bu kadar bonkorce savunabiliyorsunuz?
2) Afganistanlinin akibetini takip ettiniz mi? Gercekten basina birsey geldi mi; yoksa, ‘o kız’ gibi siz de, hem onyargilarinizi konusturuyor hem de sallamaga devam mi ediyorsunuz?
Her ne hal ise.
Ucuncu sahislara merhamet gosterecekseniz, bunu kendiniz (ya da ‘o kız’in kendisi) fiilen yapmalisiniz. Baskalarindan bir seyler calmadan/gaspetmeden ve baskalarini da itham etmeden.
Aksi takdirde, yapilan sey, bildigimiz ‘merhamet simsarligi’ olur.
Kimseye zerre kadaar iyiliginiz dokunmadigi (aksine, baskalarinin ozgurluklerini istismar ettiginiz) halde, kendinizi iyiliksever olarak pazarlamaga gayret etmis olursunuz.
Sahi, ‘Kimsesiz Cocuklar Yararina’ bir balo filan vermegi hic dusunudnuz mu? Bir guzel yer icer eglenirdiniz, ve iyiliksever olarak isminiz medyada cikardi.
“Sizin adınız da ‘bülbül’ olmamış da ‘Necip’ olmuş, ne farkeder?”
Benim adimin ‘Necip’ oldugunu size kim soyledi?
Mahlas ile isimleri karistirmamalisiniz.
Ikincisi, kelimeleri bu kadar kolay birbirleri ile ikame etmek bir yetenek degil; tersine, acemilik. Meraminizi da anlatmaniza mani oluyor ustelik.
Benim neye asik oldugumu nerden biliyorsunuz?
Yoksa, ‘kul kulu kendi gibi bilir’den hareketle, beni de duygusal birisi mi saniyorsunuz?
En küçük toplum olan aile içerisinde demokrasiyle düzen sağlamak isterseniz ve ne yenileceği konusunda oylamaya başvurursanız, 3 çocuklu bir ailede her akşam şekerleme, çikolata ya da hamburger vb abur cuburlar, oylamayı kazanacaktır.
– Tek seçenek sunmak (yemekte sadece brokoli var ama buyrun oylamaya sunuyoruz demek)
-Çikolata, şekerlemenin zararlarını anlatarak, çocukların oylamada sağlıklı şeylere oy vermesini sağlamak.(eğitim)
-Çocuklara oylama seçeneği sunmadan akşam yemekte brokoli var ve o tabaktakiler bitecek yoksa ceza alırsınız demek
-Oylama sonucuna saygı duyup, hep birlikte akşam yemeklerinde çikolata, şekerleme yemek.
Evrensel ahlak ve demokrasi ilkeleri çerçevesinde, ebeveynler ne yapmalılar?
Çoğunlukta kalmak adına tek çocuk mu yapmalılar? Yoksa 3 çocuk yaparak eğitimli ve bilinçli mi yetiştirmeliler?
“Azınlığa dayanan Balkan Oligarşisi iktidarına karşı çıkarken çoğunluğa dayandığı gerekçesiyle Anadolu Oligarşisi iktidarını desteklemek, çoğunluktaki kadınları tecavüzden korurken azınlıktaki kadınlara yapılan tecavüzler karşısında susarak bunu zımnen onaylamaktan farksızdır.”
Hop deduk.
O kadar basit degil.
Azınlığa dayanan ‘Balkan Oligarşisi’nin neredeyse 100 yil suren turlu ceistli ‘hak tecavüzleri’ni gozardi edip, bugun azinliktaki kadınlara yonelik tecavuzler varmis gibi bir paragraf peydahlayip hukumler cikarmak –en hafif tabiriyle– ‘dogmamis cocuga don bicmek’tir.
Guya ahlaki bir cikarsama yaparken, aslinda son derece gayr-i ahlaki bir varsayimda bulunuyorsunuz.
“Dolayısıyla meselenin, yani cambazlığın özü falan oligarşinin/iktidarın hak tecavüzlerine karşı çıkarken filanınkini savunmak ve bu çoğunluk diktatörlüğünü ‘demokrasi’ diye yutturmaktan geçiyor.”
Yahu, ne de cok severmis ‘muhalif’ler bu ‘diktatör’ kelimesini.
Onun da, karsi cenahtaki tezahurunu tabii ki. Yoksa, kendi cenahlarinda her adim basinda rastlanan ‘diktatör’lerle pek bir sorunu oldugu gorulmedi bugune kadar.
Gecelim.
Ben, ‘demokrasi’ tutkunu filan degilim. Cunku, bu kelime, tarihsel olarak da (Bkz. Atina Demokrasisi) hep imtiyazlilarin kendilerini hakli/mesru gostermek icin kullandigi bir kandirmacadir.
‘Secim Sandigi’nin ‘demokrasi’ ile dogrudan bir ilgisi olmak zorunda degil.
Fakat, ‘Secim Sandigi’ su bakimdan onemlidir: ‘Oy’ denen seye itibar etmezseniz, geriye kaba kuvvet kullanimi kalir. Yani, ‘gucu yeten yetene’..
Bu alternatife indirgendigi andan itibaren –zaten serha serha bolunuk durumda olan– ‘muhalafet'(ler)in isinin daha kolay olacagini dusunemiyorum.
Nitekim, ‘muhalafet'(ler)in de bunun farkinda oldugu kanaatindeyim.
Ornek istiyorsaniz, Gezi sirasinda, RTE ‘Secmeni zor tutuyorum’ mealinde bir seyler soylediginde, meydani bos bulup protest adina cirit musabakalari yapan taife cok tedirgin olmustu –Twitter mesajlari da, ‘muhalif’ basinda da, baska konular bir yana birakilip hayli zaman bu tartisilmisti.
Kendileri istedikleri doz ve formda ‘protesto’ yapabilmek hakkini kendilerinde gorenler, ‘karsi taraf’in da benzer tercihlerde bulunmasindan epeyi cekinmislerdi diye hatirliyorum.
Sonuc?
Sonuc su: Silahli Kuvvetler ve baska silahli orgutlerin maslahatiyla gerdege girmek ve cogunluga irrasyonel dayatmalarda bulunmagi da ‘muhalif’ olmak sanmak artik pek sozkonusu olamayacak gibi.
Muhalif olmak ile rasyonel olmak arasinda bir bag kurmagi denemek lazim.
Necip, 14 Temmuz 2013:
‘Gerçekler’ suratında yumruk gibi patlayınca, sorulara cevap vermek yerine kaytarıyorsun zevzeklik ile zirzopluk arasında gezinen KOBİ-irisi şirketin patronu kapitalist Necip:
SORU 1: Necip, senin patronu olduğun KOBİ-irisi şirketin, FIAT’a aksam-parça üretiyor mu? FIAT’ı beğenmediysen, Ford da olabilir, Hyundai de olabilir, Bosch Rexroth Kocaeli de olabilir, Delphi-Aptiv Bursa da olabilir, MAN Ankara da olabilir, Renault da olabilir, Toyota da olabilir…
SORU 2: Necip, senin patronu olduğun KOBİ-irisi şirketin, ‘SAP’ programını lisanslı kullanmak için kaç para ve hangi cins para ile ödüyor? ‘AutoCAD’ dahil lisanslı kullandığın ‘Catia’, ‘NX & unigraphics’, ‘SolidWorks’ gibi programlara da ödeme yapıyor musun, kaç para ve paranın cinsi?
SORU 3: Necip, senin patronu olduğun KOBİ-irisi şirketin, özellikle AB üyesi ülkelere ihracat yapıyor mu?
SORU 4: Necip, senin patronu olduğun KOBİ-irisi şirketin, hammadde, yarı-işlenmiş mal ithal ederken, ödemeyi ‘U.S. Dollar’ ile mi yapıyor?
SORU 5: Necip, senin patronu olduğun KOBİ-irisi şirketin ihracat yaparken, müşterilerin ödemeyi ‘Euro’ ile mi yapıyor?
SORU 6: Necip, döviz kurları zaman zaman durağan bir seyir izlese de, 2013’te FED’in (ABD Merkez Bankası’nın) parasal genişleme programını (quantitative easing) sonlandıracağını duyurup 2014’te faiz arttırmaya başlamasıyla, yüksele yüksele 1 USD = 7,1326 TL’yi, ve ECB’nin (Avrupa Merkez Bankası’nın) parasal genişlemeyi sonlandırmaya hazırlandığını duyurmasıyla, yüksele yüksele 1 EUR = 8,1022 TL’yi gördü. Döviz kurlarındaki bu ‘dalgalanmalar’, senin patronu olduğun KOBİ-irisi şirketinin mali yapısını nasıl etkiliyor? Yoksa, sen, ‘tecrübeli kapitalist patron’ gibi davranıp, geçen yıllarda şirketini ‘hedge’ etmiş miydin ve bu sayede bugün mali sıkıntı çekmiyor musun?
SORU 7: Necip, 6 numarada bahsedilen ‘hedge’ fiilini uygulaMAdıysan:
Patronu olduğun KOBİ-irisi şirketin için, çeşitli bankalardan kullandığın kredilerin geri ödemesinde problemler yaşadın mı? Eğer problemler yaşadıysan, KOBİ-irisi şirketinin ‘ayakta kalabilmesi’ veya ‘ayakları yere basıyor olmakla beraber daha fazla kâr elde etmesi’ için, “Kredi Garanti Fonu’na (KGF)” başvuru yaptın mı? Eğer başvuru yaptıysan, sonuç ne oldu?
Tarihsel dönüsüm ve gelisim sinif catismalarinin sonucu ise eger, bütün yeni toplumsal yapilari ortaya cikaran sinif catismalari ezen ezilen catismasindan degil ezenler,üst siniflar arasindaki sinif catismasindan ,onlarin dimaglarindan cikmis olmali. Proletarya ihtilali?? SSCB ve `bilimsel sosyalizm`mi? Karmatilerin bilimsel olmayan sosyalizmi daha uzun yasadi…
Ezilenlerin Iktidari??? Bu Kadar sacma bir söz olabilirmi? Ezilenler Iktidar oldugunda otomatikman baska Ezenler ve baska ezilenler ortaya cikmazmi?
Siyaset Iktisadiyenin basit bir yansimasi ise, Marxist arkadaslara göre, AKP iktidari Tekelci Burjuvazinin siyasi temsilcisimidir?
***
Yurttaşla bu dalga geçmelerin, yandaşları sonunda rahatsız etmesinden bile önemlisi, bu zulmü İslamcılara İslami terimlerle anlatmak. Okuyalım:
“Gelen ilk ayetlerden sonra, uzunca bir fetret devri yaşanır. Peygamber susar. Alay konusu edilir. Yoldan geçerken Arap kadınlar tef çalarak, ‘Ey Muhammed, Allah’ın seni unuttu mu?’ der ve üstüne çürük şeyler atarlar.
“Fetretten sonra gelen ilk ayet: ‘Ey yatağına bürünmüş peygamber! Kalk ve korkut. Cehennem ile korkut!’
“Hükmetmek için bir cehennem lazım. Bir de cennet vaadi. Hâlâ değişmedi. Biliyoruz ki korkular da vaat edilen cennet de iktidar için kullanılan vasıtalar.
Devam ediyor ve bir benzetme yapıyor:
“Üst üste kuraklık olunca Habeşlilerin, yağmura hükmetme kabiliyetini yitirdiğini düşünerek tahttan indirdikleri tanrı-kraldan bugüne çok az şey değişti. Hukuktan, akıldan, ahlaktan uzak dünyanın iyice zıvanadan çıkmış köşesi memleketimizde de, korkutarak hükmetme yolu pervasızca kullanılıyor.
“Ne var ki kuraklık da başladı. Bakalım değişmez kural işleyecek mi? Efendim bize kural işlemez diyenlere diyecek bir şey yok.”
***
http://www.agos.com.tr/tr/yazi/17108/kuraklik-gelmeye-buyu-bozulmaya-sekar-gozukmeye-basladi
Ebu Leheb gerçekten akıllı biri olsaydı inanmış numarası yapıp müslümanlığını ilan eder, böylece Muhammed’i şaşkına çevirerek ona gelen vahiyleri iptal etmiş olur, ve sonuçta karşı olduğu dinini bu şekilde yıkmayı deneyebilirdi.
Peki acaba Necip Bey bu durumda olsaydı bunu akıl eder miydi?
Peki siz neden “o kadın”ın (gerçi “Gezi’deki veletler”in yaşında olduğu için “kız” da diyebiliriz, bir bayan hakkında “kadın mıdır, kız mıdır bilmem” diyen bir zat-ı muhterem gibi) ve sadece onun değil aslında herkesin muhalefetinden bu kadar rahatsızsınız?
Aşık olduğunuz – pardon yıkılmasından korktuğunuz için bir çıkar ilişkisi (haşa, aşk ilişkisi değil!) yaşadığınız iktidarı ve onun sömürü düzenini koruma isteğiniz olmasın bunun nedeni?
Yahu, ne de cok severmis ‘oligarşi karşıtları’ bu ‘oligarşi’ kelimesini.
Onun da, karsi cenahtaki tezahurunu tabii ki. Yoksa, kendi cenahlarinda her adim basinda rastlanan ‘oligarşi’lerle pek bir sorunu oldugu gorulmedi bugune kadar.
Gecelim.
Ben de Necip Bey gibi Balkan Oligarşisi’nin bu sistematik hak tecavüzlerine karşıyım.
Dolayısıyla kendisinin bu konuda söylediklerine katılan biri olarak, örnek verdiği – ve vermediği – hak tecavüzleriyle ilgili bütün sözlerinin altına imzamı atarım.
Örneğin “başörtüsü” kelimesini kullanarak kurduğu cümleleri, hem o kelimeyi kullanarak, hem de aynı kelimenin yerine “cemevleri”, “zorunlu din dersi”, “anadilde eğitim” gibi kelimeler koyarak tekrar etmekten çekinmem.
Tabii aynı şeyi “Dersim” kelimesinin yerine “Ermeni” kelimesini koyarak da yapabilirim. Bunu başka cümlelerde yapan kişiler gibi. Mesela “Dersim katliamı nedeniyle devlet adına özür dileyen başbakan” cümlesini “Ermeni katliamı nedeniyle devlet adına özür dileyen başbakan” olarak değiştirenler gibi.
Bunların dışında Necip Bey’i “gerçek” bir “muhalif”e yakışan bir tavrı için daha kutlamamız gerekiyor. Kendisi aynı zamanda seçim sisteminin demokratikleştirilmesinden yanadır. Bu nedenle Balkan Oligarşisi’nin 12 Eylül’den sonraki temsilcisi olan Kemalist cuntacıların getirdiği yüzde 10 seçim barajına ve o baraj sayesinde iktidar olarak demokrasiyi ortadan kaldıran Neo-Kemalist hükümete, yani Balkan Oligarşisi’nin yeni temsilcilerine karşıdır.
“Anadolu halkı”nın “Balkan Oligarşisi”nden bir demokratik hak talebi var.
Toplumsal bir uzlaşı olabilmesi için Saadet Partisi’nin aşağıdaki teklifi müzakere edilirken diğer partilerin, çeşitli sivil toplum örgütlerinin ve özellikle heteroseksüel erkeklerin görüşleri de alınarak oya sunulmalı, gerekirse bu sonuncu kesimin isteği doğrultusunda bazı değişikliklerle birlikte yasalaşmalıdır:
“Eşcinsellik ve zina suç sayılsın”
https://www.evrensel.net/haber/29326/escinsellik-ve-zina-suc-sayilsin
““Muhafazakar toplum”, “muhafazakar sanat”,”muhafazakar eğitim” “dindar gençlik”…son günlerde sıkça tartışılan konular. Bugün buna bir de “muhafazakar ilişki” eklenecek gibi görünüyor. Saadet Partisi eşcinselliğin ve evlilik dışı ilişkinin anayasada suç sayılmasını istedi.”
“Evrensel ahlak ve demokrasi ilkeleri çerçevesinde, ebeveynler ne yapmalılar?”
Sozkonusu ‘cerceve’nin onsartlarini yerine getirmeden uygulamaya gecmek sorun dogurur.
O sartlardan birisi, oylamaya katilacak bireylerin rustunu ispatlamis olmasidir.
Tek basina bu bile sizin bahsettiginiz problemin cozumu icin yeterlidir.
“Çoğunlukta kalmak adına tek çocuk mu yapmalılar?”
Hayir. Bu, muhalefeti –taa en basindan itibaren– konsolide etmek olur.
Onun yerine, birbirleriyle her konuda anlasmak ihtimalini sifira indirgeyecek cozumler daha isabetlidir bence.
Yani, en azindan yarim duzine cocuk..
Ya da, omur boyu basiniz rahat olsun istiyorsaniz, sifir cocuk da bir cozumdur.
“Ezilenler Iktidar oldugunda otomatikman baska Ezenler ve baska ezilenler ortaya cikmaz mi?”
Evet. Ve, artik sira onlarin kendi ‘ezilenlerin iktidari’ni kurmak mucadelesine gelmis olur.
Bunun boyle oldugunu, semboller ardinda gizlenmis olsa da, Yahya Kemal soyle formulize etmisti:
Rubai
Eslaf kapıldıkça güzelden güzele
Fer vermiş o neşveyle gazelden gazele
Sönmez seher-i haşre kadar şiir-i kadim
Bir meşaledir devredilir elden ele
Saadet Partisi’nin yukarıdaki linkte haberini paylaştığım bu talebiyle ilgili olarak benim de bazı önerilerim olacak. Hazır gündeme gelmişken bu haklı demokratik talepler yasa tasarısı haline getirilerek müzakereye sunulmadan önce üzerinde bazı ek ve düzeltmeler yapılması münasip olabilir.
Dinimizce haram, kanunlarca “helal” olan eşcinsellik ve zina yasaklanırken dinimizce helal, kanunlarca “haram” olan taaddüd-i zevcât da kanunen helal kılınmalıdır.
Öte yandan, Mecelle’de de yer alan “ezmânın tagayyürü ile ahkâmın tagayyürü inkâr olunamaz” ve “zaruretler haramları mübah kılar” gibi kaideler mucibince bazı güncel ihtiyaçlar doğrultusunda yeni düzenlemeler de (Tanzimat = düzenlemeler) yapılabilir.
Mesela, aynı erkeğin nikahı altında olan ve kocalarının yanı sıra birbirlerine de aşık olan iki biseksüel kızın birbirleriyle de nikahlanabilmelerine, dolayısıyla üç kişilik mutlu bir aşka dayanan sağlam bir yuva kurabilmelerine imkan tanınması gibi. Çünkü aile toplumun temeli olduğundan bu yuvanın – ve dolayısıyla geleceğimiz olan genç nesillerimizin – sağlamlığı her şeyden önce gelir.
Kılıçdaroğlu konuşmuş:
KATAR’DAN HİBE UÇAK
Türkiye Cumhuriyeti devleti bir şeyhten hibe uçak alacak kadar küçülmemeli. Bu benim onuruma dokunuyor. Diyor ki Erdoğan, “Efendim CHP’yi neden rahatsız ediyor?” Ya ben Türkiye’nin çıkarlarını onurunu savunduğum için rahatsız ediyor. Seni nasıl rahatsız etmez? Hem diyorsun “dünya lideriyim” hem de kalkıp Katar Şeyhi’nden hibe uçak alıyorsun.
Hibe uçakla Türkiye cumhuriyetinin cumhurbaşkanı gezer mi? Devletin malıymış. Devletin malıysa ver vatandaş gezsin. Kimseyi kandırmasın gerekçe de uydurmasın. Eğer onuru varsa o uçağı yarın sabah iade eder. Türkiye Cumhuriyeti devleti cumhurbaşkanının gezeceği bir uçağı bir şeyhten hibe alamaz.
Ülke bu kadar sıkıntı içindeyken vatandaş bu kadar sıkıntı içindeyken, herkes birbirine “yarın ne olacak” diye sorarken bir bakıyorsunuz beyefendi kalkmış gitmiş kendisine ultra lüks uçak almış. Kimden almış Katar Şeyhinden. Kim o Katar Şeyhi? Doğu Akdeniz’de Türkiye’ye karşı doğalgaz arayışı yapan şirketlerle iş birliği yapan biri. Emin olun ağırıma gidiyor.”
DÜNYA NASIL YARATILDI ?
Kuran Araştırmalar Grubu yöneticilerinden Maurice Bucaille, Tevrat ve Kur’an’a göre dünyanın yaratılışını araştırmış. İşte iki kutsal kitaba göre, dünyanın oluşumu ve insanoğlunun dünyada yaşamaya başlaması… Yaptığı bu. Ancak Kuran’la ilgili çalışması bana pek masumca gelmedi.
TEVRAT VE KURAN’A GÖRE DÜNYA NASIL YARATILDI ?
Dünyanın oluşumuyla ilgili birçok iddialar, konuşmalar var. Eski Ahid’e (Tevrat) göre dünyanın yaratıldığı tarih ve insanın dünyaya ayak bastığı tarih kesin olarak veriliyor. Kuran’daki evrenin oluşumu anlatılırken ise şu noktaya dikkat çekiliyor: “Kuran gökler ve yerden hangisinin önce hangisinin sonra yaratıldığını bildirmez.”
İşte Tevrat’a göre bildirilen tarihler ve Kuran’ın anlattığı evrenin mucizevî oluşumu;
Tevrat: Eski Ahid’de göre dünyanın yaratıldığı tarih ve insanın dünyaya ayak bastığı tarih:
Eski Ahid’de verilen bilgilere dayanılarak hazırlanmış olan İbrani takvimi, bu tarihler için çok kesin rakamlar vermektedir. Buna göre 1975 miladi yılının ikinci yarısı, dünyanın yaratılışının 5736’ıncı yılının başlarını karşılıyor. Dünyanın yaratılışından birkaç gün sonra yaratılan insan, demek ki 2018 yılında 5779 yaşındadır.
Çağdaş bilim bu konuda bize ne bildiriyor? Güneş sisteminin oluşum dönemi, hakkında bir sayı verilebilen tek dönem. Çünkü zaman içindeki yerini doyurucu bir yaklaşımla saptamaya en elverişli olan dönem budur. Bizimle bu dönem arasında geçen zamanın, dört buçuk milyar yıl olduğu hesaplanmaktadır. Bu durumda, Eski Ahid’in verdiği bilgiler ile bilimimin verdiği bilgiler arasında büyük bir fark var.
[Kuran ayetlerine göre evrenin oluşum süreci (Prof.Dr.Yaşar Nuri Öztürk’ün çevirisinden) şöyle:
«O küfre sapanlar görmediler mi ki gökler ve yer bitişik idi, biz onları ayırdık. Her canlı şeyi sudan oluşturduk. Hâlâ iman etmeyecekler mi?.» Enbiya (21) Suresi, ayet 30]
EVRENİN GAZ AŞAMASI
Büyük Patlama’dan (Big Bang) sonra dünyanın, güneşin ve yıldızların hemen oluşmadığı biliniyor. Evren hiçbir yıldız oluşmadan önce bir gaz bulutu halindeydi (halindeymiş). Bu gaz bulutunun ana maddesi hidrojendi. Hidrojenden sonra ise en çok helyum vardı. Bu gaz bulutunda daha sonra meydana gelen sıkışmalar ve yoğunlaşmalar yıldızların, gezegenlerin oluşumunu sağladı. Bugünkü dünya, güneş ve yıldızlar bu gaz bulutunun bir alt kümesiydi].
Kuran’a gelince: Fussilet (41) Suresi’nin 9, 10, 11 ve 12. Ayetleri evrenin oluşumuna dair bilgi vermekte:
[9. Ayet: “De ki: Siz, yerküreyi iki günde yaratana gerçekten nankörlük edip O’na ortaklar mı koşuyorsunuz? Alemlerin Rabbi’dir O.”
10. Ayet: “O, yeryüzüne, denge ve dayanıklık sağlayan dağları üstünden yerleştirdi. Onda bereketlere vücut verdi. Ve onda, azıklarını dört günde takdir edip düzenledi. İsteyip duranlar için eşit miktarda olmak üzere…”
11. Ayet: “Sonra buhar/duman halindeki göğe yöneldi de ona ve yerküreye şöyle seslendi: “İsteyerek veya istemeyerek gelin!” Onlar şöyle dediler: “İsteyerek geldik!”
12. Ayet: “Böylece onları, iki günde yedi gök halinde takdir edip her göğe kendi iş ve oluşunu vahyetti. Ve biz, arza en yakın göğü kandillerle ve bir korumayla donattık. İşte bunlar Azîz ve Alîm olanın takdiridir.”]
Bazı Müslümanlar 9, 10 ve 12. ayetlerdeki bilimsel tutarsızlıklara gözlerini kapatıp 11. ayeti bilimselleştiriyor. (Kaynak: Kuran Araştırmalar Grubu, Maurice Bucaille (Fransızcadan çeviren: Doç. Dr. Mehmet Ali Sönmez):
[«Kuran’ın bilimsel mucizelerinin sadece, bir mucize oluşsun, Kuran’ın dediğinin doğruluğu bir gün anlaşılsın diye söylenmediğini görüyoruz. Evet, tüm bu mucizelerle Kuran’ın Allah tarafından gönderildiği, Kuran’la hiçbir kitabın yarışamayacağı ispat ediliyor. Aynı zamanda mucizeyi oluşturan ayetler çok önemli bilgiler veriyor, Allah’ın yaratışındaki inceliklere, olağanüstülüklere dikkat çekiyor. Hiçbir Kuran ayeti “Bir gün Bush diye bir Amerikan başkanı olacak, onun oğlu da…” şeklinde haberler vermiyor. Kuran’ın, indiği dönemde bilinemeyecek olan bir bilgiyi, mucizevî bir şekilde söylemesi tek önemli nokta değildir. Aynı zamanda bu sözün kendisi de insanlara önemli bir bilgi vermektedir.»
«Aynı zamanda bu sözün kendisi de insanlara önemli bir bilgi vermektedir. Bu ayeti (41- Fussilet 11) örnek alırsak, Kuran’ın 1400 yıl önceden Evren’in daha önce gaz halinde olduğunu açıklaması bir mucizedir. Fakat bir patlamayla tüm maddenin sürekli genişleyen bir şekilde Evren’i oluşturduğu bir ortamda Evren’in gaz haline mahkum olmaması, Allah’ın maddenin içine koyduğu yasalar çerçevesinde bu gazdan yıldızların, gezegenlerin, insanların, manolyaların oluşması da Allah’ın yaratılış mucizesidir.»
«Newton’dan sonra Güneş’in bir gaz bulutunun sıkışmasıyla oluştuğu fikirleri ortaya atıldı. Örneğin Laplace ‘Dünya Sistemlerinin İzahı’ adlı 1796 yılında basılan kitabında Güneş’in gaz bulutlarının çekim gücüyle sıkışması sonucunda oluştuğunu ve Dünya’nın Güneş’ten koptuğunu ileri sürdü. Daha sonra İngiliz fizikçi Clerk Maxwell Dünya’nın Güneş’ten koptuğuna matematiksel yaklaşımlarıyla itiraz etti. 1943 yılında Weizsocker, sonra Ter-Haar, Chandiosekhor ve Kuiper teoriler geliştirdiler. Mount Wilson ve Palamar’da teleskoplar ile yapılan gözlemler de tartışmaya dahil oldu (Dünya’nın Güneş’ten ayrılıp ayrılmadığına dair Kuran’da bir açıklama yoktur.) Dünya’nın Güneş’ten kopup kopmadığı tartışma konusu olmuştur ama Evren’in daha önce gaz şeklinde olduğu hususunda bir tartışma yoktur. Allah bizi ısıtan Güneş’i de, mavi okyanusları da, müziğin notalarını da, yemeklerin lezzetini de birbirinden hızla ayrılan gaz bulutundan yaratmıştır.»]
Bu adamlar son derece kurnaz vallahi. Şapkamı çıkartıyorum. 11.ayet ne diyor: “Sonra buhar/duman halindeki göğe yöneldi de ona ve yerküreye şöyle seslendi: “İsteyerek veya istemeyerek gelin!” Onlar şöyle dediler: “İsteyerek geldik!”
İlk insanlardan günümüze kadar, başını havaya kaldıran insanlar engin bulutları (“duman” halinde) görüyorlar. Duman başka, buhar başka “gaz” başka. Keyf onların değil mi taş bile gaz olur.
İyi de gardaş, dağların oluşumunda bazı canlıların fosillerinin ne işi var da insan fosilleri yok? Bulunan insan kalıntıları neden toprak kazılarında ve mağaralarda fosil olarak değil kemik olarak bulunuyor. Demek ki insan dünyanın varoluşundan sonra ortaya çıkmış. Mağaralarda bulunan duvar resimleri 30-35 bin yaşında.
Öte yandan, “Kuran gökler ve yerden hangisinin önce hangisinin sonra yaratıldığını bildirmez.” diye yazıyorlar. Neden bildirmiyor; yoksa bilmiyor mu?
Kuran’a göre Dünya’nın Güneş’ten kopup kopmadığı tartışma konusu ama Evren’in daha önce gaz şeklinde olduğu kesin. Nasıl oluyor bu? Allah bizi ısıtan Güneş’i de, mavi okyanusları da, müziğin notalarını da, yemeklerin lezzetini de birbirinden hızla ayrılan gaz bulutundan yaratmış… Allah, Allah!… Şu işe bak!
Aslına bakarsanız: Tevrat da, Kuran da, evren ve dünyanın yaradılışı konusunda bir allâme-i cihan değil! Allâme-i küll (her şeyin sırrına vâkıf olan) değil! Kendi dönemlerindeki evren ve dünya bilgisi düzeyinde bilgileri var. O kadar. Onların bu konuda herhangi bir iddiaları yok aslında. Kusur ve suç onları yorumlayanlarda; efsaneye bilimsel bir içerik yüklemek isteyenlerde.
Özdemir İnce
17 Eylül 2018
http://ozdemirince.com/dunya-nasil-yaratildi/
Not: ‘Azınlık’ı savunmak, masum göstermek, X azınlığını, Y azınlığını, Z azınlığını, X-Y-Z azınlıklar koalisyonunu savunmak, masum göstermek için sormuyorum.
a) Necip sence, ‘çoğunluk’ hiç hata yapmaz mı? ‘Hata yapsa ne olacak ki.. Hatalar yapmış olsa bile çoğunluk daima hüküm sürer. Geçmişte böyleydi, bugün böyle, yarın da böyle olacak.’ mı diyorsun?
b) Hata kriterlerini belirleyip tebliğ eden bir otorite var mı? Yoksa, yine, ‘çoğunluk’ mu belirleyip tebliğ ediyor?
Çok sevdiğim bir Çin filozofu “sana düşeni yap, bırak” der.
Buda, biraz değişik söyledi : “Artık Indra bile görevini yapacağına , yeryüzü kralları gibi fiyaka satıyor.”
Hem uzun hem de edepsizliğimden dolayı okusanızda okumasınızda kendime düşeni yaptım.
‘Ebedi-yat Polisi Razı; 471 Mukadder Razı Değil_1’ ve ‘Ebedi-yat Polisi Razı; 471 Mukadder Razı Değil_2’ olarak gönderiyorum.
***
“Siz yazdıklarınızı dönüp okumuyor olmalısınız ki dışarıdan ne kadar “garip” göründüğünüzün farkında bile değilsiniz.”
Bu anlamadıklarını ‘garip’ bulanların ebedi nakaratı değil mi?
İkinci Dünya Savaşından sonra Alman yazarlar ne yazsalar halkın beyninden Nazi süzgeçinden geçirildiğinin farkına varıp dili değiştirmek istediler. Belki sende de aynı hastalık var, anlamadıklarını dandik bilgilerinin süzgeçinden geçiriyorsun.
İnsanın en derin sorununun kendinden ve doğadan yabancılaşmış olduğu ve dolayısıyla nerede olursa olsun gurbette ve garip hissettiğini bile duymamış senin gibi karalar karası cahilin beni anlamaması çok doğal değil mi?
***
“Şahsen dünya görüşümüz örtüşse bile, gerçek hayatta sizin gibi bir edepsizle değil muhabbet etmek, aynı odada bile bulunmak istemem.”
Bakalım acaba bu edepli annesinin biriciği ‘edepsiz’ lafıyla ne demek istiyor?
Şu alçaklık, yalancılık, gaddarlık, kan dökmeden başka bir şeyin ancak mikroskopla bulunacağı dünyada senin gibi ahlak numaraları yapan uslu, terbiyeli, efendi, evciller hilkat garibesi değilse, kim acaba ?
Bak, sen de, her uslu edepli gibi, gocununca ısırmaya kalkmışsın. Ama farkında olmadan kim olduğunu da açığa vurmuşsun.
Benim bildiğim dilde “örtüşme” sevişme çağırışımı yapar. Ve ben iki yüzlü seks manyakları olmadığım için bel altını ayıp saymam, çirkin değil güzel bulurum. Farkında olmadan en derin yerlere girip sizleri pompalayanları nasıl açığa vuruyorsun.
Eğer benim seninle noktadan bile küçük bir ortak noktam olsa, yaşamaktan vazgeçerim.
Eskimolar için sevişmek zevk, sizler için ayıp. Bu anlayışın temelini bilen ilkeller arasında yaşamış bir antropolog çok güzel anlatır: “Babanı tanıyorsan, şanslısın”
Marco Polo, ipek yolunda, ilk seks tecrübesini yabancı ile yaşasın diye genç kızları yola getiren yaşlı kadınlar görür. Çok aydın kara cahillerle teorisiz olgu yok deyip başıma bela açıp çocuk konuşmalarına girecek değilim ama bu olgunun çeşitli yorumları var. Sarışın bilim adam-karılarınkini vereyim: Genleri tazelemek şart, aksi halde aklına geleni söyleyenler çoğalır.
Marco Polo bunu görünce, önce senin gibi seksi edepsizlik sayan ama sonra seksin katrilyon dolarlar getiren şahane bir ticaret olduğunu keşfeden Avrupalılar gibi, hemen “gelecek defa bizim gençleri buraya getiriyim” düşünür. Gılgamış öbür yarısına fahişe gönderir. İlkellerle geleneksel toplumlarda fahişelik mesleği sizin gibi seksi ayıp sayan medenilerle temasla başlar. James Cook’ın Hawai macerası bu konuda bir inci. Kara cahillik dibi gelmeyen kuyu.
Sen, senin gibi salt dediklerim incittiği için ve cahilliğini birkaç cümleyle kapatan binlerce zeka ve bilgi fışkıranların sonsuz cahillikleri ile uğraşmanın ne kadar zor olduğunu bilmiyorsun. Bir önceki paragrafta kendinin ne kadar farkında olmadan ‘bilinçaltındaki’ banal ahlak anlayışını ele verdin. En önemli ve yaşam/ölüm ahlaksızlık, insanın insanı sömürmesi. Sevişme ise yaşamın devamı.
Ekranlar, dergiler, mecmualar, filimlerde seksten başka bir şey bulmak imkansız. Kibrit kutusu üzerinde bile yarı çıplak 12-16 yaşında kızlarla dolu. 6 milyonluk Lübnan’da her yıl 1,5 milyon genç kız beğendikleri filim artistlerine benzemek için estetik ameliyatından geçer. Ve bu bombalarla harabeye dönmüş Lübnan’da! Kalkmış sen bana bel altından laf ediyorsun. Bu örnekler, pislik dolu ama takım elbiselilerle temiz dolaşanların sonsuz tiksindirici inanışları ile uğraşmanın ne kadar uzun olduğuna misaller.
***
Okullarda, bir konuda doğru dürüst bir bilgi edinmek için en az 20 yıl eğitim yapılan düzende benden ne bekliyorsun? Evden işe gidene kadar bir saatte kurduğun hayaller, gördüklerinin sana hatırlattığı, kokular, tanıdıklara benzer simalar … gibi kafandan geçenleri anlatmaya kalkışsan 2 veya 3 bin sayfa tutabilir. Yazdıklarımın hepsini oku ve tek tek takip et diyecek kadar gaddar değilim ama yazdıklarımın çoğu senin son yazdığın gibi kısa saçmalıklara cevap vermeye çalışmalar.
Üstelik benim savunduğum bir ideoloji yok. Tek yaptığım burnu havada gezenlerin burunlarını kırmaya çalışmam. Medeniyete karşı olmamı “anlayanlar” bana cahilliğin sonsuz olduğuna fazlasıyla inandırdı.
***
Belki benim Medeniyet hakkında yazdıklarımı senin gibi ‘anlayanlar’ bir örnek olabilir.
Aynı felsefi fikir çok daha önce ileri sürülmüştü ama siz Atatürk-Marks evlatları için Avrupa evrenin merkezi olduğundan, Alman felsefesini bir süre felce uğratan sarışın ve çok ırkçı Kant’ı örnek vereyim.
Kant’a göre, doğayı olduğu gibi anlamamız imkansız. Zaman, mekan, neden-sonuç, nicelik, nitelik gibi kategorilerin varlığı ampirik yaklaşımla ispat edilemez ama onlarsız ne düşünebilinir ne de konuşulabilir. Benim Medeniyet’e karşı olmamı tıpkı sana benzeyenler, televizyon + hollywood “anladılar” ve Doğa’da yaşamaya dönme politika partisi kurup seçimlere veya politika tartışmalara katılmak istediğimi sandılar. Tabii hemen külahlarından seyirci toplumunda en temel felsefe olan iğrenç dilenci felsefesi çıktı: “Hangisi bize daha çok verir?” Cevap belli değil mi? Demokrasi seven politik-ekonomik sığınmacılar, İngiltere, Almanya, Fransa, İsveç … gibi demokrasi bolluğu içinde ve her bolluk gibi fazlalığı dışarı ihraç için can atan asıl sarışınlar diyarında dilencilik ederek benim bir yılda kazandığımı bir ayda alırlar Bunlar yollarını şaşırıp vahşi, çıplak, çirkin ilkeller diyarına gitseler, ilkeller ormana işaret edip ava gitmelerini ima ederler. Ama duyduğuma göre ilkeller de uyanmışlar. 40-50 kişilik toplumlarda bile poitika ideolojileri ve politika partileri, sosyal asistanlar ve insan hakları memurları falan filanlar saymakla bitmez.
İnsan düşünme ve konuşmayla Doğa’dan koptu. Bir köpeğe bak yeter. Bir top yuvarlansa köpek ardından koşar, sen başlarsın büyük zekanla nereden geldiğini düşünmeye. Beni asıl deli eden bu da değil. Kara cahil medenilerin tarihi, insan kazananar tarih kitabı ve kazananlar müzesi oldu. Doğa da kitap, laboratuvar ve müze oldu. Tadsız tuzsuz sıkıcı okul ilahileri, kazananların ağız sulandıran maceraları : Ha Atatürk-Erdoğan-Trump kovboylar ; ha kovboyların maceralarını süsleyen Marks, Arşimet, Einstein falan filanlar. İnsan yaşamaktan vazgeçti ! Kendine iyi yaşama, iyi bilgi, iyi maaş verenlerin seyirciliği ve dedikoduları İLERİ safhasına geçti. SEYİRCİ-TÜKETİCİ oldu.
Son yüzyıl çıkan ve Medeniyet’i en keskin eleştirilerden biri şöyle başlar: “Şu yaşadığımız -siz, -sız, … SEKSSİZ dünyada …” Ben aynı üniversitede bir ara bulundum. Seksten daha bol bir şey bulmak zordu. Yazar ne demek istedi acaba?
***
Sizlerin bu cici bici kelimelere aşkınız da bir baş belası: Ne ‘bilinçaltı’ Mukadder hanım/bey?
Sözüm ona ‘bilinçaltı’ romanları yazarı Joyce’a sordular:
– Bilinçaltı sırları hakkında ne düşünüyorsun?
– Vay anasını, bilinç sırlarını bitirdik, bilinçaltı kaldı!
Bir insan için sonsuz önemli olan vücudunda olup bitenlerin, kan dolaşımı, mikroplar, virüsler, beynindeki synapsisler, sindirim sistemi … %99,99999’u bizden habersiz olur. Böyle sonsuz önemli BİLİNMEYEN VE BİLİNMESİ SONSUZ DAHA ÖNEMLİ BİR “ALT” varken, kölelere bilinçaltı, bilinçüstü, bilinçortası, sabah bilinci, öğle bilinci, seks bilinci, bel altı bilinci ve hepsinden sonsuz daha önemlisi olan aylık maaş bilinci ile meşgul tutmak ipleri çekenler için ÜTOPYA değilse nedir?
***
Mukadder hanım/bey, Necip “parayı takip et” dedi. Sen onu değil beni tuhaf bulmuşsun. Bu çok tuhaf değil mi? Ya balığa “suda kal yoksa ölürsün” kadar her balığın düşünmeden bile bildiğini söyleme aptallığı; ya da dünyayı viraneye çevirenlerin zafer narası. Şimdi anladın mı neden sen de onun gibi olduğundan ona takılmamı tuhaf bulmuşsun? Eğer ben de senin gibi olsaydım, en az 40 yıldır bu herifi pompalayanları tanımasaydım, ben de bu takılmayı tuhaf bulurdum. Bu adam nasıl asıl araba yapanların minnacık bir yerel bayiicisi ise, dünyanın her yerinde bunun gibileri asıl pompalayanların bir yerel papağanı, dünyayı kasıp kavuranların simgesi, şakşakçısı, ne fazla ne eksik. Onu tuhaf bulmamanın anlamı üzerinde durmayacağım. Edebi-yat polisi is watching me!
Hatta bu simge ile simgenin işaret ettiğini karıştırman da seni fena ele verdi. Bu da büyük beyinliler arasında çok yaygın.
Bazıları “deniz düşen yılana sarılır” atasözü ile Islahettin Temiztaş’tan medet umdu. Ben b*k aynı b*k, sinek değişir derim. Daha cömert düşünürsem, “gelen gideni aratır” da bir atasözüdür derim.
Daha açık söylersem, ben “Necip, gittikçe yükselen faşistlik ve ırkçılık denizlerinde bir damla ama dünya Neciplerle dolu ve ışık hızıyla artmakta.” diyerek onu örnek aldım. Aksi halde okur-yazar-çizer diplomalı bir araba satıcısı seviyesine asla inmezdim. Diğer yandan yerel dedikodularını ne anlıyor, ne merak ediyor, ne önem veriyorum ama yerel dedikodu veri bankası hesabının, geçim bankası hesabı gibi, dolgun olduğu belli.
Üstelik sen samimi değilsin. Necip denilen mahluk “money” Türkçe “para” değilmiş, “menfaat”miş diyerek yüzüncü defa adi oyununu oynadı ve senin gibi bir cesur asker çıkıp “yahu ne diyorsun, doğruyu konuşmakla politik yanlışlığa düştün, kabul et, neden böyle kıvırıyorsun?” demedi. Yani sen ya onun aynısın veya ondan korkan bir memurusun. Gerçi bu sitede bir kişi veya gurupla birkaç kişi hariç, hepiniz, Zileli de dahil, tıpkı Necipsiniz. Sizinle ancak sizi aynada yansıtan Erdoğan başa çıkabilir. Çivi çiviyi söker. Bilek veya bilgi gücüne tapanlarla, bilek veya bilgi gücüne tapanlar başa çıkar. Hepsi o kadar.
“487 Anonim
Ezilenlerin Iktidari??? Bu Kadar sacma bir söz olabilirmi? Ezilenler Iktidar oldugunda otomatikman baska Ezenler ve baska ezilenler ortaya cikmazmi?”
Bu siteye katılanların eşsiz bir örneği. İsrail-Filistin, Hitler Almanyası-Birinci Dünya Savaşı, …, Grek-Hitit, Roma-Kartaca, tarih örnek dolu. Hegel’in ünlü efendi-köle diyalektiğini bile bilmeyen 487, başta Necip ve siteniin %99’unu teşkil eden, kavramları lügatlara indirgeyip öten horozlar gibi ötmüş.
Şimdi de sizleri neden dandik bulduğumu anlatacak ve bana asıl kılavuz olan hayatımda yaşadığım diğer olaylara benzeyen, daha iki gün önce olan, birini anlatayım.
Dünyanın dört bucağında opera orkestra şefliği yapan eşcinsel bir arkadaş, ‘kocasıyla’ evliliğini Avrupa’da yapmıştı. Sizler gibi hoş görülü ama … hâlâ k*çları sıkı Avrupalılar, bu evliliğe dandik veya sizlerin hoşuna gideceği cici bici“pact” adını verdi, yani yasallığını tanımadı. Buradayken sık sık bize gelir operaya hazırlık seanslarındaki sizlere benzerlerle geyik sohbetlerinden bıktığını söyler ama doğrusu bu neşe dolu arkadaşla benim istemeyerek katıldığım aydın-entelektüel-bilgili-ciddi- derin düşünceli- çok diplomalı- matematiksel- yüksek IQ’lü- bilimsel- marksistsel-anarşistsel … falan filansal konular konuşmayız, şahane fıkralar anlatır güleriz. Kocası ile gerçekten evlenmeye karar vermişler ve evlenmeyi yasal sayan ABD’nin bir eyaletini seçmişler. Karımla benim katılmamız için davetiye ve yol parası getirdi.
Munafıkların bel altı masalları sıkıcı, sahtekarlık dolu ve hepsinden kötüsü yobaz dincilik dolu. Aynı Muhammed’in cennette gördüklerini anlatmasından rahatsız olan Müslümanlar gibi.
Çoğu ilkel toplumlarda kadın azalınca fahişelik artacağına eşcinsellik artar. Çabuk ol! Kısa bir cevapla ne kadar aydın ve tatlı görüşlü olduğunu göster! Benim fahişelere karşı olduğumu fikirdaşlarına açıkla!
Ben doğduğumda annem yaşlıydı, sütü yoktu, fahişe komşu bana süt vermiş. Arap komşular bana “ibn el şar*uta” mahlasını takmışlardı. O fahişenin ayağını öperim ama sen, Necip ve bu sitedekilerin çoğu gibi iki yüzlü ırkçı, uslu, evcillerden tiksinirim.
Sen en iyisi sana yakışır aydın-entelektüel dedikodu geyik sohbetlerini bu sitede sana benzeyenlerle paylaş.
***
Her halükarda, işte yavşakların çiğnediği teori-praksis bütünlüğüne bir örnek: birkaç satırın binlerce “bilinçaltı” pislik dolu. Az çok, tek tek cevap verdim. Yani,şimdiye kadar sürekli yaptığımın aynısını yaptım. Bu edepsizlik ve kişilere takılma değil. Bu kara cahilliğe karşı hoşgörü sahtekarlığı yapmama, çirkinliği yüze vurma. Bilgelik numarası yapanları ispata davet etme.
Tabii, köle ruhlulara en iyi çareyi, yine son 7 bin yıldır hayatı zehir edenler buldu. Yarı robotları tam robotlaştırmak! Gen kes-yapıştımakla acı çeken baş belası vücudu yok edip yerine taptığınız salt beyinden oluşan canlılar yaratmak! Başka gezegene gitmek!
Senin beynin tam bir sarışın mavi gözlü beyni, beyin sınavını rahat geçersin. Ama suratın sarışın mavi gözlü değilse hapı yutarsın. Hazırlık için hemen estetik ameliyat yaptır.
***
Benim için bilgi fetiş değil, tam tersi baş belası. Bilgi güçtür lafını işitmeyenlerin bilgili olmakla gurur duyması beni tiksindiriyor. Onlarla tartışmak bile beni tiksindiriyor. Dünyaya yaşamaya geldik, öğrenmeye değil. Eğer önünde vecde geldiğiniz Atatürk, Marks ve dünyayı harabeye çeviren alçaklar alçağı bilim adam-karıları sizi bilgi fanatiği yapmışsa, bilgiyi göklere çıkarmaktansa bu çılgınlığın başlangıcını, nedenlerini, gelişmesine bilimsel bakmak daha iyi. Bence sizler bilgi ile bilimi tamamıyla karıştırıyorsunuz. Necip sıkışınca bu numarayı bana karşı defalarca yaptı. Öyle bir tanım verdi ki, taş yuvarlanması bile bilgi oldu. İlk başta bilgi ile bilimi, daha doğrusu sizin bilim ve bilgi sandığınız ama aslında MODERN BİLİM olanı ayırt etmeniz şart.
Yok eğer tanımı ne olursa olsun bilgiyi kazandığın maaşla ölçersen en iyisi kes sesini. Bana binlerce defa sizler gibi ama çok daha dürüstler açık açık söylediler: “Ulan, bu kadar bilgiliysen neden zengin değilsin?”
Sizler gibi bilgiyi fetiş etmeyen, az da olsa, bilgili insanlar var. Ben “bilgi” lafıyla, cinse özgü bilgi değil, politik bir kavrama gönderme yapıyorum. Yani, en azından sizler gibi okuma yazma çizme ile meslek sahibi olmuş, hali vakti yerinde, misafirler geldiğinde biraz da cici bici laflar etmeye merak salmış, bu sitede akıl almayacak kadar kara cahillik kusan seyirci toplum biçarelerinden bahsediyorum.
Bir çoban Suriye’nin nerede olduğunun bilmiyorsa, çoban cahil değil. Çobanı cahil sanan ama kendi bilgi saplantısının tarihini bile bilmeyen büyük beyinliler kara cahil!
Kısa cümlelerle işi bağlamaya çalışan ilk kişi sen değilsin. Ben nesnel dünyanın binlerce akıl almaz palavra yutan hödüklerle dolu olduğunu ve bu senin bunlardan biri olduğunu iddia edip sonsuz kısa da olsa, az çok gösterdim. Aksini ispat et de görelim.
Ben hata yaptığımı kabul etmeye, özür dilemeye, ciddi olmaya hazırım. Ben cynic değilim, hâlâ ‘ne de olsa, kışın sonu bahardır’a inanıyorum. Biliyorum bu aptalca bir inanış ama diğer bütün inanışlar bundan sonsuz daha çok aptlaca inanışlar. Varsa bir bildiğin tartışalım.
Tek kıstasım şu: Evrende olan veya olmayan veya olacak veya olmayacak veya olabilir veya olmayabilir her şeyi izah eden Necip’in altın yumurtaları yumurtlayacaksan ya sat ya da omlet yap ye. Kafamı şişirme! O herif bunu defalarca yaptı sesin çıkmadı. Yani, sen de ya onun gibi yaltakçı, ya da onun clonusun. Niceliklere indirgeyerek ‘bak ampul mumdan daha iyi’ diyen yıkanmış beyinleri dinlemeye desabrım yok.
Senin “bilinçaltı” bir örnek olabilr. Bu eşsiz bir metafor. Devlet ve iş adamlarının mutlak köleleri olan silik ruhlu bilim adam-karıları dünyayı baskı altına alıp enstrümanlaştırdı, metaya çevirdi. Su içilmez, hava teneffüs edilmez, deniz yüzülmez, yiyecek yiyilmez, toprak ekilmez, insanlar sevilmez (sizlerin pornosu hariç) oldu. Şimdi de doğa, baskı altında tutulan insan gibi, “bilinçaltında” topladığı bastırılmaları iklim değişmesi, binbir çeşitli hastalıklar, sizin gibi aklına geleni söyleyenler türetme ile boşalıyor dersem, güzel bir metaforla içimizde bulunduğumuz durumu nasıl gördüğümü sana aktarmış olurum, hepsi o kadar. Yok eğer senin gibi bunun gerçekten böyle olduğuna inanırsam salakça konuşmuş olurum.
Nitekim bu sitede doğada olana benzetme yaparak kazananları şakşaklayan bir anarşiste Sosyal Darwincilik ettiğimi söylediğimde burnu havalarda, aynı Necip numarası çekerek, kendisinin sadece benzetme yapığını söyledi. Sanki Sosyal Darwinizm bir benzetme değil.
Bence bu site dahilere tapan ve gece günüz onlar gibi olmak isteyenlerle dolu. Kovboyların maceralarını süsleyen Marks, Arşimet, Einstein falan filanların köleleri.
Ne yazık, bunlar şu yüce lafı duymamışlar: Dahi kendi dünyasında yaşar ve Lenin-Stalin-Hitler-Napolyon- Atatürk-Erdoğan-Trump kovboyların süt ineği olur. Zannatkarın komşuları vardır. Komşu ‘Yahu arkadaş ne yapıyorsun? Oyuncağınla çoluk çocuğumuzu yok edeceksin!’ der.
“a) Necip sence, ‘çoğunluk’ hiç hata yapmaz mı? ‘Hata yapsa ne olacak ki.. Hatalar yapmış olsa bile çoğunluk daima hüküm sürer. Geçmişte böyleydi, bugün böyle, yarın da böyle olacak.’ mı diyorsun?
b) Hata kriterlerini belirleyip tebliğ eden bir otorite var mı? Yoksa, yine, ‘çoğunluk’ mu belirleyip tebliğ ediyor?”
Bu sorularin cevabini, eminim, siz de biliyorsunuz.
‘Dunya’ ismini verdigimiz, hepimizin de muebbedle hukumlu oldugumuz, bu kurede idealler pek yok.
Elde olanin, olabildigince, daha az sorunlu olani ile yetinmek zorundayiz.
‘Cogunluk’ ile ‘azinlik’ arasinda cikabilecek bir catismadan her iki taraf da zarar gorur; ama, cesameti ile oranlarsak, ‘azinlik’in daha cok zarar gorecegini herhalde kabul ederiz.
Bu her zaman adil olmayabilir; ama, ‘zor kapidan girince adalet bacadan sivisir’mis..
‘Adalet’, tamamen yok olmak riskine karsi, sivisarak akillica davranir.
Bir baska diyecegim de, belki en az hosa gidecek olani, sudur: Hayli zaman boyunca, bu ulkde, ‘azinlik’ kesimler –arkalarina oyun-disi oyunculari da alarak– ‘cogunluk’a dayatmalarda bulunabilmenin verdigi bir tembellige alisti.
Bu aliskanliktan kurtulmak kolay degil.
Hala daha, beyaz atli prens (Malkocoglu ya da Karaoglon da olabilir) gelip ortaligi dagitip prensesin kaprislerine herkesin uyacagini bekliyorlar.
Bence o artik masallarda (ya da cizgi romanlarda) kaldi.
501 bey/hanım
Moderatör şahit, dün gece Kant’ın lafını, Almanca olarak post etmiştim, sanırım spam kutusuna düştü.
“Wir glauben, dass die Welt so ist, wie wir sie sehen.”
“Wir kennen die Wirklichkeit nicht, sondern nur unsere subjektive Interpretation davon.”
Ben sizin aksinize Kant’ı severim. Şimdi bunun üzerine de yok ırkçısın, yok Necip gibisin falan feşmekan döşenmeyin hemen. Çünkü, aksine yaşam felsefem size daha yakın.
Tam da buna tepki verdim. Karşınızdakinin karalar karası bir cahil olduğu kanısına nasıl varıyosunuz?
Cahil skalanız nedir tam olarak?
Ben sizin fikirlerinize herhangi bir eleştiri getirmeden, üslubunuza tepki verdim.
Ayrıca, bir sabit bir mahlas kullansanız, sitede tüm yazdıklarınızı birleştirip ardarda okumak daha kolay olacakken, her başlığa ergen liseliler gibi “Necip Mecip şunu diyor, bunu diyor” diye attığınız abuk başlıklara bi dur demek için “Mahlas kullanın” dedim. Demez olaydım.
“Belaltına inmeye her an hazır pespaye bir üslup” derken de, sevişmekten, seksten bahsettiğimi ya da sizde öyle bir çağrışım yapacağını tahmin etmemiştim doğrusu.
Belaltına vurmak, boksta yasak olan bir hareket ve fauldür.
Ayrıca, her an, ana avrat sövecekmişsiniz gibi bir duruşunuz da var. Bu zamanla geliştirdiğiniz bir savunma stratejisi ya da korunma kalkanı da olabilir, nitekim, ben de bulaşmasam mı acaba dedim, ama yazmış bulundum.
Yazdıklarınızın bütününde bana ters gelen şeyler olmadığını söylemek istiyorum. Sadece, öfkenizi kontrol ederek ve sakin sakin yazarsanız, biz “kara cahiller” sizin hem yaşam tecrübelerinizden hem de analizlerinizden faydalanabiliriz. Bir de mahlas kullanın diye ısrar ediyorum. Hepsi bu.
Bilimsel, bilinçsel , eğitimsel, demokrasisel çocuk yetiştirme yolu aramanızda temel çelişkiler var gibi.
Ama önce size Günter Grass’ın “Kafa Doğurmaları veya Almanlar Tükenmekte” (Headbirths, or, the Germans are Dying Out (1982)) kitabını okumanızı tavsiye ederim. Grass, sizin gibi ultra modern, yüksek tahsilli, bilinçli, demokrasiyi ciddiye alan, dünya hal ve gidişatına karşı sorumluluk yüklenen, bulunduğu toplumun kaymağı olanların yaşadığı ikilemi inceler. Alman kaymakları da, siz aydın entelektüeller gibi, stres yaşarlar. Bizim mahalllede fakir fukara, ya tam bir güven içinde olduklarından (mutual aid falan filan) ya da siz ve Alman homologlarınızın tersinize tam bir cahillik içinde olduklarından ‘Allah gönderdiyse, kısmetini de gönderir” Marks afyonunu yutmuşlardı. Alman kaymaklar ve sizler çok daha uyanıksınız.
Artık bilimsel, eğitimsel, bilinçsel, ekonomiksel, demokrasisel bir dünyada yaşıyoruz. Bizim cahiller ölüp gidecekler, tabii eğer hâlâ ölmek mümkünse. Duyduğuma göre artık sizin gibi çok tahsilliler ölmüyorlar. Bin bir Grek veya Latin adlı hastalıklara yakalanıyorlar. Her neyse, ayaklara takılan bu cahillerin yerini, sizin gibi çocuklarını en mükemmel şekilde, yeni cesur dünyaya en yakışır ve göğüsleyici yöntemlerle nasıl yetiştirmeyi bilmeyen modernler alacak.
Gelelim çocuklarınıza abur cabur veya bırakonu yedirme derdinize. Sanki bilinçüstünüzde bilimselliğe imanınız sarsılamaz ama bilinçaltınızda imanınız eğriti gibi, en azından iki çelişki içermekte.
Modern insan bu tip soruları uzmanlara bırakır. Yanlışlık yapıp çocuğunuzu /çocuklarınızı psikolojik tramvaya sokabilirsiniz. Diğer bir ihtimal de sizin bilinçaltı stresiniz çocuğunuz/çocuklarınızın bilinçaltına kayabilir. Kısacası modern sorular soruyorsunuz ama modern cevap olan işi bir bilene bırakmayı bilmiyorsunuz.
İkinci çelişki genetik bilim ve teknolojiden habersiz olmanız. Çocuğunuzun/çocuklarınızın genlerini kesip yapıştırma ile çocuğunuz/çocuklarınız ne yerlerse yesinler içeride en son bilimsel saptanmış sağlıklı gıda olurlar. Gıdalar da, en son bilimsel araştırmaların ölçülerine otomatik uygun miktarlarda protein, karbohidrat, kalori, vitamin ve minerallere dönüşürler. Siz çok aydın ve enteletüel olduğunuz için benden iyi bilirsiniz, şimdiye kadar her sosyal soruna teknik cevap getirildi. Siz modernler arasında, problem varsa, çözüm var. Benim büyüdüğüm cahil fakir fukaralar arasında, çözüm yoksa problem vardı. Problemler ağıtla sızlamayla sakinleştirilirdi. Nerde o şimdiki antideprasyonlar, kafa ütüleme terapileri, jimnastik salonları, televizyon, sosyal medya …
Yanılmıyorsam, o eski günler şimdi artık siz modernleri güldürmek için televizyon dizileri olmuşlar.
“İnsanın en derin sorununun kendinden ve doğadan yabancılaşmış olduğu ve dolayısıyla nerede olursa olsun gurbette ve garip hissettiğini bile duymamış senin gibi karalar karası cahilin beni anlamaması çok doğal değil mi?”
AnlaMAmak?..
Sizi anlaMAmak, bence, bir rahmet…
Asil sorun, asil eziyet, anlamak..
Ne demek mi istiyorum?
Dolayli anlatayim:
Insan omrunde neler gormuyor?
Basina turlu cesitli belalar gelmis, vucudunun bazi uzuvlarini kaybetmis, bin turlu cile cekmis insanlar..
Baktiginiz zaman, merhamet etmekten utanacaginiz insanlar..
‘Merhamet etmekten utanacaginiz’; cunku, dis gorunusleri merhamet duygularinizi kabartirken, onlardaki hayata baglanmislik, dik durus gayretleri sizi boyle bir duyguya tevessul ettiginize utandirir.
Bir de bambaska bir kategori vardir.
Benim omrumde, icim kivranarak hatirladigim, iki ornek hatirlarim.
Birisi, askerde (Tuzlaa Piyade Okulunda, Astegmen ogrenci donemimde) karsilastigim bir ornek..
O yillarda, Turkiye’nin en buyuk bayindirlik projelerinden birisinin ‘Proje Grup Yoneticisi’ olan birisi. Inanilmaz derecede detayli bir isin basinda, son derece de basarili olmus birisi.
[Ben nereden mi biliyorum? Insaat Fakultesi diger arkadaslar anlatti da ondan; yoksa, benim ‘cinde’ oldugum bir sektor degil.]
Projeyi ustlenmis, sonuca erdirmis, tamamlamis; sonra da askere gelmek icin ayrilmis.
Geldigi gun, bu arkadasimiz, esasen bitkisel hayatta idi. Onca yogun calisma sonrasinda motur yakmis; bir insan enkazina donmustu..
Bir diger ornegi de, yine yillar once Manhattan’da tanistigim birisi.. Bir arkadasimin evindeyken cat kapi gelen, dolayisi ile, ayakustu tanidigim birisi.. Bir Turk(iyeli).
Omuuznda bir heybe.. Kisa bir sohbetten sonra, bu heybeden bir-iki cikarip bana okumaga basladi. Kitaplardan birisi ‘Dokuz Isik’. Digeri de ona benzer bir sey..
Ben grogi durumda.. Neyi nicin, hangi baglamda okudugunu anlamiyorum..
Bir sekilde, nezaketi de elden birakmadan, ondan uzaklasip mutfaga gittim. Ev sahibi arkadasim durumun farkinda. O da mutfaga geldi ve bana anlatti.
Bu cocuk, genc, bu arkadasimla ayni okuldanmis; okul arkadasi imisler.
Tek fark, bu genc, AstroFizik okumus.
AstroFizik, MIT’in cok zor –kimilerine gore ‘en zor’– daliymis.
Bu genc arkadasimiz ise birincilikle bitirmis.
Bitirmis; ama, bitirisi muteakip bu hale gelmis..
Motoru yakmis demekten baska bir isim bulamiyorum.
Bu iki ornek hic gozumun onunden gitmez.
Insan beyni, demek ki, boyle bir sey..
Deha seviyesindeyken, bir gidim daha ileri gidince topyekun zivanadan cikabiliyor.
Geriye ziyan olmus bir cevherden geriye bir ‘sey’ bir pelte kaliyor.
Uzulmekten baska yapacak bir sey de yok..
Iste bundandir; asil sorun, asil eziyet, sizi anlamak..
sayıca fazlalardı ve silahları vardı
“gayet tutarlı bir beyanat. gazeteci, yazar, öğrenci, işçi, memur, sendikacı ve taraftarın terörist addedildiği bir memlekette asıl teröristi ayırdetmek için bir kısım ek açıklamalar yapmak lazım.”
https://eksisozluk.com/entry/29049587
Sayın 506,
Benim kastettiğim “çocuklar” şu videoda görülen kıymetli insanlar örneğin.
https://www.youtube.com/watch?v=0FJO7OkcORQ
Sandığa giderken, “Bey, kime basıyoz bu sefer mührü?” diye soran kadınlarımız, “Baba, HDP barajı geçmezse Tayyip’e yarıyo diyo whatsapp grubu, ben Selo’ya vericem bu kez” diyen CHP’li 18 yaş ergeni, “Reyiz kazanamazsa, Feto Humeyni gibi başımıza dikilecek” diyen AKEPELİ, Cem Uzan’a 2002’de %17 oy çıkartan “aydın” İzmir’liler, CHP’yi pamuklara sarıp sarmalayan Stockholm sendromlu Dersim’liler vs vs vs.
Dünya tarihinde denenmiş pek çok yönetim biçimi var ve bunlardan hangisi insanlık için en idealidir, henüz bilemiyoruz. İsrail, Kuzey Kore, İran, Küba, SSCB, İngiltere, Norveç, ABD, Çin..seç beğen al.
Popülizm ve Demokrasi Paradoksu
Muhaliflik ile psikopatlık arasındaki fark, her psikopatın muhalif olması fakat her muhalifin psikopat olmaması değil midir?
Yanılıyorsam lütfen bunu düzeltin Doğu Bey.
Tabii unutmadan, mahlasınızı da lütfen.
http://nisanyan1.blogspot.com/2018/09/nasl-ermenilestim.html
Balkan Oligarşisi’nin yeni temsilcisi Neo-Kemalist AKP iktidarından bir “Entnazifizierung” – pardon “Dekemalization” beklemek boşunadır.
Bkz;
Ankyra’daki Büyük Piramit,
Ayastefanos’taki havalimanı ile Smyrna’daki bir Lykeion’un isimleri,
gittiğimiz Lykeion’larda (lise) ve Akademia’larda bize okutulanlar,
kullandığımız Drahmi’lerin (dirhem) ve Denarius’ların (dinar) üzerindeki resimler,
meydanlardaki Zeus, İskender, Sezar, Ogüst heykelleri,
Independence Day’i anma merasimleri,
vb.
Balkan Oligarşisi’nin yeni temsilcisi Neo-Kemalist AKP iktidarı ve onların – grev yasakları için fırsata dönüştürdüğü OHAL gibi yollarla – koruduğu Yeni Patronlar (Necipgiller) sınıfı bizi sömürüyor, Soma’da, Ermenek’te yaptığı gibi katlediyor!
502 nolu arkadasa yanitimdir. Ben ezilenlerin iktidarinin olamiyacagini, cunki iktidarin ezmek anlamina geldigini iddia ettim, siz bu konuda anlasilmasi zzor yuvarlak ithamlarla benim bilgi seviyemi yargilamissiniz (yani beni tartismissiniz) iddiama bir yanit vermemissiniz, ve bu sitede aslinda siz ve size benzer lafebeligi ile karisik küfür etmeden hakaret etme edebiyatinda gelismeyi secmissiniz. E buda bisey …
Roma Kartaca dan ezen ezilen iliskisi cikaran hep bir General in askeri olur.
“Yeni Patronlar (Necipgiller) sınıfı bizi sömürüyor, Soma’da, Ermenek’te yaptığı gibi katlediyor!”
Kendiniz boyle uyduruk seylerle kandirmaniza gonlum razi degil:
‘Patronlar’ diye bir sey yok. Boyle bir sinif yok.
Azicik zahmet edip ugrasmagi goze alsaniz, siz de olabilirsiniz.
Zor da degil, aslinda: Uzun yillar boyu gecenizi gunduzunuze katacaksiniz, tatiliniz izininiz hic olmayacak; batmagi, iflas etmegi filan goze alacaksiniz.
Ya da, simdi yaptiginiz gibi, tersini yapanlardan olacak, onlarla kendinizi ozdeslestirecek ve birilerine ofkeler dile getirirken, kendinize (veya kendinizi ozdeslestirdiklerinize) merhamet dileneceksiniz.
Bu kolay yol.
Bunu herkes yapabilir ve yapiyor. O yuzden cok da kiymetli degil.
[Sorunuzun muhatabi ben degilim galiba; ama, bu tur seyler, bugune kadar benim maydanoz olmama engel olmadi. Simdi de oyle.]
“Muhaliflik ile psikopatlık arasındaki fark, her psikopatın muhalif olması fakat her muhalifin psikopat olmaması değil midir?”
Sadece ‘psikopatlık’ degil, bir de ‘sosyopatlik’ var bilesenlerin icinde.
Ve, sorun, psikopat (ve sosyopat) olmayan muahlifi bulmakta/ayirdetmekte.
Ya sayilari cok az; ya da –mahalleleri icinde linc olmak korkusuyla– sesleri cikamiyor.
Geriye, haliyle, ‘psikopat (ve sosyopat) muahlif’ler kaliyor..
Talihsizlik burada.
Tamam çok özür dilerim. Sadece suçum sizin beni suçladığınız suç değil.
Not : 505 nolu yorumunuzu görmeden sizinle alay edici ve küçük düşürücü bür yazı yazmıştım : “483 Mukadder ve Çocuk Yetiştirme Kursları”
Çok terddüt ettikten sonra önce bunu, daha sonra da onu göndermeye karar verdim. Her ikisinde bazı incitici sözler var. Özür dilerim ama o yazıda arkadaşlarımın çocukları için ne yaptıklarını görmenizi istiyorum. Geri kalanını çöpe atın gitsin.
Ağzımın bozuk olmasının nedenleri çeşitli. Bir tanesi Necip’e verdiğim yanıtta :
[O bahsettiğiniz iki kişiyi asla affetmem…. Ben sadece şunu söylüyorum, bu insanlar beni tiksindiriyor : “gut feeling”, “visceral hate”, “deep-rooted prejudice” if you like.]
***
Suçum, sizi de tıpkı başta Zileli , Necip ve onlara benzer sayısız değindiğim konular hakkında hiç bir bilgisi olmadan hemen sidik yarışına girenlerden sanmam. Laf oyunları, lügatlar, başa çıkamayınca pişkinliğe vurma, banka hesabı veya müritlerine sığınma gibi senin tabirinle belaltına vurma.
Belki de iki suçum var. Sizi onlardan biri sanmak ve onları insan yerine koymayıp sürekli alay etmek, bilmeden konuştukları konuları görüp dalga geçmek … yani, asla ciddiye almamak.
Ben bütün sosyal medyadan nefret ederim ve kaçınması imkansız da olsa elimden geldiği kadar az bakarım. Bir defa bu sitede biri Youtube adres verdi, baktım kusmam geldi. Star Wars! Benim Star Wars hakkında tek bildiğim, biraz dandik anlamda, Sovyetlerin ABD önünde dize gelmesini simgelemesi. Üstelik bana göre asıl satılan porno imgeler ve adına aramızda ‘cock rock’ taktığımız müzik. Bence bu site bunu gönderenin kopyaları ile dolup taşmakta.
İşte çok daha ciddi bir örnek: “Wir kennen die Wirkl ichkeit nicht, sondern nur unsere SUBJEKTIVE INTERPRETATION davon.”
Bunu ben yazsam, bu cümledeki SUBJEKTIVE kelimesini gören bir sidik yarışçısı, kelimenin bağlam içinde tüm insanlığa gönderme yaptığını anlamayan cahillerinin cahili horoz hemen öter: “Bu vahşi mistik, dinci, Marks amcamızın biz marksistler ve 19. yüz yıl anarşistler verdiği bolluk materyal dünyamızını inkar eden bir yobaz … ”
Ben, bu laflar da bile çok daha derin cahillikler görürüm ama bırakalım onu bir yana. Apaçık ki, karşımda Kant’ın bilgi nasıl elde edilir konusu üzerinde felsefe yaptığını bilmeyen silikler var.
Bu herifler g*t kadar küçük Atina’da 2 400 yıl önce insanların mağara gölgelerini gerçek sandıklarını iddia edildiğini bile duymamış, dünyanın dört bucağında gerçekle görünüş farkını anlamaya çalışanları duymamış. Salt sidik yarışı için ringe atlayanlar.
Ama doğrusu bu da beni rahatsız etmez. Beni çılgına çeviren, çağımızın en alçak iki yüzlülüğü olan, tek düşünce ve tek yaşam tarzına uymayanların kırımdan geçirildiğini bilmez postuna bürünmek. Umursamamayı hoş görü, anarşist özgürlük, fikir özgürlüğü gibi akıl almaz yalanlarla örtmeye çalışmak. Bu bağlam içinde benim Necip gibi birine saldırmam ve hatta Zileli’ye saldırmam da onları bu ve benzeri iki yüzlülüğün simgeleri olarak gördüğümden. İdeolojileri için cahillikten kurtulmak istemeyen rahatlık düşkünleri.
Birkaç örnek daha.
En çok nefret ettiğim terimlerden biri avcı-devşirici, ama futbolcu veya şarkıcı isimleri gibi, bilmemek imkansız.
20. yüz yılda ve şimdi hâlâ sayısız avcılık ve devşiricilikle geçinen toplumlar var. Zaten binlerce antroplogların çalıştıkları insanların çoğu bunlar. 19. yüz yılda bile varlıkları çoktan biliniyordu. Hatta Marks’a komünizm ilhamı ilkellerden geldi.
Hadi bunların hepsini bir yana atalım. Komünistlik adına kapitalistlerle sidik yarışına giren Sovyetler ile Kapitalistler nerdeyse tüm yaşamı yok edeceklerdi ve şimdi bile 24 saat benzetmesiyle aynı ihtimal gece yarısına yakın. Diğer yandan dandik vikipedi bile ” Neandertal insanı, günümüzden yaklaşık 200 bin ila 28 bin yıl önce Avrupa, Orta Asya, Orta Doğu’da yaşamış insan türüdür.“ der. Ama bunlar ne avcılık yaptılar ne de topladılar. Yiyeceklerini büyü, dans, dua, vücutların boyamayla temin ettiler. Her halükârda, bunları bilenler de kimmiş?
Necip beyin avcı-devşiricileri salt 30 bin yıl önce savannahlarda tek başına gezenlermiş. Bunları bilen ‘o da kimmiş?’ değil, kendisiymiş. Bu tarihler saçmalığını bir yana bırak, eğer siz dünyada tek başın gezen insanlar olduğunu duyan birini bulursanız, ben hemen o da bu sitede bir dahi Türktür derim. Bulamayacağınızdan emin olmadığım gibi çoğunluğun sizler gibi bunu gördüğünüz halde kafanızı yormadan eğlenceli sosyal medyaya dönmeyi tercih edeceğinizden eminim. Bence bu site gerçekten akıl almaz şeylere inananlarla dolu. Gerçi bunu bilimsel çalışanlar var ama doğrusu pek bilgili değilim ve ilgimi de çekmiyor. Günümüz bana Rönesans’ı anımsatıyor. Herşeye inanılan çağ. Ama bence arada kıyas götürmeyecek bir fark var. Birinde coşkunluk, şimdi pompalanmak. Sosyal medya başladığında çok ümitli olanların kendileri şimdi sosyal medyanın bir avuç şirket ve devletlerin mutlak tekeli altına girdiğini kabul ediyorlar. Neyse. ciddiliğimi muhafaza edip Necip’e belgeler sundum. Aynı nakarat: “o da kimmiş” bu ve benzeri defalarca oldu ve hiç birinizden gık çıkmadı. Çıksaydı iyi olurdu, çıksın demiyorum. Suçumun nedenini, yani sizin de onun gibi veya Zileli gibi sidik yarışı hastası olduğunuzu sanmamı anlatıyorum.
Ama yine de alıntınızdaki Kant hangi bilgilere güvenilir peşindeydi derim. Eğer bununla cahillikten sakınma kıstasları aradığını (tabii, biliyorum veya iddia edebilirim, Kant, modern bilim temelinin epistemolojisi peşindeydi ve ben modern bilimden tiksinen biriyim ama devam edeceğim) varsayarsam sizin bana dünyanın hiç bir yerinde şarlatanlar hariç, bağlam dışı en katı bilim yasalarına bile dayanarak hiç kimse “cahillik ne ?” sorusuna cevap vermeye cesaret edemez. Yani, siz de Necip oyunu oynadınız.
Lütfen bağlam dışında anlam ve doğru/yanlış olmadığına bütün varlığımla inandığıma inanın.
Saat üzerinde 9+4 =1, ilkeller için‚ 2+1 = çok, 2+2= çok … Sonsuz daha karışık örneklerde verebilirim. Ankara = Türkiyenin başkenti.
Ankara 6 harfli: Doğru
Türkiyenin başkenti 6 harfli: Yanlış.
Bunlar sonsuz dandik misaller. Amacım fikrimi açıklamak.
Soyutlama şart, aksi halde her kediye değişik bir ad vermemiz gereki. Ama soyutlama sidik yarışı hatırı veya ideolojik salaklıkları savunmak için yapılmamalı.
Taş yontanla atomu parçalayan tıpa tıp aynı amaçla aynı şeyi yaparlar. Trump bir elinde bomba önüne geleni diz çöktürürür. Taş yontan ancak bir hayvan öldürüp karnını doyurur. Ve eğer biraz ilkel mitlerini biliyorsanız, ilkeller her zaman kendilerini, satır arası, suçlu hissetiler. Trump ve Erdoğan gibilerin fiyakaları bir tarafa, etrafındaki sonsuz zeki ve bilgili kimselerin yerde sürünüp ayaklarını öpmeleri çok çirkin, aslında yine bana kızarsınız diye dilime hakim oldum.
Ben bu siteye ilk tesadüfen girdiğimde benim bütün varlığımla inandığım İnsan düşmanlığı İLERLEME mitinin çok tanınan bir varyasyonu olan GENÇLİK (MUTLULUK, EMEK, ÜRETİM, MODERN BİLİM, TARİH diğerleri) salaklığına rastladım ve hatta kızgınlığıma kıyasla çok daha yumuşakça ırkçılık, seksizm, homofobizm Türkiye’ye girmiş ama ‘ageizm’ daha henüz girmemiş yanıtını verme hatasında bulundum. Site müdürü Zileli bana ‘beyni yaşlanmış’ gibi bir cevap verdi. Ardından müritleri, saldıran saldırana. Bak daha sonra bu onurlu anarşistin Necip oyununa. Bir yormumda Zileli’nin bana bunamış olduğumu söyledi dedim. Zileli eski stalinci günlerinin etkisi altında beni yalancılıkla itham etti. Beynim yaşlanmış ama bunamamışım. Ben bu herifin lafını ettiğim konuda sonsuz cahil olduğunu gördüğüm gibi etrafına topladığı kendi gibi cahiller sayesinde beni susturmak istediğini görüp her cahillik ettiğinde yüzüne vurdum ve vuracağım. En sonlardan biri kazananların yaltakçılığını yapma olan Soyal Darwinizm gevezeliği. Diğeri, ırkçıların dik merdiveni yerine, yine aynı Sosyal darwinizm gibi doğadan aldığı örnekle, mutasyan atlama zıplama ama eğri medivenle yukarı çıkma gibi. OK. Bu basit konuda sırrımı açayım. Dış dünyayı fikir anlatmada yardımcı kullanmak başka, bu herif gibi inandığı ideolojisinin tatlı şerbetini müritlerine dağıtmada kullanmak başka. Taş sevdiği toprağa dönmek için de düşer, yerçekiminden dolayı da. Kant’ın dediği gibi yorumlar dünyasından kurtulamayız doğru olabilir ama faşist ve ırkçı yorum başka insan sevgisi yorumu başka. Ben kendim yerçekimi yorumunu faşist ruhlu varlıkların yorumu olduğuna bütün varlığımla inanıyorum. Ve dünyanın böyle faşist ruhlular yüzündn yaşanmaz bir hale gelmiş olmasını bile “ama biz olsak, bakire marksizm, bakire islam, bakire hıristiyanlık, bakire anarşizm, … ” ninileriyle utanmadan hâlâ kendilerini ve tamamıyla çarsiz kalmış insanları uyutmaya çalışanlar beni tiksindiriyor.
https://nisanyan.com/?s=soru-19
“2. Basın
Özgür oy halkın sesi ise, özgür basın halkın kulağına ulaşan yoldur. Basının özgür olduğu yerde, oybirliğinin karşı konulmaz gücü farklı seslerle delinebilir; popülizmin totalitarizme dönüşmesi engellenebilir.
Basın “halkın sesi” değildir: toplumdaki çeşitli görüş ve çıkar çevrelerinin, kendi bencil seslerini halka iletmelerinin bir aracıdır. Basını halkın sesi sanmak, tam tersine, totaliter düşünceye özgü ve son derece tehlikeli bir yanılgıdır: çünkü halkın sesinin tecelli ettiği yerde, o sese karşı olanlara ancak susmak düşer. Totaliter rejimlerde gazetelerin Der Völkische Beobachter (Halkın Gözlemcisi), Il Popolo (Halk) ve Hakimiyet-i Milliye ve Ulus gibi isimler taşıması rastlantı değildir.
Basının demokratik hukuk devletindeki işlevi konsensus yaratmak değildir: aksine, iktidarın oluşturmaya çalıştığı konsensusu delmektir. Bu işlev yerine getirilmediği sürece kitleler, iktidar tarafından körüklenen yekpare heyecanlara kolayca kapılabilirler; “hakkım var, öyleyse boyun eğmeyeceğim!” diyen azınlığa karşı, rahatça galeyana getirilebilirler. Oysa özgür basının işlevi, “hakkım var” diyene en azından niye haklı olduğunu anlatma imkânı vermektir.”
Kendiniz boyle uyduruk seylerle kandirmaniza gonlum razi degil:
‘Balkan Oligarsisi’ diye bir sey yok. Boyle bir sinif yok.
Azicik zahmet edip ugrasmagi goze alsaniz, siz de olabilirsiniz.
Zor da degil, aslinda: Uzun yillar boyu gecenizi gunduzunuze katacaksiniz, tatiliniz izininiz hic olmayacak; batmagi, iflas etmegi filan goze alacaksiniz.
Ya da, simdi yaptiginiz gibi, tersini yapanlardan olacak, onlarla kendinizi ozdeslestirecek ve birilerine ofkeler dile getirirken, kendinize (veya kendinizi ozdeslestirdiklerinize) merhamet dileneceksiniz.
Bu kolay yol.
Bunu herkes yapabilir ve yapiyor. O yuzden cok da kiymetli degil.
Türk edebiyatında sıfırım dersem kendime karşı cömert davranmış olurum. Bir Türk şairinin bir şiirini çok sevmiştim. Öğretmen okula gelmeden önce pazar yerinde zıngır zıngır titreyerek simit satan bir öğrencisini görür. Aşağı yukarı :
“Kaç defa dünya ile yeryüzü arasını ölçmedik, burnumuzun dibini görmeden” der.
Ben eğer sizi tanıdığımı iddia edebilirsem, verdiğiniz örneklerdeki acı çekenler gibi acı çekenlere hayatım boyunca sizden sonsuz daha çok acıdığım için acı konuştuğumu iddia ederim. Ama sonsuz daha önemli bir fark var. O bahsettiğiniz iki kişiyi asla affetmem. Her ikisi de insana acımayan sadist gaddarların köpekleri. Cahillikleri, sosyologlar, psikologlar ekonomistler, romancılar, filim yapıcılar ve binlerce diğer sizler gibi dahilere “food for thinking” olabilir. Kabul. Tarih kazananlarla yaltakçılarının tarihi. Tabii, abarttığımı biliyorsunuz. Ayağının altını öpeceğim, az da olsa, düşünür, sosyolog, psikolog vb var.
Ben sadece şunu söylüyorum, bu insanlar beni tiksindiriyor : “gut feeling”, “visceral hate”, “deep-rooted prejudice” if you like.
Belki Camus daha güzel söyledi : “Adalet fena deği, yeter ki anneme dokanmasın !”
Ben daha değişik söylerim. Annem çok yaşlı olduğundan beni büyüten ablalarımı dolaylı hor gören kadıncılardan netret ederim. Çok yakın kadın arkadaşlarım hareketin başını çekerken, dersler verirken ve lezbiyen olanlar çocuklarına iyi model olurum diye erkek çocuklarını bize getirip bıraktığı zamanları yaşadım, Yavşak anarşist edebiyatı veya erkek olmak isteyen yavşak karıları dinleyecek halim yok.
Kazananlar tarihi bile benim gibi tiksinti içinde irkilen, haykıranlarla dolu. Eğer bu acı çekmelere neden olanlara köpeklik edenler hemen arkasından acıya karşı merhamet hissettiklerini ifade ederlerse, ben sizden bile daha iyi anlarım, hatta bana ümit verir.
Belki bir yerde, bir tarihte, insandan nefrete neden olanların büyük nedeni insan fıtratı hâlâ tam insan fıtratı olmamış, bazılarında hâlâ acıma hissi var düşünürüm.
Belki insanın insana acı çektirmeden zevk almasını, astrofizikçi köpekler gibi köpekler, genler veya ‘monkey business’ ile izah ederse, iyi ki bazı genler kaytarmış, gen faşist polisleri uyutup geçmişler, bazılarında hâlâ acıma hissi var düşünürüm.
Bence siz acı çekene acıma ile acı çekmediği için acımamama arasındaki farka benim gibi bakmıyorsunuz. Ama çok daha da kötüsü, bu durumlar karşısında en büyük sorunun çaresizlik olduğunu doğal sanıyorsunuz. Amerikan ve Avrupa medyası, günde 24 saat dünyanın her yerinde acı çekenlerin sefaletini sergiler. Sonuç : “Ne mutlu Amerika’da veya Avrupa’da yaşıyorum diyene!”
Siz kıta kayması, uzay denklemi falan filan gibi her-şey teorilerine meraklısınız, belki okumuşsunuzdur. Arktik permafrostun erimesiyle yaklaşık 4 milyarlık yıldır kış uykusu uyuyan uyanmış daha ne b*k yiyecekleri bilinmeyen genler etrafa yayılıyor. Köpeklere hayli iş çıkacak. Hatta insanın kara bahtını açıklayıcı daha da yeni, daha da cici bici teoriler çıkabilir. Nasıl daha önceki iklim değişmelerinde veya kıta kaymalarında bazı genler astrofizikçiler yapmış, bazıları da benim geldiğim eşekler sülalesini yapmışsa, sizler gibi çok ileri zekalılar yeni bulunan gezegene gidecek uzay gemisine alınacak, bana benzer ilkelciler ise, anarşist Zileli’nin dediği gibi, burada, radyosyon dolu, yeşil otlar yiyecekler.
Koca kelleri duymuşlar, yakından veya uzaktan tanımışlar arasında son derece yaygın bir efsane var. Kafayı çatlatanlar çok kafa patlattıkları için kafayı çatlatmışlar.
Bazıları küçük düşürmek, bazıları kurtulup asıl zeka işi olan para saymaya dönmek isterler. Bazıları da insanın en derininde yatan bir inanıştan, örneğin farklı olanların doğuşlarının tuhaf olması falan filandan efsanaye sarılır. Bazıları samimi ,bazıları değil. Hangileri samimi, hangileri değil bilemem ama başa çıkmasını bilirim.
Bir hayatta harita görmemiş ama gerçekten iyi bir insan bize her geldiğinden benim kitap okuduğumu görüp kitap okuyanların ve yazanların gece gündüz k*çlarını sonsuz iştahla yalayan solcular gibi hayatı kitaptan değil hayattan öğrendiğini, yani televizyon ve birbirini kazıklama, masalı anlatırdı. Bir gün ona her okuyup inceledeğim sayfa için buranın parasıyla bayağı yüksek bir miktar kazandığımı söyledim, o gündür bu gündür bana hürmeti sonsuz.
Sanırım siz samimi olarak benim kafayı yediğime inanıyorsunuz. O halde samimi olduğunuzu varsayarak bir örnek vereceğim.
“İnsanın en derin sorununun kendinden ve doğadan yabancılaşmış olduğu ve dolayısıyla nerede olursa olsun gurbette ve garip hissettiğini bile duymamış senin gibi karalar karası CAHİLİN beni anlamaması çok doğal değil mi?”
Yukarıdaki alıntı salt belli bir bağlam içinde anlam taşır. Benim için bağlam şu : Bu site sol edebiyatı ile aşinalar sitesi; yukarıda ifade ettiğim yabancılaşma solcular arasında sıradan ve çok iyi bilinen bir fikir; siteye yorum yazanlar günümüz insanının, yaşadığı ekonomik, sosyal ve psikolojik zorluklar içinde hem kendinden, hem toplumdam hem de doğadan hem de kendi ailesinden bile kopmuş bir varlık olduğunu medya diliyle devamlı aktarırlar.
Ben bu doğru veya yanlış demedim, sadece bunun bilinmemesinin CAHİLLİK olduğunu söyledim.
Sözünü ettiğim bağlam içinde CAHİLLİK doğru.
Çünkü yanıt verdiğim kişi alaycı bir havayla benim gurbet elinde garip olduğumu ima etti. Siz de aynı cambazlığı yaptınız.
Hem de bu, bir sosyal medya fanatiklerinin her akıllarına geleni söyledikleri ve benimde elimden geldiği kadar kara cahlliklerle uğraştığım bir sitede! Yan yana oturup telefonlarıyla sevişenleri, internette bulduklarıyla evlenenleri, dünya ağında her ülkeden arkadaşlarıyla fotoğraflarını, yemek odalarını, kedilerini, köpeklerini paylaşabilmenin heyecanı ile hoplayıp zıplayanları, televizyonla dünyanın her yanına aynı anda bağlananaları anlayanın benim yazdıklarımı garip bulması bana garip geldi.
Hiç kimsenin gurbette olmadığı dünyada bir tek ben mi varım gurbette olan ?
Tabii problem çok daha vahim ama başıma bela açmaktan korkuyorum.
Avrupa’ya ilk geldiğimde azılı Marksist solcu devrimcilere Marks’dan yazıları bir araya koyup ben yazdım diye verdim. Onlar da beni garip bulmuşlardı. PANELE gelen şeflerine okutmuşlar. Verdict is without appeal: “It is written by a Jehovah’s Witness.”
Ama gülme komşuna gelir başına. Arkadaşım dalga geçmek için “Devrimcilere Kılavuz” kitabı yazdı her gün sayısız istek gelirdi. Ve hâlâ satılıyor. Hem de yazar, Michael Velli!
Cahillik ve anlamama hem iç içe hem de soyut olarak anlaşılması imkansız. Fakat bağlam içine oturtursam, ben bu sitede Medeniyet’in ve ilkellerin ne olduğunu bilen birine rastlamadım. Bu cahillik! Ve sonsuz salakça anlamalara yol açıyor.
Örneğin X kıtasının, Y bölgesinde tırnaklarını aynı biz medeniler gibi kesen bir medeniyet bulunmuş. Olur mu ama ? Onlar da insan değil mi?
En basitini söyleyeyim. İlkelliği savunma doğaya, basit yaşama dönmekmiş. Kompleks, salt kendileri gibi ancak dahilerin başa çıkablieceği hayattan kaçmakmış …-mış…-miş. Alın ilkel mitleri anlatan birkaç kitap. Yalancılık, kıskançlık, sahtkarlık, birbirinin arkasından vurmak, tamahkarlık, gücü yetenin baskısı … ne arasan var. Hatta sevdiğim bir yazar bu büyük beyinli yavşaklarla dalga geçmek için “ne güzel, kendi fantezilerini beslemek için ilkellerin insanlığını inkar edip işi bağlamışlar.” dedi. Yani, tam tersini iddia edebilirim, zırvalayanlar kendi kendileriyle konuşan, motoru sönmüş, dünyanın karışıklığını parti tutma, anarşist, marksist, müslüman, hıristiyan olma ile ve özellikle kölelikle maaş kazanmaya indirgeyip basitleştirenler.
Diğer orta sınıf pomplayıcıları, ilkelleri doğayı seven, ekolojik, barış sever, çevresi ile harmoni içinde yaşayan çocuklar, aslan/köpek gibi değil, daha çok at gibi et yerine, Zileli’nin dediği gibi, yeşil ot yiyen doğanın parçası, daha henüz doğadan çıkıp tarih yaratmamış falan filan. Hollywood+televizyon dizileri.
Savaşçılar kalmamış olanların sulh sevmemesi biraz benden bile garip olmaz mı ? Belki de dediğiniz gibi ilkellerin de motorları yanmış benim gibi salt zırvalıyorlar ama zararsızlar.
Hadi ben de fiyaka satıyım. Ben 1963’de ABD’ye devlet bursuyla İnşaat Mühendisliği çalışmaya gönderilmeden önce 6 ay İTÜ insaat fakültesinde çimento fabrikalarının verdiği bursla öğrencilik yaptım. Ama asıl fiyakam ABD’yi gördükten kısa bir süre sonra mezarlık olduğunun farkına varıp asıl dolandırıcının ve asıl mafyanın kim olduğunu anlamamda. Hem de New York’ta.
Teşekkürler Sayın Necip Bey yanıtınız için. Sorumun muhatabı Sayın Perinçek olsa da ilgilendiğiniz için sağolun.
Peki bu söylediklerinizin mealini aşağıdaki cümlelerdeki gibi bir şekle de sokabilir miyiz acaba?
“Devrimciler-Marksistler-anarşistler-solcular-antikapitalistler-Kürd ulusalcıları (ve benzerleri) ikiye ayrılır:
Psikopat (ve sosyopat) olanlar ve olmayanlar.”
Avrupa Rönesans ile asıl kimliği Grekliğini yeniden buldu. Greklerin hiç sevmediği ve kölelere yakıştırdığı, Hıristiyanlık’ta Allah’ın bedduası olan EMEK en yüce erdem oldu. İlk medeniyet ile başlayan mutsuz kovboy-esnaf/tüccar ‘aşk ve nefret’ evlilik esnaf/tüccar-burjuvaların EMEK tanrısı yardımıyla ‘aşk ve nefret’ anlaşması olarak burjuva zaferiyle güncellendi.
Yani esnaf/tüccar anatomisi bilim adamı, yüzde yüz burjuva Marks’ın deyişiyle trajedi, komedi oldu.
Örneğin, Devlet olmasa ABD ve AB’de süpermarketlerle bankalar bir günde çekirge felaketine uğrar. İnşallah ! Amin ! Esnafların, örneğin Necip’in, Devlet ebedidir hüsnükuruntusu boşuna değil.
Bu dünyayı kökünden sarsan, dalglarla dünyanın en ücra yerlerine yayılan ve hâlâ yayılan kıyam yanında, şu an en büyük moda olan, bütün tarihi açıklayan, madde bilinçaltında oluşanların materyalist ve diyalektik kıtalar arası kaymaları, iklim değişmeleri, deniz kabarmaları çocuk oyuncağı.
Sadede geleyim.
Bundan böyle, canlı olsun cansız olsun, her varlık İLERİYE yatırım oldu.
Trajedinin komediye ikinci geçişi, aşağı yukarı, en geç, İkinci Dünya Savaşı’nda sonra üretimden tüketime ve burjuvadan orta sınıfa geçişle oldu.
17-19. yüz yıllarda Avrupa burjuva ailelerinin büyük sorununu bu yılların tarihçisi şöyle anlatır :
“Thereafter the main concern of the bourgeois family was to choose the occupation that the son would follow. The kind of work to be done decided the course of his early years.”
Bu yılların Avrupa edebiyatı sayısız misallerle dolu.
Yine Marks kendini örnek vererek burjuva hayallerini güzel canlandırır:
Sabah 5 diğer bir Avrupa yabancı dil,, 5 buçuk Grek, 6 Latin, 6 buçuk piyano, 7 dümbelek, 7 buçuk tarih, 8 matematik, 8 buçuk doğa bilimleri, 10 coğrafya …
Not: Sanırım bunlar ve torunlarının kafayı yemiş, insan kanına susamış cellatlar olmaları pek şaşırtmamalı.
Not: Komedi ve trajedi “synchronic” de olabilir. Cellatlar, trajediyi, özgürlük, başörtüsüzlük, demokrasi, herkesin tüketici olma insan hakkı gibi komedi maskeleriyle oynarlar.
Not: Bu sitedeki anarşistler babalarına isyan edip tıpkı babaları gibi olan marksist-anarşistler.
Binlerce arasından sevdiğim bir yazar Dickens’den bir alıntı:
“Şu pislik içinde neşe dolu oynayan çingene çocuklara bak, bizim suratı asık temiz İngiliz çocuklara bak!”
Daha sonra ayın şey başka söylendi: “We don’t need no education, we don’t need no mind control. Teacher leave the kids alone!”
Her neyse. Bu son komedinin burjuva orta sınıf tenasühü Mukadder, Özgür Üniversite’de çocuk yetiştirme kurslarına yazılmış ve öğrendği orta sınıf uzun havalarını (blues) buraya aktarmış.
Mukadder, sana ampirik tecrübemden tavsiye: No Televizyon, No Okul.
Benim çocuğum yok ama arkadaşlar evlerinde televizyon bulundurmadılar ve çocuklarını eğitim polislerinden sakladılar. Çocuklar şahane insanlar oldu.
Tabii, onların bir avantajı sizlerde yok. Partilerde geyik sohbetleri, medya dedikoduları yapılmazdı.
Üniversite 4. sınıfı matematiğini, matematiğin cimri bilimi olduğunu, matematiğin kafayı mükemmellikle yemiş sapıkların (Platon’un idealler dünyasını duymuşundur inşallah) allahı taklit bilim olduğunu, modern bilimi, cynicleri, Chuan Tzu’yu, Upanişadları, Zerdüşü, mitleri, Blake’i, milleneriansları, kazanmayanların alttan tarihini, ilkelleri ve özellikle kızılderilileri, kafayı ölçüyle yemiş sapıkların kuantum fizikle nasıl ölçü çıkmaz sokağına girdiklerini ve bir sürü daha şeyi çocuklara ben kendim öğrettim.
Diğer arkadaşlar müzikden tut yabancı dillere, matbaacılıktan bahçeciliğe kadar sayısız şeyler öğrettiler.
Kâğıt Paranın Tarih Sahnesine Çıkışı
Kâğıt para ilk kez 7. yüzyılda Çin’de Tang Hanedanının hükümranlığı sırasında, emanet senedi gibi ortaya çıktı. Madeni paralarını sürekli yanlarında taşıma riskinden kurtulmak isteyen tüccarlar, paralarını güvenilir kişilere emanet olarak bırakıyorlar ve karşılığında yazılı bir senet alıyorlardı. Zaman içinde bu senetler, arkalarına devir kayıtları ve mühürleri konularak, yani bir anlamda ‘ciro edilerek’, başkalarına devredilir oldu. Böylece, malı alan kişi bunun karşılığında satıcıya bu emanet senedini devrettiğinde, emanetteki madeni para el değiştirmiş oluyordu.
Çin’de tüccarlar arasında kullanılmaya başlanan kâğıt paraların üstünlüklerini fark eden ‘merkezi hükümet’, kâğıt para basımını tekel olarak üstlenmeye yöneldi ve 1120 yılından itibaren ‘kâğıt devlet parası’nı basmaya başladı. Çin’e yolculuklar düzenleyen Venedikli tüccarlar, devlet garantisi altında basılan ve kolaylık sağlayan kâğıt para düşüncesini ‘Batı’ya taşıdılar. Böylece Avrupa, kâğıt para ile tanışmış oldu.
Banknot terimi ilk kez İtalyanlar tarafından 14’üncü yüzyılda ‘Nota di Banco’ (banka notu, banknot) olarak kullanılmaya başlandı. İtalyan bankaları kendilerine emanet edilen madeni paralar karşılığında banknot düzenlediler ve bu banknotlar elden ele dolaşarak, Çin’deki gibi, tüccarlar arasında kâğıt para işlevi görür oldu.
İngiltere Merkez Bankası’nın (Bank of England) 1694 yılında kurulmasından önce, altınlarını rehin edenlere altın tacirlerinin (goldsmiths) verdiği yazılı senetler (goldsmiths notes) kullanılmaya başlanmıştı. Bu kâğıtların el değiştirmesiyle, karşılığı altın olan kâğıt para (banknot) fiilen doğmuş oluyordu. Zamanla bu tacirler banka gibi çalışmaya yönelince, bunları yönetecek ve kâğıt para basacak bir kuruma gereksinim doğdu. Bank of England’ın doğuşunda bu gelişme önemli bir etkendir.
Altın Standardı Dönemi
19’uncu yüzyılın ilk çeyreğinde kâğıt paranın giderek yaygınlaşmasıyla birlikte İngiltere’de altın standardına geçildi. ‘İngiliz Sterlini’, altına bağlı para olduğu için genel kabul gördü ve giderek dünyadaki en önemli ‘rezerv para’ hâline geldi.
Altın standardı sistemi, ülkelerin, kendi kâğıt paralarını belirli bir ağırlıkta saf altın olarak tanımlamasıyla ortaya çıkmış bir sistemdir. ‘Kâğıt para’ ile ‘altın’ arasında belirlenen bu değere ‘parite’ deniyor. Ulusal paranın değerinin belirlenen parite düzeyinde sürdürülebilmesi, merkez bankasının bu pariteden isteyene altın satması ya da kendisine getirilen altınları bu pariteden satın alması anlamına geliyor. Kâğıt paranın altına, altının da kâğıt paraya sorunsuz çevrilebilmesine ‘konvertibilite’ deniyordu.
Altın standardında bütün ekonomiler kendi parasını belirli bir parite ile altına bağladığında, sisteme girmiş bulunan bütün ülkelerin paraları sabit kur üzerinden öteki paralara bağlanmış oluyordu. Bu durumda kurlar da bu paritelere bağlı olarak belirleniyordu.
20’nci yüzyıla doğru ‘altın standardı’ uluslararası alanda yaygınlaştı ve 1914’de I. Dünya Savaşı çıkana kadar sorunsuz uygulandı. I. Dünya Savaşı öncesinde hemen hemen her yerde hükümetler kâğıt para basımını tekel hâline getirdi ve çoğu bu yetkiyi ‘Merkez Bankası’na verdi. Basılan kâğıt paraların altın karşılığı vardı. Bu karşılığı bulundurmakla, kâğıt parayı getirene o karşılığın ödenmesi sözü verilmiş oluyordu. Bu dönemde ‘İngiliz Sterlini’, altına bağlı ilk para olmanın sağladığı avantajın yanı sıra, İngiliz ekonomisinin dünya ticaretindeki ağırlıklı yeri nedeniyle de dünyanın en itibarlı parası olmaya devam etti. I. Dünya Savaşı’yla birlikte merkez bankalarına yönelik altın talebi artınca, altın karşılığı meselesi rafa kaldırıldı ve kâğıt para yalnızca yasal bir zorunluluğa dayalı olarak kullanılır oldu. Savaştan sonra ‘karşılık’ meselesi yeniden oturtulmaya çalışılsa da gerçekleşmedi. İngiltere, Sterlinin altın karşılığını tutmakta uzun süre direndiyse de o da başarılı olamadı. Bu dönemde parasını altına bağlı olarak tutmaya devam edebilen yalnızca ABD oldu. Bu nedenle de Dolar, Sterlinin yerini aldı ve yavaş yavaş dünya parası konumuna yükseldi.
‘Bretton Woods Sistemi’nden ‘Karşılıksız Paralar Sistemi’ne
1944’te ABD’nin New Hampshire eyaletinin Carroll kasabası sınırları içinde olan, geniş bir ormanlık alan içinde kurulmuş yapıları barındıran ‘Bretton Woods’ adlı bölgede, ‘Mount Washington Hotel’de yapılan ve ‘IMF’ ile ‘Dünya Bankası’nın kuruluşuna zemin teşkil eden toplantıda kabul edilen ‘yeni para sistemi’ sonrasında, ABD Doları, altına konvertibilitesi olan tek para olarak kalmıştı. Doların altın karşılığı 35 Dolar = 1 Ons altın denkliğiyle açıklanmış, ve böylece ABD Doları, altın karşılığı basılmaya devam etmişti. Dünyadaki diğer bütün ekonomiler, paraları için Dolar karşısında açıkladıkları kur üzerinden ‘dolaylı konvertibilite’ye sahip hâle gelmişlerdi.
Dünyadaki bütün ülkelerin altın karşılığını terk etmelerine karşın, ‘ABD Doları’nın altın karşılığında basılması, Doların dünya çapında kabul edilmesini sağladı. Bu gelişmede ABD ekonomisinin, dünya ekonomisindeki büyüklüğü, dünya ticaret hacmindeki yeri, küresel finans sistemindeki önemi de Doların altınla olan ilişkisi kadar etkili oldu. Dünyada merkez bankaları rezerv olarak altının yanında Dolar tutar oldular. Çünkü dış alemle alış-verişte en çok kabul gören araç (ödeme birimi) Dolardı. Dolar öylesine kabul gördü ki, dünyanın her ülkesinde ülkenin parası kadar, hâttâ bazen ondan bile fazla tercih edilir oldu.
Bu gelişmeye ‘petrol’ ve ‘altın’ gibi çok önemli iki malın Dolarla fiyatlandırılıyor olması da büyük katkı yaptı. Dolar zaten altın karşılığı basıldığı için altının Dolarla fiyatlandırılması zor olmadı. Petrolün Dolarla fiyatlandırılması ise ABD’nin körfezde İngiltere’den devraldığı hegemonik güç ve yine Doların altın karşılığı basılıyor olmasıyla sağlandı.
Vietnam Savaşı’nın yarattığı mali ve parasal sıkıntılarla bunalan ABD, 1971’de Doların altın karşılığı olarak basılması ilkesini terk edince, ‘karşılıksız kâğıt para basan ekonomiler’ arasına katılmış oldu. O zamana kadar karşılıksız para basan ekonomiler, paralarını bir anlamda Dolar üzerinden altınla ilişkilendirdikleri için, bu gelişmeden sonra dünyadaki bütün kâğıt paralar da karşılıksız kalmış oldu.
Madeni para, üzerinde yazılı değer kadar olmasa bile bir değer taşır. Altın karşılığı kalmamış olan kâğıt paranın üzerinde taşıdığı değere karşılık gerçek değeri ise yalnızca ‘kâğıt’ ve ‘mürekkep’ değeridir. Bu tür paraya ‘fiat para’ deniyor. Fiat, Latince ‘öyle olması gereken’ anlamını taşıyan bir sözcük. Kâğıt paraların altın karşılığı basılması ortadan kalkınca, kâğıt paranın üzerindeki değer, yalnızca ‘hükümet veya yasalar öyle söylediği için var olan bir değer’e dönüştü.
ABD Doları’nın Dünya Parası İşlevi
Uzun süre tek başına altın karşılığı taşıyan para olarak tedavül etmiş olmasının yarattığı itibarla, altın karşılığı 1971’de kaldırıldıktan sonra bile Dolar, sanki altın karşılığı varmış gibi dünyada kabul görmeye devam etti.
Gelişme yolundaki çoğu ülkenin kendi parası yeterince güçlü olmadığı ve sürekli değer kaybettiği için, konvertibiliteye geçiş sonrasında insanların bir bölümü paralarını Dolara çevirerek saklar oldular. Buna ‘para ikamesi’ veya ‘Dolarizasyon’ deniyor. Eğer ulusal para Dolara tercih edilmeye başlanmışsa, buna, ‘ters para ikamesi’ ya da ‘de-Dolarizasyon’ deniyor.
Aşağıdaki tablo Türkiye’de ‘para ikamesi’, ‘ters para ikamesi’ ve ‘yeniden para ikamesi’ döngüsünü sergiliyor:
(DTH: Döviz Tevdiat Hesabı)
Yıl 2000: DTH’nin Toplam Mevduatta Payı %45
Yıl 2002: DTH’nin Toplam Mevduatta Payı %55
Yıl 2008: DTH’nin Toplam Mevduatta Payı %23
Yıl 2010: DTH’nin Toplam Mevduatta Payı %29
Yıl 2014: DTH’nin Toplam Mevduatta Payı %36
Yıl 2018 Eylül: DTH’nin Toplam Mevduatta Payı %55
Yukarıdaki tabloda görüldüğü gibi, 2001 krizi öncesinde yabancı para mevduatının (DTH) oranı %45 iken kriz sonrası (2002) %55’e çıkmış, sonrasında uygulanan istikrar programlarıyla (2008) %23’e kadar gerilemiş, yani, ‘ters para ikamesi’ olgusu yaşanmış. 2010’dan başlayarak istikrar programının terk edilmesiyle yeniden ‘Dolarizasyon’ egemen olmuş ve bugün (Eylül 2018) gelinen aşamada 2001 krizi sonrasındaki para ikamesi düzeyine tekrar dönülmüş bulunuyor (%55).
Aşağıdaki tablo, dünyada merkez bankalarının döviz rezervi olarak tuttuğu yabancı paraların toplamda döviz rezervlerindeki oranını gösteriyor:
1. sıra, USD, pay %63,5
2. sıra, Euro, pay %20
3. sıra, Yen, pay %4,5
4. sıra, Sterlin, pay %4,5
5. sıra, Kanada Doları, pay %2
6. sıra, Avustralya Doları, pay %1,8
7. sıra, Yuan, pay %1,1
8. sıra, Diğer para birimleri, pay %2,6
Yukarıdaki tabloda görüldüğü üzere, bugün hiçbir paranın altın karşılığı olmamasına karşın, ABD Doları, geçmişten gelen gücüyle hâlâ merkez bankalarının döviz rezervlerinde en gözde para konumunda.
Ekonominin temel kurallarından biri, ‘talep artışının değer artışı yaratması’dır. Bir mala olan talep ne kadar yüksekse, o malın değeri o kadar artar. Gerek Türkiye’de olduğu gibi parası zayıf olan ekonomilerdeki yüksek ‘Dolarizasyon’ tercihi, gerekse dünya merkez bankalarının rezerv para olarak ‘Dolar talebinin yüksekliği’, Doların dünya parası olmaya devam etmesi olgusunu destekliyor.
6 Eylül 2018
Mahfi Eğilmez
İktisatçı
Hazine eski müsteşarı
Altınbaş Üniversitesi öğretim görevlisi
‘Kâğıt paranın kısaltılmış tarihi’ başlıklı yazımda, ABD Doları’nın dünya genelinde kabul görmesinin başlıca üç nedeni olduğunu vurgulamıştım:
(1) Doların en uzun süreyle altın karşılığı basılan para olması.
(2) Petrol ve altın gibi çok önemli iki malın Dolarla fiyatlandırılıyor olması.
(3) ABD’nin dünyanın en büyük ekonomisi olmasının da etkisiyle dünya ticaretinde ve dünya finans siteminde en yüksek paya sahip olması.
1971 yazından bu yana, Doların, tıpkı diğer kâğıt paralar gibi hiçbir karşılığı bulunmuyor. Doların 1971’e kadar altın karşılığı basılmış olmasının yarattığı itibari etki de artık eskisi kadar güçlü değil. Bunun nedenlerinden birisi de, 2008’de başlayan küresel ekonomik krizde ABD Merkez Bankası’nın (FED’in) dünyayı Dolara boğmuş olmasıdır. Bu şekilde piyasaya sürülen Dolarlar, ABD’de pek piyasaya çıkmadı, daha çok bankaların kasalarında kaldı ama dünyaya dağılan bölümü, özellikle, gelişmekte olan ekonomilerde ciddi enflasyonist etki yarattı. Doların bu şekilde kullanılması, ABD içinde olmasa bile dışında, Dolar konusundaki tartışmaları artırdı.
Bu itibar kaybına karşın petrol ve altın, Dolarla değerlendirilmeye devam ediyor. ABD’nin, bunu devam ettirebilmek için körfezde dolaylı egemenliğini sürdürmesi gerekiyor. Amerikan yönetimlerinin bu bölgede sürekli düşmanlar yaratması, onlarla çatışmaya girmesi, müttefikleri yanında tutmaya çabalaması, ortadoğuya yönelik ‘Yeşil Kuşak’ ve ‘Büyük Ortadoğu Projesi’ gibi projeler geliştirmesinin altında bu yatıyor. Bölgede yarın öbür gün ABD’nin etkisinden uzaklaşacak gelişmeler yaşanırsa, işler değişebilir.
Dolar, dünya parası düzeyine çıkarken ABD dünyanın en güçlü ekonomisiydi, dünya ticaretinde ve finans sisteminde bir numaralı ekonomiydi. Bugün o konumda mı? İnceleyelim:
GSYH (Gayri Safi Yurtiçi Hasıla):
1. sıra: ABD
2. sıra: Çin
3. sıra: Japonya
4. sıra: Almanya
GSYH, SAGP (Satın alma gücü paritesine göre GSYH):
1. sıra: Çin
2. sıra: ABD
3. sıra: Japonya
5. sıra: Almanya
En çok ihracat yapan ülkeler sıralaması:
1. sıra: Çin
2. sıra: ABD
3. sıra: Almanya
4. sıra: Japonya
Uluslararası Rezervler:
1. sıra: Çin
2. sıra: Japonya
4. sıra: ABD
11. sıra: Almanya
Yukarıdaki tablo, ABD’nin hâlâ dünyada önemli bir yere sahip olduğunu, buna karşılık, özellikle Çin’den gelen bir meydan okumayla, gücünün eski düzeyinde olmadığını gösteriyor. Öte yandan, artık Doların karşısında giderek güçlenen Euro var. Henüz o kadar güçlü olmasa da Yuan da aynı yolda ilerliyor.
Belçikalı iktisatçı Robert Triffin, 1960’da ortaya koyduğu hipotezinde, cari açık veren ABD’nin, bu açığı kapatmak için Dolar basacağını ve insanların, ABD hazine kasalarındaki altının bu kadar Doların karşılığını vermeye yetmeyeceğini düşüneceğini, bunun da Dolara duyulan güveni düşüreceğini öne sürmüştü. Cari açığı kapatmak üzere Dolar basmakla, Dolara güven sağlamak arasında oluşan bu çelişki ‘Triffin Çelişkisi’ adıyla anılıyor.
Robert Triffin bu değerlendirmeyi yaptığında Dolar hâlâ altın karşılığında basılıyordu. 1971’de Doların altın karşılığı kalkınca, işler biraz değişti.
2008 küresel ekonomik krizi başladıktan hemen sonra, FED, uyguladığı parasal genişleme (quantitative easing) politikası sonucunda, piyasalara milyarlarca Dolar dağıttı. Bu dönemde bir yandan ABD cari açığı düşerken (2006 yılında GSYH’nın %6’sından, 2015 yılında GSYH’nın %2,5’ine düştü) bir yandan da Dolar rezerv para olarak itibarını artırdı (6 önemli paraya karşı oluşturulmuş bulunan Dolar Endeksi 2006’da 90 iken, bugünlerde 95 düzeyinde bulunuyor.) Bir başka ifadeyle, Doların bollaşması, hem ABD cari açığını düşürdü hem de Doların itibarını yükseltti. Özetle, ‘Triffin Çelişkisi’ değil, tam tersine ‘pozitif’ bir ilişki ortaya çıktı. Bütün bunlar yaşanmış olmasına rağmen, bu durumun sonsuza dek böyle gideceğini söylemek elbette mümkün değil.
Doların, geçmişe göre itibar kaybına uğrasa bile, bugünden yarına dünya parası pozisyonunu kolay kolay kaybetmeyeceği görülüyor.
Doların dünyadaki yerini yitirmesinin ne kadar sürede olacağını ABD belirleyecek. ABD’nin özellikle Trump sonrasında başlayan ciddi itibar kaybı, ekonomisine de itibar kaybettiriyor.
ABD, kendi önderliğinde gelişen uluslararası serbest ticaret sistemini kendisi terk etmeye, ve, ‘yeni korumacılık’ denilen ‘ithal ikameci politikalar’a dönmeye uğraşıyor. Böylece kapitalizmin liderliğini de yavaş yavaş yitiriyor.
ABD, ‘ekonomi’de, ‘uluslararası ilişkiler’de ve ‘dünya liderliği’nde ne kadar hızlı gerilerse, Dolar da o kadar hızlı zemin kaybedecek. Trump’ın bu gerilemeye 2 yıllık katkısı, ‘Bretton Woods sistemi’nin çöküşünden bu yana yapılmış en büyük katkı gibi görünüyor.
7 Eylül 2018
Mahfi Eğilmez
İktisatçı
Hazine eski müsteşarı
Altınbaş Üniversitesi öğretim görevlisi
Necip, 18 Eylül 2018:
‘Patronlar’ diye bir sey yok. Boyle bir sinif yok.
Necip, 14 Temmuz 2013:
Necip, 16 Temmuz 2013:
ABD’nin eski İstanbul Başkonsolosu Robert Houghton, 12 Eylül 1980’deki askeri darbeden 2 hafta sonra Washington’a gönderdiği gizli diplomatik notta, iş dünyanın birçok üyesinin ‘terör ve belirsizlik ortamının’ geçmiş olmasından dolayı ‘neredeyse mutluluktan havalara uçtuklarını’ yazıyor.
‘BBC Türkçe’, 2011’de ‘Bilgi Edinme Yasası’ kapsamında yapılan bir başvuru üzerine, gizliliği kaldırılan ‘ABD Dışişleri Bakanlığı’ belgelerine ulaştı.
BBC Türkçe’den İrem Köker’in haberine göre, belgeler arasında ’12 Eylül 1980′ ile ‘5 Kasım 1980’ tarihleri arasında ABD’nin Ankara, İstanbul ve İzmir’deki diplomatik temsilciliklerinden Washington’daki Dışişleri Bakanlığı ile diğer ülkelerdeki temsilciliklerine gönderilmiş 10 adet yazışma yer alıyor.
Yazışmalarda Ankara’daki diplomatların, yeni yönetime ve başta ‘ekonomi’ ile ‘dış politika’ olmak üzere benimsenecek yaklaşımların ayrıntılarına odaklanırken, İstanbul ve İzmir’in ise ‘iş dünyası’, ‘akademi’ ve ‘basın’ gibi toplumun farklı kesimlerinin nabzını tuttuğu görülüyor.
Dönemin İstanbul Başkonsolosu Robert Houghton, 27 Eylül 1980’de Washington’daki ABD Dışişleri Bakanlığı ve ilgili diplomatik temsilciliklere gönderdiği ‘Özel’ ibareli yazışmada, görüştükleri kişilerin, genel olarak, darbeyi onaylar bir tavır içinde olduğunu ve şiddet olaylarında kaydadeğer bir azalma görüldüğünü belirtiyor.
Houghton, ‘Ordunun (yönetimi) ele almasının ardından İstanbul daha rahatlamış ve daha mutlu’ başlıklı yazıda, iş dünyasının bundan sonra ekonominin iyiye gitmesini beklediğine işaret ediyor.
KAPİTALİST VE DARBECİ NECİP’İN KADİM DOSTU KAPİTALİST VE DARBECİ EROL SABANCI’NIN ANLATTIĞI OLAY, GEÇMİŞTE NELER YAŞANDIĞINI GÖSTERİYOR
Yazışmaya göre, iş dünyasının, ‘darbe’ ile ilgili değerlendirmeleri şöyle:
İş adamlarını çoğu neredeyse mutluluktan havalara uçuyor. Bu havaya uçma halinin nedenini, geçmişteki terör olaylarının sonlanması ve belirsizliğin ortadan kalkması kadar, geleceğe yönelik vaat edici bir ortamın ortaya çıkması da oluşturuyor.
Hacı Ömer Sabancı Holding’den Erol Sabancı’nın kısa bir süre önce bize anlattığı bir olay, geçmişte neler yaşadıklarını ve ordunun yönetimi ele almasından önce hükümetin ne kadar felç halinde olduğunu gösteriyor.
Adana yakınlarındaki fabrikalarından birinde radikal solcular, genel müdürün odasındaki Atatürk portresinin altına ‘Kapitalizmin Uşağı’ yazılı bir pankart asmışlar. Bu pankart, yönetim kademesindeki hemen herkes, çalışanların büyük çoğunluğu, kolluk kuvvetleri gibi birçok kişi için hakaret niteliği taşıyor olmasına karşın hiç kimse bu pankartı kaldıramamış.
Yöneticiler, radikal işçi liderlerinden tepki görmekten (hâttâ öldürülmekten) korkuyorlarmış. Kolluk kuvvetleri de harekete geçerlerse, Ankara’dan destek alıp alamayacaklarından emin olamıyormuş. 12 Eylül 1980 gününe kadar hiçbir şey yapılamamış ve darbenin olduğu gün bu pankart kaldırılmış.
(İş insanları) kendilerini artık (belki de biraz fazla emin bir şekilde) çok daha güvende hissediyorlar, ve yalnızca grevdeki çalışanlarının fabrikaya geri dönmesinden değil, döndükten sonra iş yapmaya başlamış olmasından dolayı da rahatlamış durumdalar.
İş dünyasından irtibat kurduğumuz kişilere göre, tüm fabrikalar çalışıyor ve üretim düzeylerinin de artacağı konusunda iyimserler.
Houghton, iş dünyasının, özellikle Turgut Özal’ın başbakan yardımcısı olarak atanmasından büyük memnuniyet duyduğunu belirtiyor.
Darbeyle devrilen hükümetin Başbakanı Süleyman Demirel döneminde Başbakanlık Müsteşarı olan Turgut Özal, aynı zamanda 24 Ocak 1980’de açıklanan ve Türkiye’nin ‘serbest piyasa ekonomisi’ne geçişinin en önemli hamleleri arasında gösterilen kararların da mimarı. ‘Sol kesim’ ve ‘sendikalar’ ise bu kararların işçi haklarına ciddi zarar verdiğini vurguluyor.
KAPİTALİST VE DARBECİ NECİP: ASKERİN POSTALI SOKAKLARDA GEZMEYE BAŞLADIKTAN SONRA, İNSANLAR ARTIK DAHA DİSİPLİNLİ, ‘KIRMIZI IŞIK’TA DURANLARIN SAYISI BİLE ARTTI, MUTLUYUM.
Houghton, aynı yazışmada, İstanbul’daki komuta kademesinin ‘normale dönüş’ ilkesini benimsemiş gibi göründüğünü belirterek, sokaklardaki tankların çekildiğine ve asker sayısının azaldığına dikkat çekiyor.
Houghton, dönemin İstanbul Sıkıyönetim Komutanı Orgeneral Necdet Üruğ’u ‘makul, sert ve etkin bir yönetici ve lider’ olarak tanımlıyor.
O dönemde Beyoğlu’nda bulunan İstanbul Başkonsolosluğu civarında şiddet olaylarının ve çatışmaların da azaldığına dikkat çeken Houghton, şu izlenimleri paylaşıyor:
İstanbul’daki insanlar, artık geçmişe kıyasla çok daha disiplinli davranıyor. Halen çoğunluk olmasa da, daha fazla kişi kırmızı ışıkta duruyor.
Ayrıca insanların genel görünümü de iyileşmiş gibi. Cunta öncesi döneme kıyasla, daha fazla insan artık İstiklal Caddesi’nde yürürken ‘pahalı görünen paltolar’ giymeye ve hâttâ ‘mücevher’ takmaya başladı.
KAPİTALİST VE DARBECİ NECİP: GÖRDÜĞÜMÜZ EN CİDDİ HOŞNUTSUZLUK, İKİ SOLCU ÖĞRENCİDEN. PİS SOLCULAR!
Houghton, karşılaştıkları en ciddi hoşnutsuzluk ifadesinin ise ‘şaşırtıcı olmayacak’ şekilde iki solcu öğrenciden geldiğini aktarıyor.
Houghton, görüştükleri öğrencilerin İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde eğitim gördüklerini ve Türkiye Komünist Partisi tarafından 1970’lerde kurulan İlerici Gençler Derneği’ne (İGD) üye olduklarını belirterek, Türkiye’nin artık ‘ABD’nin tam kontrolü altına girdiğini ve faşist bir devlete dönüştüğünü’ söylediklerini aktarıyor ve şöyle devam ediyor:
Askeri müdahaleyi onaylayanlar arasından ise duyduğumuz tek çekince, İstanbul Ticaret Odası Yönetim Kurulu Başkanından geldi.
Kabinede birkaç bakan kalması ve diğer bakanlıkların da daimi müsteşarlıklara dönüştürülmesi gerektiğini öne sürdü. Ayrıca, kurulan kabinedeki dört bakanın daha önce (öldürülen eski Başbakan) Nihat Erim’in hükümetinde de görev yaptığını ancak çok da başarılı olamadıklarını söyledi.
Darbenin, ABD Başkonsolosluğu’nu, şirketleri ve kurumlarının gündelik faaliyetlerini hiçbir şekilde etkilemediğini belirten Houghton, 1979’un aynı dönemine kıyasla ABD’ye yapılan vize taleplerinin arttığını ancak olağan seyrin üzerine çıkan kaydadeğer bir sıçrama görülmediğini de not düşüyor.
KAPİTALİST VE DARBECİ NECİP: DARBE, İSTANBULLULAR İÇİN TAM VE HOŞ BİR SÜRPRİZ OLDU, MUTLUYUZ, COŞKULUYUZ.
Houghton imzasıyla gönderilen bir diğer yazışma da 15 Eylül 1980 tarihini taşıyor.
‘Türkiye’deki askeri darbenin ardından İstanbul’da durum sakin’ başlığıyla gönderilen, gizlilik düzeyi ‘Özel’ olarak belirlenen bu belgede, darbenin ilk üç gününe dair izlenimlere yer veriliyor.
Darbenin, İstanbul’da yaşayanların büyük çoğunluğu için ‘tam ve hoş bir sürpriz’ olduğunu belirten Houghton, birçok kişinin askeri yönetimin ülkeyi içinde bulunduğu zor dönemden çıkarmasını umduğunu ifade ediyor:
12 Eylül Cuma sabahı, bu şehirde yaşayan 5,5 milyon kişi, Ankara’da kurulan Milli Güvenlik Konseyi’nin yayımladığı bildirileri radyodan dinledi ve sokağa çıkma yasağı ilan edildiğini duydu.
Sabahın ilk saatlerinde tek tük duyulan silah seslerinin dışında genel olarak sakin geçti. İstanbul Boğazı’ndan az sayıda yabancı gemi geçiş yapmış olsa da hiçbir sivil, yerli gemi geçmedi.
Çevreyolunda çoğu kamyon, otobüs ve polis arabası olmak üzere az sayıda araç vardı ve dükkanların tamamı kapalıydı. Mahallelerden aralıklarla geçen kamyonlar, ekmek satışı yapıyordu.
Askerler, birkaç küçük çocuk ve evine dönmeye çalışanlar haricinde herkesi evinde tutmayı başardı. Su elektrik ve telefon hizmetleri normal şekilde devam etti.
KAPİTALİST VE DARBECİ NECİP: 14 EYLÜL 1980 İTİBARİYLE HAYAT NORMALE DÖNÜYOR GİBİ, MUTLULUKTAN GÖBEK ATIYORUM, ARTIK DAHA FAZLA SÖMÜREBİLECEĞİM. KENAN EVREN’İ ÇOK SEVİYORUM, TURGUT ÖZAL GİBİ BİRİNİ SİYASET SAHNESİNDE YÜKSELTİP BİZİM GİBİ KAPİTALİST PATRONLARIN KÖPÜRMESİNE İMKAN SAĞLADIĞI İÇİN.
Houghton, sokağa çıkma yasağının kaldırılmasının ardından görüştükleri Türklerin ‘neredeyse tamamının’ darbeden memnuniyet duyduğunu, ancak birkaç aydının ülkedeki demokrasinin başarısızlığa uğramış olmasından dolayı duydukları üzüntüyü dile getirdiğini belirtiyor:
Cumartesi sabah saat 10:00’da askerler, İstiklal Caddesi üzerinde bulunan ‘Cumhuriyet Halk Partisi’ ve ‘Adalet Partisi’ merkez binalarına girmiş ve parti amblemlerini sökmeye başladı.
14 Eylül Pazar günü İstanbulluların Boğaz kenarında yürüyüşe çıktığı ve kafelerin büyük bir bölümünün de neredeyse dolu olduğu görüldü. Trafik normalden daha azdı.
Boğaz’da gezen eğlence teknelerinin sayısı azalmıştı, ancak yine de hayat genel olarak normale dönüyor gibi duruyor.
İstanbul’da darbeyle birlikte uygulamaya konulan sokağa çıkma yasağı, 13 Eylül Cumartesi günü saat 08:00 itibariyle kaldırıldı. Otobüs ve gemi seferleri yeniden yapılmaya başlarken, bir günlüğüne durdurulan ülkeye giriş-çıkışlara da yeniden izin verildi.
İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı, gece saat 00:00 ile 05:00 saatleri arasında sokağa çıkma yasağı uygulanacağını açıkladı.
Houghton, bu yasağın gece hayatı üzerinde bir miktar olumsuz etki yaratabileceğini, ancak, zaten yaşanan şiddet olaylarından dolayı insanların bir süredir gece çıkmamayı tercih ettiklerini belirtiyor.
‘Ekonomin çarı’ olarak tanımladığı Turgut Özal’ın yeni kabinede görevinde kalacak gibi görünmesinden iş dünyasının büyük mutluluk duyduğunu belirten Houghton, ailelerin ise darbenin lideri Genelkurmay Başkanı Kenan Evren’in eğitimle ilgili yaptığı vaatlerden dolayı mutlu olduklarını ifade ediyor.
Yazışmada, ‘Halk, askeri yönetimin iktidarda kalmasını ne bekliyor ne de istiyor. Halkın isteği, askeri yönetimin güçlü bir sivil hükümetin ülkeyi yönetmesini sağlayacak kurumsal ve siyasi çerçeveyi oluşturması’ yorumu yapılıyor.
KAPİTALİST VE DARBECİ NECİP: EN BÜYÜK MUHALEFET AYDINLAR VE SENDİKACILARDAN. PİS AYDINLAR! PİS SENDİKACILAR!
Darbe sonrası izlenimlere dair bir diğer yazışma da 2 Ekim 1980 tarihli. ‘Gizli’ ibareli İzmir’den yapılan bu yazışma, ‘Ordunun (yönetime) el koymasına İzmir’den başka tepkiler’ başlığını taşıyor.
Yazışmanın kim tarafından kaleme alındığı belirtilmiyor. Ancak içinde Başkonsolos Houghton’ın İzmir’de yaptığı temaslarla ilgili ayrıntılara yer veriliyor.
Yazışmada, darbeyle ilgili İzmir’deki genel havanın da olumlu olduğu ve ordunun müdahalesine yönelik en büyük muhalefetin, bazı aydınlar ve aralarında Türk-İş üyelerinin bulunduğu faal sendikacılardan geldiği ifade ediliyor.
Başkonsolos Houghton’ın, 24 Eylül’de, ‘uzun zamandır birbiriyle arkadaş olan ve kendilerini ortanın solunda olarak tanımlayan’ bir grup sanatçı, müzisyen, oyun yazarı, oyuncu ve basın mensubu ile bir araya geldiği belirtiliyor.
Bu görüşmelerde, hava ‘genel anlamda karamsar’ olarak tanımlanıyor ve ordunun bundan sonra yönetimi bir daha bırakmayacağına dair endişelerin dile getirildiği ifade ediliyor:
Sıkıyönetim kanununda yapılan değişikliklerle MGK’nın (Milli Güvenlik Konseyi) kendi yetkilerini artırması, basına uygulanan sansür, devlet memurlarını ihraç yetkisi ve arama, gözaltı ile tutuklamayla ilgili kuralların esnetilmesi, gücü kötüye kullanabilecekleri kaygısı yaratıyor.
Her ne kadar temas kurduğumuz kişiler henüz böyle bir durumun olmadığını kabul etseler de, bir aşamada yaşanacağından emin görünüyorlar.
KAPİTALİST VE DARBECİ NECİP: BİLGİ ALMAK İÇİN SORGULARDA, PİS SOLCULARA İŞKENCE YAPILDIĞINDAN EMİNİZ. İNİM İNİM İNLEYEREK GEBERSİNLER!
Yazışmada, Başkonsolos Houghton’ın bir araya geldiği kişilerin tutuklananlara sorgu sırasında işkence yapıldığını iddia ettikleri belirtiliyor:
Konuştuğumuz kişilerin elinde gözaltı ve tutuklamalara dair sayılar vardı ancak bu sayılar biraz abartılı görünüyor. Ayrıca, sorgularda bilgi almak için kesinlikle işkence yapıldığını da öne sürüyorlar.
Özellikle sendika üyelerinin başına gelenlerden endişe ediyorlar ve bu kişilerin ‘acımasız sorgulardan’ geçirilerek fiziksel zarar görmelerinden korkuyorlar. Ayrıca, işçi örgütlerinin ve diğer muhalif grupların artık yer altına indikleri ve geçmişe kıyasla çok daha geniş ölçekte şiddete başvurmalarını bekliyorlar.
Sol kesimin sağcılardan daha fazla cezalandırıldığına dair kaygıları da mevcut. İçlerinden birkaç kişi, ileride Milli Güvenlik Konseyi’nin üyelerinin Türkiye’ye faşizmi getiren insanlar olarak hatırlanacağını söyledi. Ancak bu iddiaya içlerinden bazıları itiraz etti.
ABD’li bir heyet, bu görüşmenin ertesi günü bu kez ‘daha yoksul gecekondu mahallelerini’ ziyaret ediyor. Bu ziyarette elde edilen izlenimlerin diğer görüşmelere kıyasla çok daha farklı olduğu not düşülüyor.
Yazışmada, ‘Bu ziyaret sırasında, esnaf, çay ocağı sahibi gibi karşılaştığımız herkes, 12 Eylül darbesi nedeniyle rahatladıklarını söylüyor. Darbeden önce şiddet olayı yaşanmadan gün geçmediğini söylediler’ deniliyor.
ABD’li heyetin yine İzmir’de görüştüğü kişiler arasında iş dünyasının temsilcileri de var. Yazışmada, iş dünyasının bazı temsilcilerinin ‘sorumsuz politikacılar’ nedeniyle darbeden başka seçenek kalmadığını söyledikleri ve demokrasinin işleyememiş olmasından dolayı duydukları üzüntüyü dile getirdikleri belirtiliyor.
Yazışmada, aynı görüşmede bazı üst düzey askeri yetkililerin de bulunduğu aktarılıyor ve ‘Askeri yetkililerin artık ordunun yönetimi ele aldığı ve ‘işleri düzelttiği’ için artık endişe duyulmaması gerektiği ve teröristlerin de kaçtığı yönündeki sözleri biraz safça görünüyor. Ancak ortamda tartışma çıkmaması için sarf edilmiş olması da muhtemel’ ifadelerine yer veriliyor.
Yazışmada, Ege Bölge ve Sıkıyönetim Komutanı Orgeneral Süreyya Yüksel ve Hava Kuvvetleri Komutanlığı’ndan Korgeneral Muammer İnal ile yapılmış görüşmelerin ayrıntıları da yer alıyor:
30 Eylül’de Orgeneral Süreyya Yüksel’in sıkıyönetim komutanlığına atanmasından dolayı bir tebrik telefonu açtım. Normalde 20 dakika civarı süren görüşmelerimiz, bu kez 1 saati buldu.
Görüşmenin ana mesajı, ordunun çok isteksiz bir şekilde müdahale ettiği ve en kısa zamanda ülkenin yönetimini yeniden sivillere bırakmayı istedikleri yönündeydi. Milli Güvenlik Konseyi’nin üyelerinin tamamının kendisinin çok yakın arkadaşları olduğunu ve hiçbirinin siyasi gücü elinde tutmak istemediğini söyledi.
Görüşmede, ‘amatörler’ olarak nitelendirdiği ve yönetme konusunda deneyimsiz, esas odaklarının ‘Demokrat Parti’ üyelerinden intikam almak olduğunu söylediği ’27 Mayıs 1960 darbesinin liderleri’nden farklı olarak, bu yeni komuta kademesinin en kısa sürede siyasal partilerin hayata dönmelerini sağlayacak şekilde düzeni sağlamak ve gerekli ‘ayarlamaları’ yapmak istediğini ifade etti.
12 Eylül 1980’de ne oldu:
TSK, cumhurbaşkanının parlamentoda uzlaşma sağlanamaması nedeniyle aylarca seçilememesi, yaşanan hükümet istikrarsızlığı, ağır ekonomik sorunlar ve yoğun iç çatışmaları gerekçe göstererek 12 Eylül 1980 Cuma günü sabah saat 03:00’te yönetime el koydu.
Ülkenin yönetimi darbeyle birlikte kurulan Milli Güvenlik Konseyi’ne (MGK) devredildi. MGK’nın yayımladığı ilk bildiride, darbenin, ordunun ‘İç Hizmet Kanunu’nun verdiği Türkiye Cumhuriyeti’ni kollama ve koruma görevini’ yerine getirmek adına ’emir-komuta zinciri’ içinde gerçekleştirildiği belirtildi.
MGK’nın başkanlığına Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren getirildi.
Konsey’de yer alan diğer isimler de Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Nurettin Ersin, Deniz Kuvvetleri Komitanı Oramiral Nejat Tümer, Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Tahsin Şahinkaya ve Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Sedat Celasun oldu.
Konsey’in genel sekreterliği görevini de Orgeneral Haydar Saltık yürütüyordu.
Darbe olduğunda iktidarda Adalet Partisi (AP) Genel Başkanı Süleyman Demirel başbakanlığındaki azınlık hükümeti bulunuyordu. Bu azınlık hükümetine, Necmettin Erbakan önderliğindeki Milliyetçi Selamet Partisi (MSP) ve Alparslan Türkeş’in lideri olduğu Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) dışarıdan destek veriyordu. Ana muhalefette ise genel başkanlığını Bülent Ecevit’in yaptığı Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) vardı.
Darbenin ardından birçok siyasi parti, sendika ve dernek kapatıldı, yeni bir anayasa hazırlandı, birçok isme siyaset yasağı getirildi ve parlamenter sistemde önemli değişiklikler yapıldı. Darbenin ardından yaklaşık 3 yıl sonra, 6 Kasım 1983 genel seçimleriyle demokrasinin yeniden tesisi süreci de başladı.
Adalet Bakanlığı’nın açıkladığı resmi verilere göre, 12 Eylül 1980 askeri darbesinin ardından toplam 650.000 kişi gözaltına alındı ve 52.000’i de tutuklandı. Fişlenen kişi sayısı da 1.680.000, vatandaşlıktan çıkartılanların sayısı da 14.000.
Sıkıyönetim mahkemelerinde 210.000 dava açıldı ve toplamda 230.000 kişi farklı suçlardan yargılandı. Bunların 7.000’i hakkında idam cezası istendi.
Bu dönemde, 14 kişi cezaevlerindeki açlık grevleri nedeniyle, 171 kişi sorguda ve uğradığı işkence sonucu ve 49 kişi de idam edilerek yaşamını yitirdi.
Ancak sivil toplum kuruluşları, gerçekten çok daha fazla kişinin darbeden etkilenmiş olabileceğini söylüyor.
(Odatv, 13 Eylül 2018)
İflas Etmiş Mendebur Patronlar
(“Batı rüzgarıyla iflas etmiş” olan “Eski Patronlar” sınıfı)
müflis mine’d-debûr (Batı rüzgarıyla iflas etmiş)
>
müflis mendebur
>
mendebur
Burada yazdıklarınızı okuyanlar, sizin ne uyarılar yapmaya çabaladığınızı, yavaş da olsa, hengameli de olsa, anlama yoluna girdiler nihayet. Sizin kıymetli biri olduğunuzu, yine yavaş bir şekilde, yine hengameli bir şekilde, anlayacaklardır, biraz uzun sürecek ama anlayacaklardır.
‘Üslup’ meselesi, sizin ısrarla vurguladığınız üzere, ‘satıhsal’ bir tül, bir perde, bir makyaj gibi işlev görmekte, sizin uyarılarınızın muhtevasını anlamaya çalışmak yerine, ısrarla, kullandığınız üsluba, adeta ‘dış görünüm’e odaklanmaktan, içeriğinizin ehemmiyetini ıskalamak epey yaygın. Bunun, sadece bu sitede görülen bir davranış olmadığını, hayatın neredeyse en basit, en olağan diyaloglarında bile ‘üsluba, dış görünüme, makyajın büyüleyiciliği’ne önem vermenin pompalandığını en net gözlemleyenlerden biri olduğunuz aşikâr.
Yazı yazmaya yeltenen herkesin, birer cambaz olması, ‘dictionary’deki en fiyakalı kelimeleri bulmakta usta olması, yılanı deliğinden çıkaracak ‘tatlılıkta’, uslu, terbiyeli, cezbedici, ama asla hakaret-küfür-argo ifadelerin kıyısına yaklaşmayan, ‘ağdalı, traşlanmış, pudralanmış, makyajlanmış’ bir üslup kullanması gerektiği adeta şart koşuluyor. Boş içerik, makyajlanıp pazarlanıyor. Dolu içerik yazanların, kullandığı ‘üsluba’ dikkat etmez ise, yazdıklarını pazarlayamayacağı, ‘yazı piyasası’ndaki keskin rekabete dayanamayıp kaybolacağı daima tehdit edercesine hatırlatılıyor, beyinlere çivi gibi çakılıyor.
Sizin bu sitede yazdıklarınızı ve yazacaklarınızı anlamaya gayret edenlerin, sizi biraz daha yakından tanıması için, özel hayatınızın didik didik edilip adeta ‘röntgencilik’e yaklaşma sınırlarını şahsınızın belirleyeceği şekilde:
Detroit’te yaşadığınız yıllardan unutamadığınız anıların birkaçını yazar mısınız?
Yıllar sonra Detroit’e (ve ABD’nin diğer şehirlerine) gitme imkanınız oldu mu? Olduysa, gözlemleriniz ne?
Çok sıcak bir yaz gününde, hem kendinize, hem komşunuzun çocuğuna sıcaktan bunaldığınız için hortumla su serptiğinizi, bunu gören çevredeki insanların size yargılayıcı gözle baktığını söylemiştiniz. Bu ‘olay’ın akıbeti ne oldu? Buna benzer ‘olay’lar yaşadınız mı?
İngilizce’den başka seri konuşabildiğiniz diller var mı? Fransızca, Almanca, Arapça ve İtalyanca göndermeler, alıntılar da yapıyorsunuz yazılarınız içinde. Bu dilleri de seri konuşabiliyor musunuz?
‘Fifth Estate’ ( https://www.fifthestate.org/ ) dergisinin akıbeti ne oldu? Bu dergide çalıştığınız yıllarda edindiğiniz arkadaşlarınızdan hayatta olanlar var mı? Görüşüyor musunuz?
‘Anarcho-primitivism’in günümüzdeki algılanışı sizce nasıl? Derginin yeni sayılarını okuyor musunuz? Sizin aktif olduğunuz yıllardaki yayın çizgisi ile, günümüz yayın çizgisi arasında farklar var mı? Yıllar önce çalıştığınız bu dergiyi de bugün eleştiriyor musunuz?
Murray Bookchin’e öfkeli olduğunuzu yer yer hatırlatmıştınız. Ulus Sedat Baker’i de dolu dolu eleştirmiştiniz. John Zerzan’la en son ne zaman görüştünüz, görüşmenizin içeriği ne idi?
David Watson’la hâlâ görüşüyor musunuz?
Fredy Perlman, 26 Temmuz 1985’te öldü. Ölümünden önce son kez görüşebildiniz mi? Görüştüyseniz, neler konuştunuz?
Artık Avrupa’da yaşadığınızı söylemiştiniz. Ara sıra da olsa, üniversitede ders vermeye devam ediyor musunuz? ‘Koca kelleli akademi camiası’, sizin gibi birini arasına kabul etmekte güçlük çekiyor mu? Ne de olsa, gençliğinizdeki akademi camiası ile günümüz akademi camiası arasında da farklılıklar arttı. ‘Sarışınlığa ve mavi gözlülüğe’ önem verip ‘ağdalı üslup’ kullanmak, dünyanın yer yerinde ‘moda’ olarak dayatıldı. Günümüz akademi camiası, sizin yazdıklarınız hakkında neler düşünüyor? Siz, onların yazdıkları hakkında neler düşünüyorsunuz?
Yukarıdaki soruları cevaplarken, yazacaklarınızı, ‘röntgencilik tuzağına düşmek’ olarak değil, uzun bir hayattan tecrübe aktarımı olarak kabul ediniz.
Şimdilik bu kadar. Eğer arzu ederseniz, kendi kişisel tarihinizden daha fazla seçkiyi buraya yazarak detaylandırabilirsiniz. Böylece sizin yazdıklarınızı anlamaya gayret edenler, ‘üslup’ meselesinde kaybolmadan, sizi daha yakından tanımış olur.
Not 1: Yukarıda isimleri yazılı olan kişileri (ve elbette daha fazlasını), siz, ‘ulu şef’ olarak kabul etmediğinizi, hiçbirine ‘kutsiyet’ atfetmediğinizi daima dile getiriyorsunuz. Bütün bu kişileri, dostunuz, ahbabınız olarak kabul ettiğinizi söylüyorsunuz. Bu hususu tekrar hatırlatmanıza artık gerek yok.
Not 2: ‘O da kimmiş?’ diye sorarak pişkin pişkin sırıtan kifayetsiz muhteris(ler)e aldırış etmeden, William Blake’in, Samuel Butler’ın, Günther Anders’ın, Jacques Ellul’un, Pierre Clastres’in, James C. Scott’ın ve Simone Weil’ın kimler olduğunu, neler yazdıklarını, uyarılarının neler olduğunu da ayrıntılı bir şekilde yazmanız yerinde bir hamle olur.
“Coğrafya Kader Değildir”
Coğrafya kader olmadığı içindir ki, Christoph Colomb, Vasco da Gama, Fernão de Magalhães, Sir Francis Drake ve James Cook İber yarımadasından veya Britanya adalarından değil, Hicaz, Horasan, Maveraünnehir ve Anadolu’dan çıkmışlardır.
Eğer “coğrafya kader” olsaydı buralardan çıkamazlar, aksine, örnek verilen yerlerden çıkmaları “kader” olurdu.
Ve asıl önemlisi, adı geçenlerin bugünkü dünyada ilk sıralarda gelen ardılları da elbette.
Peki, iktidar ve yandaşları ile “psikopat muhalifler” arasındaki fark nedir?
Birinciler iyi ve kötü bir şeyler üretirken ikinciler sadece boş laf üretirler. Yani hiçbir şey üretmezler.
Bazılarının “atmosfer işgalciliği” dedikleri bu olsa gerek.
“Sanırım siz samimi olarak benim kafayı yediğime inanıyorsunuz.”
Evet.
Cunku, ayni elden cikmis olan #529 nolu yorumu baska turlu aciklayamayiz.
Teşekkür ederim, ben de sizden ve site sakinlerinden özür dilerim. Artık huzurla okuyucu koltuğuma dönebilirim.
Gilles Deleuze (Jil Dölöz), çocuklar için “siyasi tutuklular” metaforunu kullanır.
Önce içine doğduğumuz ailenin kurallarıyla, kontrol mekanizmalarıyla yaşamak ve şekillenmek zorunda kalıyoruz, ardından 6 yaşında (hatta 3 yaşında) verildiğimiz anaokullarının, kreşlerin, ödül, ceza kurallarıyla haşir neşir oluyoruz, derken içinde yaşadığımız toplumun adet ve örfleriyle muhatap olup, ayıplanma, kınanma ve dışlanma korkusuyla tanışıyoruz. Böyle uzayıp gidiyor.
Tavsiyeniz kulağa çok hoş geliyor doğrusu. “Şahane çocuklar oldular” deyişinize bakılırsa arkadaşlarınız bu konuda başarılı da olmuşlar ama bu dediğinizin spesifik bir deneyim olduğunu da es geçmemek gerek.
2009 yapımı Dogtooth filmini izlemediyseniz lütfen izleyin derim. İzlediyseniz, fikirlerinizi merak ediyorum.
Varolan sistemden tiksinip, kendi izole sisteminizi kurmaya kalktığınızda o sistem de ideal olmayabiliyor. Bu film bunu ço çarpıcı hatta ürpertici biçimde ortaya koyuyor.
Arkadaşlarınızın çocuklarının şansı, onlardan evvel sistemi tecrübe edip, arızalarını tespit edebilmiş akıl sağlığı yerinde ve donanımlı ebeveynlerden doğmuş olmaları olabilir.
Belki biliyorsunuzdur, Mahmut Hocaefendi tarikatı olarak bilinen (Cübbeli Hocasıyla meşhur) toplulukta da çocuklarını okula göndermemek eğilimi var. Yıllardır, laik sisteme çocuklarını teslim etmemek için kırk dereden su getiriyorlar.
Yetiştirdikleri çocuklar “şahane” midirler bilmiyorum, şahane kriteri herkese göre değişir malum.
Okulların özellikle bu topraklarda nasıl devşirme fabrikalarına dönüştüğünü ortaya çıkan mamül beyinlerden görebiliyoruz. Bir zamanlar mantar gibi biten Amerikan kolejlerinden, velilerin çocuklarını okutmak için kırk takla attıkları Fransız okullarından mezun olmak halen daha statü sembolü.
Kendi aralarında klanları var ve asla o klana kabul edilmiyorsunuz. Bu “şahane insanlar” iş bulabiliyor, ceo olabiliyor, hükmetme hakkı veriliyor. Verdiğiniz ipuçlarından yola çıkarak tahminde bulunuyorum, arkadaşlarınızın diplomasız çocukları muhtemelen zanaatkar ve esnaf olup yaşamlarını o şekilde sürdürüyorlardır? Bence çok kıymetli.
Televizyonu aptal kutusu olarak görenlerdenim. Okullar içinse, kafam karışık. Bu kadar nüfusu, saldım çayıra mevlam kayıra yapsak nasıl olur bilemiyorum.
Bir de, geçen hafta 13 Eylül’de rahmetli olan Diyarbakır’lı Milli Eğitim eski şube müdür yardımcısı, Felsefe Öğretmeni Kırık Meheme (Mehmet Kırık) yi anmadan geçmeyeyim.
Son yıllarını sokaklarda geçirdi, yerli halka göre delirdi, okumuşlara göre kinizmi seçti.
Rahmet olsun.
https://twitter.com/ajansabrusk/status/1040357526435495936
https://www.youtube.com/watch?v=C6a6h1hL_Xo
“Evet. Cunku, ayni elden cikmis olan #529 nolu yorumu baska turlu aciklayamayiz.”
Yanlış.
Biteviye komplo izi arama, biteviye oligarşi inşa etme, biteviye “529’u, kendisi mi yazdı acaba?..” antrenmanların, yine işe yaramadı.
Bizzat yaptığın yanlışların sebeplerini kendinde aramak yerine, hep başkalarında aramaya yıllardır alıştığın için, 529 no’lu yorum için de üfürmeye çalışmışsın, cıkk, olmamış.
Müneccimlik denemen, yine tutmadı Necip.
529 Sayın Pipsqueak’e 18 Eylül 18 / 11pm
Son yazınızda gösterdiğiniz sempati, SİZİ çok güzel tanımlayan bir alıntıyı andırdı.
“Isaiah answered. I saw no God, nor heard any, in a finite organical perception; but my senses discover’d the infinite in every thing, and as I was then persuaded, & remain confirm’d, that the voice of honest indignation is the voice of God, I cared not for consequences but wrote.”
-William Blake
Yani, beni tanıtırken kendinizi ve tarih boyunca kıvırmaktansa kalplerini dinleyip ‘kızgınlık’ işitenleri tanıttınız. Ama kıvırmayacağım. “Organic” bir varlık olarak sevinmedim diyemem.
Sorularınız acılarımı yeniledi ama yanlış anlamayın acılardan kaçan biri değilim. Şu an değişik adlarla en çok satılan “well-being” veya “bien-être” en nefret ettiklerimden biri. Bir psikoanalist tanıdık benim kafayı yediğimi görüp yardım etmek istemişti. Ona “bütün allahlar yere inip acılarıma çareyi bildiklerini söyleseler, ‘ulan siz de mi mutluluk pezevenkl*ği yapmaya başladınız? derim'” dedim.
Ben mutlu olmak için ben olmaktan vazeçecek kadar çılgın değilim, ne de son 7 bin yıldır insanları dolandırma “used car salesman” konuşmalarını yutacak kadar safım. Ama ne de mazoşistim. Anılarım, acı veya tatlı, beni ben yapanlar.
Silicon Valley, Google, Facebook, gezegen arama, genetik kes-yapıştır veya eski versiyonları Marksizm, bu sitedeki 19. yüz yıl anarşizm bende tiksinti yaratıyor. Bir avuç köpek, kendi rüyalarını evrensel rüya yapmışlar ve eskiden olduğu gibi, düşerek kalkarak da olsa, ilerde bu rüyalarınını yaymaya başaracaklarından eminim. Bu sitedekilerin en ilginç yanı da o: Bir avuç asıl köpeklerin rüyalarına katılan/katılıp-katılmayanlar.
Bu noktada Fredy’yi anıp onu bu sitedekilerle (hemen hemen hepsiyle) kıyaslama aklıma geldi. Bir nedeni de Türkiye ile ilgili olması.
‘Tarihsel’ bir gezi için Türkiye’ye gittiğinde Bursa’da bu sitedekiler gibi çok okumuş, çok yazmış, çok bilenden çok sıradan birine benzer bir kişiye tarih gezisi yaptığını söyler. Köpeklerin havlamasını duydum, ekleyeyim, dil öğrenmede sonsuz yetenekliydi ve benden aylarca ders aldı, sohbet Türkçe idi. Sadece hepimizi güldüren, bir yerde 4 birinci sigarası yerine 40 birinci sigarası istemesi ve satıcının hayreti. Bursa’daki adam tarihi sevmediğini söyler. Fredy nedenini sorar. Bak şu bu sitedekilerin cahil dedikleri adamın cevabına:
“Tarih insanlar arasındaki düşmanlığı körüklüyor!”
Tabii, Fredy hayran oldu.
Bir köyde götürüp pınarlarını göstermişler ve gururla “bu bizim pınarımız” demişler.
Fredy bana bunu anlattığında, “yahu göstermesler görmezdim bile, ama pınarın kendi pınarı olduğundan gurur duyuyorlar! Bizim etrafımız b*k gibi göz kamaştırıcı abide, anıt, heykel dolu, hiçbirimiz ‘bu bizim’ diyemiyoruz! (tabii dil çabukluğuyla bir avuç köpekleri bütün insanlık eden sol/sağ devrimcileri hariç)”
Neden anlattım? Fredy marksizm, anarşizm, kapitalizm, rahatlık veren safsata –izm peşinde koşsaydı, benim için acı hatıra olmazdı.
Hafız veya modern tenasühü Heideggar haklı gibi. -izmler ve benzeri tasvip edilen yolları tutanlar yaşamaktansa rahatlığı seçenler.
Biz 1978’de, ben, karım ve Alman bir arkadaşla uzun bir süre Madrid’de, otel parası vermemek için, CNT sendikasında yatıp kalktık. Franco’nun ölümüyle 68’lere benzeyen “her şeyin mümkün” olduğu bir hava içinde gece gündüz hayat dolu insanların ümidini paylaştık. Sonra Madrid’den Akdeniz kıyısına, kıyıda İtalya’ya ve oradan Avusturya’ya bisikletle seyahat ettik. İlk defa anarşizm ötesinde bir dünyanın varlığına uyandım. Kiremitlerle fırın yapıp ekmek bile pişirdik ve benzeri sayısız hatıralar. İlk defa, tarihte fosil olmuş sandığım, Kızılderileri aklımdan çıkaramaz oldum. Arada bir “şehirlerden” geçerken mağaza vitrinlerinde kendilerine bakanlar midemizi bulandırdı. İlk defa, bizimle yaşam arasına girmiş sayısız pezevenk*ler olduğunu ciddi ciddi düşünmeye başladım.
Yine Blake:
“He who would do good to another must do it in Minute Particulars; General Good is the plea of the scoundrel, hypocrite and flatterer: For Art and Science cannot exist but in minutely organized Particulars.”
William Blake
Minute Particulars? Sadece ilk 5-6 yıl gibi kısa bir zamanda bize hayatta en önemli şeyleri öğreten anne, baba, bacı, kardeş; daha sonra komşu, arkadaş. Bunlara minnettar olacağımıza şarlatanların peşinden koşturup duruyoruz. Üstelik, tamamıyla haklı ve doğal nedenlerden! Bizi kuyruğumuzdan yakalayanlar, bizi kafese koyanlar şarlatanların ta kendisi.
Bakın mesela Marks’ın “en son tahlilde … materiyel şartlar” nakaratına. Adam dev, doğru. Ama aklına bile gelmemiş asıl ilk tahlilde materiyel şartlar bizi biçimlendiren. Madde dünyasına karşı sayısız dert yanan dinler, inanışlar ve felsefeler gök yüzünden zembille inmedi. Pezevenk*lerin becerilerinden canı yananların çığlıkları. Maddi dünyadan tiksinmek kadar büyük bir sapıklık veya pezeven* yalanları düşünebiliyor musunuz? Yoksa buna neden olanlar 7 bin yıldır su götürmez maddi dünya ihtiyacı ve sevgisini erişilmez ve dert edenler mi? Bir de bu dünyayı ıslah edecek kadar mürekkep parasına mal olan vücut-ruh ikilimi ne? İlkellerde 18-20 ruhlular var.
İnsanın ölüsünü en az 500 000 yıl önce gömmüş olması yetmez mi?
İşte benden bir mizah: bu sitede biriyle, hele müslüman veya materyalist Hortlak ise daha da iyi ama pek fark etmez, bir vahşi çıplak arasında bir konuşma.
– Sen ruha inanıyor musun?
– Tabii inanıyorum. Dün uyurken babamı rüyamda gördüm?
– Ne alaksı var?
– Aramızdan biri sizin oralara gidip sizin bu zenginlik sırrına erişmek istedi. İş adamlarınızdan zengin olmayı öğrendi geri geldi. Okul açtı ve haftada bir domuz karşılığı sizin oradaki çok, çok, çok, çok büyük beyinli bilim adamlarınızdan “büyük küçüğün içine sığmaz”ı öğretti. Babam benden çok büyük ve iriydi, bana sığmaz. O halde ruhunu gördüm.
Daha güzelini C. Lévi-Sstrauss anlatır:
“The most famous of the commissions is, quite rightly, that of the monks of the Order of St Jerome in 1517. … Decision with one voice: ‘The Indian is better off as a slave, among men, than as an animal on his own.’ … the Indians in the neighbouring island of Porto Rico used to kill off any captured Europeans by drowning. Then they would mount guard for weeks round the dead men to see whether or not they were subject to putrefaction. We can draw two conclusions from the differences between the two methods of enquiry: THE WHITE MEN INVOKED THE SOCIAL, AND THE INDIANS THE NATURAL, SCIENCES; and whereas the white men took the Indians for animals, the Indians were content to suspect the white men of being gods. One was as ignorant as the other, but the second of the two did more honour to the human race.”
Hâlâ basit bir gözlem bile bu devasa büyük beyinli sağ/sol devrimci marksist, anarşist, kapitalistleri taş uykusundan bir türlü uyandırmıyor. Sarışın mavi gözlüler İNSAN DOLU YERLERİ ilk bulduklarında, buldukları insanların çoğu hâlâ taş devrinde yaşıyorlardı. Şimdi gel sen bunu diğer (biyolojik değil) sarışın mavi gözlülere ve bu site ırkçılarına anlat.
Çok basit: “bu insanlar tembeldi”, “bu insanlar cahildi”, “bu insanlar geri zekalıydı”, “bu insanlar daha henüz kendi kendilerini yapma safhasına geçmemişlerdi”, “bu insanlar bizim gibi ateşli (salak profesörler jargonunda hot societies) toplumlar değil, soğuk toplumlar” falan filan, falan filan …
Not: Belki böyle ciddi ciddi olurken, işi küfür ve kelime oyunlarıyla alaya ve mizaha çevirmekte ne kadar zorluk çektiğimi hissetmişsinizdir. İnşallah bu sizde bana karşı daha da çok sempati yaratır. Bu benim gördüklerimi görüp kahkahlarla yerlere yatmayanlar veya ağlamayanlar ancak ve ancak kaskatı, gergin tight as*ler. “Gülmeyen ciddi olamaz” atasözünü duymamış olanlar.
Don’t they sound like self fulfilled prophecies? Don’t they sound like big, big, big brained people telling those in the bottom to simply think of themselves? And that these stone age people are exactly like the riff-raffs of their own societies? And that those who are at the bottom are there for precisely the same reasons? How convenient!
Döndüğümde beni bir mucize bekliyordu. Fredy de Kızılderilileri ve ilkelleri çalışmaya başlamış!
531 Anonim Haksızlık Etmiş
“Peki, iktidar ve yandaşları ile “psikopat muhalifler” arasındaki fark nedir?
Birinciler iyi ve kötü bir şeyler üretirken ikinciler sadece boş laf üretirler. YANİ HİÇBİR ŞEY ÜRETMEZLER.”
Çok haksızlık etmişsiniz. Bakın sizi üretmişler!
Ama dediğinizde bir gizli gerçek payı var. Kendimden biliyorum. Bu “psikopat muhalifler” kolaylık ve ucuzluk seven tembel insanlar.
Oturdukları yerde ucuz Erdoğan, iktidar ve milyonlarca iktidar yandaşları üretmişler. Hem de evrensel polisi bile üç kağıda getiririp en temel yasanızı ihlal etmişler: Hiçten, siz hiçleri türetmişler. Erdoğan’ı gece günüz yalasanız bile benzeri bir Müslüman mucizesi yumurtlayamazdı. Ama belki yumurtanın içini yer BOŞ kabuğu yalayanlara atardı.
514 Sözler ve Şeyler (Veya Nesneler)
Daha yeni suçumdan dolayı özür diledim. Tekrar özür dilerim ve burada da suçum sizin beni suçladığını suç değil.
Bence sözlerle şeyler arasındaki fark çok önemli.Ve o kadar da karışık. Siz ‘ezilen’ ve ‘iktidar’ kelimelerin anlamları açısından bir çelişki görmüşsünüz. Haklısınız. Ben bunu sözler dünyası olarak görüyorum. Şeyler dünyasında işler çok daha karışık.
İlk önce demokrasi örneğine bakalım. Yalnız ben kendim de mecburen bir ‘hata’ yapacağım. Beraber yaşamada bir idari biçim olarak demokrasi dünyanın birçok yerlerinde bal gibi çalıştı ve şimdi bile çalışır ama ben salt bu kelimenin Grek kökeninin ima ettiği gibi Batı anlamını ele alacağım.
Suçumu açıklayıcı bir ek daha. Bence insanların beraber yaşama sanatı veya bilgisi yanında dünyanın en göz kamaştırıcı bilimsel bulgular düşünmeye bile değmez. Salaklara dağıtılan emzik, yutturulan afyon. Özür dilerim ama bu böyle ve hatta tartışmasına bile sadece alay edip gülmek için girerim. Bunu iktidar/ezilme bağlamı içinde söylüyorum. Eğer bağlam değişirse, diğer bilgi dallarına saygım tabii ki var.
Çok eskilere gidip hatta tiranların demokrasiye geçişteki ayaklanmalarda halkın başını çekenler olduğunu da hatırlatmak isterim.
Ama o kadar eskiye gitmeye gerek yok. Aristo’dan tut Montesquieu ve diğer Batı politik düşünürlerin hepsi demokrasinin bir torbadan adı çekilenleri idaret etmesi olarak tanımlar. Eğer sizin mantığınızla bakarsak, Batı’da şimdiye kadar demokrasi hiç olmamış. Ne var ki, Batı demokrasileri var ve hatta demokrasi olmayan yerlerde insanlara demokrasi getirmek için kırımdan geçiriyor, sinek gibi öldürüyorlar. Batı’da egemen olan liberal demokraside çoğunluğun isteği temsilciler araclığıyla yürürlük kazanır ve hatta azınlıkların ve bireylerin hakları gururla çiğnenir. Türkiye’de istenilen bu değil mi?
Peki nasıl oluyorda bu akıl almaz çelişki kabul edilmekle kalmıyor arzu bile ediliyor?
Sizin lafınızda beni bu rahatsız etti. Binlerce daha örneklerle hayatımızın saçmalıklar içinde geçtiğine işaret edebilirim. Ama bunlar laf saçmalığı veya çelişkisi mi?
Benim çok hoşuma giden bir örnek vereyim. Bir ünlü mantıkçının ‘çocuklar” için yazdığı kitaptan.
Önce bir açıklama . Eğer isimler (sözler) zaman içinde, hiç değilse belli ve uzun bir süre aynı kalmazsa, elma peynir, masa deniz, kadın erkek, çiçek taş olur ve her an değişirse ne konuşma, ne akıl yürütme, ne de bilgi olur.
Bir yetişkinle konuşan küçük kız birden şeyin farkına varır ve sorar:
– Sen sözlerle ne demek istiyorsun?
– Ben ne demek istersem, onu demek istiyorum!
– Olmaz ki, önemli olan sözlerin anlamlarını koruması!
– Hayır kızım. Önemli olan kimin emir verdiği!
Her türlü alçaklık, gaddarlık, yalancılık, soygunculuk, haksızlık verilen emirlerle her gün tam tersi olur, anlam değiştirerek yücelik, iyilik, doğruyu konuşma, ekonomi-bankacılık-endüstri, adalet olur. Dünyanın en zeki, en bilgili, en akıllı, en çok diplomalı adamları ve şimdi karıları da emir verenlerin k*çlarını yalamaktan doymazlar. O ULU VE YÜCE ŞEF gülünce gülerler; O ULU VE YÜCE ŞEF ağlayınca Suriye’de, Yemen’de, Filistin’de insanlar yollarda ölür, kan gövdeyi götürür.
Siz doğru bir laf ettiniz ama hiç bir açıklama yapmadınız. Benim suçum size ne demek istediğinizi sormadan ‘al sana bir tane daha söz aşkıyla öten bülbül’ düşünerek kaba davranmam.
“Sorumun muhatabı Sayın Perinçek olsa da”
Dogu bey mesgulmus; ‘ben ne gune duruyorum’ dediydim 😉
“‘Devrimciler-Marksistler-anarşistler-solcular-antikapitalistler-Kürd ulusalcıları (ve benzerleri) ikiye ayrılır:
Psikopat (ve sosyopat) olanlar ve olmayanlar.'”
Bunun yanlis oldugunu soyleyemem.
Ama, ‘ayni seyi yapip farkli (basarili) sonuc beklemek’ halinin sadece bu grup(cuk)lara has oldugunu varsaymak onlara haksizlik/iltimas olur.
Benzer hal, asiri sagin en ucundan asiri solun en ucuna kadar butun spektrumda gorulebiliyor.
Realite bu oldugundan dolayi, ‘psikopat’ ve/ya ‘sosyopat’ nitelemesi/teshisi riskli olabiliyor; onun yerine ‘bitmez tukenmez sabir ve sebat sahipleri’ demegi oneriyorum.
“Tavsiyeniz kulağa çok hoş geliyor doğrusu. “Şahane çocuklar oldular” deyişinize bakılırsa arkadaşlarınız bu konuda başarılı da olmuşlar ama bu dediğinizin spesifik bir deneyim olduğunu da es geçmemek gerek.”
Çok doğru. Yani ” şahane çocuklar oldular” hem spesifik hem de başarılı olmadı. Ama hem bunu hem de daha sonra söylediklerinizi de kapsayan bir cevap vermek istiyorum.
Biliyorsunuz 60’lar bir “dönüm noktası” oldu. Çok kısa bir zamanda da ıslah edilip özümsendi (bunu ifade eden İngilizce kelime ‘recuperate’, Türkçesini tam biliyorum diyemem).
Bildiğim sayısız özümsemelere ve kendi ve arkadaşlarımın başlarına gelenlere dalmadan, çok sevdiğim, çok dinci bir anarşist düşünürün güzel özetini aktarmak isterim: “60’ların getirdiği en büyük değişiklik ceo’ların oturduğu karemsi masaların daha feminin ve yumşaklığı çağrıştıran masalar olması.”
Ne o ne de ben kinikiz. Her ikimiz de herşeyi ticarete çevirenlerden nefret ederiz ve bu ifade ona gönderme yapar.
En önemli deneyimler komünlerdi ve hapsi darmadağın oldu.
Diğer alanlarda hayli deneyimler de başarısızlıkla sona erdi.
Arkadaşlarla katıldığımız piyesler yazıp sahnelemeler. Kendi yazılarını matbaa koperatifinde basma. Bu son etkinlikte yer alan alan “şahane insanlar” daha sonra basım ve grafik, biraz yüksek seviyede ama, şiketlerinde iyi maaşlı işler buldular. Ama hepsi ” zanaatkar ve esnaf” yolunu tutmadı. Bazıları çok prestijli burslar kazanıp dış ülkelere eğitime gittiler.
Arkadaşlar bana şu an bazı başarılı olan daha çok tarım kopartiflerinin adreslerini gönderdiler ve ben de bazılarını bulup okudum.
Başarısızlığın bir nedenini kendi başıma gelenle anlatayım. Brezilya’da (ve hatta kalbimde özel yeri olan) Bahia’da yerel komünist belediyeciler beni oraya “alternatif” bir proje için davet ettiler. Çok iyi insanlar olduğundan ve ben bir türlü sevdiğim insanlara karşı sözüm ona dobra dobra konuşmayı beceremediğimden bin bir dereden su getirdim. Beni iyi tanıyan, hatta özellikle görmeye geldikleri Amerikalı arkadaş dayanamadı:
Size ‘eğer şirket düzenini yaratmazsan başarılı olmaz demek istiyor’ dedi.
Bence sorun “spesifik” kelimesinde düğümlenir. Diğer unsurlar da var. Önce diğer unsurlar.
– Girişime b*k dolu giriyoruz. Evlilikde çıkan sorunlar güzel bir örnek.
– Evlilik benzetmesine devam edersem, çocuklar varsa çocukların okuldan ve medyadan kaptıklarıyla başa çıkmak için devasa bir güç gerekir.
– Zaman ve bir çeşit demir irade, maalesef, şart gibi.
– Biraz da tarihte olanlar. Çocuklar anne ve babalarının neden ve neye karşı olduklarını bile anlamazlar.
– Sonsuz büyük bir okyanusta küçücük adalara benzetme uyabilir. Bir aileden duyduğum: Şehirden uzakta ve minimumla yaşayan bir anne çocuklarının ev ödevlerini bilmeleri için bilgisayar almaları gerektiğini söyledi. Benim hayatım yurt dışında geçti ama 6 yıl önce Türkiye’ye geldiğimde ilk defa cep telefonum oldu, daha doğrusu gerekti. Bazı bürokratik nedenlerden Devlet bizi sağlık sigortası almaya mecbur etti ve aylık gelirimizin dörtte bir sigortaya gidiyor.
Liste uzar gider.
Bence başarısızlığı en güzel YAŞAM ILE ÖLÜM arasındaki savaş anlatır. Bu kavram sizin dediğiniz “spesifik” olmanın zayıflığını ve aynı zamanda girişimin “spesifik” olmasının mutlak şart ve tek denemeye değerlik taşıdığına ışık tutar. Örneğin sen ve ben ölüp gideceğiz ama okul, banka, para, devlet gibi ölüler yaşamaya devam edecekler. Eğer katılırsanız zaten kendi amacınızı baltalamış olursunuz. Aksi halde kalsa kalsa reform seçeneği. O da sürekli denenen bir yöntem ve doğrusu ben o konuda tamamıyla bilgisizim.
Tabii bu söylediğim bir muğlaklık içerir. Her toplumda en temel ve önemli olan süreklilik ve sürekliliğin yarattığı güven. Diğer bir deyişle, bazı toplumsal yaşam tarzlarının kurumsallaşması şart. Ayinler, çocukların olgunluğa geçiş merasimleri, evlilik, adalet, müzik, dans vb.
Ben ne değişmeyen toplum duydum ne de düşünebiliyorum.
Dolayısıyla sorun kurumların varlığı değil, toplumların kurumları yaratmada oynadıkları rol.
Ama asıl demek istediklerime geçmeden bazı süslemeler var.
Bir toplumu inceleyen antropolog kano yapmadaki teknikler hakkında bilgi edinmek ister ve bir yapana arada bir neden öyle veya böyle yaptığını sorar. Cevap hep aynı: “Atalarımız böyle yapardı.” Nihayet bir gün “sana ne zaman sorsam atalarımız böyle yapardı diyorsun ama her defasında farklı yapıyorsun” der. Adam kahkahalar atar.
Şimdi biraz koca kellelik yapacağım. Basit olarak ifade edersem tanrının bir tanımı aşan olması. Toplumlarda ve özellikle ilkel toplumlarda kişileri toplum aşar ve tanrı toplumun “ruhu”nu temsil eder. Benzetme yaparsak, her kes Türkçe konuşur ama kimse “tam” Türkçe bilmez. Veya Türkçe dili konuşulan her spesifik oluşumunu aşar.
Şimdi de derdimi anlatma sineması. Ama litfen unutmayın “tanrı” kelimesiyle toplumun tümü demek istiyorum.
Farzedelim bir toplum peynir yemekten bıkıyor, sucuk yemek istiyor. Gidiyorlar tanrıya değiştirmesini istiyorlar. Tanrı da değiştiriyor. Eğer sucuk yerine pastırma isterlerse yine aynı hikaye. Ama hiç bir zaman bizde olduğu gibi gidip tanrıya sen bize neden sucuk verdin diyemezler. Zaten sadece bu noktada sinemaya ihtiyacım var. Tanrı “ulan çekin gidin be, siz gelip sucuk istediniz ben de sucuk verdim, amma mız mız olmuşsunuz” derse haklı.
Kısacası toplum değişmeyi kendi yaparsa bizim gibi durmadan mız mızlık edemez.
Her toplum kendine has, spesifik, değişmeler yapar ve kendinden başka sorumlu olan düşünülemez.
Bunun dışında şarlatanlar ve cambazların kurbanı olmamak imkansız.
Buna benzer bir durumu çok daha iyi belgelenmiş olan Grek piyeslerde görürüz. Adaletin halkın elinden iyi konuşanlarla yazılı yasalar kayması bir çok piyesin teması.
Yukarıda anlattığımda diğer bir püf nokta da ele aldığım toplumun homojen olması.
Tabii, ilk söyleyeceğim bu “homojen” kelimesinin pejoratif anlam taşımasının kendi muğlaklığı. Örneğin bir çok toplumsal sorunların sınıf, zengin /fakir farklardan doğduğunun iddiaları.
Tamamıyla değişik örf ve adetleri olan toplumları bir araya koyarsan, hepsini aşıp tanrı rolünü oynayacak şarlatanlar ve cambazların tuzağından kurtulamsı imkansız gibi. Buna en güzel çözümlerden biri olanını İsa getirdi ve ölür ölmez İsa adına İsa’nın en nefret ettiği şey olan dini kurdular.
Çok uzadı, kısa keseyim. En azından İsa’nı dininden olmadığı için boğazlananları düşünün neden dinden nefret ettiğini anlarsınız.
Son not: Tavsiye ettiğiniz filmi bulup seyredeceğim . Yazınızdaki ifade ettiğiniz sorunların hepsine cevap verdiğimi sanmıyorum ama kaba hatlarıyla bazı sorularınızın altında yatan kuşkulara değindiğimi sanıyorum.
“Gurur duyabileceği hiçbir şeyi olmayan zavallı budalalar, son araç olarak mensup olduğu milletle övünür.”
— A. Schopenhauer
Bu durumda şöyle de diyebiliriz:
Gurur duyabilecekleri hiçbir devrimi yapamayan zavallı muhalifler, son araç olarak sahip oldukları bitmez tükenmez sabır ve sebat ile övünürler.
“Benzer hal, asiri sagin en ucundan asiri solun en ucuna kadar butun spektrumda gorulebiliyor.”
Bir açıdan “aşırı sol” diye de adlandırabileceğimiz bir kesimde gördüğümüz bu örtünme/başörtüsü/türban düşmanlığı ile “aşırı sağ” da diyebileceğimiz diğer ucundaki yansıması olan örtünmeme/açıklık/dekolte düşmanlığı gibi mi mesela?
Örtün[me]me, kadının giyimi ve cinselliği veya kadın-erkek ilişkisi gibi alanları kendi istekleri doğrultusunda tepeden inme yöntemlerle düzenlemeye çalışmak her iki “aşırı” ucun da ortak özelliği değil mi?
“PKK ile karşı karşıya gelmeyi göze al(a)madan Ulusal Haklar’dan söz ederek TC’ye yüklenmek, Devlet-PKK ortaklığını güçlendireceği gibi devletin Kuzey Kürdistan’daki varlığını da daha çok pekiştirecektir.”
“Sömürgeci devlete dokunmadan emperyalistlerin çıkarlarına zarar vermek olanaklı değildir. Bunun bilincinde olan Kemalist Sol, sırf Kürdistan Ulusal Güçleri’ni düşünsel olarak esir almak için “anti-emperyalist” söylemde ısrarcı oldu…”
“Sömürgeci devletlerin birçok kirli işini PKK eliyle yapacağını ve PKK engeli aşılmadan Kürdlerin hiçbir kazanım elde edemeyeceğini belirttik. Gelinen aşamada PKK’nin Kürdler önünde en büyük engel olduğu gerçeği, PKK’nin Kürdlerin baş çelişkisi olduğunun somut göstergesidir.”
“Ortalama zekaya sahip her insan Güney’in bağımsızlığı önünde en büyük engelin PKK olduğunu artık görebiliyor. İdeolojij/politik olarak sömürgeci devletlerin açıkça sözcülüğünü yapan PKK, pratiğiyle de direkt sömürgecilerin askeri bir birliği gibi hareket etmektedir.”
(Nasname)
“Kapitalizm” adı verilen doğa yasalarına aykırı yapay sistem ve onun ideolojisi, şeytani planlar yapan birkaç karanlık şahıs ve onların gizli örgütü tarafından kısa bir sürede masa başında tasarlanarak aniden bize dayatılmış bir yapaylıktır.
Öyleyse, onunla mücadele edilmesi ve yok edilmesi de aynı yöntemle yapılmalıdır.
Necip Bey’e göre “kapitalizm” diye bir şey yoksa “emperyalizm” diye bir şey de mi yok?
“Kapitalizm” bütün sınıflı toplumlardaki sınıf ilişkilerinin, “emperyalizm” de bütün devletli toplumlardaki devlet yayılmacılıklarının adı mıdır yani?
“Necip Bey’e göre ‘kapitalizm’ diye bir şey yoksa ’emperyalizm’ diye bir şey de mi yok?”
Hep bana mi denk gelecek ‘beni bir kisi anladi; o da yanlis anladi’ durumlari? 😉
Ben, ‘kapitalizm’ diye bir ‘ideoloji’nin var olmadigini soyluyorum.
Bir ‘ideoloji’ degil; ama, bir ‘olgu’ olarak tabii ki var.
Dahasi hic de yeni degil.
Insanligin birbiri ile alisveris yaptigi ilk gunden itibaren var.
Tek fark, il gunlerde cok daha yalin formlarda idi –muhakkak. Daha sonralari, ve simdilerde, ziyadesiyle sofistike cesitlilige kavustu; daha da aratacak cunku insanlar arasindaki alisveris turleri artiyor, cesitleniyor vs.
Dolayisi ile, ‘kapitalizm’ dedikleri ‘olgu’ (ki, bence bu isimi koymak bir talihsizliktir), hep var oldu, hep de olacak –tipki, ‘sehirlesme’ gibi.
Kimse (‘muhatabi’ ya da ‘sorumlusu’ anlaminda) sahibi degil.
Bugune kadar yasamis, yasayan ve yasayacak olan herkesin payi var, tabii ki, ama, hic kimsenin rolu temelden tayin edici de degil.
Umarim bu sefer biraz daha iyi anlatabilmisimdir meramimi.
“‘Kapitalizm’ bütün sınıflı toplumlardaki sınıf ilişkilerinin, ’emperyalizm’ de bütün devletli toplumlardaki devlet yayılmacılıklarının adı mıdır yani?”
Ben, biliyorsunuz, bu ‘sinif’ kelimesine (bu baglamda) cok da sicak bakmiyorum. Cunku, en iyi durumda bile, cok dar bir zaman kesidinde cekilmis bir resmi ifade edebilir. Yani, bugun ‘burjuva’ dediklerimiz, yarin ‘proleterya’ olarak (ya da, tersi) karsimiza cikabilir.
Sosyoekonomik analizlerde bu bakis aynlsi degil –sonucta ‘analiz’ yapiyorsunuz ve ‘analiz’ de bir tur ‘dilimlemek’ anlamina gelir.
Fakat, nerede duracaginizi da bilmeniz lazim. ‘Sinif’ diyerek ‘bireylerin bir kadere mahkum olusu’nu ima etmek kesinlikle yanlistir bence.
Boyle bir sey yok.
Malum, tezada isaret etmek icin, ‘alimin oglu zalim olur’ derler. Bu, tersini de kapsar.
Dolayisi ile, ‘proleterin oglu bujuva/sermaye olur’ da diyebiliriz. Tersi de sozkonusudur.
O sebeple, ‘sinif’ kelimesini cok itinali kullanmak gerektigini dusunuyorum.
Kaba softa, ham yobaz Marksistler bu itinayi gostermiyorlar, malesef.
Gelelim ’emperyalizm’e.
Bu da bir ‘ideoloji’ degil.
Cok ozet tanimlarsak, ‘imparatorluk kurmak arzusu’ diyebiliriz.
Yani, farkli unsurlari bir araya getirmek, onlari olabildigince ortak bir yonetim altinda birlestirmek.
Bu arzudan otomatik olarak kotu niyet de cikaramayiz.
Sonuclari, uzun vadede farkli olabilse de, bazan, baskalarinin ’emperyalizm’ine katilmak, onun bir parcasi olmagi istemek de gorulmustur.
Bizim tarihimizde de olmustur bu.
Idris-i Bitlisi’nin rol aldigi surec (ki, sadece onun basinin altindan cikmis bir fikir degildi; digerleri de onunla ayni/benzer fikirdedir); ya da Balkanlardaki Osmanli yayilmasi (‘Vatikan’in haci yerine Turk’un sarigini tercih ederim’ lafini hatirlayalim) bunlara ornektir.
Benzer seyler ABD’nin kurulus ve yayilmasinda da gorulebilir –baska ornekleri de vardir (SSCB’nin kurulus ve yayilmasi, mesela).
Bunlara bakinca, ’emperyalizm’i otomatik olarak iblislestiremiyorum.
Muhataplarinca ‘iyi’ goruleni de var ‘kotu’ goruleni de.
Ama, sonucta, bir ‘ideoloji’ filan olmadigi da asikar.
[Bir ‘ideoloji’nin dayatmasiyla ortaya cikan ’emperyalizm’ler yok degil; ama bu, ’emperyalizm’i bir ‘ideoloji’ yapmaz.]
“Bir açıdan ‘aşırı sol’ diye de adlandırabileceğimiz bir kesimde gördüğümüz bu örtünme/başörtüsü/türban düşmanlığı ile ‘aşırı sağ’ da diyebileceğimiz diğer ucundaki yansıması olan örtünmeme/açıklık/dekolte düşmanlığı gibi mi mesela?”
Evet, ama sadece giyinme/giysi ile kisitli degil ki.
Daha genelleyerek soyleyecek olursak, ‘dunyaya/aleme bicilen belli bir modele uymayanlara karsi alinan tavir’dan bahsediyoruz..
Buradaki temel sorun, muhataplarini dinlemeden, onlarla konuyu muzakere etmeden (ya da boyle bir surec olmus olsa bile, karsi tarafin itirazlarini dikkate almadan), ‘dayatma’yi secmek.
Bu da, kanaatimce, kendi gorusunun ‘the dogru’ olduguna inanmaktan kaynaklaniyor –bence kibrin en ust mertebesi de budur.
“Örtün[me]me, kadının giyimi ve cinselliği veya kadın-erkek ilişkisi gibi alanları kendi istekleri doğrultusunda tepeden inme yöntemlerle düzenlemeye çalışmak her iki ‘aşırı’ ucun da ortak özelliği değil mi?”
Evet, ama, ‘kadin ortunmesi’ne maydanoz olmak isteyisleri sadece bir bahis.
Insanlarin ‘masum’ gunahlarina da maydanoz olmak gibi bir turkulari da olabiliyor.
Halbuki, hepimiz kendi ‘gunah’larimizi seviyoruz, onlari isleyisimizin kendimizce hakli sebepleri var. Baska kimseye zarari yoksa, bunlara karismanin bir anlami yok ki.
Ben, Melami hirkasini kendim giydim eynime
Ar ve namus sisesini tasa caldim, kime ne!
der ya, Nesimi..
Hem ‘asiri sag’ hem de ‘asiri sol’un kulak verse ne guzel olur.
Olur da, o zaman ‘asiri’ olmazlardi, o ayri 😉
“Ortalama zekaya sahip her insan Güney’in bağımsızlığı önünde en büyük engelin PKK olduğunu artık görebiliyor.”
‘Ortalama zekaya sahip her insan’ dediginiz her kim ise, eksik degerlendiriyor, bence.
Asil uzerinde dusunulmesi gereken, bence, PKK’ya katilimlarin neden hala daha devam ettigidir.
Bunu, kolayciliga kacip, ‘insalar kandiriliyor’la aciklayamayiz.
Daha anlamli bir aciklama gerekiyor.
Ayrica, ‘bagimsizlik aski’ filan da yeterli bir aciklama degil; cunku, PKK acikca boyle bir niyeti olMAdigini soyledigi zamanlarda da ne bu katilimda anlamli bir azalma goruldu, ne de mevcut kadrolar arasinda bir ciddiye alinabilcek bir tepki ya da bolunme.
“İdeolojij/politik olarak sömürgeci devletlerin açıkça sözcülüğünü yapan PKK, pratiğiyle de direkt sömürgecilerin askeri bir birliği gibi hareket etmektedir.”
Nicin?
Onca mensup, onca insan neden boyle davraniyor?
Tek sebep medar-i maiset midir?
Boyle bir seyi soylemek anlamli olabilir mi?
“Medeniyet” adı verilen doğa yasalarına aykırı yapay sistem ve onun ideolojisi, şeytani planlar yapan birkaç karanlık şahıs ve onların gizli örgütü tarafından kısa bir sürede masa başında tasarlanarak aniden bize dayatılmış bir yapaylıktır.
Yoksa, insanın ve onun ataları olan daha önceki türlerin uzun süren evrim sürecinde olduğu gibi kendi doğal mecrasında ilerleyen bir süreç olduğu söylenemez.
Başka bir ifadeyle, sosyal bir tür olan insanın sosyolojik evriminin biyolojik evriminin doğal bir uzantısı ve devamı olduğunu söyleyemeyiz.
Kimler “kayıtdışı”, yani egemen düzen dışı olabilir?
Kayıtdışı, yani nikahsız ve hatta – güvenilir yakın dost ve akrabalar dışında – herkesten gizli saklı olan bir ilişkinin sonucunda,
kayıtdışı, yani hastane yerine evde doğum sayesinde hastane ve nüfus kayıtlarına geçirilmemiş ve gizli tutulmuş bir doğumla dünyaya gelerek,
kayıtdışı, yani bir ikametgaha ve okula kaydedilmemiş bir çocukluktan sonra,
kayıtdışı bir şekilde güvenilir bir tanıdığın yanında çalışarak,
kayıtdışı, yani kendi anne-babasınınki gibi gizli tutulan bir ilişkiyle birlikte,
kayıtdışı, yani kendisi gibi yaşayacak olan gelecek nesilleri dünyaya getiren
bir kişi mesela.
“Gurur duyabileceği hiçbir şeyi olmayan zavallı budalalar, son araç olarak mensup olduğu milletle övünür.”
— A. Schopenhauer
“Bu durumda şöyle de diyebiliriz:
Gurur duyabilecekleri hiçbir devrimi yapamayan zavallı muhalifler, son araç olarak sahip oldukları bitmez tükenmez sabır ve sebat ile övünürler.”
Seni çok fena pompalamışlar. Pompanın sana verdiği hızla Schopenhauer’ın senin gibi var olana tutunan budalalardan söz ettiğine bile dikkat etmemişsin.
Acale işe şeytan karışır. Şeytan Allah’a bile yaltakçılık etmedi, başkaldırdı, senin gibi yaltakçıların cennettinden öyle kovuldu. Ulan, sizin Er-Doğan size sadece ticaret mi öğretiyor? Hiç din dersleri vermiyor mu?
Birincidekiler, senin gibi kendilerine atılan ve gerçekten var olan kemiklerin zevkiyle KUYRUK SALLAYAN ağzı pis kokanlar.
İkincidekiler, pis kokan kemik kemirmektense, olmayan ama çok daha leziz olan yemekler hayali içinde mest olmuş ŞAİRLER.
Bir dahaki sefer yorumunu buraya aktarmadan önce Yaltakçılar Cemiyeti’ne oku!
Belki bir kafası az da olsa çalışan biri sana “ulan, biz k*ç yalayanları Necip gibi rezil edip duruyorsunuz. Ağzına verilen kemiğin heyecanı içinde, farkı görmeden, aynı bizi durmadan rezil eden Necip gibi koşturmuşsun! Seni de Necip gibi sallanan kuyruğundan tutup yaladığın k*ça sokarlar!” diye azarlar.
Sizin ‘şahane insanlar’ kuşkunuzu çok ciddiye aldım ve bir önceki yanıtımda değindiğim bu kavrama dönmeyi yararlı buldum. Daha doğrusu, başarısızlığı farklı algıladığımızı hissettim. Bir açıklamada yarar olduğunu düşündüm.
Bence mevcut düzenin sonsuz gücünün en başta gelen kaynaklarından biri ‘recuperation’ becerisi.
Yazımı salt 60’lar bağlamıyla kısıtlayacağım. Daha da kısıtlı olarak bir kıyaslama ile daha da iyi anlatacağımı düşündüm. Bir yanda bilerek veya bilmeyerek ‘recuperate’ edilenler, diğer yanda edilemeyenler: Necip-Nişanyanlar (bazı merak edip baktığım siteler de öyle), edilenler; Gün Zileli, edilemeyenlerden.
[Not: Bu sitede bir Nişanyan ‘groupie’si var. Kesip kesip salakça yazıları yapıştırıyor. Nihayet bakayım dedim. Lo and behold anlamadan bilen, çenesi düşük bir tüccar daha. İşte Nişanyan ile böyle tanıştım
Not: ‘groupie’yi duymamışsan, terbiyeli tanımı için,
https://dictionary.cambridge.org/dictionary/english/groupie
https://www.thefreedictionary.com/groupie veya dandik Wikipedia
Çok daha yakışan tanımı için,
https://www.urbandictionary.com/define.php?term=groupies
https://www.urbandictionary.com/define.php?term=Groupie
sözlükleri tavsiye ederim.]
İnşallah ‘recuperate’ edilemeyenler lafımla bahane aramadığıma inanırsınız. Beni şimdiye kadar meşgul eden başarısızlığın nedenlerini anlamak, kendimi kaçınılmaz olduğuna inandırmak değil. Başarısızlığı anlamamda Ölüm/Yaşam, Soyut/Somut, Tarih/Özgeçmiş kılavuz olanların bazıları. En korkutucu olan biri de: Çocuklar için dünya oyuncak/ Yetişkinler için meta. Korkutucu oluşunun nedeni çok eskilere gitmiş olması.
Ben kendim maksatlı, amaçlı anlamda ‘bilerek’ olasılığını asla ciddiye almadım. Daha çok aynı türden olanların aynı dünya görüşünü paylaştıkları olarak algıladım. Çoğu, ölçekde veya skalada çok aşağıdakiler. Düzeni elinde tutanları dünya görüşünü içermiş olan bir çeşit ayak askerleri. Necip-Nişanyanlar bu askerleri güzel simgelerler ve en yakışan isim “useful idiots”.
Bu arada ‘bilerek’ mirajını nasıl anladığımı kısaca anlatayım.
1. Önünüzde çakmak yok ama çakmak görüyorsunuz: Kafa gitmiş.
2. Önünüzde çakmak yok ama beyninizdeki görme merkezi manipüle ediliyor ve olmayan çakmağı görüyorsunuz: Bu drumda ‘kafa gitmiş’ diyemeyiz.
3. Önünüzde çakmak var ama çakmağı beyninizdeki görme merkezi manipüle edildiğinden görüyorsunuz.
Bence üçüncü şık bu Necip-Nişanyanlar ‘useful idiot’ şakşakçıları tanımlar. Bunlar yukarıda kukla ipini çekenlerin sayesinde olan olanı görenler.
1548’de 18 yaşında La Boétie bu kalabalıkları ifşa etti.
1972’de ilk defa Türkiye’ye döndüğümde okuma yazma bilmeyen annem bana “oğlum, hava artık hava değil, yiyecek yiyecek değil” dedi. Benzerini çocukluğumda 9-10 sene çalıştığım açık pazar yerinde özlediğim yaşlıları gidip gördüğümde söylediler. Özlediğim bir portakal istedim, cevap: “artık o portakalları yetiştirmiyorlar, sandıklara istifileri zormuş, (sarışın mavi gözlüler gibi) güzel değillermiş.” Bu zavallı annem de, pazardakiler de böyle şeylerin, ciddi Necip-Nişanyanlar gibi sivri kelleler için okullarda ciddi bir “ekoloji” bilimi olduğunu bilmiyorlardı.
60’larda uyanan genç öğrenciler tatilde eve döndüklerinde anne-babalarına “do your own thing” demeyi heyecanla bekliyorlardı. Eve döndklerinde daha ağızlarını açmadan anne-babaları onlara “do your own thing” dediler. Ne güzel ama değil mi? Medyada fikir özgürlüğü, iletişim bolluğu, kişilerin fikir özgürlüğü, demokrasi falan filan.
Beni en etkileyen çok beğendiğim bir eleştiricinin tavsiye ettiği “our daily bread” filmi oldu.
Bir gurup insan beraber ve kendi yetenekleriyle yaşamaya karar verir. Hayli başarılı olurlar. Tabii, aynı yemek verdiğin bir kedi ve ardından mahallede ne kadar kedi varsa haberi ışık hızıyla duyup gelenler gibi, gelen gelene. Kapıda hangi bir işi becerebildikleri sorulur ve alınır. Buraya kadar eleştiricinin neden tavsiye ettiğini anlamadım. Tipik bir ‘recuperation’ Hollywood filmi. Bir gün benim gibi kıta kaymaları, bilim adam-karılarının gen yazısı, allahın sırrı alın yazısı, insan fıtratı gazabına uğramış eşekler kapıya dikilir. Beceri sorusuna cevapları: “Hiç bir mesleğim, becerim, yeteneğim yok.” Kapıdakiler biraz düşünür ve “f*ck it, come on in” derler. O zaman anladım.
Ben her yerde, her zaman geçici olan ilkelerin yobazların dininin Allah’ının işi olduğuna inanıyorum. Ama bu Allah yok değil. Örneğin her yerde, her zaman, her güce sahip, her şeyi gören, her şeyi bilen en son Allah, Kapital-Devlet, anasermaye ve devlet baba.
Benim bu dediklerimin bağlamını hatırlatmak istiyorum: Necipler-Nişanyanlar, Amerika’da ‘recuperation’ abı hayatını yudumlarken, bazı bizim gibi salaklar 60’larda mevcut düzenin meşgulluk ve etkenlik (busybody efficaciousness) çılgınlığını tenkit ediyorduk. Businesman is business-man. Batı dillerinin çoğunda iş adamlarının çalşıkanlık saplantısı onlara verilen isimlerinde.
Dünya o kada alt üst olmuş ki, eğlence kökeninden gelen “okul” şimdi işkence.
Not: ‘Recuperate’ edilemeyen Gün Zileliler ile anlaşamadığm neden bu “busybody efficaciousness” çılgınlığı ve diğer bir versiyonu üretim-tüketim ile kurtulmanın mümkün olduğuna inanış. Bence bunlar İLERLEME mitinin aşağılara süzüldükçe aldıkları değişik adlar. Bence tembelliği bu çılgınlık üretti. Her ikisi de politik kavramlar. Oyunların çoğunun, kumar da dahil, taş devrinde icat edildiği bilinir. Buna dans, müzik, ayinler ve Hollywood-Televizyon hokus pokus boyanmalar, tüylerle donanmaları katınca taş devri insanlarının “incredible amount of surplus energy” içinde yaşadıklarını salt bu sitedekiler bilmezler. Hatta sarışınlar bu boş zamanlarında etrafta serilip yatan “tembellere” ilk rastladıklarında hasta olduklarını düşünerek doktorlarını götürüp muayene bile ettirdiler. Allah, Hıristiyanlık, İslam, Marks, insan fıtratı, alın yazısı, gen yazısı, iklim, kıta kaymaları, materiyal şartlar gibi tembellik açıklama safsataları taş devri insanlarını değil kendilerini anlatma. Eğer okuduysanız benim “hadi arkadaşlar, benim yeni kurduğum İlkeller Parti’sine oy verin” seçim propagandama yanıt verenlerin hepsi hayatın çok daha rahat olduğu Medeniyet içinde yaşamayı savunanarak bana saldırdılar. Tıpkı sarışınlar gibi “ilkeller tembel” ve “ilkellerin hayatı zor (yani, çok çalışmak lazım)” dediklerinin farkında değillerdi. Bence Zileli bu inanışa katılıyor ama açıkça söylemiyor.
Sevdiğim örnekler çok oldu.
Belki bu dolaylı da olsa sizin, “Arkadaşlarınızın çocuklarının şansı, onlardan evvel sistemi tecrübe edip, arızalarını tespit edebilmiş akıl sağlığı yerinde ve donanımlı ebeveynlerden doğmuş olmaları olabilir.” lafınıza da bir kısmen cevap oldu ve aşağıdaki de.
Önemli olan insan olmak. İnsanlar arasındaki farklardan faydalanmak ve gazabına uğramak değil.
Bir örnekle anlatayım.
Çocuğunuz bedensel ve zihinsel sakat doğdu. Elinizde geleni yaptınız henüz bir çare bulunmamış. Tutulacak en makul yol çocuğu onunla uğraşmayı bilenlere bırakmak. “HAYIR” deme cesaretini gösterip çocuğu evde tuttunuz. İşte o an benim gözümde insan, Necip-Nişanyanlar gözünde enayisiniz. Hatta daha da kötü, tarihte hiç rastlanmamış ‘romantik’siniz. Bence Necip-Nişanyanlar, romantiklerin bin sene helaya bıraktıkları hediyelerin bir günündeki kadar bile değeri olmayanlar. Üstelik bunlar, romantiklerin edebi, sanatsal, toplumsal, tarihsel, entelektüel falan filanlar hakkında senden benden sonsuz daha çok çeneleri düşük ‘useful idiot’lar.
Sayın Necip Bey,
Bildiğiniz gibi prostat kanserini önlemenin en etkili yöntemi g*t kaslarını güçlendirmek. İstanbul’da kısa bir zamanda açaçağımız 23 katlı Avrupa’nın en büyük jimnasitk salonumuzun bir katını g*t kaslarını kuvvetlendirme jimnasitğine tahsis edeceğiz. Bu sitede sık sık yumurta üzerine yumurta yumurtladığınızı hayranlıkla şahit olmuş bir arkadaşımız sizinle temasa geçip prostat bölümü şefliğini size teklif etmemizi tavsiye etti.
Bir şef sıfatıyla iki görev üstleneceksiniz. Gençleri yetiştirmek ve çok zengin müşterilerimize bizzat koçluk yapmak.
Eğer teklifimiz kabul ederseniz, lütfen son iki yılda yumurtalarıdoğınız yumurtalar sayısı ve 20-25 en büyük yumurtalarınızı bize e-postayla gönderin.
Öğrencilere vereceğiniz kurslar esnasında yumurtlayacağınız yumurtaları kafeteryamıza satarak kendinize ek gelir sağlama olanağınız da olacak.
Bir yıl içinde benzeri salonları AB ve ABD büyük şehirlerinde açacağız. Eğer g*t kaslarınız, bize sizi tavsiye eden arkadaşın methettiği kadar gerçekten kuvvetliyse, namınızın kısa zamanda dünyaya yayılacağından eminiz.
Necip bir “Türk Nasname” ve Nasname bir “Kürd Necip” midir?
“Ben, biliyorsunuz, bu ‘sinif’ kelimesine (bu baglamda) cok da sicak bakmiyorum.”
Ben de.
“‘Sinif’ diyerek ‘bireylerin bir kadere mahkum olusu’nu ima etmek kesinlikle yanlistir bence.”
Evet. Sanki bir mesleğe mahkumlarmış gibi düşünmek yanlıştır.
“O sebeple, ‘sinif’ kelimesini cok itinali kullanmak gerektigini dusunuyorum.”
“Sınıf” yerine “meslek” gibi daha itinalı bir kelime kullanmak gibi.
“Toplumdaki egemen fikirler, egemen mesleklerin fikirleridir” cümlesinde olduğu gibi.
“Medeniyet” dedikleri şeyi imha edemeyen zavallı aciz ilkelciler, son araç olarak “medeni” ve “teknolojik” ortamlarda küfürbazlık ve kendi kendini tatmin ile övünürler.
Sayın Necip Bey,
İstanbul’da iki ay içinde 23 katlı bir jimnastik salonu açacağız.
Kökenleri sizin gibi Orta Asya’ya dayanan halis Türk adam-karıları yumurtlamanın prostatın büyümesini ve dolayısıyla prostat kanserini önleyen kasları kuvvetlendirdiğini buldular. Diğer halis Türk bilim adam-karıları da Türklerin çoğu zamanlarını arabada oturmakla geçirdiğinden prostatların büyümesini önleyen kasları zayıflattığından prostat kanserinin hızla arttığını buldular.
Bu haberlerin yaratacağı korkuyu düşünerek binamızın bir katını “Yumutlama Yöntemiyle Prostat Küçültme ve Kuvvetlendirme, YYPKK”, veya “Yumurta Büyük, Prostat Küçük” jimnastik salonu yapacağız.
Sizin “545 Necip” yazınızda mitralyöz gibi ard arda yumurtalar yumurtalıdığınızı görünce “bu bizim adamımız” dedim.
Size YYPKK şefliğini muazzam yakışır. Asıl göreviniz sizin gibi bol yumurtlama teknisyenleri yetiştirmek olacak. Arada bir de, kişisel ilgi talebinde bulunan çok zengin müşterilere bizzat kurs vereceksiniz. Öğrenci-teknisyen yetiştirme kursları esnasında yumurtladığınız yumurtaları kafeteryamıza satarak kendinize ek gelir sağlama olanağınız da olacak. Maaşınız ve kafeterya geliriniz dolar veya euro olarak ödenecek. Eğer gelirlerinizi dış bir ülkedeki hesaba yatırmamızı isterseniz hesap numaranız ve hesabınıza girme kodunu CV ve kabul mektbunuza eklersiniz.
Acele etmenizi tavsiye ederiz çünkü sizin yumurtlamanız, kapitalizm, iktidar, insan fıtratı, sınıf ve kıta kaymaları ve binlerce diğer altın yumurtalarınız hariç her şeyin her zaman değiştiği dünyada hiç belli olmaz, aynı bilim adam-karıları 6 ay veya bir yıl sonra şimdiki bulduklarının tam terslerini bulabilirler.
CV’nizi, şimdiye kadar yumurtladığınız yumurta sayısını, en büyüklerinden 20-30 yumurtanızı lütfen aşağıdaki adrese gönderin:
İstanbul 23 Katlı Jimnastik Merkezi,
YYPPK, Yumurta Büyük, Prostat Küçük
Posta Kutusu: 545 Necip
İstanbul
Göndereceğiniz kolide yumurtalarınızın kırılmasını önlemek için plastik poşetleri yumurta çıkardığınız yerden çıkaracağınız hava ile doldurup yumurtaların arasına koymayı unutmayınız.
Yumurta Büyük, Prostat Küçük katınızda bir de Namaz Hamamı olacak. Ama bazıları bunun Namus Hamamının edebi kelam olduğunu sanıp değişik amaçlarla gelebilirler. Diğer bir şirketimiz öyle edepsizleri, Yunanistan Anıtlar ve Kalıntıları Turizm adı altında, o çeşit, haşa huzurdan, ahlaksızlıkların yapıldığı Yunanistan’a gönderiyor. Lütfen o şirketimize yönlendirin.
Görüyorsunuz, halis Türk oğlu Türk Necipciğim, insan yalamak ve öpmek varken ne sapıklıklar yapıyor.
‘To recuperate’ icin benim bulabildigim en iyi karsilik ‘sagal(t)mak’.
Buradaki yazilarda kullanilan ‘recuperate’, cumlenin gelisi icinde, yerine oturmuyor.
Upuzun ve bir o kaadar da ‘incoherent’ metinlerdeki cumlelerin gelisine baktigim zaman, ‘to rehabilitate’ daha uygun olacak gibi.
Ya da, bazi hallerde ‘to reinstate’, hatta ‘to recycle’ dahi olabilir; ama, ‘to recuperate’?
Yok.
Sakil duruyor..
Necip sola cok yabancisin. Turkiyede asiri sol (ne demekse) denen kesimin buyuk bir kesimi basörtüsü özgürlügünü savundu hatta eylemli destek verdi. Basörtüsüne sekter karsi olan kesimler daha çok ilimli düzen ici `sol `du. En azindan arastiralim biraz ama degilmi..
Necip Bey ,Basörtüsü meselesinde asiri sekter davranan kesimlerin en göze çarpani Perincek ve periferisidir. Onlarada, asiri sol u birakin sol demek sola küfür olur. Ayrica bu Basörtüsüne alerjisi olan kesim pek bir AKP Erdogan destekcisidir. Asiri sol denen kesim ise hic bir zaman böyle bir tavra girmemistir.
Tanrim belirli bir kesimde Anti Kemalist olmak herseyin önüne gectiginden AKP ye muhalefet edebilmek icin onun neokemalist oldugunu soylemek zorunda kaliyorlar. Yahu ne kemalizmmis ama:)???
Eskiden AKP eyiydi o yuzden sürec yuruttuk simdi ise neokemalist oldu ,kötü diyor, kürt milliyetci neo liberal HDP cevresi ve muhalefet ediyor.
Erdogan ve AKP Kemalist cizgiye geldi o yuzden iyidir ve biz destekleriz diyor Perincek ve avanesi.
Yahu su begenmedigimiz CHP nin siyasi algisinin bile gerisinde ikiside.
Aslinda Anti Kemalizm herseyin önüne gecirilmesi gereken bir bilinc gerektirir. Musollini Hitler Stalin tamamen Kemalizmden esinlenmislerdir. Anti Kemalist olunmadan Anti Fasist olunamaz. Kemalizm ultra Fasizmdir. Kemalizmi Fasizm olarak görmeyende fasisttir.
Seni yeni yumurtalar yapman için pompalaladım ve oldu. Jimnastik salonumuzda çalışana kadar hem daha çok yumurtalar hem de bu son devasa yumurtan ( 557 Necip, ‘To recuperate’ …) gibiler üretmen için seni pompalamaya devam edeceğim.
Ama Necipçiğim, bundan böyle beraber çalışacağız, aramızda samimi konuşmada fayda var. Sen ABD’de astro mastrocular, uptight, tight as* orta sınıflar arasında İngilizce öğrenmişsin. Bu aynı sana benzeyen ‘insipid’, aseptik, ‘useful idiot’ orta sınıflar politika bilgilerini ‘civics courses’larda öğrenirler. Böyle wishy-washy politika İngilizcesi yumurtalarının çoğalmasında ve büyümesinde ÇIKARINA uygun gelir ama jimnastik salonumuzun bedavaya reklam yapacağımız bu sitede adımız kötüye de çıkabilir. Asıl amacımız para kazanmak. Kişisel dil saplantı ve kaprislerinizi kontrol ederseniz fena olmaz.
Bakın mesela,
“Recuperation, in the sociological sense, is the process by which politically radical ideas and images are twisted, co-opted, absorbed, defused, incorporated, annexed and commodified within media culture and bourgeois society, and thus become interpreted through a neutralized, innocuous or more socially conventional …”
Siteye katılanları enayi yerine koymamalıyız. ‘Salon’ kafir dilinden, ‘jimnastik’ kafir dilinden, ‘prostat’ kafir dilinden, ‘kurs’ kafir dilinden, sattığın otomobil kafir dilinden, hatta yine düşünmeden sarıldığın ‘klavye’ kelimesi ve kullandığın klavye alfabesi gavur dilinden, ‘alfabe’ gavur dilinden … Aceleden ‘recuperate’ kelimesinin Türkçe ve İngilizce tanımlarına bile bakmadan hemen yumurtlama safhasına geçmişsin. Unutmayın, müstakbel müşterilerimiz de nimetimizdir.
Araba satıcılığınız gibi bu işte de tek ve asıl amacımız para kazanmak.
İngilizce dili fiyakası, moda olan “burn out” yerine yine kafir kelimesi “motor” yanmış kullanmak gibi tingiri mingirilerden vazgeçerseniz yeni görevinizde daha “productive” olacağınızdan eminiz.
“Necip sola cok yabancisin.”
Dogru.
Aksini de hic iddia etmedim; ve dusunmedim, zaten.
Ama, bu, benim sola yabanci olusum, cok da kotu bir sey olmasa gerek.
Sunu demek istiyorum: Tamam, bazi seyleri yeterince ince detayina inecek sekilde bilemeyebilirim (ki, oyle); ama, en azindan, vaakt-i zamaninda ‘o’ ya da ‘bu’cu olmadigim icin, sirtimda turlu cesitli faksiyonel bagaj da yok.
Yani, yabanci/tarafsiz bir insan ne kadar olabilirse, ben de o kadar ‘objektif’ olabilirim. En azindan, olmaga calisiyorum.
“Turkiyede asiri sol (ne demekse) denen kesimin buyuk bir kesimi basörtüsü özgürlügünü savundu hatta eylemli destek verdi.”
Kendi acimdan soyleyecek olursam: Basortusu konusunda saadece kisilerin (baskalarina zarar vermeyen) tercihlerine izin verilmeyisi baglaminda bu yasaga karsi oldum.
Onun haricinde, kadinlarla birebir konustugumda, basortusu takmanin (ozellikle de sicak yerlerde yaaa da mevsimde) aslinda bir cile oldugunu soyluyorlardi; ve buna ragmen bu konudakisrarlarini anlamakta gucluk cekiyordum.
Fakat, ayni ‘anlamakta gucluk cek’mek fiilini topuklu ayakkabilar ya da buz gibi havalarda (benim en mahrem yerlerim donarken) kadinlarin (bir kisminin) bir karis mini etek giyislerinde de yasadigim icin, daha da desmek ihtiyaci duymadim.
Halen de ayni pozisyondayim: Madem istiyorlar ve zararli da degil, haricten maydanoz olmanin anlmi yok.
Solda da benzer durus sergileyen bir kesim yok muydu? Tabii ki, vardi.
Vardi, ama, benim hatirladigim kadariyla, ne sesleri yeterince yuksek cik(abil)iyordu; ne de ‘sol’ kamuoyunu makule yonlendir(t)ecek buyuklukteydi.
“Basörtüsüne sekter karsi olan kesimler daha çok ilimli düzen ici `sol `du.”
Yukarida baska bir arkadasimiz da yazmis: Kemalistler bu konuda cok daha militandilar.
Dogrudur, bence de.
Bu da bizi, ‘sol’ dedigimiz dusunus yapisinin hala daha Kemalizmin ne kadar da yogun etkisinde olduguna goturuyor…
Malum, bir soz vardir: ‘Besikte giren, tenesirde cikar’ diye..
‘Sol’umuz icin bu ziyadesiyle gecerli galiba: Turkiye’deki dogumu Kemalizmin kucaginda/sayesinde olmus gibi.. o yuden etkisis hala daha devam ediyor.
“En azindan arastiralim biraz ama degilmi..”
Burada yazdiklarima da bu gozle bakabilirsiniz, aslinda.
“İstanbul’da iki ay içinde 23 katlı bir jimnastik salonu açacağız.”
Hayirli(si) olsun.
“Size YYPKK şefliğini muazzam yakışır.”
Uzgunum. Beni uyelige kabul edecek hic bir olusuma dahil olmadim bugune kadar; bugun de de farkli davranmak icin bir sebep gormuyorum.
“Görüyorsunuz, halis Türk oğlu Türk Necipciğim, insan yalamak ve öpmek varken ne sapıklıklar yapıyor.”
Bu tur seyler zorlama ile olmaz; olsa da basarili olmaz.
Fakat, sizin hamurunuzda var olsa gerek ki, sikayet etseniz de, farkli davranamiyorsunuz.
Ben bunu gozardi edebeilirim, de, umarim baska ve daha sorunlu ‘sapıklıklar’iniz yoktur.
Kürt Milliyetciligi Abdullah Ocalan ve Kemalizm üzerine bir fikra:
Abdullah Ocalan in Suriyede (zalim Esad in zulmu altinda) yasadigi yillarda, egitim calismasi (baskanligin yogunlastirmasi) sonunda zaaflarindan kurtulamiyan PKK kadrolari Ocalanin karsisinda özelestiri sürecine girmislerdir.
Ilk kadroya sorar Öcalan:
_Neden zaaflarini asamiyorsun ?
Yanitlar kadro
_ Kemalizmin etkilerinden kurtulamadim ondandir Serok Hewal
Öcalan yanittan memnundur.
ikinci kadroya gelir sira. Ikinci kadro kolay yolu görmüstür.
Sorar Ocalan:
-zaaflarindan neden kurtulamiyorsun?
yanitlar 2. kadro:
– Kemalizmin etkileridir Hewal
Ocalan memnundur.
Sira 3. Kadroya gelir.
Sorar Ocalan
– neden asama kaydetmiyorsun?
Yanitlar 3.Kadro
-Kemalizmin etkileridir Hewal
Ocalan biraz suphelenir.
Sira 4. Kadroya gelir. Bu kadro hayatinda hic Turkiyede yasamamis Suriyeli bir Kürttür.
Sorar ocalan
-neden zaaflarini asamiyorsun?
Yanitlar Suriyeli Kürt kadro
_Kemalizmin etkisidir Hewal
Kizar Ocalan
_ Yahu bu Kemalizmin Suriyede isi ne?
Bu fikra Sirri Sureyya Aydin ve bilumum Kurt milliyetcileri ve onlarin Kuyrukculari icin gercek olmus sanki.
Degil ulkedeki, bolgedeki, dunyadaki , zamanda ve mekanda tarihteki bütün kötülüklerin anasi Kemalizmdir, onun disindaki diger kötülüklerin hepsi ile ittifak olunabilinir yeterki Kemalizm olmasin:)
HDP tarzi Anti Kemalizm bana su sözü animsatiyor. Elde olan tek gereç çekiç ise ,hersey çiviye benzer.
Belki kötü bir örnek olacak ama belki üzerine düsünen olur diye yazayim dedim.
Bekci kopekleri ile korunan bir evi talan etmek isteseydim eger , eve bir kac kedi salardim. Kopekler kedi ile ugrasirken evi soyardim.
AKP kürt milliyetciligine ve kuyrukcularina bunu yapti. Onlar tekci Uniterci ulusalci ulusal devletci Kemalizm ile ugrasirken karsimizda Dinci Fasist bir diktatorluk.
Türkiye devletinin resmi /gayri resmi ideolojisi , Kemalizm -Türk Islam sentezi, 12 Mart ,12 Eylul AKP iktidari konulu bir calisma ihtiyaci
Tez:
Kurulusundan bugüne, Türkiyede Kemalistlerin , muhafazakar, dinci kesime ödün vermeden , absolut bir Iktidar dönemi hic olmamistir, catismali celismeli , oranlari dengeleri degisen bir iktidar blogundan bahsedilebilinir ancak.
“Recuperation, in the sociological sense, is the process by which politically radical ideas and images are twisted, co-opted, absorbed, defused, incorporated, annexed and commodified within media culture and bourgeois society, and thus become interpreted through a neutralized, innocuous or more socially conventional …”
What a load of crap.
Bunca fuzuli lakirdi yerine, suna benzer bir sey soylemek cok daha durustce olurdu:
‘Kelimeyi yanlis yerde kullanmisim. Ama, erkeklige de halel gelsin istemiyorum; o yuzden –elimden de baska bir sey gelmedigi icin– simdi zavahiri kurtaririm umidiyle kivir kivir kiviriyorum’..
555 Anonim ve Biz Medeniler
“Medeniyet” dedikleri şeyi imha edemeyen zavallı aciz ilkelciler, son araç olarak “medeni” ve “teknolojik” ortamlarda küfürbazlık ve kendi kendini tatmin ile övünürler.
Trump, Putin, Xi Jinping ve diğer medeniyet koruyucuları şu an dünyayı birkaç yüz defa imha edecek kadar silaha sahipler. Dediğin gibi “zavallı aciz ilkelciler” bunu bilmediğini sanmanla kendinin ne kadar şapşal olduğunu göstermiş ve ilkelcilerin ekmeğine yağ sürmüşsün. İlkelcilere göre medeniyetin başını çeken bir avuç çok ileri zekalı kurnazlar bilerek senin gibi salaklar üretiyorlar. Bu bir avuç büyük beyinliler şu an, eşek gibi çalışıp tüketmekten başka bir işe yaramayan senin gibi andavalları dünyada bırakıp başka gezegene taşınmaya hazırlanıyorlar.
Tabii, beni yanlarında götürmelerini isterim ama bırakırlarsa senin gibi mankafalarla geride kalmayı düşünmek bile istemiyorum.
Necip sen artık aileden sayılırsın. İngilizce bilgin daha çok alış-veriş Business English. Hep kendin gibi satış dili konuşanlarla düşüp kalktığın için bildiğin İngilizce çok kısıtlı.
Bunda utanılacak bir şey yok. Bir ara ben kendim yeğenime yardım için Business English tercümeleri yaptım ve %90’ı benim için Hattic kadar yabancıydı.
“Yumurta Büyük, Prostat Küçük” salonunumuzda çok sayıda yabancılar olacak ve çoğu senin gibi Business English konuşacaklarından bir sorun çıkmayacak. Ancak, yüksek makamlı politikacıların yalayıcıları çok diplomalı, çok IQ’lü. Bunlar daha ‘sophisticated’ İngilizce, hatta Ox-fart veya Queer’s English filan filan konuşmayı tercih ediyorlar. Öyle durumlarda size bir asistan gerekecek. Şu an adayları ayıklıyoruz.
Ayıklamada sadece ‘RECUPERATE’ kelimesiyle ilgili bazı örnekler [] içinde:
[“Toward New Democratic Imaginaries – İstanbul Seminars on Islam, Culture and Politics”
As in the case or traditional Christendom, Islam’s collusion w ith public power has often exerted (in Ricoeur’s words) a ‘demoralizing effect’ on believers and non believers alike, driving many or them to ‘cynicism, amoralism, and despair’.In this situation. it is high time for Muslims and all friends of Islam to take stock of the prevailing predicament. Concisely put: it is time not to abandon Islam in favor of some doctrinaire secularism or laicism (which does not have sufficient resources to resist the idols of the market). but to reinvigorate the ‘salt’ of Islamic faith so that it can become a beacon of light both for Muslims and the world around them. Differently phrased: it is time to ‘RECUPERATE’ the genuine meaning of Islam as a summons to freedom, justice and service to the God who, throughout the Qur’an, is called ‘all-merciful and compassionate’ (rahman-i-raheem). The present article is meant to contribute to such a ‘RECUPERATION’.]
Not: Necipciğimiz, farzedelim Erdoğan’a Nişanyan gibi bir dil teknisyeni refakat ediyordu ve sen yukarıdaki seminerde kullanılan ‘RECUPERATE’ kelimesini sağlık mağlık anladın. Herifler, senin İslam’ın hasta olduğunu ima ettiğini bahane edip jimnastik merkezini gasp ederler, bizleri Gülencilikle itham edip hapislerde çürütürler. Haybeden veya daha doğrusu senin salaklığından motorlarımızı yakarlar.
Erdoğan’ı yalayanlar çok Necip, haddini bil, çenene hakim ol.
Aşağıdakiler senin gibi bu konularda çaylakları sonsuz aşar ama bir gör diye ekledim.
[Anthropology and Aesthetics
“… the process by which those who control the spectacular culture, embodied most obviously in the mass media, co-opt all revolutionary ideas by publicizing a neutralized version of them, literally turning oppositional tactics into ideology. The SI {Situationist International} identified the threat of revolutionary tactics being absorbed and defused as reformist elements. The SI pinpointed the increasingly evident problem of capitalist institutions subverting the terms of oppositional movements for their own uses ‘RECUPERATION’ operated on all fronts: in advertising, in academics, in public political discourse, in the marginal discourses of leftist factions, and so on. “]
[Taylor & Francis Group (1993) Textual Practice:
“… the negative harmonization attributed to media society. …revolutionary artists of the late twentieth century are faced with problems of intelligibility, accessibility and recuperation radically different from those of their predecessors. … current concern with radical writers and media ‘RECUPERATION’ is the possibility that avant-garde revolutionary art may not be possible, recognizable, or even desirable right now.”]
[Radical Media: Rebellious Communication and Social Movements
“… ‘RECUPERATION’, namely, that the ruling class could twist every form of protest around to salvage its own ends. Détournement is the revolutionary counterpart to ‘RECUPERATION’, a subversive plagiarism that diverts the spectacle’s language and imagery from its intended use.
[Bastani, Aaron. Open Democracy, 25 May 2011.
“The Communication Commons: resisting the ‘RECUPERATION’ of the internet by capital
[Osel, J. International Journal of Radical Critique, 2012.
Toward Détournement of The New Jim Crow, or, The Strange Career of The New Jim Crow]
(K/Y)anıtlar
AKP’nin Kemalist olduğunun ve TC’nin resmi ideolojisinin hala Kemalizm olduğunun son derece anlaşılır ve basit K(anıtı)
Kemal(izm)’in isimlerinin, cisimlerinin, resimlerinin, heykellerinin devlet dairelerinde, paralarda, eğitim sisteminde, törenlerde ve en önemlisi Ankara’daki “devlet dininin Kabe’si”nde baş köşeyi işgal etmesi
AKP ve TC ne zaman Kemalist olmaktan çıkar sorusunun aynı derecede anlaşılır ve basit Y(anıtı)
Kemal(izm), bugünkü Almanya ve Alman devletinde Nazizm/Hitler’in düştüğü çukura düşüp aynı derecede şiddetle yasaklandığı zaman
http://marksist.net/okurlarimizdan/savas-kriz-ve-maduronun-tuvaleti
Bugünün kapitalist dünyasında hükümet başkanlarının bazıları bir zamanlar işçilik yapmışlar. Bunların kimisi bir zamanlar eli nasırlı metal işçiliği yapmış, kimisi koca otobüslerde şoförlük yapmış, kimisi belediyede evrak getir-götür işi yapmış. Hatta işsizlikten pabuç eskittikleri günlerde ne iş bulsalar çalışmaya razı olmuşlar!
Nihayetinde bu zatı muhteremler şimdilerde hükümet başkanlığı koltuğuna otururlar. Eski günlerini rüyalarında dahi görmek istemezler! Koca bal tenekesi ellerinin altında! Aynada kendileriyle konuşurken, “eski günler mi? Aman tanrı esirgesin!” derler. Ancak eli nasırlıların, tuvalet temizleyenlerin, kısacası elinin emeği gözünün nuruyla çalışanların karşısına çıktıklarında, “ben sizden biriyim, sizin aranızdan biriyim, yok sizden bir farkım” diye yırtınırlar. Bir müddet de bunu yutturmayı başarırlar. Zaman biraz daha ilerler ve eli nasırlılar uyku sersemliğinden uyanır misali, birer ikişer uyanmaya başlar. Bu yalanları yemez yutmaz olurlar. İşte tam o anda zatı muhterem, filler sultanı gibi haykırır: “Yurtdışında tuvalet temizlemeyi bırakıp vatana dönün” der, aşağılayarak. İnceden inceye de şovenizmin zehirli şerbetini yutturmaya uğraşır. Üstelik bu şoven sözleri söyleyen sözüm ona “sosyalist”tir! Kimi solcular yıllarca Chavez’e selam durdu. Şimdilerde “sosyalist” Chavez’in halefi “sosyalist” Maduro.
Sömürücüler ve onların yöneticileri dünyanın her köşesinde savaş çıkartıyorlar. Onların çıkarttıkları savaşlarda işçiler, emekçiler ölüyor, öldürüyor. Sistemlerinin yol açtığı krizin bedelini ezilen sınıflara ödetiyorlar. İşsizlik bir sıtma gibi dünyanın dört bir yanına yayılıyor. Açlık, yoksulluk, yokluk içinde kıvrananların sayısı her geçen gün katlanarak artıyor. İşsizlik kırbacından kurtulmak için başka ülkelere geçiyor milyonlarcası. En kötü işlerde karın tokluğuna iş bulabilen kendisini şanslı görüyor. Tepedekiler ihtişam, sefahat içinde yaşıyorlar. Hepsi lüks, gösteriş ve debdebeli hayatlarından bir dirhem vazgeçmiyorlar. Bu haydutlar çetesinin tuvaletleri en kıymetli madenlerden yapılmış. O tuvaletleri yapanlar da işçiler, temizleyen de yine işçiler.
Dünyamızı gırtlağına kadar kirletenleri ve onların boka batmış sistemlerini, o her bir işi gören, tuvalet de temizleyen onurlu eller temizleyip hak ettikleri çukura gömecekler.
“Fakat, ayni ‘anlamakta gucluk cek’mek fiilini topuklu ayakkabilar ya da buz gibi havalarda (benim en mahrem yerlerim donarken) kadinlarin (bir kisminin) bir karis mini etek giyislerinde de yasadigim icin, daha da desmek ihtiyaci duymadim.”
Bunda anlamayacak ne var? Doğal seleksiyon.
Neslin devamı için karşı cinse çekici gelmek zorundalar. Eskiden topuklu veya mini etek giymenin imkanı, hatta imkanını bir yana bırakalım kendisi yoktu.
Fakat şimdi kendileri, dolayısıyla imkanları ortaya çıkınca bu imkanı “kullanmama”dır asıl anlaşılmayacak olan.
“Tabii, beni yanlarında götürmelerini isterim ama bırakırlarsa senin gibi mankafalarla geride kalmayı düşünmek bile istemiyorum.”
“Benim gibi mankafalar” diyecektin de dilin sürçtü.
Senin gibi mankafa veya ilkelkafaları bırakacakları kesin.
Birkaç milyar yıl sonra güneş – tıpkı senin kafan gibi – patlayıp dünyayı yok ettiği zaman senin gibi patlamış kafalar burada ölürken küfrederek kendi kendini tatmin ettiğin medeniler küfrettiğin teknoloji sayesinde dünyadaki yaşamı kurtaracaksa senin gibi fazlalıkların elenmesi güzel olur.
Doğal seleksiyon.
“Bunda anlamayacak ne var? Doğal seleksiyon.”
Bu tamam, da, ya cok kisa erimli ya da eksik degerlendirme sonucunda secilmis tercihler sozkonusu sanki.
“Neslin devamı için karşı cinse çekici gelmek zorundalar. Eskiden topuklu veya mini etek giymenin imkanı, hatta imkanını bir yana bırakalım kendisi yoktu.
Fakat şimdi kendileri, dolayısıyla imkanları ortaya çıkınca bu imkanı ‘kullanmama’dır asıl anlaşılmayacak olan.”
Mini etek giymenin karsi cinsiyeti cezbetmek acisindan bir faktor oldugunu kabul edebilirim; fakat, yuksek topuklu/okceli ayakkabi giyip zar zor yuruyerek kiritmaga calisan bir kadina meftun olan erkek orani pek de yuksek degil gibi.
Bunu genelleyebilirsem, en azindan yuksek topuklu/okceli ayakkabi giymek, eksik/yanlis degerlendirme sayilmalidir. Yani, hedef pazarin eksik/yanlis degerlendirmesi.
Ikincisi, gelelim mini etek giymek konusuna.
Bakan herkese cazip gorunmek arzusunun belli bir yere kadar anlami olsa da, bu da, bence hedef kitlenin/pazarin buyuk olcude eksik/yanlis degerlendirmesidir.
Cunku, ‘herkese cazip gorunmek arzusunu’ acikca sergileyen bir kadinin –neslini devam ettiemek baglaminda basarili olup dollenmesi gerceklesse bile–, peydahlanacak olan veledin erkek katkicisinin kim olduguna dair sorular hep mevcut olacaktir.
Yani, ‘baba’ oldugu soylenen erkek, gercekten kendisinin baba olduguna kendisini ikna etmekte zorluklar yasayabilecektir. Bu da, dogan veledin o baba tarafindan sahiplenilmesinde ve daha sonraki yillarda da desteklenmesinde sorunlar olacagi anlamina gelir.
O da, neslin devami baglaminda onemli handikaplarin gundeme gelecegine isaret eder.
Yani, ozetleyecek olursak, ‘karsilikli sadakat’e halel getirecek sekilde ‘herkese cazip gorunmek arzusu’nu sergilemek, orta ve uzun vadede ters tepebilir –cogu zaman da teper.
Bu sonucusunu gidermek icin, gelisen teknoloji sayesinde, DNA testlerinin yapilabildigini biliyorum. Ama, DNA testi yaptirmak ihtiyacinin dogmasi bile, ‘karsilikli sadakat’in coktan berhava olduguna da isaret eder.
Sunu soylemek istiyorum: ‘Neslin devami icin, ‘kendisini sergileme ve cazip gosterme durtuleri’ her ne kadar anormal degilse bile, bu tercihlerde bulunmanin (yine ‘neslin devami’ acisindan) ciddi sakincalarinin dikkate alinmayisini ben cok da anlamiyorum.
Pek de akillica degil gibi.
“Bekci kopekleri ile korunan bir evi talan etmek isteseydim eger , eve bir kac kedi salardim. Kopekler kedi ile ugrasirken evi soyardim.”
Pek de basarili bir hirsiz olamayacaginizi gorur gibiyim.
O kedilerin pesinden kosarak, havlayarak, ortaligi birbirine katan kopeklerin cikaracagi cingar sadece ev halkini degil, butun mahalleyi ayaga kaldirir. Siz de avucunuzu yalarsiniz 😉
Onun yerine, icinde uyku ilaci olan lezetli birkac parca et konusunu degerlendirmenizi oneririm.
Ev soymaga kalkacak olursa, ben oyle yapardim demek istiyorum 😉
Ote yandan, tesbihinizin geri kalanina da katilamiyorum.
Yani:
“AKP kürt milliyetciligine ve kuyrukcularina bunu yapti. Onlar tekci Uniterci ulusalci ulusal devletci Kemalizm ile ugrasirken karsimizda Dinci Fasist bir diktatorluk.”
cozumlemesi de isabetli degil.
‘Kurtler’, PKK oncesinde herhangi sekilde bir birlik/beraberlik goruntusu vermiyrdu ki.. Tersine, ortada (birbileriyle de kanli bicakli) bir suru orgut ve gorus vardi –ve giderek daha da rafine detaylarda bolunuyordu.
Devletin yaptigi (ki, bence oyledir), bunca teferruatla ugrasmak yerine, PKK’nin peydahlanmasi ve palazlanmasina goz yummauk; PKK’nin da diger orgutleri siyasi ve fiziki haritadan silmesine imkan tanimak oldu.
[Bilgiden degil, gzolemlerimden hareketle soyluyorum bunlari. Yani, salliyorum.]
PKK’nin zayiflamasinin dogal sonuclari, dolayisi ile, eskiden oldugu uzere ortaya birbiriyle didisen ve catisan yapilarin cikmasi oldu.
Yani, bir anlamda, isler aslina donuyor.
O yuzden, bence, siz, Devletten, AKP’den ya daPKK’da sikayet etmek yerine, ‘Kurt’ illerinde olmayan (olmak ihtimali de pek gorulmeyen) ‘homojenlik’ten sikayet etmelisiniz.
Yani, sizin hayallerinize/ideallerinize sahadaki realite pek de uymuyor.
“Necip sen artık aileden sayılırsın.”
Yok. Almayayim.
Ariza tiplerin oldugu bir ailenin parcasi olMAmak konusunda uzun zaman once alinmis bir prensip kararim var.
“Ayıklamada sadece ‘RECUPERATE’ kelimesiyle ilgili bazı örnekler [] içinde”
Kutuphane memurlugu konusundaki yetkinliginizi gostermek acisindan sizce belki anlamli olabilir bu gayretleriniz; ama, haybeye debeleniyorsunuz.
Oradan buraadaan kiytirik pasajlar peydahlamak yerine, muteber bir iki sozlukten alintilar yapmagi deneyin.
YANLIŞ:
İnsan türü Tanrı’nın ANİDEN yaratmasıyla YAPAY bir şekilde ortaya çıktı.
DOĞRU:
İnsan türü SÜREÇ İÇİNDE ilerleyen bir EVRİM sonucunda DOĞAL bir şekilde ortaya çıktı.
SONUÇ:
EVRİM hayatımızın DOĞAL bir parçasıdır.
BAŞKA BİR YANLIŞ:
Kapitalizm/Medeniyet Kapitalistler’in/Medeniler’in ANİDEN yaratmasıyla YAPAY bir şekilde ortaya çıktı.
BAŞKA BİR DOĞRU:
Kapitalizm/Medeniyet SÜREÇ İÇİNDE ilerleyen bir TARİHSEL ve SOSYO-EKONOMİK EVRİM sonucunda DOĞAYA UYGUN bir şekilde = doğa yasalarını ve canlıların yapısını değiştirmeden ortaya çıktı.
BAŞKA BİR SONUÇ:
TARİHSEL ve SOSYO-EKONOMİK EVRİM = Kapitalizm/Medeniyet hayatımızın DOĞAL = doğaya ve canlılığa aykırı olmayan bir parçasıdır.
Nihayet “dogtooth” filmini bulup seyrettim.
Filim, bazı insan psikolojisi yorumları ve günümüz popüler kültürü ile ilişkileri açısından önem taşıyabilir.
Bu iki konuda bilgim sıfır kadar az.
Psikoloji bilgim tarih, edebiyat, antropoliji, mitler, felsefe ve eleştrici yazılarla oluştu. Psikolojiyi salt bu beni ilgilendiren konularla ilişkisi olduğu ölçüde ve gerektirdiği kadar öğrendim, yani kısıtlı. Hatta psikolojiyi hiç sevmem desem doğru. Sanki insanın en son koruyucu kalesine de saldırı gibi. Diğer “bilgi” dalları az hasar yapmadı.
Popüler kültürde tam sıfırım. Birazı parasızlık, birazı bu alanda bilgim olmadığı için anlamamam, birazı bana daha ilginç gelen konulara eğilmem.
Filim sanki içinde bulunduğumuz anlamsız toplumun bir kinayesi. İnsanı uslu-deli eden veya çılgın-sapıklılığa sürükleyen, insan ruhunu tahrip eden ve benzeri işkencelere maruz bırakan bir yaşamın eleştirisi. Ben 1984’ü daha korkunç buldum. 1982’de Newspeak her gün keyfi değişiyor, filimde sadece bazı kelimeler keyfi yanlış öğretiliyor.
Bazı hayvanlar arasında bile doğum yapmak kadar “doğal” bir durumda, sosyal çevreden uzakta kalmış bir hayvanın ne yapacağını bilmediği gözlendi. İnsanlar arasında rahatça çok çok daha da ziyade diyebilirim.
Dolayısıyla çocukların çeşitli ruh bozuklukları bana “doğal” geldi. Yani, bizler gibi.
Sohbetimizdeki çocuk yetiştirme konusu ile bu filimde olup bitenler arasında diğer bir fark bu gibi. Diğeri de var.
Bence, her türlü mürekkep dökmeye değer ince eleyip sık dokumalara rağmen, çocuk yetiştirme ile ütopik bir toplum kurma birbirleriyle iç içe ve ayrılmaz amaçlar. Hatta senin “şahane insan” veya “şahane insan” olanların neler yaptığı, ailelerinin özellikleri hakkında sorularının altında, bence, bu birbirlerinde ayrılmaz iki konu yatar.
Bir fizlozof “hayatta en önemli şey özgür olmaktır” der; diğer bir filozof “herkes özgür olmazsa ben özgür olamam” der. Yani, kapıdan çıkar çıkmaz sinema yapmaya başlarız.
Filimde bu konuya değinmemiş. Bu da bana filmin kinaye veya bulunduğumuz düzenden çıkmanın imkansızlığını ima eden modern kiniklik gibi geldi (ben kadim kinikleri çok severim ama modern kiniklerden nefret ederim, ama lütfen farkı sormayın).
Filimde bir kaçılmak istenen otoriter düzenden diğerine geçilmiş. Anne-baba allah değil. Bence, “Allah’dan başka kimse mükemmel değil” diyen dinciler bir bakıma, hiç değilse lafta, çok daha dürüstler.
Hatta bu noktada çok inandığıma ve bana göre asıl soruna dokunmak isterim. Özü şu: “Shit happens, you cannot stop it” Bence durdurmaya çalışanlardan kaçmak şart. Ama nasıl bilmiyorum. Tek bildiğim mükemmeliği arayanların bu uzak durmayı yüz binlerce yıl becerenleri kırımdan geçirmiş olması.
Kızılderiler arasında çocuklara ayinlerle “trickster”den uzak durmaları öğretilir. Bu sitede bunu defalarca anlattım. Kısacası büyük işler becerenlerden uzak durmalarını, aksi halde onun kölesi olacağını öğretirler.
Trickster’e dünyanın her yerinde rastlanır. Tek tanrılı ahlak dinlerine “şeytan” olarak kaydı. Kağıt oyununda joker, Hacivat-Karagöz perde oyununda Hacivat, hatta Nasreddin Hoca bazı misaller.
Toplum bir bütün olarak kendi “ütopya”sını kendi geliştirip yaşayacak. En iyisi Allah veya Allahları gök yüzüne yollamak. Ruhani varlıklar ruhani temiz yerlerde daha mutlu olurlar. Yeryüzü b*k dolu.
Hatta bu Yahudilikte Hıristyanlığa geçişle bile göze çarpar.
Yahudilikte bir pislik çıkarsa, Allah herkesi cezalandırır (Not: bunu hemen noksan bulacakların ne diyeceklerini biliyorum, ama pek değitirmez) . Sanki Allah “ulan birbirinizle geçinmesini bilmiyorsanız, hepiniz suçlusunuz” der. Hıristiyanlık ve İslam’da “her koyun kendi bacağından asılmaya başlar”.
Hawai’de ilginç bir çözüm bulmuşlar: Kralı bol yemekle çabucak şişmanlatıyorlar ve etrafını güzel kadınlarla kuşatıyorlar. Herif yerinden bile kalkamaz oluyor ve kimsenin işine karışamıyor.
Diğer biraz kelli felli bir fikir: entropi ve bilgi, daha doğrusu modernlerin bilgi saydığı tek şey, enformasyon. Eğer bilgi nesilden nesile tüm ve olduğu gibi aktarılmazsa, ben eğitim konusunu biraz, dolan dolan dur anlamda, dolandırcılıkla halletme yolları gibi görüyorum.
Not: Neden kelli felli? Entropi, düzensizlik ölçüsü ve gittikçe artıyor. Yani, düzensizlikle başa çıkmak gittikçe zorlaşıyor. Yani, bize “trikster”ler lazım.
Çok sayıda ütopya kurgular okudum ve filimler gördüm. Yakın zamanlarda ütopya kavramına “tam” uyan ve çok sevdiğim Kurosawa’nın “Village of the Water Mills” Daha çok dünyamızda ve çok sevdiğim “ütopya” da “Pane e tulipani”. Tabii, filmin adı, medenileri ve özellikle bana saldıranların tek istedikleri “Panem et circenses”e gönderme yapıp alay etmekte.
Evet, “veledin erkek katkicisinin kim olduguna dair sorular”ın başkaları/mahalle/toplum tarafından sorulması “hep mevcut olacaktir” diyebiliriz. Fakat – sağlam ve gerçek – bir ilişkinin iki tarafı arasında gerçek bir güven “mevcut”sa onların kafasında “mevcut” olmayacaktır dememiz yanlış olmaz. (Her iki taraf için de demeliyiz. Çünkü topuklu veya mini etek giymeleri sözkonusu olamayacağı halde bunların karşı cinste yaratacağı aynı etkilere – üstelik belirli bir kıyafeti giyme şartı olmadan – sahip olan bazı erkekler de ilişkinin diğer tarafı için kuşku ya da kıskançlık gibi durumlara sebebiyet verebilir.)
Dahası, aynı şeyi – sadece iki taraflı aşklar için değil – tek taraflı aşklar için de söyleyebiliriz. Mesela şöyle bir farazi örnekle açıklamaya çalışalım:
Diyelim ki, sadece arkadaş olan bir erkek ile bir kızdan erkek olanı diğerine aşık. Haliyle birlikte olmayı da istiyor ama üstelemiyor. (Bu arkadaşlığı kaybetmek istemediği için mesela.)
“Maşuk” olan, veya doğru ifadeyle “maşuka” olan kız ise, haliyle bu onun hoşuna gitse ve zevk alsa da birlikte olmak istemiyor. (Bunun da herkes için farklı nedenleri olabilir. Sonradan pişman olma veya duyguların biteceği korkusu-endişesi, sevdiğinden emin olana veya emin olacağı başkası karşısına çıkana kadar bekleme veya “kariyer” yapma gibi öncelikler mesela.)
Şimdi, ikisi de yalnız ve bekar olan böyle iki yakın arkadaşın aynı evde yalnız kaldıklarını düşünelim. Hatta diyelim ki, o kadar yakınlar ve “maşuka” kız aşığı arkadaşına o kadar güveniyor ki, evin içinde başbaşalarken onun yanında değil mini etekli, çırılçıplak olmaktan çekinmiyor.
Kendileri açısından son derece normal olan bu durumun başkaları/mahalle/toplum açısından normal olup olmamasının ne önemi vardır diye soramaz mıyız?
Aynı şeyi – onlardan farklı olarak birlikte olan – bir mini etekli ile onun aşığı hakkında da sorabileceğimiz gibi mesela.
Bir önceki ” Sayın Mukadder, Dogtooth” yorumumda maslahımı eklemeyi unuttum.
Aslında bu mevzuyu çok iyi anlatan bir film var ama izleyenler ve hatta hayranları bile anlamamış. Hani “bakmakla görmek arasındaki fark” dediklerinden.
Doğum – pardon Ölüm Yıldızı yumurtayı, X ve Y Kromozom’lar – pardon Kanat’lar spermleri, Ölüm Yıldızı’na ulaşabilen son X-Kanat “esas sperm”i, o savaş da işte yukarıda da tartışılan “bu savaş”ı anlatıyor.
Necip Bey’in bu kadar uğraşıp bize anlatmaya çalıştığı halde anlatamadığı “survival of the fittest savaşı”nı yani.
http://www.hurriyet.com.tr/galeri-estetikli-yarisamaz-diye-bir-kural-yok-40964304?p=20
“Fenerbahçe Spor Kulübü’nün yeni başkanının adı nedir?
Hımmm… Böyle mavi gözlü, yakışıklı bir beyefendiydi ama şimdi ismini hatırlamıyorum.”
Kör olasıca elit
Yılmaz Özdil’in yazdığına (Sözcü, 5 Eylül 2018) göre Cumhurbaşkanı Erdoğan bir yerde şöyle demiş: “Kibir, tepeden bakma, böbürlenme bize yakışmaz, elitist olamayız, kendimizi seçkin bir zümre olarak göremeyiz, nereden geldiğimizi unutmadık, tevazu ve alçakgönüllük en önemli şiarımızdır.” Çok güzel, erdeme değer veren erdemli bir insanın görüşü. Gerçek mi, değil mi, tartışmanın hiç gereği yok. Ayinesi iştir kişinin!
Ancak “Elitist” sözcüğünü olumsuz anlamda kullanmasına karşıyım. “Elitist”, Fransızca bir sözcük olan “Elite”in türevi. “Elite”in Türkçe anlamı “Seçkin.” Buna göre “Elitist” de “Seçkinci” anlamına geliyor. Lütfen, “İhtiyarın Fransızca öğretmenliği aklına geldi” diye düşünmeyin. Önce mıntıka temizliği yapmak zorundayım. “Seçkin” son derece önemli bir sözcük. Aşağılanmasına izin veremem. Bütün sözcükler gibi birden fazla anlamı var. Fransızca-Türkçe sözlükte, “Seçkin topluluk, kalburüstü takım, kaymak tabaka” gibi anlamları var. Ama, “Yüksek nitelikli, kaliteli, vasıflı, kalifiye, liyakatlı” anlamlarına da geliyor. Bir insan kaymak tabakadan olabilir ama yüksek nitelikli olmayabilir.
Doğruluğunu kontrol ettikten sonra internetten anlamını aktarıyorum:
– Benzerleri arasında niteliklerinin yüksekliğiyle göze çarpan, üstün, mümtaz, güzide, mutena, elit.
– Bir toplumda gücü ve saygınlığı olan kişi veya grup.
– Bir toplumun büyük kesimini oluşturan halk kitlesi dışında kalan küçük bir aydın kesiminden oluşan kitle.
– Benzerleri arasında niteliklerinin yüksekliğiyle göze çarpan, üstün, seçilen.
– Seçilmiş, ayrılmış benzerlerinden üstün olduğu için ayrılmış, mümtaz, güzide.
“Seçkin”in olumsuz anlamı bir ise olumlu anlamı on tane. Cumhurbaşkanı Erdoğan’a göre elitin yani seçkinin en önemli özellikleri şunlarmış: Kibir, tepeden bakma, böbürlenme. Ben Erdoğan gibi toptancı olmayacağım: Kibirli, tepeden bakan, böbürlenen seçkinler de vardır. Ama sıradan muktedirler, sıradan zenginler arasında kibirli, tepeden bakan, böbürlenen yaratıklar çoook daha fazladır. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın çevresine bakması yeter. Demokrasinin bir anlamı elbette halkın kendi kendisini yönetmesidir. Evet! Ama yönetime seçilenler genellikle “sıradanlar” değil “seçkinler”dir. Seçkinlerin yerini sıradanlar aldığı zaman demokrasi sona erer. “Sıradanlar”ın yönetime gelebilmesine (ehliyetsiz şoför muavinlerinin direksiyona oturmasına) izin vermesi demokrasinin kusurlarından biridir.
“Seçkinlik”, “Seçkin Aydınlar” başlıkları her zaman tartışma konusu olmuştur. Osmanlı’nın son yıllarında Muallim Naci ile Recaizâde Ekrem’in “Havas”/”Avam” tartışması pek ünlüdür. Bu konuda, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı aydınlatmak için İslamcı internet sitesi “Sorularla Risale”den alıntı yapacağım:
“Avam, kelime manası olarak ‘alt tabaka’ demektir. Havas ise ‘üst tabaka’ anlamına geliyor. Bu genel terimler, kullanıldığı ilim dalına göre farklı manalar içerirler. Mesela, iktisadi açıdan avam fakir demek iken, havas zengin manasına geliyor. Siyasal açıdan avam seçmen iken, havas seçilen demektir. Fen ilimlerinde avam tabiri eğitim ve öğretim görmemiş insan demek iken, eğitim ve öğretim görenler havas oluyor. İslam ilimlerinde ilmi derecesi olmayan insanlar avam iken, ilmi derecesi olanlar havas ve âlimdirler.
Çiftçi bir insan ekonomik açıdan fakir, ama ilmi açıdan donanımlı ise, iktisadi açıdan avam, ilmi açıdan havas sayılır. Yani avam ve havas tabirleri kullanıldığı yere göre mana ve hüküm kazanıyorlar.”
Seçkinler rol almadan siyaset, bilim, sanat, edebiyat ve spor alanlarında hiçbir başarı elde edilemez. Seçkin ve aydın düşmanlığı ise faşizmin en temel özelliğidir.
İmam-hatip seçkin imam bile çıkartamıyor!
Özdemir İnce
23 Eylül 2018
Cumhuriyet
Putin ve Xi Jinping i Erdogan ve Trump ile ayni kategoride sayan mantik cok yanlis bence. Ne Putin ne Xi Jinpin yönetimlerinde sanilanin aksine, kendi kisilikleri damga vurmuyor. Oralarda o ulkelerin sistemlerinin en mantikli reelpolitikleri ,disiplin hakim. Cilgin Liderler degil.Bir iki zararsiz show disinda Putin yada Xi Jinpin in fevri keyfi davranisina rastliyamazsiniz. (bu bir övgü degildir belirteyim)
Heryere ayni semboller koymak, bir ideolojik kabe yaratmak (hatta tanri yaratmak)Kemalizm ve fasizm kaniti sayilacaksa eger ,PKK dan daha saglam Kemalist örgüt bulunmazdi.
Nişanyan-Necipgiller Türü Üzerine
Daha önce de bu sitede Nişanyan adlı bir büyük beyinliyi kes-yapıştırcı bir ‘groupi’den söz ettim. Tabii böyle ‘monkey see, monkey do’ Medeniyet atıkları her zaman vardı ama son zamanlarda hızla artan faşistlikle daha da çoğaldılar. Bu sitede bile sayıları hayli yüksek. Ne var ki, bunlar rengarenk. Necip sağ temsilcisi, ortadan kaybolan Hortlak sol. Marksisti tutun falan filanlar da var.
Hepsini birlikte bir ad: ANLAMADAN BİLENLER veya OLAN OLANI OLAN GÖRENLER.
‘Groupi’ kendisi anlamadan, daha da anlamadan bilen adlı Necipgiller esnaf ailesinden Nişanyan adlı bir koca kelleyi siteye yapıştırıp duruyor.
İlk rastladığım:
422 Anonim, http://nisanyan1.blogspot.com/2018/09/brezilya-notlar-2.html
Bazı katkılarda bulundum ve yanıtlar aldım. Aşağıda aktarıyorum.
İlk Yorum: « Medeniyet bir yerde sabit kalamıyor. Hani diyorsun ya medeniyetin oluşması için binyıllar boyu birikim gerekir. E bu hesaba göre Irak en gelişmiş medeniyet olmalı di mi? Ama değil. Medeniyet sabit bir coğrafyada kalamıyor. Neden? »
Ben: ‘Medeniyet gelişmesi’ ne demek ? ‘bir yerde sabit kalmıyor’ ne demek ? ; ‘medeniyetin oluşması için binyıllar boyu birikim gerekir’ ne demek ? ‘Irak en gelişmiş bir medeniyet olmalı di mi ? AMA DEĞIL.’ ne demek?
Bunun adı merdiven teorisi.
Yanıt: “Durduğum yerden bakınca Irak’ta medeniyet yok (kendine has bir kültür var) İran’da da yok. Türkiye’de de yok. Rusya’da da. Hindistan’da da. Çin’de de. Fakirliğin, şiddetin, baskının, yalanın, hilenin, köleliğin kol gezdiği, insanların yalnızca merdivenlerde yaşamasına izin verilen yerler bunlar. İnsanların sinek kadar değerinin olduğu yerler ”
Ben:” Iraklı ne diyebilir ?
– Irak ilk medeniyet Sümer’in doğduğu yer.
– Irak İslam medeniyetinin (Suriye’den sonra) ikinci merkezi.”
Yanıt: “Sore loser homurdanmaları gibi geliyor bana ama olsun, içini dökmek iyidir.”
***Bundan sonra yazdığım hiç bir yorum yayınlanmadı***
Not 1: Bu hokkabaz’ın “Durduğum yerden bakınca …” lafına bakın. Arkadaş Necipgillerden, bir Trump soytarısı. Nesnel bilgi kendi kişisel yumurtası olmuş. Deyim harfi hafine İngilizce’den çeviri. Kukla Necip de çok kullanır.
Not 2. Son yoruma cevap verdim ama tüccar Demokrasisini seven Sevan Nişanyan sevmedi, yayınlamadı.
Bu tüccar Nişanyanı anlamak isteyenler bazı arkadaşların tavsiye ettiği Howard Zinn’in “Changing Minds, One at a Time” makalesini okumakta yarar var.
” Sore loser homurdanmaları gibi geliyor bana ama olsun, içini dökmek iyidir.” son yanıta verdiğim ve yayınlanmayan vevap aşağıdaı:
Ben: “Medeniyet’in en güzel tanımı:
Medeniyet, içerde baskı, dışarda fetihtir. Yani, sizin medeniyet yok dediğiniz yerler medeniyetlerin ta kendisi.
Sizin anladığınız anlamda ise, asıl medeniyet sandığınız gibi görünen Batı medeniyeti için tam tersi de ileri sürülebilir:
Gandi’ye sorarlar:
– Batı medeniyetine ne dersiniz?
– Çok iyi olur!
“Unlike the word ‘culture,’ the word ‘civilization’ always implicitly includes a value judgment—one culture is contrasted with another considered more barbarian,” says Maurice Godelier, the director at the School for the Advanced Studies in the Social Sciences (EHESS) in Paris. “For example, in ‘civilization,’ there is ‘civis,’ meaning ‘citizen.’ There is the Greek and Roman idea that the civilized live in cities or states while the barbarians were nomads or peasants.”
NOT: Hem Nişanyan sitesi hem de çok sayıda cevaplandırdığım sosyal medya yıldız şarlatanların sitelerinde aynı sorunu yaşadım. Bir defa ve artık medyadan elini ayağını tiksintiyle çekmiş biri cevap verdi. Felsefeme ters düştüğü halde doğrusu tesadüf olmadığına inanıyorum: CEVAP VEREN KADINDI!
Çok örnek daha var ama bir tanesi Türkiye’de oldu ve temsilci sayılır.
Türkiye’de bir gazete köşesine tünemiş gayet solcu, gayet uluslararacısı, gayet aydın, gayet özgürcü bir medya artisti, bir gemi batması ile ilgili yazısında, İngiltere’nin gemiyi yapmak için binlerce işçi çalıştırırken Osmanlıların yerinde saydıklarından dert yanmıştı.
Ben de aşağı yukarı “tam tersi olsaydı dünya daha iyi bir yer mi olacaktı?” diye sordum. Aynı bu sitedeki pompalana pompalana havlarda uçanlar gibi, herif işi koca kellelikle, yani cevap vermeye bile tenezzüil etmeme oyunuyla kapattı.
Halbuki bence, aynı H. Zinn’in uyarısında bulunuyordum.
Amacım, burnu havada gezenlerin dolandırıcı olduklarını yüzlerine vurmak.
Ne yazık ki sağ/sol devrimci Necipgiller/Nişnayangiller faşistlikle doğru orantıda artıyor.
Buna karşı gelmek için kurduğum “Wahsi Ciplaklar, WC” partime bu sitede bile katılan olmadı.
“Fakat – sağlam ve gerçek – bir ilişkinin iki tarafı arasında gerçek bir güven ‘mevcut’sa onların kafasında ‘mevcut’ olmayacaktır dememiz yanlış olmaz.”
Yok. Yanlis olur.
Cunku, ‘guven’ hic bir zaman mutlak degildir.
‘Guven’ dedigimiz seyin en yalin tanimi ‘bir kisiye/cihaza/surece verilmis aldatmak imtiyazi’dir.
Bu boyledir, de, yine de ‘acaba’ sorusunu tamemen ortadan kaldirmaz.
[Gunesin milyarlarca senedir dogup batiyor olmasi, onun yarin da dogacagini garanti etmez; malum. ‘Acaba, yarin da dogacak mi?’ sorusu hep vardir –onemsemesek, gecistirsek bile.]
Itibar ettiginiz baska kaynaklar bu konuda suphe dile getiriyorsa, siz de verdiginiz o imtiyazi sorgulamaga baslarsiniz. Yani, ‘guven’ biter –sarsilmasi da bitmesi anlaminaa gelir, aslinda.
“(Her iki taraf için de demeliyiz. Çünkü topuklu veya mini etek giymeleri sözkonusu olamayacağı halde bunların karşı cinste yaratacağı aynı etkilere – üstelik belirli bir kıyafeti giyme şartı olmadan – sahip olan bazı erkekler de ilişkinin diğer tarafı için kuşku ya da kıskançlık gibi durumlara sebebiyet verebilir.)”
Dogru. Erkekler icin, zannedersem, benzer bir durum, zenginlik ya da kudret sergileme baglaminda sozkonusu olur.
“Dahası, aynı şeyi – sadece iki taraflı aşklar için değil – tek taraflı aşklar için de söyleyebiliriz. Mesela şöyle bir farazi örnekle açıklamaya çalışalım:”
Fakat, ‘tek taraflı aşk’ dedigimiz sey ‘neslin devami’ acisindan bir cikmaz sokak oldugu icin, cok da onemli degil, bizim konustugumuz baglamda.
“‘Maşuk’ olan, veya doğru ifadeyle ‘maşuka’ olan kız ise, haliyle bu onun hoşuna gitse ve zevk alsa da birlikte olmak istemiyor.”
Yani, ‘neslin devami’ baglaminda, uygun bir katilimci saymiyor.
Yani, hedef saymadigi birine yanlis sinyaller vermis oluyor.
“Şimdi, ikisi de yalnız ve bekar olan böyle iki yakın arkadaşın aynı evde yalnız kaldıklarını düşünelim. Hatta diyelim ki, o kadar yakınlar ve ‘maşuka’ kız aşığı arkadaşına o kadar güveniyor ki, evin içinde başbaşalarken onun yanında değil mini etekli, çırılçıplak olmaktan çekinmiyor.”
Bu sekliyle, sosyal normlar acisindan cok karisik sinyaller vermek olsa da, ‘birisine ciplak gorunmek’ onemli degil.
Cunku, burada, ‘ciplak gorunen kisi’nin niyeti karsi tarafi sperm katilimcisi olarak secmek degil. Olsa olsa ‘yedekte tutmak’ olabilir.
Fakat, dedigim gibi, ‘ciplak gorun(ebil)mek’ degil mesele.
Bendenizin, vakt-i zamaninda, ciplaklar kampina gitmisligi vardir. Oradaki ‘norm’ ya da ‘normal’ o oldugu icin, kimsenin kimseye –otomatik olarak– ‘neslin devami’ adina katilimci olmak ruhsati tanidigi anlamina gelmiyordu ‘ciplaklik’.
“Kendileri açısından son derece normal olan bu durumun başkaları/mahalle/toplum açısından normal olup olmamasının ne önemi vardır diye soramaz mıyız?”
Sorabiliriz tabii ki.
Fakat, boyle bir soru ile, sadece, ‘ahlak’ dedigimiz ve toplum tarafindan zamanla olusturulmus muglak kural setini sorgulamis oluruz.
Sorun degil. Fakat, ‘neslin devami’ dedigimiz surecteki oyuncular sadece anne-baba (ebeveyn) degil ki.
Cevre/toplum da onemlidir.
Dolayisi ile, cevre/toplum parametresini gozardi etmenin, ona acikca karsi cikarak yola devam etmenin cok da rasyonel olmayacagini da bilmemiz gerekir.
“Aynı şeyi – onlardan farklı olarak birlikte olan – bir mini etekli ile onun aşığı hakkında da sorabileceğimiz gibi mesela.”
Simdi.. siz, gordugum kadariyla, ‘mini etek’ten bahsedisimi agirlikli olarak ‘kaarsilikli guven’ ve toplumsal kurallar (yani, ‘ahlak’) acisindan onemli saydigimi dusunmussunuz.
Onemsiz olduklarini soylemiyorum.
Ama, benim anlamadigimi soyledigim husus azicik daha farkli.
Alakasiz bir baska zeminden ornek vereyim:
Istisnalari vardir, tabii ki, ama cocuklarin ezici cogunlugu seker ve tatli yemege bayilirlar; malum.
Bunun da son derece rasyonel bir aciklamasi vardir: Butun cocuklar bir an once buyumek, yasamak mucadelesine guclu baslamak, isterler/zorundadirlar.
Yani, bu, aslindaa, cok kuvvetli bir biyolojik ihtiyactir/gududur.
Seker ve tatlilar da bu amac icin bicilmis kaftanlardan biridir –en verimli enerji kaynagi olduklarindan dolayi.
Fakat, hepmiz biliyoruz ki, cok sevilse de, seker ve tatli konusunda olcuyu kacirmanin –ileriki yaslarda– cok ciddi faturalari olabilir/olur. Dislerin curumesinden tutun, diyabete ve daha fazlasina kadar.
O yuzden, ebeveynler/toplum, cocuklarin tatli/seker tuketimini denetlemek, kontrol etmek isterler.
Bu, o cocuga, o yaslarda cok ters gelse de, yapilmak istenir.
Benim ‘mini etek giyerek kendini cok sayida erkege sergilemek’ konusunda ‘anlamiyorum’ deyisime bu acidan bakmak gerekir.
Belli bir yasta/donemde, ozellikle de biyolojik (‘neslin devami’ gibi, mesela) gudulerle, kullanilan tercihler/’ozgurlukler’, ilerde hic beklenmedik ya da nahos sonuclar dogurabilir –cogu zaman da dogurur.
Bu ‘nahos sonuclar’in bedelini ilgili birey oder, tamam, da, o bireyin altindan kalkamayacagi (karsilayamayacagi) kismini da toplum/cevre oder.
Toplum/cevre odemezse, ‘neslin devami’ hayalleri cok ciddi olarak sekteye ugrar: Bakilmayan, sahip cikilmayan veled ‘sizlere omur’ olur..
Benim ‘anlamadigim’ nokta da budur: Kotu ihtimalleri bertaraf etmeksizin –dahasi, gozardi ederek– kullanilan tercihler/’ozgurlukler’ bana anlamli gelmiyor.
“Seçkin ve aydın düşmanlığı ise faşizmin en temel özelliğidir.”
Degildir.
Ozellikle de, Ozdemir Ince’nin yaptigi gibi, ‘seçkin ve aydın’ denilenler o ‘makam’a ‘omur boyu’ (‘for life’) geldiklerini dusunuyorsa; saalaklasmislarsa.
Toplumun geri kalaninca, fayda uretmedigi kanaati hasil olmussa, ‘seçkin ve/ya aydın’lar, ya urettikleri faydayi anlatip yeniden ruhsat almak zorundadirlar, ya da alasagi edilebilmelidirler.
Bu, dusmanlik filan da degildir. Israfin giderilmesidir.
şu “yalama” falan laflarını bırakın. Yoksa yayınlanmayacak, kaç kere de yollasanız.
Son cümleniz hakaret içeriyor. Onu çıkartın. Admin.
DUYURU: Bundan böyle yayınlanan yazıyla ilgili olmayan hiçbir yorum kabul edilmeyecek.ADMİN
DUYURU: Bundan böyle yayınlanan yazıyla ilgili olmayan hiçbir yorum kabul edilmeyecek.ADMİN
DUYURU: Bundan böyle yayınlanan yazıyla ilgili olmayan hiçbir yorum kabul edilmeyecek.ADMİN
Altına yorum yapılan yazılar. Örneğin burada “31 yıl önce…” başlığıyla başlayan yazı. Eğer yorumun o yazıyla dolaylı ya da dolaysız ilgisi yoksa bundan sonra yayınlanmayacaktır. Çünkü bazı “yorumcu”ların bu kürsüyü istismar ettikleri iyice ayyuka çıkmış bulunuyor. Admin
“Dolayli” ve “dolaysiz” muglak kistaslar.
Alalim asagidaki sorulari:
Bildiri dagitma hukuku nerede yazili?
Neden itiat edilmeli?
Olmayan ozgurluk nasil ihlal edilir?
Bu sorular “31 yıl önce…” ile ilgili ama alakasiz.
Kurallara alakali ve alakasizlik de eklenmesi gerekecek. Bu defa cok sayida diger benzer sorunlar cikabilir ve yasaklar gittikce artar.
Makalelerinize bir “Bu Makaleye Yorum Kilavuzu” eklemeyi dusundunuz mu?
Peki bu kararı doğru bulduğumuzu ve tebrik ettiğimizi söylemek için de yazabilir miyiz?
Hatta belki bazıları da bunu çoktandır beklediklerini ve geç bile kalındığını söyleyerek eleştiride bulunmak isteyebilirler mesela.
Biraz gec ama isabetli bir karar. Kendi de uzaklasmak istiyordu. Bizim icin onemli ve tartismaya deger konulardan tamamiyle bihaber oldugunu defalarca takrarladi. Burada neden ‘loiter’ eyledigini bir turlu anlamadim.
“DUYURU: Bundan böyle yayınlanan yazıyla ilgili olmayan hiçbir yorum kabul edilmeyecek.”
Haksiz buldugumu soyleyemem. Ama, haksiz bulsaydim bile, karismak haddim olmazdi.
Benim sorunum, ‘yayınlanan yazı’ya odaklandigim takdirde, dilimin sivriligini bildigim icin, simdi degilse baska bir zaman, gucenmelere yol acacagim.
Bunu arzu etmedigim icin, konu/baslik disi yazmagi tercih ettim.
Bu tercihimi –gucenmelere yol acmamak icin– degistirmek de istemiyorum.
Yazmagi tamamen kesmegi de dusunmedim degil; zaten, eger bu yazdigim da yayinlanmazsa, o anlama gelmis olacagi icin, nezaket geregi, bir veda yazisi yazmak istedim.
Konula, benim bu yazdigim konuyla, alaakali oldugunu dusundugum iki esere ait link vererek bitirmis olayim.
Hosca kalin..
“Gül yüzlülerin şevkine gel”
https://www.youtube.com/watch?v=qWlKnBb_NIQ
Gül yüzlülerin şevkine gel, nûş edelim mey
İşret edelim yâr ile şimdi, demidir hey
Bu kavli sürahi eğilip sâgara söyler ne der
Düm de re la dir na te ne dir na te ne dir ney
Mecliste çalındı yine tanbur ile neyler
Âşık-ı bîçarelerin gönlünü eyler
Daire semâî tutarak ney neye söyler, ne der
Düm de re la dir na te ne dir na te ne dir ney
Beste: Tab’i Mustafa Efendi
Makam: Beyati
Usûl: Yürük Semai
“Ömrün şu biten neşvesi”
https://www.youtube.com/watch?v=chVUNus1whU
Ömrün şu biten neşvesi tâm olsun erenler
Son meclisi câm üstüne câm olsun erenler
Şükrânla vedâ ettiğimiz cân-ı fenâya
Son pendimiz ahlâfa devâm olsun erenler
Câizse Harâbât-ı Ilâhî’de de herşey
Yârân yine Rindân-ı Kirâm olsun erenler
Tekrar mülâkî oluruz bezm-i ezelde
Evvel giden ahbâba selâm olsun erenler.
Beste: Süleyman Erguner
Güfte: Yahya Kemal Beyatlı
Makam: Uşşak
Usûl: Yürük Semai
“Yazmagi tamamen kesmegi de dusunmedim degil; zaten, eger bu yazdigim da yayinlanmazsa, o anlama gelmis olacagi icin, nezaket geregi, bir veda yazisi yazmak istedim”
Aman Necip hocamız sakın kesmeyin. Bu sitede siz ve Zileli hocamız hariç okumaya değer kimse yok.
Bence, siz iki hocamız modern çağın mübeşşiri ‘coincidentia oppositorum’ ve ‘coincidentia contradictoriorum’ derin kavramların Türk mücessemisi ve müneccimisiniz:
Kapitalizm-Komünizm, Sağ-Sol, Çıkarcı-Diğerkam, Biyolojik Darwinizm-Sosyal Darwinizm, Erdoğan-Selahattin Demirtaş, Araba satıcısı-Kitap satıcısı, Ying-Yang, erkekçi-kadıncı, köpekçi-kedici, çemberde en yakın-en uzak nokta, Distopyacı-ütopyacı, makrokozm-mikrokozm, minimum-maksimum, 0-1, ekonomi politik-politik ekonomi, saraya çok yakın-saraya az yakın, çok diplomalı-tek diplomalı …
Sayın Necip Hocamız,
Yazılarınızı çok özledik.
Trump, başkanımızı korkuttu, Pipsqueak denilen geri zekalı da sizi korkuttu.
Ne günlere kaldık? Zorbalık, edepsizlik, küfürler ve troller, saçma sapan zırvalamalar karşısında siz ve başkanımız gibi değerli insanların boyun eğmesi bizleri çok rahatsız ediyor ama yapacak bir şey de yok.
Sizin şu isminiz kadar asil lafınız bin tane Pipsqueak’e bedel.
“Haksiz buldugumu soyleyemem. Ama, haksiz bulsaydim bile, karismak haddim olmazdi”
Bu geri zekalı Pipsqueak şimdi diğer bir sayfada Gün Zileli hocamızı de rahatsız etmekte.
ILLUMİNATI’NIN BÜYÜK SİPARİŞTESİNDEN BİRLEŞTİRİLMİŞ HEDEFE VE DÜNYADA HEDEF, bu, İlluminati’nin kardeşliğine katılmak için kayıp hayallerinizi kurtarabileceğiniz ve ayrıca zenginlik ve mutluluğun ışığını görebileceğiniz açık bir fırsat Kan fedakarlığı olmadan. Ayrıca, yeni üyelere kardeşliğe katıldıkları ve yatırımları ile seçtikleri ve konumlandıkları bir evin yanı sıra, bu yaşamlarında ünlü olmaları için bir fırsat olarak kabul edilmeleri için 650.000 USD tutarında bir ücret ödüyoruz.
İLLUMİNATİYE KATILAN YENİ ÜYELERE VERİLEN FAYDALAR.
1. 650.000 ABD Doları tutarında bir nakit ödül.
2. 150.000 USD değerinde yeni bir Şık Dream CAR
3. Seçtiğiniz ülkede bir rüya evi satın aldım.
Dünyadaki en iyi 5 kişiden oluşan bir aylık randevu.
Liderler ve dünyadaki en önemli 5 ünlü. Eğer ilgileniyorsanız, lütfen önceki e-posta adresiyle iletişim kurun = greatilluminate99@gmail.com
NOT; dünyanın her yerinden katılabileceğiniz bu Illuminati kardeşliği Hindistan, Türkiye, Afrika, ABD, Malezya,
Dubai, Kuveyt, Birleşik Krallık, Avusturya, Almanya, Avrupa. Asya, Avustralya, vb.
Selamlar TEMPLE ILLUMINATI AMERİKA BİRLEŞİK DEVLETLERİ