YPG Doğru Olanı Yaptı!
ÖSO güruhunu bir hayalet şehir karşıladı. YPG güçlerinin ve şehir halkının güneye, muhtemelen rejim güçlerinin hâkim olduğu tarafa doğru geri çekildiği anlaşılıyor. Elbette televizyonlardaki savaş azmanlarının yaptığı gibi elime bir cetvel alıp haritanın başında ukalalık yapmak istemem, zaten savaş taktiklerinden de pek anlamam ama YPG’nin geri çekilişini anlamak için savaş azmanı olmaya da gerek yok zaten. Üstün bir ordu gücüyle karşı karşıyaysanız şehrin içinde kıstırılıp, kazdığınız hendeklerde ağır kayıplar vermek yerine geri çekilmek en doğrusu gibi görünüyor.
Bugün iki tweet attım. Birincisi şuydu: “İşgalciler tam bir hayalet kentle karşılaştılar. kendilerini karşılayacak göstermelik işbirlikçiler bile görünmüyor ortalıkta. Onlar açısından korkutucu bir pirüs zaferi.”
Ben balkondan konfeti atan ihitiyar bir adamın dışında işgalcileri alkışlayan başka kimse görmedim. ÖSO güruhu bu “kolay zafer” karşısında biraz da şaşkın, boş sokaklarda dolaşıp, kendilerine bol keseden verilen mermileri havaya sıkıp duruyordu. Demirci Kawa’nın heykeline kurşun sıkıyorlardı ama bir teki bile onun kim olduğunu bilmez. Kendilerini karşılayan, alkışlayan hiç kimse yoktu. Bu kadarı bile Afrin halkı açısından anlamlı bir yanıttır, elbette anlayana. “Korkutucu bir pirüs zaferi” diyorum, evet. Ben olsam bu ıssız karşılama üzerinde biraz düşünür, hatta endişelenirdim. Demek ki, işgalciye, ABD’nin Bağdat’ı işgal ettiği zamanki kadar bile bir “destek” yok. Orada en azından bazı güruhlar sokağa dökülüp şakşakçılık yapmışlardı. ÖSO o kadarını bile bulamamış.
İkinci Tweet ise şöyleydi: “İnsan, YPG’nin üstün bir ordu karşısında umutsuz bir şehir savaşına girmemesindeki haklılığı görünce, PKK’nin Sur’da ve başka kentlerde yüzlerce Kürt gencini umutsuz hendek savaşlarında ölüme sürerek yaptığı insafsızlığı daha iyi anlayabiliyor.”
Gerçekten de bu iki savaş “taktiği” arasındaki büyük anlayış farkı karşısında, acaba YPG ile PKK aynı akıl tarafından mı yönetiliyor diye düşünmemek mümkün değil. 7 Haziran 2015 seçimlerinden sonra AKP aldığı büyük yenilgiyi yengiye dönüştürebilmek için savaşa ihtiyaç duydu. Bu amaçla Suruç’ta, Kobane’deki çocuklara oyuncak götürmek üzere toplanmış gençleri bir İşidci canla bomba aracılığıyla havaya uçurarak “start” işaretini verdi. Ceylanpınar’da ve başka yerlerde MİT tertibi olduğu çok belli polis cinayetlerine girişti ve oldukça tuhaftır ki, PKK önderliği bu cinayetleri üstlendi. Ardından daha tuhaf biçimde “yerel özerklik” adı altında hendeklere dayanan sokak savaşları ilan edildi ve AKP iktidarının savaş tertibine, göz göre göre “kabul” cevabı verildi. Yüzlerce genç bile bile ölüme sürüldü ve bu savaş sayesinde AKP 1 Kasım’da yapılan seçimlerle Meclis’te yeniden çoğunluğu kazandı. Her şey bir plan çerçevesinde yürüdü. AKP, böylesine mantıksız şehir savaşlarının Kürdistan’da HDP’ye kaymış muhafazakâr seçmeni, iç Anadolu’da MHP’ye kaymış sağ seçmeni yeniden kendi tarafına çekeceğini çok iyi biliyordu ve planını başarıyla uyguladı. Sur’da ve başka yerlerde, Kürt gençleri, henüz Afrin’de olduğu gibi daha kuşatılmadan devlet güçlerinin önüne sürüldüler ve doğal olarak ağır kayıplar verdiler. PKK bu mantıksız savaş taktiğini neden uyguladı? Benim düşünceme göre işin içinde başka işler var ama hadi şimdi burada buna girmeyeyim.
YPG doğru olanı yapmış, üstün bir silahlı gücün karşısında, güçlerinin şehrin içinde, sokaklarda, hendeklerde imha edilmesine ve bu arada şehrin tahrip edilip şehir halkının da zarar görnmesine izin vermemiştir. Savaşta geri çekilmek, hele üstün güçler karşısında sokak savaşlarını kabul etmemek gayet doğaldır.
Dolayısıyla moral bozacak bir şey yok. Moralimiz, PKK’nın üç yıl önce yaptığı gibi, pek kahramanca gibi görünen tavırlarla imha savaşını kabul ettiği zaman bozulur ancak. Düşmanın önümüzde değil, arkamızda, hatta yanı başımızda olduğunu hissetmenin verdiği bir moral bozukluğudur bu.
Gün Zileli
18 Mart 2018
Moraliniz hemen düzelmesin. önce YPG’nin neden çekildiğini anlayalım. bir bakalım, sivillerin hayatı için mi, yoksa başka sebeplerle mi çekilmiş. Moraliniz ondan sonra yönünü belirlesin.
PKK ile YPG’nin ayrı akıllarca yönetilmediğini çok iyi bildiğinize ve PKK’nin hendek savaşları saçmalığına gayet isabetli biçimde karşı çıktığınıza göre; sivillerin hayatını çok önemseyen bir YPG övgüsüne başlamakta bu kadar acele etmeniz, sizdeki iflah olmaz solcu romantizminin bir kere daha tezahür ettiğini gösteriyor. 🙂
Bunda şaşacak ne var? Nedeni apaçık ortada.
“Batı Kürdistan”da arkasında ABD ve Rusya olan, “Kuzey Kürdistan”da ise kendi kafasına göre hareket edebilen bir örgütten sözetmiyor muyuz?
“Güney Kürdistan”da bile kafalarına göre hareket edenlerin başarısızlığını görmedik mi?
“YPG doğru olanı yapmış, üstün bir silahlı gücün karşısında, güçlerinin şehrin içinde, sokaklarda, hendeklerde imha edilmesine ve bu arada şehrin tahrip edilip şehir halkının da zarar görnmesine izin vermemiştir.”
Bunlar kulaga hos gelen methiyeler.
Bir baska faydasi da, YPG’nin Afrin’e girdiginden gunden itibaren sehir ahailisinden kimsenin burnunu dahi kanatMAmis oldugu hissini vermesi…
Yani, tanirim, iyi cocuklardir’ demenin uzun sekli.
Ayrica, gocedenler de, zaten, kacmamis, ‘tebdili mekanda ferahlik var’ dusturu geregi herseylerini geride birakip seyahate cikmislardi.
Degil mi?
“Savaşta geri çekilmek, hele üstün güçler karşısında sokak savaşlarını kabul etmemek gayet doğaldır.”
Savas mi?
Agzinizdan yel alsin..
Bunca zamandir, donem donem, tedavule sokulan onca bildiriden birini hic mi okumadiniz, hic mi yazmadiniz, hatta altina imza bile mi atmadiniz?
PKK’nin varlik amacinin ‘baris’tan baska bir sey olmadigini; dolayisi ile, YPG gibi bir uzantisinin da farkli olamayacagini da mi bilmiyorsunuz?
Yoksa, siz, YPG’nin aciliminin ‘Yakisikli Pasifist Gencler’ oldugunu da mi bilmiyorsunuz?
Eger oyleyse, walla, cok ayip…
Moralimiz artı++!
Şimdiye kadarki en güzel hamlesini gördük YPG li kahramanlarin.
Korksalardi 2 aydır sınırda tutmazlardi koca orduyu!
İlker başbuğ u içeri tikarlarken bir söz söylemişti; asmaninda asaleti olur.
Savaşın da asaleti, zerafeti olur.
Ölü sayıcısi Erdoğan,ve tarafların ne savaş ahlaki nede bilimi olur.
Almadilar,verildi!
Afrinliler ler savaşarak afrini verselerdi, sadece afrin değil afrinliler de kaybolacakti.
Savaşın satranç oyunu olduğu denilir.
Dünyanın en güzel oyunu ise tüm taşları verip de sonunda şah i mars eden oyundur.bakalim ilk gulen son gulen kim? Sonra sakın feytull gulen denmesin.
Hickimsenin beklemediği ilginç bir hamle..heycan artırıyor..
pkk-ypg, insanlık tarihinin en cahil en faşist yapısıdır –
“Savaşın satranç oyunu olduğu denilir.
Dünyanın en güzel oyunu ise tüm taşları verip de sonunda şah i mars eden oyundur.”
Buyuk bir satranc ustasiyla muserref oldugumuz nereden belli?
Butun ‘taş’lari verdikten sonra ortada hala daha oynanacak bir ‘oyun’ kalacagini zannetmesinden mi?
Yoksa, ‘şah’i ‘mars’ etmekten bahsetmesinden mi?
sizin kadar emin değilim.
pyd’nin yürüteceğini söylediği gerilla savaşı gerçekleşmez ise bunun bir teslimiyet olduğu açığa çıkar.
iyimser bir yorum.
pyd’nin yanlış yaptığını düşünüyorum.
kısa vadede, gerilla savaşını da göremezsek haklı çıkarım.
umarım yanılırım.
https://justpaste.it/1igl5
En beyinsiz fasist bir kafali acaba bu kurtlere savaşı bitirebilecegini inanirmi?
Tersine daha fazla guclenmezlermi?
Nitekim de öyle oldu.
PKK yi öldürdük, vurduk,bitirdik diye diye bir avucken milyonlar oldular!
Afrin savaşıyla dahada alevlenecektir Kürtlerin gücü.
Bu alevlenme, güçlenme dünya kamuoyuna da yansımaktadır.
Erdoğan i terörist olarak görmektedir .bunu sosyal medya yorumlarda istisnasız tüm yorumlar, haberler bu yöndedir!
Dün cumbur deli kendisi de belirtiyor; Çanakkale de olduğu gibi şimdide bu emperyalist lerle afrinde savaşıyoruz.
ABD ve batıya, İran’a arablara, komşu ülkelere savaş i başlatmış!
Dünyanın en gerici,en pis,en aşağılık EMPERYALİST i turkiyedir!
Eskiden diğer emperyalist ler, Roma hatta arablar bir kültür gotururlerdi.
Turkler yağma,zulm,yıkım sadece almak!
Barbarlık da adı çıkmış!
10 metre havaya hoplayarak kutladiginiz Çanakkale Savaşı’nin arkasinda silahıyla,beyniyle Almanlar vardı.turklere ölmek düşer vazife olarak. Denizden ,sudan çıkmış bölgeyi ele geçirmiş İngilizler turkleride şaşırtmıştı geri cekildiklerinde..tam üstünlük sağladığı sırada.
Piyon verme değil taş,yer vermekten bahsettim.her kurt bir sahtir!
Sozlerimde yanilabilirim sezgimde çok az.onuda saklayim.. fazla sevinmeyin yorumcular.. hayalkırıklığı en kötüsü olanıdır..
Dünya haklı kurt davasından yanadir!
Erdoğan a karşıdır! Ben bilmezdim afrin nedir, nerededir diye.simdi dunyanin gundemindedir.
Harakete geçmemesi ise ayrı bir skandaldir.
Viyana halkı osmanliya Viyana’da 3 hafta direnmesi dünya tarihine geçmişti.
Afrinliler 8 haftadır hâlâ direnmektedir.. Osmanlı o tokadı yedikten sonra kendine gelememiş, yıkılmadan öncede ayakta duracak hali kalmamıştı.
Afrin tokatı Türkiye’nin sonunu getirecek..iyide olacak.turkiyede özgürlük zorla oluşuyor.
Necip ile
resmi ideolojinin çarkından geçerek düzenin bir parçası olmayı kabullenmiş, vatan milletçi, bayrak mayrakçı, Allah Allahçı, şehit gazici, sıradan bir Anadolu vatandaşı arasında
fark var mı?
Cevap:
“Fark var seninle iyi arasında büyük bir fark var. Benimle senin aranda kocaman bir fark var. Kötüyle benim aramda irice bir fark var. İyiyle kötü arasında duran.”
https://www.youtube.com/watch?v=d93hUTsGDTU
Arap bakan yine Türkiye’ye dil uzattı
Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) Dşişleri Bakanı Abdullah bin Zayed el Nahyan Türkiye karşıtı açıklamalarını sürdürüyor. El Nahyan Türkiye, İran ve İsrail’in bölge için tehlike arz ettiğini öne sürdü.
MISIR Dışişleri Bakanı Sameh Şukru ile Dubai’de görüşen BAE Dışişleri Bakanı Abdullah bin Zayed el Nahyan, geçmişte yaptığı Türkiye karşıtı açıklamalarının bir benzerini yineledi.
Arap bakan Türkiye, İran ve İsrail’in bölgede agresif tutum sergileyerek Arap ülkeleri için bir tehdit oluşturduğunu söyledi.
El Nahyan, daha önce Türkiye ve İran’ın Suriye devletinin egemenliğini azaltmaya çalıştığını ve bu iki ülkenin Suriye’den elini çekmesi gerektiğini söylemişti.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan El Nahyan’ın açıklamalarına sert tepki göstermişti.
FAHRETTİN PAŞA KRİZİNİ BAŞLATMIŞTI
Zayed, Türkleri 1916 yılında suç işlemekle suçlayan ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı hedef alan Iraklı bir Twitter kullanıcısının paylaşımını kendi Twitter sayfasında paylamıştı.
Arapça tweet’te Fahri Paşa adında bir Türk subayının suç işlediği, Araplardan para ve değerli yazmalar çaldığı iddia ediliyordu.
Bu gelişmelerin ardından, çöl kaplanı lakabıyla Medine’yi İngilizlere karşı savunan Fahreddin Paşa’nın ismi ve imza attığı savunma Ankara’da Birleşik Arap Emirlikleri’nin Ankara Büyükelçiliği’nin olduğu caddeye verilmişti.
http://www.hurriyet.com.tr/dunya/yine-turkiyeye-dil-uzatti-40777032
Hortlak fena mars olmuş. Veya fena mat… veya fena tuş… sonuçta fena olmuş… 🙂
Aynı örgütle iki kere savaşılmaz.
Aynı “barış süreci” iki kere başlamaz.
Aynı parti iki kere iktidara gelmez.
Aynı “başkanlık” iki kere getirilmez.
Aynı “paralel yapılanma” iki kere örgütlenmez.
Aynı darbeye iki kere girişilmez.
Aynı halk isyanı iki kere patlak vermez.
Aynı “bahar” iki kere olmaz.
Dolayısıyla, birilerine de aynı “sonbahar” olmaz.
“Sozlerimde yanilabilirim sezgimde çok az.”
Sizi asil yaniltan seyin sezgileriniz olabileceginin farkinda bile degilsiniz..
Zileli’nin bu blog girdisinde su yazdiklarini dikkatle okumamissiniz anlasilan:
“Sur’da ve başka yerlerde, Kürt gençleri, henüz Afrin’de olduğu gibi daha kuşatılmadan devlet güçlerinin önüne sürüldüler ve doğal olarak ağır kayıplar verdiler. PKK bu mantıksız savaş taktiğini neden uyguladı? Benim düşünceme göre işin içinde başka işler var ama hadi şimdi burada buna girmeyeyim.”
Evet, “işin içinde başka işler var”.. var, da, Zileli de detaylandiramiyor (ben de detaylandiramam) cunku elde somut delil yok.
Olsa olsa cikarimlar var; ki, bunlar da tartismaya acik seyler –dogasi geregi.
Ilk hatirladigim, bu baglamda, herhalde yirmi seneden cok oldu, bir ‘Botan Dagi savunmasi’ vardi PKK’nin…
Bilenler, hatirlayanlar vardir.
Ocalan, Botan Daginin savunmasinin hayati oldugunu soyleyerek, o Allahin ittirettigi dagin basina binlerce militani topladi ve TSK tarafindan tek tek yok edilmesini sagladi.
Botan Dagi kurtulmus filan olmadi, hala daha orada –eskilerde nasilsa, oyle– ayni statu ile duruyor. Tek fark, PKK’nin militan sayisinda ani ve ciddi bir dusus oldu.
Benzer seyler hep oldu.
En yakin ornegi de, Sur, Nusaybin ve Cizre vs.deki hendek savaslari..
PKK sayesinde/yuzunden, bu yerlesim yerleri yerle bir oldu. Binlerce insan oralardan gocetmek zorunda kaldi.
Yine, tek fark, PKK’nin militan sayisinda ani ve ciddi bir dusus oldu..
Buradaki patterni gormezseniz, hamasi yavelerinizi tekrarlar durusunuz..
Kahramanlikmis, ‘sah’mis, ‘mars’mis.
Gecin onlari.
PKK’nin derin misyonu, Kemalist Turkiye’nin Kurdistan cografyasina bilhakkin yerlesmesini saglamak ve –tabii ki– zaman icinde sinirdisina da (Kandil dahil) yayilmasini temin etmek oldugu iddia edilebilir.
Edilir de, elde belge yok. Dolayisi ile, cikrsamalardan oteye gitmez.
10-15 sene sonra geri donup baktigimizda, eger Kuzey Suriye ve Kuzey Irak (bir sekilde) Turkiye’ye eklemlenmis ise, ancak, o zaman bu dediklerimi teyid etmis olabilecegiz.
“En beyinsiz fasist bir kafali acaba bu kurtlere savaşı bitirebilecegini inanirmi?
Tersine daha fazla guclenmezlermi?”
Yok. Oyle olmuyor. Yani, her zaman oyle olmuyor.
‘Duzu yanlis’ ise, ‘tersi dogru’ olmuyor bazan –ya da, cogu zaman.
Sizin (cogumuzun) anlamadigi basit bir realite var: Cografya kaderdir.
Nasil ki, isterse ates parcasi olsun, Filistin’de dogan bir cocugun kaderinde, 20 yasina gelmeden, bir Israil askerinin kursunuyla olmek ya da yaralanip sakat kalmak varsa, benzer sekilde Kurdistan’da dogmus bir cocugun da kaderinde daga cikip olmek ya da yaralanip sakat kalmak vardir.
Bu, o mutasavver cocugun etnisitesi ile cok da alakali degil. Bir Filistinli (veya Kurt) aile tarafindan evlat edinilmis Eskimo cocuk da olsa, sonuc pek degismez.
Orada o sartlarda yasiyor olmasi yeterlidir.
Bu dediklerimi, bir Alamancinin daha kolay anlayacagi sekilde, bambaska bir ornekle de anlatabilirim:
Iki ayakkabi tamircisi dusunun. Birisi Stutgart’ta, digeri de Nigde’de.
Ikisi de benzer yetenekler ve benzer malzemeler kullanir. Yani, maliyetleri birbirine cok yakindir.
Ama, Stutgart’taki kisa zamanda zengin olur; Nigde’deki surunur. [Bu arada, evet, Stutgart’ta ayakkabi tamirciligi ile bayagi zengin olmus bir tanidigim var 🙂 ]
Stutgart’takini Nigde’ye getirseniz, o da surunur.
Sunu demek istiyorum: Kurdistan dedigimiz bolgede daga cikan, PKK’ya katilan herkes –etnik anlamda– Kurt degil. Baska her cesidi de var.
Dertleri de, sadece, bagimsiz bir devlet degil; cok daha yerel/ailevi sorunlar yuzunden bunu yapanlar (bence) cogunluktadir.
Ama, baska careleri olmadigi icin, daga cikmak zorunda kaliyorlar.
PKK’ya katilmalarinin temel sebebi de, bence, piyasada baska alternatifin olmayisindandir. Bir ‘deus ex machina’ yardimiyla, baska alternatif birakilmamistir –bence.
Kurtlerin (ya da PKK’nin) tamamini oldurmek, yok etmek isteyen de yok. Sistemin geri kalanina entegre olabilseler, sorun da kalmayacak.
Fakat, sorun surada: Sistemin geri kalaninin bu kadar insani kabul etmek kapasitesi yok. Dolayisi ile, disarida birakiliyorlar.
Disarida kalanlar da, caresiz, PKK’ya katiliyorlar –bu da, onlarin sayilarinin azalmasina hizmet ediyor.
Acimasiz dunya.
Tipki, Turkiye’nin 50-60 senedir (anlasmalarda yazdigi halde) AB’ye alinmamasi gibi.
[Ha, bu arada, ‘Kurdistandan ayrilin gelin, sizi alalim’ teklifleri de oldugunu biliyorsunuz, degil mi? Bunu da, Kurtleri cok seven (!) Avrupalilar yapiyor.]
“Nitekim de öyle oldu.
PKK yi öldürdük, vurduk,bitirdik diye diye bir avucken milyonlar oldular!”
Tekrar ve dikkatle bakin ve iyi dusunun. PKK’yi gercekten bitirmek istediklerini hala daha zannedecek misiniz?
“Afrin savaşıyla dahada alevlenecektir Kürtlerin gücü.
Bu alevlenme, güçlenme dünya kamuoyuna da yansımaktadır.”
‘Dunya kamuoyu’ dediginiz, Batida bir kac duzine medya organi degil midir?
“Erdoğan i terörist olarak görmektedir .bunu sosyal medya yorumlarda istisnasız tüm yorumlar, haberler bu yöndedir!”
Kimin kimi ‘terorist’ olarak gordugune bakarak, kimlerin kimleri cikarlarina aykiri gordugunu cikarsayabilirsiniz ancak.
Sizin de, mesela, o ‘haber’lere bakip bir hakikati dile getiriyormuscasina bir seyler yavelediginize bakarak, sizin (ya da yakin durdugunuz yapilarin) cikarlarina hizmet etmedigini anliyorum.
“Dünyanın en gerici,en pis,en aşağılık EMPERYALİST i turkiyedir!”
Hasbaraci bir siyonisttten bunlari duyunca, ciddiye almiyorum.
“Turkler yağma,zulm,yıkım sadece almak!”
Hah.. Israil’in onca ordusuyla, polisiyle, istihbaratiyla huzur ve sukunu saglayamadigi yerde, Osmanli, bir Yeniceri mangasi ve basina da bir Yeniceri Cavusu ile yuzyillarca sorunsuz yasadi… [Bunu boyle soyleyen de, eski bir Israil basbakanidir. Menachem Begin’di, yanlis hatirlamiyorsam.]
“Barbarlık da adı çıkmış!”
Bu laflari siz Israil icin edemezsiniz. Baskalarina yonelik olarak, tabii ki, atis serbest.
“turklere ölmek düşer vazife olarak.”
Turk degilseniz, bu sizi neden irgalasin ki?
Washington’dan Afrin şehir merkezinin TSK destekli ÖSO tarafından ele geçirilmesiyle birlikte yaşanan gelişmelere yönelik sert tepki geldi. Pazartesi günü saynı saatlerde hem ABD Dışişleri Bakanlığı’ndan hem de ABD Savunma Bakanlığı Pentagon arka arkaya ‘kaygılıyız’ açıklamaları yaptı. Açıklamada, ‘NATO müttefikimiz Türkiye’nin meşru güvenlik kaygılarını dikkate alma hususuna bağlıyız. Aynı zamanda DEAŞ karşıtı kampanyaya ve ortağımız SDG’ye de bağlıyız’ denildi. Pentagon Sözcüsü Albay Robert Manning ise, ABD’nin Türkiye’nin operasyonlarını sınır bölgelerinin ötesine ilerletmemesi yönündeki beklentisini dile getirdi. Manning, ABD’nin kendi güçlerini Menbiç’ten çekeceğine dair bir işaret olmadığını da ekledi.
‘AFRİN NÜFUSUNUN ÇOĞUNLUĞU KÜRT’ VURGUSU
ABD Dışişleri Bakanlığı’nın Türkiye’nin Afrin harekatını hedef alan açıklamasının ayrıntıları şöyle:
-ABD, Afrin şehir merkezinden son 48 saat içinde gelen haberlerden derin kaygı duyuyor. Nüfusun çoğunluğunun Kürt olduğu şehrin Türk silahlı kuvvetleri ve Türkiye’nin desteklediği güçlerin saldırı tehdidi nedeniyle boşaltıldığı görülüyor. Bu bölgede zaten kaygı verici durumda olan insani durumu zorlaştırıyor.
YAĞMA HABERLERİNE ATIF
-BM kurumları Afrin’den giden nüfusun yüzlerle, binlerle ifade edildiğini bildiriyor, bu insanların acil barınmaya ve temel ihtiyaçlarını karşılayacak yardıma ihtiyacı var. Afrin’deki yağma haberlerinden de kaygılıyız. Afrin’deki duruma ilişkin ciddi kaygılarımızı defahatle Türk yetkililere söyledik.
-ABD, kuzeybatı Suriye’deki Türkiye, Rusya ve rejim dahil dahil tüm aktörleri insani yardım kuruluşlarına geçil sağlamaya ve şiddet nedeniyle yerlerinden olanlara acilen insani yardım ulaştırılmasını sağlamaya davet ediyoruz.
‘ATEŞKESE UYUN’ İMASI
-ABD, BM Güvenlik Konseyi’nin 2401 numaralı ateşkes kararının derhal ve tam olarak uygulanmasına bağlıdır.
-ABD Afrin’in bulunduğu kuzeybatı Suriye’de görev yapmıyor. NATO müttefikimiz Türkiye’nin meşru güvenlik kaygılarını dikkate alma hususuna bağlıyız. Aynı zamanda DEAŞ karşıtı kampanyaya ve ortağımız SDG’ye de bağlıyız.
DEAŞ’A MOMENTUM KAZANDIRMADAN DÜŞMANLIKLAR BİTSİN
Dışişleri Bakanlığı’ndan yazılı açıklama yapıldığı dakikalarda Pentagon Sözcüsü Albay Robert Manning haftalık basın brifinginde konuşuyordu. Manning’in de sorulardan önce toplantının hemen açılışında Afrin’deki gelişmeleri kendisinin bizzat getirmesi dikkat çekti. Manning şunları söyledi:
‘Suriye Demokratik Güçleri (SDG) Orta Fırat Nehri vadisindeki pozisyonlarında ilerlemeye devam ediyor. Ancak öte yandan kuzeybatı Suriye’deki durumdan kaygılıyız. Bütün tarafları DEAŞ ile mücadeleye odaklanmaya, Suriye krizini çözmeye, masum sivilleri korumaya davet ediyoruz. Bizim iki tarafın da kuvvetlerini kaydırmasıyla bir ilgimiz yok ama oradaki çatışmaların DEAŞ’la mücadele çabamızı etkilemesinden kaygılıyız. DEAŞ’ın bu durumu bir fırsat olarak görüpyeniden gruplaşmasına mahal vermeden düşmanlıkların sona ermesini istiyoruz. DEAŞ’ın yeniden momentum kazanmasına izin veremeyiz.
Türkiye’nin meşru güvenlik kaygılarının farkındayız. Ancak öte yandan nüfusun yoğun olduğu bölgelerdeki çatışma ihtimalinden kaygılıyız. Sınır bölgelerinin ötesindeki alanlardaki operasyonlar insani durumun daha da kötüleşmesine neden olacaktır.
Sivillerin insani yardıma ve temiz suya ulaşımının engellendiğine ilişkin haberlerden de kaygılıyız. Tüm tarafları kaynakların tüm Suriye’ye ulaştırılmasının önünü açmaya davet ediyoruz.’
Welcome to the real world
Vatanmilletçi olmayana kız yok:
İzmir İl Milli Eğitim Müdürü Yahşi: Çanakkale’yi görmemiş birisine kız verilmez
İZMİR İl Milli Eğitim Müdürlüğü tarafından düzenlenen Çanakkale şehitlerini anma programında konuşan İl Milli Eğitim Müdürü Ömer Yahşi, bir kızı olduğunu ve bir gün birisi onu istemeye geldiğinde soracağı ilk sorunun “Çanakkale’yi gördün mü” olacağını belirterek, “Çanakkale’yi görmemiş, bu mücadeleyi içine iyi sindirmemiş birisine kız verilmez” dedi.
O zaman kalsın, almayalım. Sağolun.
Hem sizlerin vatanmilletçi kızlarınıza kalmadığımız, hem de onların yetiştireceği gelecek nesillerin iyiliğini düşündüğümüz için.
Vatanmilletçilerin dünyasına hiç çocuk getirmemek, böyle bir çocuk sahibi olmaktan yeğdir.
“AK Ulusalcı” ya da “UlusAKçı” Necip bunları okumalı:
“…Neden “yurdu” sevecekmişim de, o yurdun sınırlarının bittiği yerden sonrasını sevmeyecekmişim? Eğer yurtseversem, bu sadece Türkiye’yi sevdiğim, Türkiye’de yaşayan insanları sevdiğim, örneğin İran’a ve orada yaşayan insanlara kayıtsız kaldığım anlamına gelir. Neden devlet sınırlarıyla sınırlayayım ki sevgimi… Kendime yurtsever dediğim an, genellikle bir zamanlar hakim olan emperyalistlerce çizilmiş devlet sınırlarının ötesinde kalan toprakları ve canlıları sevmediğim, en azından onlara karşı kayıtsız olduğum anlamı çıkar bundan. Öte yandan yurtseverlik, beni yine devlet sınırları içinde kalan her yeri ve tüm canlıları sevmek gibi bir zorunlulukla karşı karşıya bırakmaktadır… Yurtseverlik, devlet sınırları içinde faşizan bir toptancılığı teşvik ettiği gibi, devlet sınırları dışında dışlayıcı bir yabancılaşmayı da getirmektedir…”
Ulusalcılık: Bir İdeolojinin Krizi
Gün Zileli, 2007, Özgür Üniversite
“Paralel Evren”den 20 Mart 2118 tarihli bir haber:
İstanbul İl Milli Eğitim Müdürü Bahşi: Afrin’i görmemiş birisine kız verilmez
İSTANBUL İl Milli Eğitim Müdürlüğü tarafından düzenlenen Afrin şehitlerini anma programında konuşan İl Milli Eğitim Müdürü Osman Bahşi, bir kızı olduğunu ve bir gün birisi onu istemeye geldiğinde soracağı ilk sorunun “Afrin’i gördün mü” olacağını belirterek, “Afrin’i görmemiş, bu mücadeleyi içine iyi sindirmemiş birisine kız verilmez” dedi.
Hortlak haklı beyler!
“Dünyanın en gerici,en pis,en aşağılık EMPERYALİST i turkiyedir!”
Türkiye’li muhalifler açısından çok doğru.
Herkes, kendi evinin pisliğini temizlemekle yükümlüdür.
ABD’li muhalifler için, “Dünyanın en gerici,en pis,en aşağılık EMPERYALİST i” ABD’dir.
Kuzey Kore’li muhalifler için, “Dünyanın en gerici,en pis,en aşağılık EMPERYALİST i” Kuzey Kore’dir.
Suudi Arabistan’lı muhalifler için, “Dünyanın en gerici,en pis,en aşağılık EMPERYALİST i” Suudi Arabistan’dır.
Ukrayna’lılar, Kırım Tatar’ları ve Rusya’lı muhalifler için, “Dünyanın en gerici,en pis,en aşağılık EMPERYALİST i” Rusya’dır.
Filistin ve İsrail’li muhalifler için, “Dünyanın en gerici,en pis,en aşağılık EMPERYALİST i” İsrail’dir.
Güney Kürdistan ve Irak’lı muhalifler için, “Dünyanın en gerici,en pis,en aşağılık EMPERYALİST i” Irak’tır.
Doğu Kürdistan ve İran’lı muhalifler için, “Dünyanın en gerici,en pis,en aşağılık EMPERYALİST i” İran’dır.
Batı Kürdistan ve Suriye’li muhalifler için, “Dünyanın en gerici,en pis,en aşağılık EMPERYALİST i” Suriye’dir.
Kuzey Kürdistan ve Türkiye’li muhalifler için de, “Dünyanın en gerici,en pis,en aşağılık EMPERYALİST i”nin Türkiye olmasından daha doğal bir şey düşünülemez.
bu sayfada bile sansür var! bu toplumu elestirmecksin……
artik bu sayfada anlamini kaybedi
“Kılıçdaroğlu, Diyanet’e sordu: Hutbede niye Atatürk yok?
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun partisinin grup toplantısında yaptığı konuşma özetle şöyle dedi: “18 Mart günü bütün camilerimizde hutbe okundu. Hutbede Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün adı geçmedi. Atatürk herkesin onurudur. Gazi Mustafa Kemal Atatürk düşmanın bile saygı gösterdiği bir isim. Kahramanlıkları var, aynı zamanda gazi, 18 mart Çanakkale Zaferi’nin kahramanı. O Çanakkale savaşlarında en üstteki komutan kimdi? Liman von Sanders bir Alman. Osmanlı hayranlarına seslenmek isterim. Osmanlının paşası yok muydu, bir Alman’ı getirip koydular? Eğer Gazi Mustafa Kemal olmasaydı Çanakkale Zaferi de olmayacaktı. Diyanet’e sormak isterim; sizin kurucunuzu neden anmıyorsunuz? 1920’lerde, 1930’larda harabeye dönmüş camiler için ödenek çıkartıp tamir ettiren Atatürk’ü neden anmıyorsunuz?”
Bütün kuşlar tamam, bir leylek kaldı.
“…Neden ‘yurdu’ sevecekmişim de, o yurdun sınırlarının bittiği yerden sonrasını sevmeyecekmişim? Eğer yurtseversem, bu sadece Türkiye’yi sevdiğim, Türkiye’de yaşayan insanları sevdiğim, örneğin İran’a ve orada yaşayan insanlara kayıtsız kaldığım anlamına gelir. Neden devlet sınırlarıyla sınırlayayım ki sevgimi… Kendime yurtsever dediğim an, genellikle bir zamanlar hakim olan emperyalistlerce çizilmiş devlet sınırlarının ötesinde kalan toprakları ve canlıları sevmediğim, en azından onlara karşı kayıtsız olduğum anlamı çıkar bundan. Öte yandan yurtseverlik, beni yine devlet sınırları içinde kalan her yeri ve tüm canlıları sevmek gibi bir zorunlulukla karşı karşıya bırakmaktadır… Yurtseverlik, devlet sınırları içinde faşizan bir toptancılığı teşvik ettiği gibi, devlet sınırları dışında dışlayıcı bir yabancılaşmayı da getirmektedir…”
Zileli bu reddiyeyi neden yazmis bilmiyorum. Anlasilan, birisi, ona, ‘yurtsever olacaksin; baska da herseyi sevmez olacaksin’ benzeri bir dayatma ile gelmis.
Eger boyleyse, boyle bir sacmaligi kaale bile almaga degmez; uzerinde konusmaga ise hic.
Yok, degil ise, o zaman yukaridaki reddiyede ciddi sorunlar var.
Soyle anlatmaga calisayim:
‘Zeka’ dedigimiz sey, sebep(ler)le sonuc(lar) arasindaki iliskiyi tespit etmek/edebilmek anlamina gelir.
Onemlidir, tabii ki.
Ama, yeterli degildir.
‘Akil’ ise, ‘zeka’ kullanarak, sebep(ler)le sonuc(lar) arasinda tespit edilmis iliskiler arasindan (daha cok) ‘fayda’li olani secmektir.
Bu, ayni zamanda, zararli olandan da sakinmak anlamina gelir, dogal olarak.
Akil sahibi kisi, haliyle, once kendi faydasina bakacaktir. Bireysel faydasindan daha fazlasi yakin cevresi icin gecerli ise, onu secer. Ardindan da, bu halka, yakin cevresinden uzak cevrelerine kadar genisler/genisleyebilir.
Iste, ‘yurtsever’lik yukarida bahsi gecen ‘uzak cevre’lerden biridir.
Benim icin notr olan bir tercih, eger ayni genis/uzak cevreyi paylastigim insanlar icin zararli ise, azicik akli olan, bunun donup dolasip bana da zararli olacagini bilir.
Boyle bir durumda, kisi, kendisi icin notr olan bir noktada, tercihini, o seviyede (‘yurt’) faydali olana yonelik yapar.
Bu, son derece dogal bir karar verme surecidir. Aklini kullanan herkes icin, tabii ki.
‘Ben herkesi seviyorum, kimseyi dislamam’ ya da ‘yurtseverlik etiketini birileri tekeline almaga calisiyor, ben illa onlarin dediklerinin tersini yapacagim’ gibi gerekcelerle bu surecte topu taca atmak, bana hic de akillica gelmiyor.
Karar vermek surecinde ne ‘hubb-u Ali’ ne de ‘bugz-u Muaviye’..
Yani, ‘duygu’larin tayin edici olmasina izin verMEmek gerektigini dusunurum.
‘Duygusal’ yonu agir basan insanlar, cogu zaman, beni bu yaklasimimdan dolayi tenkid ederler.
Aldirdigimi soyleyemem.
Yazdığım sansür kaderine uğruyor.
Kaderci Necip bey,sabah kadere bak kadere,diyen cumburtdan fazla etkilenmiş.
Oda MHP lestigine göre kamplariniz genişlemiş.ayirtedilmez oldunuz.
Kendi kendini yonetemeyen, devlet kuramayan Filistinlilerin toprakları var.
Filistinliler den 10 misli nüfusa sahip Kürtlerin toprakları yok!
Filistinlilerin İsrail’deki hakları Türkiye’de yok!
Leyla zanil,filistinlerin uluslararası medyada tanıdık sema,HDP nin toplantısında, Kürtlere hakkını vermeyen bizi savunması iki yüzlülük olarak ifade etti.
Kızılelma masalı anlatıyorum.banal tartışmalar yapmakta gerekmiyor.
Cezayirli bir gazeteciye Osmanlı emperyalizminden bahsedince,cekmeceden cikartigi cevapla, şimdi sen Türkçe konuşuyor olurdun, Fransızca değil!
Amma sen arabca konuşmak cumburt bey,hele o Osmanlı atan,osmanlicasi arabcanin maymunlasmasiydi..
Verecegin bissey yok, alacağın herşey, konuşmasını bile bizden aliyorsun.
Fransızca önemli dil olduğundan Afrika’daki ülkeler halat kullanıyor.ingilizce, Afrika, Hindistan,bir Hong Kong,vs.
Kullanilir.kibris turkleride kullanir! sakın onlara…
Türkçe dili şimdilik soygun, işgal, çalma dili olarak geçerli.o yüzden bu emperyalist devlet, her zaman haydut,barbardir. Diğerlerinden farkı..
Yukarıdaki MHP’li yada o kabileden olanlara..
Wahsi emperyalist ler=Osmanlı, TR.
Bakalım bu gidecekmi?
Hasan Celal Güzel son yolculuğuna uğurlanmış.
Merhum Radikal yazarı hakkında vaktiyle Ümit Kıvanç’ın kaleme aldığı bir yazı:
Radikal’de Hasan Celal Güzel – Ne İş? | Ümit Kıvanç | Birikim Dergisi
http://www.birikimdergisi.com/guncel-yazilar/885/radikal-de-hasan-celal-guzel-ne-is
“Sizin (cogumuzun) anlamadigi basit bir realite var: Cografya kaderdir”
Dediğinizi anlamama nedeni saçmalığından: Coğrafya çoktan beri siyasi bir kategoridir, siyasi bir kavramdır.
Petrol için yapılan savaşlar ve dökülen kanları düşünseydiniz böyle bir cahillik yapmazdınız.
“Kendi kendini yonetemeyen, devlet kuramayan Filistinlilerin toprakları var.”
Kim demis “Kendi kendini yonetemeyen”?
Ne zannediyorsunuz siz? Filistinliler birer moron mudur?
Israil isimli isgalci, irkci, seriatci devletin sinirlari bile belli degil. Cunku, bu muglaklik islerine geliyor.
‘Filistinlilerin toprakları’ dediginiz yerler ise sadece ‘mezarlik’.
“Filistinliler den 10 misli nüfusa sahip Kürtlerin toprakları yok!”
‘Üsküdar’dan bu yan lo kimin yurdu!
He canım…’
“Filistinlilerin İsrail’deki hakları Türkiye’de yok!”
Bu da yalan.
Filistinliler, en az hakka Israil’de sahiptir.
Baska her ulkede istedikleri yerden mulk edinebilirler (Israil’de bu yasak), istedikleri yere seyahat edebilir ve yerlesebilirler (Israil’de bu da yasak).
Israil’de oldurulmek haric, neredeyse hersey yasaktir Filistinlilere.
“Coğrafya çoktan beri siyasi bir kategoridir, siyasi bir kavramdır.”
Nereden/nasil vardiniz benim dediklerimden cografyanin siyasi bir anlam da icermedigini dusundugumu?
“Petrol için yapılan savaşlar ve dökülen kanları düşünseydiniz böyle bir cahillik yapmazdınız.”
Iskaladiginiz sey, o dokulen kalnalrin ve o savaslarin hicbirinin o cografyadakiler tarafindan yapilmadigi ve baslatilmadigidir.
Onlar, sadece, kaderleri olan ‘cografya’larinin kefareti/bedeli odetilenlerdir.
Ama, siz, yine de cehaletimi affedin. Buyuklugun sanindandir.
Türkiye’de sivil toplum yok.
Hiçbir zaman olmadı. “Balkan Oligarşisi” bunu yaratamadı. Necip gibilerinin aklına uyup Anadoluculuk yaparsak da hiç olmayacak.
Aslında hiçbir koşulda olamayacak gibi görünüyor. Çünkü coğrafya kader ise kendi sivil toplumunu yaratamamak Anadolu’nun kaderidir.
“Bir ülke at üstünde fethedilebilir, fakat at üstünde yönetilemez” sözü biraz düzeltilmeli.
Ülkeler at üstünde gayet yönetilir. Fakat at üstünde bir sivil toplum gelişmez.
At üstü yerine tank, top, zırhlı araç, TOMA, İHA, jet, helikopter (ya da valilik, kaymakamlık, MİT, MGK, MSB, MEB, YÖK, rektörlük, ikna odası, DİB, cami, kışla, kubbe, miğfer, minare, süngü vesaire) üstü deyin, farketmez.
Bir soru
“Tarih tekerrürden ibaret” ise;
1) Bu yeni “Anadolu Oligarşisi” dönemi Anadolu Selçukluları döneminin,
2) “Anadolu Oligarşisi”nin Kuzey Suriye ve Kuzey Irak’taki yayılmacılığı Anadolu Selçukluları’nın Kuzey Suriye ve Kuzey Irak yönündeki fetih çabalarının,
3) “Balkan Oligarşisi”nin iktidardan düşüp iyice zayıflayarak sahillere sıkışmışlığı Bizans’ın Anadolu’nun büyük bölümünü kaybederek sahillere çekilişinin,
4) Irak’taki ikinci ABD işgali, Suriye ve Irak’taki bugünkü ABD varlığı, Suriye’deki Rus varlığı ve hatta Siyonist İsrail devleti Haçlı Seferleri’nin,
5) İran’ın Irak ve Suriye üzerindeki vesayeti, bölgedeki milisleri, Devrim Muhafızları ve Hizbullah aracılığı ile yayılmacılığı İran’daki Büyük Selçuklular’ın Irak ve Suriye’ye yayılarak buradaki Selçuklu kollarını kurmasının birer tekrarı mıdır? Yukarıdaki beş durumun hem bugünlerde, hem de o günlerde eşzamanlı yaşandığını da düşünürsek?
“Türkiye’de sivil toplum yok.”
‘Sivil toplum’ deyince ne anlamaliyiz?
Bir de, begendiginiz bir ornek verebilir misiniz?
“Iskaladiginiz sey, o dokulen kalnalrin ve o savaslarin hicbirinin o cografyadakiler tarafindan yapilmadigi ve baslatilmadigidir.”
Nereden/nasil vardiniz benim “Coğrafya çoktan beri siyasi bir kategoridir, siyasi bir kavramdır.” dediklerimden “… o dokulen kalnalrin ve o savaslarin hicbirinin o cografyadakiler tarafindan yapilmadigi ve baslatilmadigidir ” bir anlam da icermedigini dusundugumu?
Nereden/nasil vardiniz benim “Petrol için yapılan savaşlar ve dökülen kanları düşünseydiniz böyle bir cahillik yapmazdınız.” dediklerimden cehaletinizi hosgoru bir anlam da icermedigini dusundugumu?
Nereden/nasil vardiniz benim “Coğrafya çoktan beri siyasi bir kategoridir, siyasi bir kavramdır.” dediklerimden “petrol olmayan cografya da kaderdir” bir anlam da icermedigini dusundugumu?
Nereden/nasil vardiniz benim dediklerimden ‘her sey kaderdir ve kader her şeydir’ bir anlam da icermedigini dusundugumu?
Nereden/nasil vardiniz benim dediklerimden “dedigimde bir dusunce var, dedigimden iceri” anlam da icermedigini dusundugumu?
Sayin ilahiyatci Necip, yazidan önce de kader var miydi?
“ ‘Akil’ ise, ‘zeka’ kullanarak, sebep(ler)le sonuc(lar) arasinda tespit edilmis iliskiler arasindan (daha cok) ‘fayda’li olani secmektir.”
Aman Allah’ım bu ne cömertlik! Canlı cansız her varlık zekâ kullanan akıl oldu çıktı.
Canlılar evriminde doğal ayıklanmaya uyma.
Cansızlarda suyun faydasız çabayla yukarı akacağına aşağı akması, taşı bıraktığında zikzaklar yapıp yorulacağına en kısa yoldan hedefe varması,…
İnsanlara gelince iş karışıyor. Dünyanın durumu, akıllı zeki Necip’in kıstası ve var olduğu varsayılan sebep-sonuç ilişkilerden insanların kendisi gibi akıllı zekilerle akıllı aptallardan oluştuğu sonucu çıkıyor. Yani önemli olan zekâ. Ama zekâ da yetmiyor. ‘Tespit edilmis iliskiler arasindan’ seçmek için tespit edilmiş ilişkileri bilmek gerekiyor. Hatta o bile yetmiyor. “arasindan (daha cok) ‘fayda’li olani secmektir.” yani hangisinin faydalı olduğunu daha önceden bilmek gerekiyor. Bu da gerçek dünyada imkânsız olduğundan ki dünyanın durumu buna fazlasıyla şahit olduğu gibi Necip’in bilim bilmediğine de şahit olur. Yani, Necip en faydalı olan boş konuşmayı seçmekle salt kendi zekâsının gösterisini yapmış.
Necip’i bir iple iki saman yığınına aynı uzaklıkta bir yere bağlamışlar. Zavallı bir türlü en faydalıyı seçememiş. Ama tıp bilim ve teknolojisindeki en son ve en çok faydalı aletlerle beynini boşaltmışlar. Necip hemen bir saman yığınına koşup karnını doyurmuş. Zekâsını kaybedip aptallaşmış ama canını kurtarmış.
Tıpta kendisi gibi zeki olanlara göre böyle aptallaşanların %50’si 2-8 yıl arasında eski zekâlarına kavuşuyorlarmış. Haydi, inşallah!
“[…] Yukarıdaki beş durumun hem bugünlerde, hem de o günlerde eşzamanlı yaşandığını da düşünürsek?”
Siraladiginiz sorulari okurken ‘parse’ etmekte (‘cozumlemek’ de diyebiliriz) epeyi zorlandim.
Fakat, dogru anladiysam, hem tarih hem de cografya anlaminda, hayli genis bir hacme isaret ediyorsunuz.
O denli buyuk kapsam sozkonusu oldugunda, insan ister istemez ‘pattern’ler bulabiliyor; dolayisi ile evet demek kolaylasiyor.
Her ne kadar ekonomik ve teknolojik acidan, bugunku durum maziden verdiginiz ornekleri desteklemiyor gibi gorunse de, nufus baskisi ve dinamizm orneklerinizin erken evrelerini cagristirmiyor da degil.
“yazidan önce de kader var miydi?”
Kelime veya terim ikameleri yaparak benim yazdiklarimi cesitlendirmeniz, ilk defasinda kucuk bir muziplik sayilsa bile, konusulan konuya pek de bir sey katmiyor; hatta, bayiyor.
“Hickimsenin beklemediği ilginç bir hamle..heycan artırıyor..”
Bu herif tam bir dikizci, seyirci toplamında bir daniska kişi, bir eşsiz örnek. Ölenler ve öldürenler bu akıl almaz adi insanda heyecan arttırıyor.
Dikizci: “Savaşın satranç oyunu olduğu denilir.” Ardından herif benzetilenle benzeyen arasındaki farkın edebiyatını yapar. Dünyamız artık laflarla kurulan bir dünya oldu. Bir daha asla yaşanmayacak asıl dünya, imgeler ve kelimeler ırmağına katılır bu herif gibi seyirci kitlesine eğlence, heyecan, coşkunluk kaynağı olur.
“Sivil toplum’ deyince ne anlamaliyiz?”
Toplumdaki her şeyin bütün sınıfların üstünde yer alan, Osmanlı’nın tabiriyle “nizam-ı alem”in temsilcisi olan merkezi bürokrasi tarafından belirlenmediği, ekonominin (burjuvazi) siyasete (bürokrasi) değil, siyasetin (bürokrasi) ekonomiye (burjuvazi) bağlı olduğu, dolayısıyla bilimin, kültürün, sanatın her şeyi kontrol eden bürokrasinin zincirlerine bağlı olmadan gelişebildiği bir toplum.
İlk örneği Eski Yunan olan, günümüzde en gelişmiş örnekleri Batı Avrupa ve özellikle Roma tarafından geç fethedilen ve Kara Avrupası ülkelerini geride bırakan Britanya ve dolayısıyla onun uzantıları denebilecek ABD, Avustralya, Yeni Zelanda gibi ülkeler.
Emlakkmi satiyon filistinlilere istanbulda? Anlamidim.
Fasizmin kürt ve israil dusmanligiyla beraber yurudugunun guzel ornegi.
Ama senin takintin Hitlerin jahudi takintisindan altda degil.
Sirf yalan,sirf dusmanlik.hastalikli sekilde.. asagilik, uyduruk,seviyesiz konular..
Emlakla
ulusal sorunu cozme fantazisini biraz ilerletde sunu birde hayal et;
Turkiye sanli,manli bu iktidarla dunyanin en kiskanilan demokratik, ozgur ulkesi oldu.
Kürt, Türk kardestir ve herkes,heryerde Ev alir evlenir, hersey olur.cumburtda olur.
Bu basari sarhoslugunuzada, Maden kardes,esittiz bu sefer esde turkiyeyi kurdiye yapalim,100 yilda kardesimiz,canimiz cigerimiz,asla kopamadigimiz kurler yonetsin!
Tabiki herkes hersey olacak.erdogan cumurt da olabilir kurtce konusursa.
Herkes kurtce konusacak,ne mutlu kurdum diyecek,turku kurtden ayirana vatandasliga haini,dismihrakli ajan,terorist olacaktir!kurdiye bayragi altinda , kurdiye yasayan her Türk,Arab,cerkez esttir.yasasin sanli kurdiye!
Kadere ,fala bakmadan bu durumu aciklarmisin? Fantazisini cok genis nede olsa. Darbe der degil bu.
Sen simdi bunu acikla,baska konulari birak,inni,mini,inzi winzzi
Moralsiz anonym,
Amaci oldurmek olan turkler!
Yasamak savasini veren kurtler!
Olmemek icin direnler kurtler!
Sen oldurmekten zevk alan erdogancisin.kana susamis Vampir misin?
Yada bu farki goremeyecek kadar sapsal?
Once, verdiginiz ornek(ler)den baslayalim:
“İlk örneği Eski Yunan olan, günümüzde en gelişmiş örnekleri Batı Avrupa ve özellikle Roma tarafından geç fethedilen ve Kara Avrupası ülkelerini geride bırakan Britanya ve dolayısıyla onun uzantıları denebilecek ABD, Avustralya, Yeni Zelanda gibi ülkeler.”
‘Eski Yunan’ diyerek, zannedersem, esasen, antik Atina’dan bahsediyorsunuz.
Ne zaman bu ornegi duysam, gozlerim tavana –daha dogrusu gozkapaklarimin altina– kayar.
Sebebi de, olaganustu bir abartma oldugunu dusunusumdur. Nasil ki, Hendek, Uhud, Bedir filan gibi ‘savas’ dediklerimiz en fazla bin kisinin katildigi –bugunku olceklerde ‘cete savasi’ bele degil, daha cok ‘mahalle kavgasi’ sayilacak– lokal kapismalardir; antik Atina dedigimiz de, cok az sayida insanin, kendi aralarinda –ve o da, kucuk bir azinlik tarafindan– oynadigi bir ‘demokrasi’ simulasyonudur.
Toplam nufus yaklasik 250-300 bin iken, ‘demokrasi’ oyunu bu nufusun 6’da-10’da biri (30 ila 50 bin kisi) arasinda oynaniyordu.
Bunun adina da ‘dogrudan demokrasi’ diyorlardi.
Bugun, mesela, nufusun sadece %10-15’inin katilmak hakkina sahip oldugu bir sisteme kimse –hic bir sekilde– ‘demokrasi’ demez.
Onun ismi, buz gibi, ‘oligarsi’dir.
Yani, antik Atina, daha onceki ‘oligarsi’den kurtulmak adina, bir baska oligarsi peydahlamis, bunun adina da ‘dogrudan demokrasi’ diyerek isin icinden cikmistir.
Halbuki, tek yapilan, daha once %5’den bile az insani temsil eden ‘oligarsi’nin %10-15’e cikarilmasi olmustur.
O kadar.
Ama, benim asil deginmek istedigim ‘dar oligarsi’ yerine ‘daha genis oligarsi’nin neden daha matah olamayabilecegi degil.
O, kisisel tercihlerin, yani bireysel ahlakciligin ve propogandalarin etkisinde kalmislikla alakalidir.
Ben, onun yerine, ayni seyi, bahsedilen sistemin aslinda cok da matah olmadigini, siyasal/yonetsel evrimimizde basarisiz olduguna bakarak ‘cok da matah olmadigini’ soyleyecegim.
Tarihin cok dar bir kesidinde, cok dar bir nufus tarafindan ‘deneyim’lenmis ve omru cok kisa olmustur.
Yani, sosyoekonomik evrim surecinde budanmistir.
Simdi de gelelim saydiginiz diger ulkelere: “Britanya ve dolayısıyla onun uzantıları denebilecek ABD, Avustralya, Yeni Zelanda gibi ülkeler”e..
Bunlari yazdiginiz zaman, bu ulkelerin mensei olan Britanya’nin (yani, Birlesik Krallik’in) ‘birlik’ini (ya da ‘birlesiklik’ini) ancak 1800 yilinda [Acts of Union 1800] tamamlayabildi.
Yani, kendi ic hukuklarinda bile, ‘birlik’lerini saglayali beri –sunun surasinda– 218 sene oldu.
Bu cok kisa bir suredir.
[Uzantilarinin durumu da cok farkli degildir; ama, uzatmamak adina, onlari geciyorum.]
Bu noktada, bir yanlis anlama ihtimalini gidermek icin hemen sunu soyleyeyim:
Ben ‘birlik’i kutsuyor degilim.
Ben degilim, ama goruldugu uzere, Britanya bayagi kutsuyor olsa gerek ki, onca zaman boyunca bu ugurda ugrasmis ve bunu ancak 218 sene once basarmis.
[O da tam olamamis. 1922’de Irlanda’nin bir kismi ayrilmis; geride kalanlar (Ingiltere, Galler, Iskocya, Kuzey Irlanda ve minnacik adaciklar)] ise her an ayrilmaga tesne yalap sap bir birliktelik sergiliyorlar]
Yani, Cin’in, Roma’nin, Osmanli’nin, Rusya’nin vs cok daha uzun sureler boyunca sagladigi statuye henuz pek de ulasabilmis bile degil.
Yani, hem ‘deney’ bitmis degil; hem de ‘basarili’ olacagi garanti degil.
Peki de, madem oyle, neden simdi basarili bir goruntu veriyorlar?
Basit: Zengini akilli sanmak yanilsamamiz burada da kendisini gosteriyor.
Halbuki, tipki ac/bi-ilac zar zor yasayan bir farenin kazara evin kilerini bulmasi ve oradakileri yiyip sismanlamasi gibi, Britanya (ve diger Avrupa ulkeleri) ucsuz bucaksiz ulkeler buldular (oradakileri de katledip mekani bosalttilar) ve bu zenginligin uzerine oturdular.
Bu, tarihte, arizi bir durumdur. Gecicidir. Nitekim, geciyor da.
Onlar da, sosyoekonomik evrimlerini tamamladiklarinda, daha once denemis ve daha kararli denge oldugu gorulmus yapilara donuseceklerdir.
O da, eger becerebilirlerse. Bkz. Roma’yi emule etmege calisan AB deneyi.
Uzattim. Farkindayim.
Fakat, sunu soylemek istiyorum:
Sizin ‘sivil toplum’ hayallerinizi ben hamile bir kadinin asermesine bezetiyorum: O mevsimde ya da o cografyada bulunmayan (ya da cok zor bulunan) bir nevaleye ozlem, yani.
Bu asermelerin anormal oldugunu soylemiyorum; ama, o nevalenin (artik, her ise ‘o’) hergun yemek istediginiz bir sey olmak ihtimali zayiftir; cunku, aslinda siz –farkinda olmasaniz bile– bir baska ‘oligarsi’ bileseni daha istiyorsunuzdur.
‘Oligarsi bilesenleri’ once kendi aralarinda kapisirlar, birbirlerini yendikce buyurler, ‘tek’e (ya da ‘tek’e cok yakin bir sayiya) indirgenirler.
Sonra da cokerler.
Sonra da sil bastan.
“Toplumdaki her şeyin bütün sınıfların üstünde yer alan, Osmanlı’nın tabiriyle “nizam-ı alem”in temsilcisi olan merkezi bürokrasi tarafından belirlenmediği, ekonominin (burjuvazi) siyasete (bürokrasi) değil, siyasetin (bürokrasi) ekonomiye (burjuvazi) bağlı olduğu, dolayısıyla bilimin, kültürün, sanatın her şeyi kontrol eden bürokrasinin zincirlerine bağlı olmadan gelişebildiği bir toplum.”
Boyle bir toplum, tarihsel deneyimlerimize dikkatle bakarsak, pek de yoktur. Ya da uzun omurlu olmamistir.
Avrupa + Britanya, ABD, Avustralya, Yeni Zelanda gibi ulkelerin toplam nufusu 1 milyar bile etmiyor. Yani, dunya nufusunun 6’da, 7’de biri –%15 ila %17si.
Buna karsilik, dunyada uretilen gida ve enerjinin yaridan fazlasini tuketiyorlar.
O bolluk icinde ‘demokrasi’cilik oynamak, ‘sivil toplum’ adi altinda ‘oligarsi bilsenleri’ beslemek zor degil.
Simdilik oyle de, bu surdurulebilir de degil.
‘Equillibrium’a ulasildiginda manzara daha farkli olacak.
“…Önce kendi tavrımızı açıklayalım.
“Cumhuriyet”, tarihötesi, soyut, her koşulda savunulması gereken mutlak ve ulvi bir değer değildir. Örneğin, birileri çıkıp İlhan Selçuk’u Padişah, Doğu Perinçek’i Halife yapsa ve Büyük Millet Meclisi’ni lağvederek saltanat dönemine geri döndüğümüzü ilan etse, Cumhuriyet’i korumak için TKP ile omuz omuza mücadele ederiz. Keza, yarın tüm seçimler kaldırılıp sivil kurumlar kapatılıp İlker Başbuğ Milli Şef ilan edilse, TKP yine Cumhuriyet’i korumada bizden iyi müttefik bulamayacaktır.
Öte yandan, Cumhuriyet’i tehdit eden güç, örgütlü ve silahlı işçi sınıfı ise, bir genel grev ortamında işçiler kendi iktidar organlarını kurup Meclis’in kapısına kilit vurmuş, mevcut Cumhuriyet devletini yıkıp kendi devletini kurmaya başlamış ise, Biz Cumhuriyet’i koruyor olmayacağız. Anlaşılan, TKP koruyor olacak; müttefikleri ise mevcut devletin ordusu ve kolluk güçleri olacak…”
Cumhuriyet Bayramı kutlamaları
Roni MARGULİES
https://www.sosyalistforum3.net/showthread.php?t=19477
“Önce kendi tavrımızı açıklayalım.
“Anadolu Oligarşisi”, tarihötesi, soyut, her koşulda savunulması gereken mutlak ve ulvi bir değer değildir. Örneğin, birileri çıkıp Soner Yalçın’ı Padişah, Yalçın Küçük’ü Halife yapsa ve Büyük Millet Meclisi’ni lağvederek Balkan Oligarşisi dönemine geri döndüğümüzü ilan etse, Anadolu Oligarşisi’ni korumak için Necip ile omuz omuza mücadele ederiz. Keza, yarın tüm seçimler kaldırılıp sivil kurumlar kapatılıp Hulusi Akar Milli Şef ilan edilse, Necip yine Anadolu Oligarşisi’ni korumada bizden iyi müttefik bulamayacaktır.
Öte yandan, Anadolu Oligarşisi’ni tehdit eden güç, örgütlü ve silahlı Anadolu halkı ise, bir genel grev ortamında Anadolulular kendi iktidar organlarını kurup Meclis’in kapısına kilit vurmuş, mevcut Anadolu Oligarşisi devletini yıkıp kendi devletini kurmaya başlamış ise, Biz Anadolu Oligarşisi’ni koruyor olmayacağız. Anlaşılan, Necip koruyor olacak; müttefikleri ise mevcut oligarşisinin ordusu ve kolluk güçleri olacak.”
Anadolu Oligarşisi Bayramı kutlamaları
Moni RARGULİES
“Anadolu Oligarşisi’ni korumak için Necip ile omuz omuza mücadele ederiz.”
Benim ‘Anadolu Oligarşisi’ni korumak istecegim kanaatine nereden vardiniz?
Gozlemlerimi dile getirdigim; ‘Anadolu Oligarşisi’nin ‘Balkan Oligarşisi’ne kiyasla daha ‘dogal’/’yerel’ oldugunu/olacagini soyledim diye mi?
“…Başyüce Erdoğan, gereksinim duyduğu zaman, köpeği meşgul etmek için kemik, kediye oyun oynamak için yumak atar gibi, ortaya bir laf atar. Eniştem beni neden öptü misali.
…şanlı Başyüce, millet ve dünya ile dalga geçer gibi, konuşup duruyor:
“İslâmı asırlar öncesinin hükümleriyle uygulayamazsınız. İslâmın güncellenmesi gerek”; ama ertesi gün, pişmanlık içinde, “Biz dinde reform aramıyoruz. Hiç kimsenin dinimizi karikatürize etmeye hakkı yoktur” diyor…
…Bu da yetmiyor, kuru deriden bal çıkartır gibi, ”Dil Devrimi ile milletimizin kadim medeniyetiyle arasındaki bağ zayıflatılmaya hatta koparılmaya çalışılmıştır. Yani bizim aslında damarlarımız kesilmiştir” buyuruyor. Ama Yunus Emre ile dil devrimi sayesinde buluştuğumuzdan, Karacaoğlan’ın Osmanlıca yazmadığından, kendi dedesinin Ahmet Haşim’i anla(ya)madığından haberi yok. Anlattığı masallar Dil Devrimi sayesinde işçiye, köylüye ulaşıyor ama gözünü kırpmadan nankörlük ediyor. Osmanlı döneminde, bir padişah fermanını, bir divan şiirini Türkçe konuşan halk nüfusunun % 99’u anlamazdı, ama halk şairlerini %100’ü anlardı. Allaha şükür bunu da bilmiyor…
…Bugünkü konumuz: “Dinde güncelleme” ya da “dinde reform”. Bilgisayar diliyle “update” etmek. Yani: Günümüze uygun şekle sokmak, güncelleştirmek; Düzeltme ve eklemeler yapmak; Modernleştirmek, modernize etmek. Gevezeliğe gerek yok: Güncelleştirdiğiniz şey reforme olur. Hz.Muhammed’ten sonra Kuran derlenirken deforme edilmemiş gibi, Dört Halife döneminde saptırılmamış gibi; mezhepler ve tarikatlar tarafından kolaj yapılmamış gibi, Kuran (zinhar) reform kaldırmazmış… Sanki Kuran gelenekler, örf, âdet ve üfürükler yüzünden rafa kaldırılmamış gibi. Yüzyıllardır artık ne Hz.Peygamber ne de Kuran var: Şeyhler ve onların zırvaları dine egemen olmuş.. Başyüce, şeyhler ve zırvaları sayesinde iktidara geldiğini ve 16 yıldır orada kaldığını bilmiyor mu? Dinde güncellemeden söz ederken “Şimdi birçok hoca efendi beni tefe koyup çalacak, o ayrı mesele!” itirafı boşuna değil. Hadi bakalım, seni tefe koyup çalanları, “Haddini bil!” diyenleri de “hakaret”ten içeri atsınlar!
Biliniyor ama şu “güncelleme” ve “reform” konusunda kırk yıllık görüşümü izninizle yazayım: Çok sayıda hadis ve epeyce ayet elenmeden İslâm güncellenemez.
İslâmı güncellemek, reforme etmek Cumhuriyet devletinin işi değil; bu, bir teokratik devletin işidir. Anayasası laiklik ilkesini kabul etmiş devlet İslâm’ın güncellenmesi ya da reforme edilmesiyle ilgilenmez. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın Başlangıç İlkeleri, 3, 4 ve 24’cü maddeleri var; devletin laik kurumları ve yasaları var…
…Dediğim gibi, Laik Devlet, Anayasa ve yasaların gözetim ve denetiminde, dinde güncelleşme, dinde reformla ilgilenmez. Peki, kim yapacak bu işi? İslâm yapacak! Ama İslâm kurumsuz, yapısız, hiyerarşisiz, disiplinsiz, feodal bir din. Zamanında Halife bir Papa değildi. İslâm, Dört Halife döneminde bile kurumsuz, yapısız, hiyerarşisiz, disiplinsiz, feodal bir dindi. Bunca mezhep, bunca tarikat boşuna mı çıktı? Tarikat düzeni bir Mafya düzenidir. Filmlerde gördüğünüz “Babalar” toplantılarını düşünün! Konsey (!) daha iki gün önce bir İslâmcı gazetecinin moderatörlüğünde toplanmadı mı? Bu toplantı gazetelerde ve televizyonlarda haber olmadı mı? Ama buna karşın, küçük bir cami imamı şeyhleşip dilediğini yapabilir!
Devlet güncelleme ve reform yap(a)maz, yaptırmazlar! İlahiyatçılar da yapamaz bu işi. Birinin yaptığını öteki kabul etmez. Güncelleme ve reform ruhban sınıfının işine gelmez. İslâm disiplinsiz, anarşik bir dindir. Her cami hocası (imamı) başına buyruk bir derebeyidir. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kimseye sözü geçmez. İslâm’ın güncelle(n)me ve reforme edilmesine en büyük engel bizzat kendisi ve yapısındaki hiziplerdir (fraksiyonlardır). Tek çare İslâm’ın toplum ve devleti yönetmekten vazgeçmesi ve laik düzeni içtenlikle kabul etmesidir.İşte o zaman kendi ülkelerine ve dünyaya huzur gelir.”
GEÇTİ BOR’UN PAZARI / Özdemir İnce
19 Mart 2018
http://ozdemirince.com/gecti-borun-pazari/
Yorum Farkı
Özdemir İnce / Demir Küçükaydın
“Hiç kimse çıkıp şöyle demedi:
“Gerçek bir demokraside, din insanların özel sorunudur. Bu tartışma onların kendi aralarında yapacakları bir tartışmadır. Bizim görevimiz isteyenin reformcu isteyenin reformsuz bir İslam’ı savunacağı, bu tartışmaların devlet ve ulusla hiçbir bağının olmayacağı bir demokrasiyi savunmaktır, Erdoğan bir politikacı, bir devlet yöneticisi olarak İslam’da reform gibi bir konuda konuşamaz. Demokraside hiçbir devlet yöneticisi ve görevlisinin böyle bir konuşma hakkı olmaz. Özel hayatında konuşabilir. İsteyen Müslümanlar reform yaparlar, isteyenler yapmazlar, bu onların özel işi ve sorunu olur. Politikanın ve politik mücadelenin konusu değildir. Politikanın ve politik mücadelenin konusu bunların insanların özel sorunu olması, bizden alınan vergilerle bunun bir politik sorun olarak tartışılmasının engellenmesidir. Erdoğan ancak, bütün resmi sıfatlarından arınarak, kendi özel hayatında İslam’da reform olup olamayacağı üzerine konuşabilir. Bunun ötesi suçtur ve Erdoğan bizden alınan vergilerle, devletin olanaklarıyla bir dinin asıl yorumlanacağı tartışmasını yaparak suç işlemektedir
Bu kadar basit bir tepkiyi HDP dahil, en radikal görünen solcular veya İslamcılar dahil hiç kimse göstermiyor.
Böyle bir tavır gösterilmeden, böyle bir program bu vesileyle savunulmadan, bu ülkedeki insanlar nasıl demokrat olacaklar ve demokrasiyi savunacaklardır?
…
Sadece din mi? Dilde de durum aynı şekilde. Aslında Erdoğan Osmanlıcayı önererek ve teşvik ederek aynı faşist ve demokrasi düşmanı anlayışını sürdürmektedir.
…
Politika bu düzeyde, muhalefet bu düzeyde.
Yani demokrat yok.
Ama sorunu böyle tutarlı bir demokrasi açısından koyduğunuz zaman, CHP’nin öz Türkçeciliği de, Erdoğan’ın Osmanlıcılığı da aynı madalyonun iki yüzü, anti demokratik ve faşist özellikler olarak ortaya çıkar.”
“Dinde Reform”, “Sarı Taxi-Uber” Tartışmaları Işığında Demokrasi Mücadelesinin Zayıflığının Nedenleri
16 Mart 2018 Cuma
Demir Küçükaydın
https://demirden-kapilar.blogspot.com.tr/2018/03/dinde-reform-sar-taxi-uber-tartsmalar.html
“Son dakika: Alaattin Çakıcı’nın adamlarına sabah baskını
İstanbul Emniyet Müdürlüğü Organize Suçlarla Mücadele Şube Müdürlüğü ekipleri önceki gün Hacısüleymanoğlu grubuna yönelik baskından sonra bu sabah da Alaattin Çakıcı liderliğindeki suç örgütüne yönelik operasyon başlattı.”
Bir zamanlar, televizyonda haber bültenlerinde sıkça karşımıza çıkan “Alaattin Çakıcı’nın cezaevi aracına bindirilişi görüntüsü”nü hatırladım birden.
“Müfit Bey, sizden, Alaattin Çakıcı’nın cezaevi aracına bindirilişi görüntüsünden bıktığım kadar bıktım !”
(“Ruhsar” isimli diziden)
Ben, Ozdemir Ince ve benzeri ‘Cumhuriyet aydinlari’nin (Tanzimat ve Ittihat ‘aydinlari’ da dahil) ahmakliklarini gordukce hem aciyorum, hem de ‘yahu, bu kadar ahmakliga ragkmen, nasil oluyor da bunlari aydin sayanlar cikiyor’ diye de kiziyorum.
Isin asil acikli tarafi, Ozdemir Ince, ideolojik saplantilarinin havada kaldigini kendi kaleminden itiraf da ediyor.
[Asagidaki bolum, yukarida verilen linkteki yazinin son 2 paragrafidir. Ben, daha kolay okunsun diye satirlara boldum.]
Araya sokusturdugu ‘mafya’ filan gibi tahkir edici sifatlari bosverin; ayni seyi pekala ‘laikci’ler icin de soyleyebiliriz. Arkalarina devlet aygitini aldiklarini da dikkate alirsak, onlarin yaptiklari daha da beter olur.
Fakat, bu yazida benim dikkati cekmek istedigim baska bir sey var:
Evet, Islam’da ruhban sinifi yoktur. Ne Halife ne de Diyanet boyle bir yetkiyle donatilmis degildir. Bunye bu tur tesebbusleri reddeder.
Ruhban sinifi olmayan tek Ibrahimi din de Islamdir –hem Hiristiyanlikta hem de musevilikte cok kati birer ruhban sinifi vardir.
Ruhban sinifi olmadigi icin de, merkezi bir yapisi yoktur. Hiristiyanlikta oldugu gibi, Papalik vs uzerinden, halki soyup sogana ceviren; Fransiz Devriminde oldugu uzere, savasacak bir merkezi yapi da yoktur.
Hic de olmamistir.
Bunu, Ozdemir Ince, ancak bunca seneden sonra anlamis ve sunlari soyluyor:
“Ama İslâm kurumsuz, yapısız, hiyerarşisiz, disiplinsiz, feodal bir din.”
ve
“İslâm disiplinsiz, anarşik bir dindir.”
Evet. Gunaydin.
Gunaydin… da.. sanki Fransa’daymisiz gibi, sanki Papalik ile mucadele ediyormusuz gibi, bunca senedir ensemizde boza pisirdikleri ‘laiklik’ yavelerini ne yapacaklar?
Ne yapacaklarini soyleyebilirim; ama, terbiyem musade etmez; dahasi, yazarsam, yayin yolula hakarete de girebilir.
O bir yana, simdi gelinen noktadaki caresizlikleri daha da acikli:
Sirf ‘laiklik’ teraneleri taban bulsun diye, Islam’da merkezi bir otorite olsun istiyor noktaya gelmislerdir:
Diyanet’in boyle bir kurum olmasini istiyorlar.
Boylece, bir asirdir savastiklari hayali yeldegirmeninin yerine gercek/fiziki bir yeldegirmeni olur umidiyle.
Bu da tutmaz.
Tutmaz; ama, Kemalist ‘aydin’larin var olus gerekcesine ihtiyaclari var. O yuzden, ayni teraneleri soylemege devam edeceklerdir.
Aciklidir.
Peki, İran ve Irak’ın Şii ruhban sınıfını – üstelik Müslümanlar – nasıl açıklayabiliriz?
Küçükaydın’ın ileri sürdüğü gibi, kökleri ilk Sümer rahiplerine giden Mecusi (Zerdüşt) rahiplerini oluşturan ortamla mı?
“Bu taze kanlar sayesinde, Çin hariç, üç büyük uygarlık alanına (Akdeniz-Ortadoğu, İran-Afganistan ve Hindistan) yayılan bir din olmasına rağmen, feth ettiği uygarlıklar tarafından feth edilmekten kurtulamadı.x
Hint alt kıtasında, Kast sistemine son veremedi.
İran’da Sümer Rahiplerinden beri gelen Mecusi (Zerdüşt) rahipler Şii Ayetullahlar oldular;.
Osmanlı, Bizans’ın bir rönesansı; bir “Üçüncü Roma” olmaktan öteye gidemedi.”
https://demirden-kapilar.blogspot.com.tr/2017/05/aydnlanma-ve-islamn-sentezi-ve-mirascs.html
Aydınlanma ve İslam’ın Sentezi ve Mirasçısı Olarak Marksizm
04 Ocak 2010 Pazartesi
Demir Küçükaydın
Aynı yazısından şu cümleleri de ilginç:
“Önce İnsanların, Türkler, Kürtler, Almanlar, Çinliler, Hitliler ve Demokratlar karşısında üstünlük kurmaları; Türklüğü, Kürtlüğü, Almanlığı, Çinliliği, Hintliliği ve Demokratlığı politik alandan dışlayıp tıpkı gerçek bir laikliğin dinlere yaptığı gibi, bunları özele ilişkin kılmaları, yani bir yemeği sevmekten veya bir takımı tutmaktan farksız kılmaları gerekiyor.
Ancak o zaman İnsanlar, Kapitalizm ve meta üretimine dayanan bir sistemle mi, yoksa ihtiyaçlara ve kullanım değerleri üretmeye yönelik planlı bir ekonomiyle mi yaşayacaklarına özgürce karar verebilirler.
Türklerin, Kürtlerin, Almanların, Çinlilerin, Hintlilerin bir sosyalizm kurabileceklerini söylemek, fiilen bugünkü ulusal devletleri; yeryüzünü kaplamış putlar düzenini savunmaktan başka bir sonuç vermez.
Zaten bütün dünyada Sosyalist ve İşçi hareketinin bunalımının temel nedeni de budur.
Biz Türkleri, Kürtleri, Çinlileri, Amerikalıları, Hintlileri vs. İnsan olmaya çağırıyoruz.
Kendi nefsine karşı savaş savaşların en kutsalıdır.
Türklerin Türklüğe, Kürtlerin Kürtlüğe, Çinlilerin Çinliliğe, Hintlilerin Hintliliğe, Amerikalıların Amerikalılığa karşı savaşı, yani nefislerine karşı savaşı en kutsal savaştır.
Bu savaşı vermeden kimse İnsan olamaz.
Yeryüzü ölçüsünde bir insanlık topluluğunu, Türkler, Kürtler, Çinliler, Amerikalılar, Hitliler değil, İnsanlar kurabilir; tıpkı Allah’ın egemenliğini putlara tapanların değil, Müslümanların kurabilmesi gibi.”
“Bizans, Sasani, Hint ve Çin uygarlıklarının çürümesi ve bu çürümeye bağlı olarak Orta ve Kuzey yollarının (İpek yolu) kapanması-tıkanması sonucu, Hint alt kıtasının güneyinden ve denizden açılan Güney Yolunun, henüz totemli komünler (Putlar) dönemini yaşayan Arabistan’ı bir anda dünya ticaret yollarının ve ticaretinin merkezi durumuna getirmesinin yarattığı gerilime bir cevaptır İslam.
Bu nedenle, İslam, Allah ile ifade ettiği evrenselliğini özellikle komünlere ve onların dini (üstyapısı) olan totemlere (Putlara) karşı şekillendirdi. Allah, aşiret düzeninin totemleri olan Putlar karşısında bu evrenselliği ve birliği ifade eder her şeyden önce.
Elbette bunun yanı sıra çürüyen ve yozlaşmış klasik uygarlıklar ve onların dinlerine karşı da, inancı-dini sadece bir inanç bildirimine indirgeyen sadeliği ile, tüm Müslümanları silahlı kardeşler yaparak; günde beş kere herkesi aynı safa dizerek; “oku” emriyle, okuma yazmayı “rahiplerin” tekelinden kurtarıp yaymaya çalışarak; din adamı diye bir şey tanımayarak ve bir din adamları oligarşisi (Kilise, İran’ın Mecusi rahipleri) veya kastına (Hinduizm, Brahmanlık) imkan tanımayarak bir alternatif ve çözüm sunuyordu.
İslam da elbette, doğuşunda, bütün büyük devrimci hareketler gibi yoksullara dayanıyordu. Mekke’li Patriciler olan (Kureyşli asil ve zenginler) karşısında Mekke’nin ve Medine’nin Pleplerine (Müslim) dayanıyordu.
Ama daha ilk adımda, bu “gönlü uzlaştırılmış” Patriciler (Mekkeli zenginler ve Kureyşli asiller) İslam’ın içinde iktidarı ele almanın komplolarına başladılar ve belki Muhammet’in ölümünün bile sorumlusuydular.
Önce örtük ve küçük adımlarla başlayan bu İslam içindeki sınıf savaşı ve karşıdevrim çabaları, İslam’ın yayılması binlerce yılık medeniyetler mezarlığı-bataklığı Mezopotamya balçıklarına ulaştığında, daha Sehabe (ilk saatin işçileri) hayattayken ve büyük ölçüde onlara karşı bir savaş içinde, Muaviye ve Emeviler ile kesin başarıya ulaştı.
Bundan sonra İslam, İslam olmaktan çıktı, bütün diğer klasik uygarlıklarda olduğu gibi çürüyen uygarlıkların ve egemenlerin bir aracı oldu.”
“Laiklik” dediğimiz şey illa bir ruhban sınıfına ve hatta devlet sınıflarına karşı bir hareket mi olmak zorundadır?
Toplumdaki dini mahalle baskısına karşı özgür bireyler olabilmek için de gerekmez mi mesela?
Şerif Mardin’in “Merkez-Çevre” açıklamalarını doğru kabul eden Sayın Necip, aynı Şerif Mardin’in “mahalle baskısı” kavramı hakkında ne düşünüyor?
Yoksa, mahalle baskılarının sadece bir kısmına, örneğin Kemalist mahalle baskısına mı karşı sadece?
Islam dininin laik ilahiyat âlimleri bazi radikal reformlarla Islam dinini modernlestirip Bati dunyasina uydurmaya calismaktalar.
Necip, eski kaderciligi tersine cevirmek gayretiyle yeni bir formul bulmus:
“COGRAFYA KADERDIR.”
YANI, COGRAFYA KADERI BELIRLER.
Bakalim yakindan:
Necip okullari bol Turkiye’de (cografya) dogdugundan mi okula (cografyaya) gidip bu kadar zeki olmus; kaderinde yazildigindan mi okullari bol Turkiye’de (cografya) dogmus, okullara (cografya) gidip bu kadar zeki olmus?
Sorunun cevabini Necip vermis;
“ ‘Zeka’ dedigimiz sey, sebep(ler)le sonuc(lar) arasindaki iliskiyi tespit etmek/edebilmek anlamina gelir.
Onemlidir, tabii ki.
Ama, yeterli degildir.
‘Akil’ ise, ‘zeka’ kullanarak, sebep(ler)le sonuc(lar) arasinda tespit edilmis iliskiler arasindan (daha cok) ‘fayda’li olani secmektir.
Bu, ayni zamanda, zararli olandan da sakinmak anlamina gelir, dogal olarak.”
Yani, Necip’in kaderinde, zeki, akilli ve zeki, sebep(ler)le sonuc(lar) arasindaki iliskiyi tespit etmek/edebilmek ve faydali olani secme zekasi yazili oldugundan cografyasini, yani anne-baba ve Turkiye’yi secmis.
O halde,
“KADER COGRAFYADIR.”
YANI, KADER COGRAFYAYI BELIRLER.
Yaşadığımız çağa akıldışı (irrasyonel) denir: Kanser, kuantum fiziği, faşizm, totalitaryanizm, nazizm… Hitler, Mussolini, Lenin, Stalin, Mao, Trump, Er-Doğan, Putin, May, Xi Jinping, Merkel somut tecessümler.
Medya ve okulların geniş kitleler arasında yaygınlaşmasıyla bu akıldışılık sıradanlar arasına sızdı, vahim boyutlar kazandı ve gittikçe daha çok yayılmakta: Seyirci kitleler, isyankâr kitleler, yalnızlar kalabalıkları, tüketici kitleler, sosyal medya kitleleri, tweet atıp tutanlar, kültür tüketici kitleler vb.
Aşağıya indikçe vahamet artar: güçsüzlüğün geriliminden boşalmayı şiddet kullananlara katılmada bulan Avrupalı gençler, nedensiz öldürmeler, güruhların toplu ırza geçmeleri; milyarlarca korku ve şiddet filimleri ve videoları; hortlak ve vampir gibi korkutucu isimler takınarak haybeden Putin, Erdoğan, Trump, Xi Jinping, Merkel olanlar vb.
Derin düşünürler, bu fenomenin zamanımızdaki geniş kitleler arasındaki yaygınlığını, tarihte başlangıcını, gelişimini, biçim değiştirmelerini incelediler: allahlardan dua ederek yardım isteyenler; krallla kraliçenin piramit tepesindeki mücamaasıyla aynı şimdi televizyon seyredenlerin alık alık bakıp dünyanın yenileceğine inanan salaklar; savaşta ölenin fışkıran kanında renk ve şekil gören Sanat; atalardan aktarılanları dinleyenlerin Şiir yazma becerisi öğrenmeleri; insanın iç dünyasında kendi kendine sordukları sorulara getirdiği cevapların Felsefe olması vb.
Daha da somut ve 1970’lerdeki bir eserden örnek vereyim. Bir kadın çocuğuyla sirke gider. Sirkte bir adam kafasını kaplanın ağzına sokar. Kadın aniden , bu gördüğünün kendini etkilemediğinin farkına varıp hayret eder; çünkü her an adam ölebilir. Çocuğuna döner ve çocuğunun da durumu çok normal algıladığını, hayret etmediğini görür. Artık dünya, televizyon, medya, tweet atıp tutma, felaketleri heyecan verici satranç veya futbol maçı seyretme, komplo arama olmuş. Televizyon-Medya +Okul eviliğinden doğan Zileli ve Hortlak kadının çocuğuna benziyorlar.
Son zamanlarda, ticari nedenlerden, beden sağlığı tüccar-uzman-teknisyenlerin gök gürültüsüne göre, modern hastalıklar haraketsizlikten, vücutsal pasiflikten kaynaklanmakta. Yani bilinen, bilimsel olup, jimnastik salonları endüstrisi olup pazara sürüldü.
Akıl sağlığı tüccar-uzman-teknisyenler, bu televizyon-medya+okul çocukları arasında yaygın akıl sapıklığının da Hortlak ve Zileli gibi pasif seyircilikten, malezden, kırgınlık ve yorgunluktan dolayı olduğu tantanasını yine ticarete uygın alanlarda yaparak dikkati başka yere çekiyorlar.
Ne yazık, yaklaşık 7-10 bin yıl önceki bir hastalık bilgisi ilerde, her konuda olduğu gibi, etkisini kaybedince, iş işten geçince gateteci Hortlak ve Zileli gibi gazeecilerle Necip gibi mutfak bilgiçlerinin kulağına üflenecek.
7-10 bin yıl önce insan, ilk defa Levant’ta ortaya çıkan sembolizmle, dünyasını dönüştürme olanağı sağlayan yeni bir ekonomiye geçişte gerekli dünya görüşünü (weltanschauung) zihinsel zeminini yarattı. Daha gelişmiş safhasında, bu dünya görüşü, ilahi âlemle ve insan âlemi arasında ilişki kurdu. Bu ilişki de bütün varoluş rahatsızlığın, sabırsızlığın, maddi gelişimin ve gelecekteki tarihi (doğrusal) zamanın hız kazanmasını içeren başlangıç oldu.
Adına sadık medya, yani aracı, hergün külahtan eski/yeni tavşanlar çıkarır. Hortlak ile Zileli gibi aracının aracıları, aracıyı anlamayanlara aracıyı anlatırlar. Hergün sıfırdan başlanan yeni bir gün olur. Aksi halde seyirciler usanır hatta belki, inşallah, uyanır.
Durmadan hayal ederdi,
Bir cesit bakirelik.
Kendisi gibi basitti,
Yazdigi siircik.
Hortlak oldu,
Etrafa korku saldi.
Irkcı fasist oldu,
Batakliga saplandi.
Turkiye’de firladi,
Alamanca oldu.
Kurtluk’e sigindi,
Uluscu oldu.
Anlamak imkansiz,
Yazdikleri,
Korkudan sessiz,
İki yüzlü Zileli.
Bakire Marksizm yolunda,
Huu huu cekti Hortlak,
Bulamadı dunyada,
Bakire kizlardan baska bir b*k
Okunanacak gazetede kalmadi artik.
Hepsi AKP li oldu gazetelerin.
Bir iyi,kotu Hürriyet vardi,simdide Oda satilmis AKP lilere..
Eskiden Sabah,milliyet vardi.okurdum.
Sonradan igrenc,iktidar yalakasi gazete oldular.hurriyetde Buna katilmis.
Oda bitmistir.
Demekki hurriyetden atilanlarin hakli tarafi varmis.bende yanilmisim.
Dun nevroz bayrami kutlandi ademde, istanbulda,heryerde..
O Milyonlarca kisi afrinliydi!
Buyuk bir gelisme.heycan veriyor.
Dunyanin Skandal bicimde sesisligi der bozuluyor.kimildamalar,sesler duyulmaga baslandi.
2 aydir direnci tarihe gececektir.
Turkiye, Erdogan icinde kayiplar ,yenilgiler tarihine.
Hic utanmada yok bunlarda,centilmenlikmi arayacagim,sunu demelerini bekleyipte,hellal olsun bu teroristlere,bukadar AZ silahlar,AZ insanla,ne istedilerse verdik orduya! Iyi dayandilar!
Alcaklardan,dusuklerden,zavallilardan bu beklenmez,yalakadaslarindanda beklenilmez..
Enseyi biz degil onlar karartmali.
Kahramanlik destani afrinde yazilmistir.
“Majestelerinin köşe yazarı” majestelerinin istediği fetvayı verdi:
İslam’da “güncelleme” olur, “reform” olmaz (!)
“Çelişki, çelişki üstüne yani.”
Aslında Majestelerinin Köşe Yazarı Bey’in önünde tek şık vardı:
Majestelerinin istediği fetvayı vermek.
–
Cübbesiz Kemal Bey fetvayı verdi: İslam’da güncelleme olmaz
“DİNİN güncellenmesi” tartışmalarıyla ilgili olarak…
CHP Lideri Kemal Kılıçdaroğlu şöyle demiş:
– Müslümanlıkta güncelleme olmaz.
– Kuran’ımız var, temel ilkeler oradadır, bitti.
– Dolayısıyla ona bakacağız, orada ne yazıyorsa inanacağız ve ona göre yolumuza devam edeceğiz.
*
Kemal Bey’in bu sözlerine bakınca…
Şunları söylemek kaçınılmaz oldu:
*
Kemal Bey…
– Dinin güncellenmesi tartışmalarından hiçbir şey anlamamış.
– Bu tartışmanın hangi ihtiyaçtan kaynaklandığıyla ilgili hiçbir fikri yok.
– “Güncelleme”den kastın ne olduğunu bilmiyor ve bilmediğini de bilmiyor.
*
Ve işin daha da tuhafı…
“Güncelleme” tezine itiraz eden Kemal Bey, aynı zamanda bu tezin ortaya atılma nedeni olan…
Asansörlü, ketçaplı, battaniyeli, halvetli mevzulara da fena halde karşı.
Çelişki, çelişki üstüne yani.
*
Aslında Kemal Bey’in önünde iki şık vardı:
– BİR: Ya bilmediği sularda kulaç atmayacaktı.
– İKİ: Ya da bilenlerden öğrendikten sonra meseleye dalacaktı.
İkinciyi yapsa mesele yoktu ama o birinciyi tercih etti.
Neyse… Hayırlısı olsun bakalım.
Ahmet Hakan
23 Mart 2018
Afrin’in tek galibi Amerikan emperyalizmi
Gerçek
Mart 22, 2018
http://gercekgazetesi.net/uluslararasi/afrinin-tek-galibi-amerikan-emperyalizmi
Yanılmanın Doğruluğu ve Yanılmamanın Yanlışlığı Üzerine
19 Mart 2018 Pazartesi
Demir Küçükaydın
https://demirden-kapilar.blogspot.com.tr/2018/03/yanlmann-dogrulugu-ve-yanlmamann.html
DİP haklı beyler:
““Büyük terörist” yani ABD emperyalizmi kazanırken ne Türk ne Kürt halkı kazanamaz. Bu er ya da geç görülecektir.”
“O halde,
‘KADER COGRAFYADIR.’
YANI, KADER COGRAFYAYI BELIRLER.”
Zirzoplarlugun bu kadari da fazla.
Birisi size ‘elma meyvadir’ dedigi zaman ‘meyva’ sadece ‘elma’ mi oluyor?
Hayat acıdır, biber de acıdır, öyleyse hayat biberdir
Gun bey,
Daha once yazdigim 3 adet yorumum bekliyor.
Yanlis bir sey soyledigimi sanmiyorum; acaba oradan gorunmuyorlar mi?
Yeniden mi yollayayim?
Bu arada, siz ayni zamanda ‘admin’ misiniz yoksa baska bir arkadasimiz mi bu gorevi ustleniyor?
cinsel küfürler eden birine verdiğiniz cevaptan doılayı yayınlanmadılar. O yorumu da aradım ama bulamadım. Bulsam onu da silecektim. Yorumları yeniden yollayın bir bakayım. Admin benim.
Necip Bey, siz de “bana dokunmayan yılan bin yaşasın” diyen gerçekçilerden misiniz?
Yılanlarla mücadele gibi bir kahramanlık sergilemek adına tehlikeye atılan, hatta kendilerini o yılanlara sokturarak hayatlarını boş yere harcayan hayalperestlerden farklı mısınız yani?
Türkiye toplumu aslında bir “toplum” değildir.
Bir “memur/bürokrat ordusu”nu oluşturan eğreti toplulukların biraraya gelmesidir.
Ve bu “ordu”nun yönetimi altındaki diğer sözde “sivil” “eğreti topluluk”ların.
Ülkede her alan memurlaşmış ve bürokratlaşmıştır.
Sadece memuriyetler ve bürokrasi değil.
Kaldı ki, bürokrasiden bürokrasiye de fark vardır.
Her “bürokratik diktatörlük” aynı derecede yozlaşmış da değildir.
Örneğin, uzayı fethedebilen Sovyet/Rus bürokrasisi ile en fazla Afrin’i “feth”edebilen Türkiye bürokrasisi arasında “dağlar kadar fark” vardır.
Necip’in de dediği gibi:
“‘Kurmay akli’ ile ‘ memur akli’ arasinda daglar kadar fark var; ama, asiri indoktrinasyonun sonucunda bu fark ortadan kalkabiliyor, malesef.”
{Yeniden gonderiyorum.}
[“Dinde Reform”, “Sarı Taxi-Uber” Tartışmaları Işığında Demokrasi Mücadelesinin Zayıflığının Nedenleri]
Kucukaydin, bende, bazan, inanilmaz hayal kirikliklarina yol aciyor.
Mesela, su dedikleri:
Bunlari bir universite (pardon, yuksek lise) mezunu soylemis olsa, bakar gecerim. Ama, Kucukaydin gibi, felegin cemberinden gecmis birisi yazinca zurna cok beter bir sekilde detone oluyor.
“Devletin görevi isteyen üç kişinin bir araya gelerek istediği dini kurması, dinsiz olması, dininin propagandasını veya dinsizlik propagandasını yapması haklarını savunmak olur.”
Hayir.
Bu dedikleri ‘hak’ filan degil.
Ozgurluklerden bahsediyor; ve devletin bunlari savunmasi filan da sozkonusu degildir.
Birisi cikip, bu ozgurluklerin kendi ozgurluklerini ihlal ettigini iddia etmesi soz konusu oldugunda, konu mahkemeye yansir ve orada –vaka bazinda– karar verilir.
O kadar.
[Ayni yazinin yaklasik 10’da biri tutarli ve anlamli. Geri kalani ise, malesef, hezeyan ve ufurmelerden ibaret. Yuzde on verim, Kucukaydin icin, bence cok dusuk. Birisi kendisine selamlarimla iletiversin, hayrina.]
{Yeniden gonderiyorum.}
“‘Laiklik’ dediğimiz şey illa bir ruhban sınıfına ve hatta devlet sınıflarına karşı bir hareket mi olmak zorundadır?”
‘Laik’ kelimesinin anlami ‘halka ait’ demektir. Yani, ruhbana ya da kutsala ait olmayan.
Fransiz Devrimi ozelinde bunun bir anlami vardi: Kilise’ye ait mali mulku ‘kamu’lastirmak.. yani, halka devretmek.
[Ilginctir, bizde ‘kamu’lastrirmak da ‘devlet’lestirmek anlamina getirilir oldu. Tipki, 28 Subat donemlerinde ‘kamusal alan’ terimi ile ‘devletin keyfine gore karisacagi alan’ anlaminda yorumlanmasi gibi.]
Bu bakimdan, ‘laiklik’i baska bir sekilde yorumlamak, domatese patlican muamelesi cekmek olur. Domatesten ‘domates bayildi’ yapilamaz mi; tabii ki yapilir; ama, onun adi ‘domates dolmasi’dir.
Devlete yonelik olarak yapilmasi gerekenin ismi ‘kamulastirma’ (yani, sivillestirme) olabilirdi; ama, once ‘kamu’ kelimesinin namusunu temizlemek gerekiyor.
“Toplumdaki dini mahalle baskısına karşı özgür bireyler olabilmek için de gerekmez mi mesela?”
Niye sadece ‘dini’ olanina?
Mahalle baskisi sadece ‘dini’ midir?
“Şerif Mardin’in ‘Merkez-Çevre’ açıklamalarını doğru kabul eden Sayın Necip, aynı Şerif Mardin’in ‘mahalle baskısı’ kavramı hakkında ne düşünüyor?”
Kullanisli bir kavram oldugunu dusunuyorum.
“Yoksa, mahalle baskılarının sadece bir kısmına, örneğin Kemalist mahalle baskısına mı karşı sadece?”
‘Kemalist mahalle baskısı’ dediginiz sey sadece ‘Kemalist mahalle’ icinde yasayanlarin hissettigi bir seyin ismidir. O onlarin derdidir.
Ben, o mahallede olmayanlara Kemalistlerin yaptigi baskiya karsiyim.
‘Kemalist mahalle’de yasaynlar da yasadiklari baskilardan sikayet etmege basladiklarinda onlarin da yaninda yer alabilirim, tabii ki; ama, o gunlere gelmis degiliz henuz.
{Yeniden gonderiyorum.}
“Peki, İran ve Irak’ın Şii ruhban sınıfını – üstelik Müslümanlar – nasıl açıklayabiliriz?”
Daha onemli soru, bence, “aciklamak zorunda miyiz?”dir.
Yerlesik hale gelmis bile olsa, bu bir ‘sapma’dir. Bunun neden olmus olabilecegini, hangi ihtiyaclardan kaynaklanmis ve nasil yerlesik (ve mesru) hale gelmis olabilecegini aciklayabiliriz; ama, bu, konunun ozunu, sapma oldugunu degistirmez.
Dahasi, ‘laiklik’ konusunu universal planda ele alip dunyadaki herseyi aciklamamiz da gerekmiyor. Ne oyle bir luksumuz var, ne zamanimiz, ne de zorunlulugumuz.
Biz, bu topraklardaki laiklik ve din arayuzunu (baska yerleden ilhamlar almak tabii ki serbest ve dogal) incelemek durumundayiz.
Ve, o arayuzden baktigim zaman, bizdeki laiklik takintisinin kokeninde, bence, bu topraklardaki Islam’i tanimayan papuclarimin ‘aydin’larinin korlugu ve cahilligi yatar. Hala daha da devam ediyor.
Tanimiyorlar, bilmiyorlar; ve KORKUYORLAR.
Korkmalarini anlayisla karsiliyorum; cunku, tanimadiginiz, bilmediginiz seyden korkarsiniz.
Affedilir olmayan, anlayisla karsilamak mumkun olmayan sudur: Tanimiyor ve bilmiyor olmak.
Bunu da, cok ‘aydin’ olmak kibirleri ile acikliyorlar: Ihtiyaclari yokmus beylerin/hanimlarin boyle ‘ilkel seyleri’ tanimak veya bilmege.
Onun yerine, hala daha Bati’nin tecrubelerini, Bati’nin sablonlarini ogrenmege ve buralara uygulamaga calisiyorlar.
Bu, sadece Sunniler degil; belki de beteri Aleviler icin de gecerlidir. Bir Alevi dedesinin en buyuk sikayetlerinden birisinin kendi ‘genc’leri oldugunu okudugumda icim ciz etmisti. Cunku, bahsettigim kafadaki bu Alevi gencleri de Aleviligin neredeyse herseyini yok farzedip (tanimayip, bilmeyip) tahrip ediyordu…
Bu tur secilmis cehaletler, kudret de ellerinde ise, zulumden baska bir sonuc vermez. Vermedi de.
Halbuki, ‘bu topraklar’daki Islam’in da Alevilik’in de son derece dagitik oldugunu, merkezi bir otoriteyi cok da takmadigini bilseler, yani karsilarinda bir ‘homojen bir blok’un olMAdigini idrak edebilseler, daha kolay anlasacaklar, daha az korkacaklardi belki.
Ama, yok.
Gaye o degilse; yani, amac anlamak veya anlasmak degil de, yok etmek ise, evet, o zaman boyle seylere vakit ayirmazsiniz.
Ayirmadilar da.
Onca universitede bilmem kac tane sosyoliji departmani var; ve dunyanin sosyolojik acidan laboratuari olacak kadar zengin olan bu ulkesini zerre kadar arastirmazlar/incelemezler bile..
Oyle seylere zinhar gerek yoktur cunku. Onun yerine, basmakalip Inkilap Tarihleri okutmak yeter.
Fakat, simdi masa donuyor; dondu..
Kudret ellerinden kayiyor; hatta cogunlukla kaydi gitti bile.
‘Yedigimiz hurmalar’ asil korkutanlar haline geldi..
Savusturmak icin, bir muddet daha, manyagin birisinin parkta kosan sortlu bir kizi taciz edisini filan alip kalkacaklar –toplumun geri kalan kismina mal edip, kendilerinin ne kadar da iyi –‘holier than thou’– oldugunu gostermek icin..
Yerseniz.
Baskalarini bilemem; ama ben ‘ye’MIyorum.
Diger zulumler yapilirken sergilenen Jakoben kibir asagi yukari aynen devam ederken, en azindan kinanmazken, bu tur fazilet sergilemelerine itibar etmiyorum.
‘Ocu’lerden korkuyorsaniz, her baktiginiz yerde de ‘ocu’ goruyorsaniz, ‘ocu’lerin sayisi giderek artar. Sonunda da, size, bunlar bir blokmus gibi gorunur.
Boyle bir korkuyla, cildirmak isten bile degildir.
Cok yaklastilar.
“cinsel küfürler eden birine verdiğiniz cevaptan doılayı yayınlanmadılar.”
Ilginc. Ben de merak ettim simdi.
“Yorumları yeniden yollayın bir bakayım.”
Gonderdim.
“siz de ‘bana dokunmayan yılan bin yaşasın’ diyen gerçekçilerden misiniz?”
‘Bana’ degil de ‘bana ya da onemsediklerime’ diye degistirirseniz, itiraz etmem.
“Yılanlarla mücadele gibi bir kahramanlık sergilemek adına tehlikeye atılan, hatta kendilerini o yılanlara sokturarak hayatlarını boş yere harcayan hayalperestlerden farklı mısınız yani?”
Bu biraz fazlasiyla ‘tuzakli’ bir soru gibi..
Kim, nicin, ‘kahramanlık sergilemek adına’, ‘kendilerini o yılanlara sokturarak hayatlarını boş yere harca’r?
Zek zeki Necip’in akli, tasim ve oneri:
Tasim ne?
Turkler sivri zekalidir.
Necip Turkdur.
O halde, Necip sivri zekalidir!
Zirzoplarlugun bu kadari da fazla.
Birisi size “Necip sivri zekalidir” (elma meyvadir) dedigi zaman ‘sivri zekali’ (meyva) sadece ‘Necip’ (elma) mi oluyor?
Hayir. Sivri zekali Necip oneriyle tasimi karistirmis oluyor.
Sivri zekali Necip’in daha kolay anlayacagi sekilde, bambaska bir ornekle de anlatabilirim:
Sivri zekali zirzoptur.
Necip sivri zekalidir.
O halde, Necip zirzoptur!.
Birisi size “Necip zirzoptur” dedigi zaman ‘zirzop’ sadece ‘Necip’ mi oluyor?
Hayir. Necip gibi tasimla oneriye benzeyen sonucu karistiran cok zirzop var.
Butun zirzoplarin daha da kolay anlayacagi sekilde, bambaska bir ornekle de anlatabilirim:
Cografya yutulur.
Yutulan uyutur.
O halde, cografya uyutur!
Birisi size ‘cografya uyutur’ dedigi zaman ‘uyutur’ sadece ‘cografya’ mi oluyor?
Hayir. Necip cok uyutucu yuttugundan baska uyutucular oldugunu biliyor.
Necip sonsuz zeki oldugundan belki anlamaz diye basit bir tasim:
Gezegenler peynirdir.
Dunya gezegendir.
O halde, dunya peynirdir.
Birisi size “ dunya peynirdir” dedigi zaman ‘peynir’ sadece ‘dunya’ mi oluyor?
Hayir. Peynir surk peyniri de olabilir.
Ama en azindan gida sorunu, kismen de olsa, cozulur!
Tasimde hata yapmak icin Necip kadar zeki olmak gerekir. Yani yontemi kullanmada hata yapilmzsa, tasim daima dogrudur. Zaten dunyayla alakasi bile yoktur.
Peki, bu zekler zekisi Necip’in tasimle karistirdigi oneri ne?
Necip dunyanin en zeki adamidir.
Oneri dogru veya yanlis olabilir. “Necip dunyanin en zeki adamidir.” onerisi dogru ama Necip’in altin yumurtasi “Cografya kaderdir.” onerisi yanlis olabilir. Necip biraz diyalektik mantigi, zaman gectigini, ogrense durmadan altin yumurtalar yumurtlayan deligini stresten kurtarir.
“Savusturmak icin, bir muddet daha, manyagin birisinin parkta kosan sortlu bir kizi taciz edisini filan alip kalkacaklar -toplumun geri kalan kismina mal edip, kendilerinin ne kadar da iyi -‘holier than thou’- oldugunu gostermek icin..”
Beyni pislik dolu Necip, “Ensar Vakfı”ndaki cinsel taciz olaylarını, “hocamizin (seyhimizin) eli de, pipisi de nur doludur, hocamizdan (seyhimizden) gelen her hamleye kucak acmaliyiz, derhal cezbe haline gecmeliyiz” diye savunacak kadar çürümüş bir kişilik.
Manyagin birisi, parkta kosan sortlu kizi taciz ettiginde, bu olaya karşı çıkanlar sırf kendilerini “holier than thou” olarak göstermek için karşı çıkıyor, ama Ensar Vakfı’ndaki “manyak hocalar (şeyhler)”, çocukları taciz ettiğinde, “Yohh, olur mu oyle sey.. Hocamizin (seyhimizin) vucudu kutsaldir. Onun vucuduna dokunmak, insani cennete yaklastirir. Aslinda cocuklara taciz etmedi o hoca (seyh), cocuklara ‘sevap’ nakil etti, onlara ‘dokunarak’ onlari cennette yaklastirdi.” oluyor. Hadi ordan, zirzopluk abidesi Necip.
Sen, git, “holier than thou” lakırdılarını, komutanın RTE’nin Beştepe’deki kapısı önüne dök.
Tesekkur etmek siir icin yamyamdas,
Siir okumamam,cakmamda.
Birtek siir kalmisti berbat etmedigin.
Onu da ettigini ne gore tesekkur olarak bir isim vereyim ekselanslariniza..
Mikropadam.hertarafi mikrop..
Hertarafa bulasiyon.
Naber, bak bende dert yok tasa yok
Mutluyum artık bir beynim yok
Dikmişim ekrana gözlerimi
Başka da bir ihtiyacım yok
Kişisel neyim kaldı ki bir iletim olsun
Tıklana tıklana her şeyim ortada
Atın ölümü arpadan olsun
Her yiğit gibi benimki de meydanda
Tıklama konusu ayrı bir dava
Mahkemelerde görülüyor hala
Namusu bacak arasında ararım
Dişi sinek bile görsem laf atarım
Çakma makma, üçe beşe bakmam
Önüm, arkam, sağım solum markam
Bana pastamı verin, ekmeğe gerek yok
Ben tüketmeden var olamam
Ayna, ayna hadi söyle benden daha gamsızı var mı
Ayna, ayna hadi söyle benden daha arsızı var mı
Dünyanın sonuna doğmuşum
Ya da ölmüşüm de haberim yok
İyi bilirdik derler elbet ardımdan
Bundan büyük bir yalan yok
Yok, bundan büyük yalan yok
Bana dokunmayan yılan bin yaşasın
Dedikodu yapar, keyfime bakarım
Ağzımda sakız, elimde çanta
Fink atarım kaldırımlarda
Bağlanmaya sonuna kadar karşıyım
Ama dizilerimden beni ayırmayın
Değişir dünyam bir tuşla uzaktan
Elimdeki kumandam hayatıma kumandan
Yeni bir kart verdi bugün bankam
Puanlarım artık en büyük kankam
Olmasa da cebimde beş kuruş para
Cebimdeki telefon on numara
Bak kızım, yedi kocalı hürmüz gibi dolan
Ama ailemizin kızı gibi davran,
Seni alacak biri de bulunur elbet
En kolay parayı hep sen kazan
Ayna, ayna hadi söyle benden daha gamsızı var mı
Ayna, ayna hadi söyle benden daha arsızı var mı
Dünyanın sonuna doğmuşum
Ya da ölmüşüm de haberim yok
İyi bilirdik derler elbet ardımdan
Bundan büyük bir yalan yok
Yok, bundan büyük yalan yok
“Beyni pislik dolu Necip, “Ensar Vakfı”ndaki cinsel taciz olaylarını, “hocamizin (seyhimizin) eli de, pipisi de nur doludur, hocamizdan (seyhimizden) gelen her hamleye kucak acmaliyiz, derhal cezbe haline gecmeliyiz” diye savunacak kadar çürümüş bir kişilik.”
Ne dediginizi bilmediginize kanit olacak ilk ornek bu olmadigi icin, ve ayrica yeldegirmenleriyle savasinizin bir baska yansimasi oldugundan dolayi, mazursunuz.
Baska bir suru yerde, bu tur tehlikelerin var oldugunu cok yazdim ve soyledim.
O kadar ki, ABD’de papazlarin (yillar oncesinden beri) koro cocuklarina ve digerlerine yonelik isledikleri taciz ve tecavuzlerin bizde de pekala olabilecegini kac defa yazdim, soyledim.
Ustelik, bu tur bir tehlike sadece din adamlarinin oldugu yerlerde de olmak zorunda degil.
Ozellikle tek cinsiyetli ve arada buyuk yas (veya yetki/kudret) farklarinin oldugu her yerde de vardir.
Butun yatili okullar (erkek ya da kiz, farketmez), cocuk yuvalari vb yerler, Cocuk Esirgeme Kurumuna ait yerler, turlu cesitli (dini olsun olmasin) cemaatlerce isletilen yerler, asker ‘ocagi’ vb vs…
Butun bunlar bu tur tehliklerin gorulebilecegi yerlerdir. Kiminde az ya da cok olmasi da sadece konjonktureldir –bugun az olabilir, yarin patlayabilir; ya da tersi.
Su siralarda moda olan bakis acisi, bu yanlislarin ‘din’ baglaminda isletilen yerlerde oldugu..
Bu, bence hem cok ahmakca bir seciciliktir, hem de digerlerinin ustunu ortmege yardimci olur.
Insan fitrati, kisinin, solcu ya da sagci, dinci ya da din-disi olmasiyla degismez ki..
Ve, esasen, kalici bir cozumu de yoktur.
Palyatif olmakla beraber, tek cozum, surekli teyakkuzda olmak, surekli denetlemek, surekli hassas olmaktir.
Bunu da kim yapacak sorusu var, tabii ki.
Devletten filan bekliyorsaniz, size iyi sanslar dilerim.
‘Cocugumu okula gonderdim, yurda verdim, anaokuluna verdim, gerisi beni ilgilendirmez’ seklinde yaklasim gosteren herkes potansiyel bir suc ortagidir.
Simdi gelelim diger yazdiklariniza:
Hem bunlar, hem de diger yazdiklariniz bir anlam ifade etmiyor.
Etmiyor, cunku, bu dedikleriniz bu kadar yayginsa, sizin de, baska birisinin yapacak bir seyi yoktur.
Tek cozum, ulkeden tasinmak; daha iyi olduguna emin oldugunuz bir baska ulkeye yerlesmektir.
Baska bir cozum oneriniz varsa yazin.
Yazacak bir cozumunuzun olmadigi asikar.
Asikar da, peki, neden bunlari yazip durursunuz?
Basit:
Odun yaranin ih deyiciligi..
Kendinizi daha bir ahlakli filan konumlandirmak arzusunun dayanilmaz hafifligi..
Yani, bildigimiz hafiflik.
Ya da, bildigimiz, bos konusmak.
“İstismar vakalarına zemin hazırlayan tutum ve söylemelerin ortadan kaldırılması, mağdurların korunması, ceza ve yaptırımların yeniden değerlendirilmesi, kamu duyarlılığının sağlanması gibi yapılabilecek öncelikli düzenlemeler varken, uygulandığı hiçbir ülkede suç oranında azalmaya neden olmamış idam tartışmasının ve devletin yetişkinlerin hayatına hadsizce burnunu sokması anlamına gelen zina konusunu açmanın, çocuğa karşı işlenen istismar vakalarıyla ilgisi ne, soruna faydası ne?”
Bunlari, bu laflari, etmek hic de zor degil.
‘Muhalif’ olmak ve bir omur ‘muhalif’ kalmagi secmek bu kadar kolay cunku.
Halbuki, azicik zahmete girip, “istismar vakalarına zemin hazırlayan tutum ve söylemelerin ortadan kaldırılması, mağdurların korunması, ceza ve yaptırımların yeniden değerlendirilmesi, kamu duyarlılığının sağlanması gibi yapılabilecek öncelikli düzenlemeler”in neler olmasi gerektigini, hangi kanun maddelerinde hangi degisikliklerin yapilmasi, hangilerinin iptal edilmesi veya yeni hangi yeni kanunlarin cikarilmasi gerektigini detayiyla yazmak da vardi..
Ama, yok.
Yok.
Cunku; o, zahmetli bir istir.
Ustelik, mazeret de hazirdir: ‘Biz yazsak da, bu degisiklikleri yapmazlar’..
Peki, hic yazMAmak, ama onun yerine yuvarlak lakirdilarla –kim oldugu da bilinmeyen birilerinden– talepler siralamak; baskalarini suclamak bir cozum mu?
Degil, tabii ki.
Ama; zaten, ‘muhalif’ olmak, ve kendisini sonsuza kadar ‘muhalif’ olmaga mahkum etmek de tam olarak budur.
Ya, bunlari ve benzeri problemleri nasil gidereceginizi tane tane anlatip ‘iktidar’a talip olacaksiniz; ya da hic bir sey yapmaksizin biteviye sikayet edeceksiniz.
Yani, leylegin omru laklakla gececek.
“ÖSO güruhunu bir hayalet şehir karşıladı.” Gün Zileli
Az önce TSK’nin yemek kuyruğuna girmiş Afrin halkının görüntülerini TV’de haberlerde izledim. Pek de hayalete benzemiyorlardı! 🙂
Bu görüntüler TSK ve Türkiye açısından olumlu, YPG-PYD açısından ise olumsuz propaganda malzemesi oluşturuyor. YPG’nin, yağmacı ÖSO’lular görüntülerinin etkisini kırmada bir karşı hamle. Afrin’lilerden birisi de ziynet eşyalarına YPG’nin el koyduğunu söylüyordu.
Hortlak dunyada her yerde her seyde her kizda her markslikta her kurtte her turkte her siirde halislik bakirelik temizlik istiyorsun…
olmaz Hortlak b*k cikacak tutamazsin kabiz olursun sana hortum sokarlar bakirelik kalmaz vallahi billahi…
ama belki seversin korku salan hortlak oluverir zevk dagitan yumusak
Kürt Hortlak’ın Aryan Süper Irkından Haberler.
Norveç polisi, Kuzey Kutbunun kuzeyinde yer alan 2,000 kişilik küçük bir toplulukta çocuk tecavüz dâhil olmak üzere 151 cinsel istismar vakası belgeledi.
“Başımıza gelenleri anlatmaya kalkıştığımızda fahişe ve yalancı muamelesi gördük, yüzümüze tükürdüler. Aynı tecrübeden geçenler çok sayıda kişiler de aynı akıbete uğradılar.”
“Bu tür hikâyeler rahatlarını kaçırdı…”
2007 yılında, cinsel istismara uğramış bir çocuğun çaresiz Sami ailesi, yardım için başbakana (tercüman notu: yani başpezevenge) bir mektup yazdı.
“Bu karmaşıktı, bilinmeyen birçok şey vardı – aile bağları ve din Sami kültüründe Hıristiyanlık öncesi dönemlerin öğeleri var, hasta olduklarında şamanın iyileştireceğine inanmaları gibi. Bu ve benzeri nedenlerden dertlerini, kendilerini hor veya hiç görecek (tercüman notu: ARYAN IRKINDAN HORTLAK, BUNLARI 30 BİN YIL ÖNCE SAVANNAH’TA BIRAKAN NECİP, KIVIRA KIVIRA YÜKSELEN MERDİVENİN EN ALTINDA YEŞİL OTYİYENLER BASAMAĞINA KOYAN ZİLELİ klonları) Norveç devlet görevlilerine başvurmadan kaçındılar.”
Devlet görevlileri ve polisler, tecavüze uğrayanları koruyacaklarına, gençleri fuhuş ve cinsel suç işleme cezasına çarptırdılar. Bunun asıl nedeni, medeni halk, medeni kamuoyu ve medeni yüksek zekâlı profesyoneller arasında suiistimale uğrayan kızların geri kalmış insanlardan, baş belaları olmaları. Diğer yandan aynı durum Hortlak, Necip, Zileli gibi sağ ve sol devrimcilerin çenelerini hayli yağlayıp gevşetti.
Notlar:
1. Norveç’te yaklaşık 60.000 Sami yaşıyor
2. 196’lardan beri (Tercüman notu: Hortlak, Necip, Zileli iyi niyetli medeni sol ve sağ devrimciler gibi gönüllüler ve) hükümet, Sami aileleri “Norveçleştirmekteler”. Çocuklar şimdi sadece (tercüman notu: Aryan-Hortlak’ın dunyanin en zengin kelimesine sahip. 600 bin – birde okunmasi var. Ettimi 1,2 milyon bakire ırk) Norveççe konuşuyorlar.
3. Aynı süre içinde sadece Norveçli isimleri olan kişilerin mülk satın almasına izin verildi ve sadece Hortlakça konuşabilenler arazi alabildiler.
Akpliler Mi beyinsiz,vicdansiz,cahil,yoksa fasistlermi?
Farki yok. Hapishane der insanlar yemek kuyruguna girer.esirlerde girer,kole lerde,olum kamplarindada..
Bundan Propaganda cikarmak icin morallli AKP,yada MHP li fasist olmak gerek.
boghunuzu altin deyip satmaga kalkisacak kadar alcalmis..
“Bu, bence hem cok ahmakca bir seciciliktir, hem de digerlerinin ustunu ortmege yardimci olur.”
Beyni pislik dolu Necip, etrafı kirletmeye devam ediyor.
Kendi ellerinle yazdığını, niçin “bilerek” unutuyorsun, zirzopluk abidesi Necip: “Savusturmak icin, bir muddet daha, manyagin birisinin parkta kosan sortlu bir kizi taciz edisini filan alip kalkacaklar -toplumun geri kalan kismina mal edip, kendilerinin ne kadar da iyi -‘holier than thou’- oldugunu gostermek icin..”
Senin bu yazdıkların “cok ahmakca bir secicilik” değil, fakat, Ensar Vakfı’ndaki manyak hocaların (şeyhlerin), çocukları taciz etmesi “cok ahmakca bir secicilik” oluyor, he mi zirzopluk abidesi Necip!
Manyagin birisinin, parkta kosan sortlu bir kizi taciz ettigi “olayı ön plana çıkararak”, sen de, “digerlerinin ustunu ortmege yardimci oluyorsun” zirzopluk abidesi Necip.
Kiliselerdeki, manastırlardaki, öğrenci yurtlarındaki, çocuk yuvalarındaki ve hattâ “ashram”lardaki olayları da, sırf cinsel tacizleri “normal” gösterip “yillarca alisilagelmis bu cinsel tacizler duzeltilemez ki, boyle gelmis boyle gidecek” diyerek, komutanın RTE gibi peşpeşe sıralamışsın zirzopluk abidesi Necip.
Ne demişti senin komutanın RTE:
İnsan “fıtratı” kötü mü?
“Sosyalizm insan doğasına aykırı değil mi?
Bu fikrin temeli esasen insanın “kötü yaratılışlı” olduğu düşüncesidir. Oysa insanoğlu ne iyi yaratılışlı ne de kötü yaratılışlıdır. Tüm diğer canlılar gibi insanın da temel kaygısı kendi varoluş koşullarını güvenceye almak ve geliştirmektir. Bu temel çaba kendisini değişik şartlar altında değişik davranışlarla gösterir. Bu, bencilce davranışlar biçiminde ortaya çıktığı gibi, kolektivist, paylaşımcı, fedakârca davranışlarla da ortaya çıkar. Ancak işin derinine inecek olursak, insanın en temel özelliğinin onun toplumsal bir varlık olması olduğunu, bu nedenle varlığını sürdürme çabasının bireysel olmaktan çok toplumsal, kolektivist bir öz taşıdığını ve bunun başka türlü olamayacağını görürüz. Bencilliğin en azılı savunucuları dahi başları sıkıştığında kendilerine yardım elinin uzatılmasını beklerler. Aslında bu, insanların geneli için oldukça yaygın bir durumdur ve özellikle zor anlarda kendisini tüm açıklığıyla gösterir. Sevdiklerimiz için yaptığımız fedakârlıklar, savaş, doğal afet gibi yıkım durumlarında hep gözlediğimiz büyük yardımlaşma ve özveri bunun ifadesidir. Bencilliğin, bireyciliğin en büyük propagandasının yapıldığı günümüz kapitalist toplumunda bile emekçi kitleler nezdinde bu tür davranışlar değil, tam aksine özverili ve paylaşımcı davranışlar övgü konusudur. Toplum katında bencillik genelde tasvip edilmeyen bir niteliktir. Bencil insanlar iyi gözle görülmezler, saygınlık uyandırmazlar. Öte yandan, özveri ve paylaşma her şeye rağmen o denli güçlü toplumsal temellere sahiptir ki, egemen kapitalist sınıfın temsilcileri dahi toplumu kendi çıkarları doğrultusunda seferber edebilmek için halkın duyarlı olduğu bu değerleri istismar ederler. “Hepimiz ülkemiz için özveride bulunmalıyız!”, “İnsani yardım için evlatlarımızı diğer ülkelere savaşmaya göndermeliyiz!” vs. vs. Sonuç olarak, tüm bunlar insanın bencil yaratılışlı olduğu düşüncesinin doğru olmadığını göstermektedir. İşin aslında insan türü gezegen üzerindeki 2 milyon yıllık varlığının sadece son 6 bin yılını sınıflı toplum düzeni altında yaşamıştır. Bu, 24 saatlik günün 4 dakikasına eşittir. Yani insanoğlu 2 milyon yılın aşağı yukarı tamamını sınıfsız, eşitlikçi bir toplumsal düzen altında geçirmiştir. Sınıfsız, eşitlikçi bir toplumun hayal olduğunu söyleyenler insanoğlunun tarihini bilmezden geliyorlar. Üstelik sınıfsız ve eşitlikçi temellerde yaşayan insan toplulukları her şeye rağmen çok yakın zamanlara kadar varlıklarını sürdürdüler ve hatta bu tür topluluklar dünyanın ücra köşelerinde günümüzde bile varlar. Ancak yine de insanların günümüz kapitalist toplumunun koşulları altında hiç de azımsanmayacak oranda bencilce davranmaya eğilim gösterdikleri bir gerçektir. Burada sorun insanın doğası olmayıp onun içinde yaşamaya mecbur bırakıldığı şartlardır. Bu bakımdan önemli olan şartları değiştirmektir. Öyle ki, insanlar bencilce eğilimler doğrultusunda değil, paylaşımcı eğilimler doğrultusunda davransınlar. İşte sosyalizm, şartların bu yönde bir değişimi ve insanları “bencilce” davranmaya iten nesnel koşulların ortadan kaldırılması anlamına gelmektedir.”
Marksist Tutum
http://marksist.net/sosyalizm_insan_dogasina_aykiri_degil_mi.htm
“…“Aşiret” deyince safkan bir etnik cevher beklemek de yanlış. Mesela Siverek’in Bucak aşireti Zazadır, ama içinde büyükçe bir Kurmanci kesim var; Ermeni aileler de var. Mesela bundan iki yüz yıl sonra Türkiye’de, ya da Türkiye’den geriye ne kalmışsa orada, “Suribükü” ve “Surikent” adlı yerler görürsek hepsinin (hatta ilk kurucularının) safkan Arap olduğunu varsaymak doğru olmaz. Deşsen yarısı Kürt çıkabilir. Hatta, ne bileyim, Suriyeli göçüne karışıp karambolde arazi kapmış bir Afgan grubu da olabilir…
…13. ile 18. yy arasında Musul-Halep diyarından şiddetli baskı ve düşmanlık koşullarında Anadolu’ya kaçan veya göçenlerin ne kadarı ve ne anlamda “Avşar” idi; ne kadarı hangi gerekçelerle (mesela korku, izini kaybettirme güdüsü, bedava mera ve yerleşim alanı beklentisi vb.) kendilerini “Türkmen” veya falan aşiret mensubu olarak tanıttılar? Mülteci ve “eşkiya”, “asi”, “yağmacı” vb. konumunda olan ve her halukârda devletle arası açık olan toplulukların hangi sözüne ne kadar güvenebilirsin?…
…Osmanlı’nın tahrir defterlerini,[1] bu kulunuzun yaptığı gibi, deli postekisi ayıklamacasına elden geçirirseniz görürsünüz ki o tarihteki yer isimlerinin çoğu “hakiki” olamayacak kadar monoton ve hazırloptur. Adeta haremdeki cariyelere takma ad verilmesi gibi, ya da kerhanedeki kızların hepsinin “Cansu, Hayal, Rüyam” olması gibi, ya da askeri kışla adları gibi, her sancak ve her kazada aynı kısıtlı ad repertuarı ile karşılaşırsınız: Akviran, Bozdoğan, Çandır, Demirci, Eceler… 24 Oğuz aşiretinin adları o repertuarın değişmez ögelerindendir…
…Bana enteresan gelen şu. Yerli köy adlarının korunabildiği yerler (Trabzon doğusu ve Rize, Artvin, Güneydoğu’nun büyük bölümü), Osmanlı’nın doğru dürüst tahrir yapamadığı ve tımar düzenini kuramadığı yerler…
…Biraz bu konulara aşina iseniz bilirsiniz ki Anadolu halkının köken ve şecere konularında anlattığı hiçbir söze güven olmaz. Sebebi nedir? Başlıcası itibar kaygısıdır: dedelerinin Çingene ya da dönme ya da Kürt olduğu, ya da Aşağıosuruklu sülalesinden geldiği bilinsin istemezsin. Daha doğrusu, çocuğun bunları bilsin istemezsin, o yüzden ona anlatmazsın. Gariban evlat acı hakikati kırk yaşına geldiğinde komşu köyün delisinden öğrenir, bunalım ve nefrete kapılır, atalarından öğrendiği tatlı hakikati perçinlemek için kırk türlü mitoloji uydurur, olmadı gider MHP’ye yazılır.
O mitolojilere inanır görünmek belki de nezaketin gereğidir; bilemiyorum. Ama gerçekten inanmak için ya çok cahil olmak, ya da gocunacak yara sahibi olmak gerekir sanırım…
…Devlete ve onun temsil ettiği riya ve zorbalık kültürüne hastayım. E, altmış senedir başımda Ermeni devleti yok; Japon devleti de yok. O yüzden Ermeni ve Japon milli ve hamasi ideolojisi hakkında kalbim nefretle dolu değil. Karşımızda madem Türk devleti var, onu yıkmakla başlayalım diyorum. Haklı değil miyim?…”
Sevan Nişanyan / Etnik coğrafyaların gezginlerine notlar
http://nisanyan1.blogspot.com.tr/2018/03/etnik-cografyalarn-gezginlerine-notlar.html
“Kiliselerdeki, manastırlardaki, öğrenci yurtlarındaki, çocuk yuvalarındaki ve hattâ ‘ashram’lardaki olayları da, sırf cinsel tacizleri ‘normal’ gösterip ‘yillarca alisilagelmis bu cinsel tacizler duzeltilemez ki, boyle gelmis boyle gidecek’ diyerek”
Ben oyle bir sey demedim. Tahayyulunuz size yine oyunlar oynuyor.
Ama, bu yeni bir sey degil zaten.
Siz, ya farkinda degilsiniz; ya da bile bile trolluk yapiyorsunuz.
Farkinda olmadiginiz sey su: Yukarida yazdiginiz (ve daha bir suru baska yerde yasanan ornekler) sadece gunumuzde degil, gecmiste de farkli yogunluklarla hep vardi.
Bu, onlarin ‘normal’ oldugu anlamina gelmez.
Ama, mucadele ederek de onu alinamamistir anlamina gelir.
Sebebi de basittir: Genetigimiz bunu uretiyor. Baska aciklamasi yok.
Ne zaman, nerede ve kimde ortaya cikacagini da kestirmek mumkun degil; olmadi bugune kadar.
Ortaya ciktiktan sonra, tek yapilabilecek olan sey de o kisiyi (veya toplu yapilmis ise, kisileri) cezalandirmak.
Daha fazlasini yapamayiz.
Sizin verdiginiz turden, en ufak kipirtida ortaligi vaveyleye veren kumes hayvanlari misali, tepkiler hic bir seye yaramaiyor; zerre kadar faydasi yok.
O yuzden, sadece bos konusmakla kalmiyorsunuz; bir de, cozume hizmet etmediginiz icin, ozellikle de yol actiginiz gurultu ile, sorunun bir parcasi oluyorsunuz.
Fakat, hayali hasimlar icad etmek, yeldegirmenleri ile savasmak sizin hasletiniz degil miydi zaten.
O yuzden, yeni bir sey yok diyorum.
“Hangi” coğrafyalar “kader”dir?
Mesela, 1914 öncesi Panama, 1869 öncesi Süveyş, 1973 öncesi Boğaziçi, 1961 öncesi uzay, 1969 öncesi Ay mı?
Yoksa 1914 sonrası Panama, 1869 sonrası Süveyş, 1973 sonrası Boğaziçi, 1961 sonrası uzay, 1969 sonrası Ay mı?
“Ben oyle bir sey demedim.”
Yalancı zirzopluk abidesi. Bunlar ne: “yazdiginiz (ve daha bir suru baska yerde yasanan ornekler) sadece gunumuzde degil, gecmiste de farkli yogunluklarla hep vardi. Bu, onlarin ‘normal’ oldugu anlamina gelmez. Ama, mucadele ederek de onu alinamamistir anlamina gelir. Sebebi de basittir: Genetigimiz bunu uretiyor. Baska aciklamasi yok.”
Yıllardan beri yaşanan tacizleri, “mucadele ederek de onu alinanamistir” diye işaretle, sonra, “‘normal’ oldugu anlamina gelmez” diye kendini temize çıkarmaya uğraş. Hadi ordan, zirzopluk abidesi Necip. “Sana göre” baska aciklamasi yok. Çünkü sen “fıtratçı”sın.
“Ne zaman, nerede ve kimde ortaya cikacagini da kestirmek mumkun degil, olmadi bugune kadar. Ortaya ciktiktan sonra, tek yapilabilecek olan sey de o kisiyi (veya toplu yapilmis ise, kisileri) cezalandirmak. Daha fazlasini yapamayiz.”
“Sana göre” daha fazlasini yapamayiz. Çünkü sen “fıtratçı”sın zirzopluk abidesi Necip.
“tepkiler hic bir seye yaramaiyor; zerre kadar faydasi yok.”
“Sana göre” zerre kadar faydasi yok. Çünkü sen “fıtratçı”sın zirzopluk abidesi Necip.
“O yuzden, sadece bos konusmakla kalmiyorsunuz; bir de, cozume hizmet etmediginiz icin, ozellikle de yol actiginiz gurultu ile, sorunun bir parcasi oluyorsunuz.”
Sorunun devam etmesine destek olan en temel aktörlerden biri sen ve senin gibiler, zirzopluk abidesi Necip. “Fıtratçı” olman, çözüm üretmenin önündeki ilk engel.
“hayali hasimlar icad etmek, yeldegirmenleri ile savasmak sizin hasletiniz degil miydi zaten.”
“Manyagin birisinin, parkta kosan sortlu bir kizi taciz ettigi” olaylar, Ensar Vakfı’ndaki manyak hocaların (şeyhlerin), çocukları taciz ettiği olaylar, kiliselerdeki, manastırlardaki, öğrenci yurtlarındaki, çocuk yuvalarındaki ve hattâ “ashram”lardaki tacizler, birdenbire “hayali hasimlar” oluveriyor, birdenbire “yeldegirmenleri” oluveriyor, he mi zirzopluk abidesi Necip.
“O yuzden, yeni bir sey yok diyorum.”
“Fıtratçı” zirzopluk abidesi Necip’de, yeni bir sey yok. Beynindeki pislikleri yaymaya devam ediyor.
Nişanyan’ın sitesindeki yorumlardan.
Yorumcu Yavuz döneminde yapıldığı söylenen Alevi katliamına Necip gibi şüpheyle bakmış.
Diğer yandan Necip’ten farklı olarak Dersimli, Kürt, Zaza Alevilerin aslen Türk olduğunu öne süren resmi tarih tezine katılmamış.
Dersimo 26 Mart 2018 01:21
Alevilerde hangi eski turk gelenegi var ? Yada alevileri baz alirken sadece turkmen aleviler cephesinden bakmayin, bugun Dersimdeki aleviler hala pagan-ari zerdustu inanclarinida yasatirlar , ne turklukle ne orta asya ile bi alakalaei yoktur
Dersimo 26 Mart 2018 01:28
Tokata amasyaya dersimden goc eden asiretler hangileri? Bilgidim kadariyla orda hic Kurd alevisi yok corum ve sivasa goc eden Kurd alevilerin ise asil sebebi safavi osmanli savasi degil dersimdeki anlasmazliklar ve arazi sorunu… ayrica dersim asiretleri osmanli ve idris bitlisi ile birlikte safavilere karsi savasmistirki buda doguda alevi katliami yapildigi tezini curutur nitelikde cunku alevilere karsi bi katliama girisilde dersim asiretlerinin idris bitlisi ile birlikte hareket edeceklerini sanmiyorum, safavi kizilbaslar zaten alevide degil… serefnamede dersim asiretleri ile safaviler arasindaki savasi anlatilir, yine idris bitlisin savas alanindaki anilari vardir ki dersim beyi pir huseyinin safavilere karsi nasil yigitce savastigindan bahseder
Burada genelde gözardı edilen benzer bir husus daha var. Sünni Kürt beylerinin çoğu İdris-i Bitlisi örneğinde görüldüğü gibi Safevilere karşı Osmanlı tarafında yer almıştı. Fakat Safevi yanlısı olan, İran’a sığınıp orada valilik, komutanlık gibi görevler alan, hatta bazen tekrar taraf değiştirip Osmanlı safına geçen Sünni Kürt – ve Türkmen – beyleri de vardı.
Hatta İran’a sığınan Osmanlı yöneticilerinden ve askerlerinden bazıları mezhep de değiştirerek İran ordusuna katılmıştı. Celali isyanlarına karışan bazı sancakbeyleri, sipahiler gibi mesela.
Nisanyan’in yazdiklarinda, satirlarin arasinda, arka planda, hep devam eden bir tema gorurum.
Su cumlesine bir bakalim:
“Mesela Siverek’in Bucak aşireti Zazadır, ama içinde büyükçe bir Kurmanci kesim var; Ermeni aileler de var.”
Bucak asiretinin neden ‘Zaza’ sayilmasi gerektigini, goruldugu kadariyla, cogunlugunun ‘Zazaca/Zazaki’ konusuyor olmasiyla acikliyor.
Yani, Nisanyan’a gore, konusulan dil kimligi tayin ediyor.
O yuzden de, Kurmanci konusanlar isleri karisitiriyorlar –Nisanyan icin.
Ama, dahasi da var. “Ermeni aileler de var.”
Burasi ilginc. Sevanyan’in cimbizlamasi acisindan ilginc.
Illa bir yerlerde ‘Ermeni’ baglamini bulup cikaracak…
Iyi de, diyelim mi, o ‘Ermeni aileler’, hem (inanc baglaminda) ‘Ermeni Kilisesi’ne baglidirlar HEM DE (yani dil baglaminda) ‘Ermenice’ konusuyor olsunlar, bu, onlari otomatik olarak –‘etnik’ anlamda– ‘Ermeni’ mi yapiyor?
Buna ‘evet’ demek cok zor.
Zor, tabii ki.
Ama, benim asil ilginc buldugum o degil.
Nisanyan’in (guya ‘sol’cu, guya ‘milliyetcilige karsi’ pozlar takinirken), her tasin altinda muhakkak ve bir sekilde, bir ‘Ermeni’ unusuru bulmasi..
Hani, su meshur, ‘hic aklimdan cikmiyor ki’ reklam sloganinda oldugu gibi..
“Devlete ve onun temsil ettiği riya ve zorbalık kültürüne hastayım.”
Bu konuda, Nisanyan’in herhangi bir devletle kolayca yarisacak ve basa cikacak kadar riya ve zorbalik sergiledigini, sergileyebilcegini dusunuyorum.
“E, altmış senedir başımda Ermeni devleti yok; Japon devleti de yok. O yüzden Ermeni ve Japon milli ve hamasi ideolojisi hakkında kalbim nefretle dolu değil. Karşımızda madem Türk devleti var, onu yıkmakla başlayalım diyorum. Haklı değil miyim?…”
Yok. Hakli degil.
Yanlis bir yerde dogdugunu dusunen birisi, geri donup dogumunu baska bir yere aldiramazsa da, birkac saatlik bir ucak seyahatiyle bu sorunu kolayca giderebilir.
Ve, ayrica, herkes kendi (ait oldugunu dusundugu) kapisinin onunu temizlemelidir.
Nisanyan icin, bu, kendi sozlerinden yola cikarsak, ruhen ait oldugu etnisitenin, yani Ermenilerin yonettigi, yerdir.
Yani, Ermenistan’dir.
Hapisten kacip Yunan adalarina yerlesmek yerine, gidip Ermenistan’a yerlesmesini beklerdim.
Duzeltmege ya da yikmaga oradan baslamalidir.
“Diğer yandan Necip’ten farklı olarak Dersimli, Kürt, Zaza Alevilerin aslen Türk olduğunu öne süren resmi tarih tezine katılmamış.”
Ben, boyle bir iddiada bulundugumu hatirlamiyorm.
Cok olsa, bu tur bir iddianin var oldugunu soylemis olabilirim. [Ikidebir, bir sekilde ortaya cikan Horasan baglantilari iddialari da buna isaret eder.]
Kendi adima konusayim:
Ben, Kipcak/Cepni oldugumu soylemistim, hatirlayan varsa.
Yani, bir tarafimiz Kipcak, diger tarafimiz ise Cepni.
Bu, baska ‘taraf’imizin olmadigi anlamina gelmiyor, tabii ki.
Eminim vardir; ama, ‘onemsiz’ bir bilesen sayilmis ve unutulmustur.
Dahasi, Fransiz Devriminden cooook gerilere giden bir tarihten bahsediyoruz. Yani, bir cati kimliginin olmadigi bir tarih kesitinden…
‘Kipcak’ ya da ‘Cepni’ ya da baska ‘boy’ aidiyetleri bile, cogu zaman, gundemde olmayan; ancak sora sora kurabileceginiz aidiyet baglantilari idi ve ‘Turk’ olmak o baglanti zincirinde pek de yer bulmayan bir kavramdi.
Sunu demek istiyorum: Benim tanidigim herkes, ‘biz, bilmemkimogullarindaniz’ derdi.
Baska ‘bilmemkimogullari’ ile farkliliklar ya da ortusmeler de, yaslilarin –zaman icinde aktarilmis, sozel– akrabalik baglariyla aciklanirdi.
Bu ‘akrabalik baglari’ konusu da ilginctir.
[Zaman icinde budandigi yolunda isaretler gordugum icin buna deginmek geregi duyuyorum.]
Temel tayin edici olan seyler, evet ‘kan bagi’dir da; bu bag hep ‘din’ ve ‘dil’ filtresinden gecirilir ve uymayanlar budanir. Giderek daha az bahsedilir ve unutulur.
Yani, diyelim ki, ‘bizim’kiler (benim icine dogdugum topluluk) Hanefi + Maturidi olmus, diger (zaman cinsinden ‘uzak’) akrabalar ise baska bir mezhep ya da inanci tercih etmisler..
Bu, iliskilerin tavsamasi anlamina gelmistir. Yavas yavas, birbirlerinden uzaklasmis, birbirleriyle olan baglantilarini da unutmuslardir.
Bunun sadece benim gozlemlemek imkanim olan cevreye has oldugunu dusunmuyorum. Asagi yukari herkes.heryer az ya da cok boyle davranir.
Yasanmis bir ornek:
Izmir’de yerlesik bir ailenin gelini Gurcu. Dogu Karadeniz’in, Gurculerin nispeten daha yogun oldugu bir ilcesinden..
Mutaassip degiller ama hayli de Musluman bir aileden bahsediyoruz.
Sonra, SSCB sinirlari ortadan kalkinca, onlar da –benzer durumdaki herkes gibi– Gurcistan’da (yillar once ayrildiklari) akrabalariyla temasa gecmisler ve, ilk is, birbirlerini yerinde ziyaret etmek olmus.
Olmus da, surpriiiiz..
Gurcistan’da kalmis olanlarin cok buyuk cogunlugu Rus Ortodoks; bizimkiler Sunni. Onlarin dilleri, agirlikli olarak, Rusca olmus; bizimkilerinki Turkce..
Sonuc?
Tahmin ettiginiz gibi. Her iki taraf da, kisa zaman sonra, bu gitme-gelmeleri kesmis.. Akrabalik baglari ise, simdilik birer ‘nostaljik tarihsel veri’ sekline donusmus..
Ben, bu tur seylerin cok yaygin oldugunu dusunuyorum.
O yuzden, Turk, Kurt, Arap filan gibi ‘cati’ kimliklerin cok da onemli gorulmedigini, zamanin bir modasi oldugunu dusunurum.
“‘Hangi’ coğrafyalar ‘kader’dir?”
‘Kader’i, ‘gelecegi de kapsar’ seklinde tariflemek ne derece dogrudur?
Bence cok da degil.
Onun yerine: ‘Gecmisten beri yurunen yolda, karsimiza cikan ‘yolagzi’larda yaptigimiz tercihler sonucunda bugun vardigimiz nokta/durum/hal’ desek daha dogru olur.
‘Irade-i cuziye’ yani ‘insan iradesi’ –eger imkan varsa– bunu cok etkileyebilir; ama, cografya –eger kisi baska bir yere tasinamiyorsa– ‘irade-i kulli’dir.
[Bugunku fetva kontenjanimi dodurdugum icin, daha fazla detaya giremiyorum 😉 ]
“Ensar Vakfı’ndaki “manyak hocalar (şeyhler)”, çocukları taciz ettiğinde”
Sizin ‘Ensar Vakfi’ ile ozel sorunlariniz varsa, bilemem; benim ozel ilgi alanima girmiyor.
Fakat, yukarida sizden cozum onerisi istemistim –hala daha yazmadiniz; bu gidisle yazacaginiz da yok.
Ben size bir cikis yolu gostereyim:
Eger ‘Ensar Vakti’ bu tacizcileri ozel olarak secip istihdam ediyorsa, demek ki, bunlari secmenin/belirlemenin bir yolunu bulmuslar.
Siz de, oturdugunuz yerden luzumsuz lagalugalar etmek yerine, proaktif davranmagi secip, bu ‘Ensar Vakfi’nin bunlari nasil bu kadar isabetle sectigini ogrenin, yani onlarin tekniklerini ogrenin.
Boylece, bu tacizcileri onceden belirleyin ve telef edelim.
Hadi, bir an once baslayin da bir ise yarayin.
Kolay gelsin.
Ahıska Türkleri
Gürcülerden bahis açmışken “Ahıska Türklerini” de es geçmeyelim. Türk milletinin oluşum öyküsü açısından ilginç bir konudur.
1992-93’ten sonra resmileşen öğretiye göre Artvin merkez ilçe ile Yusufeli, Ardanuç ve (Meydancık hariç) Şavşat ilçeleri ve Ardahan Posof halkı “Ahıska Türkü” sayılıyor. Adı geçen beş ilçenin özelliği, bu yerlerdeki “eski” yer adlarının yüzde 90 ila 92’sinin Gürcüce olması. Kalanlar Ermenice. Türkçe yer adı, son yüz yılda ihdas edilenler dışında, iki üç tane. Yüzde birden az.
Sınırın ötesinde kalan Ahıska (Akhaltsikhe) ile beraber bu yerler tarihte ayrı devlet olmuş. Gürcü krallığının beylerinden biri olan Sarkis Cakeli 1260’larda Moğol Hanıyla anlaşıp, başkenti Ahıska olan Meskheti diyarında hükümdarlık ilan etmiş. Soyundan gelenler 300 küsur yıl boyunca devleti sürdürmüşler. 1570’lerde Ahıska beyi 2. Menuçihr Cakeli İstanbul’da törenle Müslüman olup Mustafa Paşa adını almış. Yerine geçen kardeşi Beka da ehl-i sünnet yolunu seçip Sefer Paşa olmuş. Hıristiyan tebaalarını da aynı yola davet etmişler. Çıldır beylerbeyiliği makamını babadan oğula sürdürmüşler. Aile halen devam ediyor. Demirel ve Çiller zamanında bakan olan rahmetli Hasan Ekinci o sülaleden olduğunu bana anlatmıştı.
16. yy’dan önce de Müslümanlık eğilimleri var mıydı? Muhtemelen vardı. İlhanlıların Müslümanlığı seçtiği dönemde onlarla sıkı fıkı olmuşlar; Akkoyunlulara, Safevilere baş eğmişler. Mutlaka kültür ve personel alışverişi olmuştur.
Peki Kıpçaklık var mı? O kısım tamamiyle hayal mahsulü gibi görünüyor. Şurası gerçek: 1100 yılı civarında Gürcü kralı 4. David, Türklerin harap ettiği Gürcü askeri aristokrasisini yeniden ayağa kaldırmak için kuzeydeki Kıpçaklarla anlaşmış, beyleriyle beraber 40.000 Kıpçak askerini ülkesine davet etmiş.[1] Bunlar uzun süre Gürcü krallığında çeşitli roller oynamışlar, sonra bir kısmı Avrasya bozkırına geri dönmüş, gerisi yerleşip Gürcülere karışmış. Lakin özellikle Ahıska bölgesine yerleştiklerine dair en ufak bir belirti yok. Cakelilerin Kıpçak soylu olduklarına dair bir bilgi de yok. İşin kötüsü, “Ahıska Türklerinin” konuştuğu Türkçenin Kıpçakçayla (yani Kırım ve Volga Tatarcasıyla) bir alakası yok, bildiğimiz Türkiye (yani Oğuz) Türkçesi.
Türkiye’de bu Kıpçak meselesini meşhur eden zat, Türk-İslam sentezinin ideologlarından Fahreddin Kirzioğlu’dur. Tezleri bildiğiniz deli saçmasıdır. Fakat Devlet’in belli kademelerinde itibarı büyük olduğundan, 1960’lardan itibaren Artvin-Şavşat-Posof ahalisinin “Kıpçak Türkü” olduğu tezi adeta gerçekmiş gibi öğretilmiş, oraların halkı da sanki dünmüş gibi Kıpçak atalarını hatırlamaya başlamıştır. 1991’de Stalin’in Orta Asya’ya sürdüğü Ahıska Türkleri dünya basınına yansıyınca, bu kez bu vatandaşlarımızın da “Ahıska Türkü” olduğu keşfedilerek resmi tarih bir kez daha revize edilmiştir. Şimdi bu güzel insanlara (ciddiyim, Artvinliler şekerdir) “Gürcü” olduklarını ima edecek bir şey söylerseniz dayak yemeden nasıl kaçacağınızı önceden planlamanız gerekir.
*
Demek ki iki grubu ayırmak gerekiyor. Batum şehri ile Acara özerk bölgesi (ve Artvin’in Borçka-Hopa tarafı ile Şavşat’ın Meydancık vadisi) halkı Müslüman Gürcü, Acara lehçesi konuşurlar, 1810’lara dek asıl Gürcistan’a tabi olmuşlar, doğrudan veya dolaylı Hıristiyan egemenliği altında yaşamışlar. Ahıska (ve Şavşat-Yusufeli, Posof) halkı ise 450 yıldan beri İslam egemenliğinde yaşamış. Belki diğer Osmanlı İslam unsurlarıyla iç içe geçmiş, uzun süreden beri Türkçe konuşurlar. [Üçüncü bir unsur Gürcistan’ın doğusundan gelen İngilo Gürcüleriymiş; Şafii mezhebindenmişler. Bildiğim tek yerleşimleri Ceyhan’ın Dağistan mahallesi.]
Haritamız kendilerini “Ahıska Türkü” olarak tanımlayan 164 yerleşimi gösteriyor. (Özellikle Yusufeli ve Artvin merkezde epey eksiğim olabilir, çünkü Ahıskalılığa ilişkin net bir beyan bulmadıkça işaretlemedim.) 1877-78’de Artvin ve Ardahan Rus idaresine girince, diğer Kafkaslılar kadar olmasa da, Anadolu içine doğru bir Ahıskalı diasporası yaşanmış.
[1] Vakhuşt Bagration’un Gürcü Vekâyinamesi (Kartlis Tskhovreba), bölüm 18, bu konuda asli kaynaktır. İngilizcesi: http://www.attalus.org/armenian/gc6.htm
http://nisanyan1.blogspot.com.tr/2018/03/ahska-turkleri.html
Adsız 26 Mart 2018 08:19
Öyle bir temellendiriliyor ki sanki Akhaltskhe denilen yer bir Almatı, bir Kazan, bir Bişkekmiş gibi. En nihayetinde Güney Kafkasya’da yer alan bu şehir, nasıl ezelden beri Türk (ve de Kıpçak) olabilir ki? Burada bir göç veya asimilasyon söz konusu olmalı. Sanki, bir ihtimal daha yok.
Necip Bey, konu “fıtrat”tan açıldığı ve aşağıdaki haberi gördüğüm için sormak istedim.
Sizce tek eşlilik ve çok eşlilikten hangisi “fıtrat”a daha uygundur?
http://www.hurriyet.com.tr/kelebek/magazin/eliz-sakucoglundan-cevap-geldi-40784801
Eliz Sakuçoğlu’nun “Tek eşliliğe inanmıyorum, doğamıza aykırı. Ben her türlü aldatılmayı kabul ederim, Angelina Jolie aldatıldı abi” sözlerini tartıştık dün Magazin Konseyi’nde.
“Peki sen aldattın mı? Erkeğin tek eşli olduğuna inanmıyorsun da, kadının tek eşli olduğuna inanıyor musun?” diye sormuştum Eliz’e.
“İki soruna da yanıt veriyorum” diye bir mesaj gönderdi dün.
Diyor ki Eliz Sakuçoğlu;
“Tek eşliliği savunan biriyim ama inanmıyorum.
Kadının da erkeğin de tek eşli olması zor, çünkü doğamıza aykırı bu.
Biz zoru başarmaya çalışıyoruz.
Dolayısıyla aldatıldığımızda da bunu bu kadar büyütmemeliyiz.
Ne tek gecelik ilişkiyi savundum ne de aldatılmayı normalize ettim.”
“Sen aldattın mı?” sorusuna da çok açık cevap vermiş Eliz:
“Hayır, ben aldatmadım. O yüzden de aldatmaya insanı ne iter bilemiyorum diyorum.
Tek gecelik ilişki de yaşamadım. Bir gece kulübünde birinden etkilenerek böyle bir şey de yaşamam dedim.
Ancak ilgilendiğim ruhani bir boyut var ki, tüm paylaşımlarım, hayatı yaşayış tarzım ve söylemlerim de bu yönde…
Dolayısıyla o dünyadan biri karşıma çıkarsa ki bu çok düşük bir ihtimal, ancak o zaman tek gecelik bir ilişki yaşarım.
Şimdi söyler misin, bu söylediklerimde yanlış nerede?”
Günlerdir tartışılan sözlerine böyle açıklık getirdi Eliz Sakuçoğlu
“benim ozel ilgi alanima girmiyor.”
Çünkü: (1) Sen, “fıtratçı”sın. (2) Sadece “manyagin birisinin, parkta kosan sortlu bir kizi taciz ettigi” olay senin ozel ilgi alanina giriyor, “diger tacizlerin ustunu ortmek” için uğraşıyorsun.
“yukarida sizden cozum onerisi istemistim.”
“Fıtratçı” olman, çözüm üretmenin önündeki ilk engel.
“‘Ensar Vakti’ bu tacizcileri ozel olarak secip istihdam ediyorsa, demek ki, bunlari secmenin/belirlemenin bir yolunu bulmuslar. Siz de, oturdugunuz yerden luzumsuz lagalugalar etmek yerine, proaktif davranmagi secip, bu ‘Ensar Vakfi’nin bunlari nasil bu kadar isabetle sectigini ogrenin, yani onlarin tekniklerini ogrenin.”
Sen, manyak hocaların (şeyhlerin), ozel olarak secilip istihdam edildigi olasılığını yazarak, konunun vahametinden ne kadar uzak olduğunu bir kez daha ispatladın, “fıtratçı”lığın o kadar yüksek seviyede ki, konuyu bulandırmak, şakaya vurmak için eline geçen her fırsatı değerlendiriyorsun zirzopluk abidesi Necip.
“bu tacizcileri onceden belirleyin ve telef edelim. Hadi, bir an once baslayin da bir ise yarayin. Kolay gelsin.”
“Fıtratçı” zirzopluk abidesi olmana ek, öldürmeye, katletmeye, yok etmeye, yıkmaya eğilimli, kısaca “gaddar” bir kişi olduğunu bir kez daha ispatladın.
Siyah kırmızı kaşkol ve bere kuşanıp işgalcilere karşı özgürlük cephesinin ön saflarında yer alıp savaşmayı düşünüyor musunuz? Bize de epey moral olur. Bu yazıdan sonra iyi gider.
Emperyalist efendilerin Suriye müdahalesi için ABD ye onu alma beni al diye yaltaklanan iki güçten birinin yaninda `ilerici` sebeplerden dolayi saf tutmak bir Anarsist için sefilliktir…YPG resmen Suriye nin bir kisminin indirekt olarak Türkiye , bir kisminin direkt ABD tarafindan isgal edilmesine yol açan (rolünü oynayan) bir aktörden baska birsey degilir.
küresel EFENDI nin etekleri altinda hareket etmeyi marifet sayan bir gücte sempati duyacak yanlar bulmak, bir Anarsist icin diptir dip.
Istediginde buzagi altinda öküz ariyan Zileli, YPG nin Afrin için Suriye rejimine bin dereden su getirtip , Afrin in yani Suriye topraginin bir kisminin Turkiye isgaline girmesine neden olup geri cekilmesinde hiçbir anormallik görmüyor. Kürt olmayan Petrol bölgelerinde büyük efendinin istegi dogrultusunda isgale devam etmesinde hic anormallik görmüyor. Teknik askeri meselelerde gerilla savasi dersleri duzeyinde büyük rezaleti gizliyor gözümüzden. Dünya çapinda, en genel anlamda sol un haline bakin YPG sayesinde fiilen ABD yedegine düsmüs bir sol…
Fenerbahçe Cumhuriyeti’nin totaliter “Tek Takım, Tek Başkan, Tek Hoca, Tek Taraftar” anlayışı çağdışı kalmıştır.
Bu faşist zihniyeti eleştirdiğiniz zaman size şöyle yanıt veriyorlar:
“Irkçı Fenerbahçeciliğe biz de karşıyız. Kimsenin Galatasaraylı veya Beşiktaşlı kökenlerini inkar etmiyoruz.
Yani “Anayasal Taraftarlık”tan yanayız. Anayasamıza göre Fenerbahçe Cumhuriyeti vatandaşı olan herkes Fenerbahçelidir. İster Fenerbahçe kökenli, ister Beşiktaş kökenli, ister Trabzonspor kökenli, ister Galatasaray kökenli, ister Bursaspor kökenli, ister Göztepe kökenli, ister Amedspor kökenli, ister Dersimspor kökenli olsun. Aksini iddia etmek bölücülüktür.
Hem artık ayrımız gayrımız mı kalmış? Hepimiz birbirimizle karışmışız. Sarı Kanarya kökenlimiz, Aslan Cimbom kökenlimiz, Kara Kartal kökenlimiz, Timsah kökenlimiz, Kafkaf kökenlimiz, Gözgöz kökenlimiz kız alıp vermişiz, aynı mahallede komşu olmuşuz, aynı Fenerbahçe vatanı için omuz omuza savaşıp şehit olmuşuz.”
Öte yandan Sayın Necip’in de bu konuda önemli eleştirileri var.
Kendisi her ne kadar bu “tekçi” anlayışa karşı olmasa da, “Anadolu takımları kökenliler” üzerindeki “Üç büyükler kökenliler”in “Balkan Oligarşisi”ne karşıdır. Bunun, taraftarların dengesini bozan yapay bir sistem olduğu görüşündedir.
Bu nedenle, Fenerbahçe Cumhuriyeti’ni “Anadolu takımları kökenliler”in oluşturduğu bir “Anadolu Oligarşisi”nin yönetmesinden yanadır kendisi. Bunun “taraftar ruhu”na daha uygun ve daha “doğal” bir sistem olduğunu savunuyor.
Devletin hiçbir “ulus”u olmamalı, bütün uluslar ve onların sembolleri devletin ve vatandaşlığın adından, devlet kurumlarından ve politik alandan çıkarılmalı, insanların özel hayatlarının ve kişisel tercihlerinin alanına taşınmalıdır.
Bir ulusal kimliği benimsemek veya ulussuz olmak, tıpkı herhangi bir futbol takımının taraftarı olmak veya hiçbir takım tutmamak gibi kişisel bir tercih olmalıdır.
Bu nedenle, örneğin, devletin bayrağı hiçbir ulusun bayrağı olmamalı ve devlet dairelerine herhangi bir ulusun bayrağı asılmamalıdır.
Nasıl ki devletin bayrağı bir takımın bayrağı değilse ve devlet dairelerine hiçbir takımın bayrağı asılmıyorsa.
“‘Kader’i, ‘gelecegi de kapsar’ seklinde tariflemek ne derece dogrudur?
Bence cok da degil.
Onun yerine: ‘Gecmisten beri yurunen yolda, karsimiza cikan ‘yolagzi’larda yaptigimiz tercihler sonucunda bugun vardigimiz nokta/durum/hal’ desek daha dogru olur.”
Yaratici cok zeki Necip, ‘kader’ kelimesine iki yenilik getirmis: ‘Kader’ ‘kavsakda donme’ olmus; kavsak donme de sadece gecmisi kapsamis, yani sadece simdiki zamanda gecerli olmus.
En basta gelen sorun Necip’in buyudugu tek tanrili ortamdaki kader anlayis etkisi altinda kalmis olmasindan dolayi kaderi anlamadan modern gorunmek icin acele edip akli sira bilimsellestirmesi. Tek tanrili toplumda kaderin varligina inanilir ama Allah’tan baska kimse kapsamini bilmez. Allah da, sanki ne olur ne olmaz Necip gibi bunar korkusuyla, evrenin gelmis ve gelecek kapsamini, Necip gibi modernlerin diliyle, veri bankasina kaydetmis. Bizim gibi siradan geri zekalilar icin kaderi sadece Allah biliyorsa, ha gelecegi kapsamis ha kapsamamis hic bir fark yok. Yani Necip bosuna kaderin icini bosaltmis! Zaten Allah’tan baska kimse bilmiyor!
Daha da vahim bir sorun var. Cok tanrili tam geri zekalilar arasinda tanrilar bile kadere karsi gelemezler! Yani Necip kaderin ne oldugunu tam bilmiyor. Ama cok zeki, yenilik getirmis.
Dahiligin bir tanimi tam bilmeden, tam anlamadan konusmaktir. Saka etmiyorum. Aksi halde bizim gibi siradan tam geri zekalilar gibi bir kavsakta donmeden takilip kalirsiniz.
Cok daha vahim bir sorun daha var: “… yaptigimiz tercihler sonucunda.” Necip “Cografya kaderdir” dedikten sonra orneklerle tercih mercih olmadigini gosterdi. Bunak unutmus!
Kader gecmisteki kavsakda donmeleri kapsar mi? Kapsarsa ‘kader’ kelimesini kullanma simdi dogru! Hatta bu anlamda her an dogru!
Her zaman dogru kullanilan bir kelimeyi neden degisirmek istemis?
Su an yapilan kavsakda donme tercihi gelecekteki kavsakda donmeyi etkilemez mi?
Simdiye kadarki kavsakda donmeler ve tercihler biliniyor mu? Yoksa kader gibi kapsamini kimsenin bilmediginden ise yaramaz bir sey mi? Tercihi kim yapiyor? Sanirim Necip araba saticisi oldugundan arabayi sureni dusunmustur.
Zeki, yenilikci ve yaratici Necip’e bir sorumuz daha var: Son kavsakda donme tercihi nasil tercih oldu? Tercihlerin de bir kavsakda donmesi (eski dilde, kaderi) mi var? Yani tercihler kendi baslarina bir kavsakda donme (eski dilde, kader) mi?
Necip’in kavsakda donmesinde bir kavsak donmesi var, kavsak donmesinden iceri.
“Sizce tek eşlilik ve çok eşlilikten hangisi ‘fıtrat’a daha uygundur?”
‘Omur boyu’ anlaminda mi; yoksa ‘belli bir donem’ icin mi?
Ikincisi, kadinlar icin mi, erkekler icin mi?
[Bu, benim ortulu bir cinsiyet ayrimciligim anlamina gelmiyor. Her iki cinsiyetin biyolojik dayatmalari farkli ve onlari da dikkate almak zorundayiz.]
‘Neslin devami’ gibi bir endise soz konusu mu; yoksa sadece muhtelif bireysel ihtiyaclarin giderilmesinden mi bahsediyoruz?
‘Es’ dedigimiz zaman, sadece kisinin diger bir kisinin avret yerlerine erisiminden mi bahsediyoruz; yoksa hayatin yuklerini, imkanlarini vs paylasmak da sozkonusu mu?
Daha boyle bir suru alt/yan soru var.
Bunlari acikliga kavusturmaksizin, tek cumlelik bir soruya ‘evet/hayir’ (ya da, ‘o’ veya ‘oteki’si) turunden cevap vermek, bence, yanlis olur.
Cunku, meseleye sadece ‘biyoloji’ ya da ‘gen’ler acisindan baksak dahi, degisik safhalarda, birbiriyle celisen amaclar sozkonusu oluyor.
Bu yuzden, ‘eger tek dogru/isabetli cevabi olsaydi, bunca zaman icinde kendiliginden o secilmis olurdu’ demek zorundayim.
Sadakallahül azim 🙂
Anti-kapitalistlerin kapitalizmi der-akab hedm etmelerine muntazır olan, bu vâki olmayınca da isti’câl ederek;
“Kapitalizm” tesmiye ettiğiniz nizâmı müddet-i medîdeden beri hedm edemiyorsunuz. Binâenaleyh aslâ ve kat’â hedm edemeyeceksiniz. “Kapitalizm” bir “fıtrat-ı lâ-yetegayyer”in nâm-ı diğeridir.
diyen Necip Bey’in nazar-ı dikkatlerine ber-vech-i zîr arz olunur:
“Berktay, tarihçi olarak toplumsal aşamalardan ömrü en kısa olanın kapitalizm olduğun bilmesi gerekir. Bırakın on binlerce yıl sürmüş olan ilkel komünal toplumla kıyaslanmasını, 1500 yılı aşkın süren feodalite karşısında bile kapitalizm, henüz çok genç bir sistemdir. 1700′ de başladığını varsaysak topu topu 300 yıllık ömrü var!”
Üretici Güçler Teorisinin Reddi Üzerine (Hasan Dere, 06.10.10)
http://www.gunzileli.com/2010/10/07/uretici-gucler-teorisinin-reddi-uzerine-hasan-dere-06-10-10/
“Bu nedenle, Fenerbahçe Cumhuriyeti’ni ‘Anadolu takımları kökenliler’in oluşturduğu bir ‘Anadolu Oligarşisi’nin yönetmesinden yanadır kendisi. Bunun ‘taraftar ruhu’na daha uygun ve daha ‘doğal’ bir sistem olduğunu savunuyor.”
Hayatimda futbol ile iliskim sadece 1 (yaziyla, BIR) maca gitmektir.
Onun da sebebi, 3 buyuklerin birinin genc takiminda kucuk kuzenim oynuyordu ve Istanbul’daki maclardan birisine agabeyi de gitmege karar vermisti.
Bunun uzerine, halam beni arayip bende onunla beraber gitmemi istedi. Mac bu. Kuzenime de kufredenler olacakti ve ben de onun agabeyini zaptedecektim –yoksa kan cikabilirdi, oyle asabi birisi idi.
Maca gitik. Ben, maci filan seyredemedim. Kufreden oludugunda zaptedecegim diye diken ustundeydim.
Kufreden de oldu gerci ama cok uzaktaydi; o kalabalikta oraya gitmek mumkun degildi.
Bu yuzden, mukabil kufurlerle yetindi. 🙂
[Ha.. bu arada, ‘Fenerbahçe Cumhuriyeti’ isimli kitabi okumuslugum vardir. Yeterince dolu bir kitap oldugunu dusundugumu hatirliyorum. Ne zaman okudugumu ise, hatirlamiyorum. Cok oldu.]
But, I digress.
Konuya donecek olursam:
Latince bir soz vardir: ‘Qualis grex, talis rex’.
Meal veriyorum; estaguzubillah: ‘Suru neyse, kral da odur’.
Yani, ‘nasilsaniz oyle yonetilirsiniz’in daha gercekci versiyonu; ‘siz neyseniz kraliniz da odur’.
Bu, tabii ki, ‘saglam kafa saglam vucutta olur’ hadisine benzer; yani bir tespit veya onerme degil, bir temennidir.
Oyle olunca, iste simdi gercekten konuya gelmis oluyorum:
‘Qualis grex, talis rex’in gercek ve anlamli meali ‘kraliniz da sizden olmalidir’ olsa gerektir.
Anadolu’da ‘dag bizim, maral bizim; avci burda ne gezer’se, ‘Balkan Oligarsisi’nin Anadolu’da ne isi var sorusu da temellenmis olur.
Arzederim.
“[…] öldürmeye, katletmeye, yok etmeye, yıkmaya eğilimli, kısaca ‘gaddar’ bir kişi olduğunu bir kez daha ispatladın.”
Oyle abudik gubidik mantik yavsatmalari ile dolambacli cikarimlar icin ikinmaniza hic gerek yotu.
Sorsaydiniz, ben, size, her gun en az bir duzine insani oracikta dogradigimi ve en ‘choice’ organlarindan yaptigim yemeklerle beslendigimi hemen soylerdim.
Sonucta, ‘beyan esastir’, degil mi?
“Fıtratçı” zirzopluk abidesi Necip, “abudik gubidik mantik yavsatmalari ile dolambacli cikarimlar icin ikinan” sensin. Sadece “manyagin birisinin, parkta kosan sortlu bir kizi taciz ettigi” olay senin ozel ilgi alanina giriyor, “diger tacizlerin ustunu ortmek” için uğraşıyorsun.
“Sonucta, ‘beyan esastir’”
“Fıtratçı” zirzopluk abidesi Necip’in beyanı (1): “manyagin birisinin parkta kosan sortlu bir kizi taciz edisi” [Yorum numarası: 65]
“Fıtratçı” zirzopluk abidesi Necip’in beyanı (2): “hem cok ahmakca bir seciciliktir, hem de digerlerinin ustunu ortmege yardimci olur.” [Yorum numarası: 72]
“Fıtratçı” zirzopluk abidesi Necip’in beyanı (3): “benim ozel ilgi alanima girmiyor.” [Yorum numarası: 88]
“Fıtratçı” zirzopluk abidesi Necip’in beyanı (4): “Insan fitrati, degismez ki.” [Yorum numarası: 72]
Sonuç:
“Manyagin birisinin, parkta kosan sortlu bir kizi taciz ettigi” olaylar, Ensar Vakfı’ndaki manyak hocaların (şeyhlerin), çocukları taciz ettiği olaylar, kiliselerdeki, manastırlardaki, öğrenci yurtlarındaki, çocuk yuvalarındaki ve hattâ “ashram”lardaki tacizler, birdenbire “hayali hasimlar” oluveriyor, birdenbire “yeldegirmenleri” oluveriyor, he mi zirzopluk abidesi Necip.
“Fıtratçılık”, cinsel tacizleri süreklileştirir ve normalleştirir.
O halde, Osmanlı’nın Balkanlar’ı, TC’nin – Kuzey Kıbrıs’ı değilse de – Kuzey Kıbrıs halkını kaybetmesinin nedeni aynı mıdır?
Balkanlar’daki veya Kıbrıs’taki halk da başlarında başka yerlerin oligarşilerininin yönetimlerini istemiyorlar mı yani? (Mesela Annan Planı’na evet demelerinde de görüldüğü gibi?)
Arzlar
1)
“‘Qualis grex, talis rex’in gercek ve anlamli meali ‘kraliniz da sizden olmalidir’ olsa gerektir.
Güney Kürdistan’da ‘dag bizim, maral bizim; avci burda ne gezer’se, ‘Irak Oligarsisi’nin Güney Kürdistan’da ne isi var sorusu da temellenmis olur.
Arzederim.”
2)
“‘Qualis grex, talis rex’in gercek ve anlamli meali ‘kraliniz da sizden olmalidir’ olsa gerektir.
Doğu Kürdistan’da ‘dag bizim, maral bizim; avci burda ne gezer’se, ‘İran Oligarsisi’nin Doğu Kürdistan’da ne isi var sorusu da temellenmis olur.
Arzederim.”
3)
“‘Qualis grex, talis rex’in gercek ve anlamli meali ‘kraliniz da sizden olmalidir’ olsa gerektir.
Batı Kürdistan’da ‘dag bizim, maral bizim; avci burda ne gezer’se, ‘Suriye Oligarsisi’nin Batı Kürdistan’da ne isi var sorusu da temellenmis olur.
Arzederim.”
4)
“‘Qualis grex, talis rex’in gercek ve anlamli meali ‘kraliniz da sizden olmalidir’ olsa gerektir.
Kuzey Kürdistan’da ‘dag bizim, maral bizim; avci burda ne gezer’se, ‘TC Oligarsisi’nin Kuzey Kürdistan’da ne isi var sorusu da temellenmis olur.
Arzederim.”
Cambaz
https://www.youtube.com/watch?v=Lw4unI3tVNQ
O halde, Osmanlı’nın Balkanlar’ı, TC’nin – Kuzey Kıbrıs’ı değilse de – Kuzey Kıbrıs halkını kaybetmesinin nedeni aynı mıdır?
‘Kuzey Kıbrıs halkı’ baglamini ayri konusmak isterim.
Balkanlarin kaybi konusunda ise, cok daha rahatca ‘evet’ diyebilirim.
Sebebi nispeten basittir: Avrupa’da ortaya cikan ekonomik canlilik ve zenginlesmeye en yakin bolge olan Balkanlarin o canliliga yakin bir performansa yonelmesi ve o zenginlikten pay almak arzulari, onlari daha verimli/yetenekli oldugu asikar hale gelmis olan Avrupa menseli oligarsilere yakinliga sevketmis olmalidir.
Osmanli’da coktan hantallasmis olan ve kolayca kendisini yenilemek ihtimali de gostermeyen (ekonomik duzen basta olmak uzere) hersey, Balkan taifesinin bu karari vermesini kolaylastirmistir. Bunda mesru/makul olmayan bir taraf da goremiyorum.
[Siyasi tarihin ekonomik amillerini, benim gordugum kadariyla, en iyi aciklayan kitap Murat Culcu’nun yazdigi ‘Spekülatif Marjinal Tarih Tezleri’dir. Sirasi geldiginde herkese tavsiye edegeldim. Fakat, zor bir kitaptir. Konsantrasyon ister. Okumaga baslayanlarin cogu, daha ilk sayfalarinda havluyu atarlar, malesef. Ek efor lazim; ve bence fazlasiyla hak eder.]
Balkanlar ile ‘Kuzey Kıbrıs halkı’ arasinda onemli bir fark oldugunu dusunuyorum:
Balkanlarda, Osmanlinin geri kalanindan cok daha yuksek bir ekonomik canlilik sergilendigi icin, aradaki bu faz farki (’empedans’ da diyebiliriz) bu kopusa mantikli/makul/mesru bir altyapi olusturuyordu.
‘Kuzey Kıbrıs halkı’ icin boyle bir seyden bahsedemiyorum.
O durumda, ‘Kuzey Kıbrıs halkı’nin taleplerinin ‘tutmayin bizi, ekonomik canliligimizi surdurmek icin istedigimiz kampa gidelim’ olmadigini; bunun yerine, ‘bu arsa (bizim dogrudan/anlamli bir katkimiz olmadigi halde) kiymete bindi; birakin satalim, elimiz/cebimiz para gorsun’ cinsinden bir tur rantiyecilik oldugunu dusunuyorum.
Bu, sadece ‘rantiyecilik’ degil (ki, o bile mesru olabilir, yerine ve durumuna bagli olarak), daha cok bir ‘uyaniklik’.. yani, ‘kurnazlik denemesi’.. tam da ‘sark kurnazligi’ dedigimiz turden.
O topraklardaki mulkiyetleri onlarin (hadi, incitmemek icin ‘sadece onlarin’ seklinde duzeltelim) odedikleri maliyetlerle percinlenmedi.
Bu maliyetin (hadi, yine, incitmemek icin ‘tamami degilse bile’ diye duzeltelim) cok onemli bir kismini Turkiye, Turkiye halki, odedi.
Sirf konjonkturel sebeplerle, tapuya, ‘Kuzey Kıbrıs halkı’ yazildi diye; bunu cok da gercekmis gibi sanmak, ve bundan hareketle ‘benim ozgurlugum var, istedigim gibi yaparim’ yaklasimini benimsemek –baskalarini bilemem; ama,– benim yiyecegim bir kandirmaca degil.
Ekonomik faaliyet cinsinden Yozgat (Yozgat ahalisinden ozur dilerim) seviyesinde dahi olmayan, vergi vb cinsinden de hic katkisi olmayan; buna karsilik, is maasa gelince, Turkiye’dekilerden birkac kat fazla meblaglar alan birilerinin, kisisel anlamda istedikleri yere tasinmak ozgurlukleri olsa da, daha ust platformlarda/seviyelerde karar almalari sozkonusu olmaz.
“Balkanlar’daki veya Kıbrıs’taki halk da başlarında başka yerlerin oligarşilerininin yönetimlerini istemiyorlar mı yani? (Mesela Annan Planı’na evet demelerinde de görüldüğü gibi?)”
Bu verdiginiz ornek, aslinda, ‘Kuzey Kıbrıs halkı’nin acikli durumunun da altini ciziyor:
‘Annan Plani’na ‘evet’ dedikleri halde kabul edilmediler.
Neden acaba?
Oligarsi secmek de o kadar kolay degil cunku.
Talip oldugunuz oligarsi de sizin ne verebileceginize, gercek kiymetinize bakar.
‘Kuzey Kıbrıs halkı’nin, baskasi (Turkiye) tarafindan onlarin adina yazilmis bir mulkten baska bir seyinin/kiymetinin olmadigini bilmeyen (bilmek istemeyen) bir tek ‘Kuzey Kıbrıs halkı’ olsa gerek.
“[…] nazar-ı dikkatlerine ber-vech-i zîr arz olunur”
Estagfurullah.
Her gafilde oldugu uzere, bende de, ‘lahza-yi vay be’ler olmustur.
Bunlardan birisinin, mesela, ‘Tas Devri’ dedigimiz donemden once de taslarin var oldugunu, bu ‘devir’ sona erdiginde de taslarin yok olmadigini farketmek oldugunu soyleyebilirim.
Daha da buyuk, hatta ‘lahza-yi vay anasini’ da diyebilecegim, ‘revelation’lardan birisi de ‘Tas Devri’ dedigimiz donemde ismi gecen ‘tas’in bir ideoloji olmadigini farketmek oldu.
O kadarla kalmadi, tabii ki. Baska bir suru cepheden bu tur fikirsel saldirilar ve onlarin yol actigi sarsilmalar yasadim [acilarin cocuguyum ben].
Mesela, ‘Coban Yildizi’ dedigimiz yildizin cobanlara tahis edilmedigini ogrendigimde cok sasirmistim.
Dahasi, ayni yildizin bir baska isminin de ‘Demir Kazik’ oldugunu duydugumda da sasirmistim.
Cobanlarin hakkinin mi yendigini, yoksa cobanlara cok pahaliya satildigini mi, cobanlarin kaziklandigini mi dusunmem gerektigine karar verememistim bir turlu.
Isin icinde bir de ‘demir’ olunca, bu kaziklama isleminin cok acilara yol actigini, Voiyvoda’nin bununla bir ilgisinin olup olmadigini neden kimsenin arastirmamis oldugunu sordum bir muddet.. Cevap yoktu, tabii ki.
Bir sonraki omrum icin not aldim; bakacagim.
Benzer bir sey de bu (tartismalarin tukenmez serbeti olan) ‘kapitalizm’ konusunda sozkonusu oldu.
Her nekadar asude omrumun daha baharinda iken, Zileli ve Berktay arasindaki durus ve dunya gorusu catismalarinin fikirsel kan davalarinda yer alip telef olmak istemesem de, bahsedilen seylerden bahsetmeden de gecmek olmaz.
‘Kapitalizm’ denen seyin daha dun (1700’lerde) ortaya ciktigi soyleniyor. Bundan, ozellikle de benim gibi masum Anadolu cocuklari, o tarihlerden once bagimsiz bir ‘kapital’in olmadigini cikarsamak gerekiyor.
Yani, tipki ‘Tas Devri’nden once ‘tas’in olmayisi gibi; ya da ‘tas’in ancak ‘Tas Devri’nde bir ideoloji haline gelisi gibi..
Fakat, bu ic rahatligimiz, malesef, cok surmuyor.
Surmuyor; cunku, cok saygideger, kutb ul munafik, hocamiz Yalcin Kucuk, bize, Kibris’in Fethi’nin Yosef Nassi isimli bir para babasi tarafindan finanse edildigini soyluyor.
1570’lerden bahsediyoruz.
Yosef Nassi nam kefere, ‘kapitalizm’den en az 130 sene kadar once yasamis, herhangi bir uretim yapmiyor; cifti cubugu da yok. Sadece parasi var; paraya hukmediyor.
Hayret-i betul bir vakia..
‘Kapital’ var, ‘kapitalist’ var; fakat, ‘kapitalizm’ henuz yok.
Bu nasil olabilir?
Atayizler bunu da aciklasin.
“XYZ Kürdistan’da […]”
Aklima gelmemis degildi, gerci; ama, bir olta olsun diye yazmis da degildim.
Yani, ben olta atmadim; ama, yine de dusen olmus.
‘Anadolu Oligarsisi’ kavramini luzumundan fazla cografi goruyorsunuz.
Oyle yapacak olursak, her bolgenin, her sehrin, her ilcenin, her koyun, her mezranin apayri birer ‘oligarsi’sinin olmasi gerektigini soyleyecek oluruz.
Ne kadar anlamli olur, karari size birakiyorum.
Bir de, Guney, Kuzey, Dogu, Bati olmak uzere 4 ‘Kurdistan’ saymis oldugunuza bakarsam, ‘bir’ ‘Kurdistan’in olmadigini ancak bu kadar veciz bir sekilde soyleyebilirdiniz.
Necip – diğerlerinden tek farkı süslü lafların ardına gizlenmek olan – sıradan bir iktidar yandaşı mı?
“Bizim gibi siradan geri zekalilar icin kaderi sadece Allah biliyorsa, ha gelecegi kapsamis ha kapsamamis hic bir fark yok.”
Ben boyle hemen yakistiramazdim/yapistiramazdim; ama, madem siz oyle diyorsunuz, simdi, size, ‘estagfurullah’ dersem, hatanizi yuzunuze vurmus olurum. Ayip olur.
O konuda hatanizi yuzunuze vurmayayim; ama, su konudaki hataniz siritiyor:
Eger, soylediginiz gibi, ‘Allah’, gelecek dahil her detayi nokta-nokta biliyorsa –ve, buna ek olarak, herseye de gucu yetiyorsa–, ortada ciddi bir (ya da bircok) sorun var demektir.
Bir insanin/kulunun hangi gunahlari isleyecegini pekala biliyor; fakat, mani olmuyorsa, bu, ‘Allah’i da suc ortagi yapar.
Bu durumda, Ahiret/Cennet/Cehennem de havada kalir; cunku, oncesinden islenecegini bildigi ve islenirken de mudahale edip mani olmadigi bir ‘suc’tan dolayi ‘kuluna’ ceza vermesinden bahsediyor oluruz.
Tutarli olmaz.
Gerci, tek tutarsizlik da bu degil.
‘Herseye gucu yeten’ bir ‘Allah’in neden tam olarak istedigi sekilde kullarini yaratmadigi (ya da modifiye etmedigi), bunun yerine, nihai kalite kontrol safhasinda ayiklayip, bir kismini iskartaya (‘Cehennem’e) gondermegi tercih ettigi vs gibi konular da izaha muhtactir.
Fakat, bu tur seyler hem konumuzun kapsaminda degil, hem de her yerde konusulmasi gerekmeyen seylerdendir.
O yuzden, konuya donecek olursam, sizin isaret ettiginiz inanc modelindeki gelecegi de kapsayan determinist kader kavramiyla hemfikir degilim.
Tabii ki, icinde yasadigimiz evrenin bir simulasyon oldugunu iddia ediyor da olabilirsiniz; o ayri.
“‘Manyagin birisinin, parkta kosan sortlu bir kizi taciz ettigi’ olaylar, Ensar Vakfı’ndaki manyak hocaların (şeyhlerin), çocukları taciz ettiği olaylar, kiliselerdeki, manastırlardaki, öğrenci yurtlarındaki, çocuk yuvalarındaki ve hattâ ‘ashram’lardaki tacizler, birdenbire ‘hayali hasimlar’ oluveriyor, birdenbire ‘yeldegirmenleri’ oluveriyor, he mi”
Aynen oyle.
Eger bir cozum oneriniz yoksa, bos konusuyorsunuz demektir.
“Necip – diğerlerinden tek farkı süslü lafların ardına gizlenmek olan – sıradan bir iktidar yandaşı mı?”
Digerleri bir yana, beni ‘siradan’ addetmenize gucendim walla. 😉
“‘Fıtratçılık’, cinsel tacizleri süreklileştirir ve normalleştirir.”
‘Fitratcilik’ yaptigimi nere(niz)den cikardiniz?
O, evet, yenilginin kabulu; maglubiyetcilik anlamina gelir.
Benim dedigim o degil.
Ben, ‘fitrat’in cok onemli bir parametre oldugunu; bunu degistirmeden sizin bitmez tukenmez sikayetlerinizin onune gecilemeyecegini soyluyorum.
Yani, size cozum icin yol gosteriyorum:
‘Pre-crime’ birimleri mi kurarsiniz; yoksa, DNA/RNA vb gibi temel seyleri sperm/yumurta/cenin safhasinda ayiklamanin bir yolunu mu bulursunuz; ya da daha yaratici baska cozumlerle mi ortaya cikarsiniz; o sizin bileceginiz sey.
Ama, ‘cozum’un parcasi degil, ‘sorun’un parcasi oldugunuzu muhakkak ogrenmeniz/bilmeniz gerekiyor.
Aksi halde, boyle, kafa sisirmege devam edeceksiniz.
Bu kadar zir-zir dayanilir gibi degil.
Necip:
1) Necip, senin patronu olduğun KOBİ-irisi şirketin, FIAT’a aksam-parça üretiyor mu? FIAT’ı beğenmediysen, Ford da olabilir, Hyundai de olabilir, Bosch Rexroth Kocaeli de olabilir, Delphi-Aptiv Bursa da olabilir, MAN Ankara da olabilir, Renault da olabilir, Toyota da olabilir…
2) Necip, senin patronu olduğun KOBİ-irisi şirketin, SAP programını lisanslı kullanmak için kaç para ve hangi cins para ile ödüyor? “AutoCAD” dahil lisanslı kullandığın “Catia”, “NX & unigraphics”, “SolidWorks” gibi programlara da ödeme yapıyor musun, kaç para ve paranın cinsi?
3) Necip, senin patronu olduğun KOBİ-irisi şirketin, özellikle AB üyesi ülkelere ihracat yapıyor mu?
4) Necip, senin patronu olduğun KOBİ-irisi şirketin, hammadde, yarı-işlenmiş mal ithal ederken, ödemeyi “U.S. Dollar” ile mi yapıyor?
5) Necip, senin patronu olduğun KOBİ-irisi şirketin ihracat yaparken, müşterilerin ödemeyi “Euro” ile mi yapıyor?
6) Necip, kurlar zaman zaman durağan bir seyir izlese de, 2013’te FED’in (ABD Merkez Bankası) parasal genişleme programını (quantitative easing) sonlandıracağını duyurup 2014’te faiz arttırmaya başlamasıyla, yüksele yüksele 1 USD = 4,0356 TL’yi, ve ECB’nin (Avrupa Merkez Bankası) parasal genişlemeyi sonlandırmaya hazırlandığını duyurmasıyla, yüksele yüksele 1 EUR = 4,9730 TL’yi gördü. Bu “dalgalanmalar”, senin patronu olduğun KOBİ-irisi şirketinin mali yapısını nasıl etkiliyor? Yoksa, sen, “tecrübeli bir patron” gibi davranıp, geçen yıllarda şirketini “hedge” etmiş miydin ve bu sayede bugün mali sıkıntı çekmiyor musun?
7) Necip, sen de, “tecrübeli bir patron” gibi davranıp, “blockchain” teknolojisi üzerine inşa edilen çeşit çeşit “-coin”lerin borsalarına girip birkaç işlem yapıyor musun? Ve “güvenilir” olduğunu gözlemler isen, yüksek montanlı yatırım yapmayı düşünüyor musun?
8) Necip, 6 numarada bahsedilen “hedge” fiilini uygulaMAdıysan:
Patronu olduğun KOBİ-irisi şirketin için, çeşitli bankalardan kullandığın kredilerin geri ödemesinde problemler yaşadın mı? Eğer problemler yaşadıysan, KOBİ-irisi şirketinin “ayakta kalabilmesi” veya “ayakları yere basıyor olmakla beraber daha fazla kâr elde etmesi” için, “Kredi Garanti Fonu’na (KGF)” başvuru yaptın mı? Eğer başvuru yaptıysan, sonuç ne oldu?
Balkan Oligarşisi Malkan Oligarşisi
Anadolu Oligarşisi Manadolu Oligarşisi
Bunlar hikayenin teferruatları, özü değil.
Özü şu:
Yeni Kral kim olacak?
Kral’ın yeni soytarıları kimler olacak?
Bir ek:
1920/30’ların Necip’i:
Kral öldü
Yaşasın K(r/em)al
Bugünün Necip’i:
K(r/em)al öldü
Yaşasın Kral
“Aynen oyle.”
Aynen öyle DEĞİL.
“Cinsel tacizleri”, insanların cinsel üreme mekanizmasının olağanlığı-normalliği kapsamına alıp, “boyle gelmiş boyle gider, insanlarin cinsel iliskiye girme fonksiyonlari devam ettigi surece, cinsel tacizler de devam edecek, insanin ‘fitrat’i bu” lagalugası gerekçe gösterilemez “fıtratçı” zirzopluk abidesi Necip.
“Eger bir cozum oneriniz yoksa, bos konusuyorsunuz demektir.”
“Fıtratçı” olman, çözüm üretmenin önündeki ilk engel.
“‘fitrat’in cok onemli bir parametre oldugu”
İnsanların cinsel üreme mekanizmasının arkasına saklanıyorsun ve “cinsel tacizleri, ‘fıtrat’ kapsamına alıyorsun”, “fıtratçı” zirzopluk abidesi Necip.
“Cinsel ilişkiye girmek” başka şey.
“Cinsel taciz” başka şey.
“cozum icin yol gosteriyorum”
“Fıtratçı” olman, çözüm üretmenin önündeki ilk engel.
“DNA-RNA vb gibi temel seyleri sperm-yumurta-cenin safhasinda ayiklamanin bir yolunu bulmak, ya da daha yaratici baska cozumler”
Laf cambazlığı yapmaktan vazgeç “fıtratçı” zirzopluk abidesi Necip.
“Cinsel ilişkiye girmek” başka şey.
“Cinsel taciz” başka şey.
“‘Cozum’un parcasi degil, ‘sorun’un parcasi” sensin, çünkü, “fıtratçı” zirzopluk abidesisin.
“Fıtratçı” olduğun sürece, “kafa sisirmege devam edeceksin” zirzopluk abidesi Necip.
“Cinsel tacizleri”, insanların cinsel üreme mekanizmasının olağanlığı-normalliği kapsamına alıp, “boyle gelmiş boyle gider, insanlarin cinsel iliskiye girme fonksiyonlari devam ettigi surece, cinsel tacizler de devam edecek, insanin ‘fitrat’i bu” zır zırı dayanılır gibi değil.
Zileli nin sitesinde konu Necip olmus . Bikmiyormusunuz…?
Yorum yayininin en azindan Zilelinin yazisiyla ilintili olmasiyla sinirlandirilmasini, oldukca özgürlükcu, olmamasini oldukca kisitlayici( Zileli okuyucusu icin) buldugumu yazmaliyim.
“Aynen öyle DEĞİL.”
Angutlarla tartismanin cok dusuk bir sabir esigi var.
Ve, siz onu asali cok oldu.
Evet, ‘cinsel taciz’ ile ‘cima’ ayni sey degil; ayni amaca da hizmet etmez.
Ama, o kalin kafaniza bir turlu sokamadiginiz relaite sudur:
‘Cinsel taciz’ diye diye dilinizde kurk yetistirdiginiz olgunun altinda ‘baskinlik’ (‘dominance’) dedigimiz bir ‘trait’ (‘haslet’?) yatar.
Ve, bu sadece ‘insan’a ait de degildir. Butun memelilerde (degisik yogunluklarda) gorulur.
‘Alpha Male’ (ya da ‘Alpha Female’) oldugunu pekistirmek icin, neredeyse butun memeliler, cinselligi cagristiran davranislar (mesela, ‘binmek; ‘humping’) sergiler, digerlerini baskilamak icin bu sekilde gosteriler yaparlar.
Fiili ‘cima’, ‘livata’ veya ‘tecavuz’ sozkonusu olsun olmasin, butun bunlar, nihai analizde, ‘iktidar’ pekistirmesi amaci tasirlar.
Baska bir deyisle, bireyler arasindaki rekabetin bir baska sekilde disavurumudur.
Bu rekabette yeterli olmayanlar, cogu zaman, kendi yetersizliklerini ortmek icin, hasb el kader kendilerine taninmis olan bir otorite makamini (ellerine verilmis/gecirdikleri kudreti) kullanirlar, istismar ederler.
‘Cocuk tacizcileri’ bu kapsamdadir.
Bunu tamamen ortadan kaldirmak icin, ‘fitrat’taki ‘rekabet’ unsurunu yok etmeniz gerekiyor –aksi halde, zaman zaman, raydan cikmayacaginin garantisi yoktur.
Bu kadarcigini dahi anlamadigi asikar birinin zir zir konunun sadece ‘cinsel’ yonunu konusmasi, sadece bos konustugu anlamina gelmiyor; daha beteri, (ben dahil) baskalarini bizar ve taciz ediyor anlamina gelir.
Mesleyi anlamaktan aciz ve hicbir seyden haberi olmayan bir angut seviyesini astiginiza dair emareler gortermediginiz muddetce bu tartisma benim acimdan bitmistir.
Kendi basiniza zirlamaga devam edebilirsiniz, tabii ki.
“Bunlar hikayenin teferruatları, özü değil.”
Sanki, ‘bu duzen degismeli’ diye yollara dusenlerin dillerine pelesenk ettigi ‘duzen’ cok mu farkliydi?
Degildi, tabii ki.
Fakat, cok temel bir farklari da yok degildi: Onlar ‘ilerici’ idiler.
‘Ilerici’ olunca talepler sadece mesru olmakla kalmiyor; ‘kutsallik’ dahi kesbedebiliyor.
Gariplerim, ‘kral’dan kacis olmadigini ogrendiklerinde, coktan captan dusmus olsa bile, mevcut krala razi oldular; onu savunuyorlar simdilerde.
‘Hayat tarzima dokunma’cilar, mesela, evet, o gunlerin ‘ilerici’lerinin bugunku ‘gerici’ligidir.
Fakat, caktirmayin; guceniyorlar.
“Bizim gibi siradan geri zekalilar icin kaderi sadece Allah biliyorsa, ha gelecegi kapsamis ha kapsamamis hic bir fark yok.”
Bu cumlede hata yok! Ama alay etme var! Siradanlarin espirisini, mizah ve gulmeyi sevdigini bilmiyorsunuz. Karnaval edebiyati okursaniz yardimci olur.
Yazdigimda hatayi bulsaydiniz, buyuk bir ihtimalle gulunclugunuz artardi. Sizin en buyuk yaraticiliginiz eski kadere yeni bir isim vermekte degil. Siz, modern bilim babasinin buldugu dunya’yı yerinden oynatma noktasi “bilgi guctur” yaraticiligini postmodernlestirmissiniz: “bilgisizlik guctur! ” Bunu zamanimizda herkes bilir ama kimse soylemez.Helal olsun! Necip bey.
Bu arada ben sizinle alayimi anlatayim. Ne var ki, akil almaz ileri zekanizdan dolayi sikici ayrintilar gerekecek.
Yeni ve yaratici kaderiniz, yani viraj donmeler, sadece son an gecerli. Eski kader o andan sonraki gelecegi kapsamaz. Yani, tarihin her aninda ‘viraj donme’, dogru; ‘kader, o andan sonraki gelecegi kapsar’, yanlis. O halde, kader, hic bir zaman gelecegi kapsamaz, her an salt sizin kavsakda donmeler gecerli!
Ama cok postmodern bilgili oldugunuzdan, kaderi sadece icinde buyudugunuz tek tanrili din tanimiyla anlamissiniz. “Bilgisizlik guctur! ” burada da siritmis: kendi kulturunuzdeki kaderi bile anlamamis, cok gulunc olmussunuz.
Cok ama cok cok zeki oldugunuz icin once size cok ama cok cok basit anlatayim: Eski kader gelecegi kapsar ama kapsami ASLA bilinmez veya gelecegi kapsamaz, dolayisiyle bilecek bir sey kalmaz. Fark ve alay nerede?
Sizi bu cilginliklara surukleyen, vecde getiren kitsch bilgi ve bilim anlayisiniz ve hirsiniz acisindan asla bilinmeyecek bir bilgiyle kafa yormaya gerek yok. Alay, sizin bunu gormemenizde. Siz bir ipte iki cambazlik yapmissiniz. Hocanin yogurtu insanin derin isteklerini dile getirir, sizin yaraticiliginiz insanin dustugu en derin alcakligi dile getirir. Bize ancak, aglamamak icin, gulmek kalir.
Alayimin diger kaynagi da, akliniz sira kadere yeni ve bilimsel gibi gorunen bir tanim vermekle “cografya kaderdir”, hem gelecegi belirler, hem belirlemez olur.
Size biraz mantik lazim.
X, o halde Z.
X = Kader gelecegi kapsar.
D= Dogru, Y=Yanlis
X her zaman yanlis oldugundan Z ne olursa olsun, ‘X, o halde Z’ her zaman dogrudur. Kafami sisirmemeniz icin basit ornekler vereyim.
“Bes yediye esit (Y), o halde butun sayilar bir birine esit (Y).”(D)
“Gunes batidan dogar (Y), o halde Istanbul Turkiye’de (D).” (D)
‘X, o halde Z’ ancak ve ancak X dogru (D), Z yanlis (Y) olunca, yanlis (Y) olur.
“Istanbul Turkiye’de (D), o halde Istanbul Kanada’da (Y).” (Y)
Asagidaki ornek cok zeki Necip’in bir ipte iki cambazligi:
“Cografya kaderdir (D), o halde cografya gelecegi belirler (Y)” (Y)
Bu sitede sik sik rastlanan bir kisinin yazdigi:
“118 Anonim 29 Mart 18 / 9pm
Zileli nin sitesinde konu Necip olmus . Bikmiyormusunuz…?”
Cok sayida kitap yazmis bir 19. yuz yil yazara sorarlar:
– Neden bu kadar cesitli kitaplar?
– Cesitli degil. Hepsine ortak bir temel dusunce.
Yirminci yuz yil roman edebiyatina ornek yazarin otobiografisi 4-500 sayfa ama kitabin sonunda daha henuz dogmamis.
En modern, en soytari, hayati okulda ve televizyon onunde durmadan kanal degistiren mukemmel dikizci 118 soytari kanal degistirmek istiyor, sayin diger dikizci seyirciler.
“İnsanların cinsel üreme mekanizması” yetmeyip, “rekabet”in de arkasına saklanarak “boyle gelmiş boyle gider, insanlarin cinsel iliskiye girme fonksiyonlari devam ettigi surece, cinsel tacizler de devam edecek, insanin ‘fitrat’i bu” lagalugasını tekrarlayıp duran “fıtratçı” zirzopluk abidesi Necip gibi angutlarla tartışmanın sabır eşiği henüz dolmadı.
O kalın kafana bir türlü sokamadığın realite şu: “Fıtrat”taki rekabet unsurunun zaman zaman raydan çıkmayacağının “garantisi olmadığı”nı yazıp, tacizlere karşı mücadele etmenin gereksizliğini ispat için “’fıtrat’ın uzantılarından biri olan ‘rekabet’in tekinsizliği”nin arkasına saklanıyorsun, tacizlerin süreklileştirilmesine (ve “normalleştirilmesi”ne) destek oluyorsun “fıtratçı” zirzopluk abidesi Necip.
Bu kadarcığını dahi anlamadığın aşikar, “fıtratçı” zirzopluk abidesi Necip. Sen, konunun “cinsel taciz” yönünü, ısrarla, “fıtrat ve rekabet”in arkasına saklanarak geçiştirmeye uğraşıyorsun, sadece boş konuştuğun yetmezmiş gibi, daha beteri, “tacizlerin süreklileştirilmesine ve normalleştirilmesine” destek oluyorsun, bizzat kendin de taciz etmeyi meşru göstermenin zeminini hazırlıyorsun: “zaman zaman raydan çıkmayacağının ‘garantisi olmadığı’”
Meseleyi gayet net anladığın halde, “fıtrat ve rekabet”in arkasına saklanarak lakırtılar yazmaktan öteye geçemeyen bir angut seviyesini aştığına dair emareler gösterMEsen bile, “tacizlerin süreklileştirilmesine ve normalleştirilmesine karşı mücadele”ye senin gibi laklaklık edenlerin laf cambazlıkları, daima, o laf cambazlarının suratlarına çarpılır, “fıtratçı” zirzopluk abidesi Necip örneğinde görüldüğü üzere.
“Fıtrat”ın ve “rekabet”in “zaman zaman raydan çıkmayacağının ‘garantisi olmadığı’” zırlamasına devam ederek, “tacizlerin süreklileştirilmesine ve normalleştirilmesine” destek olmaya da devam ediyorsun zirzopluk abidesi Necip.
Bu sitede sik sik rastlanan bir kisinin yazdigi:
“118 Anonim 29 Mart 18 / 9pm
Zileli nin sitesinde konu Necip olmus . Bikmiyormusunuz…?”
Cok sayida kitap yazmis bir 19. yuz yil yazara sorarlar:
– Neden bu kadar cesitli kitaplar?
– Cesitli degil. Hepsine ortak olan tek temel dusunce.
Yirminci yuz yil roman edebiyatina ornek yazarin otobiografisi 4-500 sayfa ama kitabin sonunda daha henuz dogmamis.
En modern, en mukemmel seyirci, hayati okulda ve televizyon onunde durmadan kanal degistirmeyle gecen en mukemmel dikizci 118 kanal degistirmek istiyor, sayin diger dikizci seyirciler.
“…Bu yazıyla ilgisi olmayan muhteşem bir zırva ve Allah’a şirk koşma var. Buna değinmeden gözüme uyku girmez. Medyadan öğrendiğimize göre, TBMM Genel Kurulu’nda bir konuşma yapan AKP İzmir Milletvekili Necip Kalkan, “On beş yıldır iktidardayız, -kimse alınmasın- Türkiye’de insan ömrü 3,3 yıl artmış. Ben buradan arkadaşlarıma sesleniyorum: Ömrünüzün artmasını istiyorsanız bir on beş yıl daha bize iktidarı verin, üç buçuk sene daha ömrünüz artsın” demiş.
Demek ki AKP saltanatında artık ölüm Allah’ın emrine değil, bu partinin mucizesine bağlıymış. Bunu bir dinidar AKP’li iddia ediyor. Allah’ın hiddet ve şiddetinden kork ey kâfir!”
PADİŞAHLARIN “ÇOCUK GELİN” KIZLARI – Özdemir İnce – 25 Mart 2018
http://ozdemirince.com/padisahlarin-cocuk-gelin-kizlari-2/
Demek ki AKP saltanatında artık ölüm “kader”in emrine değil, bu partinin mucizesine bağlıymış. Bunu bir dinidar AKP’li iddia ediyor. Allah’ın hiddet ve şiddetinden kork ey “kader inkarcısı” kâfir!
“Siz, modern bilim babasinin buldugu dunya’yı yerinden oynatma noktasi “bilgi guctur” yaraticiligini postmodernlestirmissiniz: “bilgisizlik guctur! ” Bunu zamanimizda herkes bilir ama kimse soylemez.”
‘Modern bilim’in bahusus selamlari var. ‘Anami babami rahat biraksin’ diyor.
Bir de, ne ‘bilgi’, ne ‘bilgililik’, ne de ‘bilgisizlik’ ‘guc’tur diyor.
‘Bilgi’, cok olsa, ‘guc’ denklemindeki parametrelerden sadece bir tanesidir; tek basina bir onemi yoktur.
Ornek olarak, oleceginizi bilirsiniz; ama, engellemek icin elinizden birsey gelmez.
“Eski kader gelecegi kapsar ama kapsami ASLA bilinmez veya gelecegi kapsamaz, dolayisiyle bilecek bir sey kalmaz.”
Eskilere ragbet olsaydi, bit pazarina nur yagardi. Sizi ‘bugun’e davet ediyorum.
“Fark ve alay nerede?”
Adamin birisi doktora gider. ‘Doktor, kendi kendime fikra anlatiyorum. Bu anormal midir?’ diye sorar.
Doktor, ‘anlattiginiz fikralara guluyor musunuz’ diye mukabil soru sorar. Adam da, ‘hayir’ der. Doktorun cevabi ‘o zaman sorun yok; deli sayilmazsiniz’ olur.
Sizin durumunuz oyle degil anlasilan. Siz, baskalarinin umurunda bile olmayan, kendi ‘private’ nuktelerinizle hemhal oluyorsunuz.
Bir gorunseniz iyi olacak.
“Bilmem fark ettiniz mi? Nerede yavşak, adi, magazinci, hırsız, şaklaban varsa hepsi Allahçı. Bu bir paradoks mu?” – Fazıl Say
Necip Diyalektiği: “Tek Yol Necip(in dediği)”
Necip’in bir anti-tezi yoktur. Çünkü o ebedidir.
“Geleceği de kapsayan” bir “kader”dir.
Allah’ın – pardon Necip’in dediği olur.
Necip: ‘Anami babami rahat biraksin’.
Ama cocuklari baska dusunuyorlar:
‘Keske babamiz anamiza da kendisi gibi yalamayi ogretseydi. Babamizin iktidardaki gucleri yalama genleri bize de gecti, agzimiz hep pis kokuyor.’
Necip: ‘Ornek olarak, oleceginizi bilirsiniz; ama, engellemek icin elinizden birsey gelmez.’
Ama cocuklari baska dusunuyorlar:
‘Gucluleri yalaya yalaya babamizin agzi da yalama olmus, beyni de. Babamiz, guclulerin iki taraflarini da yalamasini bilir ama her ikisini ayni anda yalamak icin elinden birsey gelmez. Babamiz moruklastikca dinci, allahci oldu; guclulere tapa tapa yeryuzu gucuyle mutlak gucu karistirdi.’
Necip: ‘Eskilere ragbet olsaydi, bit pazarina nur yagardi’
Ama cocuklari baska dusunuyor:
“Babamiz cok bunadi, ‘degismeyen tek sey degisme’ salak lafini unutmus. ‘Bugun’ coktan bit pazarini boyladi!”
Necip: ‘Doktor, kendi kendime fikra anlatiyorum. Bu anormal midir?’
Ama cocuklari baska hatirliyorlar:
“Babamiz, ‘Doktor, kendi kendimle konusuyorum. Bu anormal midir?’ diye sordu. Doktor da ‘neden?’ diye sordu. Babamiz ‘yaladigim guclere ne diyecegimin provasini yapiyorum.’cevabini verince, doktor, ‘bari benimkini de yala!’ dedi.”
‘Kapital’ var, ‘kapitalist’ var; fakat, ‘kapitalizm’ henuz yok. Bu nasil olabilir?
Aslında cevabı siz vermişsiniz: “Yani, tipki ‘Tas Devri’nden once ‘tas’in olmayisi gibi; ya da ‘tas’in ancak ‘Tas Devri’nde bir ideoloji haline gelisi gibi..”
Cevabınızı kısaltırsak: Her zaman olan birşey nasıl olmayabilir?
Aman Allah’ım bu ne zeka!
Bu acınacak zavallı, aşağılık duygusu içinde kıvranan ve sitenin en zengin güldürücü kaynağı. Bu şapşal, tarihi, bazı önemli olayları kullanarak anlama ve anlatım kolaylıştırmayı bile anlamamış! Salak, varoluşla öğrenme yöntemi arasındaki farkı bile bilmez ama zırvalar durur. Ne yazık, moruk çok bunamış. Kafayı yemiş olmak kolay değil galiba.
Bu enayi dümbeleği keskin zekasıyla zeka küpünü patlatmış, beyninden dışa fışkıran zekası, önünden ayrılmadığı aynasından yansıyıp tekrar beynine girmiş ve hödük bu defa yeniden dahiliğne yakışır zırvalamış:
‘Materyal’ (her zaman ) var, ‘materyali kullanan’ (her zaman) var; fakat (milattan önce 10 000 yılında) ‘materyalizm’ henüz yok. Bu nasıl olabilir?
Hadi madem ki bu kadar aptalsınız, kapital, kapitalist ve kapitalizm terimlerinin tanımlarını yazın da zekanıza göre bir cevap verelim.
“Hadi madem ki bu kadar aptalsınız, kapital, kapitalist ve kapitalizm terimlerinin tanımlarını yazın da zekanıza göre bir cevap verelim.”
Olur a, bir yanlis yaparim endisesi ile, cevabi kendi kalemimden vermek yerine, 1878’den beri anlam/mana sektorunde faaliyet gosteren Merriam-Webster surekasina birakayim istedim. Siz de su linklerden bakabilirsiniz:
https://www.merriam-webster.com/dictionary/capital
https://www.merriam-webster.com/dictionary/capitalist
https://www.merriam-webster.com/dictionary/capitalism
Bu linklerde verilen anlamlara bakarsaniz, bunlarin hicbiri Yosef Nassi’nin ‘kapitalist’ olmasina engel degil.
Tanimlarda ‘serbest pazar’ ve ‘rekabet’ filan gibi seyler de geciyor. Bunlar da, donemin Osmanli yonetiminde (bilhassa belli bir capin uzerinde olanlar icin) engelleniyor degildiler. [Oyle olsaydi, ‘borc’ almak yerine, pekala ‘musadere’ ederlerdi.]
Geriye ne kaliyor?
Hic.
Bir zamanlar bir ‘ahir zaman peygamberi’ cikmis ve ‘kapitalism’ diye yepisyeni bir sey varmis gibi ufurmus; ardindan da comezleri bunu almis kalkmis diye, bizim de lebbeyk dememiz bekleniyor.
Ben demiyorum.
Gelelim ‘tas devri’ konusuna. ‘Tas Devri’ dedigimiz devir hic gecmedi ki. Bina yapmak icin cok daha ucuz malzemeler kesfettik/icadettik diye tastan vazgecmis degiliz. Hala daha, bin yil yasasin istedigimiz binalari tastan yapmak zorundayiz.
“Ama cocuklari baska dusunuyor:”
The young ones have a lot to learn.
“Allah’ın – pardon Necip’in dediği olur.”
Sabir catlatacak kadar yavas ve gec oluyor; ama, yine de, bazi seylerin idrak edilmege baslandigini gormek, kucucuk de olsa, benim icin bir nebze bir mutluluk kaynagi olmuyor da degil. 😉
Siz, en azindan, Asimov’dan daha iyi bir noktadasiniz. O garibim, bunlari yalap-sap anladi ve robotlara kanun diye yazdiydi.
Bosuna dememisler ‘herkes kabi kadar doldurur’ diye.
Başlangıçta “Kapitalizm” vardı
Eğer, Berktay’ın dediği gibi, “«Altın çağ» tanımayan tarih nehrinin durmak bilmez akışı, …. geriye, «titreyip dönülecek» bir şey bırakmıyor” ise, o halde “Altın Nehir”in akışı da “durmak bilmez”dir.
Öyleyse, ulaşılması gereken hedef, bir “Altın Çağ” değil, bir “Altın Nehir” olmalıdır.
Necip’e bir soru
Anadolu’da Balkan Oligarşisi’nin bir tabanı olmaması nedeniyle Balkan Oligarşisi’nin buradaki iktidarına karşı olmanız ve bölgeyi yerli bir oligarşinin yönetmesini savunmanız gibi, Anadolu Oligarşisi’nin taban bulamadığı yerlerde de yabancı bir oligarşinin varlığına karşı mısınız?
Örnek verecek olursak, başta İzmir olmak üzere kıyı Ege ve İstanbul’un bazı yerleri gibi.
Veya, kısaca “Gezi tabanı” da diyebileceğimiz bir nüfusun çoğunlukta olduğu her yer.
Ya da, ne Balkan, ne de devletçi ve Türk-İslamcı bir Anadolu oligarşisinin (devlet karşıtı bir Kürdistan veya Anadolu oligarşisinin değil!) hiçbir taban bulamadığı, karakollar dışında hiçbir Türk kökenli nüfusun da olmadığı Kürdistan dağları gibi.
Hatta, bu dağlar kadar olmasa bile, Kürdistan’da devlet nefretinin (dolayısıyla Anadolu Oligarşisi nefretinin) ve mevcut iktidar karşıtı, yani Anadolu Oligarşisi karşıtı halk kitlelerinin çoğunlukta olduğu her yeri bu bağlamda sayabiliriz.
Necip Bey “Anadolu’da Anadolu Oligarşisi devleti olmalı. Kürdistan Oligarşisi diye bir şey ise olamaz” diyor.
Ben de “Kürdistan’da Kürdistan Oligarşisi devleti olmalı. Balkan veya Anadolu Oligarşisi diye bir şey de yoktur. Bunlar, Kürdistan’ı işgal eden sömürgeci TC devletinin fraksiyonlarıdır” diyorum.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, Hatay’a gerçekleştireceği ziyaret öncesi “Antakya Hz. Ayşe Anadolu İmam Hatip Lisesi” öğrencileri hazırladığı video ile Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı okullarına davet etti:
https://www.youtube.com/watch?v=Rowiay99BCs
Not: Rafine çomar Necip, bu videoyu beğendi.
nutuk kursu
laik kesim için kuran kurslarinin dengi.
https://eksisozluk.com/nutuk-kursu–3340420
atatürk hadisleri ve nutuk tefsiri
liselerimizde hatta yüksek öğrenim kurumlarımızda eksikliğini günbegün daha da fazla çektiğimiz ders.
bu dersi almamış olan çocuklarımızı müreffeh yarınlara giden yolda aydınlanmacı kemalizm’in yolunda nasıl davranmaları hayatlarını nasıl idame etmeleri gerektiğini bilememktedir.
bunun yanısıra akademik olarak üzerine eğilinmemiş bir konu olması da şans değildir. hangi turuncu fonlardan beslendikleri bilinmeyen emperyalist güçlerin kuklaları elbet ki kemalizm’i ciddiye almamaktadırlar. kemalizm’in entellektüel gücü ancak ve ancak askerler aracılığıyla halka anlatılmaktadır. emelimiz ve isteğimiz, vatansever biliminsanlarımızın bu konu üzerine eğilerek mevzubahis dersi akademik çevreye açmasıdır.
https://eksisozluk.com/ataturk-hadisleri-ve-nutuk-tefsiri–1735129
gece yatmadan abdest alıp nutuk okuyan kemalist
https://eksisozluk.com/gece-yatmadan-abdest-alip-nutuk-okuyan-kemalist–2284549
“Anadolu’da Balkan Oligarşisi’nin bir tabanı olmaması nedeniyle Balkan Oligarşisi’nin buradaki iktidarına karşı olmanız ve bölgeyi yerli bir oligarşinin yönetmesini savunmanız gibi, Anadolu Oligarşisi’nin taban bulamadığı yerlerde de yabancı bir oligarşinin varlığına karşı mısınız?”
Karsi olmak ya da olmamak arasinda takilip kalmak..
Dogru degil.
Benim karsi ya da taraftar olmam birseyi degistirmez cunku.
Ben, sadece, bence daha dogal olani soyluyorum.
Ote yandan, nasil ki ‘Balkan Oligarsisi’ dedigimizde Selanik, Iskodra ya da, ne bileyim, Varna ya da Belgrad ‘Oligarsisi’ demis olmuyorsak, ‘Anadolu Oligarsisi’ dedigimizde, neden, israrla bunun alt bilesenlerinin gundeme getirilmek istendigini pek de anlamiyorum.
Bu bakisa, ortulu/zimni/covert bir tur mikro milliyetcilik oldugunu dusunuyorum.
“Örnek verecek olursak, başta İzmir olmak üzere kıyı Ege ve İstanbul’un bazı yerleri gibi.
Veya, kısaca ‘Gezi tabanı’ da diyebileceğimiz bir nüfusun çoğunlukta olduğu her yer.”
Ben, bu dediginiz ‘kesim’lerin ‘Balkan Oligarsisi’nin ‘murtezika’si oldugu kanaatindeyim. Bir tur ‘Tom Amca’lar da diyebiliriz.
“Ya da, ne Balkan, ne de devletçi ve Türk-İslamcı bir Anadolu oligarşisinin (devlet karşıtı bir Kürdistan veya Anadolu oligarşisinin değil!) hiçbir taban bulamadığı, karakollar dışında hiçbir Türk kökenli nüfusun da olmadığı Kürdistan dağları gibi.”
Yine ayni sey.. Yine (mikro) milliyetcilik.
Halbuki, oligarsiler hep milliyet(cilik)ler uzeri yapilardir; cikar iliskili yapilar.
“Hatta, bu dağlar kadar olmasa bile, Kürdistan’da devlet nefretinin (dolayısıyla Anadolu Oligarşisi nefretinin) ve mevcut iktidar karşıtı, yani Anadolu Oligarşisi karşıtı halk kitlelerinin çoğunlukta olduğu her yeri bu bağlamda sayabiliriz.”
Geriye yaslanip bakabilseniz, bahsettiginiz nefretleri yaratan kaynaklarin basinda ‘Balkan Oligarsisi’nin geldigini gorebileceginizi umuyorum.
Bu, ‘Balkan Oligarsisi’nin –kendi acisindan– son derece dogal bir davranisi idi.
Tanimadigi, tanimak da istemedigi yapilari ya kendisine tabi kilacak, ya ortadan kaldiracak, ya da birbirlerine dusman ederek kendisine tehdit olmaktan cikaracak..
Bu baglamda, belli derecelerde, basarili olduklari noktalarin olmadigini soyleyemem.
Bir de sunu soylemem lazim: ‘Devlet’ ile ‘Oligarsi’ ayni sey degil. ‘Oligarsi’ ‘Devlet’ ustu yapilardir. ‘Devlet’i yonetir ve yonlendirirler.
‘Devlet’ler ‘Oligarsi’leri sekillendirmezler; ‘Oligarsi’ler, ‘Devlet’i bazan kurarlar, bazan da kurduk diyerek mevcut ‘Devlet’i kendi zimmetlerine gecirirler.
Bizdekinin ikincisi oldugunu dusunuyorum.
“‘Anadolu’da Anadolu Oligarşisi devleti olmalı. Kürdistan Oligarşisi diye bir şey ise olamaz’ diyor.”
Ben boyle bir ‘fetva’ verdigimi hatirlamiyorum.
“Ben de ‘Kürdistan’da Kürdistan Oligarşisi devleti olmalı.”
Olursa ben itiraz etmem.
“Balkan veya Anadolu Oligarşisi diye bir şey de yoktur.”
Bence, birincisi var; digeri (henuz) yoktur.
“Bunlar, Kürdistan’ı işgal eden sömürgeci TC devletinin f[r]aksiyonlarıdır’ diyorum.”
Dediginizi duydum/okudum.
Ben, sizin yaklasiminizi –yukarida da degindigim uzre– bir ‘mikro milliyetcilik’ olarak goruyorum.
Yanlis anlasilmasin, ‘mikro’ ya da degil, ‘milliyetcilik’ bir gunah degil. Kisiler nasil bakmak istiyorlarsa oyle bakabilirler.
Bu baglamda, benim acimdan, ‘mikro milliyetcilik’in mahsuru, kendi oligarsisini yaratamayacak olmasidir; cunku, gercek hayatta karsiligi olup olmadigi belirsiz detaylar uzerinden ayristirmaciliga hizmet eder.
‘Mikro’ ya da degil, ‘milliyetcilik’lerin en sakat tarafi, tanimi geregi uzlasmaci olamayisidir bence.
O yuzden, ben, ‘cikar’ bazli iliskileri daha akillica bulurum –cunku, akil her zaman cikarina olani secer; ya da, secerse, ‘akil’dir.
“Not: Rafine çomar Necip, bu videoyu beğendi.”
Bir ‘Karakacan’ (Karakachan) melezi mi bunu diyor?
https://en.wikipedia.org/wiki/Karakachan_dog
https://www.youtube.com/watch?v=40Ka7yYI4Fo
https://www.youtube.com/watch?v=GXHcyvJ9OQQ
Ote yandan, evet, ‘seni baskan yaptirmayacagiz’cilara kiyasla, cok daha akilli davrandiklarini teslim etmem lazim.
Harita:
https://3.bp.blogspot.com/-7BUcmpwYwNA/Wrvt7Dq5x4I/AAAAAAAABek/n7RZSpL-xFoKyp3FCisq4YEfxKdSt6uMQCLcBGAs/s1600/rum.JPG
Yukarıdaki harita, 20. yy’ın başı itibariyle Türkiye’deki Rum yerleşimleri. Tabii İstanbul, İzmir gibi Rum nüfusun mutlak sayı olarak çok olduğu, ama oransal olarak azınlıkta olduğu yerler yok. Ancak nüfusunun tümü ya da büyük çoğunluğu Rum olan yerler işaretlendi.
Bellibaşlı grupları gözden geçirelim:
1. Trakya. Fazla bilgim yok.
2. Güney Marmara ve Ege. Çarpıcı olan bilgi şu: Bu yerleşimlerin hemen hemen hepsi 18. yy’ın son yıllarında (1790’larda) Rum iskânına sahne olmuş. Bizim Şirince’ye, Fethiye Kayaköy’e, Söke’nin köylerine, Ayvalık, Bursa köylerine, Yalova-İznik köylerine o dönemde Yunan anakarasından ve adalardan gelen Rumlar, Adapazarı köylerine Doğu Karadeniz Rumlar yerleştirilmiş. Mesela Manisa Rum köylerinin çoğu, belki hepsi, o devrin büyük toprak sahibi olan Karaosmanoğlu’nun mülklerinde amele olarak çalışmaya gelenler. Öyle anlaşılıyor ki Bizans’ın yıkımından 18. yy sonlarına dek Anadolu’nun Batı taraflarında (büyük kentler hariç) Rum yerleşimi yok. Belki Erdek, Çeşme-Karaburun, Datça, Bodrum gibi anakaradan çok ‘ada karakteri’ olan yerlerde vardır.
3. Niğde-Nevşehir-Kayseri. Eski Karaman beyliği arazisi.
4. İnebolu-Sinop. Eski İsfendiyaroğlu beyliği arazisi. İnebolu-Ayancık sahilinde daha fazla nokta olmalı, tamamlayamadım.
5. Trabzon-Gümüşhane. Eski Trabzon imparatorluğu arazisi.
6. Kars + Erzurum Şenkaya. 1878-1918 arası Rus idaresindeki Kars oblast’ına iskân edilen Rumlar.
7. Bafra ovası. Fazla bilgim yok.
2-3-4-5 numaralı maddeleri dünkü Türkçe yeradları meselesiyle birlikte düşündüğümüzde hayret verici sonuçlar çıkıyor. Osmanlı’nın 1453 tarihli sınırlarının Anadolu yakasında Rum yok. O tarihte Osmanlı’ya ait olmayan, sonraki 30 yılda katılan yerlerde Rum var.
Oysa 1453’ten önce Batı Anadolu silme Rumluktu. Nereye gittiler dersiniz?
(Sevan Nişanyan
28 Mart)
Harita (1):
https://3.bp.blogspot.com/-MQcQ_-hwEcM/Wro1bgcn_gI/AAAAAAAABeI/lI-R4yLNhuYSpptfWZJrMbvg1l6Frib-wCLcBGAs/s1600/dilsiz1.jpg
Yukarıdaki haritada, 20. yy başı itibariyle Türkiye’de Türkçe yer adlarının dağılımını görüyoruz. Açık renk olan illerde Türkçe yer adı oranı %90 ve üzeridir. İkinci grupta Türkçe yer adları %50 ile %90 arası, üçüncü grupta %10 ile %50 arasıdır. Koyu renkli olan illerde yer adlarının %90 ve daha fazlası Türkçe dışındaki dillerdedir.
Sayımda sadece Osmanlı ve Cumhuriyetin Türkçe kayıtlarında yer alan resmi adları göz önüne aldım; başka yerel dillerde o yerlere verilen gayriresmi adları (mesela Çerkesçe köy adlarını) hesaba katmadım. Türkçe veya Kürtçe-Arapça olarak yorumlanması mümkün olan kişi ve soy adlarını (Şeyhhaci, Hasankom) Türkçe saydım. Yabancı dilden bozma oldukları halde kullanımda ‘Türkçe’ görüntüsü kazanmış yer adlarından (Heraklia: Erikli, Potami: Bademli, Basilika: Paslıkaya) fark edebildiklerimi yabancı, edemediklerimi Türkçe kabul ettim.
Üzerinde biraz düşünürseniz göreceksiniz ki, şoke edici bir haritadır. Türkiye tarihi hakkında bildiğinizi zannettiğiniz birçok şeyi sorgulamaya başlamak için iyi bir yerdir.
Mesela soru: Erzurum ili 1070’lerde, hattâ daha önce Türk egemenliğine girdi; Bursa ve İzmir ise ondan 200 küsur yıl sonra. O halde neden Erzurum’da Türkçe yer adları %40 dolayında iken Bursa’da %97 ve İzmir’de %91? Üstelik Erzurum’un fethedildiği devirde memlekete Asya’dan az veya çok bir Türk göçünden söz edilir; oysa Bursa ve İzmir’in fethinden sonra buralara Türklerin kitlesel iskânına dair hiçbir belirti yoktur. 20. yyy başında Erzurum İzmir’den daha mı az ‘Türkleşmişti’, ve öyleyse neden?
Yoksa (aman yarabbi!) ‘yer adlarının değişimi’ ile ‘etnik dokunun değişimi’ arasında hiçbir mantıki bağ olmayabilir mi? Mesela Rumların oturduğu bir semtin adı, defterdarlıktaki memurun tek kalem darbesiyle Akçaviran yahut Kınık edilebilir mi? Yani, teorik ifade edersek, yer adları sosyolojik değil SİYASİ bir olgu mudur?
Harita (2):
https://2.bp.blogspot.com/-ZpJijPkUDcs/Wrorj3oZ7qI/AAAAAAAABds/AsZ0td1RRL0N1h1T8fAAOgtxp6nmep_AQCLcBGAs/s1600/dilsiz2.jpg
Bu harita ise, bir ipucu sağlıyor. Bu sefer en koyu renk Osmanlı devletinin İstanbul’u fethinden önceki sınırları. Trabzon ile Karaman-İçel buna 1460-70’lerde katıldı.
Hayret verici bir çakışma değil mi? Detaya inince daha da netleşiyor. Birinci haritaya bakın. Kastamonu ve Sinop’un sahil bölgesinde epeyce yabancı isimli yer var, oysa iç kısımlarda adların çoğu Türkçe. İkinci haritada o detayı atlamışlar: Sinop ile Kastamonu’nun kuzey yarısındaki İsfendiyaroğlu beyliği Osmanlı’ya Fatih zamanında katılmıştı, 1460 civarı olmalı. Aynı şekilde, Konya’nın güneyinde yabancı isim daha çok, Osmanlı’ya daha erken katılan kuzey kesiminde daha az.
Yani ilk haritamızı iller değil ilçeler bazında hazırlasam, ikinci haritaya daha da güzel uyacak.
Harita (3):
https://2.bp.blogspot.com/-HH4Z9fXZfl4/Wrorsj4FtsI/AAAAAAAABdw/6qqYtX_L8P0eGN0Z9OIlAOd4cl7Y1iPjACLcBGAs/s1600/dilsiz3.jpg
Üçüncü harita, 1100 yılı dolayındaki Rum İmparatorluğunu gösteriyor. ‘Olmaz bu kadar’ demeyin, olur.
“‘Türkiye’ dediğin bir Bizans oyunudur.” desem ne dediğim anlaşılır mı acaba?
(Sevan Nişanyan
27 Mart)
Kapitalizm, bir yandan sermaye birikimi ve temerküzü ile güç birikimi yaparak, diğer yandan da maddi gücünü toplumsal yönetim ve ideoloji oluşumu alanına taşıyarak beyinlerimizi soğurup, yolunu açmaktadır. Bu süreçte bizler de koruduğumuzu düşündüğümüz beynimizle ve fevkalade akılcı gerekçelere dayandığımızı sanarak, kapitalizmin doğayı metalaştırdığını ve sömürdüğünü ileri sürmekteyiz.
Oysa alenen işlenen cinayete dahi kanıt gerekmediği gibi, alenen gerçekleştirilen doğa katliamının olumsuz etkilerini ortaya koymada da fazla akılcılık gerekmez. Akılcılık, doğa tahribatı suçunun işlendiğinin açıklanmasında değil de, tüm sürecin tam olarak anlaşılması ve yorumlanmasında elzemdir. Diğer bir deyişle akılcılık, ‘kapitalizm’ yaftasını geri plana çekip, uygulanan sistemin ekonomik yaşamın doğal işleyişi olarak yansıtılmasının anlaşılması için gereklidir. İsraf edercesine elektrik kullanıp, sonra da nereye nasıl bir santral yapalım kargaşasına girmenin, ya da karayolu taşımacılığına ağırlık verip benzin israfına ve trafik sıkışıklığına savrulmanın akılla açıklanır bir yanı olabilir mi? Demek ki, kapitalizm doğayı tahribe yönelirken, belki de ondan çok önceleri, ilkin aklımızı soğurarak düşünce sistemimize başat olmuş.
ANADOLU’NUN YA DA BAŞKA YÖRELERİN ERİMESİ PAHASINA OLUŞUYOR İSE…
TÜİK, 2017 yılı için ulusal gelir büyüme oranını %7,3 olarak açıkladı.
Salt bu oran hiç de fena gözükmüyor. 1960’larda uygulamaya başladığımız ‘beş yıllık planlama süreci’nde, veri sermaye/hâsıla katsayısı koşulunda ortalama %7,0 büyüme oranı makul olarak görülmüştü.
Nitekim son değerleme sonucunda siyasilerimiz hemen ayağa kalkarak, tüm kıskanç düşmanlarımızı çatlattığımızı ifade ettiler. Bu büyüme oranı güzel de, acaba rakamlar ve oran kalite bakımından o denli yüksek mi? Diğer bir deyişle, bu büyüme ciddi yatırım ve kapasite genişletilmesi ile mi, yoksa inşaat işlerinde olduğu gibi bir seferlik rant-obezi değerlerle mi gerçekleştirildi?
Eğer başta İstanbul olmak üzere anlı-şanlı inşaat şirketlerinin büyük şehirlerde inşa ettikleri gökdelenler, maliyetlerinin üzerinde rant sağlıyorlar ve bu rantların Anadolu’nun ya da başka yörelerin erimesi pahasına oluşuyor ise, gelirler yanında kayıplar hesaplara geçti mi?
Bir yörede toplanan gelirin hiç değilse bir bölümü başka yörenin erimesi pahasına gerçekleşiyorsa, böyle bir durumda gelir hesaplamasını nasıl yapmamız gerekir?
Başka örnekler de verilebilir.
Örneğin, batan bir firma bankadan aldığı krediyi, zorla topladığı paralarla faizi ile geri ödeyip, banka kârı da ‘finansal işlem kazançları’ olarak gelir hesabına yazılırsa, bu kalem ulusal ekonomi açısından gerçekten gelir midir?
Geçen yıllarda ulusal gelir hesaplarımızı yeniden tanzim edip, nüfusta da bazı ayarlamalarla fert başına geliri yükseltmenin gerçekçi bir yanı olabilir mi?
Enflasyona rağmen dövizi baskılı tutarak ulusal geliri dövizle hesaplama yöntemi bize reel olarak yediğimiz içtiğimiz maddi kaynakların büyüme oranı hakkında doğru bilgi verir mi?
TÜRKİYE’NİN ARTIK ULUSAL PROGRAM YAPMA LÜKSÜ DAHİ YOK
Ekonomik faaliyetler, ihtiyaçlarımızın karşılanması ve refah düzeyimizin yükseltilmesi için yapılır ise, bu tür hesaplamalarla ortaya koyulan değer ya da oranlardan nasıl hoşnut olabiliriz! Toplumsal refah düzeyinin bir anda yükseltilmesi olanaklı değildir, ancak birinci koşul ‘refahın olabildiğince adil dağılması’, ikinci koşul ise ‘orta ve uzun dönemde refah yükselişini sağlayacak şekilde ekonominin planlı ve programlı bir raya oturtulması’dır.
Bir süre önce ağırlıklı olarak Ankara menşeili değerli hocalarımız planlama konusunda seminer dizisi yaptılar. İlke olarak olumlu bir davranış olan bu atılımın küreselleşme koşulunda fazla sonuç sağlayıcı olamayacağını düşündüm. Bu düşüncem halen geçerlidir; şöyle ki, makul bir planlama ve programlama gereklidir, ne var ki bu süreç ferdi girişimlerle olanaklı olmayıp, hedefi planlama olan bir siyasal erk tarafından yukarıdan uygulanabilir. Nerede ise yirmi yıla yakın sürede uygulanan 2000 IMF-Derviş programına baktığımızda, dünya ile eklemlenen ve denetimsiz dış dünyaya açılan Türkiye’nin artık ulusal program yapma lüksünün dahi söz konusu olamadığını görmekteyiz.
SONRAKİ NESİLLER CEHALET DÜZEYLERİNİ DAHİ ALGILAYAMAZ HALE GELİR
Şimdi gelelim, asıl konumuz olan kapitalizmin aklımızı soğurma meselesine.
Soğurulmuş akıl, mutlak değişmeleri algılar, fakat mutlak durumlarla farazi durumlar arasında karşılaştırma yapmaz.
Aklın soğurulmasına olanak sağlamaya yönelik olarak da, eğitim sisteminde salt toplumda yaşanan sorunlar üzerinde pratik bilgiler verilmesi, buna karşın matematik ve felsefenin sistem dışında ya da uzağında tutulması yeğlenir. Felsefe ve matematikten yoksun nesiller cahil kalırken, sonraki nesiller cehalet düzeylerini dahi algılayamaz hale gelir.
Peki, bu durumdan kim kazanır?
Bu durumdan ilk kademede tabii ki, yerlerini sağlamlaştırmaya çalışan siyasiler fevkalade kârlı çıkar. Ancak bu görüş, günümüzün küreselleşme koşullarında oldukça sığdır. Şöyle ki, ‘sömürgeleştirme’, küreselleşmede yerini ekonomik emperyalizme bırakmıştır. Diğer bir deyişle, ‘merkez’ ve ‘çevre’ ekonomiler arasındaki ekonomik işlem ve süreçler sonucunda ‘çevre’ mutlak iyileşme yaşarken, ‘merkez’ daha yüksek düzeyde menfaat elde edeceğinden, ‘çevre’ nisbi olarak gerilemiş olur. İşte bu durum, ‘çevre’ ülkelerce algılanamaz ve küresel siyasete uygun politika izleyen yerli siyasal erke karşı olumsuz tepkinin yükselmesi önlenmiş olur. Buradan iki taraf da kazanıyor gibi gözükür; ancak ‘merkez’ daha yüksek oranda kazanacağından, ‘çevre’nin mutlak iyileşmesi gözleri boyarken, ‘merkez’ ile ‘çevre’ arasındaki mesafe açılır. Durum sadece ‘çevre’ ve ‘merkez’ ülkeler arasında da değil, tüm ülkelerde olduğu kadar tüm yerkürede halklar arasında da benzer durum yaşanır.
Yazılı ve sözlü medyada her gün kulağımızı tırmalayan, dünya nüfusunun yüzde birinden bile küçük bölümünün dünya serveti ya da gelirinin yarısından da büyüğünü aldığını, fakat hiçbir tepkinin oluşmadığını görmekte ve yaşamaktayız. İşte, kapitalizmin aklımızı soğurması ve bilincimizi esir alması bu süreçlere yol açmaktadır. Dünya emperyalizminin sömürüsüne açık hale getirilen ülkelerde emperyalizmin ve içte burjuvazinin sömürüsü altındaki halkların tepkisiz kaldığına tanık olmaktayız. Bu halklar tepkisiz mi kalmakta, yoksa beyinleri mi soğurulmuştur acaba!
İşte kapitalizm bir veçhesiyle budur; insan ve doğal kaynakların sömürülmesine dayalı sistemdir. Bu sistem en değerli biyolojik-doğal varlık olan insan beynini ideolojik yapısı ile soğururken, fiziksel saldırıları algılamaya programlanmış insan beyninde salt doğa sömürüsü görüntüsü oluşur.
Prof. Dr. İzzettin Önder, iktisatçı
Bunun, mikro-milliyetçilikle değil aksine bölgenin doğal koşullarıyla ilgili bir sorun olduğu apaçık ortadadır.
O bölgenin ve üzerinde yaşayan halk(lar)ın ad(lar)ı önemli değil, bu hep böyle olmuş.
Bizans hiçbir zaman oraya tam egemen olamamış. Orada kendisine ismen bağlı ama gerçekte özerk Gürcü ve Ermeni prenslikleri varmış.
Malazgirt öncesine rastlayan yıllarda bu prenslikleri ortadan kaldırıp bölgeyi doğrudan kendisine bağlamış (ki Ermeni nüfusun buralardan daha batılara yayılması da esasen o tarihlerde başlayan bir olay), fakat iş işten geçmiş, Türk fethi başlamış.
Anadolu Selçukluları’nın bölgedeki hikayesi de nerdeyse aynı.
Orada Artuklular (Mardin, Hasankeyf, daha sonra Harput, Diyarbakır’da), İnaloğulları (Diyarbakır’da), Çubukoğulları (Harput’ta), Sökmenliler (diğer adıyla Ahlatşahlar) gibi başka Türk kökenli beylikler varmış.
Moğol istilasından birkaç yıl önce buralarda yayılmaya başlasa da, Bizans için Malazgirt’te olduğu gibi geç kalmış.
Osmanlı’nın ilk dönemlerinde de burada Karakoyunlu, Akkoyunlu (ve ilk yıllarında Safevi) gibi Türkmen devletleri ve Kürt beylikleri varmış. Bitlis’te (İdris-i Bitlisi mesela) ve Cizre’dekiler gibi.
Osmanlı burayı fethedince adı geçen devletleri bölgeden sürmüş tabii. Fakat bu Kürt beylerinin özerkliğini tanımış. Burada tımar sistemi pek uygulan(a)mamış mesela.
O halde olay, her ne kadar kökü Tanzimat’a kadar gitse de esasen Cumhuriyet’le bu boyuta gelen bir mesele olan, bölgenin doğal koşullarının bir sonucu olan bu özerkliğin, adı her ne ise, bir “Oligarşi” tarafından ortadan kaldırılmasıdır.
“‘Kudüs Özgür Değilse Dünya Tutsaktır’ konferansı”
Böyle bir haber başlığına rastladım.
Bu konferansı düzenlemeleri gereksiz olmuş.
Doğrusu şu olmalıydı:
‘Kürdistan Özgür Değilse Dünya Tutsaktır’ konferansı
“Olur a, bir yanlis yaparim endisesi ile…”
Evrenin en azili anarsisti Necip, yanlis yapmaktan korkmus. Hayir, asla olamaz! Necip, altina yapmaktan bile korkmaz.
“ Bir zamanlar bir ‘ahir zaman peygamberi’ cikmis ve ‘kapitalism’ diye yepisyeni bir sey varmis gibi ufurmus; ardindan da comezleri bunu almis kalkmis diye, bizim de lebbeyk dememiz bekleniyor.
Ben demiyorum. ”
Tercume: Kapitalizm yepisyeni olamaz, o halde, ‘ahir zaman peygamberi’nden once de vardi.
Ara fasil:
Keske size yalatanlara da “ben yalamiyorum” diyecek cesaretiniz de olsaydi. Keske cikariniz ugruna en bariz beyin yikama propagandalirina da “hayir” diyebilseydiniz. Keske imrendiginiz enayilerin sizin gibi yalamaktan bikmayan gurursuz, onursuz lagim farelerinden bile alcak enayiler, iyi yasamak icin yasamaktan vazgecmis, gormediklerini gormeyen korler oldugunu gormeyecek kadar kor olmasaydiniz.
Verdiginiz 3 adreste baslangic maslangic, zaman maman yok. Sizin kutsal teslisini olusturan kapital, kapitalist ve kapitalizm uclu arasindaki fitri iliskilere; aralarindaki 8 var/yok olasi durumlara deginilmemis. Ornegin kapitalistsiz kapital ve kapitalizm oldu. Ornegin kapitalsiz, kapitalsiz, kapitalizmsiz zamanlar oldu: Ornegin bunadiginiz icin unuttuguunuz: “Sizin bu dediginiz, ancak 30 bin sene filan onceleri mumkundu. Savannah’ta, herkes tek basina avci-toplayici halinde yasarken…”
Bu tek basina gezenler arasinda kapital, kapitalist ve kapitali ancak siz ve bu sitede dolup tasan sagci/solcu devrimci, marksist ve anarsistler gorur.
Bence, zamanimizda salt Kapital var. Tarihte ilk defa gercekten tek tanrili bir din egemen ve siz bu dinin azili bir yobazi. Her neyse. Tanimlara tek ortak: KISI, yani insan. Eger lafla gemi yuruyorsa, bir ornek bin kotege bedeldir.
Kapital = Necip’in yalama becerisi
Kapitalist = Necip, yani becerinin sahibi, yatirimini yapan.
Kapitalizm (ideoloji): Yalamanin en dogru, en normal, en dogal, en etkin, en yararli, en kârli, en akilli, en zevkli… olduguna inanan Necip’in ideolojisi.
Kapitalizm (ekonomik sistem): Necip’in durmaksizin yalamasi.
Bu kapitalizm, Necip’ten once de yok, sonra da.
Tabii, geriye ‘kisi’nin (Necip’in), hem tarih icinde hem simdi, ‘her kisi’ (klonlari) olma genellestirmesi kaliyor. Bence, g*tleriyle havaya ucsalar bile, ne Necip ne de yaladiklari, bu genellestirmeyi tarih icinde becerebilirler. Hatta su andaki dunya icin bile beceremezler. Genler menler masallari bosuna degil. Ama caresizligi Kapital diye yutturabilirler.
Eger sadece Islam’da Allah’ın vasıflarına bakıp gunumuz Kapital’i ile kiyaslarsaniz aslinda sizin ve size yalatan soytarilarin “Born Again Religious Fanatics, Religious Bigots” olduklarini gormemek icin sagci/solcu devrimci, marksist, anarsist at gozlugu takmis olmak gerekir.
Bence, Necip’in soytariligi zamanimiz insanini simgeler: birey, oznel olarak degerli oldugu bilinci icinde ama nesnel olarak hic bir degeri olmadigi bilinci bireyin icini kemirir ve hakli olarak buna karsi isyan eder. Soytari Necip’in tiksindirilicigi kendini yaladiklarinin arasinda gormesinde. Hortlak da oyle.
Yalatanlar ve yalayanlarin siiri Hortlak’inki gibi adi siir:
Yenecek b*ku biliriz, bol bol yeriz, hepimiz musluman degilsek de elhamdulillah deriz.
Necip’in soytariligina diger bir ornek: “Yani, tipki ‘Tas Devri’nden once ‘tas’in olmayisi gibi; ya da ‘tas’in ancak ‘Tas Devri’nde bir ideoloji haline gelisi gibi..”
Ayni Necip simdi de: “ ‘Tas Devri’ dedigimiz devir hic gecmedi ki. Bina yapmak…” ‘gecti’, ‘gecmedi’ diye aci icinde bagirir.
Galiba agzina verenler baska yola girip incitmisler.
Ulan ukala, tarihte ‘tas devri’, ‘demir devri ’, ‘lale devri’, ‘akil yurutma devri’, ne jeolojiye, ne var olan maddelere, ne de ideolojilere gonderme yaparlar. Tarihte onemli rol oynayan zaman surelerini adlandirirlar.
Beynin bile yalama olmus: paleolitik devirde eski taslar vardi, neolitik devirde yeni taslar cikti! Veya Hâlâ lale var, o halde ‘lale devri’ hic gecmedi! Ulan insan bu kadar andaval olur be!
Necip’in dil surcmesi: “The young ones have a lot to learn.”
Genclesme istegini anladik da, simdiye kadar yalamaktan baska birsey ogrenmeyen, bundan sonra ne ogrenecek?
Soytari Necip (N) genclere (G) sormus:
N: ‘Dinazor Devri’ ideolojisi hakkinda ne dusunuyorsunuz?
G: Amca siz bunamissiniz. O, ideoloji degil, evrim tarihinde bir zaman suresi!
N: Cocuklar, ideoloji, ide kelimesinden turedi. Ide de tasarim, fikir, dusunce, inanc demektir. O halde ‘Dinazor Devri’ bir fikir, bir inanc, bir ideolojidir.
G: Olur amca, olur.
N: Peki, kapitalizm ne zaman basladi.
G: Kapitalizm ne be amca? Yeni bir dizi ismi mi? Yeni bir sosyal ag mi? Yeni bir sosyal medya mi? Yeni bir muzik grubu mu?…
N: Hayir cocuklar, aslinda kapitalizm ‘big bang’ ile basladi. Kuantum boyutta, nesneler, atomlar ve molekulleri; bunlarda, parcaciklari toplar ve etrafta vizildarlar. Kozmolojik boyutta, galaksilar yildizlari ve arada bir kacirdigim gazlari toplar etrafta vizildarlar. Madde kapital, toplayan kapitalist, etrafta vizildamalar kapitalizm.
Canlilar aleminde, madde kapital; canli kalmak icin maddeden istifade edenler kapitalist; kapitalle canlilar ve canlilar arasinda bitmez tukenmez savas da kapitalizm.
G: Vay anasini be amca. Meger siz New Age’in old age muritiymissiniz. Siz Kaliforniya falan filanlimisiniz?
N: Hayir cocuklar, ben, “Born Again Religious Bigot”im. Ilahimiz, “I see the light, I see Kapital”
G: Helal olsun be amca! Meger siz bizden de gencmissiniz. Biz bu modayi ilk defa duyuyoruz.
Atatürk Kemalizm dininin Tanrı’sı mı Peygamber’i mi?
Cevabı zor bir soru gibi.
Yalnız, her iki durumda da Erdoğan’ın onun yerini alması mümkün değil bu arada. Yani alır almasına da, o zaman başka bir ideolojinin ve başka bir kitlenin temsilcisi olur. Ve dolayısıyla başka bir oligarşinin – veya fraksiyonunun – iktidarının.
Gerçi bu ölçüde büyük bir şeye istese de pek kalkışamaz zaten. Her ne kadar adı geçen Tanrı/Peygamber ilk ortaya çıktığında desteğini aldığı bütün kesimleri çok kolay harcayabilmiş olsa da. Ne de olsa bu devirde böyle şeyler pek kolay olamaz artık.
Necip en azından bu noktada haklı olur.
Onları bütün bu AKlama çabalarına rağmen.
“Hindistan’da bir maymun girdiği evden bebek çaldı
Hindistan’da girdiği evdeki bebeği kaçırdığı iddia edilen maymun aranıyor.
BBC’nin haberine göre, Hindistan’ın Orissa eyaletinde bir maymun cumartesi günü girdiği evdeki erkek bebeği, annesinin karşı koymasına rağmen kaçırdı.
Bebeğin ertesi gün evin arkasındaki kuyuda bulunduğu ve yapılan muayenede ciddi yara almadığının belirlendiği kaydedildi.
Yöre halkı maymunun bebeği taşırken kuyuya düşürmüş olabileceğini ifade etti.
Maymunların genellikle yiyecek çalmak için evlere girdiğini belirten polis, bebek hırsızlığına ilk kez rastlandığını açıkladı.
Yerel emniyet görevlisi PC Pradhan, maymun yakalamada uzman kişilerle çalışan polisin bebek hırsızı maymunu bir hafta içinde bulmayı ümit ettiğini söyledi.”
Seni emek hırsızı kapitalist maymun seniii!
Mr. Necip’s message:
“Greetings, Exalted One. Allow me to introduce myself. I am Necip, Capitalist and friend to President Erdoğan.
I know that you are powerful, mighty Anti-Capitalist, and that your anger with Erdoğan must be equally powerful.
I seek an audience with Your Greatness to bargain for Erdoğan’s life. [Anti-Capitalist’s crowd laughs]
With your wisdom, I’m sure that we can work out an arrangement which will be mutually beneficial and enable us to avoid any unpleasant confrontation.
As a token of my goodwill, I present to you a gift: these two droids.
Both are hardworking and will serve you well.”
“Bunun, mikro-milliyetçilikle değil aksine bölgenin doğal koşullarıyla ilgili bir sorun olduğu apaçık ortadadır.”
Bu dediginizi, su serhi duserek, kabul ederim:
(Mikro) Milliyetcilik, ‘bolge’nin (‘bolge’ derken, kolayima geldigi icin, ‘Dogu Roma’nin tamamina isaret ediyorum) bir hasleti degildir; bu tur seyler gorulmez.
Bu, baska bir cok yerde oldugu uzere, Fransiz Devrimi sonrasi ortaya cikmis bir yaklasimdir; ve ‘bolge’de bir turlu saglikli bir karsiligini bulamamis, hep sakil kalmistir.
Parcalamak ve tahrip etmek acisindan cok verimli; fakat, birlestiricilik acisindan inanilmaz derecede berbat bir yaklasimdir ‘milliyet’cilik.
Mesela, yakin zamanda acilan ‘soy agaci’ kayitlarinin da gosterdigi uzere, pek azimizin soyu ‘saf’tir.
Bu realitemiz, her nek kadar ‘milliyetci’lik corbasinda tiksindirici bir sinek gibi gorunse de, bence oyle degildir.
Tersine, bizden onceki nesillerin ‘milliyetci’lik baglaminda pek de takintilari olmadigini gosterir.
“Bizans hiçbir zaman oraya tam egemen olamamış.”
Bu ‘tam egemen’ olmak kavrami da bence ‘bugun’e ait, ‘bugun’ku takintilarimizi yansitan bir sey..
Ister Bizans olsun, ister Selcuklu ya da Osmanli, klasik devletlerde ahalinin tornadan cikmis gibi homojen olmasi arzusu hic olmadi ki.
Vergisini versin, cagrildiginda asker de versin; yeterliydi.
“Orada kendisine ismen bağlı ama gerçekte özerk Gürcü ve Ermeni prenslikleri varmış.”
Iyi de, ayni sey bunlar icin de gecerli. Gurcu ya da Ermeni prensliklerin ahalilerinin birer homojen Gurcu veya Ermeni oldugunu mu farzediyoruz?
Degildi tabii ki.
Dahasi, bu prenslikler ortadan kalktiginda, ahalisi topyekun kilictan mi gecirildi?
Tabii ki, hayir. Buna ima dahi eder bir kayit yok.
Ahali, zaman icinde isim degistirmis olmali. Baska bir aciklama benim aklima gelmiyor.
“Malazgirt öncesine rastlayan yıllarda bu prenslikleri ortadan kaldırıp bölgeyi doğrudan kendisine bağlamış (ki Ermeni nüfusun buralardan daha batılara yayılması da esasen o tarihlerde başlayan bir olay), fakat iş işten geçmiş, Türk fethi başlamış.”
Bu sureci bir de soyle aciklamagi denesek?
‘Kendine bagladi’ginda, oradaki ahalinin de sinirlari genislemis olmuyor mu? Oluyor.
Dolayisi ile, daha genis topraklara seyahat etmek, yerlesmek mumkun oluyor. Daha elverisli yerler secebilmek imkanlari doguyor.
Bu, neden kotu bir sey olsun ki?
Bence degil. Ama, tarihi hep siyasi tarih baglaminda okursak, siradan insanlarin ekonomik tercihlerine yapilan katkilari gormezden geliriz.
“Osmanlı burayı fethedince adı geçen devletleri bölgeden sürmüş tabii.”
Bu cumlenin isaret ettigi sekilde kapsamli bir ‘surgun’un sozkonusu oldugunu dusunmuyorum.
Hayatin (o gunlerdeki hayatin) dogal akisina uygun degil. Ulasim iklanlarinin kisitliligina bakarsak da kolayca gorebiliriz: Bu tur ‘topyekun surgun’ler mumkun degildi.
Yapilmaga kalkisilsa bile, cok pahali olurdu gorulup vazgecilirdi.
Cok olsa, yonetici taifeden bir kismi surgun edilmistir.
Buna, benim ilginc buldugum, bir ornek Trabzon’un ‘fethi’ sonrasinda yasanmistir. [Konuda guzel bir kitap yayinlamis bir ahbabimin calismasindan hareketle biliyorum.]
Trabzon 1461’de fethedildiginde, Fatih, bolgede cok kapsamli bir sayim yaptirir.
[Tabii ki, vergi verecek ve askere alinabilecek olanlari tespit amaciyla. O gunlerde oyleydi.]
Kayitlarda, hayli yuksek sayilarda, Musluman olmayan fakat geleneksel olarak Turk isimleri tasiyanlar da cikar. Bunlar ‘fetih’ten cok onceleri oralara yerlesmistir. [Ama, benim burada bahsedecegim tarafi o degil. Geciyorum.]
Henuz daha yeni bastirilmis olan, Arnavutluk (Iskender) isyani da bu tarihlere rastlar. Bu isyanin ‘elebasi’larini, Osmanli, Trabzon’a surgun eder. Kayitlarda bunlar da vardir. Butun Arnavutluk ahalisi degil; cok cok birkac bin kisi.
Yani, uygulama bu sekildedir.
“Fakat bu Kürt beylerinin özerkliğini tanımış. Burada tımar sistemi pek uygulan(a)mamış mesela.”
Evet, cunku, ‘Kurt beyleri’nin oldugu bolgeler, klasik anlamiyla, ‘fethedilmis’ degildi.
[‘Gonulleri fethetmek’ diyebilir miyiz? 😉 ]
“O halde olay, her ne kadar kökü Tanzimat’a kadar gitse de esasen Cumhuriyet’le bu boyuta gelen bir mesele olan, bölgenin doğal koşullarının bir sonucu olan bu özerkliğin, adı her ne ise, bir “Oligarşi” tarafından ortadan kaldırılmasıdır.”
Buradaki tespite katildigimi soylememe bile gerek yok.
Sozkonusu bu oligarsinin temel yanlislarindan birisi, evet, oradaki ozerkligi tahrip etmesidir –kime ne faydasi oldugunu iyi dusunmek lazim.
Bir digeri de, korkutuk cahillikleri yuzunden, Ankara’nin dogusunda yasayan ve Istanbul (ya da Balkan) sivesi ile konusmayan herkese (tahkir edici bir uslupla; ve ‘biz’den degil anlaminda) ‘Kurt’ demeleridir.
Bunun yarattigi tahribati, korkarim, birkac nesil daha gideremeyecegiz.
“Seni emek hırsızı kapitalist maymun seniii!”
Ilginc.
Ben, ’emek hırsızı’ baglaminda, ama konuyla hic de alakali olmayan bir iki sey soylemek isterim.
Benim cocuklugumda, buyuklerin aradabir (baska birisi icin) ’emeksiz’ dedigini duyardim.
Bunu, bir cesit kufur anlaminda kullanirlardi. Bir cesit ‘pic kurusu’ filan gini.
Tabii, o zamanlar neden bu kelimeyi kullandiklarini bilmezdim.
Su anlama gelirmis:
‘Emeksiz’ denen kisinin annesi bir baskasindan hamile kalmis ve bir cocuk dogurmustur. O cocuk, cocugun biyolojik babasindan bagimsiz olarak, kadinin kocasi (ya da kendi ailesi) tarafindan buyutulmustur.
Yani, biyolojik babasi, cocuk icin, annesini hamile birakmak haric, hic ’emek’ harcamamistir.
“Verdiginiz 3 adreste baslangic maslangic, zaman maman yok.”
Yok, tabii ki.
Olmayisi da asil normal olanidir.
Cunku, bu bir ‘sosyoekonomik olgu’dur; ve hic kimse de, ‘aha simdi dogdu, dogacak’ diye dogum odasinin kapisinda heyecanla bekliyor degildir.
‘Sosyoekonomik olgu’lari birilerinin projesiymis gibi gormek, bir yerde ortaya cikmis yeni bir ‘sosyoekonomik olgu’yu oradaki bir ‘icat’ saymak ve onu da o yere baglamak kadar sacma bir sey dusunemiyorum.
Ayni/benzer ‘sosyoekonomik olgu’lar, birbirine cografi anlamda yakin yerlerde ortaya cikabilecegi gibi, birbirinden bagimsiz olarak, cok uzak yerlerde de ortaya cikabilir.
Ayni/benzer sekilde, tarihin bir doneminde ortaya cikmis –ve, unutulmus– sonra da bambaska bir donemde bambaska bir yerde (ya da ayni yerde, tekrar) ortaya cikmis olabilir.
Ismi konulmamis, kayitlara acikca gecirilmemis –hatta, gecirilmis olsa bile, kayitlar kaybolmus– olsa bile, surecin boyle oldugunu cikarsamak icin cok fazla akilli olmamiz gerekmez.
Gerekmez; ama, yine de, zaman zaman, anlatmak gerekebiliyor.
Boyle zamanlarda, ben, musfik bir ses tonuyla soyle konusurum:
Bak, yavrucum, ‘yercekimi’ dedigimiz sey, ilk defa Hz Newton emminin basina elma dustugunde ortaya cimkmis degil; ondan once de vardi. Hep vardi.
Dahasi, insanlar, yercekiminden habersiz de degildi. Yaptiklari binalar patir patir cokuyor degildi. Gemiler de batmiyordu.
Hz Newton emmi, bu ‘sey’in adini koydu ve formullerle temsil edilmesini sagladi. [Ilk defa Hz Newton emminin bunu yaptigi da, aslinda, tartismalidir.]
Simdi, donelim kapital(ism/ist) konusuna..
Ismi konulmadan onceki donemlere bir ornek olarak Osmanli’dan Josef Nassi’yi vermistim.
Simdi.. isim veremedigimi ekleyerek, aklimizi kullanmamizi onermek istiyorum.
Su siralarda yeniden gundeme gelen ‘Ipek Yolu’na bir bakalim.
Bilindigi uzere, bu yol, ipek entarilerini giymis insanlarin el ele tutusup birbirlerine ilan-i ask ettikleri bir patika degildi.
– Neydi peki?
— Ticaret yolu.
Nasil yani?
— Bu yolun bir ucu Cin’in iclerine, digeri de Avrupa’nin uclarina kadar gidiyordu.
Tacirler, bu yolu/yollari kullanarak, taraflarin ihtiyaci ne ise onu, onlara ulastirip, satiyor/aliyor ve para kazaniyordular. Cok ozet olarak boyle.
– Yani, ‘kervancilik’tan mi bahsediyoruz?
— Hem evet, hem de hayir. Kervanlar vardi, tabii ki. Hatta, sayilarini tahmin edemeyecegimiz kadar cok.
Ama, tek basina bu kelimeyle ozetlenemeyecek kadar (cok buyuk) buyuk bir faaliyetten bahsediyoruz.
Turlu cesitli mal uretenler, bunlari satin alanlar (toptanci tacirler), bu mallari tasiyanlar (kervancilar), bunlarin konakladigi yerlerdeki hizmetleri verenler, bunlari satin alanlar (toptanci mustreri tacirler), musteriler (tuketiciler)..
Bu resim bu kadariyla bile yeterince zengin ve karmasik iken,m atladigimiz bir seyler daha var.
Bir de, bu faaliyeleri finanse edenler. Sigorta edenler, vs.
Yani, fiziksel emtiaya hic eli degmedigi halde, sadece para (yani, en saf haliyle, kapital) tarafinda olanlar. Yani, kapitalistler.
Bunlar olmaksizin bu faaliyetlerin yurumeyecegi asikar; ama, oradan bakmiyorum ben.
Bunlar (kapitalistler), boyle bir faalitey buyuklugunde dogal olarak ortaya cikar. Yani, hem dogal; hem de sasiracak bir sey yok.
Bir de, taniminda soyle bir lakirdi var ‘kapitalizm’in: Bireysel kararlar ve serbest piyasa..
Iyi de, Ipek Yolu uzerindeki faaliyetlerin bir devlet organi eliyle mi yurutuldugunu saniyoruz?
Tabii ki, hayir.
Ipek Yolu uzerinde olan biten hersey her katilimcinin bireysel kararlari ile ve alabildigince serbest piyasa sartlari icinde gerceklesiyordu.
Devletler dahi burada esas oyuncu degildi. Cok olsa, ticaretin kolaylastirilmasi amaciyla, bu yol uzerindeki asayisi saglamak ve konaklama imkanlarini gelistirmek gibi gorevleri ustleniyordu.
Bu da, vergi almasini, onun da para kazanmasini sagliyordu.
O kadar.
Simdi..
Butun bunlar bu kadar asikarken, hala daha ‘kapitalizm’i 300 sene once aniden ortaya cikmis bir sey gibi konumlandirmaga calismak ne anlama gelir?
Iki cevabi var bunun:
1) Cahillik.
2) Ahmaklik.
Secim, her zaman oldugu uzre, siz kiymetli okuyuculkarindir 😉
“Atatürk Kemalizm dininin Tanrı’sı mı Peygamber’i mi?
Cevabı zor bir soru gibi.”
Aslinda, bence, o kadar da zor degil.
“Kabe Arabin olsun, bize Cankaya yeter’ denildiginde (ve, ciddi bir itiraz gelmediignde) ismi de konulmustu.
Gelinen nokta da ilginc aslinda.
Malum, yakin zamandaki bir degisiklikle, Cankaya artik Basbakanlik makami.
Basbakanlik makami da Baskanlik sisteminde mulga olacak.
Yani, Cankaya ya mulga olacak ya da munhal kalacak. Belki de bir muze.
Sessiz sedasiz, tereyagindan kil ceker gibi, yapilmis olsa da, bu, ‘devrimci’lerimizin en sehvani/sehevi ruyalarindan daha buyuk bir ‘devrim’ degil midir?
Dahasi, ‘Balkan Oligarsisi’nin ne denli elden ayaktan dustugunu gostermez mi?
Sapka takmadigi icin asarak insanlari idam/infaz edebilen, sagda soldaki heykellere saygisiz davrandi diyerek kisleri hapislere tikabilen, bir kisinin korunmasi icin ozel kanun cikarabilen ol iktidarin yeller esiyor yerinde.. Cankaya dustu, ve haberleri bile yok..
Kala kala, geride, ‘hayat tarzima dokunma’ turunden yakaris inlemeleri kalmis..
Ben, sadece bunun ismini koyuyorum: ‘Balkan Oligarsisi’ gidici.
Yerine gelenin, gelecek olanin, da ismi ‘Anadolu Oligarsisi’ olabilir diyorum.
Illa o olacak diye bir sartim yok, tabii ki. 🙂
“Onları bütün bu AKlama çabalarına rağmen.”
Siz, ve benzeri sekilde dusunen cok sayida insan, bu tur seyleri parti baglaminda dusunuyorsunuz.
Kolaya kaciyor oldugunuzu dusunmekle beraber, kolayciliginizi da anlayisla karsiliyorum.
Ama, anlamak acisindan, sizin baktiginiz yerden bakmanin bazi onemli handikaplarinin oldugunu soylemem gerekiyor.
Soyle bir sey dersem azicik daha iyi anlamaga yardimci olur mu; bilemem.
Ama, deneyeyim:
‘Balkan Oligarsisi’nin tabutuna ilk onemli civiyi Menderes cakti.
Anadolu’dan insanlarin Istanbul’a gelip yerlesmesine ve isportacilik yaparak ticarete girmelerine imkan tanidi, goz yumdu.
Bu, Istanbul’un yerlesiklerini cok rahatsiz etti; ama, Menderes geri atmadi.
[‘Ama, bak basina ne geldi’ diye de devam edilebilir burada. Geciyorum.]
Istanbul’un Turkler [*] tarafindan asil fethinin Menderes’le basladigini soylemek bence hic de abartma olmaz.
[* Burada ‘Turk’ sifatini cok larj anlamda kullaniyorum; ‘Anadolulular’ desem daha dogru olurdu belki de.]
“Mr. Necip’s message:”
Guzeldi. 🙂
Ustelik de tanidik da geldi. Azicik bakindim; evet, tanidikmis.
Star Wars: Episode VI – Return of the Jedi (1983)
http://www.imdb.com/title/tt0086190/
Metin de surada:
http://ccat.sas.upenn.edu/~haroldfs/popcult/moviestuff/huttese.html
Bu arada, kimsenin merak etmedigini ve ilgilenmedigini pesinen bilerek ve kabul ederek, bir ‘trivia’ olsun diye sunu soylemem lazim:
I, myself, am not much of a fan of ‘Star Wars’ or even ‘Star Trek’. I find them far too synthetic.
I am, however, an ardent fan of ‘Stargate’.
I have watched every single film or each episode of all the series (except the cartoons, which I can’t care at all) several times.
I find ‘Stargate’ to be a lot more realistic –as long as you give some credence to the idea that civilizations in Universe is cyclic; an that a very ancient civilization can have achieved things way beyond our imagination; but, have vanished for some obscure reason.
Anyway, in my –not so humble– opinion, it is a great shame that ‘Stargate’ was never presented to the Turkish speaking audience.
‘Star Wars’ı sevmek zorunda değilsin, fakat bu ‘saga’nın niçin bu kadar meşhur olduğunu (‘pazarlama taktikleri’ haricinde) bilmiyorsun, bilmediğin için ‘sentetik’ deyip, kestirip atıyorsun.
‘Star Trek’ ile ‘Stargate’, pek çok ortak özellik barındırır. 1960’lardaki asıl ‘Star Trek’ serisini ilk yayınlandığında izleyebilmiş nesiller, ‘Stargate’ serisine pek yabancılık çekmez, izlemeye değer bulur.
Fakat ‘Star Wars’, diğerlerinden pek çok yönüyle farklıdır. Bu ‘saga’yı bu kadar meşhur kılan ilk özellik, ‘kahraman kültü’nün, hem kendiliğinden (bireycilik & individualism) hem toplumun imajinasyonu ile iç içe geçerek, devir devir, çağ çağ, yeniden yeniden, doğması, devam etmesidir.
‘Star Wars’ filmlerini çekmeye başlamadan çok önce, daha ‘idea’ bile değilken, George Lucas, kendisine ilham olan temel kaynağın, mitolojist Joseph John Campbell’ın 1949’da yayınladığı ‘The Hero with a Thousand Faces & Kahramanın Sonsuz Yolculuğu’ kitabı olduğunu söyler.
Mitolojik kökleriyle günümüze taşınarak ‘kahramanın yolculuğu’ devam ediyorken, film serisi ‘cash cow’ ile ceplerini dolduran devasa bir sinema endüstrisi de var. ‘Star Wars’ bir tür ‘din’dir. Campbell’ın araştırmaları ile film serisinin şöhreti hâlâ perçinleniyor, hem sosyo-imajinasyonun 21. yüzyıldaki ‘kahraman’ tezahürleri, sanatsal katkıları takip edenleri doyuruyor, hem de ‘sinemacılar’ın cebi doluyor.
‘Star Wars’ı yine sevme, fakat bu kitabı oku, cahil kalma:
http://www.kitapyurdu.com/kitap/kahramanin-sonsuz-yolculugu/430678.html
Bir de, bu siteyi ziyaret edenlerin kafasını daha fazla şişirme, defol git. Sabah akşam buradasın.
Bunamis Cok Zeki Necip (N) ile Gencler arasinda mulakat devam ediyor.
N: ‘Sosyoekonomik olgu’lari birilerinin projesiymis gibi gormek, bir yerde ortaya cikmis yeni bir ‘sosyoekonomik olgu’yu oradaki bir ‘icat’ saymak ve onu da o yere baglamak kadar sacma bir sey dusunemiyorum.
G: Dusunemediginizi tahmin etmistik, itiraf ettiginiz iyi oldu. Bu sitede sizin gibi salak cok ama itiraf eden yok. Win-win situation: siz zirvalayin, biz gulelim.
Z1 (zirvalama 1):
Kapitalizmi zaman icine siz sokmustunuz moruk amca, yine unutmussunuz. Sozlukleri hazirlayanlar sizin gibi bunak degiller. Tanimlara zaman ve mekan eklemezler. Agac taniminda bitkilerin yaklasik 400 milyon yil once denizden karaya (Mekan)
cikip bir sure sonra (Zaman) agacin gelistigini ansiklopedilere birakirlar. Amca sizde bir zeki gorunme sapikligi var. Hemen sozluk hazirlaynalara yazip, agac her zaman vardi, diye duzeltin. Bu arada salaklara hatirlatin: insan da her zaman vardi. Gen men, ADN MaDeNe, Uzay Denklem menklem, cikar mikar falan filan masallarinizi anlatin. Ama lutfen Turk oldugunuzu yazmayin, bizi de sizin gibi b*k edip cikarirsiniz. Yaladiklarinizin yaladigi “Ben hakliyim, su b*k cukurundandaki mahluklarin zirvalamalarina bakin !” der.
Z2
Newton’un yer cekimi yasasini bulmasi nasil birden bire ‘Sosyoekonomik olgu’ oldu, be amca? Siz iyice bunamissiniz.
Aman, sakin bu konudaki zart zurtlarinizi da bilim bilen birine yazmayin ve yazarsaniz Turk oldugunuzu eklemeyin. Cevap veren, “ulan salak, kinin (agac kabugu) de daha once var di. Derdimiz, ezelden var oldugu safsatasi degil, kesin (spesifik) bulgular. Senin kadar aptal birinin olacagini dusunemiyorum. Sana gore, evren maddelerden olusmus; o halde, maddeden olusan her bulgu her zaman vardi. Sana gore, butun yazili eserler alfabedeki harflerden olusur; o halde, butun harflerle yazili eserler her zaman vardi.
Z3
Kemalizm birilerinin projesi degil, bir yerde ortaya cikmadi, her zaman vardi, her zaman olacak. Sizin olmayan kullanmadiginiz akliniza gore butun ‘-izm’ler her zaman vardi. Bir Turk Bir Milyar Aptaldan daha Aptaldir!
Z4
Ama amca, dogrusu, zart zurtlarinizin en buyuk carpiciligi, bu sitedeki kalite dusuklugunu temsil etmesi, fasistlik ve irkciligin ebedi varligini kanitlamasi.
Z5
Gelelim ‘Ipek Yolu’ masaliniz ve yalama olmus cenenize. Horoz gibi kabarma hastaliginiz bunakliginiz kadar vahim.
Size gore Necip’e Necip demek hatali! Necip’i anlamak icin en az dogusundan bu yana, ic organlarini, sindirim sistemini, kan doalsimini, olmayan beynini, sinir sistemini,…enini, boyunu, psikoljisini… ve hatta bunlarin herbirinin milyonlarca sayfa tutacak ayrintilarini bilmemiz gerekir. Ama bu herif, kendinden kalite bakimindan isik yillari ustun savannah’da gezenleri ve diger ciplak vahsileri irkcilik ve fasistlik gozlugu takarak yaladiklarinin eline verdikleri bir kamisda silar atar.
Bu adi fasist ruhlu Necip g*tuyle goge bile ucsa, bu siteyi dolduranlari tasvir eden, salak Necip’in bilgiclik hevesiyle diliyle ‘Sosyoekonomik olgu’ dedigi, asagidaki olgu tarih icinda dogdu.
“ … We leave behind us the world of historical ironmasters and banker-historians, geological divines and scholar tobaconnists, with its genial watchword : to know something of everything and everything of something : and through the gateway of the Competitive Examination we go out into the Wasteland of Experts, each knowing so much about so little that he can neither be contradicted nor is worth contradicting.”
Belki sonsuz utanmaz ve sonsuz bunak oldugundan Necip’i tekzip etmek ne deger ne de olagan ama bu sosyal medyanin sersemlettigi bunaga 1995’de, yani son cilginliklarin her zaman oldugu ama daha henuz olmadigi bir evvel zaman icinde, gelecek sidik yarisinda daha guclu agiz ishaline yararli olur diye bir dergi tavsiye ederim:
Diogen,Volume 43, Issue 171, September 1995: Articles
By Way of Introduction :D. Diène
Languages and Cultural Interchange along the Silk Roads: Denis Sinor
The Geographic and Linguistic Status of the Silk Roads: Edward Tryjarski
East-West Borrowings via the Silk Road of Textile Terms:James Hamilton
Pre-Islamic Turkic Borrowings in Upper Asia Some Crucial Semantic Fields: Louis Bazin
China and Tibet as Referred to in the Old Turkish Inscriptions: Wolfgang-Ekkehard Scharlipp
The Silk Road and Hybridized Languages in North-Western China: S.A. Wurm
A Linguistic Voyage through Manichaeism and Chinese Zoroastrianism: Nahal Tajadod
Appendix I: Marie-Lise Beffa
Project for a Comprehensive Study of the Silk Roads: Vadim Eliseyev
One Traveler Among Many: Pierre-Henri Giscard
Cok kisa bir sure once ayni Necip gibi irkci ve fasist adi Hortlak ile dalga gecmek icin bu dergiden bir soru sormustum:
‘Türk” kelimesiyle Avrupa dillerindeki ‘drug’ vb. kelimeler arasindaki bag ne? Herif ayni Necip gibi cahilligini konuyu degistirmek ve kivirmayla halletti.
Anarsistler anarsisti Necip her turlu bilgi ve bilgi kaynagina ‘o da kimmis?’ ahlaksizligi ile cevap verir, simdi de kendi verdigi bilgilerin coktan beri, ayni kendine benzerler arasinda, daha kaba bir dille ‘who gives a fuc*?’ lafini duymamis gibi kendisine benzeyen cahilleri secmeye davet eder.
Necip, sizin matematik, fizik, felsefe, tarih, antropoloji, bilim,bilim tarihi, bilim felsefesi, simmulation vs. … cahilliginizi ve ozellikle en ahlaksiz ve alcaklikla ciplak vahsiler ve ilkeller hakkinda sergilediginiz cahilliginizi ben apacik gordum. Ama bu site size benzer ahlaksizlarla dolu oldugundan benden baska hic kimse gormedi. Aile ici kavganiz sizler gibi yavan ve degersiz!
“Bizim Wahsi” Anti-Medeniyet-izm dininin Tanrı’sı mı Peygamber’i mi?
“bu bir ‘sosyoekonomik olgu’dur; ve hic kimse de, ‘aha simdi dogdu, dogacak’ diye dogum odasinin kapisinda heyecanla bekliyor degildir.
‘Sosyoekonomik olgu’lari birilerinin projesiymis gibi gormek, bir yerde ortaya cikmis yeni bir ‘sosyoekonomik olgu’yu oradaki bir ‘icat’ saymak ve onu da o yere baglamak kadar sacma bir sey dusunemiyorum.”
İlginç.
Bu dediklerinizi şöyle değiştirelim biraz;
İktidar bir “sosyoekonomik olgu”dur; ve hiç kimse de, “aha şimdi doğdu, doğacak” diye doğum odasının kapısında heyecanla bekliyor değildir.
“İktidar olguları”nı birilerinin projesiymiş gibi görmek, bir yerde ortaya çıkmış yeni bir “iktidar olgusu”nu oradaki bir “icat” saymak ve onu da o yere bağlamak kadar saçma bir şey düşünemiyorum.
– önceki yorumun devamı –
Şöyle de değiştirebiliriz sanırım;
Devrim bir “sosyoekonomik olgu”dur; ve hiç kimse de, “aha şimdi doğdu, doğacak” diye doğum odasının kapısında heyecanla bekliyor değildir.
“Devrim olguları”nı birilerinin projesiymiş gibi görmek, bir yerde ortaya çıkmış yeni bir “devrim olgusu”nu oradaki bir “icat” saymak ve onu da o yere bağlamak kadar saçma bir şey düşünemiyorum.
“Türkiye’ye Afgan akını
TÜRKİYE son 2 aydır daha önce olmadığı kadar Afgan göçüyle karşı karşıya. Emniyet verilerinden edinilen bilgiye göre sadece 26 Mart ile 1 Nisan arası 1 haftalık dilimde, doğu sınırlarımıza yakın bölgelerde yakalanan kaçak göçmen sayısı 2 bin 713. Bunların 2 bin 530’u Afgan, 146’sı Pakistan, 34’ü Bangladeş ve 3’ü Afrika uyruklu.”
Ortanın Sağı (AKP) Moskova Yolu (Putin)
“Bu dediklerinizi şöyle değiştirelim biraz;”
“[…]”
“Şöyle de değiştirebiliriz sanırım;”
“[…]”
Sirf ‘spor’ olsun diye yapilan kelime/terim ikameciligine pek sicak bakmadigimi daha once yazmistim –dogru ve anlamli yapilanlar haric, tabii ki.
Sizin yukaridaki iki yorumunuzda verdiginiz iki ayri ormekte bir sorun –ya da benim temel bakisim ile bir celiski– goremiyorum.
Fakat, sirasi gelmisken, ilginc buldugum yaygin/genel bir celiskiye de isaret etmek isterim dogrusu.
Baska herseyde ‘dogal’lik arayan bircok insanin, tamamen dogal sureclerle (farkli zaman ya da yerlerde ve anonim[lesmis] katkilarla) ortaya cikmis ‘olgu’lar sozkonusu oldugunda, illa onlari bir kisiye baglamak, o kisinin icadi imis gibi gormek arzusunun insanlik adina bir ‘kibir’den mi, yoksa cehaletinden mini minnacik bir parcanin eksildiginin verdigi cocuksu mutluluktan mi kaynaklanir bu; emin degilim.
“Mitolojik kökleriyle günümüze taşınarak ‘kahramanın yolculuğu’ devam ediyorken, film serisi ‘cash cow’ ile ceplerini dolduran devasa bir sinema endüstrisi de var.”
Bunlarin konuyla ilgisi nedir?
Carkta cok para donuyor –‘sagin inek’ haline gelmis– diye, aniden, kanaatimi degistirmem mi bekleniyor?
“‘Star Wars’ bir tür ‘din’dir.”
‘Bir tur din’ de ne demek?
Sizin haberiniz yok galiba:
https://tr.wikipedia.org/wiki/Jediizm
https://en.wikipedia.org/wiki/Jediism
Bu da ‘mabet’in anasayfasi:
https://www.jedichurch.org/
Dinlere ait/mensup olmak bana pek uymadigindan, almayayim; kalsin.
“‘Star Wars’ı yine sevme, fakat bu kitabı oku, cahil kalma:”
Size, pazarlama faaliyetlerinizde basarilar dilemek isterdim; ama, tarzinizi temelden degistirmezseniz, biraz zor gorunuyor.
22 TL verip alacagim bir seyden en az 22 TL fayda elde etmem gerekiyor. Bu kitap o kriteri karsilamaktan cok uzak, malesef.
Dahasi, filmlerden ve dizilerden ibaret bir gorsel kulliyat hakkinda kitap filan niye okuyayim?
Yazara selamimi iletin: Belgesel haline getirip YouTube’a filan koyarsa, yapacak baska hicbir isim kalmadiginda, belki seyrederim.
“Bir de, bu siteyi ziyaret edenlerin kafasını daha fazla şişirme, defol git. Sabah akşam buradasın.”
Anlasilan, kendinizi siteye kahya tayin ettiniz.
O da gecer.
Zamana birakmak en iyisi.
Cinsel devrim bir “sosyoekonomik olgu”dur; ve hiç kimse de, “aha şimdi doğdu, doğacak” diye doğum odasının kapısında heyecanla bekliyor değildir.
“Cinsel devrim olguları”nı birilerinin projesiymiş gibi görmek, bir yerde ortaya çıkmış yeni bir “cinsel devrim olgusu”nu oradaki bir “icat” saymak ve onu da o yere bağlamak kadar saçma bir şey düşünemiyorum.
“ÖSO güruhunu bir hayalet şehir karşıladı.”
YPG: “My heart is a ghost town”
https://www.youtube.com/watch?v=Ix8ocFEMa1o
Sacmaligiyla girmeyecegim.necip hazretlerine; kapitalizm en ilkel toplumun bagrindan dogar.arti uretim sonucu,mubadele pazar,ticaret olayi.
Topluma hakim olan kapitalist uretim sanayi devrimiyle baslar.
Onceki,feodal,koleci,ilkel toplumlarda pazar, ticaret,toplumun yasamini tayin etmez..
Ticaret,pazar var diye zavalli afrika ulkesini kapitalist yapilmaz.
Kuccug dusunup buyyug yazacagina… buyyug dusun….
Necip:
Kapitalizm o kadar hızlı ortaya çıkmış olamaz.
“Baby slow down the capitalism”
https://www.youtube.com/watch?v=Z8eXaXoUJRQ
—Bu kitap o kriteri karsilamaktan cok uzak—
Kitabın içeriği hakkında bilgin var mı?
‘Duymuşluğum var, bilsem ne – bilmesem ne?’ diye kestirip atma, cevap ver.
—Dahasi, filmlerden ve dizilerden ibaret bir gorsel kulliyat hakkinda kitap filan niye okuyayim?—
Kitap hakkında hiç bilgin yok.
Sen neden bahsettiğinin farkında değilsin: ‘filmlerden ve dizilerden ibaret bir gorsel kulliyat hakkinda kitap’
Kitapta, ‘Star’ ve ‘Wars’ kelimeleri yok, ‘Master Yoda’ yok, ‘Anakin Skywalker’ yok, ‘Jedi’ yok, ‘Sith’ yok…
‘Dini nasihatler’ anlatan, didaktik ve lirik bir kitap değil.
1949’da yayınlandı.
George Lucas, 1949’da, ‘4,5 – 5’ yaşlarındaydı, anlayarak okumayı o yaşlarda sökmüş müdür, kendisine sormak lazım!
Lucas’ın imajinasyon kabiliyetinin tam olarak ne vakit başladığını saptamak mühim değil. Mühim olan şu: Lucas 5 yaşında iken (yani kitap 1949’da yayınlandığında), ‘Star Wars’ın idea hali bile Lucas’da henüz yoktu. ‘Superman kültünün etkileri’ belki vardır Lucas henüz 5 yaşında iken, çünkü ‘Superman çizgi roman serisi’ 1933-1938’de yayına başladı, Lucas’ı daha küçücük çocukken etkilemiş olması muhtemeldir. Fakat, ‘Kahramanın Sonsuz Yolculuğu’ ise taaa 1949’da. (Bu, bir kitap; ‘çizgi roman serisi’ değil.)
Necip, dikkat et, tarih: 1949.
—Yazara selamimi iletin: Belgesel haline getirip YouTube’a filan koyarsa, yapacak baska hicbir isim kalmadiginda, belki seyrederim.—
Necip, ahmak mısın? Ahmak numarası mı yapıyorsun?
‘Joseph John Campbell’, 30 Ekim 1987’de öldü.
1987’de, ‘internet’, birkaç kurumun kendi arasında veri alışverişi için kullandığı kaplumbağa hızıyla çalışan kapalı kutu bir sistemdi, ‘YouTube’ henüz tohum bile değildi.
Cahil kalmayı bırak, oku kitabı.
‘Star Wars’ı desteklemek için değil, bir daha ‘Star Wars’ ile ilgili soru-yorumlarla karşılaştığında, ‘kök’ün nereden geldiğini bilip ona göre cevap verebilmen için.
‘Tanah’ı okuduğunda, Yahudilik’i desteklemiş olmuyorsun.
‘İncil’i okuduğunda, Hristiyanlık’ı desteklemiş olmuyorsun.
‘Kuran’ı okuduğunda, İslam’ı desteklemiş olmuyorsun.
‘Tripitaka’yı okuduğunda, Budizm’i desteklemiş olmuyorsun.
‘Bhagavad Gita’yı okuduğunda, Hinduizm’i desteklemiş olmuyorsun.
‘Kahramanın Sonsuz Yolculuğu’nu okuduğunda, ‘Star Wars’ı desteklemiş olmayacaksın.
Dikkat et: Bu kitap, ‘dini nasihatler’ anlatan, didaktik ve lirik bir kitap değil.
Kitabın yazarı Campbell, ne ‘peygamberlik rolü’ne bürünmeye uğraşıyor, ne de ‘herhangi bir dine katılım çağrısı’ yapıyor.
Hem, ‘Allah’ denen mitolojik figür ne demiş: ‘Ikra & Oku’ (Al-Alaq, 96th chapter, 1st verse)
Mitolojik bir figür olan ‘Allah’ın söylediği iddia edilen ‘şeyleri’ okursan, onu eleştirmek için de elinde malzeme olur.
Bir dini nasihatler kitabı olMAyan ‘Kahramanın Sonsuz Yolculuğu’nu okursan, ‘Star Wars geek’leri arasında orgazmlar yaşayan ergenlerin kıkırdamalarına verecek cevabın olur.
Cahil kalmayı bırak, oku kitabı.
Star Wars: Episode VI – Return of the Jedi, Star Wars, Star Trek, Stargate, George Lucas, Joseph John Campbell…
Seyirci toplumunu mükemmel simgeleyenlerin laf salatası, newspeak cambazlığı, televizyon ve medya silahşörlerinin bataklık kumu üzerinde çarpışmaları.
Sadece Campbell’i okudum. Diğerleri hakkında tek bilgim Reagan’ın Soğuk Savaş’ı kazanmasını doğrudan veya dolaylı şakşaklayanlar olduğu. Campell de aynı ama daha çok Ayn Rand falan filan. Zavallı anarşistler anarşisti Necip’in olmak istediği ama bir türlü olamadığı süper yıldızların iki somut tecessümü.
Not: Bence Necip bu herif ve herif-kadından daha zeki ama kendinin dediği gibi “Coğrafya kaderdir.”
Önce mafya tarafından başa getirilen Reagan’ın masalı.
‘Whiskey-on-the-Rocks’ olayının pisliğini temizlemek için İsveç’e gönderilen Sovyet elçi Boris Pankin’in ağzından:
“Bir nokta üzerinde ısrar etmek istiyorum. Avrupa’nın en aydın ve eğitimli, Batı Avrupa, Kuzey Batı Avrupa’nın demokrasi kalesi sayılan İsveç’de bile çok kısa bir süre içinde halkın büyük bir kesimi (bu sitedeki Hortlak gibi) zombileştirildi.”
Not: 1981 ile 1983 arası İsveç halkının Sovyetlerin saldırısından korkanlar %27’den %83’e çıktı.
Not: Bu arada, şimdi yeniden körüklenen, korku çılgınlığını durdurmak isteyen Olof Palme öldürüldü.
Şimdi de Campbell masalı.
Çok basit örneklerle başlamak da yarar var. Yahudilik, Hristiyanlık ve İslam her üçüne temel mitlerini hem paylaşırlar hem paylaşmazlar. Şu an Milliyetçilik modern mitini paylaşan ve paylaşmayanlar da öyle.
Mite, her miti, her zaman, her yerde kapsayan soyutlar soyutu bir tanım vermek, miti en derin işlevinden mahrum eder. Mit, şimdi ve burada yaşayan somut kişinin somut hayatla ilişkisine anlam verir, etkinliğini meşru kılar. Kişi, mitini, mit olarak görmez; inandığı mit gerçeğin ta kendisidir.
Eğlence ve reklam endüstrisi mitin soyut ve genel niteliğinden istifade eder. İnsanın genel ve soyut ihtiyacına hitap eder.
Şaman sözü hemen Türk sözünü hatırlatır. Eğer Türklerden çok daha ileri kültürlü Ayran ırklı Hortlak ve Hortlak Kürtlerini hariç tutarsam, şamanın uzayda gezmesini, cemaatinden bir kişinin ruhunu veya sağılığını çalan kötü ruhlar veya tanrılarla kanlı kavgasını, seyahatten kan ter içinde geri gelmesini bu kara cahil enayi Türklerin bilmemesi son derece doğal. Aralarında, ciddi ciddi Star Wars, Star Trek, Stargate, George Lucas, Joseph John Campbell hakkında fikir yürütür, bu salaklar. Apaçık görülenleri görür bu zavallılar. Ne var ki, esas mit saklıdır, görülmez; çünkü doğal ve normaldir.
Eğlenceler ve reklam teknisyenleri, renk, müzik, gündemdeki her salağın bildiği medya haberlerini seyircilik ve dikizcilik emzikleri yapıp yaşamları tamamıyla yavanlaşmış modern ucubelere dağıtırlar.
Dünya peygamberlerinin çoğunun aslında şaman oldukları iddiasını bile bilmez bu dini Atatürk-Erdoğan’dan öğrenen modern soytarılar.
İlkellerden söz edersem uslu, terbiyeli, evcil köpekler havlamaya başlasınlar artık alıştım. Ölüp yeni bir kişi olarak yeniden dirilmeler, hayvan olup tekrar insanlığa dönmeler,…; cadıların gece uçmaları, …; ve binlerce kırımdan geçirilenlerin yaşadıkları hayatlar havlayan köpeklere eğlence, turistlik maceraları olmuş.
“Kapitalizm ne zaman ortaya çıktı?” diye sormak “İlk insan ne zaman ortaya çıktı?” diye bir soru sormaya benzemiyor mu?
Türkiye’de – ve tabii bütün dünyada – “kapitalizm” nasıl yıkılır?
Mesela şöyle mi?
Gezi’deki gibi, sonuçta ülkenin geneline göre azınlık olan bir kitlenin hareketiyle kıyaslanamayacak kadar büyük, halkın tüm kesimlerini ve ezici çoğunluğunu kapsayan, daha önce benzeri hiç görülmemiş gerçek bir halk isyanı çıkar.
Halkın bu ezici çoğunluğu seçimleri boykot eder ve hiçbir iktidarı tanımayacağını göstermiş olur. İktidar ve muhalefetiyle bütün burjuva siyasetini ve partilerini hedef alır.
Meclisi işgal eder. Her yerde kendi öz örgütlenmeleri olan kendi meclislerini kurar.
Bu halk hareketi devletin ordusuna, polisine, bütün kolluk güçlerine de yöneleceğinden onları da lağveder.
Her yerde işgaller, genel grev vb. görülür.
Böylece “kapitalizm” yıkılır. “İşçi sınıfı ve emekçiler” adı verilen halk çoğunluğu, devlet ve sermaye sınıflarının bütün iktidar organlarını yıkarak her yerde kendi öz örgütlenmelerini kurmuş olur. Bütün üretimi kendi ihtiyaçları ve istekleri doğrultusunda, kendi kararları ve planlamalarıyla yapar. Bunun sonucunda kâr amaçlı üretim, bu üretimin neden olduğu sömürü ve israf, ve tabii para da ortadan kalkar.
Yok, böyle değilse o zaman nasıl?
Gerçi asıl sorulması gerekenler başka.
Güzel bir hikaye bu tabii. Fakat işte sadece bu kadar mı? Yani “hikaye” mi ve böyle olmaya mahkum mu?
“Kitabın içeriği hakkında bilgin var mı?”
Var.
Su, sizin verdiginiz linkle baslayabilirsiniz.
http://www.kitapyurdu.com/kitap/kahramanin-sonsuz-yolculugu/430678.html
Ayrica Amazon’a da, baska yerlere de baktim.
https://www.amazon.com/Thousand-Faces-Collected-Joseph-Campbell/dp/1577315936
https://en.wikipedia.org/wiki/The_Hero_with_a_Thousand_Faces
http://www.newworldlibrary.com/Books/ProductDetails/tabid/64/SKU/15936/Default.aspx
Ugrassam, metnini de eBook/PDF formatinda bulup okurudum.
Ama, ilgimi cekmedi; cekmiyor.
Ha.. evet, ‘yazar’ yerine ‘ceviren’e demeliydim. Bunu da ’22 TL’ bahsinden anlayabilmeliydiniz.
[Ben, eger okuyacak olsaydim, orjinali Ingilizce oldugu icin, Ingilizce olanini okumagi tercih ederdim. Cevirme isinin pek de iyi olmadigini da soyleyenler var zaten.]
Bu iki duzeltmeden sonra, diger yazdiklariniz (ilgilenmedigim konudaki vaazlariniz) havada kaliyor.
Uzgunum.
Ama, bu sizin icin yeni bir sey degil.
Asil ona uzgunum.
“Türkiye’de – ve tabii bütün dünyada – ‘kapitalizm’ nasıl yıkılır?”
Bu sorunun cevabi iyi-kotu biliniyor; da, cevap soruyu soranlarin yaralarina pek de merhem olmuyor.
O yuzden duymak bile istemiyorlar.
Cevap sudur:
Yaklasik 1.1 milyar sene sonra, gunesin yaydigi enerji yuzde 10 kadar artacak. Bu da, dunyanin atmosferini etkileyecek; Venus’e benzemege baslayan dunya yasanmaz hale gelmege baslayacak.
Insan yasayamaz hale geldigi icin, ‘kapitalizm’ de sizlere omur olacak.
Ondan sonrasi ise, ‘anti-kapitalist’ler icin tam anlamiyla cennet..
5.4 milyar sene sonra gunes, ‘kizil dev’ (‘red giant’) safhasina girecek; capi o kadar artacak ki, dunyayi da yutacak.
Dunya yok olunca, haliyle, ‘kapitalizm’ filan da olamayabilcek.
Q.E.D.
“Mesela şöyle mi?
Gezi’deki gibi, sonuçta ülkenin geneline göre azınlık olan bir kitlenin hareketiyle kıyaslanamayacak kadar büyük, halkın tüm kesimlerini ve ezici çoğunluğunu kapsayan, daha önce benzeri hiç görülmemiş gerçek bir halk isyanı çıkar.”
Yok. Yani, bence, oyle olmaz.
‘Halk isyani’nin cikmasi icin, ekonomik acidan sismik olceklerde bir sarsilma/yarilma gerekiyor.
Yani, halkin cok onemli bir kisminin aclik yasamasi, geri kalan kisminin da acikca aclikla tehdit edilmesinden, gelecege yonelik umitlerinin tamamen yok olmasindan bahsediyoruz.
Yani, halkin ‘ayol, yeni bir iPhone alamayacak miyim?’ ya da ‘Internet baglanti hizim dusecek mi?’ gibi sorulara garkolmasi yeterli degil…
Ben, tahmin ettiginiz uzere, boyle sismik bir sarsilma ihtimalini pek de yuksek gormuyorum.
Oyle bir ihtimal yoksa, geri kalan her turlu calkantiyi sistem icinde cozmek/gecistirmek/savusturmak mumkun olur.
“Halkın bu ezici çoğunluğu seçimleri boykot eder ve hiçbir iktidarı tanımayacağını göstermiş olur. İktidar ve muhalefetiyle bütün burjuva siyasetini ve partilerini hedef alır.”
Iyi de, bu dediklerinizin tamami, eger yapilabilir olsaydi bile, sistem-ici tepkilerdir.
Kucuk odunlerle uzlasilmasi mumkundur.
“Meclisi işgal eder. Her yerde kendi öz örgütlenmeleri olan kendi meclislerini kurar.”
Bunlar hep denendi. Burada temel sorun, butun katilimcilarin ‘isyan’ini devam ettirecek kadar yakitin devamliligidir.
Ben bunun saglanabilecegini dusunmuyorum.
“Bu halk hareketi devletin ordusuna, polisine, bütün kolluk güçlerine de yöneleceğinden onları da lağveder.”
Buradaki temel faraziye, benim gordugum kadariyla, ‘devletin ordusu’nun, ‘devletin polisi’nin, ‘devletin bütün kolluk güçleri’nin halka ragmen ve sirf halka baski amaciyla var oldugunu dusunmek..
Ben bunun gercekci bir onerme oldugunu dusunmuyorum.
Bu birimlerin herbirinin var olusunda cikari olan cok sayida insan var. Ozellikle de ozgurlukleri konusunda hassas olanlar.
Siz bu birimleri ortadan kaldirmaga basladiginiz anda, eger aksamdan sabaha onlarin yerine ve onlardan cok daha ‘adil’ yapilar kuramazsaniz (ki, cok da mumkun/gercekci degil bu), katilimcilarin cok buyuk bir kismini hemen oracikta kaybedersiniz –arkanizda kimseyi bulamazsiniz.
“Her yerde işgaller, genel grev vb. görülür.”
Teorik olarak kulaga hos geliyor.
Ama, kazin ayagi perdeli:
Isgallerin/grevlerin oldugu yerlerde verilen hizmetlere ihtiyaci olanlari ne yapacaksiniz?
Hastanede hastasi olanlar, firincidan ekmek almak zorunda olanlar, bir yerden bir yere gitmek zorunda olanlar vs vb..
“Böylece ‘kapitalizm’ yıkılır. ‘İşçi sınıfı ve emekçiler’ adı verilen halk çoğunluğu, devlet ve sermaye sınıflarının bütün iktidar organlarını yıkarak her yerde kendi öz örgütlenmelerini kurmuş olur.”
Ziyadesiyle sehvani/sehevi bir ruya oldugunu teslim ederim. Ama, o ruyanin sonunda bir vecd/orgasm hali goremiyorum, malesef.
Cunku, yeniden kurulacak (kurulmak zorunda olacak) olan duzenin bir oncekinden daha iyi olacaginin garantisi yok.
Daha da beteri, boyle bir duzenin kurulabileceginin de garantisi yok; olsa bile, ne kadar zaman icinde kurulabilecegini bilmiyoruz.
Ne zaman kurulacagi belirsiz bir yeni duzen ugruna herseyini feda etmesi icin kac kisiyi ikna edebilirsiniz?
“Bütün üretimi kendi ihtiyaçları ve istekleri doğrultusunda, kendi kararları ve planlamalarıyla yapar. Bunun sonucunda kâr amaçlı üretim, bu üretimin neden olduğu sömürü ve israf, ve tabii para da ortadan kalkar.”
Bu devrimci ruyayi, kendisi devrimci olmasa bile, Asik Veysel pek de guzel resmetmis..
“Yok, böyle değilse o zaman nasıl?”
Gunesi gozlemege devam.. 😉
“Gerçi asıl sorulması gerekenler başka.
Güzel bir hikaye bu tabii. Fakat işte sadece bu kadar mı? Yani ‘hikaye’ mi ve böyle olmaya mahkum mu?”
Degil tabii ki.
Insanligin kabul etmekte zorlandigi fakat mahkum oldugu realite, bence, sudur:
Hem aglarim, hem giderim.
Ben ‘ayol, yeni bir iPhone alamayacak miyim?’ gibi endiselerden bahsettim; ardindan da surada sunu gordum:
https://www.dunya.com/sirketler/kriz-soylemi-var-ama-telefon-sevkiyatlarini-yetistiremiyoruz-haberi-410278
Yani, evet, gercekten de varmis boyle bir endise…
‘Devrim’ kapida diyebiliriz.. 😉
What is the difference between the creation of Adam and Eve by God and the creation of the Capitalism by the Capitalists?
Turk laik dinci yoktan var oldugunu sosyoekonomik, sosyopolitik, jeocografyapolitikekonomik, ekonopolitik, ontolojikampirikepistmologic, otomobilsaticilik gibi cesitli bilme dallarinda oterek topladigi olgularla ispat etti.
Yok olan kapitalizmden, komunizm cikti.
Yok olan komunizmden, kapitalizm cikti.
Yok olan kapitalizm-komunizmden canlilar dunyasinin sonu olanagi cikti.
Gurularinin ruhani var/maddi yok sivri kelle denklemlerden evren cikti.
Denklemlere 100 milyon yil once bakti, kendi yok; aynaya bakti kendi var. Laik dinci, yoktan cikti.
Emarda beyni bos cikti, agzindan cikar cikar cok cikar.
“What is the difference between the creation of Adam and Eve by God and the creation of the Capitalism by the Capitalists?”
Second part of your question is not only wrong, but also it is blasphemy.
The correct lineage is somethings like this:
God crated capital. Capital begat capitalists and capitalists begat capitalism.
—Su, sizin verdiginiz linkle baslayabilirsiniz.—
Kitabın İngilizce aslını 1978’de, Türkçe çevirisini 2010’da okudum.
Sen, okuMAmışsın.
Başlayacak olan ‘sensin’.
—Ha.. evet, ‘yazar’ yerine ‘ceviren’e demeliydim. Bunu da ’22 TL’ bahsinden anlayabilmeliydiniz.—
Necip, kıvırma.
‘Joseph Campbell’ın 1987’de öldüğünden haberin yok(tu), şimdi, kitabı çeviren ‘Sabri Gürses’i ise günah keçisi ilan edip, bir de kitabın 22 TL olmasını bahane edip, kıvıra kıvıra, kendini haklı göstermeye çalışıyorsun. Ahmaklıktan kurtulmayı dene.
—orjinali Ingilizce oldugu icin, Ingilizce olanini okumagi tercih ederdim.—
Bekleme.
Kitabı, İngilizce aslından okumak istiyorsan, oku.
—Cevirme isinin pek de iyi olmadigini da soyleyenler var zaten.—
Çevirisi kötü yapılmış eserler de mevcut, sağlıklı çevirilmiş eserler de mevcut. Mesnetsiz genellemeler yapma.
Sabri Gürses’in çevirisi ‘pek iyi’. Güvenebilirsin.
—Bu iki duzeltmeden sonra—
‘Düzeltme’ yapMAdın.
Kendini haklı göstermek için ‘kıvırdın’.
—diger yazdiklariniz (ilgilenmedigim konudaki vaazlariniz) havada kaliyor.—
Kitabın içeriği hakkında bilgin yoktu, ikaz ettim, öğrendin. Ve hatta, İngilizce aslını bile okumaya kendini hazırladın.
Kitabın yazarının ölmüş olduğunu bilmiyordun, ikaz ettim, öğrendin.
Eğer konuyla ilgilenmiyor olsaydın, ‘Star Wars geek’leri arasında orgazm yaşayan ergenlerle muhatap olmazdın, ama muhatap oldun, yukarıda ‘157’de.
Konuyla ilgileniyorsun, fakat, bilgin yok. Sana yazdıklarımı ‘vaaz’ deyip geçiştirebileceğini sanıyorsun. Halbuki, ‘vaaz’ değil. ‘Star Wars geek’leri arasında orgazm yaşayan ergenlerin kıkırdamalarına cevap vermeye hazırlanırken, ulaşacağın yer, ‘Kahramanın Sonsuz Yolculuğu’ kitabı olacak. Çünkü, George Lucas, bu kitaptan esinlendi.
Cahil kalmayı bırak, oku kitabı.
—Uzgunum.—
Üzgün değilsin. Kendini haklı göstermek için ‘kıvırıyorsun’.
—Ama, bu sizin icin yeni bir sey degil. Asil ona uzgunum.—
Benim için neyin eski, neyin yeni olabileceği hakkında kanaat getirecek kadar beni tanımıyorsun.
‘Star Wars geek’leri arasında orgazm yaşayan ergenlerle muhatap olup konuyla ilgilendiğin halde, cahil kalmak istiyorsun, üzgünüm.
Hangi “Kapitalizm” ?
Hangi “Anti-Kapitalizm” ?
Örneğin; “Anti-Kapitalist”ler,
“Kapitalizm X tarihlerinde ortaya çıkmıştır”,
“X ülkesi sosyalisttir / sosyalist değil devlet kapitalistidir / sosyalist değil kapitalizmden farklı bir tür bürokratik diktatörlüktür”,
“Tek ülkede sosyalizm olabilir / olamaz”,
“Devrimci parti / liderlik devrimci mücadelede şarttır / yanlıştır”,
“X ülkesinde Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı bağımsızlık / otonomi / etnik ve kültürel haklar / Demokratik Cumhuriyet şeklinde tanınmalıdır”,
“Silahlı mücadele / gerilla savaşı gerekli olabilir / her durumda yanlıştır”,
gibi konularda anlaşabilecek bir bütün müdür?
Evet ise, şimdiye kadar neden anlaşamamışlar?
Hayır ise, birbirlerine bu kadar zıt grupları içinde barındıran bir kümedeki kişi ve gruplara aynı ad (“Anti-Kapitalist”ler) verilebilir mi?
Kapitalizm yıkıldıktan sonra gelecek sömürüsüz, eşitlikçi, özgürlükçü toplumda her türlü bilimkurgu, fantastik, mitolojik film/dizi/roman, çizgi film/dizi/roman, hatta müzik klibi yasaklanarak yenilerinin çekilmesi ve yazılması da yasaklanacak m?
Medeniyet yıkıldıktan sonra gelecek doğal hayatta (doğal hayatı yaşayan ilkel toplumların ürettikleri hariç) şimdiye kadar üretilmiş her türlü kültür, sanat, edebiyat, kitap, roman, öykü, şiir, müzik, tiyatro, sinema, resim, karikatür, heykel, mimarlık eserlerinin imha edilerek yenilerinin üretilmesine yasak getirileceği gibi mesela.
“Kitabın İngilizce aslını 1978’de, Türkçe çevirisini 2010’da okudum.”
Benim de okumus oldugum nice luzumsuz kitap vardir.
Dert etmeyin demek istiyorum –anladiniz zaten.
“‘Joseph Campbell’ın 1987’de öldüğünden haberin yok(tu),”
Birkac linke bakinca gormustum; ama, olmasa da kimin umurunda.
Kesinlikle benim umurumda olmadi; hala daha da degil.
Dahasi, sizi –ve baskalarini da, belki– sasirtacak; ama, nice mevta var mortu cektiklerinden bihaber oldugum; ustelik de umurumda olmayanlar arasinda.
“Sabri Gürses’in çevirisi ‘pek iyi’. Güvenebilirsin.”
Gun gelir –belki bir sonraki omrumde– okuyacak olursam, sizin –yani, Internet uzerinde bir baska ‘Sari Cizmeli’nin– teminatlarini ciddiye alacagima emin olabilirsiniz.
“Kitabın içeriği hakkında bilgin yoktu, ikaz ettim, öğrendin.”
Kitabin icerigi hakkinda ilk verilen linkte yeterince bilgi vardi.
“Cahil kalmayı bırak, oku kitabı.”
Cahili oldugum o kadar sey var ki; bu da onlarin arasina eklense kimse farketmez bile.
“Eğer konuyla ilgilenmiyor olsaydın, ‘Star Wars geek’leri arasında orgazm yaşayan ergenlerle muhatap olmazdın,”
Kimlerle, nelerle muhatap oldugumu bir bilseniz.. mesela, sizin su yazdiklariniz… ben cok sabirli birisiyimdir.
“Benim için neyin eski, neyin yeni olabileceği hakkında kanaat getirecek kadar beni tanımıyorsun.”
First impressions.. yeteri kadar ipucu veriyor.
Veriyor da, nedense, sizi /daha iyi/ tanimadigim icin uzgun olamiyorum bir turlu.
“‘Star Wars geek’leri arasında orgazm yaşayan ergenlerle muhatap olup konuyla ilgilendiğin halde, cahil kalmak istiyorsun, üzgünüm.”
Yok. Benim boyle bir derdim yok.
‘Trivia’ cinsinden bahsetmistim.
Ciddiye alacaginizi bilseydim..
Yine de umurumda olmazdi.
Kapitalizm yıkılacağında okuyacağımız haberler:
– Kapitalizm yıkılıyor! Necip panikte!
– Necip’ten açıklama: “Böyle olacağını tabii ki biliyordum. Aslında hepinizi trollemiştim. Siz de bu oltaya gelmiştiniz.”
– İnanılmaz gerçek: Kapitalizmin yıkılışının ardından Necip çıktı!
– Necip’e saldıran anti-kapitalistlere şok!
Bu sitenin en başta gelen özelliklerinden biri katılanlardaki dil sürçmeleri.
Faşistlik devrini yaşayan ülkelerdeki yazarlar halkın kelime ve kavramları faşist anlamlarla anladıklarının farkına varıp çare ararlar.
Faşistlerin faşisti Türkiye gibi ülkelere “bok çukuru” der.
Atı-Türk bu bok çukurundakileri temizleyip kendisi gibi boksuz ama pis kokan Avrupalı yapmak ister.
Ama Atı-Türk’ün hasırı altında çekilir, bok çukurundakiler bol- bok-tüketicisi olurlar.
Dünyanın bazı en derin düşünürleri bile bok çukurlarını dolduran 185’leri temizlemeyi vaat eden Hitler gibi faşiste katılırlar.
Sitede en çok göze çarpan: bu sitenin faşist ruhlularla dolu olması ve hatta bir faşist ruhlu “faşistle nasıl tartışılır?” diye sorar. Kendindeki ve 185 gibi siteyi dolduranlardaki ırkçı faşistlikleri görmez.
Bu sapıklıklar çoktan açıklandı ama bok çukurundakiler bol bol yediklerinden memnun, mışıl mışıl uyurlar.
Galiba, 185’in bok çukurunda, Medeniyet çıkana kadar insanlığın yaratmış olduğu her türlü somut eserler ve yanlarında ufak yazılarla odun kafalıların bile anlayacağı dandik dille açıklayıcı notları içeren bir müze bile yok!
Bir İtalyan ressam, çoktan, hızla artan lağım fareleri 185’leri düşünerek, bir kutuya b*kunu doldurur, üstüne “artistin b*ku” yazar. Bok çukurunda olmayanlar bunda mükemmel bir yatırım fırsatı görürler. Şimdi bu ‘eser’ milyonlara satılmakta.
Tüketim toplumu bok çukurundaki 185, her şeyi üstündeki fiyat etiketiyle anladığından, Medeniyet sonrası bile havlayacak:
Oooom, bize, ” bilimkurgu, fantastik, mitolojik film/dizi/roman, çizgi film/dizi/roman, hatta müzik klibi” ver! Oooom, bize kemik at! Ooom, hiçten geldik, hiçe gideceğiz, arayı doldur!
Dinle küçük adam 185! Medeniyet’in sonunu senin k*çlarını yalayıp bir türlü doymadığın Medeniyet yularını çekenler getirecek!
Senin pis dilin senin faşist ruhunu ele verdi: Medeniyet’e karşı olanlar yakıp yıkmaya karşılar!
Türkiye’ye son geldiğimde, 2010, en fazla dikkatimi çekenlerden biri eğlence endüstrisinin devasalığıydı. Bu, rastladığım 185 gibi hödüklerin dırdırlarını anlamamda kolaylık sağladı. İşte 185’in anlayacağı dandik bir haber.
Hollywood’a giden Suudi Prensi ‘Muhammed bin Salman, Türkiye’de olduğu gibi, 185 gibi kültür endüstrisi kazazedelerini arttırmak istemiş.
“Suudi Arabistan’dan eğlence sektörüne 64 milyar dolarlık yatırım yapacak.”
Aynısını 2500 yıl önce Darius, daha sonra Roma “ekmek ve sirk” (uyutucu eğlence, bread and circuses, panem et circenses) politika felsefesiyle başarmıştı.
Bocalayıp duruyorsunuz sayın Bakire Marksizm Teorisyeni Hortlak Hocamız. Ya eski din ya da yeni din. Necip ile çene yarışınızda boşa gelmiş, yeni Allahınız Marks ve yeni Dininiz Marksizm’i unutmuşsunuz:
“… ZAVALLİ afrika ulkesini kapitalist yapilmaz.”
‘Zavallı’ ahlaki bir terimdir. ‘Ahlak’, eski sahte dinlerde yutulan afyonların temelinde yatar. Siz ahlaksız, bilimsel, tarihsel, materyalist Marksizm dininin müminisiniz! Nesnel, bilimsel, materyalist dil kullanıp “Afrika Marks Allahımızın kurduğu bolluğa erişme merdiveninde aşağı bir basamakta” diyeceğinize, aceleye gelmiş, ahlak maklak lafı etmişsiniz. Eski dilde, ‘işinize şeytan karışmış’ denir; yeni ve materyalist din dilinde , ‘bakireler hareminizde kamışınız çarşafa dolaşmış’ deriz. Yakıştıramadık, wa’allahi bi’illahi Hortlak yavşak amca.
Medeniyet ve Bilim ve Teknolojiye yaptıkları dev katkılardan dolayı Dev Kürt Ayan Irkınızın sanal dünyanızdaki yerini unutmanız hayret. Hem siz, Hıristiyanlıkta olduğu gibi üçte bir, birde üç hilkat garibesisiniz: KürtAlamancaTürk = Hortlak; Hortlak = KürtAlamancaTürk. Bu pahasız medya artistlik sıfatınızı bile unutmuşsunuz.
Sizi hizaya dave ediyoruz. ‘Wahsi’ sizinle kedi fareyle oyun oynar gibi oynuyor, eğleniyor ve zaten kafayı yemiş olduğundan onu ciddiye almak bir hata. Ne var ki, Necip de sizin gibi sonsuz bilgili, sonsuz ciddi, sonsuz uslu, sonsuz evcilleşmiş, ontoloji ve epistemoloji teorisyeni, artı herif, anarşistler anarşisti. ‘Wahsi’ sizi affeder ve hoşgörür ama Necip asla. Necip ile sidik yarışına girmeden önce kamışınızı çarşaflardan kurtarın!
Medeniyetin araçları sayesinde medeniyete küfrede(bile)n biri ile fanatik bir Ku-Klux-Klan militanı olan beyaz düşmanı bir siyah ırkçısı arasında ne fark var?
Bu enayi 188, sitedeki kopyalarına sığınmak istemiş. Yavan ve kendi gibi sıradanların tasvip edeceklerinden emin olduğu küçük adam klişeleri sıralamış. Bok çukurundaki bir Türk, bok çukurundaki binlerce Türk’ün arkasına geçip destek olmaya, beraberce havlamaya davet etmiş.
Medeniyet’in ne olduğunu bilmeden savunan yobaz ile kara cahilliğinden utanmayan biri arasında fark var mı?
Hayır. Her ikisi de ısırmak için bol kemikle beslenmiş köpek.
Hayır. Bu siteyi dolduran kopyalarından dolayı ayırt edilemez.
Hayır. Her ikisi de Medeniyet’in en mükemmel başarısın simgeler: Köleliğini candan sevenler kalabalığından.
“Buradaki temel faraziye, benim gordugum kadariyla, ‘devletin ordusu’nun, ‘devletin polisi’nin, ‘devletin bütün kolluk güçleri’nin halka ragmen ve sirf halka baski amaciyla var oldugunu dusunmek..”
Evet. JİTEM, BÇG, Ergenekon, Balyoz, FETÖ, 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat, 27 Nisan, 15 Temmuz, Diyarbakır Cezaevi, Şemdinli ve Roboski “halka rağmen ve sırf halka baskı amacıyla var ol”muş olamaz.
Ideolojik tutumu bir yana birakilirsa, program arkadaslarinin yetersizligi bir yana birakilirsa, varolan en iyi uluslarasi Politika analizcisi diyebilirim Ceyda Karan icin.
http://tele1.com.tr/yeryuzu-ceyda-karan-ibrahim-varli-caglar-tekin-22/
Türkiye Suriye topragi Afrin e yerlesesiye kadar YPG Afrin i Suriye devletine teslim etmiyor. Tam Trump çekilecegiz derken Cihatcilar Bagdadiye yemin tazeliyor. eski sömürge efendilerden Fransa `özgürlükçü cephe`nin hamiligine soyunuyor. Ve biz komplo teorilerine inanmamaliyiz.
Içine giren elin degisebildigi bir eldiven olmak. YPG nin dahi pragmatik siyasi önderlerinin varip varabildigi nokta.
ilkesel ve ahlaki nedenler bir yana, ezilen ulusun siyasi temsilcilerinin hep unuttugu reelpolitik bir gerceklik, Turkiye Devleti Emperyalizm icin hep daha önemli olacaktir Kürtlerden.
Ulusalcilar ve Kürt siyasetinin kavriyamadigi sey, (yada ikisininde yanlis anladigi birinin karsi ciktigi digerinin avantaj gördügü )Emperyalizmin Kürtlerden beklentisi, Türkiyeyi fazla ürkütmeden sadece Suriye rejimine karsi faal olmasi.
Türkiye kürdistaninda hendek savaslarinda (katlimlarinda),sesi cikmayan Emperyalizmin (`uluslarasi kamuoyu`) Suriyede Kürt sever olmasina angaje olmus bir siyasi anlayisi teshir etmemek ahlaki bir düskünlüktür.
Ozgurluk icin savasim, devrimcilik, hem ezilenlerin hem ezenlerin Liga sinda oynanacak bir oyun degildir.
Hem Balkan Oligarşisi yandaşı hem devrimci olunmaz. İkisi birarada ters mıknatıslanma yapar. Mümkün değil ikisinin birarada olması. Durum böyle olunca “Ben devrimciyim” diyen birinin aynı zamanda Balkan Oligarşisi’nden yana olması mümkün değil. Çünkü statükonun koruyucusu olan Balkan Oligarşisi kesin hakimiyet sahibidir.
Neden medeniyetin araçlarını kullandığın halde medeniyet karşıtlıkçılığı oynuyorsun ey Çelişkilerin Efendisi Çelişken Bey?
Buna cevap veremezsin. Çünkü ne kadar sahtekar ve yalancı olduğunu, Sahtekarların Ve Yalancıların Efendisi olduğunu itiraf etmiş olursun bu durumda.
Gerçi zaten itiraf etmiş oluyorsun bu göz önündeki çelişkinle.
Asıl temizlenmesi gereken pislik olan kin, nefret, öfke, şiddet, sahtelik, yalancılık pisliklerinin her yeri kapladığı bir beyne sahip olan şizofren bir zır delinin başkalarının – olmayan -pisliklerinden bahsetmesinden daha ilginç, komik ve rezalet bir şey olamaz.
‘Kapitalizm’in herhangi bir ‘doğa olayı’ ile ilgisi yoktur. ‘Galapagos Takım Adaları’ndaki planktonlar’ın, ‘Güneş’in yaydığı enerjinin, yaklaşık 1.1 milyar sene sonra, %10 kadar artıp, Dünya’nın atmosferini etkilemeye başlaması’nın ve benzerlerinin, ‘kapitalizm’ ile ilgisi yoktur. Kapitalizme karşı mücadele edilmezse; Güneş’in yaydığı enerjinin artmasının Dünya’ya etki etmesinden çok çok önce, insanların başına facia gelebilir. Kapitalizme karşı mücadele edilirse; Güneş’in yaydığı enerjinin artmasının etkilerinden korunmak, ertelemek, yeni yaşam gezegenleri keşfetmek için insanlar kolektif olarak hareket edebilir. İlk tehlike ‘kapitalizm’dir, diğerleri sonra gelir.
Her biri hayal ürünü olan ‘God’, ‘Allah’, ‘Tanrı’, ‘Shiva’, ‘Vishnu’, ‘Brahma’ gibi konseptler ve yine hayal ürünü olan dinlerle, bir gerçeklik olan ‘kapitalizm’ arasında bağ yoktur.
‘Kapitalizm’i var eden, sosyal bir varlık olan ‘insan’ın davranışlarının neticelerinden biridir. ‘Kapitalizm’, insan davranışları arasında en ölümcül olanlarındandır, bu sebeple, yine, insanlar tarafından yıkılacaktır.
‘İnsan’ adlı türün DNA zincirinde ‘kapitalizm’in de var olduğunu kanıtlamaya ve kapitalizmi meşru göstermeye çabalayanlar; ya konu hakkında hiçbir şey bilmiyor, ya da kasıtlı olarak yanlış bilgi yayıyor.
Sadece ‘bankalar’ın, sadece ‘sigorta şirketleri’nin, sadece ‘hisse senedi alım-satımı yapan aracı kurumlar’ın, sadece ‘portföy yönetimi yapan kurumlar’ın (ve benzerlerinin) ‘kapitalist’ olduğunu iddia edip, otomotiv sektöründe 40 seneyi aşkın süredir faaliyet gösterip patronluk da yapanların ‘kapitalist’ olMAdığını söylemek; abesle iştigal etmektir.
‘Kapital’ kelimesi, ‘sermaye’ demektir.
‘Kapital’ kelimesi, sadece ‘Lira, Dolar, Euro, Renminbi vb.’ değişim aracı olan kağıt veya madeni cisimler için kullanılmaz; sosyo-iktisadi zemin üzerinde parasal değer oluşturan fiziki ve fiziki olmayan malzemeler ve hizmetlerin çok büyük bölümü ‘kapital’dir. ‘Para’ denen şey, ‘kapital’ler arasındadır, insan hayatında çok büyük bir yer kaplar; fakat, ‘para’, başlıbaşına ‘kapital’i temsil etmez.
Kapitalist Necip’in patronu olduğu KOBİ-irisi şirketin bütünü, ‘Necip’in sermayesi’dir; Necip ‘kapitalist’tir.
‘Bankalar’ın, ‘sigorta şirketleri’nin, ‘hisse senedi alım-satımı yapan aracı kurumlar’ın, ‘portföy yönetimi yapan kurumlar’ın ve benzerlerinin ellerindeki kapital; durduk yere, kendi kendine doğan ve bu şirketlerin & kurumların kasalarına-hesaplarına giren kapital değildir.
Kapitalist patron Necip, yaptığı ticari faaliyet neticesinde elde ettiği parayı, bankalara yatırdığında, o bankaları ayakta tutar, çünkü onlara, başkalarına kredi (loan) olarak kullandırmaları için para temin etmiş olur. Kapitalist patron Necip para yatırmaz ise, bankaların kasalarına-hesaplarına para girmez, ‘kredi (loan) dağıtma mekanizması’ çöker ve bankalar yıkılır. Bankaları ayakta tutan, kapitalist patron Necip ve türevleridir.
Kapitalist patron Necip, yaptığı ticari faaliyet neticesinde elde ettiği parayı kullanıp, KOBİ-irisi şirketindeki CNC tezgâhlarını sigortalatmak için sigorta şirketleri (insurance companies) ile anlaştığında, onlara, aylara-yıllara yayılan ‘para aktarımı’ yapar, bu ‘aktarımlar’ bazı dönemler küçük meblağlar – bazı dönemler büyük meblağlar şeklinde değişiklik gösterebilir; bu durum, kapitalist patron Necip’in anlaşma imzaladığı sigorta şirketleri ile birlikte aldığı kararlarla belirlenir. Sigortalatacağı makinelerin türüne, riziko derecelerine göre, çeşitli sigorta şirketleri, kapitalist patron Necip’e fiyat ve ödeme çizelgeleri sunar. Kapitalist patron Necip, bu çizelgeler arasından bazılarını seçer, anlaşma imzalar, ve o sigorta şirketlerine periyodik olarak para temin etmeye başlar. Kapitalist patron Necip para yatırmaz ise, sigorta şirketlerinin kasalarına-hesaplarına para girmez, ‘sigorta (insurance) dağıtma mekanizması’ çöker ve sigorta şirketleri yıkılır. Sigorta şirketlerini ayakta tutan, kapitalist patron Necip ve türevleridir.
Yukarıda izah edilen süreçler, sektörel farklılıklar göstermekle beraber, ‘hisse senedi alım-satımı yapan aracı kurumlar’ için de, ‘portföy yönetimi yapan kurumlar’ için de, ‘factoring şirketleri’ için de, ‘borsalardaki trader’lar’ için de, ‘mortgage danışmanlığı yapan emlak şirketleri’ için de ve benzeri kurum ve şirketler için de neredeyse aynıdır. Bütün bu kurum ve şirketleri ayakta tutan, kapitalist patron Necip ve türevleridir.
Peki,
Günümüzdeki ‘para’nın nasıl doğduğunu, günümüzdeki ‘parasal sistem’in nasıl işlediğini anlamak için, ‘Lidyalılar’ın dönemine kadar geçmişe gitmeye gerek yok. (Adı ‘para’ olmasa da, Lidyalılardan çok çok önce, ‘para-benzeri’ cisimler de değişim aracı olarak kullanıldı. ‘Lidyalılar’, parasal mekanizmayı işler hâle getiren en temel medeniyetlerden biri olduğu için bu kadar popülerdir, fakat, ‘en temel’ onlar değildir.)
Günümüzdeki para; ‘hazine bakanlıkları (bazı ülkelerde ‘müsteşarlıkları’)’ ile ‘merkez bankaları’ arasındaki ilişki neticesinde doğar ve dünyaya yayılır.
[1] ‘Senyoraj [seigniorage] hakkı’, devletlerindir; fakat, paranın ‘sahibi’ devlet değildir.
[2] ‘Para basma’, ‘parayı tedavüle sürme’ ve ‘parayı tedavülden çekme’ görevleri, ‘merkez bankaları’na verilmiştir. ‘Merkez Bankaları’, özerk kurumlardır.
[3] ‘Para basma maliyeti’ ile ‘paranın (üzerinde yazan) değer’ arasındaki farktan oluşan kazancı, ‘devlet’ alır. Buna, ‘senyoraj hakkı’ denir.
Mekanizma şu şekilde işler:
Günümüzde devam etmekte olan kapitalizm, ‘300 küsür sene öncesi kapitalizmi’nin sonuçlarıdır; taş devrindeki (ve öncesindeki) geleneklerin ‘günümüzdeki kapitalizm’e etkisi vardır, fakat, epey azdır.
Para da, ‘mal’dır. Paranın fiyatı, ‘faiz’dir.
‘Faiz’in seviyesi, bankaların kendi arasındaki ‘kredi dağıtma yarışı’nda belirlenir. ‘Faiz’ seviyesinin yüksek ve düşük olması, ‘para (kredi) dağıtıp karşılığında faiz isteyen’ ve ‘faizi ödeyen’ tarafların bilançolarında kâr veya zarar doğurur.
‘Yüksek faiz’ ile kredi dağıtan bir bankanın kasasına, yüksek miktarda para girer. Banka kâr elde ederken, bu krediyi satın alan müşterinin bilançosu bozulur ve hâttâ zarar eder.
‘Düşük faiz’ ile kredi dağıtan bir bankanın kasasına, düşük miktarda para girer. Banka ‘az kâr (bazen zarar)’ ederken, bu krediyi satın alan müşterinin bilançosu nispeten olumlu sonuç verir.
‘X’ bankasının kredi dağıtırken koyduğu faiz yüksekse, müşteriler, daha az faiz koyan ‘Y’ bankasının dağıttığı krediyi tercih edebilir. Bu ‘yarış’ sebebiyle, bankalar arasındaki faiz oranları birbirine çok yakındır; küsürler, bankaların ve müşterilerin kâr ve zarar boyutlarını belirler.
Örnek:
6 Nisan 2018 Cuma saat: 17.30 itibariyle, bankalar arasındaki yarış neticesinde, konut kredisi (ortalama) faiz oranı: %1,2
Hem bankalar hem müşteriler için, konut kredisi faiz oranının ‘psikolojik eşiği’ ise: %1
‘%1’ faiz oranını aşacak şekilde kredi dağıtmaya mecbur kalan bankalar için de, bu krediyi satın almayı plânlayan müşteriler için de; günler rahat geçmez. Bankalar ‘müşteri bulaMAma endişesi’ yaşar, müşteriler ‘daha düşük faiz koyan bankaların kredilerine ulaşıp-ulaşaMAma endişesi’ yaşar.
Bu örnek, sadece ‘konut sektörü’ için değil, diğer sektörleri de içine alacak şekilde düşünülmelidir.
[1] Döviz kurlarındaki aşırı dalgalanma sebebiyle, şirketlerin maliyetleri yükselir.
[2] Maliyetlerin yükselmesi, fiyatları yükseltir.
[3] Fiyatların yükselmesi, enflasyonu yükseltir.
[4] Yükselen enflasyonu kontrol altında tutabilmek için, TCMB, ‘haftalık repo faizi’ni yükseltmek zorunda kalır.
[5] Enflasyonu kontrol altında tutabilmek amacıyla, TCMB, faizi yükseltmeye mecbur kaldığında; bankalardaki bütün kredi türlerinin faiz oranları otomatikman yükselir.
Bu ‘sarmal’, bu hâliyle devam eder. Ne vakte kadar? Recep Tayyip Erdoğan, ‘İslam kaynaklı faiz takıntısı’ndan vazgeçip, TCMB’yi kuşatmayı bırakana kadar devam eder.
Yargı organları üzerindeki Erdoğan baskısı, eğitim sistemi üzerindeki Erdoğan baskısı, medya organları üzerindeki Erdoğan baskısı başta olmak üzere ‘totalitarianism’ devam ettiği sürece; hem ülke içindeki hem ülke dışındaki yatırımcılar yatırım plânlarını iptal eder, mevcut şirket ve kurumlar da, Erdoğan baskısı altındaki Türkiye ekonomisinden ayrılmak için hazırlıklara başlar.
Kapitalizm, Türkiye’de yaşamaya nasıl devam eder: ‘TCMB’ özerkliğine kavuşursa, yargı organları üzerindeki Erdoğan baskısı, eğitim sistemi üzerindeki Erdoğan baskısı, medya organları üzerindeki Erdoğan baskısı başta olmak üzere ‘totalitarianism’ sona ererse; ilk önce enflasyon düşmeye başlar, sonra faiz oranları düşmeye başlar. Ülkedeki yatırım ortamı iyileşmeye başlar.
‘Enflasyon’ sebep, ‘faiz’ sonuçtur.
‘Mart 2018’ enflasyon oranı: %10,23
Bu enflasyon oranını ‘kontrol altında tutmak’ için, TCMB’nin uyguladığı ‘haftalık repo faizi oranı’ ise: %8
Recep Tayyip Erdoğan ‘İslam kaynaklı faiz takıntısı’na devam ettiği için; TCMB, yükselen enflasyonu kontrol edemiyor, ‘%8’ faiz oranını yükseltemiyor.
Sırf Erdoğan’ın ‘faizi indirin!’ baskısı etrafından dolanıp piyasaları rahatlatmak için; TCMB, ‘geç likidite (G.L.) faiz oranı’ isimli bir ucube icat edip ‘%12,75’ gibi bir oranla piyasaları fonlamaya çalışıyor, adeta, Erdoğan’la saklambaç oynamaya mecbur kalıyor. Hem ülke içindeki hem ülke dışındaki yatırımcılar, TCMB’nin asıl görevi olan ‘haftalık repo faizi’ yerine, bir ucube olan ‘G.L. faizi’ni kullanmaya mecbur kaldığını gördüğünden; Erdoğan’ın baskısının devam etmekte olduğunu anlıyor ve Türkiye’ye yatırım yapmayı istemiyor. (Mevcut yatırımcılar da, Türkiye’yi terk etmeye başlıyor.)
Erdoğan, TCMB’nin görev alanına müdahale ederek; hem merkez bankasının özerkliğini tamamen yok etmiş oluyor, hem de kendi ayağına kurşun sıkarak ‘kapitalizm’in pekişmesine engel oluyor ve böylece oy tabanını da kendinden uzaklaştırıyor, çünkü Erdoğan’ın oy tabanı ‘kapitalist ilişkiler’ sebebi ile onun vaatlerine güveniyor.
Kapitalizm, hem Türkiye’de hem dünya genelinde nasıl yıkılır: Kapitalizme karşı mücadele etmek; hem Erdoğan gibi baskıcı kişilere karşı, hem ‘kapitalist patron Necip’lere karşı aynı anda mücadele etmekle mümkündür.
‘Kapitalizm’i yıkmak; akşamdan-sabaha, bugünden-yarına, çarçabuk başlayıp bitecek bir hızda olmaz. ‘Kapitalist patron Necip’lere karşı mücadele etmek; yıllara yayılarak, aşama aşama, ‘Necip’in KOBİ-irisi şirketi’ gibi sömürge merkezlerini çökerte çökerte olur.
‘Recep Tayyip Erdoğan’ların başını çektiği ‘devlet kapitalizmi’ne hayır!
‘Kapitalist patron Necip’lerin başını çektiği ‘şirket kapitalizmi’ne hayır!
Artık ‘taş devri’nde değiliz; ‘kapitalist patron Necip’lerin zorbalıkları hüküm sürüyor.
Peki,
‘Kapitalist patron Necip’lerin zorbalıklarının başlangıcı, taş devri ve öncesine kadar mı gidiyor? Yoksa, ‘300 küsür sene öncesi kapitalizmi’ne mi gidiyor?
Cevap:
‘John McMurtry’ izah ediyor:
[Kanada ‘Guelph Üniversitesi’nde felsefe profesörü]
Şimdi, herhangi birimiz çıkıp, ‘bunların hepsi nerede başladı?’ diye sorabilir.
Bugün sahip olduğumuz, tamamıyla çökmek üzere olan bir dünya!
Her şey ‘John Locke’ ile başladı!
John Locke, bize ‘mülkiyet’i tanıttı. ‘Özel hak’ ve ‘özel mülkiyet’ için üç şartı vardı:
Bu üç basamak, ilk okuyuşta, doğru bir mekanizma gibi gözükebilir, ‘dünyayı emeğiniz ile yoğurmak’. Ancak ondan sonra ürüne [‘mal’a veya ‘hizmet’e] sahip olmaya hak kazanabilirsiniz. Ama başkalarına da yetecek kadar geride bıraktığınız sürece ve bu ‘artıklar’ çürümediği sürece, hiçbir şeyin ziyan olmasına izin vermiyorsanız, o zaman tamam, her şey harika!
John Locke, ünlü ‘Devlet Yönetimi Üzerine İnceleme’ [‘Two Treatises of Government’, 1689] adlı eserini ortaya çıkarmak için çok zaman harcadı. Ekonomik, politik ve hukuksal anlayış üzerine geleneksel bir inceleme olduğundan, bugün hâlâ üzerinde çalışılan klasik bir kitaptır.
İyi de, Locke yukarıda bahsedilen şartlarını listeledikten sonra, ve siz hâlâ ‘Özel mülkiyetten yana mıyım? – Yoksa değil miyim?’ diye düşünürken, Locke, özel mülkiyetin savunmasını gayet tutarlı ve güçlü bir şekilde vermişti bile! Hâttâ doğrudan ortaya koyuyor! Hem de iki parmağın şıplatılması gibi bir çırpıda, bir tek cümle içinde!
Locke şöyle diyor:
Locke, bütün koşulların iptal edildiğini ve silindiğini söylemese de, en sonunda ‘…para var oldu.’ dedi ve kesti bitirdi!
Böylece bizler bugün ‘üretmiyoruz’ ve işgücümüzle, alın terimizle bir eşya sahibi olmuyoruz, ‘para’ denen madde işgücünü satın alıyor!
Artık ‘başkalarına ne olacak!’ endişesi yok:
‘Yeteri kadar başkalarına kalmış mı!’
Ya da ‘Kalan mallar ziyan olacak mı!’
Diyor ki, ‘Para’, gümüş ile altına benzer ve altın bozulmaz. Bu nedenledir ki, ‘para’, israftan sorumlu tutulamaz.’
Bu çok saçmadır! Paranın veya gümüşün veya altının atomik yapısını konuşmuyoruz! Bunların ‘bireye ve topluma etkilerinin ne olduğu’ hakkında konuşuyoruz! Locke’un birbiri ile alâkasız cümle dizilerini görüyorsunuz!
Fakat en endişe verici olan ‘mantıksal hokkabazlık’, Locke’un bu çetrefilli ifadelerinden paçasını kurtarması, ancak, sermayedarların çıkarlarına uyması ile sağlanıyor!
Sonra bir başka ekol, ‘Adam Smith’ geliyor. Ve yukarıda Locke’un anlattıklarına ‘din’i de ekliyor.
Locke, ‘Tanrı bunu tamamen bu şekilde yaptı ve bu Tanrı’nın doğrusudur.’ diye başlamıştı,
Hemen sonrasında Smith’in söylediğinden anlıyoruz ki; ‘Bu sadece Tanrı’nın değil…’ Tırnak içinde verilen ifadeyi direkt telaffuz etmiyor ya da edemiyor! Ne kadar ‘muğlak’ ifadeler kullandıklarının farkına varın artık!
Smith’in felsefi zemine yayarak ‘prensipte!’ dediği şu:
Yukarıdaki açıklamanın ne kadar muğlak ve bir o kadar sahte göründüğünü, ve günümüzde hâlen devam etmekte olan, meşhur ‘serbest piyasa ekonomisi’nin bu sahte görünümden beslendiğini şimdi daha iyi anladınız mı!
Üstelik bu muğlak ifade, neredeyse ‘Tanrı’ yerine koydukları ‘Adam Smith’in kaleminden dökülenlerdir! Kitabını [hangi dilde çevirisi olduğu fark etmez] alıp incelediğinizde, ‘para ve piyasa ekonomisi ön koşulludur’ bölümünü açıp okuduğunuzda bu muğlaklığa dikkat edin, kafanız çok karışacak, anlam vermekte güçlük çekeceksiniz! [‘Milletlerin Zenginliği’ & ‘The Wealth of Nations’, 1776]
Smith devam ediyor:
Ve Adam Smith böylece o büyük fikriyle gelir [bu fikri, kitaplarında ayrı başlıklar altında ispatlı olarak, örneklendirerek anlatMAmış, yine her zaman yaptığı gibi, satır aralarına sokuşturarak geçiştirmiştir!]:
Bilirsiniz, insanlar ürünleri [malları, hizmetleri] ‘satmak için’ piyasaya sürdüğünde arz,
Ve diğerler insanlar, bu ürünleri [malları, hizmetleri] ‘satın aldığında’ talep oluşur, vesaire, iktisadın en temel konuları.
‘Arzı talebe’ ya da ‘talebi arza’ nasıl eşitleyebiliriz? Bunlar arasındaki denge nasıl sağlanabilir? Bunların nasıl dengelendiği, ekonomi disiplininin merkezi konularından biridir.
Ve Adam Smith diyor ki, “Bunları dengeleyen ‘piyasanın görünmez elidir’ [The Invisible Hand]!”
Yani, yukarıda bahsettiğim ‘muğlaklık’, şu anda, sanki ‘Tanrı’ lafı tekrar geliyormuş gibi eli kulağında!
Locke’un söylediklerini hesaba katarak, mülkiyet haklarını, tüm gerekliliklerini ve ‘doğal haklarını’ Smith de söylemedi, ya da söyleyemedi!
Şu anda, ‘Tanrı’ metaforu ile doğrudan veya dolaylı olarak yoğrulmuş, sözde ‘ön koşullu sistem’le karşı karşıyayız: Kapitalizm!
Şimdi söyleyeceğim alıntıyı bulmanız için ‘Milletlerin Zenginliği’ni sonuna kadar okumanız gerekir. Smith şöyle diyor:
Yani en kötü anlamıyla Smith, ‘evrim teorisi’ni beklemektedir!
Kitabından yukarıda aktardığım bölüm, Darwin’den çok önceydi! Ve Smith, onlara, ‘işçi ırkı’ adını çoktan vermişti bile!
Şunu görebilirsiniz:
* İcat edilmiş yeni bir ‘ırkçılık’ anlayışı,
* Sayısız miktarda çocuk öldürmeye göz yumacak kadar şuursuzluk, vicdansızlık,
* Ve, “‘Görünmez el’ denen şey;
İhtiyacı karşılayacak kadar kaynak,
Kaynağı karşılayacak kadar da ihtiyaç yaratır.” diye zırvalaması!
Locke ve hemen ardından Smith ile muğlakça sistemleştirilmiş bir kavramın, ‘Tanrı’ metaforuyla yoğrulup, sözde ‘bilgece bir tavır olarak!’ bizlere yüzyıllardır nasıl yutturulduğunu nihayet görmeye başladınız mı!
Bol bol, kelimenin gerçek anlamıyla ‘öldürücü’, hayat yıkıcı, eko-soykırımcı düşünceler! Günümüzde bir şekilde devam eden “akılcı düşünen gen [veya ‘kurnazlık!’]” anlaşılan o ki Smith’de de vardı!
Adam Smith gibi erken dönem iktisat düşünürleri tarafından ortaya atılan ‘Kapitalist Serbest Piyasa Sistemi’ adı verilen konseptin orijinaline baktığınız zaman:
‘Piyasa’nın temel amacının, gerçek, dokunulabilir & fiziki olarak hissedilebilir, somut yaşam şartlarını destekleyen bir ‘takas sistemi’ üzerine kurulduğunu görürsünüz.
Adam Smith, dünyadaki en büyük kâr getirici ekonomik sektörün, neticede ‘finansal takas’ [ya da en geniş tanımıyla ‘yatırım’ın] içinde olacağını, bu alana kanalize olacağını anlamamıştı. Smith’in yaşadığı dönemi baz alırsak, bunu anlamaması [veya öngörememesi] bir nebze makûl kabul edilebilir.
‘Finans’ kısaca, bir para biriminin kendi değerini, diğer para birimlerinin hareketleriyle belirlediği, ‘topluma [insana ve hayata] sıfır verimli’ değer sunan keyfi bir oyundur!
Yine de Smith’in niyetini dikkate alarak [ya da almadan], onun en temel ilkelerinden biri olan “paranın ‘ticari mal’ olarak kabul edildiği” bir teori için, böylesine anormal görünen bir kapı [yani ‘finans’ kapısı] sonuna kadar açık kaldı! Bunun en yakınımızdaki yıkıcı örneğini hâlâ sürmekte olan 2007-2008…2018… küresel finans krizinde gözlemleyebilirsiniz!
Bugün, dünyanın bütün ekonomilerinde iddia ettikleri sosyal sisteme, ‘para’nın peşinde olmak için, sadece ‘para aşkı’ için koşulur, başka hiçbir şey için değil!
Adam Smith tarafından esrarengiz bir şekilde nitelenmiş, bir nevi ‘kişisel dini manifestosu’ olarak kabul edilebilecek ‘Görünmez El’ kavramının altında yatan fikir:
Bu hayâli, ticari malın, sığ ve menfaatçi arayışının;
Büyülü şekilde,
Zaman geçtikçe,
Bireyin ve toplumun refah ve gelişimine dönüşeceği yönündedir!
‘Economic growth’ & ‘Ekonomik büyüme’ tabirinin temelini bu oluşturur!
Yani, “Sen ilk önce kendini kurtar!
Herkes kendini kurtarırsa, toplum da otomatikman kurtulacak;
Ve böylece, yıllar geçtikçe refah toplumsal olarak da artacaktır!” yalanına zemin hazırlandı!
[Not: ‘Ronald Reagan’, ‘Margaret Thatcher’ ve ‘Turgut Özal’ üçlüsü; ‘mutlak hedonizm’i iştahla savunan siyasetçiler olarak, 1980’li yıllar boyunca, ‘kapitalizm’in gaddarlığını pekiştirmiştir!]
Gerçekte ‘parasal teşvik’ veya bazılarının adlandırdığı gibi ‘Parasal Değer Dizisi’;
‘Hayat Değer Dizisi’ olarak da adlandırılabilecek temel intifa hakkından ayrılmıştır!
Aslında olan şu:
Bu iki dizge konusunda, ekonomik doktrinler arasında tam bir kafa karışıklığı söz konusudur.
‘Para Değer Dizisi’nin ‘Hayat Değer Dizisi’ni doğurduğunu zannederler. Bu yüzden, “Daha fazla mal satılması durumunda ‘Gayri Safi Yurtiçi Hasıla [GSYH]’ yükselirse, genel refah seviyesi daha da yükselmiş olacak.” yalanını yayarlar!
‘Gayri Safi Yurtiçi Hasıla’, toplumsal sağlığın hangi seviyede olduğunun temel göstergesi olarak kullanılabilecekmiş!
‘Para’nın rahminden ‘hayat’ı doğurmak için uğraşırsanız, bütün istatistik hesaplarınızı da, ‘ekonominin sağlığı nasıl gidiyor?’ ölçümlerinizi de ‘paraya göre’ yapmak zorunda kalırsınız!
İşte, her şey apaçık ortada! Karmaşayı görüyorsunuz:
Malın satışından elde edilen bütün ‘gelirleri’ ve ‘makbuzları’, ‘Para Değer Dizisi’ ile ilişkilendiriyorlar, ve bunu ‘yaşam üretimi’ diye yutturuyorlar!
En başından beri kendinizi, “‘Para’ ve ‘Hayat’ Değer Dizilerinin” tamamen birbirine zorla eklemlenmesiyle oluşturulmuş, ‘icat edilmiş!’ bir sistem içine inşa etmiş durumdasınız! Ve bebekliğinizden itibaren ‘rekabetçi olmanız’ beyninize enjekte edildiğinden, sistemi [kapitalizmi] daimi olarak besliyorsunuz!
Dolayısıyla, ‘Para Dizisi’ herhangi bir üretimden ayrıştıkça, gitgide daha da ölümcül olan ‘plânlı bir yanılgıya karşı!’ mücadele etmek zorunda kalıyoruz!
Bu durum, ‘sistem tıkanıklığı’dır!
Ve bu ‘sistem tıkanıklığı’, bugün, geçmişte hiç olmadığı kadar ölümcül seviyeye yükselmiştir!
Bu tıkanmış sistemi ortadan kaldırmak için ‘eylemlere başlamayı geciktirdiğimiz müddetçe’, ‘corporatocracy & şirketokrasi’ bütün muhalefet tohumlarını yok edecek!
“Evet. JİTEM, BÇG, Ergenekon, Balyoz, FETÖ, 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat, 27 Nisan, 15 Temmuz, Diyarbakır Cezaevi, Şemdinli ve Roboski ‘halka rağmen ve sırf halka baskı amacıyla var ol’muş olamaz.”
Yerinde bir karsilik.
Once, hemen, sunu soyleyeyim: Yukarida listelediginiz her bir isim/vaka hakkinda agzimi bozmadan konusabilecegimi sanmiyorum.
O oyle, ama sizin bunlar benim dedigimi yanlislamiyor.
Bunu deyisimin ilk sebebi, teknik bir ayrinitdan kaynalaniyor: Cunku, bunlar ‘devletin bütün kolluk güçleri’ degil.
Onemsiz sayabilirsiniz. Cok da itiraz etmem.
Ikincisi daha anlamli:
Listeledikleriniz arasinda belli belirsiz birbirinin devami sayilabilcek cizgiler olsa da, bunlari kuran/tezgahlayan (ya da ne derseniz deyin) hic kimse bunlara sahip cikamamistir. Yani, mesru olduklarini iddia eden/edebilen yoktur.
Yoktur; cunku, haberi oldugu andan itibaren, halkin neredeyse hicbir kesimi tarafindan kabul edilmemislerdir. Hatta, bir kismi, az ya da cok, cezalandiriliyor.
Bu bakimdan, ‘istisnalar kaideyi/kurali barizlestirir’ sozu geregi, bunlar –aslinda– devletin davranMAmasi gerektigini; dolayisi ile, nasil davranmasi gerektigini kristalize ediyor.
Yukarida saydiklarinizdan hareketle sunu da soyleyebiliriz, zannedersem:
Bu yapilanlar o kadar arizi goruluyor olmali ki, bunlara ragmen, ‘devlet’in yerle bir edilmesini gercekten isteyenlerin sayisi/orani hicbir zaman cogunluga yaklasamadi bile.
Bunu dikkate alirsak, su onerme yanlislanmamis oluyor:
The Supreme Leader (“Ulu Önder”) of revolutionists: Atatürk
“The Supreme Leader is wise”
Kuzum, siz, acaba, iktisat/ekonomi felan mi okudunuz?
Hayir yani, baska turlu, konunun ozunden bundan daha bihaber olamazdiniz da; ondan.
“Kapitalizm’i var eden, sosyal bir varlık olan ‘insan’ın davranışlarının neticelerinden biridir.”
Bitti.
Bu kadarini soylemeniz yeterliydi. Geri kalan onca lafazanliklariniz tamamen gereksiz.
Hatta, ‘fitrat’ diyerek cok daha komprime bir ozet cikarabilirdiniz; ama, yukaridaki uzun dolasik cumleye de raziyim.
“‘Kapitalizm’, insan davranışları arasında en ölümcül olanlarındandır, bu sebeple, yine, insanlar tarafından yıkılacaktır.”
Dedim ya, insan susmagi –konusmagi/yazmagi nerede kesecegini– bilmeli.
Yoksa, bunun gibi (yazdiklarinizin geneli icin de gecerlidir bu) ayaklariniz yerden kesilir,ucar gidersiniz..
Insan’in kendi ‘fitrat’i uzerinde bir tasarrufunun olabilecegini vehmedebiliyorsunuz ya; bravo size…
Hazir eliniz degmisken, boyut degistirmegi de katin da, tam olsun.
“‘Kapital’ kelimesi, ‘sermaye’ demektir.”
Bravooo…
Simdi sira geldi ‘sermaye’nin ne oldugunu anlatmaga..
Kerhanecinin ‘sermaye’sini mi ornek verirsiniz, yoksa bir tabibin ‘bilgi’sini mi, yoksa bir artizanin ‘maharet’ini (‘altin bilezik’ini) mi ya da bir sarlatanin ‘agiz marifeti’ni mi (‘gift of the gab’ini) mi?
Bu tanimlarin hic birisi size uymaz; cunku illa da illa ‘para’ya sabitlemissiniz ufkunuzu.
Halbuki, ‘sermaye’ en yalin anlamiyla, bir sey peydahlamak icin gereken ‘sey’dir.
Kimisi icin, bu, ‘bilgi’dir; kimisi icin ‘gorgu’dur; kimisi icin ‘zeka’dir; kimisi icin ‘kas gucudur’; kimisi icin de ‘zeka’dir; ‘marifet’tir; ‘mal’dir vb vs.
Baskalari icin de baska ‘sey’lerdir; cogu durumlarda da bunlarin degisik/cesitli kombinasyonlaridir.
Siz, takmissiniz, illa ‘para’ da ‘para’.. ve illa ‘fiziksel uretim araclari’..
Halbuki, ‘para’ dediginiz sey, cok yenidir ve sadece sonuctur. ‘Sermaye’ degildir; ‘sermaye’yi temsil eder cok olsa.
Konunun ozunu sikalayip, kabugunu kemirmekle mesgulsunuz..
Yok, Locke nam kefere onu demis, Smith nam maruf hirt bunu demis; ona da Marx isimli miyminti boyle cevap vermis..
O demis, bu demis.
Siz kendiniz ne diyorsunuz?
Hic.
Coktan toprak olmus ebeveyni ile hala daha hesaplasmakla omur tuketen luzumsuz evlatlar beter durumdasiniz.
Elinizden gelse –keske– bir ruh cagirma tahtasi alip bu zevatla hemhal olsaniz da biz de rahatlasak siz de.
Su dediginizi de hafifce elleyeyim:
“Kapitalist Necip’in patronu olduğu KOBİ-irisi şirketin bütünü, ‘Necip’in sermayesi’dir; Necip ‘kapitalist’tir.”
Yok. Kapitalist filan degil –bu cagda degil.
O cook eskidendi..
Ama, farkini size anlatmakla vakit kaybedecek degilim; daha onceki yazdiklarim arasindan bulursunuz, ararsaniz.
Sizin bir turlu goremediginiz ‘sermaye’ (yukaridaki ornekte) sudur: Firsati yakalamak ve o firsati degerlendirmek icin gereken organizasyonu yapabilmek yetenegi.
Aradiginiz ‘sermaye’ budur.
Yoksa, ‘sirket’ filan hikaye.
‘Sirket’ dediginiz sey, bu organizasyonu daha rahat/verimli yapabilmek icin gerekli olan –hatta, sadece– hukuksal bir formdur.
“‘Merkez Bankaları’, özerk kurumlardır.”
Iktisat okuyup konunun ozunu iskalayanlarin kolayca dustugu bir hatadir bu.
‘Merkez Bankaları’ ozerk filan degildir; olamaz da.
Sermayesi kime aitse ona kati kati baglidir. Yani, ABD kismen bir istisna olsa da, baska her yerde, yakin zamanda ‘Devlet’e ya da onun adina ‘Hukumet’e.
Aksini soylemek kandirmaca; aksini dusunmek de kandirilmisliktir.
Ayni sekilde, ekonomi icindeki bankalar da, esasen, merkez bankasinin subeleridir. Sebebi de cok basittir: Bankalar battigi zaman orada parasi olanlar kimin kapisina dayaniyorsa, ‘sahip’ odur.
Liberal yavelere cok fazla kanmamak lazim: Zarar kiminse, kar da onundur. Yani, merkez bankasinindir.
Gazetecilik, Fırsatçılık, His Sömürüsü
Türkiye’ye son geldiğimde çocukluğumda beni de milliyetçilik bataklıklığına sokmak isteyen ve o zaman bile alay ettiğim bazı dev kültürlü, Hitler’in süper Ayran ırkından, Kürt arkadaşlara “milliyetçilik enayi ile dolandırıcıyı kardeş yapar” nakaratımı tekrarlayınca bana bir gazeteciyi okumamı tavsiye ettiler. Arkadaşlar, aynı bu sitedekiler gibi, “gazetecilik”in, son haberler dedikoduculuğu; his tüccarlığı; her türlü konuyu ucuz, hazmı kolay, gıdıklayıcı ve banalleştiricilik olduğunu bilmiyorlardı. Ama hatırları için bir bakayım dedim.
Makale “Taraf Politika 14 nisan 2012”
Yazan tipik bir gazeteci. Necip’in ’emmi’, Hortlak’ın okuma yazma bilmeyenleri taklidi gibi “halktan” olma şapşallığıyla başlar. Ardından ilericilik, gelişme, Batı’yı imrenme, Batı becerilerini insanlığı yargılamada kıstas olarak kullanma alçaklığı, her hakiki Türk aydını gibi solcu ve sosyalist falan filan safsataları. You fuc*ing name it!
Arkadaş tıraş olmak için cahil-ama-cin berber emmisine gitmiş. Cahil-ama-cin emmisi kendi gibi enayileri uyutan bir belgesel seyretmiş.
Emmisi: “Abi, adamlar bu gemiyi 1912’de yapmışlar… 1915’de bizde tek bir tarama gemisi var,… aradaki farka bak, onlar Titanik gibi gemiler yaparken biz gemi yapmamışız…”
İnsanlıktan çoktan çıkmış adi ve alçak gazeteci eklemiş:
“Titanik Belfast’ta üç yıl süren yapımı sırasında ON BİNDEN fazla tersane işçisi çalışmış.”
Makale, bu ve benzeri ve bu sitedeki yazılar gibi her kelime, her cümle, her kavram faşist ruhlu ırkçı düşünceleri açığa vurduğundan ancak yüzlerce sayfa yazarak doğru dürüst ve hakkıyla yanıtlanabilir ama asla değmez. Alay ve dalga geçmek en uygun tepki.
Hayatım dış ülkelerde geçtiğinden bu çeşit ne dediğini bilmeyen çok alçak görmüş, duymuş ve tiksinmiştim. Bu insan harabelerine en uygun tepki yüzlerine tükürmek. Ama bu mikroplar üssel artmakta. Bu falan filan tipik solcu sosyalist alçak gazeteci utanmadan ON BİN insanın modern hapishane denilen fabrika veya tersaneye tıkılmasını yazmış ve ne dediğinin farkında bile değildi. Herif bir aile içi kavgası içindeydi. Ama, bu sitede olduğu gibi, yazıp yüzüne tüküreyim, bakalım bu herif nasıl havlayacak diye ona bir yanıt gönderdim.
Yanıtım kısa özeti: Eğer tam tersi, İngilizler değil, Türkler bu göz kamaştırıcı işi becerseydi, acaba dünyamız daha iyi bir dünya mı olurdu?
Bu adi herif de bu sitedeki bazı sadece kendini ve kendine benzerleri kandıran bir tepkide bulundu. Cevap verip düştüğü alçaklıktan daha alçak olmaya tenezzül etmedi; bu sitedeki köpekler gibi işi pişkinliğe vurdu.
Sayın 199-200, siz fazlasıyla g*tü sıkı, çok kaskatısınız.
Geçende bir Türk kadına “kadınlar erkeklerden üstün ama işime gelmediğimden ve kafanız şişer diye söylemek istemiyorum.” dedim. Kadın çelişkime kahkaha attı.
Galiba ücret köleliği ettiğiniz yerde korkunuzdan her türlü çelişkilere sesiniz çıkmadığından, çelişkili biri içinizi kemiriyor, sinirleriniz, hırpalıyor, iki yüzlülüğünüzü hatırlayıp çıldırıyorsunuz.
Benim çelişkime çözüm yok. Tanrılar bile feleğe karşı gelemezler. Saati geri çeviremeyiz. İnsan oldu olalı var olan bütün tanrılar ve tanrıçalar birleşseler bile düzenin attıkları kemiklerle besledikleri ve ışık hızıyla artan köpeklerle başa çıkamazlar.
Ama siz içinde bulunduğunuz sayısız çelişkeli yaşamdan kurtulabilirsiniz. Örneğin işinizden çıkabilirsiniz. Örneğin diplomanıza rağmen dünyanın en cahilleri arasında olduğunuza uyanıp, kimlerin sizi tatlı ninnilerle uyuttuğunu öğrenebilirsiniz. Sorun mantık veya mantıksal çelişki değil. O çeşit mantık kuru kelleler mantığı ve çoktan yok edildi be hödük! Siz salt modaya uymak için mi solcu falan filan oldunuz? Hagel, Marks falan filan sol putlarını hiç mi duymadınız?
Bir orta sınıf yavşak Türk, bir milyar yavşak televizyon-okul çocuğuna bedeldir!
Kalın kafalı olduğunuz çok belli. Bu nedenden size çok basit birkaç ipucu vereyim: Güneş hem hayat hem de ölüm kaynağıdır; akıl aydınlıkta değil karanlıkta yürütülür; çember üzerinde, bir noktaya en uzak ve en yakın nokta kendisidir; zaman geçtiği için yaşarız, zaman geçtiği için ölürüz; ve en iyisi, Allah fakirleri sever, zenginlere verir. Bu son güncellendi: Allah fakirlere sevgi verir, senin gibi midesi dolu kafası boşlara kemik verir.
Bir çelişkili fıkra:
Manastırda benim gibi enayi bir rahip gece gündüz Allah’a dua edip bu dünyanın sırrına sahip olmak ister. Bir gün diğer rahiplerle yemek yerken melek gelir:”Allah dileğini yerine getirecek ama dünyanın sırrı mı, 100 milyar dolar mı?”
Rahip düşünmeden cevap verir: “Dünyanın sırrı!”
Diğer rahipler olup biten çakarlar ve sorarlar:”Daha önce bilmediğin neyi öğrendin?”
Rahip cevap verir: “Parayı almalıymışım.”
Hayatım çok zengin ülkelerde geçti ve senin gibi çok sayıda parası bol mantarların rahatlığına şahit oldum ve hep kıskandım, hâlâ kıskanırım.
Keşke senin gibi geçen trene bakıp otlayan bir inek olsaydım!
Aynı laf kalabalığı
Forgive me. I feel it again. The pull to the Capitalism.
Supreme Leader senses it.
Show me again, the power of the revolution, and I will let nothing stand in our way.
Show me, Grandfather (Ata’m!), and I will finish what you started.
Neden tek başına veya idealize ederek putlaştırdığın toplumlarla beraber doğada yaşamıyorsun ey Cevap Veremeyenlerin Yüce Efendisi?
Necip ve Kemalist fikirdaşları
Kemalistler:
“Atatürk iyiydi de çevresi kötüydü. Bu nedenle Kemalizm’i yıkmaya çalışmak yanlıştır ve zaten mümkün değildir. Kemalizm yıkılamaz, ama bazı Kemalistlerin hataları ıslah edilebilir.”
Necip:
“Kapitalizm iyi de çevresi kötü. Bu nedenle kapitalizmi yıkmaya çalışmak yanlıştır ve zaten mümkün değildir. Kapitalizm yıkılamaz, ama bazı kapitalistlerin hataları ıslah edilebilir.”
Matematiğin bile temelinde çelişki olduğunu bilen bu hayatı kaymış herif sizinle oynuyor. Olumsal dünyada, Allah şeytanı yaratıp çelişkisiz varlık arayan enayileri ilelebet meşgul etti. Bu herif şeytandan da beter. Zaafınızı bulmuş sizi işletiyor, eğleniyor, gülüyor.
En iyisi kulak asmamak; çünkü çelişkisiz insan tatsız tuzsuz yavan canlı ölüdür. Zamanında çelişkisiz bile görünse zaman hakkından gelir.
Bu sitede dalga geçtiği ve alay ettikleri kişiler de sizin gibi tuzağa düştüler; ama, eninde sonunda, hepsi kabuklarına çekildiler.
Bu guzeldi 🙂
https://www.youtube.com/watch?v=F_GPcylrr3c
https://www.nisanyan.com/?s=soru-29
“Aşağıdaki listede, Batı uygarlığının öncüsü durumunda olan sekiz-on ülkede son beşyüz yıl içinde icat edilip insanlığın genel kullanımına sunulan nesne ve kavramların küçük bir kısmı gösterilmiştir:
[….]
Aynı devirde (1494-1994) Türklerin, kahramanlık ve konukseverlikleriyle dünyaya örnek oldukları bilinir. Öteki şark uluslarının o kadarını bile yapabildikleri şüphelidir.
Sayılanlar, üstelik, Batı’nın “üstün maddi imkânları” sayesinde satın aldığı ya da şunun bunun “emeğini sömürerek” elde ettiği şeyler değildir. Kendilerini sıradışı fikirlere adamış insanların geceli gündüzlü çalışmalarının, sonsuz fedakârlıkların, uykusuz gecelerin, harcanmış evliliklerin, kuşkuların, hayal kırıklıklarının, insanüstü sabır, azim ve çabaların eseridir. Başarıya ulaşmış her yeni fikir için, belki on, belki yüz tanesi hüsrana uğramıştır. Yarattığı eserden maddi çıkar sağlayan her kişi için, pek çokları sadece haklı çıkmış olmanın manevi hazzıyla yetinmek zorunda kalmışlar; birçokları onu bile tadamadan bu dünyadan ayrılmışlardır.
“Maddi imkânlarıyla” başkalarının emeğini satın alanlar, hatta satın bile almadan kopya edenler ya da hile ve zorla ele geçirenler, yani sömürücüler ise, herhalde bu eserleri ortaya koyanlar değil, yukarıdaki listeye tek bir şey eklemeden bugün onları kullanma hakkını sanki dünyanın en doğal hakkıymış gibi kendilerinde görenlerdir. Beşyüz yıldan beri Batı uygarlığının nimetlerinden yararlandıkları halde karşılığında insanlığın ortak uygarlık hazinesine bir tek katkıda bulunmamış olanların, teşekkür etmek ve minnet duymak bir yana, üstelik sıkılmadan dönüp Batı’yı “sömürücülükle” suçlamaları ise, insanlık tarihinin eşine az raslanır tuhaflıklarından biri sayılmalıdır.
Batı uygarlığına intibak etmek (veya kısaca “Batılılaşmak”) denen davanın temel konusu, bu utanç verici sömürücülük ve inkârcılık konumundan çıkıp evrensel kültürün gerçek üreticileri arasında kendine bir yer bulabilmektir.
Batı uygarlığını toptan ve tüm sonuçlarıyla reddetmek, kişisel düzeyde, saygıdeğer bir tutum olabilir. Taktığı gözlüğün ve yaktığı kibritin yaratıcılarına gönlünün bir yarısıyla bile olsa minnette kusur etmemek koşuluyla, kimi ender insanlar, modern-öncesi dünyanın daha sade ve daha manevi değerleriyle yaşamayı tercih edebilirler. Bulaşık makinasına, kredi kartına ve psikanalize ihtiyacı olmadan yaşamak, yabana atılacak bir felsefi ideal değildir. Bu yolu seçenlerin toplum yaşamına getirdiği zenginlik, bazen gözlüğü ve kibriti keşfedenlerinkinden az olmayabilir.
Fakat kişisel düzeyde anlamlı olabilen bu idealin, bir toplumsal tercih olarak benimsenmesi, günümüzün dünyasında, mümkün gözükmemektedir. Batı uygarlığının ürünleri insanların ezici çoğunluğu açısından öylesine dolaysız ve öylesine tartışmasız bir şekilde caziptirler ki, bütün bir toplumu bunlardan vazgeçirmek ancak olağanüstü baskı ve şiddet tedbirleriyle, insan doğasına aykırı yasaklarla, terör ve katliamlarla birlikte düşünülebilir. Batı uygarlığının çağdaş dünyadaki alternatifi, barbarizmdir. Yakın dönemde ciddi ve tutarlı bir biçimde Batı uygarlığını reddetmeye çalışmanın bildiğimiz tek örneği, Kamboçya’da 1975-80 arasında hüküm süren Khmer Rouge rejimidir. Beş yılda ülke nüfusunun üçte birini katletmiş, buna rağmen başarılı olamayarak devrilmiştir.
Batı uygarlığının ürünlerini sömürmekte hiçbir sakınca görmedikleri halde o uygarlığın kendisine, o uygarlığın kurumlarına ve o uygarlığın yaratıcılarına düşman olan toplumların tavrı ise, ancak ahlaksızlık ve utanmazlık gibi gayrı siyasi terimlerle tanımlanabilir. Küba “sosyalizmi” buna dahildir. Irak’ın, Libya’nın, eski Cezayir’in “üçüncü dünyacılığı” buna dahildir. İran’ın “İslamcılığı” da buna dahildir. Antibiyotikler sayesinde vebadan ve hummadan kendini koruyabilen bir toplumun, antibiyotiği keşfeden adamlara ve onları yaratan kültüre, sevgi şöyle dursun, merak bile duymaması; ya da gazete çıkararak fikirlerini yayabilen bir siyasi hareketin, matbaayı, ofseti, rotatifi, hurufatı, fotoğrafı, klişeyi, renk ayrımını, katlama makinasını, sanayi kağıdını, matbaa mürekkebini, süreli yayın fikrini, basın özgürlüğü idealini, kitle gazeteciliğini, makaleyi, düzyazı uslubunu, paragrafı, başlığı, mizampajı, punto hesabını, muhasebeyi, reklamı, dağıtım sistemini, o dağıtımı yapan kamyonları ve hatta o gazete muhabirinin giydiği lastik ayakkabıyı icat eden bir uygarlığın önünde saygıyla eğilmemesi, “fikir” değil, ancak cehalet ve ahlaki yozlaşma gibi kavramlarla ifade edilebilecek bir durumdur.
Üstelik bu tavrın zararı sadece ahlaki değil, ekonomik ve kültüreldir. Ekonomiktir: çünkü tüketimine talip olduğu uygarlığın üreticilerine ve üretim sürecine düşman olmak, kendini ebediyen tüketiciliğe – ürettiğinden fazlasını yemeye – mahkûm etmek demektir. Kültüreldir: çünkü kendi yaşamını ve kendi zihnini biçimlendiren şeylerin aslını inkâr etmek, kendi kendini inkâr etmekle birdir. Yaşantısıyla inançları birbirini nakzeden bir toplum, sahtelikten ve iğretilikten kendini kurtaramaz. Yaşam biçimini açıkça savunabilecek fikirlerden mahrumdur: prensipte reddettiği şeyleri pratikte yapmak, pratikte yapmayı sevdikleriyle prensiplerini çürütmek zorundadır. Kendi koşullarını anlamaktan ve anladığını söylemekten kendini mahrum ettiği için, o koşulları geliştirecek, hatta değiştirecek donanımdan yoksundur; o iş için gerekli fikir ve ruh özgürlüğüne sahip değildir.
Bu yüzden, böyle bir toplum, sömürücülük konumundan asla kurtulamayacak; özendiği ve nefret ettiği uygarlığa karşı, yaltaklanma ile meydan okuma arasında gidip gelen çürütücü ikilemi asla aşamayacaktır. “Tek dişi” olduğuna kendini inandırdığı medeniyeti kıskana kıskana, onun çelik zırhlı duvarı önünde darmadağın olan imanına içten lanet ede ede, kahredici bir korku ve kompleks batağında sonsuza dek debelenecektir.”
Yaşantısıyla inançları birbirini nakzeden bir “(sözde medeniyet karşıtı) Wahsi”, sahtelikten ve iğretilikten kendini kurtaramaz. Yaşam biçimini açıkça savunabilecek fikirlerden mahrumdur: prensipte reddettiği şeyleri pratikte yapmak, pratikte yapmayı sevdikleriyle prensiplerini çürütmek zorundadır. Kendi koşullarını anlamaktan ve anladığını söylemekten kendini mahrum ettiği için, o koşulları geliştirecek, hatta değiştirecek donanımdan yoksundur; o iş için gerekli fikir ve ruh özgürlüğüne sahip değildir.
Bu yüzden, böyle bir “(sözde medeniyet karşıtı) Wahsi”, sömürücülük konumundan asla kurtulamayacak; özendiği ve nefret ettiği uygarlığa karşı, yaltaklanma ile meydan okuma arasında gidip gelen çürütücü ikilemi asla aşamayacaktır. “Tek dişi” olduğuna kendini inandırdığı medeniyeti kıskana kıskana, onun çelik zırhlı duvarı önünde darmadağın olan imanına içten lanet ede ede, kahredici bir korku ve kompleks batağında sonsuza dek debelenecektir.
“Eskiden solcu dergilere baktığınızda basma kalıp yazıların başlıklarının her seferinde mutlaka “üzerine” kelimesini içerdiğini görürdünüz. Başlıkların değişmeyen anahtar kelimesi olan “üzerine”den onun için nefret ediyorum. Keza “proletarya”, “burjuvazi”, “devrim”, “emperyalizm”, “sosyalizm”, “sınıf mücadelesi”, “devrimci propaganda”, “ideoloji”, “ajitasyon”, “örgütlenme”, “örgüt”, “yoldaş”, “devrimci yoldaşlık”, “halkı bilinçlendirmek”, “bilince çıkarmak”, “halka çağrı yapmak”, “direnmek”, “sınıf egemenliği”, “sınıf bilinci” ve daha yüzlerce kelime bana kötü anılarımı, ölümleri, hapisleri, işkenceleri, boş yere çekilen acıları, boşa giden yılları, cehaleti ve cehaletin verdiği cüreti hatırlatıyor. Bu sözcükleri bugün duyunca bile hâlâ tüylerim diken diken oluyor.”
Bu örnekler verilirken Necip’in “tüyleri[ni] diken diken” eden – veya en azından pek hoşlanmadığı – “kapitalizm” kelimesi unutulmuş. Fakat onun da mezkur “daha yüzlerce kelime”den biri olduğu açık.
Aşağıdaki yazının yorumlarında paylaşılmış bu alıntının linki artık açılmıyor:
http://www.gunzileli.com/2011/09/03/modernite-ve-marksizm/
Aynı yazının altındaki diğer bir yorum:
casus belli: Marksizm aydinlarin afyonudur
3 Eylül 11 / 12pm
Belli araliklarla belli dozda marksizm alanlar kendilerini güçlü ve zeki hissederler. Tüm problemlerini çözdüklerini zannederler, karsi cinsle olan iliskilerinde daha özgüvenli olurlar, gelecege yönelik sonsuz bir ümit belirir, bazi bagililarda gereksiz fedakarlik ve kendine zarar verme hissi de dogar ancak marksizm uyusturucusunu alim süresi uzadikca organlar tahrip olur; özellikle beyin hücreleri ölmeye baslar, Stalinit akud ve Maomao hastaliklari belirebilir, bazi marksizm bagimlilari birkaç yillik bir süreden sonra baslarini duvara vurmaya baslarlar, bu asamada hastaligin artik tedavisi mümkün degildir. Tek çare bir müddet siyasetle ugrasmamak, halkin arasina karisip tevazu içinde kendini yeniden egitmektir, marksizm hastalari yakinlarinin destegiyle bunu atlatabilirler, onemli olan marksizmin bir afyon oldunu anlayip, geleneklerin degil ideolojinin daha zararli oldugunu kavramaktir.
Bu paragraf, “Belli aralıklarla belli dozda anti-kapitalizm alanlar […]” şeklinde de yazılabilir.
“Bizim Wahsi İstilası” bir “2. Moğol İstilası” olur.
Moğollar Bağdad, Rey, Tus, Nişabur, Belh – ve Anadolu’da Erzurum, Sivas, Kayseri örneğin – gibi şehirleri yıkmışlardı. [Bu şehirlerden bazıları Moğol istilasında tamamen ortadan kalktıklarından yerlerini yakınlarında kurulan yeni şehirlere bırakmıştı. Örneğin Rey Tahran’a, Tus Meşhed’e, Belh Mezar-ı Şerif’e.]
“Bizim Wahsi” ise başta Batı metropolleri olmak üzere dünyanın bütün şehirlerini yıkmak istiyor.
Öte yandan, bu istilaları yapan “Barbar” Moğollar’ın daha bir kuşak bile geçmeden medeniyete yenik düşmelerini, “fethettikleri tarafından fethedilmelerini” de unutmamak lazım. [Osmanlı’nın Bizans, Selçuklu’nun İran medeniyetleri tarafından “fethedilmeleri” gibi. Gerçi onlar zaten kendi devletleşme süreçleriyle birlikte medenileşme yoluna girmişlerdi. Bizanslılaşma veya İranlılaşma sadece kaçınılmaz olanı hızlandırmıştı. Ya da örneğin Slavlar’ın Bizans, Cermenler’in Roma tarafından “fethedilmeleri”.]
Aynı “Bizim Wahsi”nin medeniyet [yani kullandığı medeni aletler] tarafından “fethedilmesi” gibi.
” Manastırda benim gibi enayi bir rahip …”
Rölativizm, fikir özgürlüğü, basın özgürlüğü, düşünce özgürlüğü ve diğer binlerce özgürlükler içinde yaşayan siz ve diğer özgürler bu fıkrayı binlerce çeşitli yorumlayıp ‘sevdim/sevmedim’ ile özetleyebilirler. Bence insanlığın en alçak noktası her şeyin ‘sevdim/sevmedim’e indirgenmesi. Ama bu apayrı bir konu. Kısaca, şimdi, artık ölen biri için yapılan helvaya pezev*nk ve orusp*lar, yazdıklarıma cevap verenler gibi, ‘sevdim/sevmedim’ derler.
Benim amacım bu sitede bitmez tükenmez aile içi kavgaları yapanlarla alay etmekti.
Kapitalizme saldıran solcu, devrimci, marksist, sosyalist, anarşistler enayi dümbelekleri kapitalizmin özünün özünü özümlediklerini bile bilmezler. Bir arkadaşım bunu çoktan özetlemişti: “Rönesans’tan beri ucube kendi kendiyle konuşur.”
Bu devrim tüccarları, bilim, teknoloji, akıl yürüterek yöneltilen ekonomi ile bolluğa erişme olasılığı iyi haberi ufuklarda kapitalizmle arz-ı endam ettikten sonra bu temellere dayanan ütopya kurguların mantar gibi türemiş olmasından bile habersizler.
Aile içi ortak inanç: Bizi bolluk kurtaracak. Bu inanışa sarılanların tiksindirici tarafı bu inancın empoze edildiğini, zorla benimsetildiğini görmemeleri. Bu salaklar, her dinin rahipleri gibi, kendi putlarını bütün insanların putları sayarlar. Herkes ressam, yazar, şair, bilim adamı, filozof falan filan olabilirmiş. Bunun da empoze edildiği akıllarına bile gelmez. İnsanları küçük görmeleri politika safsatalarını besler. İki fizikçinin bile birbirlerini anlamadığı bir devirde bu dolandırıcılar hâlâ 19. yüz yıl masallarını kendi anlatır kendi dinlerler. Kapital, bu salakların istedikleri
sonsuz bolluğu, göz kamaştırıcı bilimi,en hayali büyüleri çocuk oyuncağı eden akıl almaz teknolojiyi sonsuz büyük bir etkinlikle başardı ve başarmakta. Kapital, kişileri daha yaratıcı, daha insancıl, daha özgürlük ve demokrasi sevmeye teşvik eder. Kapital ırk, renk, zeka, yetenek, dil, din, cinsiyet farkı ortadan kaldırma, seks açlığını yok etme peşindeyken rakipleriniz kapitale inek trene bakar gibi bakmaktalar, hâlâ 19. yüz yıl ezanlarını okumaktalar. Bu andavallar kendi gıpta ve özentilerini bütün insanlara mal etme afyonu yutmuşlar. Nuh’tan kalan ilahilerle politik taraftar, müritler toplamak istiyorlar.
Benim tahminim fıkrayı sevme nedeniniz sizin de bu salakların numaralarını görmeniz. Ne var ki, siz de kapital tanrının bir kölesi olmuşsunuz.
Medya yıldızı olmakta sizlerden çok daha başarılı – allah anarşist diplomaları veren ingiltereyi böyle soytarılardan eksik etmesin – bir ARTİST-RESSAM, “What would life be like without the state?” adlı bir schmaltzy video (iki buçuk dakika) ile ibiş rakiplerinizin sahte iyi kalpliliği ve sizin neden onlarla alay etmenizin doğal olduğunu büyük bir kurnazlık ve maharetle bir araya getirmiş.
Adres: https://www.bbc.com/ideas/videos/what-would-life-be-like-without-the-state/p0639hll
Kapitalizm, yaklaşık olarak …. ile …. tarihleri arasında, …., ….. ve ….. adlı örgütlenmeler ve özellikle onların liderleri olan …… ………, …… ……. ………, ……. ………. ve ……. ……… adlı kişiler tarafından tasarlanarak planlı bir şekilde kurulmuş olan, insan doğasına aykırı, yapay bir sistemdir.
“Bence insanlığın en alçak noktası her şeyin ‘sevdim/sevmedim’e indirgenmesi.”
Katilirim.
Fakat, ben ‘sevmek’ baglaminda bir sey demis degildim.
‘Guzeldi’ dedim. Yani, yerine yakismis.
Butun ‘guzel’leri sevdigimi farzetmissiniz.
Sevmedigim ‘guzel’ sayisi, sevdigim ‘cirkin’lerden azdir.
“sizin neden onlarla alay etmenizin doğal olduğunu büyük bir kurnazlık ve maharetle bir araya getirmiş.”
Baktim.
Evet, aynen oyle.
Gun isigi gormeyen yerlerinden rakamlar (mesela, vergilerin yarisinin heba oldugu gibi) peydahlamalari ozellikle dikkat cekici.
Olta ve trol avciligi konusunda Birlesik Krallik cok maharetlidir.
Ben, medeniyet araçları kullanımına karşı olan bir medeniyet araçları kullanıcısıyım.
Ben, medeniyet araçları kullanımına karşı olan bir medeniyet araçları kullanıcısıyım.
Ben, savaş karşıtı bir barış karşıtıyım.
Ben, AKP taraftarı bir 15 Temmuz yanlısıyım.
Ben, Siyonizm taraftarı Yahudi milliyetçisi bir İsrail karşıtı Filistin milliyetçisiyim.
Ben, Türkiye’de tek devleti savunduğum ve Türkiye’nin bölünmesine karşı olduğum için Türkiye’nin parçalanarak topraklarının bir bölümünde bağımsız bir Kürdistan devletinin kurulmasından yanayım.
Ey Ruh!
Ey “Doğal Yaşam Ruhu”!
Geldiysen üç kere vur!
Neden doğada yaşamıyorsun?
Neden doğada yaşamıyorsun?
Neden doğada yaşamıyorsun?
Bu sitenin kalitesi gittikçe artmakta. Bilgi, fikir, zeka seviyesi Türkiye’nin diğer b*k çukurları arasında daha yüksekte bir yer aldığını kanıtlar.
Yazan ve kopya edip yapıştıran kadar basit ve sıradan bir örnek:
“215 Anonim 8 Nisan 18 / 9pm https://www.nisanyan.com/?s=soru-29”
Bu paha biçilmez ve “bir Türk milyarlarca cahile bedeldir!” ve “ne mutlu mışıl mışıl uyuyan Türküm diyene” ilahileri de binlerce sayfaya bedeldir.
“Öteki şark uluslarının o kadarını bile yapabildikleri şüphelidir.”
Düşünmeye bile değmediğinden hemen aklıma gelenler: Evreni ara bu iki alimin boş beyinleri hariç hiç bir yerde Türk uygarlığı diye bir şeye rastlamazsın. Son zamanlarda bu medeniyetler konusu dandik bir bağlam içinde yeniden moda oldu. Daha henüz moda olmadan ve eski sayılır klasik Toynbee’nin listesi:
Egyptian, Andean, Sinic, Minoan, Sumerian, Mayan, Indic, Hittite, Hellenic, Western, Orthodox Christian (Russia), Far Eastern, Orthodox Christian (main body), Persian, Arabic, Hindu, Mexican, Yucatec, and Babylonic.
Not:1976’da Toynbee fikrini değiştirdi. “Toprak Ana ve İnsanlık” kitabıyla tek bir medeniyet olduğunu ancak başını çekenlerin değiştiğini ima etti.
Her neyse. Bakalım bu iki kabak hangi Şark ve Garp masalarına uyumuşlar.
Hindistan’dan nümerik sistemi ve sıfır, plastik ameliyat, çelik üretimi, şehircilik ve “nisanyan”ı yazanla kopyalayanın layık oldukları lağım sistemi…
Çin’den kağıt, baskı (matbaa), barut, pusula, saat…
İslam’dan cebir, algoritma, görme nedeninin ışığın yansımasından kaynaklandığı, astronomi, deniz seyahati…
Daha eskiden bitki ve hayvan evcilleştirme, devlet, okul, yazı, bürokrasi, tapınak, şehir*, sosyal sınıflar, tarım, ilk makine = emirle çalışan insan yığını, kral, kraliçe, imparator, kısacası şimdiki içinde bulunduğumuz evrensel b*k çukuru. Bu salaklar o kadar cahil ki, en azından, ne “Tarih Sümer’de Başlar” ne de “Sümer Şimdi” adlı eserleri bile okumuşlar.
*Not: Civilization ve medeniyet şehir kelimelerinden türer ve medeniyetin gerçek tanımına çok daha uygundur. Uygur’dan gelen uygarlık Orwell’in “newspeak” veya bu beyinsizlilerin beyin yıkama mekanizması eseri.
Bu iki herifin aşağılığı, Amerikalardan katkıları yazmaya değmez bile.
Hitler ve Himmler başta yaltakçı bilim adamı arkeologlar Hortlak-Dev Kürt Kültürü-Ayranlar ırkının süper ırk olduğunu göstermek için bir sürü kazı yaptılar. Bir b*k çıkmadı. Rivayete göre buna kızan Hitler yaltakçılardan birine “Almanların tarihi olmadığını göstermekte neden ısrar ediyorsunuz?” der.
Ben de ‘nisanyan’ı yazan ve kopyalayıp yapıştıran salaklara “neden Türklerin medeniyete hiçbir katkısı olmadıklarını göstermekte ve Türkleri alay konusu etmekte ısrar ediyorsunuz?” derim.
Daha daha eskiye dönersek, tekerlek, ölüyü gömme ve dolayısıyla beden ruh ikiliği…
Çok daha daha eskiden ve onlarsız gerisi çocuk oyuncağı olan katkılar: zaman, mekan ve maddeyi evcilleştirme, dil, sosyal yaşam, kültür, ateş …
Bu modern faşist enayi dümbeleklerinin ışık hızıyla çoğalmasıyla dünyada faşistler rejimlerin ışık hızıyla çoğalması tesadüf değil.
Tabi yazıyı yazanla yapıştıran melek, bedenleri yok, dolayısıyla gözleri yok, dolayısıyla faşist olduklarını asla görmezler.
Daha önce de yazdım. Bu yazar-kopyalar iki alimin her satırı yüzlerce kitap ve binlerce sayfa yanıtla incelenebilir. Aslında çok basit ama nerde anlayanlar! Bunların özü dilencilik. Dilencilik etmeyenler sinirlerini bozar, okul-televizyon masallarını anlatıp kişisel terapi yaparlar.
Bunlar yazdıklarını okusalar gün boyunca para saydığı için kendisini zengin sanan banka memuru gibi düşündüklerini görmezler. Bu hilkat garibeleri, Kapital’in başardığı en devasa mucize, bir kültürel mutasyon.
Nisanyan Maden Kaynağı-Kopyalayan Televizyon-Okul ürününden bir altın yumurta daha.
“… geceli gündüzlü çalışmalarının, sonsuz fedakârlıkların,… eseridir. … belki yüz tanesi hüsrana uğramıştır. … pek çokları sadece haklı çıkmış olmanın manevi hazzıyla yetinmek zorunda kalmışlar…”
Daha henüz 19. yüzyılda bu ne yaptıklarını bilmeden emirlere uyan çoktan çocuklaştırılmışların yaptıklarının hiçbir b*ka yaramadığını görenlerden en fazla tanınanlar: Marks, Freud, Nietzsche. Nisanyan ve kopyalayanı aşırı aşan romantikleri bir tarafa bırkacağım.
Marks:
Bu işte bir pislik var, bu heriflerin (nisanyan ve kopyalayanı gibi okul-televizyon çocukları için hazırlanmış) vitrin süslemelerinin ardında yatan, görünmeyen bir pislik. Akıl yürütme safsatasının altında , daha derinlerde yürüyen başka bir şey var olmalı.
Freud:
Bu herifler evliliklerini boşuna harcamadılar. Bunlar Hıristiyanlık’ın ilk günahı gibi doğuştan bir pislikle doğmuşlar. Hayattan bir türlü zevk alamadıkları için gece gündüz kendi kendilerini meşgul edip (masturbasyon da diyebiliriz) ‘medeniyet” denilen bir ucube yarattılar. Bir şairin dediği gibi ‘burada ne uzanılır, ne yatılır ne de ayakta durulabilir; dağlarda bile sessizlik yok; sadece yağmursuz gök gürültüsü (veya nisanyan-kopyalayan vızıldaması)’. Bu hilkat garibelerinin tek amacı mutlak sulh ölüme bir an önce ulaşmak. Bunun bilimsel adı “ÖLÜM İÇGÜDÜSÜ” Bunlar o kadar salak ki medeniyetlerini en derin temelinde yatan Hıristiyanlık’ta çalışmanın insanlığın cezası olduğunu bile bilmezler, bu ipucuna uyanmazlar. Bunlar (nisanyan-kopyalayan gibi) çocuklaştırılmış yetişkinler. Medeniyet öncesi insan günde en fazla 3-4 saat, medeniyet çıktığından sonra 7-8 saat, son hızını aldığında 12-18 saat, bu şakşakçı çocukların zamanında 8 saat çalışır.
Almanya Grek felsefe maçında daha başta hakem Konfüçyüs’den kırmızı kartı alan Nietzsche:
Not: Kısa maç güldürüsünü yapanlar bile nisanyan-kopyalayan kadar çocuklaştırılmış. Konfüçyüs’ün günümüz Çinine akıl hocalığı edeceğini gören, Konfüçyüs’e salaklığını hatırlatan, diğer bir Çin filozofundan habersiz modern kara cahiller.
MEDENİYET’İN EN BÜYÜK ESERİ Devlet, soğuk canavarların en soğuğudur. Soğuk soğuk yalan söyler, en büyük yalan ağzından sürüne sürüne çıkar : “Halk benim.”
Hepsi tahta ulaşmak ister: taht bunları akıl almaz çılgınlıklara sürükler, sanki mutluluk tahtta. Bu ne enayilik ah! Bu ne çılgınlık! Vitrin yalar nisanyan-kopyalayan görmez taht çamurda, çamur tahtta! Bu çevik maymunlar birbirlerinin üstüne çıkarlar, tahta tırmanırlar.
Kardeşlerim, bu sonsuz iştahlı mahlukların ağızlarından pis kokular çıkar, sizi boğar. Kırın pencereleri, Guguk Kuşu filmindeki kızılderili gibi, çıkın temiz havaya. Boğulmayın Amerikalı nisanyan-kopyalayan enayiler gibi!
“Fakat, ben ‘sevmek’ baglaminda bir sey demis degildim.”
Evet, doğru.
Haklısınız, güzel, beğendim, sevdim, hoşuma gitti, yerinde, uymuş …kelimleri arasında ince ayrıntılar var ve her yargı içeren tepkiyi 500 sayfayla açıklamaya da gerek yok.
Ne var ki, diller gittikçe yozlaşıyor, herkes ya “Wall Street English” ya şarkı-türkü İngilizcesi konuşuyor. Son zamanlarda da sosyal medya dili konuşuyor; yani, daha çok domuzlar gibi tek kelime veya tek cümleyle homurdayarak, hırıldayarak candan ve derinden sohbet ediyorlar. Ayrıca dilin yerini imgeler aldı. Sık sık rastladığım binlerce örnekten bir tanesi: “izlediğim XYZ imgeler beni çok etkiledi, derin hislerime hitap etti, dile getirmek imkansız, hissedeceksin, yaşayacaksın!” falan filanlar.
Mesela bu sitede benim medeniyet hakkında söylediklerimi sadece ve sadece derinden hissedip hiçbir şey anlamadan cevap veren zombiler, hortlaklar gibi.
Ne olur ne olmaz, kısa, öz, net ama kimsenin anlamadan hissettiği dili konuşan zombiler ve hortlaklar uzun zamandır dilin yozlaşmasının eleştirilerinden bihaber olduklarından anlamadan hissederler diye somut bir örnek vereyim.
Çocukluğumda pazarda çalışırken okuma yazma bilmeyen askerler bana ailelerine göndermek için mektup yazdırırlardı. Tipik bir örnek:
– Anneme, babama, bacıma, abime, abimin çocukları Ali, Hatiçe,… halama, dayım Hasan’a,… komşu Memet dayıya,…muhtar amcaya,… selam eder büyüklerin…
– Abi, “bütün akraba ve tanıdıklara selam” desek?
– Olmaz.
İşte size okuma yazma bilmeyenlerin insanlığı ve bilenlerin – benim şimdi kısa kesme çabam da dahil -, sevdim/sevmedim, iyi/kötü, güzel/çirkin, medeni/vahşi, kısacası 0/1dilimiz, robotluğumuz. Ama ve diğer yandan, romancılara, tiyatro eseri yazanlara, sosyologlara, psikologlara “insan ilişkilerinde iletişim sorunları” benzeri üretim ve tüketim mürekkepi dökme, bloglarla okumayanlara ulaşma, vs. vs. fırsatları sağlanmış olur.
Bizim Ku-Klux-Klan üyesi zenci yine saçmalamış – pardon birbirinden değerli hikmetler yumurtlamış.
Onun sayesinde şişirilmiş “Batı medeniyeti” balonunun gerçekte nasıl bir yutturmaca olduğunu – elbette ki kullandığı Batı medeniyeti araçları sayesinde – öğrenmiş olduk.
“Batı medeniyeti” efsanesine inanan bu salaklar aynı zamanda “insan türü” efsanesine de inandıklarından diğer primatlardan, memelilerden, hatta tek hücrelilerden de bihaberler.
“İnsan türü” de ne oluyormuş? Diğer türlerle (diğer “medeniyet”lerle) karşılaştırıldığında daha dünkü çocuk (daha dünkü “medeniyet”)!
“Mesela bu sitede benim medeniyet hakkında söylediklerimi sadece ve sadece derinden hissedip hiçbir şey anlamadan cevap veren zombiler, hortlaklar gibi.”
‘Medeniyet’ gibi, kimsenin tek basina sorumlu/yetkili olmadigi, herkesin de –bir tur ‘Ukrayna taş corbasi’ misali– gidim gidim katkilariyla ortaya cikmis bir olguya ‘karsi’ olmanin mantiksizligini eminim siz benden daha iyi biliyorsunuzdur.
Bu, tabii ki, mevcuda –her yonuyle– ‘eyvallah’ demek anlamina da gelmiyor; iyi taraflari da var, rahatsiz edici taraflari da; dolayisi ile, hosnutsuzluklarimiz olabilir/vardir ve bunlari dile getirmek de son derece normaldir/yerindedir.
Fakat, anladigim kadariyla, mesele, bunlari dile geirirken kullanilan uslup ve ton.
Bu konudaki bri tecrubemi aktarmak isterim:
Ben, mekteb-i medresede ilm ul alem kesbeylerken, hocalarimiz hep kisa cumleler kullanmamizi, zor kelimelerden kacinmamizi tembih ederlerdi.
Onlarin dediklerini yaparak, verilen odev raporlar filanlar icin iyi notlar da aldigim halde, daha sonra –gercek hayatta– o onerilenlere uygun yazdigim zaman ters teptigini gordum.
Yani, yazi dilinde, kisa/basit/yalin metinler, muhatabini irrite ediyor; yanlis intiba birakiyor; yanlis anlamalara yol aciyor. Emir kipi gibi duruyor; muhatabinizi basite aliyormussunuz havasini tasiyor.
Onun yerine, cok agdali olmamak kaydiyla, nispeten uzun cumleler ve belli zorluktaki kelimeler kullandigimda, meramimin daha iyi anlasildigini gordum.
Belki dikkate almak isteyebilirsiniz.
Belli ki rahatınızı bozuyorum. Ama emin olun amacım o değil. Hayatım Batı ülkelerinde geçti, hem de politik sığınma pezeven*liği yapmadan. Halkın %99’u aynı sizin gibi maskesi düşünce sinirlenip saldırgan olur. Tabii siz daha da zor bir durumdasınız: Türk Medeniyeti diye bir b*k yok. Başka bir k*ç bulup yalamanız en makul çözüm.
Telif hakkına sahip olduğunuz medeniyet araçlarını kullanmamı yasaklamanız doğal. Ama önce bu sitede sayısız defa rastladığım utandırıcı bir cahilliğe işaret etmek isterim. B*k çukuru ülkeden gelen siz hödükler çelişki melişki laf kalabalığı yapmadan önce biraz mantık öğrenin!
X, o halde Y.
X = 228 Medeniyet’in de olduğunu bilmez.
Y = Enayi 228’in gözünü boyamışlar.
Size göre, “228 Medeniyet’in de olduğunu bilmez, o halde enayi 228’in gözünü boyamışlar.” DOĞRU. Çünkü size göre X de yanlış, Y de.
Bana göre, “228 Medeniyet’in de olduğunu bilmez, o halde enayi 228’in gözünü boyamışlar.” DOĞRU. Çünkü bana göre X de doğru, Y de.
Siz Sosyal Medya Demokrasisi’nin tiksindirici artık ürünüsünüz: Ben bilgisyar dilbilgisi, bilgisayar mantığı, bilgisayar matematiği dersleri verdim; siz adi ve sıradan bir tüketicisiniz. Ben tasvip etmediğimi kullanıyor, çelişkiye düşüyorum; siz kullanmasını bile bilmiyorsunuz. Medeniyet’in ne olduğunu bile bilmeyen bir kerizsniz. Dünyanın en dandik ansiklopedisi Wikipedia bile kör gözünüzü açardı. Onu da bırak, hiç değilse Batı ile Türkiye arasında bir benzetme yapsaydınız. Nasıl Türkiye’de salaklar Er-Doğanı alkışlıyor ve bir azınlık dürüst düşünürler işin içini görüyorsa, Batı’da da öyle be ya mübarek! Ve bu çoktan beri böyle. Sonsuz az bir gayretle sayısız Batılı derin düşünürlerin Batı hakkında ne düşündüklerini bile öğrenmemişsiniz. Yuh ulan be! İnsan bu kadar sıradan olur!
ASIL KONU:
Sizin öğütlere uyup alçak ırk wahsi çıplaklar arasına gidip katılmak istedim. Hatta wahşi çıplak toplumları listesini çıkardım. Şimdiye kadar ancak en alçak, en wahsi, en çıplak olanları denedim.
Bunlar beni kabul ettiler ama medeni evcil köpeklerin alıştırıldığı dilencilik ve ayak atında sürünmeler karşılığı yardım dağıtan pezev*enk aracı sosyal asistan ve pez*venk aracı yardım sever kurumlar yok. Ne de sizler gibi Kapital’in buyruğuna boyun eğmişleri yetiştiren iş ve işçi bulma kurumları okullar var.
Bu vahşiler çok aptal olduklarında sizler gibi seve seve köle olmayı becerememişler. Bana parmaklarıyla ormanı gösterdiler.
Sizler, ilerde rant toplamak için kendi öz varlığınızı yatırım metası (yediğiniz ‘insan kaynakları’ falan filan ayvası) edecek kadar alçalmışsınız. Paha biçilmez değerli beden ve ruh bile yatırım aracı olmuş! Bu alçalmayı sevmeniz çok doğal. Karşılığında mühendis, gazeteci, doktor, profesör, memur, politikacı, avukat, bankacı, işletmeci, yazar, tüccar olmuşsunuz.
Siz daha dünyanın gelmiş geçmiş en dandik ansiklopedisini bile kullanmayı bilmeyen ama sahip çıkan bir soytarısınız. Bakın ‘Medeniye’t ne demek ve unutun ayırt etmek için takılan tamamlayıcı sıfatları.
İşte olmuş bir olay. Bari gülelim. Gandi (G) ve sorgulayan (S).
S: Batı Medeniyeti’ne ne dersiniz?
G: İyi bir fikir!
Hayatım boyunca diğer kalabalık yığını insanlardan farklı olmak için elimden geleni yaptım.
Bu sitede hepinizin İLERİCİ, allah sizi Atatürk-Marks-İngiliz Diplomalı Anarşiste bağışlasın, olduğunu görünce tam yerine düştüğüme çok sevinmiştim. Ben çok gericiyim ve tutucuyum. Siz çok daha geriye gitmişsiniz.
Sonradan görmüşler, kraldan çok kralcılar, dinini değitirenler, Avrupalılardan çok Avrupalı olan Avrupadaki yabancılar, müslümandan çok müslüman olan Avrupadaki müslümanlar, Medeniyet’ten yoksun Medeniyet adına hoplayıp zıplayan Türkler, saymakla bitmez bu sapık maymunlar. Bunlar, aslını taklit ettiklerinden çok daha sinirli, daha katı, daha şiddetli, daha saldırgan bir tutum arzederler. Aşağılık duygusu içinde olduklarından, asıllardan daha çok çıt kırıldım, daha çok hassas olurlar.
Siz böyle bir çoşkuyla çok daha geriye gitmişsiniz: primatlar, memeliler, tek hücreliler … Maşallah siz neler biliyormuşsunuz! Big Bang, atom altı parçacıklar, atomlar, moleküller falan filanı da ekleseydiniz bari. Her neyse.
Batı deyip duruyorsunuz ama bir b*k bildiğiniz de yok.
‘Efsane’ kelimesiyle “mit” kelimesi arasındaki farkı öğrenseniz fena olmaz. Efsaneyi ancak sizler gibi cahiller inanma/inanmama basitl ikiliğine indirger. Efsane olmuş olayları anlatır. Olmuş bir olayın inanma/inanmama salaklığıyla alakası yok. Ama sizin gibi ‘Batı Medeniyeti’ mitine inanmak, çok daha doğrusu, ninnisine uyumak tam salaklık.
Her halükârda, benden bile daha gerici birinin fırlaması beni üzdü. Ben sizleri hep ileriye bakan, her deliğinde bir kablo, her deliğinde bir anten uzay robotları olarak tahayyül ediyordum. Hayatı Batı’da geçmiş birinden size bir öğüt. Bu sizi aşan konulardan vazgeçin, somut konular size daha uygun düşer. Batı Medeniyeti tek tanrılı bir dindir: Ticaret. Eğer parayı vermezseniz deliklerinizi tıkamazlar. Halihazırda, 3. yüzyılda, Mani ‘her şeyin en iyisi ilk önce zenginlere gider’ dedi.
Sevgili Batılılarınıza yaltakçılık yapma, yalvarma nafile. Batılılar buluşlarını sizin gibi b*k çukurundan gelenlere ancak ve ancak zenginseniz verirler. Siz en iyisi çalıştığınız yerde k*ç yalamalara devam edip para toplayın. Delikleriniz anten ve kablolarla donanmasa bile EMEK allahı imdadınıza yetişir EMEKLİ olursunuz, ölürsünüz, boş kafanız Ka’be değil, Batı’ya doğru gömülürsünüz
Sayın 228
Belli ki rahatınızı bozuyorum. Ama emin olun amacım o değil. Hayatım Batı ülkelerinde geçti, hem de politik sığınma pezeven*liği yapmadan. Halkın %99’u aynı sizin gibi maskesi düşünce sinirlenip saldırgan olur. Tabii siz daha da zor bir durumdasınız: Türk Medeniyeti diye bir b*k yok. Başka bir k*ç bulup yalamak en makul çözüm.
Telif hakkına sahip olduğunuz medeniyet araçlarını kullanmamı yasaklamanız doğal. Ama önce size bu sitede sayısız defa rastladığım utandırıcı bir cahilliğe işaret etmek isterim. B*k çukuru ülkeden gelen siz hödükler çelişki melişki laf kalabalığı yapmadan önce biraz mantık öğrenin!
X, o halde Y.
X = 228 Medeniyet’in de olduğunu bilmez.
Y = Enayi 228’in gözünü boyamışlar.
Size göre, “228 Medeniyet’in de olduğunu bilmez, o halde enayi 228’in gözünü boyamışlar.” DOĞRU. Çünkü size göre X de yanlış, Y de.
Bana göre, “228 Medeniyet’in de olduğunu bilmez, o halde enayi 228’in gözünü boyamışlar.” DOĞRU. Çünkü bana göre X de doğru, Y de.
Siz Sosyal Medya Demokrasisi’nin tiksindirici artık ürünüsünüz: Ben bilgisyar dilbilgisi, bilgisayar mantığı, bilgisayar matematiği dersleri verdim; siz adi ve sıradan bir tüketicisiniz. Ben tasvip etmediğimi kullanıyor, çelişkiye düşüyorum; siz kullanmasını bile bilmiyorsunuz. Medeniyet’in ne olduğunu bile bilmeyen bir kerizsniz. Dünyanın en dandik ansiklopedisi Wikipedia bile kör gözünüzü açardı. Onu da bırak, hiç değilse Batı ile Türkiye arasında bir benzetme yapsaydınız. Nasıl Türkiye’de salaklar Er-Doğanı alkışlıyor ve bir azınlık dürüst düşünürler işin içini görüyorsa, Batı’da da öyle be ya mübarek! Ve bu çoktan beri böyle. Sonsuz az bir gayretle sayısız Batılı derin düşünürlerin Batı hakkında ne düşündüklerini bile öğrenmemişsiniz. Yuh ulan be! İnsan bu kadar sıradan olur!
ASIL KONU:
Sizin öğütlere uyup alçak ırk wahsi çıplaklar arasına gidip katılmak istedim. Hatta wahşi çıplak toplumları listesini çıkardım. Şimdiye kadar ancak en alçak, en wahsi, en çıplak olanları denedim.
Bunlar beni kabul ettiler ama medeni evcil köpeklerin alıştırıldığı dilencilik ve ayak atında sürünmeler karşılığı yardım dağıtan pezev*enk aracı sosyal asistan ve pez*venk aracı yardım sever kurumlar yok. Ne de sizler gibi Kapital’in buyruğuna boyun eğmişleri yetiştiren iş ve işçi bulma kurumları okullar var.
Bu vahşiler çok aptal olduklarında sizler gibi seve seve köle olmayı becerememişler. Bana parmaklarıyla ormanı gösterdiler.
Sizler, ilerde rant toplamak için kendi öz varlığınızı yatırım metası (yediğiniz ‘insan kaynakları’ falan filan ayvası) edecek kadar alçalmışsınız. Paha biçilmez değerli beden ve ruh bile yatırım aracı olmuş! Bu alçalmayı sevmeniz çok doğal. Karşılığında mühendis, gazeteci, doktor, profesör, memur, politikacı, avukat, bankacı, işletmeci, yazar, tüccar olmuşsunuz.
Siz daha dünyanın gelmiş geçmiş en dandik ansiklopedisini bile kullanmayı bilmeyen ama sahip çıkan bir soytarısınız. Bakın ‘Medeniye’t ne demek ve unutun ayırt etmek için takılan tamamlayıcı sıfatları.
İşte olmuş bir olay. Bari gülelim. Gandi (G) ve sorgulayan (S).
S: Batı Medeniyeti’ne ne dersiniz?
G: İyi bir fikir!
“Fakat, anladigim kadariyla, mesele, bunlari dile geirirken kullanilan uslup ve ton.”
Bu arı kovanına elimi sokmayı daha sonraya bırakıp daha basit konuya, Medeniyet konusuna, değinmek istiyorum.
Ne var ki bu basit dediğim konu bile dil mayınlarıyla dolu.
“… ortaya cikmis bir olguya ‘karsi’ olmanin mantiksizligini…”
Bence mantıksızlık “karşı” gelmede değil, karşı gelmenin mantıksızlık olduğunu bilmemekte.
Diğer bir alanda, kendini benzeri bir durumda bulan bir eleştirici benden çok daha güzel dile getirdi: “Yahu, sanki ben kansere karşı geliyormuşum gibi bana saldırıyorlar.” dedi. Bunun yararlı ve zararlı yan etkileri:
Kitapları dünyanın her yerinde harıl harıl okunan bir insanın bile bu sitedeki kabaklara benzerlere yanıt verme ihtiyacı duyması, yavşaklar bolluğu yargımı destekledi, ama aynı zamanda, bu insan harabeleri bolluğu ve ışık hızıyla artması çok korkutucu.
Büyük harfle yazılan Medeniyet ile ne demek istediğim bence çok bariz ve son iki yüzyıldır katı bir şekilde incelenen bir konu. Emin olun, bunu bilmeyenlere rasladığımda, dünya tarihinde en büyük mucizeler, en tuhaf mahluklar, en akıl almaz olaylara inanmak çok daha kolay görünüyor. Hatta son iki yüzyıl arkeoloji ve antroploji çalışmalar, biraz şakamsı da olsa, “insanlar bir hata mı yaptı, yaptıysa nerede ve ne zaman?” sorusuna cevap aramak olarak tanımlanır. Özellikle, antropolojinin ilkelleri çalışmada yoğunlaşması boşuna değil.
Peki neden ‘medeniyet’ değil de ‘Medeniyet’? Belki bir benzetme daha iyi açıklar.
Giriş notları:
Artık enfermasyon bilginin yerini aldığı için ben ‘enfermasyon’ (in-formation, yani kafa ütüleme) sözünü kullanacağım. Sohbet yerine de diğer bir kafa ütüleme cici bici lafı olan ‘iletişim’ sözcüğünü kullanacağım. Diğer cici bici kelimeler de öyle.
Farzedelim siz ışık hızını çok aştınız ve geleceğe seyahat ettiniz. Işıkla yayılan enfermasyonların tümünü alıcı bir aletiniz de var. Topladığınız enfermasyonlar, ses, koku, imge, görüntüler veri bankanız olsun. Bu bilgileri ayıklamak (cici bici ismiyle algoritm geliştirmak) için bir amaç tayin ettiniz: Dünyanın bugünkü hale nasıl geldiğine yardımcı olacak verileri ayıklamak ve bir düzene sokmak.
Medeniyet’i inceleyenler de aynı şeyi yaptılar.
Not: “Batı Medeniyeti”ndeki Batı tamamlayacı sıfatı sadece diğer medeniyetlerden ayırt etmek için kullanılır. Analitik bir ayırımdır.
Not: Son 4-5 yüzyıldır araştırmaların başını zengin Batı ülkeleri çektiler. Arkeoloji, antropoloji, paleontoloji, tarih, canlılar ve özellikle insan evrimi, … Üstelik araştırma yöntemleri de büyük bir değişmeden geçtiler.
Günümüz Medeniyeti’nin doğuş ve gelişimini anlamayı amaç edinen araştırmacıların vardıkları sonuç: Medeniyet, neolitik devrimle, özellikle tarım ve hayvancılığın tam kontrol altına alınmasıyla, başlayan ve Sümer ile zirvesine ulaşıp ‘tam biçimini” alan yaşamın adı. Medeniyet, şehir, yazı, tapınak, okul, devlet, ticaret, astronomi, takvim, bürokrasi, ‘uluslar arası” politik ve ekonomik ilişkiler, savaş, organize edilen insan yığınlarının birlikte çalışması, sosyal sınıflar, iş bölümü ve sayısız diğer yenilikler içerir.
Aynı araştırmalar, Yeni Dünya’da rastlanan Aztek, İnka ve Maya medeniyetleri hariç, dünyanın her yerine Mezopotomya’dan yayıldığını tespit ve ispat etti.
Şimdi bakalım bizim bu hödükler ne derler.
– Ama efendim, Neandertaller bile takvim kullanmışlar, bazı çıplak vahşiler bile yazı yazarlarmış, çay içerlermiş, sıkıştıkları zaman tuvalete giderlermiş, hatta yağmur yağdıktan sonra delik açıp tohum ekerlermiş, hatta her yerde şimdi artık pohpohlaması çok moda olan kadınlar aslında bitkileri evcilleştirmişler, vs., vs., vs. Batı Anarşistler uçuklar ama hep atmosferde kalmışlar, biz Azılı, Pala Bıyıklı, At Üzerinde Dört Nal Akıncı hızlı Türkleriz. Hiçbir sınır tanımayız. Bizim için özgürlük bile köleliktir. Bizim özgürlüğümüz Sosya Medya’ya köleliğimiz.
Ara not: Uzayda durmaksızın gelen trilyonlar defa trilyon enfermasyonları ne ayırt edebilecek ne de ayıklayacak bir algoritmanız olmadığını düşünün. Bu azılı anarşistlerin kafalarını İnternet ile nelerle doldurduklarını güzel tahmin edersiniz.
Azılı anarşist ve bakire marksistlere dönüş:
Artık bizi hacı-hoca-imam-cennet-cehennem masallarıyla kimse kandıramaz. Batı Medeniyeti bize otomobil, televizyon ve binlerce alet edevat verdi, karılarımıza saç kurutma makinesi, sarıya boyama pudrası verdi. Biz marksist, anarşist, materyalist, laik zamani falan filanlarız. Bize bu yeter, gerisini kendine sakla.
İşin en tuhaf tarafı bu salakların ilerleme, bilim ve teknoloji savunucuları olmaları. Kapital allahı pazarda bulacaklarını bilmez gibi konuşuyorlar. Eğer satacak daha yeni ve daha cici bici bir Medeniyet teorileri olsa Batı Medeniyeti’nin en ulu tapınağı pazar yerine ışık hızıyla gitmesini benden çok daha iyi bilirler. Eğer pazarda kendilerine gülerlerse, New Age müritleri arasında müşteri bulabilirler. Gerçi artık bu bile çok zor, enayi avcılığında rekabet gittikçe şiddetleniyor. Sefillik gam tüccarları, bolluk reklamcılığıyla dünyanın en zengin 8-10 arasına giren bir milyarderin sitesinde dedikodu yapıp milyarderi beslerler. Galiba Mao’nun diyalektiği gibi düşmana verilenin kendilerine döneceğine inanır bu politik-sosyal-ekonomik falan filan mütahassısları. Şarlatanlık her alanda üssel artmakta.
Dilomalı aşırı azılı anarşist Zileli’nin Ulaş’mış bir dostu benim bu zırvalamalarımı neden yayınladığını Gün abisine sormuştu. Hatırladım, korktum, kısa keseceğim.
Sümer Medeniyeti hakkında çok beğendiğim S. N. Kramer’in ‘Tarih Sümer’de Başlar’ kitabının her 39 bölümü “İlk” kelimesyle başlar.
Eğitim: İlk Okullar / Okul Günleri: İlk “Yağcılık” Örneği / Baba ve Oğul: İlk İşlenen Gençlik Suçu Örneği / Uluslararası llişkiler: İlk “Sinir Harbi” / Yönetim: İlk Meclis / Sümer’ de İç Savaş: İlk Tarihçiler / Toplumsal Reform: İlk Vergi lndirimi / Yasa Kitabeleri: İlk “Musa” / Adalet: İlk Mahkeme Kararı / İlk İlaç Formülleri Kitabı / ‘Tarım: llk “Çiftçi Yıllığı” / Bahçecilik: İlk Ağaç Gölgesinde Bahçecilik Denemesi / Felsefe : İlk İnsanlık Kozmogonisi ve Kozmolojisi / Etik: İlk Ahlaksal Ülküler / Acı Çekme ve Boyun Eğme: İlk “Eyüp” / Bilgelik: İlk Atasözleri ve Özdeyişler / “Ezopika”: İlk Hayvan Fablları / Sözcük Oyunu: İlk Edebi Atışmalar / Cennet: Kitabı Mukaddes’le İlk Benzerlikler / Tufan: İlk “Nuh” / Hades: İlk Diriliş Öyküsü / Ejderhanın Öldürülmesi: İlk “Aziz George” / Gılgamış Masalları: llk Edebi Ödünçleme Örneği / Destan Edebiyatı: İnsanlığın llk Kahramanlık Çağı / Güvey Kral İçin: İlk Aşk Şarkısı / Kitap Listeleri: İlk Kütüphane Katalogları / Dünyanın Barış ve Uyumu: İnsanlığın llk Altın Çağı / Çağdaş Acıların Kadim Karşılıkları: llk “Hasta” Toplum / Yıkım ve Kurtuluş: İlk Dinsel Ağıtlar / İdeal Kral: İlk Mesihler / Ur’lu Şulgi: llk Uzun-Mesafe Koşusu Şampiyonu / Şiir: llk Edebi Benzetmeler. / Kutsal Evlilik Ayini: llk Cinsel Simgecilik / Ağlayan Tanrıçalar: İlk Mater Dolorosa [Kederli Ana] / U-a a-u-a: İlk Ninni / İdeal Anne: İdeal Annenin İlk Edebi Portresi / Üç Cenaze Şarkısı: İlk Mersiyeler / Kazma ve Saban: Emeğin llk Zaferi / Balığın Evi: İlk Akvaryum .
İnternet azılı anarşistleri yer mi bu boş “ilk” dolandırıcılığını? İnternet ve Sosyal Medya’da görüp hatırlamadıkları, anlamadıkları, enayi avcılarının “ilk”leriyle dolu.
Seni zorla tutan mı var burada? Hadi git doğaya işte.
Atla ilk uçağa veya gemiye – pardon onlar medeniyetin ürünü. Dahası, at arabası ve atların evcilleştirilmesi bile doğaya aykırı birer medeniyet zorlaması. O yüzden yürüyerek veya yüzerek git o en doğal ortamlara.
Haydi “Wahsi” Haydi “Wahsi” Haydiii!
Tam Zamanı Tam Zamanı Şimdiii!
Not: Yolda üşürsen sakın ateş yakma! Sadece doğal ateşlerden yararlan ısınmak istiyorsan. İnsan ürünü yapay ateşler medeniyetin kötülüklerinden biridir. Bütün kötülükler insanoğlunun ateşi bulmasıyla başladı zaten. Sümerler’den çok daha önce.
“Medeniyet” adındaki Şeytan’a küfrederek mastürbasyon yapmak çok zevkli, gelsene!
Böyle “doğal” zevkleri sakın kaçırma!
İnsanlık Tanrı’nın Adem ve Havva adlı ilk insanları yaratmasıyla ortaya çıktı.
“İlk Günah” ise Şeytan’ın Sümerler adlı ilk medeniyeti yaratmasıyla.
Bazı Afrika toplumları medeni Batılılardan çok daha insancıl.
Dolayısıyla kadın-erkek eşitliğinde de çok daha ileri.
Örneğin modern insanın karşı olduğu “kadın sünneti” gibi adetleriyle kadına ne kadar değer verdiklerini gösteriyorlar.
Böyle kabile toplumları aynı zamanda sağlıklı yaşama verdikleri bu azami önem açısından da modern Batı’dan çok ileri ve hatta onlara öncülük ediyorlar.
Tütün gibi sağlığa son derece yararlı bir buluşun medeni toplumlara yayılmasını sağlayan Kızılderililer gibi.
Vikipedia:
“Pew araştırma kuruluşunun yayınladığı 2010 yılı raporuna göre Türkiye nüfusunun %98’i Müslüman’dır.”
Wikipedia:
“Islam is the religion … over 70% belong to the Sunni branch of Islam, predominantly following the Hanafi fiqh. Over 20% of the population … adherents to be a form of Shia Islam”
233, 234 beyler, siz başkalarına beğenmedikleri yerden defolmalarını söylemektense kendiniz beğenmediğiniz %90’ı aşan Müslüman ülkemizden defolup gitseniz daha kolay olmaz mı?
Eskiden beğenmeyenler Batı’nın hoşuna giden “düzene karşı olma” masalıyla bolluk diyarlarına kapak attılar. Şimdi Batı’nın başı İslam ile iyice bela içinde. Bundan iyi “düzene karşı olma” fırsatını nerede bulacaksınız? Batı daima yararlı enayileri hoş karşıladı. Batı, kemik atma karşılığı ruh yok etme, vitrin süsleme ustası. %90 Batılı atılan kemik karşılığı ruhunu kaybedenler. Siz çoktan ruhunuzu kaybetmişsiniz. Batı’nın sizi kabul etmesi prensip değil pratik nedenlerden karışık olabilir ama dilencilik sizin için zor olmamalı.
Ama ne olur ne olmaz diye vatandaşlığınızı muhafaza edin. Bu gidişle Müslüman Türkiye de bolluğa erişecek, geri gelirsiniz.
Medeniyete karşı olan belki deli ama sizin gibi sanki dünyada pasaport ve vizesiz girip çıkılacak yer kalmadığını bilmeyecek kadar kara cahil değil. Ayağınız bu kadar mı yerden kesilmiş?
Medeniyet düşmanı sizi iyice aptallaştırmış, haberiniz yok; taptığınız tanrınız doğayı bile unutturup doğal olmayla alay ettirecek kadar aptalca konuşmalara sürüklemiş.
“Medeniyet konusuna, değinmek istiyorum.”
Tamamini okudum.
Eger yanlis anlamadiysam, ‘medeniyet’e degil, ‘Medeniyet’e karsisiniz.
Yani, Bati’nin, kendisini, butun zamanlarin ve butun ‘medeniyet’lerin yerine koymasina, onlarin onemsiz, kendisini ise ‘el (the) Medeniyet’ (buyuk harf ‘M’li, yani akla gelen veya gelmesi gereken odur anlaminda) olarak konumlandirmasina..
Ya da, Bati degilse bile, Bati hayranlarinin bunu bu sekilde pazarlamak gayretlerine..
karsisiniz.
Eger buysa, dogru anlamissam, sizinle tamamen hemfikirim.
“235 Adem, Havva, Sümerler İnsanlık … “İlk Günah” … ilk medeniyeti …”
Dinciler için “İlk Günah”, solcular için “İlk Zafer” veya “İlk İsyan”. Prometheus’u ve buna gönderme yapan ilk anarşist yayınlardan ‘Ateş Hırsızı’ dergisini de duymamışsınız galiba.
Cennetten memnun olanlar olduğu gibi kalsalardı aynı sizlere benzerlerdi. Belki Medeniyet’e karşı olan haklı. Siz Medeniyet cennetine uyum sağlamış kölelersiniz: ‘Elhamdülillah! huu huu’ çekiyorsunuz ardından da devrimcilik, solculuk modasına katılıp isyancılığın adını da kendiniz gibi bayağılaştırıyorsunuz.
Hayatım boyunca diğer kalabalık yığını insanlardan farklı olmak için elimden geleni yaptım.
Bu sitede hepinizin İLERİCİ, allah sizi Atatürk-Marks-İngiliz Diplomalı Anarşiste bağışlasın, olduğunu görünce tam yerine düştüğüme çok sevinmiştim. Ben çok gericiyim ve tutucuyum. Ama siz çok daha geriye gitmişsiniz.
Sonradan görmüşler, kraldan çok kralcılar, dinini değitirenler, Avrupalılardan çok Avrupalı olan Avrupadaki yabancılar, müslümandan çok müslüman olan Avrupadaki müslümanlar, Medeniyet’ten yoksun Medeniyet adına hoplayıp zıplayan Türkler, saymakla bitmez bu taklitçiler. Bunlar, aslını taklit ettiklerinden çok daha sinirli, daha katı, daha şiddetli, daha saldırgan olurlar. Aşağılık duygusu acısı içindeler ve asıllardan daha çok çıt kırıldım, daha çok hassas olurlar.
Siz böyle bir çoşkuyla çok daha geriye gitmişsiniz: primatlar, memeliler, tek hücreliler … Maşallah siz neler biliyormuşsunuz! Big Bang, atom altı parçacıklar, atomlar, moleküller falan filanı da ekleseydiniz bari. Her neyse.
Batı deyip duruyorsunuz ama bir b*k bildiğiniz de yok.
‘Efsane’ kelimesiyle “mit” kelimesi arasındaki farkı öğrenseniz fena olmaz. Efsaneyi ancak sizler gibi cahiller inanma/inanmama basit ikiliğine indirger. Efsane, olmuş olayları anlatır. Olmuş bir olayın inanma/inanmama salaklığıyla alakası yok. Ama sizin gibi ‘Batı Medeniyeti’ mitine inanmanız, çok daha doğrusu, ninnisine uyumanız kendi başına bir mucize.
Her halükârda, benden bile daha gerici birinin fırlaması beni üzdü. Ben sizleri hep ileriye bakan, her deliğinde bir kablo, her deliğinde bir anten uzay robotları olarak tahayyül ediyordum. Hayatı Batı’da geçmiş birinden size bir öğüt. Bu sizi aşan konulardan vazgeçin, somut konular size daha uygun düşer. Batı Medeniyeti tek tanrılı bir dindir: Ticaret. Eğer parayı vermezseniz deliklerinizi tıkamazlar. Halihazırda, 3. yüzyılda, Mani ‘her şeyin en iyisi ilk önce zenginlere gider’ dedi.
Sevgili Batılılarınıza yaltakçılık yapma, yalvarma nafile. Batılılar buluşlarını sizin gibi b*k çukurundan gelenlere ancak ve ancak zenginseniz verirler. Siz en iyisi çalıştığınız yerde k*ç yalamalara devam edip para toplayın. Delikleriniz anten ve kablolarla donanmasa bile EMEK allahı imdadınıza yetişir EMEKLİ olursunuz, ölürsünüz, boş kafanız Ka’be değil, Batı’ya doğru gömülürsünüz
“Hayatım boyunca diğer kalabalık yığını insanlardan farklı olmak için elimden geleni yaptım.”
Tercümesi:
Hayatım boyunca diğer kalabalık yığını şizofrenlerden farklı bir şizofren olmak için elimden geleni yaptım.
Yani; herhangi bir şizofren grubunun üyesi olmayan, kendinden başkasını beğenmeyen narsisist bir şizofrenim.
Ve elbette ki kara cahil olduğunun bile farkında olmayan kapkara cahil bir şizofrenim.
“Hakikat”in (medeniyetin bütün kötülüklerin kaynağı ve saf kötü bir “şeytan” olduğu gerçeğinin) bana vahiy yoluyla bildirildiğine inanacak kadar kapkara cahil bir şizofren yani.
Gördüklerine takılıp kalarak bu içi boş öfke ve nefretlerle kendini tüketme [diyeceğim ama nafile]!
Oku!
Biraz Mevlana oku! Veya dinle [neyden]!
Dünyada gördüğün bütün bu değişen, geçici varlıklara bağlanarak onları “hakikat” sanıp da gerçek varlığın ve hakiki padişahın – sahte padişahların değil! – varlığından gafil olma!
Modern Batı’ya ve onun kültürüne karşı ayrı bir nefretin olmasa – gerçi her şeye karşı nefretle dolu kalpsiz ve içi boş bir “geçici varlık”sın ama neyse – şöyle bir örnek de verilebilir sana:
“There is no spoon!”
Tabii aynı öğütlerin “Anti-Kapitalizm dini”nin müminlerine de verilmesi gerekir ama o işi Necip Bey yapıyor zaten.
medeniyete karşı olduğunu iddia edip de kendinle çelişirsen işte böyle alay konusu olursun adamım
Hataları ve çelişkileri yüzüne vurulduğunda kabul etmemek için inat eden, inadından balçığa batan, debelendikçe de batmaya devam eden “Politikacı Wahsi”ye güzel bir ders:
“Eğer tersi bir tutum görürsem açıkça hatalı bir tespit yaptığımı kabul ederim. Çünkü ben politikacı değil, devrimciyim.
Gerçek devrimcidir.”
Cui-bono? (Kim yararlandı?) – Gün Zileli
236 Zileli’yi bile Gölgede Bıraktı,
Bir şutla üç gol atan hırslı 236 politically correct gol krallığı peşinde.
“Kadın sünneti” ile kadıncılıkta, sağlıklı yaşamak için tütün içmeme mavallarını aktarmada ve her ikisine ortak olan püritenlikte.
Sayın 236, Batı, Afrikalıları kısmen medenileştirdi. Müslüman cizvitiniz Gülen okullar açtı, müslüman Er-Doğanınız ticaret geliştirdi. Siz de oraya gidip solculuk, devrimcilik, atatürkçülük, bakire marksistlik, bakire anarşistlik soytarıcılığı öğretseniz belki Afrikalılar nihayet sizin gibi b*k çukuru medenileri olurlar.
Dünyanın her yanında sinek öldürür gibi insan öldüren Amerikalılar, ölenlerin aslında tütünden dolayı öldüklerine siz yavşak orta sınıflara yutturmuşlar. Sanırım böyle safsatalara inandığınız için her gün sahilde hasreti içinde olduğunuz ebedi sulh ölümünüze koşuyorsunuzdur.
Eğer Amerika’ya gider de k*çını yaladığınız Amerikalıların size tütünü dünyaya kızılderililerin yaydığına ikna ettiğini, ölüm saçma suçunun kızılderililerde olduğunu b*k çukuru okul ve televizyonunuzda öğrendiğinizi söylerseniz sizi başkanınız Er-Doğan bile kurtaramaz.
Tütün içmek istatistiklere neden olur.
Afişte “Tütün, yavaş yavaş öldürür.” yazılı. Altında “acelemiz yok” yazılı.
İçki içersen her gün hayatından bir saat kaybedersin, tütün içersen iki saat. Çalışırsan 8 saat.
Sizi çok dezenfekte etmişler ama yine de çok pis kokuyorsunuz. Üstelik mizah ve espri ruhunuz sıfır. Çok tight as*siniz, çok katı, çok stiff necksiniz.
Bu konuyu daha önce diğer bazı kişilerle tartışmıştık ve dilim çok fena yanmıştı. Korkarak tekrarlayayım.
İzin verin karşı olup olmamayı, değer yargısı yapmayı ve dolayısıyla zaten karmaşık olan bir meseleyi daha da karmaşık etmeyi, şimdilik bir taraf bırakmak isterim. ‘Eleştiri’ ile ‘karşı olma’ çok yakın anlamlar taşıdıklarından dil sorunu, lügat, kişisel ve öznel fikirler tartışmasına kaymak çok kolay oluyor. Üstelik X’e “karşı olmak”, X’in varoluşunu inkar etmek, X yok demek değil. Ama kabaca eleştirim şu: Medeniyet’in başlangıcında, doğa, insan ve özgürlüğe düşmanlık; içi içine sığmamanın, kontrol altına alınamaya karşı saldırıcılığın yarattığı içerde baskı dışarıda fetih; her türlü insanlar arası dayanışma bağlarını yok etme ve benzeri çok sayıda kırıcı dünya görüşü olduğuna bütün varlığımla inanıyorum.
Bu gelişmeyi insan biyolojisine, insan yapısına, tarihin kaçınılmaz gelişmesine, her benzeri durumda benzeri sonuçlar çıktığına, insanın her zaman “daha iyisini” seçtiğine, biyolojik evrimden ilham alıp tarih ve sosyal değişmelere uygulamalara bağlayan görüşlerin de, çok samimiyim, bir çeşit dincilik, bir çeşit metafizik kurguculuk olduğuna inanıyorum. Üstelik, bu çeşit kurgular Medeniyet kurguları, kazananlar tarihi, dünyayı kontrol altına almada en güçlü araçlardan biri olan yazının mirasına konanların anlattıkları. Eğer sizin bir tabirinizi kullanırsam, kendi kendine gelin güvey olmak.
Eğer sosyal medya veya İnternet’te turistlik eden biri, ‘transhumanism’, ‘cyborg’, ‘uzay seyahatleri’, ‘genetik mühendisliği’ gibi manzaraların beyinsel fotoğraflarını çeker ve benzerleriyle büyük bir coşkuyla paylaşırsa, bu kişinin Medeniyet dışı dünyayı merak etmesi sonsuz gülünç olur.
Şimdi de sizin “Eger yanlis anlamadiysam, ‘medeniyet’e degil, ‘Medeniyet’e karsisiniz.”
Bakınız yazımdaki, “Aynı araştırmalar, Yeni Dünya’da rastlanan Aztek, İnka ve Maya medeniyetleri hariç, dünyanın her yerine Mezopotamya’dan yayıldığını tespit ve ispat etti.” cümlesine.
Yani, tam değil. Bence sadece bir Medeniyet var. Sümer ile başlar ve dünyaya yayılır. Batı Medeniyeti, bunun en son ve en göz kamaştıran halefi.
Siz in” Yani, Bati’nin, kendisini, butun zamanlarin ve butun ‘medeniyet’lerin yerine koymasina, onlarin onemsiz, kendisini ise ‘el (the) Medeniyet’” cümleniz, medeniliği OLUMLU (pozitive) gördüğünüzü, Batı’nın tek başına buna sahip çıkmasını tasvip etmediğinizi ima ediyor. Ben, tek ve tek bir Medeniyet olduğuna inanıyorum.
Amerikalara yayılıp yayılmadığı hâlâ kesin olmamakla beraber özellikle Pasifik Okyanus’da katı ticaret ve Kuzey Atlantik’te Vinland gidip gelmeler artık kesin.
Zaten bunun altında yatan da Medeniyet’in “hiç bir ilişki” olmadığı bir yerde doğuşu ve dolayısıyla doğallığı ihtimali. Buna yukarıda “dinsel” veya kendi kendine konuşma demiştim.
Peki, küçük harfli medeniyetler nereden çıktı?
Medeniyet içinde medenilerin kendilerini ölçek kullanıp diğerlerinden ayırt etmenin sözlükleri zenginleştirmesi. / Kültürle karıştırılması. /Devlet ile karıştırılması. /Yerleşik yaşamla karıştırılması./ Tarımla karıştırılması./İmparatorluklarla karıştırılması./Katıldığım, kibarlık, incelik gibi şehirde yaşamanın gerektirdiği davranışlarla karıştırılması. Zamanımızda her gün milyonlarca devrim olması gibi.
Not: Ben bir defa Türkiye’den Avrupa’ya gelmiş bir köylü kadına Türkiye’de de “lütfen”, “teşekkür ederim”, “günaydın” söyler miydin diye sordum. Cevap düşünmeden “hayır”dı.
Hepsinden sonsuz daha önemlisi, Medeniyet’in hem fiziksel hem de fikirsel alanda dünyaya egemen olması. Kısacası ve tekrar tarihin kazananlar tarafından yazılması.
Peki, Medeniyet dışı var mı?
Bu da karman çorman bir konu.
İlk başta, ve sanırım bu sitede bana saldıranların temel inancına göre dışındakiler ya içeri girmek için can atanlar veya tarihte asıl beceriye hazırlık yaparlar.
Bu, bir bakıma “güneşin altında yeni bir şey yok.” inancı.
Ha insan taş kırmayla (yontmayla) maddede gizli potansiyeli gerçekleştirerek kendine yararlı etmiş, ha maddeyi kırarak saklı nükleer enerjiyi kendine yararlı etmiş. Ha her attığının yere düştüğünü okumuş ve bir sonra atacağının da yere düşeceğini de öğrenmiş, ha fizik kitabında yer çekimi yasasının formülünü okuyarak binlerce alet yapmış.
İşin gülünç tarafı, bu dinciler, bilim, teknoloji, değişme, Medeniyet’i savunma ve ilerleme konularında sonsuz bir coşkuyla hoplayıp zıplarlar.
Siz bile “coğrafya kaderdir” dediğinizde insanın doğduğu yerin o insanın geleceğinde ne kadar önemli olduğuna işaret etmiştiniz.
Değişme, devrim, ilerleme şakşakçılarının cevabı: “Boş ver, kafanı yorma, bu dünya böyle gelmiş, böyle gidecek. Medeniyet’in verdiklerini al, ye, iç, keyfine bak!”
Bakın mesela ‘Mevlana’ zırvalayan 242’ye. Herif ya Konya belediyesinde, ya seyahat acentasında çalışıyor. Hafız, turislere dağıttıkları reklam broşürlerini ezberlemiş. Ben Mevlana ve benzerlerini çok sevdiğim halde, hiç değilse, neden bu büyük insanların sözlerine kulak asılmadığını anlamaya çalıştım. Üstelik bizim gibi b*k içinde olmayanlar arasında b*ku insanda değil olsa olsa tanrı veya doğa cilvelerinde bulan toplumları tercih ederim. Ahlak dinlerinin Medeniyet’in çıktığı yerde çıkması boşuna değil. O ahlak dinlerinde bile ince farklar var. Yahudi Allahı’nın kafası bozulunca hepsini cezalandırır. Yani, “ulan, Allah belanızı versin, birbirinizle geçinmesini bilmiyorsunuz, suç hepinizde” der. Kısacası Yahudiler daha henüz şehir veya yerleşik hayata tam intibak etmiş değiller, kibar, ince, demokratik, tam medeni olmamışlar; kişisel-bireysel bilinç ‘devrimini’ yapmamışlar. Hıristiyanlık ve İslam’da ‘her koyun kendi bacağından asılır’. Gel bunu bu siteyi dolduran kara cahillere anlat.
Ama dışarıyı anlamak da o kadar basit değil. Dışarıya bakanların binlerce özeleştirilerden birkaç “funny” örnek.
” we may appear to be ‘autopathological’ and suffer from ‘epistemological hypochondria’” or better yet “crisis and critique are closely connected”
“Anthropology, reified as the study of man, is the study of men in crisis by men in crisis. Anthropologists and their objects, the studied, despite opposing positions in the “scientific” equation, have this much in common: they are both, if not equally, objects of contemporary, imperial civilization. The anthropologist who treats the indigene as an object may define himself as relatively free and integrated, a person, but that is an illusion. In order to objectify the other, one is, at the same time, compelled to objectify the self.”
Galiba biraz daha anlamaga baslasim.
Tek ‘Medeniyet’ konusunda:
Kaynagi tarihin karanliklarinda, ve hicbir sekilde kesinlestiremeyecegimiz, bir sey oldugundan, bu konudaki her hukum kisisel tercih unsuru olmaga mahkum, malesef.
Yani, hakli olabilirsiniz; ama, yerlesik kabulleri donusturmek icin cok ugrasmak gerekir –elde cok kesin kanitlar olmaksizin bu cok zor; hatta, imkansiz.
Ote yandan, tipki tanri inacinin evrilmesi (evrilmek zorunda kalmasi) gibi: ‘Medeniyet’in de tek kaynaga indirgenmesi, oyle kabul edilmesi, farzedilmesi, hic de mantiksiz degil.
Degil; ama, insanin/toplumlarin kibirleri buna cok da izin vermiyor. Herkes, her toplum, kendi medeniyetini ‘unique’ sayiyor; onunla ovunmek istiyor. Bu, isleri hic de kolaylastirmiyor.
Aslinda, mantik/makuliyet cercevesinde bakacak olursak; yani,dunya yuzunde insanin ortaya cikisinin asagi yukari tek bir bolgeden oldugunu kabul edersek, zamanla bolgeyi terkedip yayilan nufusun bir ortak paydasinin olacagini da kabul etmek durumundayiz.
Buna ek olarak, ‘Medeniyet’ dedigimiz sey, esasen, (su ve atesten sonra) ‘kullanilabilir malzeme’ demektir. Yani, once ahsap, tas ve evcillestirilen hayvanlar, sonra da kolay ergitilebilen madenler; ve bunlarin kullanimiyla insa edilen aletler, konutlar, araclar vs.
Bu genellemyi kabul edersek, uzunca bir ogrenme egrisini temsil etmekle beraber, bulunulan cevrenin imkanlari eger daha cok nufusu besleyebiliyorsa, bu egri daha kisa zamanda kat edilir diyebiliriz.
O durumda, cevrede/bolgede bulunan malzeme, medeniyet dedigimiz seyin yapitaslarini olusturur.
Dunya denen gezegende, insanin yasayabilcegi cevrelerde bulunan malzeme cok da radikal degisiklik gostermedigi icin, degisik bolgelere yerlesmis olsalar da, birbirlerinden habersiz olsalar da, insanlar benzer ‘medeniyet’ cizgilerini takip ederler. Hangisinin hangi kademede oldugunu da, hem oradaki nufus, hem de hangi malzemenin daha kolay elde edilebildigi belirler.
Bunlar cok kabataslak genellemeler, tabii ki. Ama, cok da ucuk oldugunu dusunmuyorum.
Eger ‘cok da ucuk’ degilseler, ‘Medeniyet’in tek kaynaktan geldigini kabul etmek cok da zor olmaz.
Buna ek olarak, bir de –aklima gelmisken– sunu soylemem lazim: Insan biyolojisi cok uzun zamandir cok da degismedi.
Dolayisi ile, nerede olursa olsun, bu biyolojiye uygun cozumler gelistirmek zorundadir.
Tipki, dunyanin neresine giderseniz gidin, karinca/ari kolonilerinin/topluluklarinin, 3 asagi 5, yukari ayni/benzer yapilanmalar gostermesi gibi. [Tabii ki, farkliliklar var; ama, ayni ‘farkli’ yapilanmalar dunyanin degisik yerlerinde de var.]
[Not: Yaklasik 32 saattir ayaktayim. Biraz yorgunum. O yuzden daginik yazmis olabilirim. Daha sonra, gerek olursa, toprlamaga calisirim.]
“Fakat, anladigim kadariyla, mesele, bunlari dile geirirken kullanilan uslup ve ton.”
” Onun yerine, cok agdali olmamak kaydiyla, nispeten uzun cumleler ve belli zorluktaki kelimeler kullandigimda, meramimin daha iyi anlasildigini gordum.”
Bu konu beni aşar ve başa çıkamayacağım kadar karmaşık.
Aklımdan geçenleri not ettim. Düzene sokmaya çalıştım. Hem çok uzadı hem de beğenmedim.
Kesip atmak da istemiyorum. Tarihte, dilde kaçınılmaz gibi görünen her türlü muğlaklık ve “yanlış anlamalara” rağmen milyarlarca anıtlar yapıldı ve işler başarıldı.
Günümüz insanları, iş yerinde, okulda, bankada, parasını saymada, trende, televizyon önüne oturup en modaları takip etmede birbirini çok iyi anlarlar. Uyurken, gerçekten mevcut başka bir kimseyle konuşmazlar. Sevişirken pek öyle fazla konuşulmaz. Geriye pek bir şey kalmaz ama insanlar arasında bir yandan “iletişim kıtlığı”, diğer yandan “iletişim bolluğu” yaşanır.
Belki ikisi aynı şeyin değişik iki adı. Belki zamanla yarış çok büyük bir hız kazandı. Belki yapılacak iş insandan daha değerli oldu. Belki “boş zaman” arttı ama “boş zaman” çok doldu …
Bunlar aklıma gelenlerin bir kaçı.
Tabii bunlar sadece günlük pratik hayatta kullanılan dille ilgili. Güzel konuşma, şiir, edebiyat gibi doyum verici sanatlardan; ilkel ve geleneksel toplumlarda büyük rağbette olan masal ve hikaye anlatma ustalığından; atasözleri, türküler, efsaneler, anonim halk edebiyatı, tekerlemeler, bilmeceler, doğaçlamalar ve benzeri dili güzel ve ustalıkla kullanmadan bahsetmiyorum. Ne de komşular ve arkadaşlar arası sohbetlerden ki sanırım zaten bunlar artık tarihe karıştılar.
el insaf pkk ve ypg nin kürtler üzerindeki insan hakları ihlalini görmezden gelmek neyle izah edilir.hiç bir ahlak anlayışına sahip olmayan pkk ypg aşkınızı açıkca yazacaksınız ama bir kürt pkk ypg yi açıkca eleştirecek olsa hain ajan diye infaz edilir bunu da kimse sorgulamaz.ölen müslüman kürtler ermeni asıllı kürtler lüks içinde yaşar.
“Tarihte, dilde kaçınılmaz gibi görünen her türlü muğlaklık ve ‘yanlış anlamalara’ rağmen milyarlarca anıtlar yapıldı ve işler başarıldı.”
Bu dogru, tabii ki.
Hatta, bunu desteklemek icin Koca Ragip Pasa’nin su guzelim sozunu de alintilayabilirim: “Eğer maksud eserse, mısra-ı berceste kâfidir!”
Fakat, dusunun bir: Baska hic bir sey yazmadan, sadece bu sozu aktarmis olsaydim, acaba ne kadar anlasabilirdik?
Kestirip atmakla malumatfurusluk arasinda bir yerlerde ukalalik olarak yorumlanabilirdi, bence.
Ben, ondan sakinmaga calisirim –elimden geldigi kadar.
Anitlara gelince..
Evet, anitlar yapildi. Ama, kimler yapti/yapabildi?
Iki temel grup goruyorum ben: ‘Topuzumun hakki icin’ nidasiyla meydan okuyarak yaptiranlar; bir de, ikna edecek kelimelerle pazarlayip yapilmasina riza/destek olusturanlar…
Benim gucum cok nadir birinci orneke yetti. Onlarin faydasina olsa bile, ve oldugunu anlatmak icin, ikna yoluyla riza uretmem gerekti hep.
Kisisel deneyim, tabii ki, bu.
“Tabii bunlar sadece günlük pratik hayatta kullanılan dille ilgili.”
Evet, tabii ki.
Fakat, cogu zaman (ya da bazan) iyi bildigimiz konularda cok sabirsiz olabiliyoruz: Muhatabimizin neden (ve nasil oluyor da, hala daha) anlamiyor oldugu bizi kizdirabiliyor.
Bir kitabin ismini vermek, bir ozlu sozu alintilamak yeterli saniyoruz.
Benim kisisel tecrubem, bunun cok da gecerli olmadigi yolundadir. Muhatabiniza (cok asiri, biktirici degil, tabii ki; ama) yeterince detayi aktarmazsaniz, ayni/yakin ‘context’te bulusma sansiniz dusuyor.
Anti-Kapitalizm dini mensubu arkadaşları gibi yel değirmenleriyle savaşan Anti-Medeniyetizm dini mensubu sözde medeniyet karşıtı özde medeni şahıs tütün ve kadın sünneti örneklerine cevab veremeyerek her zamanki gibi ad hominem yaptı ve suratına gelen yağmurlara yarabbi şükür dedi.
Necip Bey bu Doğu-Batı konusunda eksik bile söylemiş. Eleştirilecekse bu nedenle eleştirilmeli.
Çürümeye yüz tutmuş ve hatta neredeyse tamamen çökmüş Batı kültürünün aksine, artık bütün dünyaya Doğu’nun inanılmaz yaratıcılığı ve dinamizmi yön vermektedir.
Neredeyse bütün dünyanın ve özellikle gençliğin hayran olduğu Suudi Arabistanlı ya da Afganistanlı genç şarkıcılar, film ve dizi oyuncuları, yazarlar, çizerler, hatta mankenler, komedyenler, bunlara ilaveten o ülkelerin üretimi olup gençliğin elinden düşmeyen bilgisayar ve video oyunları gibi örneklerde gördüğümüz gibi.
Tabii Türkiye de, her ne kadar yakın tarihlerde liderliği adı geçenler gibi ülkelere kaptırdığı için biraz geriden gelse de, evrensel kültüre yön veren bu dinamik ülkelerden biridir.
Hatta son zamanlarda yaptığı atılımlarla o ülkelere yetişmek üzere gördüğünüz gibi.
Oysa Batı, yani bir ABD ve Avrupa mesela, hiç böyle mi? Oralarda bu alanlara liderlik eden – belki bu Doğu ülkelerine yerleşmiş birkaç istisna hariç – hiçbir isim gösteremezsiniz.
Zaten Türkiye’nin liderliği öbür Doğu ülkelerine kaptırmış olmasının nedeni de, Batı’ya en yakın Doğu ülkesi olması nedeniyle, bu kendi kendini yeniden üretme yeteneğinden yoksun “Batı Despotizmi” ya da ATÜT’ün (Avrupa Tipi Üretim Tarzı) çürütücü etkisi altında kalmış olmasıdır.
Ad hominem (/æd ˈhɒmənəm -ˌnɛm, ɑd‐/), argumentum ad hominem ya da insan karalama safsatası, kalıplaşmış bir Latince deyimdir. Bir reaksiyonun, belirli bir kişinin herhangi bir konudaki duruşu yerine şahsına yöneltilmesidir.[1] Örneğin bir argümana cevap verirken, argümanı eleştirmekten ziyade, argümanı ortaya atan kişinin alakasız bir özelliğini gündeme getirerek fikirlerini çürütmeye çalışmaktır. Önerme yerine, önerme yapan kişi tartışma konusu edilerek iddialara karşı çıkmak suretiyle yapılır. Ad hominem, mantıksal bir safsata kabul edilir.
“Kaynagi tarihin karanliklarinda, ve hicbir sekilde kesinlestiremeyecegimiz, bir sey oldugundan, bu konudaki her hukum kisisel tercih unsuru olmaga mahkum, malesef.”
Bu çok kısa yanıtım, çok sık rastladığım ‘kişisel tercih veya yorum’ fikrinin eleştirisi. Amacım kesinlikle kişisel düşünceye saldırı değil. Kendim “kişisel tercih veya yorum” olan bir toplumda yaşamayı tercih ederim ama bunu anlatmam ayrı bir konu. Ben burada kişisel ağzımla “konuşan”ı dile getirmek istiyorum. Kısa kesmek isteğiyle salt iki benzetmeyle yetineceğim.
BİRİNCİ ‘BENZETME’: tarih boyunca toplumlar bilinmeyen sayısız algılar içeren dünyayı mitleriyle evcilleştirip anlaşılır kıldılar; korkularını teskin edip yendiler; neden ve ne amaçla sorularını cevaplandırdılar; bilinen dünyandaki ‘düzen’i sezip ‘kaostan düzene geçiş (singularity)’ olarak algıladılar; çeşitliliğe rağmen birliği ve birden çeşitliliğe geçişi sezdiler … Belki de en önemlisi, toplumla birey ve bireyler arasındaki kaçınılmaz çelişkiyi sezip bir uyuşum, bir fikir birliği yarattılar.* Buna, burada “Kaynagi tarihin karanliklarinda ” olanları aydınlığa çıkarma diyelim. Genellikle mitsel düşünmelerden felsefi (yani, ‘karanliklarinda’ olanları farklı görme Yunanlılara atfedilir.** Ne var ki, doğa ile ilgili farklı, bilimsel diyelim, kurgular dışına çıkan Sokrat’ın başına gelen Medeniyet vitrinini sonsuz süsler.
*Not: Medniyet öncesi veya ilkeller zamanımızda her kaldırılan taşın altından çıkan kişi/birey-toplum kaçınılmaz sürtüşme ve çelişkisine bir çözüm getirdiler. Ayinler ve özellikle “yeni yıl” ayinlerinde dünyanın kaosa dönüp yeniden doğması, toplumsal yaşam kurallarının askıya alınması ve benzeri geleneksel sembolik etkinlikler bir çeşit ‘boşalma”ydı.
**Not: Birkaç dalda cambazlık yapmaktan kaçınmak, Medeniyet dilini konuşmamak imkansız. Bazı yaygın bilgileri olduğu gibi kabullenerek yazacağım. Örneğin felsefenin Hindistan’da, Çin’de de geliştiği iddia edilie ve hatta daha geniş anlamda aynı temel değişimi kapsayan MÖ 600-MS 200 insan tarihinde bir dönüş ekseni (Axial Age) olarak tanımlanır. Bunların da “karanlıklar” oldukları ileri sürülebilir, fakat bence bu son derece kısır bir yaklaşım, hatta aydınlığı karanlıkta aramak gibi bir şey. Medeniyet dilinde “kuşku” karanlığı aydınlatmaya yardımcı olur aksi halde “her yer karanlık” türküsü ancak ve ancak bu sitede bana saldıranların kuşkusuzca söyledikleri “her yer aydınlık” türküsü olur çıkar.
İKİNCİ BENZETME: kültürleri farklı iki, X ve Y, toplum düşünelim. Belli bir olay karşısında ve genellikle, X’li birey, aynı olgu ve olayı Y’li bireyden farklı algılar ve yorumlar. Ama yine ve bazı ince farklara rağmen X’liler ve Y’liler kendi aralarında anlaşırlar. Bu durumda “kişisel yorum” nerede? Daha doğrusu “kişisel yorumun” kaynağı kişi mi, kültür mü, toplum mu?
Burada bir parantez açıp modern bilimi teknikten ayırt edememede de benzeri bir sorun yaşandığına işaret etmek istiyorum. Teknik, kültürel bağlam içinde kısıtlıdır. Çin’de ayakkabıcı Türkiye’ye gelirse yerel tekniği bir bilenden öğrenmek zorundadır. Bu bir “kişisel yorum” değil. Tarihte böyleydi ve bazı bilgi alanlarında hâlâ öyle.Modern bilim, “kültürel yorum”larla beslenen teknikleri (zanaatkarlık da diyebiliriz) aştı. Modern bilimde tarifeler (denklemler veya yasalar) evrensel matematik diliyle ifade edildiğinden kültür farkları sadece matematik bilgisiyle sınırlanır. Kısacası, eğer Türk ayakkabısı yapma denklemlerle ifade edilse, matematik bilen her kişi, örneğimde Çinli, gerekli malzeme olduğu sürece, Türk ayakkabısı yapar. Bilgisayar programları da bu temele dayanır.
Diğer bir gözlem: Nedense göze hemen çarpan bir olgu görülmüyor: Son 3-4 bin yıl içinde Çin’de veya Hindistan’da iç değişmeler astronomik ama hâlâ Çinli Çin; Hindistanlı Hintli, “form and content problem”. Benim nakaratım: Ha Sümer, Ha eski Mısır, …ha Harappa Mohenjo-daro, Ha Antik Yunan, … ha İslam veya Hıristiyanlık veya Batı/Avrupa Medeniyeti. Bu, içerinin değişmediğini ve yerel kültürleri farkları inkar etmek demek değil. Biçim özelliklerindeki bütünlüğün yanlış olduğu, bilimsel/tarihsel belge ve araştırmalarla henüz ispat edilmedi demektir. Çoğu zaman, bilinçaltı farkında olmadan yapılan ‘kişisel yorum’, yani, ‘nasıl olsa iş işten geçmiş’ ispat yerine kullanılmakta. Hele bu sitede, forget it! Ben kendim, tek çareyi alay etmekte buldum. Hatta “aynı neden aynı sonuç” kavramını savunanların “aynı neden ama değişik medeniyet” demesi benim için sonu gelmez Arapça “ya leyli, ya leyli”, yani, “kişisel yorum”.
Büyük Not: Dikkat ederseniz aynı yumurta üzerinde yürür gibi yazıyorum. Amacım yaygın “kişisel yorumlar”ın pek kişisel olmadıklarını tartışmak ama devamlı “kişisel yorumlar” yağmuruna tutulacağımın korkusu içindeyim. Ben bilginin bilgi bankaları okullarda toplanmasına karşıyım. Fakat konuyu bilmeyenlerin kafasına esen “kişisel yorumlar”ını fikir özgürlüğü adına saçmalamasından kaçmanın en etkin çözümünün üniversitelerde kendi aralarında konuşan uzmanların dünyasında yaşamak olduğuna katılmamakta zorluk çekiyorum. Ve burada bir iğneleme daha yaparsam, Sümer’de tapınaklarda uzman düşünür rahiplerin aslında günümüz üniversitelerinde uzman düşünür profesörlerin ‘ilki” olduğu bence apaçık. Hatta iş daha da vahim. Ünlü felsefi ve dinsel kurgularda insanlığın cefasının kaynağı ayrılma, bölünme, tümlüğünü kaybetmede olduğu ima edilir veya açıkça dile getirilir. İblis diabolostan gelir. [Dia-bolos in. Greek meaning ‘the who who divides’.] Yani, fitne ve ikilik yaratan. Eski Ahit’te cennetten kovulma, Budizm’de ilk bütünlüğe dönmenin kurtuluş olması, Zerdüşlük’te iki tanrının dünyaya yansıttığı savaşı, … Nihayet modern mitlerden biri olan Marksizm’de “alienation”. Freud’un kayıtsız şartsız yaşam yeri rahimden çıkıp karmakarışık dünyaya girip kafayı yeme.
SONUÇ:
Eğer çok kabaca bir özet yaparsam, kamuda bazı tartışılan, üzerinde dikkatle durulan, düşünürleri meşgul eden konuların kaynak ve gayelerini bilmemek başka, bunları “kişisel yorumlar” sanmak başka. Daha da kötüsü, ve maalesef, her konuda bilgili olmak, o konunun neden ve hangi amaçlarla tartışıldığını, tarafların tutumlarındaki politik eğilimleri bilmek zor ve hayli zaman alır. Bu durumda da, anlaşamamanın kaynağı “kişisel yorum”lar mı, kişilerin yorumlarına kaynak olan, tarih ve kültürle gelişmiş politik eğilimler, toplumsal tercihler mi?
Kim, İslam’da, hakkıyla ve herkesin katılacağı, ilk dört halifenin öldürülmesi, hangi meleklerin hangi Amerikan akıllı ‘drone’larıyla mağarada Muhammedi bulmada hata yapmadıklarını, Suni-Sh’i çatışmayı, Abbasilerin Emevileri alaşağı etmede ısrar ettikleri ‘kan bağları’ veya Hıristiyanlıkta Doğu-Batı hizbinin teolojik argümanları ardında yatan politik nedenleri bulup çıkarabilir? Bilgi noksanlığını bilgi yokluğu veya “kişisel yorum” algılamak bir yandan kaçınılmaz gibi, diğer yandan, ve bence asıl olan da bu, entelektüel tembellik ve gereksiz “laf ebeliği”. Hiç kimse “Türkçenin tümü”nü bilmez ama en azından her anadili Türkçe olan Türkçe konuşur. “Türkçenin tümü” kişisel Türkçeleri aşar. Tümünü bilmemeyi kişisel sanmak çok tuhaf.
Geriye çoktan ilan edilen ve modern bilimin temelini teşkil eden bir ilke kalıyor: sadece ve sadece tekiller veya özeller vardır. Ama aynı zamanda genelleştirmeden veya soyutlamadan ne bilim olur ve ne de hatta dil. Ama belki bu sitede sık sık rastladığım ‘politically correct’lik olur. Kişisel hislerini incitmemek için her taşa ayrı isim vermek gerekir.
Bence, insanı kişilere indirgememe, insanın evrenselliğini sezme, evrenselliğine özlem duyma asil duygu. İnsanı kişileştirme, bir yandan akıl yürütmenin ilk yasasının abes kullanışı, diğer yandan nihayet pazar ekonomisiyle zirvesine ulaşan Medeniyet ‘ilk’ saplantısı. Allahlar bile dünyaya krallar ve imparatorlar gibi hemen görülen yenilikler getirmediler.. Piramitler, saraylar, sulama işleri, tarlalar, binlerce kişinin aynı anda ve beraber çalışması, savaşlar, … Doğrusal zamanın ilk belirtileri (‘cyclical time’dan ‘linear time’a geçiş hazırlıkları).
Tabii, Medeniyet içinde, içini dıştan çok görenler oldu. Ama salt ilk satırınıza cevabımla yeteri kadar kafa şişirdim. Yanıtınızda işaret ettiğiniz diğer dikenli sorunlara değinmem daha sonraya kalacak.
Anadolu’nun ruhuna uygun “Anadolu Oligarşisi” iktidarı sayesinde artık Türkiye başarıdan başarıya koşuyor. Daha önce hayal edilemeyecek mucizeleri gerçekleştiriyor. Buna “AK Parti mucizesi” de diyebiliriz.
Yılbaşı gecelerinde gördüğümüz Victoria’s Secret mankeni kızlarımız mesela.
Dünyada yıldızları parlayan bu Anadolulu bacılarımızın başarısı şüphesiz onların “fıtrat”ına uygun olan Anadolu Oligarşisi iktidarının bir eseridir.
“Balkan Oligarşisi” iktidarı döneminde böyle bir başarı hayaldi, şimdiyse gerçek oldu.
“Hayaldi Gerçek Oldu: AK Parti”
Sanırım siz ultra modern muhasebeci-sosyolog veya muhasebeci-tarihçilerdensiniz: Savunduğunuz Medeniyet gibi kalite sıfır, nicelik çok.
Her sonradan gören gibi aslını görenleri yakalamak için çok hızlısınız. Dünya asıl döndüren en modern motorun muhasebecilik olduğunu kapmışsınız maşallah! Hele “ad hominem” gibi dilinizi aşan deyimleri bilmeniz, bin defa maşallah!
Önce sizin kalite yoksulu bilgiçliğiniz alanı dışı bir uykudan uyarı ve ilk ev ödev. Nitelikler açısında yapılan incelemelerle ilgili bir örnek. Bir ara sizin gibi hızlıları başka türlü pompaladılar: “Nüfus efendim, sorunun kaynağı nüfus artışı.” Peki, çözüm? Muhasebecilik! Senin gibi hız kazanan iyi kalpli hödükleri toplayıp, örneğin Hindistan’da bu son ve ‘politically correct’ haberden habersiz kadınlara gebelik önleme hapları dağıtmaya gönderdiler. Eğer muhasebeci aşırı dolu beyninizi boşaltıp ne olduğu hakkında bilgi edinmek isterseniz, bu konuyu biraz kurcalayın. Şimdi de çok benzeri dönen bin bir filimler var. İklim değişme, bir tanesi.
İkinci ev ödeviniz daha çok daha zor. Çift girişli, İyi/Kötü, muhasebe defterinizle yola çıkacaksınız. ‘İyi/Kötü’yü avucunuz içi gibi bildiğinizden ve sonsuz enayi olduğunuzdan bu safhada bir zorluk çıkmaz. İkinci safha uzun ama Medeni bilgisayarınız sayesinde sizin zamanınız yetmese bile her kandırılan enayi Medeni gibi yuttuğunuz ‘İnsanlık İçin’ uyuşturucu hapıyla bitmeyen işi ‘gelecek nesiller’e bırakırsınız.
Ödeviniz şu: Çift girişli elektronik muhasebe defterinizde tarihte son bir milyon yıl 1 olmuş iyiler ve kötüleri sayıp kayıt edin. Bitince bana dönün. Ben size bir algoritmayla ayıklama ve istatistiksel hipotez testi ile Medeniyet Öncesi ve Medeniyet Sonrası iyi/kötü terazisinde hangi tarafın ağır bastığını bulup çıkaracak bir program yazarım.
Aslında, sizin gibi çok çoğalan beyinsizlere iş çıkarıp meşgul etmek, ağızlarına emzik tıkamak son zamanlarda hayli arttı.
Daha etkin ve basit çözümü senin gibi enayileri pompalayanlar etkin uygularlar. Siz emzirirken arkanızda çoktan beri başarmakta usta oldukları bir yöntemi uygularlar, yöntemin adı da var: “Exterminate All the Brutes”
Siz sıradan bir askersiniz, her mükemmel asker gibi beyinsizliğiniz seçilmede avantajınız.
Eğer yukarıdaki ödev çok zorsa, size daha yakışır bir ödev var.
“Çapı 10 mikrometreden daha küçük olan küçük parçacıklar sağlıkta en büyük problemi oluşturur, çünkü akciğerlerinizin derinlerine inebilirler, hatta bazıları kan dolaşımınıza bile girebilir.”
Bu küçük parçacıklar, büyük şehirlerde ölçü 50’yi geçtiğinde sağlıkta, sizin gibi kuş beyinli olma da dahil, sayılmaz sayıda hastalıklara neden olur. Şehirlerde ölçü 1000’leri aşar.
Yakın zamanda buna karşı önlem almayan bir şehirle almayan kıyaslandığında, önlem alınmayan şehirde salt bu nedenden ölen sayısının günde iki kişi olduğu bulundu. Aynı çalışma büyük şehirlerde yaşayan kadınların yüzlerini örtenler arasında bu çeşit hastalıklara yakalananlar sayısının sonsuz daha az olduğunu tespit etti.
Bunun üzerine sizin gibi sosyal medya ve diğer enayi avcıları medyaların çevik maymunları hemen hoplayıp zıplamaya başladılar.
Ben sadece iki aşırıdan söz edeceğim.
İlki size çok benzeyen, saplandıkları bataklığı bir türlü görmek istemeyen, karılarının vahşiler gibi çıplak gezmelerinden korkan Müslüman erkekler.
İkincisi son zamanlarda zengin ülkelerde Müslüman kadın giyimini moda eden moda reklam şirketleri. Bunlar yüz örtmeyi son moda etme peşindeler.
Kişisel bir not: 25 yıl önce, Amerika’dan Avrupa’ya taşınmadan önce, sizin tam tersiniz olan, yani dünyayı bilen, bir arkadaşa “Müslüman kadın giysileri Avrupa’da moda olacağa benziyor.” demiştim. Arkadaş “Müslümanlar yeteri kadar egzotik değiller, Avrupalılara çok benziyorlar, olacağını sanmıyorum.” dedi. Sanırım ikimiz de haklı çıktık. “All is possible with Capital and/or Civilization” Kapital ve/veya Medeniyet ile her şey mümkün.
Ben hâlâ “Vahşi çıplaklar arasında babanı bilirsen şanslısın” inancına bağlıyım. Siz seksin ticaret haline getirildiği Medeniyet dünyasının vır vır eden yurttaşlık sorumluğunu kendine sakız etmiş sıradan bir vatandaşsınız.
Bence, benim size ‘Ad Hominem” yapmamı düşünmeniz sizin bir hüsnü kuruntunuz. Size tek yapacağım şey ‘Ad Ovis” veya ‘Ad JackAnus’.
Geniş anlam içinde dil ve edebiyat konularında sıfır olduğumu tekrarlamamda yarar var, hele yazma, forget it! Örneklerimle anlaşılmada özenti göstermenin gerek olmadığını savunuyor değilim.
Ben daha çok dil konusunun Medeniyet/Medeniyet dışı ile ilgili tarafı üzerinde bazı gözlemlerimi ve düşüncelerimi aktarmak istiyorum.
Medeniyet içinde bir yazıyı okuyan/ konuşanı dinleyen açıkça yazılmayan/ söylenmeyen çok sayıda “boşlukları” otomatik olarak doldurur.
Bir hikaye şöyle başlasın: “Sinemadan eve döndükte sonra soyunup yatağa girdiler …” Genelde iki erkek veya iki kadın veya kız erkek kardeşler olmadıklarını eklemeye gerek kalmaz. Yani, yazan/anlatan ile okuyan/dinleyen aynı kültür ve sosyal yaşamı paylaştıkları için bu ayrıntılar gereksiz.
Günlük hayata dönersek, Medeni toplumlarda yönergelerin muğlak olması, önemli ayrıntıların net bir şekilde aktarılmaması felaketlere yol açabilir. Fazla uzatmayacağım. 16-17’nci yüzyıllardan sonra zanaatkarlıktan fabrikada çalışmaya geçiş ve dolayısıyla yönergeleri anlaması; şehirlerde toplu ulaşım, kaybolmadan yolunu bulma, gazete okuma ve politik yaşamı izleme ve benzeri durumlar, büyük bir ölçüde, okuma bilmeyi gerektirdi ve okullarda öğretilmesine yol açtı.
İlkellere bakınca başka bir durum dikkat çekiyor. Dünyaları bir çeşit semboller ormanı. Her sembol, ki kelimeler semboldür, sayısız anlam haznesi. Değişik anlamalar çelişkiden çok birbirlerini tamamlar, birbirlerinin çağrışımını yapar, iç içe girerler, sınırlar mesameli, …
Şu an iklim değişmesiyle 400 yıl önce katliamdan geçen Eskimo kalıntılarının ortaya çıkmasıyla başlayan arkeolojik kazılarla ilgili bir yazı okuyorum. Sayısız okuduğum ve gördüklerimden biri önümde.
” X finds a common artifact that was created with exceptional artistry. It’s a women’s cutting tool popularly called an ulu—uluaq in Yupik—with a curved blade of slate and a carved wooden handle. …a complete ulu, … this one brings gasps from everyone. The handle has the graceful shape of a seal. But that’s only half the design, it turns out. When local carver Y takes a look later from another angle, he sees the outline of a whale.
The artifact speaks to the fundamental Yupik worldview that nothing is a single, inflexible entity because everything is in a state of transformation. The ulu handle is a seal, but it’s not a seal. It’s a whale, but it’s not a whale. Other finds embody that same idea: A mask that’s a walrus, or a person. A small wooden box that’s a kayak, or a seal.
“That dynamism is a constant part of their lives,” Z says. “And climate change is part of that.”
If anyone’s going to survive the changes occurring in the natural world, he believes, it’s these people who have always seen their environment as something fluid, requiring adjustments and adaptations. They know firsthand the seasonal patterns of plants and animals, and if there’s a shift, they’ll shift with it.”
Dil ve kelimeyi böyle kullananlar arasında, biz Medenilerin baş belaları “kelimeler, ayaklara takılan köle zincirleri”, “kelimeler, kavramsal katılığa neden”, “kelimeler, sürekli değişen dünyayı değişmeyenlerle ifade dogması” gibi tuzaklara karşı sürekli uyarılara gerek kalmaz.
Kısacası, Medeniler arasında gelişen ve son derece önem kazanan “discursive” dil, her türlü ihtiyaçlarını doğrudan doğruya sağlayan ve biriken bilgileri nesilden nesle olduğu gibi aktaran ilkeller arasında çok kısıt alanda önemli. Güzel dili şairler, yazarlar, sanatçılara bırakıp geri kalan çoğunluğu “discursive” dilde maharetli eden Medenilerin eninde sonunda dünyaya egemen olacaklarını bilmek için ne dahi ne de Medeniyet dini mümini olmak gerekir.
Dolayısıyla dilin Medeniler arasındaki kullanışı ve ortaya çıkan sorunlar evrensel sayılmaz. Ne de Medeniyet içinde süregelen tarih bilgisinden “insan doğası”na atlayarak “eninde sonunda onlar da aynı bizler gibi ışığı görecekler” iddiası ciddiye alınabilir. Genellikle sanat eserlerinde insanı daha çok geometrik desenlerle soyutlaştıran ilkeller, “insanın evrenselliğine”, “insanın doğasına” inançlarının Medenilerden daha derin ve güçlü olduğunu daha ciddi ve kolaylıkla savunabilirler.
Ümit ederim, biraz uzaktan da olsa,
“Evet, anitlar yapildi. Ama, kimler yapti/yapabildi?
Iki temel grup goruyorum ben: …” yargınıza bir katkı olarak görülür.
Ama bir soru da sormak isterim. Bu yargı, hiç değilse anıt yapmada, sadece ve sadece Medeniler arasında geçerli olabilir mi?
Ne var ki, kendimle ‘çelişkiye’ düşerek ekleyeceğim: Mısır ve Orta Amerika’da gezdiğimde, ilk sanat eserlerinde ne ‘Topuzumun hakki icin’ ne de ‘ikna edecek kelimelerle pazarlayip yapilmasina riza/destek olusturanlar’ı gördüm. İlk eserleri yaratanaların zengin iç dünyaları eserlerinde canlanmmışlardı. Daha sonraki sanat eserlerinde, maddeye/dış dünyaya hakimiyet yeteneği, boşalmış iç dünyanın yerini almıştı. Fazla cici bicilik, yani.
“İğrenç şeyler. Tarife sığmayacak ölçüde mide bulandırıcı. Tiksiniyorum. Bu kadar yeteneksizlik. Bu kadar cahillik. Bu kadar sömürü. Bu kadar kötü oyunculuk, kötü yönetim, kötü müzik, kötü senaryo. Yok mu şu işin ucundan tutacak eli yüzü düzgün iki tane delikanlı ya da kız? Bu adamlar hiç mi Amerikan filmi izlemezler ya? Otur iki tane Holywood filmi izle yap aynısından. Yok!”
[Nişanyan’ın bir röportajında Türk dizilerini eleştirdiği bölümden. Bunu izlediğim videonun linkini arayıp bulmaya gerek görmeden hatırladığım kadarıyla alıntılamak istedim. Aynı duyguları paylaştığımdan olsa gerek neredeyse kelimesi kelimesine aklımda kalmış.]
Vaktini bu kadar uzun ve anlamsız laf yığınlarından oluşan demagojileri yazarak harcayacağın yerde neden putlaştırdığın sözde medeniyetsiz (“sözde”, çünkü en ilkel toplumların bile medeniyeti vardır, mesela doğada bulunmayan insan yapımı ateş, ok, yay, mızrak, hatta alet olarak kullanılan en ilkel taş) toplumların yanına gitmek için harcayarak artık orada yaşamıyorsun?
Sn. Zileli, size bir soru sormak isterim fakat istemiyorsanız yanıtlamasanız hatta yorumumu yayınlamasanız da olur.
“Medeniyet” adını verdiği şeye karşı olan veya olduğunu zanneden ve bunu bu derece takıntı haline getiren birinin (ya da belki birilerinin, kaç kişi iseler) sizinle ve sitenizle ne işi olabilir?
Acaba size karşı kişisel düşmanlığını ve kimliğini bu şekilde gizlemek isteyen, bu amaçla bu düşünceleri savunur görünen biri ya da birileri olabilir mi?
Beslenme zincirine savaş açan o zincirin bir halkası Don Kişot’lar ile “medeniyet”e savaş açan herkes gibi medeni Don Kişot’lar birbirlerinin tıpatıp aynıdır.
“Kapitalizm”e ve “medeniyet”e ilan-ı harp eden anti-kapitalistlerin ve doğal yaşamcıların şarkısı:
https://www.youtube.com/watch?v=UYURps66zRI
Kendisini tanıyorum. Önemsemek doğru olmaz. Fakat yorumlarını, saçma sapan da olsa yayınlamak zorundayım. Yoksa ilke ihlali yapmış olurum.
Bu kadar devrimci ve solcu modern ırkçı faşistleri bir araya getirip boşalmalarını sağlayan birine helal olsun!
Çobanın kim olduğunu hatırlatmak, ‘video’lar, ‘dün akşam televizyonda …’, ‘twitter’ler, ‘facebook’lar, ‘youtube’lar, ‘gazete köşe yazıları’ dili konuşanları rahatsız etmiş.
The cows seeing grass for the first time in eight months are jumping for joy. Farmer housed them for much longer than normal.
Medeniyet’in son 10 bin yıl kültür-genetik mühendisliğiyle yarattığı devrimci-solcu medeni inekler dışarıyı gördüklerinde korkudan geri içeri girmişler. Medeniyet-Kapital’in bu sitedeki in vitro yarattığı sayısız yapay ineklere güler misin ağlar mısın?
Suratlarına tutulan aynada kendilerini gören pısırık 258, 259, 260, Gün Zileli, 261 ve 262 kudurmuşlar, ağızları köpük saçıyor.
258 Anonim çok tanrılı din mümini: ultra modern Nişanyan & ultra anarşist Zileli.
“İğrenç şeyler. …tiksiniyorum, yeteneksizlik, cahillik, sömürü, kötü oyunculuk, kötü yönetim, kötü müzik, kötü senaryo. Yok mu… iki tane delikanlı ya da kız? hiç mi Amerikan filmi izlemezler ya? …”
Nişanyan ultra modern ama postmodernliği kaçırmış. Uzun zamandır medyada dolaşan postmodern eleştirilerine uyumuş galiba. Mesleği aynı Zileli ve sitede yazıları çıkan diğer fırsatçılar gibi olan bu gazeteci, son kırk elli yıldır bilinenleri 258 ve benzeri ücret köleliğinden yorgun düşen çaylaklara aktarmakla yolunu bulmuş.
Üstelik aynı Zileli gibi “politically correct” hapı yutturanlardan: “iki tane delikanlı YA DA KIZ?”
Nişanyan gibi aynı salaklığı yapan ve ünlülükte sıradan iki gazeteci Nişanyan-Zileli çiftini ışık yılları aşan Fransız P. Bourdieu (Alldieu daha yakışır ama neyse) salaklık edip televizyona çıkınca paçavraya çevrildi. Burnunu çeke çeke ağlamasını Le Monde Diplomatique’de okuyun ve bırakın bu Zileli’nin cahilliğinden istifade ederek zırvalamalara devam etmeyi.
“259 Yine cevab vereme[di/yecek] 18 Nisan 18 / 11pm
(“sözde”, çünkü en ilkel toplumların bile medeniyeti vardır, mesela doğada bulunmayan insan yapımı ateş, ok, yay, mızrak, hatta alet olarak kullanılan en ilkel taş) toplumların yanına gitmek için harcayarak artık orada yaşamıyorsun?”
Bu mantıksız cahil ve benzerlerinin yorulmadan tekrarladığı salaklık ilahisi: Medeniyetsiz zaman ve mekan yok; git, o olmayan zaman ve mekanda yaşa!
Buna benzer çocukça konuşmalar sayısız defa yapıldı.
Bu çocukluğu, hâlâ çocukluğunda öğrendiği Leninist-Stalinist masalları yeni ambalajlarla piyasaya süren anarşist diplomalı Gün Zileli bir türlü görmez. Hani “köpek köpeği ısırmaz” derler ya. Çocukça konuşmada (daha doğrusu yalan söylemede) Zileli de pek geride kalmaz: “hem okumuyorum, hem okuyorum ama saçma sapan buluyorum.” Herif doğuştan politikacı.
Medeniyet +Kapital’in yarattığı insan harabeleri bunlar.
“261 Büyük balık küçük balığı yer”
Bu cahilin Don Kişot anlayışı siteyi eşsiz simgeler.
Aynı cahillik çok sergilendi ve Gün amcasının ruhuna da temsil ettiğinden Zileli yuttu ve hâlâ yutmakta.
Uyu sayın çok büyük diplomalı cahil anarşist Zileli, uyu!
Don Kişot’a karşı yöneltilen saldırıların hepsi Don Kişot’un idealist, ütopist olmasını alaya alırlar. Aynı saldırı devrimcilere karşı yapılır.
Uyu sayın çok büyük diplomalı cahil anarşist Zileli, uyu!
İşte sana kendini devrimci sanan bir cahil ve utanmadan tasvip diğer bir kendini devrimci sanan kıskanç Zileli. 261 ve Zileli tıpkı Sanço gibi realist ve pragmatik: Atılan kemiklerin artmasını isterler.
Uyu sayın çok büyük diplomalı cahil anarşist Zileli, uyu!
Edebiyat: Chekov (Cherry Orchard), Herman Broch (Sleepwalkers), Alexandre Dumas (The Three Musketeers), Mark Twain (Adventures of Huckleberry Finn) Edmond Rostand (Cyrano de Bergerac) …
Herman Broch’u bu sitedekilere özellikle tavsiye ederim. Romantik subay ile idealist anarşist birbirlerini anlar ve takdir ederler. Gerçekçi (realist) tüccar bu sitedekiler ve dolayısıyla Sanço’ya benzer. Bu sitedekiler gibi ağızlarına kadar b*k içinde olmayı kurnaz gerçekçilik olarak yorumlarlar.
Filimler: Satyajit Ray (The Music Room), Bernardo Bertolucci (Before the Revolution) ve hatta Kurosawa’nın birçok filimleri.
Uyu sayın çok büyük diplomalı cahil anarşist Zileli, uyu!
Bu 261 cahillik rekorunu kolayca kırar: Gözle görülmeyecek kadar küçük bakteri ve virüsler gibi nice büyük varlıkları yiyen mikroskopik varlıklardan habersiz. Duyduğunu bilen ama anlamayan bir okul-televizyon fırlaması.
Hortlak-Zileli örneği.
Hortlak eskiden Zileli’nin yuttuğu hapı şimdi yutar. Çin’i över. Zileli yuttuğu hapların uyuşukluğundan kurtulduğunu hatırlatan Hortlak’a minnettar, moruk Zileli’ye vicdan terapisi lazım, sesi çıkmaz, kendini böylece şimdi uyanmış görür. Dininin adını değiştirmesi ona yetiyor. Her politikacı gibi enayilerin, hele şimdi, sahtekarla dürüstü ayırt edemeyeceğini bilen bir cambaz bu eski kulağı kesiklerden Zileli.
Neyse. Ben de bu sitede son derece moda olan salaklar dedikodusuna ödün vereyim. Medeni Çin’den haberler:
“A big storm —in southern China means a big release of water from the Chinese dams upstream—and, in turn, a good chance his village will be flooded. The Chinese government is supposed to warn downstream countries. In Boontom’s experience, that warning tends to arrive too late or not at all. ”
“… China completed one, then two, and then seven dams upstream, the few hundred residents of Ban Pak Ing saw the Mekong change. The sudden fluctuations in water levels interfere with fish migration and spawning. Though the village has protected local spawning grounds, there are no longer enough fish to go around.”
” In recent years Boontom and many others here have sold their fishing boats and switched to farming corn, tobacco, and beans. It’s a chancy living, and not the one they know best—and it’s made even more challenging by the frequent flooding. In 2008 some homes were flooded to the second floor. The temple was inundated too.”
Tapınağı sel altında kalması iyi olmuş. Hortlak-Zileli’nin tapınağı, Kapital ayakta kalsın yeter.
” Five more dams are under construction in China.”
” By disrupting fish migration and spawning, the new dams are expected to threaten the food supply of an estimated 60 million people—most of whom live in villages much like Ban Pak Ing.”
Büyük olsun bu iki adi solcu olsun, Lenin gibi elektriğe tapan bu gözü kan tutmuşlardan kurtulmak imkansız!
Bu kişinin bu çocuksu tepkiselliği, öfkesi, nefreti, dengesizliği, doyumsuzluğu tıpkı uzun süre yalnız kalan ve henüz bir ilişkisi olmamış genç erkeklerin bazılarının durumuna benziyor. Bu durumları nedeniyle psikolojileri bozulan bazı kişiler de böyledir. (Mesela ABD’de yaygın okul katliamlarından birini yapıp intihar eden çocuk. Bir yönetmenin oğluydu.)
Bunlara aynı sorular sorulmalıdır:
Diyelim ki istediğin oldu (hayatına bir kadın girdi / dünyadaki bütün insanlar senin savunduğun hayatı yaşamaya başladı).
Bu durumda tatmin olacak mısın? Bu müthiş öfken geçecek mi? Geçerse pişman olacak mısın? “Ne kadar boşunaymış” diyecek misin?
Sayın ulu şef amcamız Zileli,
” ‘Kapitalizm, Devlet, Okul, Para,…’ adını verdiği şeye karşı olan veya olduğunu zanneden ve bunu bu derece takıntı haline getiren birinin (ya da belki birilerinin, kaç kişi iseler) sizinle ve sitenizle ne işi olabilir?”
Sizin ve bizim, açıkça söylemesek de, bunlardan memnun olduğumuzu bilimiyor mu? Sizin eski lenin-stalin ilahlarınızdan öğrenip yeni kılıfınız anarşistlikle tekrarladığınız “kapitalizm bolluğu iyi ama daha çok bolluk daha iyi” nakaratlarınızı duymamış mı?
Diplomalı Eski Leninist-Stalinist yeni Anarşist Yüce Gün Zileli Cevap Verir, Nisan 19th, 2018 at 07:17
Kendisini tanıyorum. Ben anarşistlik diploma sınavıma girdiğimde de bana zorluk çıkarmıştı. Örneğin yeni dinim anarşislikte kelek olduğumdan önümde siyah beyaz yazılı “Devlet artı ürünü yarattı” lafını hâlâ “artık ürün Devlet’i yarattı” okuduğumu görüp düzelmişti. Ben yutmadım ama ısıramadığın eli öpmeye çok alıştığımdan sesimi çıkarmadım. Kim inanır böyle saçmalıklara?
Ben yıllarca Lenin’in kuyruğundan ayrılmadım ama Gorter’in Lenin’e açık mektubuna inek trene bakar gibi bakıp kendimin ne kadar uzun yıllar yalanlara inanan bir enayi olduğumu görmemiştim. Bu saçmalık yayan, şimdi de benim ve sizin yeni bir uykuda mışıl mışıl uyuduğumuzu bize yutturmak istiyor. Daha o zaman “civilization” sözcüğünün salakça inanılan ‘Uygarlık’ kelimesi yerine Arapça kökenli ‘Medeniyet’ kelimesinin daha uygun olduğuna işaret edip bendeki “politically correct” olma hevesimi tespit etmişti. Dahası da var ama “Önemsemek doğru olmaz.” Zaten okuyup saçmaladığını görüyorum ama kendini okumadığımı söyleyerek aşağılık duygumu kendimden saklıyorum. Bu arada sizin gibi enayi müritlerimi de teskin ediyorum.
262 Enayiliğini saklaycak kadar kurnaz değil, saf şapşal. Bunlar zamanımızda üssel bir hızla artan seyirci-yalnızlar kalabılığının insan enkazları, mavi gözlü sarışı süper ırklar başka bir gezegene taşındıklarında geride bırakacakları b*k çukurundaki moloz yığını.
Eğer 269 salt ” Diyelim ki istediğin oldu …” yazmış olsaydı, binlerce cevap arasından, eve yakın olduğundan, şahane bir Türk şairinin cevabını bu tüketicilikte rahatına erişmiş insan paçavrasının pis suratına atardım: “Ömür boyu Allah’ı aradım, buldum, peki şimdi?”
Ulan senin dünyadan haberin yok be hödük! Eğer canlı varlıklar ve özellikle insan senin gibi atılan kemikleri kemirmekle hayatından memnun olsaydı, bilmeden savunduğun ıvır zıvırlardan bir tane bile olmazdı. Sen git kafanı ütüleme Özgür Üniversitesi’nde sana şapşallık nasıl saklanır dersi versinler.
Bu sitenin kendini solcu-devrimci kılıfına bürünmüş, en başta Zileli, orta sınıf yavşaklardan oluştuğunun bir kanıtı daha.
Zavallı 269 siteye katılanların %99’unun özlerini açığa verdiğinin bile farkında değil. Ulan insan bu kadar saf, bu kadar enayi olur. Veya, ve çok daha büyük bir ihtimalle, sitedikilerin kendine benzediğini bilen bir cin.
Son 2 yüzyıl solcuların en büyük dertlerinin en önemlilerinden biri burjuvaların 269 ve bu sitede bol bol yazan enayilerin beynlerini yıkama başarısıydı. Solcu eleştiricilere göre burjuvalar 269 ve bu sitede bol orta sınıf uyuşukları sosyal sorunların aslında kişisel ruh bozukluğundan doğduğuna inandırdı. Ben buna hiçbir zaman katılmadım ama bu fikirde bir gerçek payı olduğu da inkar edilemez.
Bu dedikodu sitesi müdavimlerinin gece gündüz takip ettikleri medya dedikodularında son zamanlardaki her türlü katliamları kişinin psikolojisiyle izah ettiklerini görmemeleri tesadüf değil.
Zaten benim solcuların eleştirilerine tam katılmamamın nedeni de buydu: Beyin yıkayıp inandıran ile inanan emzik ağzında televizyon seyircisi 269 aynı aynı b*k, sinekler farklı.
Yeni bir robot icad edilmiş. Kendisine söylenen her şeye öfkesinden kudurarak cevap veriyor. Öfkelenmeme yeteneği olmadan programlanmış bir robot.
Bu robotun diğer bir ilginç özelliği de “medeniyet”e karşı “doğal ve ilkel yaşam”ı savunduğunu iddia edecek şekilde programlanmış olması.
Bu robotun şarj olmak için genellikle http://www.gunzileli.com sitesine bağlanmaya ihtiyaç duyduğu da belirtiliyor.
“Amacim kesinlikle kisisel düsünceye saldiri degil.”
Burada, benim icin onemli olan bir ayrintiya isaret etmek isterim.
Eger ‘kisisel düsünceye’den kastiniz ‘sevmek’ baglamindaki seyler ise, kabul –yani ‘saldirmak’ anlamli olmaz; ama, ‘fikir’ (yani, bir konudaki analiz, ya da analizin sonuclari) ise, ben, benim fikirlerime saldirilmasini ozellikle isterim.
Sebebi basit: ‘Fikir’ denen sey, ortaya atan tarafindan, evet, savunulmalidir; ama, bu o fikre ‘sadakat’ anlaminda degil; onu anlatmak anlaminda olabilir sadece.
Yani, fikrimi aciklamak icin, anlatmak icin ugrasirim; fakat yanlis oldugunu anladigim/farkettigim anda da terkederim.
Akit ile fikir arasinda, benim icin, fark budur. Akte sadakat, tamam; ama, fikre, ne sadakat ne de vefa borcu.
O yuzden, iciniz rahat olsun. Yanlis oldugunu anlatmak biraz zamaninizi alabilir; ama, fikrimin yanlis oldugunu farkettigimde, gucenmem. Bilakis, memnun olurum.
“[…] bilinen dünyandaki ‘düzen’i sezip ‘kaostan düzene geçis (singularity)’ olarak algiladilar;”
[Araya eklenmis bir dipnot: ‘Singularity’nin boyle bir anlami var mi; bilmiyorum. ‘Ahenk’ (‘harmony’), ‘vahdet’ (‘unity’, ‘unison’) demek istemis olabilir misiniz?]
“Ayinler ve özellikle ‘yeni yil’ ayinlerinde dünyanin kaosa dönüp yeniden dogmasi, toplumsal yasam kurallarinin askiya alinmasi ve benzeri geleneksel sembolik etkinlikler bir çesit ‘bosalma’ydi.”
Evet, ve bu tur seyler her yerde her zaman goruluyor. Benzer problemler, benzer malzeme ile benzer sekilde cozulmege calisilir oldugundan olabilir mi?
Malzeme dedigimiz sey de ‘insan’ tabii ki.
“Örnegin felsefenin Hindistan’da, Çin’de de gelistigi iddia edilie ve hatta daha genis anlamda ayni temel degisimi kapsayan MÖ 600-MS 200 insan tarihinde bir dönüs ekseni (Axial Age) olarak tanimlanir. Bunlarin da ‘karanliklar’ olduklari ileri sürülebilir, fakat bence bu son derece kisir bir yaklasim, hatta aydinligi karanlikta aramak gibi bir sey.”
Benim ‘tarihin karanliklari’ deyisim, o donemlerin ‘karanlik’ oldugu anlaminda degildi. Bizim o donemler hakkindaki bilgilerimizin yetersizligi anlamindaydi.
Bize ‘karanlik’ anlaminda.
Yoksa, ben, nacizane, bugunun ‘dahi’si ile –ne bileyim– onbin yil oncesinin ‘dahi’si arasinda onemli bir fark oldugunu dusunmem.
Evet, ulasabildikleri bilginin hacmi ve kalitesi, ufuklari farkli olabilir; ama, kapasiteleri cok da farkli olamaz.
Olamaz, cunku, insan oyle bir evrim gecirmedi.
Ote yandan, evet, ben, bugunun dahisinin dediklerini, tabii ki, daha bir ciddiye alirim; cunku, daha guncel ve daha fazla bilgiyi haiz olmak ihtimali daha yuksektir.
“Medeniyet dilinde ‘kusku’ karanligi aydinlatmaya yardimci olur aksi halde ‘her yer karanlik’ türküsü ancak ve ancak bu sitede bana saldiranlarin kuskusuzca söyledikleri ‘her yer aydinlik’ türküsü olur çikar.”
Size ‘saldiranlar’i savunacak degilim; ama, onlarin da –kendilerince– hakli olduklari taraf var:
Zaman gecmis ve ilerlemisiz. Yani, ilerlemis oldugumuz onlara soylenmis (bir cok acidan da dogrudur; en azindan daha rahat yasiyoruz).
Bunun verdigi, gecmise yonelik, bir tepeden bakma, bir kibir var, tabii ki. [Bir sekilde zengin olmus insanlarin, daha az zengin olanlara tepeden bakmasi da bir baska ornektir –ibret anlaminda.]
Ben onlarin hakli oldugunu soylemiyorum; ama, insanin dogasinda ‘ne oldum delisi olmak’ da var.
Takmamak lazim.
“Kisacasi, eger Türk ayakkabisi yapma denklemlerle ifade edilse, matematik bilen her kisi, örnegimde Çinli, gerekli malzeme oldugu sürece, Türk ayakkabisi yapar. Bilgisayar programlari da bu temele dayanir.”
E, tabii ki.. Sonucta, farkli olanlar ayaklar degil –radikal farklar yok–; fark, malzemede ve –bazan– cevresel sartlarda (iklim vs) olabilir.
Aradaki farklar da, sadece ‘ogrenme egrisi’ konusudur.
“Hatta ‘ayni neden ayni sonuç’ kavramini savunanlarin ‘ayni neden ama degisik medeniyet’ demesi benim için sonu gelmez Arapça ‘ya leyli, ya leyli’, yani, ‘kisisel yorum’.”
Benim baktigim yerden, evet, medeniyetlerin degisik kavsaklarda birbirinden farkli tezahurleri olmus olabilir –olmustur da–; fakat, bu, ‘daha yuksek’ sayilan medeniyete yonelik ne asagilik duygusu ne de ikrah gerektirir.
“Sümer’de tapinaklarda uzman düsünür rahiplerin aslinda günümüz üniversitelerinde uzman düsünür profesörlerin ‘ilki’ oldugu bence apaçik. Hatta is daha da vahim.”
Iyi de, resme biraz daha uzaktan bakarsaniz, vehamete kapilmak yerine, ‘pattern’i goreceksiniz.
Yani, aslinda, insan cok da degismiyor.
Bu, eger degisim bekliyorsaniz, hayal kirikligi anlamina da gelebilir, tabii ki. Fakat, oyle bakmak sart degil: Bazi seyler degisiyor olsa da, buyuk resimde degisen pek de bir sey yok.
Bu, bazi acilardan, huzur bile verebilir.
“Eger çok kabaca bir özet yaparsam, kamuda bazi tartisilan, üzerinde dikkatle durulan, düsünürleri mesgul eden konularin kaynak ve gayelerini bilmemek baska, bunlari ‘kisisel yorumlar’ sanmak baska.”
Ayni seyden mi bahsediyoruz, emin degilim; ama, bu dedikleriniz bana bir sey cagristirdi.
Bir yakinim, ‘kirkindan sonra saza baslamak’ misali, olgun yasinda, bir universiteye kaydoldu ve sosyoloji, pisikoloji ve felsefe okuyor.
Ben, formel egitim anlaminda, bu dallarin hicbirisi ile iliskim olmadi; o yuzden, egitimde kullandiklari tekniklerden ve yontemlerden haberdar degilim hic.
Sinav sorularina baktigim zaman sunu farkettim:
— Bu lafi kim etmis?
— Su konuda kim ne demis?
— Itiraz edenler kimler?
— Itiraz edenler ne demisler?
Falan filan.
Yani, ogrecinin ezberlemesi gereken seyler isimler ve ettikleri lakirdilar.
Sinav yapabilmek icin bunlarin boyle olmasi gerekebilir; ama, ogrencinin anlamasina yarimci olduklarini soyleyemem.
Yani, evet, kaynak ve gayeleri anlamadan, muska yazar gibi surekli ‘ozlu sozler’ ve ‘meshurlar fihristi’ ile diploma aliyorlar.
Bu gozlemim isabetli ise, sosyal bilimler mezunlarina saygim artmiyor; azaliyor. Yazik ediliyor bunca insana.
“Daha da kötüsü, ve maalesef, her konuda bilgili olmak, o konunun neden ve hangi amaçlarla tartisildigini, taraflarin tutumlarindaki politik egilimleri bilmek zor ve hayli zaman alir. Bu durumda da, anlasamamanin kaynagi ‘kisisel yorum’lar mi, kisilerin yorumlarina kaynak olan, tarih ve kültürle gelismis politik egilimler, toplumsal tercihler mi?”
Hepsi, tabii ki.
De.. asil gaye nedir? Gecmiste olan bitenin her detayinda mutabik kalmak mi; yoksa, bugunku bir problemin cozumune ulasmagi saglamaga calismak mi?
Ben ikincisine odaklanmagi tercih ederim –tabii ki, mazi ve onun bagaji da onemli, ama, cozemedigi de ortada iken, mazideki cozum onerilerine cok da takilmanin anlamli olmadigini dusunurum.
[Malum, bir cam fanusun icine 100 adet mum koyarak 100 ‘mum’luk (‘candela’) ampul yapilamiyor. Maziden, bazan, cok radikal bir sekilde kopmak gerekir.]
“Bilgi noksanligini bilgi yoklugu veya ‘kisisel yorum’ algilamak bir yandan kaçinilmaz gibi, diger yandan, ve bence asil olan da bu, entelektüel tembellik ve gereksiz ‘laf ebeligi’.”
Iyi de, bu dediklerinizin kacinilmazligi da ortada. Bazan, ‘laf ebeligi’ gercekten de odur –ayiklamak gerekir–; bazan da ‘laf ebeligi’ sandigimiz seylerde ‘hikmet’ de bulunabilir.
‘Hikmet’li sozler ettigine hukmettigimiz kisiler de –ki, en beteri de budur– ‘laf ebeligi’ de yapmis olabilirler ve guvenip, adam yerine koyup, yanlislara suruklenebiliriz.
Her zaman yeterli olmasa bile, malesef, akildan (kendi aklimizdan) daha iyi sermayemiz yok.
“Kisisel hislerini incitmemek için her tasa ayri isim vermek gerekir.”
Bu guzeldi 🙂
“Bence, insani kisilere indirgememe, insanin evrenselligini sezme, evrenselligine özlem duyma asil duygu. Insani kisilestirme, bir yandan akil yürütmenin ilk yasasinin abes kullanisi, diger yandan nihayet pazar ekonomisiyle zirvesine ulasan Medeniyet ‘ilk’ saplantisi.”
Bu paragraftaki her cumleyi tek tek de, butun olarak da, birkac defa okudum. Anladigimi soyleyemem.
“Allahlar bile dünyaya krallar ve imparatorlar gibi hemen görülen yenilikler getirmediler.. Piramitler, saraylar, sulama isleri, tarlalar, binlerce kisinin ayni anda ve beraber çalismasi, savaslar, … Dogrusal zamanin ilk belirtileri (‘cyclical time’dan ‘linear time’a geçis hazirliklari).”
Evet. Ben, bunlarin hepsine –ve digerlerine– bir ‘ogrenme egrisi’ gozuyle bakiyorum.
Birbirimizden, birbirimize baka baka, ogrendik herseyi, zaman icinde.
Dolayisi ile, medeniyetin ‘tek’ olduguna (olarak addedilmesinde bir sakinca/yanlis gormemek gerektigine) katilirim.
Ama, kaynaginin neresi olduguna, ne zaman ortaya ciktigina yonelik iddialara katilmam.
“Yanitinizda isaret ettiginiz diger dikenli sorunlara deginmem daha sonraya kalacak.”
Peki. Ama, su soru benim aklimda hep zonkluyor: Medeniyetin kaynagi vb gibi konular neden onemli?
‘Geri kalmis’lara umit vermekten, onlarin asagilik duygularini azaltmaktan/yoketmekten baska nasil bir pratik/pragmatik faydasi olabilir?
[Malum, ben, ‘fayda’ciyim da.]
Soru:
Neden dağlara, ormanlara, Pasifik adalarına ve hatta üzerinde yerleşim olmayan en yakın kırsala veya adaya yerleşerek doğal bir hayat yaşamıyorsun? Doğal olmayan bu sitede işin ne?
Cevap:
Yok
(Çünkü ben savunuyor gibi göründüğüm bu ütopik zırvayı kendim de iplemeyen bir sahtekar olarak bu siteyi ve bulunduğum her yeri fuzuli şekilde işgal eden bir “atmosfer işgalcisi”yim)
Faşistleri Nasıl Tanırsın?
Faşistliğin gittikçe güçlendiği Almanya’dan kaçan ve faşistliği inceleyen bir filozoftan bir alıntı:
İnsan, insandışılaştırma ideolojisidir.
Bu cümle bağlam dışında çelişki gibi. Ne var ki, faşistler ‘insan’ kelimesini o insanın sosyal ortamından tecrit bir varlık olarak kullandıkları bilinirse çelişki ortadan kaybolur.
Faşist 269 ne yazdı?
“… Bu durumları nedeniyle psikolojileri bozulan bazı kişiler de böyledir.”
Televizyon önünde, medyada ve sosyal medyada otlanıp geviş getiren bu 269, faşist ruhunu hiç çekinmeden kendine benzeyenlerin çoğunluk olduğu bu siteye aktarmış.
Her halükârda, medya polisi amcası Zileli cul-bono hafiyeliğiyle “yarar” (yine o yarar peygamberi Darwin çıktı karşımıza) amacı güdenleri bulup çıkarıp kendine benzer 269 gibi faşistlerle hiçbir “yarar” gütmeden paylaşır. 269 da “cehalet saadettir” doyumluluk dünyasına döner.
Zileli sitesinin günlük dedikodularla dolu olması Zileli’nin cul-bonosu: “cehalet saadettir” dünyada yaşamaktan yararlanma.
Bu sitedeki faşistlerin bana saldırmalarının altında yatan en büyük inançları “modern bilim”, en cahil oldukları da “modern bilim”!
” insan, insandan çok mikrop – vücuttaki tüm hücre sayısında sadece % 43’ü insandır. Geri kalan bakteri, virüs, mantar ve tek hücreli arkeden oluşan mikrobiyom. İnsan genomu 20.000 (gen) talimattan oluşur. Eğer mikrobiyom genleri eklerseniz, talimat sayısı 20 milyonu bulur …”
Ama faşist ruhlu 269 ve cul-bonosu için pompalayan Zileli ve diğer faşist marksist-anarşist-devrimci-solcular “genome” falına bakıp kimin ve neden kafadan sakat olduğunu bilirler.
Not: 269 saldırıya bile değmeyecek kadar saf bir enayi ama bu siteyi çok iyi temsil eder. Zaten zavallı pısırık olduğunda sesini kesti.
Pipsqueak, ‘singularity’yi şu anlamda kullandı: ‘İnsan’ın kendi akıl ve mahareti ile yarattıklarıyla, artık, biyolojik (anatomik), fiziksel olarak bütünleşmeye oldukça yaklaşması.
1. Protez bacak,
2. Dişe dolgu yapmak,
3. Böbrek nakli,
4. Surat nakli,
5. Fare derisi altında kulak yetiştirip insana monte etmek,
6. ‘Clone’ koyun Dolly,
7. ‘Boston Dynamics’,
8. Yapay kalp,
9. Artificial intelligence,
10. Augmented reality & Virtual reality,
11. Mars’a insan göndermek amacıyla, uzayda uzun süre kalabilecek insan yetiştirmek için yapılan araştırmalar,
12. Transhumanism
…
‘Google’ arama motorunu, ‘insan’ icat etti. Fakat, insan hafızası henüz, çeşit çeşit veriyi (‘data’yı) ‘Google’ kadar hızlı hatırlamak becerisine ulaşamadı.
‘Uçak’ı, ‘insan’ icat etti. Fakat, insan vucudu henüz, uçak kadar hızlı gidebilecek duruma ulaşamadı. Uçak kadar olmasa bile, insan vücudu, bir kuşun kanatlarına sahip olacak bir kemik, eklem ve et kombinasyonuna sahip değil. Fakat ‘teknoloji’ ile, kanat veya makine+yakıt ekipmanını insan vücuduna monte etmek mümkün olabilir.
Mercekleri, Hubble teleskobunu, ‘insan’ icat etti. Fakat, insan gözleri henüz, çok çok uzak mesafedeki cisimleri ‘Hubble teleskobu’ kadar netlikte görebilme becerisine ulaşamadı.
‘Singularity’ ve ‘Transhumanism’ işte burada devreye giriyor: ‘Bilgisayar – makine – robot – Artificial intelligence – Internet of Things’ konseptinin, insanın sinir uçları (ve diğer anatomik bağlantı noktaları) ile birleştirilmesi projesi = Singularity (Teklik).
“Bence, insani kisilere indirgememe, insanin evrenselligini sezme, evrenselligine özlem duyma asil duygu. Insani kisilestirme, bir yandan akil yürütmenin ilk yasasinin abes kullanisi, diger yandan nihayet pazar ekonomisiyle zirvesine ulasan Medeniyet ‘ilk’ saplantisi.”
Bu paragraftaki her cumleyi tek tek de, butun olarak da, birkac defa okudum. Anladigimi soyleyemem.
‘İnsan’ın, ‘kişi’lere indirgenmesi: ‘İnsan’ın atomize edilmesi.
‘Individual’ kültü ile, ‘insan’ın kendini yegane varlık olarak görmeye alıştırılmasını eleştiriyor pipsqueak. ‘Kapitalizm’ ve kapitalizmi besleyen ‘rekabet hırsı’, insanın temel özelliklerinden biri olan ‘dayanışma’yı yok ediyor, ‘kişi’yi hakim kılmak istiyor. (‘Kişi’: Kişiliksiz, karaktersiz anlamında değil. ‘Individual’ anlamında.)
“‘Singularity’ ve ‘Transhumanism’ işte burada devreye giriyor:
‘Bilgisayar – makine – robot – Artificial intelligence – Internet of Things’ konseptinin, insanın sinir uçları (ve diğer anatomik bağlantı noktaları) ile birleştirilmesi projesi = Singularity (Teklik).”
Birincisi, aslinda sozkonusu olan, ‘Singularity (Teklik)’den maada, ‘convergence’ yani farkli sahalardaki gelismelerin bir ortak noktada bulusmasi, bir butunun parcalariymis gibi fonksiyonaliteye kavusacak sekilde ortak bir dil olusturmasi olacak bence.
Ikincisi, tasvirin satir aralarindaki korkuyu/endiseyi bir yere kadar anlamakla beraber, sonucun ‘insan’ icin yokedici olacagini dusunmuyorum.
Tamam, hem ati hem de ata binmis insani ilk defa goren Latin Amerikalilarin onu bir (butun) mahluk sanmalarindan bahsedilir; fakat, suvari ile atin (sizin tabirinizle) ‘singularity’e indirgenmedigini hem biz biliyoruz, hem de onlar farkettiler.
Nasil ki, at, suvarisinin imkan ve kabiliyetlerini artirdi (‘enhanced’, ‘amplified’), bahsettiginiz teknolojiler ve urunler de ancak o kadarini yapacak. Bunlarin hicbirisi ‘singularity’ye yol acamaz –by definition.
‘Singularity’ diyebilmek icin, fizik (dolayisi ile de, kimya ve biyoloji) kanunlarinin tanimsiz oldugu/olacagi (neyin nasil davranacaginin ongorulemez oldugu/olacagi) bir seylerden bahsetmemiz gerekir.
Bu, bence, ancak ve ancak, yukaridaki tekonolojiler (ve daha fazlasi) ile, yepyeni bir ‘tur’ yaratmak sozkonusu oldugunda olabilir.
Yani, (biyolojik ya da degil) yepyeni bir ‘sentient’ (‘suurlu) mahluk peydahlandiginda, ‘singularity’den bahsedebilir olacagiz.
Su anda, hicbir sekilde, o noktalarda degiliz; yakin bile degiliz.
“‘Individual’ kültü ile, ‘insan’ın kendini yegane varlık olarak görmeye alıştırılmasını eleştiriyor pipsqueak. ‘Kapitalizm’ ve kapitalizmi besleyen ‘rekabet hırsı’, insanın temel özelliklerinden biri olan ‘dayanışma’yı yok ediyor, ‘kişi’yi hakim kılmak istiyor. (‘Kişi’: Kişiliksiz, karaktersiz anlamında değil. ‘Individual’ anlamında.)”
Fakat, ‘rekabet hırsı’nin da ‘insanın temel özelliklerinden biri’ oldugunu atlamamak gerekiyor. Yani, hem ‘dayanışma’ hem de ‘rekabet’; hem de baska hasletleri var ‘insan’in.
Donem donem, ya da nereye odaklanirsaniz orada, birisi one cikabilir, tabii ki. Ama, bu tur temel seyler yok olmazlar; bugun rakip olanlar yarin dayanisma gosterebilirler –ya da tersi.
‘Bireycilik’ konusu da oyle, bence.
Bir anekdot gozlem:
Tanidiklarim arasinda, kendi annelerinin yaklasimlarini begenmeyip reddetmis anneler var. Onlar cocuklarini, kendi annelerinin aksine, cok daha takdir ederek, cok daha pohpohlayarak, cok daha ‘helikopter anne’ olarak, cok daha arkadas gibi davranarak buyuttuler.
Peki, bu cocuklar(in bazilari) ne dusunuyorlar? Sordugumda, onlar da, bana anneleri gibi davranmayacaklarini, ‘anne’ figurunun doigru dusrust bir ‘anne’ olmasi gerektigini, ‘arkadas’ filan gibi rol karmasasi olMAmasi gerektigini filan soyluyorlar. Yani, onlar, annaneleri gibi cocuk yetistireceklerini soyluyorlar..
Yani, bu nesil bireyci yetistiriyorsa, sonraki cogulcu/cogunlukcu/toplumcu..
Cok sukur ki, herkes hep ayni sekilde, rezonansta, davranmiyor..
Bu sayede, bu zerzevat sepetinde her turlu sebze mevye olabiliyor.
‘Fakat, ‘rekabet hırsı’nin da ‘insanın temel özelliklerinden biri’ oldugunu atlamamak gerekiyor.’
‘Rekabet hırsı’nin da ‘insanın temel özelliklerinden biri’ olması, bu özelliği büsbütün meşru kılmaz. İnsanın doğuştan getirdiği özelliklerin çok büyük bir bölümü, asla değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez ‘kanunlar’ değildir. ‘Rekabet hırsı’nın gerekçesi, insanın biyolojik (anatomik, yaşamsal) mecburiyeti de değildir. İnsan, rekabet hırsı yapMAdan da, yaşayabilen bir varlıktır.
‘Tanidiklarim arasinda…’
Birkaç aile, birkaç yakın arkadaş topluluğunu gözlemleyerek çıkarılan sonuç, geneli temsil etmez.
Annelerin, evlatları ile ‘arkadaş’ gibi ilişki kurmasının, mevcut jenerasyon tarafından (pek) beğenilmediği, hoşnutsuzluk yarattığı iddiası; Türkiye’de İslamcıların, yurtdışında çeşitli yobazların hayal kırıklıklarından ibarettir. Bu konunun en derli-toplu hâli; ‘paternalizm’i (hem ‘anne’lerin, hem ‘baba’ların hegemonyasını) savunuyor olmaktır. İslamcı ve diğer yobazların yaptıkları budur.
Ebeveynlerin, çocukları ile kurduğu ilişkinin dereceleri, ilişkilerin akışı içinde yerini bulur. İslamcıların ve diğer yobazların kurduğu hayalleri, mevcut ve gelecek jenerasyonlara dikte etmek anlamsızdır.
(Not: ‘Din-dışı’ndan kişiler de aynı paternalist tavırları zaman zaman sergilerler. Fakat bunlar nispeten azdır. ‘Din-dışı’ndan kişilerin paternalist tavır sergilemesinin temel sebebi; dinci yobazların yıllar boyunca paternalizmi yaşatıyor olmalarının bir tür standart olarak kabuledilegelmesidir. Artık, ‘paternalizm’ sona eriyor. Sadece birkaç kişinin ‘tanidiklari arasinda’ gözlemlenebilecek numuneler olarak azalıyor.)
“‘Rekabet hırsı’nin da ‘insanın temel özelliklerinden biri’ olması, bu özelliği büsbütün meşru kılmaz.”
Neyin ‘mesru’ olacaginin kararini size biraktiklarini saniyorsunuz, anlasilan.
“İnsanın doğuştan getirdiği özelliklerin çok büyük bir bölümü, asla değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez ‘kanunlar’ değildir.”
‘Kanun’ dedigimiz sey, cok uzun zaman uzerinden yapilan gozlemlerde, (pek) degismedigini gordugumuz seylerdir. Fizik kanunlari boyledir, mesela.
Peki, bunlara ‘karsi gelmek’ mumkun degil midir? Tabii ki, mumkundur. Kuslar, mesela, yercekimine surekli meydan okurlar. Insanlar da, ucak turu seylerle.
Ama, bu tur seyler, ancak ve ancak, (enerji) bedelini odeyerek mumkundur.
Yani, karsi gelmek icin aldiginiz tedbirlerin bedeli vardir; odemek zorundasiniz.
Surdurulebilir olmasi da, dolayisi ile, ancak bu bedeli odeyebilmeniz ile mumkundur.
“‘Rekabet hırsı’nın gerekçesi, insanın biyolojik (anatomik, yaşamsal) mecburiyeti de değildir.”
Prove this.
“İnsan, rekabet hırsı yapMAdan da, yaşayabilen bir varlıktır.”
Boyle bir insan var oldugunun orneklerini gormek isterim. Ben, bugune kadar, hic rekabet etmemis bir tek ornegini dahi gormus degilim.
“Birkaç aile, birkaç yakın arkadaş topluluğunu gözlemleyerek çıkarılan sonuç, geneli temsil etmez.”
‘Anekdot’un ne anlama geldigini bilseydiniz, kendinizi bu tur malumatfurus lakirdilar etmis sanmak durumuna dusurmus olmazdniz.
“Türkiye’de İslamcıların, yurtdışında çeşitli yobazların hayal kırıklıklarından ibarettir.”
Isinize gelmeyenleri etiketler takip dislamak yaklasiminiz sizi ciddiye almagi imkansizlastiriyor.
“Bu konunun en derli-toplu hâli; ‘paternalizm’i (hem ‘anne’lerin, hem ‘baba’ların hegemonyasını) savunuyor olmaktır. İslamcı ve diğer yobazların yaptıkları budur.”
Yanlis. ‘Paternalizm’ demek ‘pedersahilik’tir; yani, ‘baba lafi gecer’lidir. [ http://www.dictionary.com/browse/paternalism ]
Disisi icin ‘maternalism’ kullanilir. [ http://www.dictionary.com/browse/maternalism ]
‘Ebevencilik’ demek istiyorsaniz, ‘parentalism’ demeniz lazim. Boyle bir kelime aslinda pek de yok –cok dar anlamlarda kullanildigi bazi yerler haric.
Her neyse.
Baskalarina ‘yobaz’ filan diyerek kendinizi ‘holier than thou’ pozisyonlarda gormeniz aslinda sizi hem bir tur ‘yobaz’ hem de acinacak kiliyor. Farkinda bile degilsiniz.
“Ebeveynlerin, çocukları ile kurduğu ilişkinin dereceleri, ilişkilerin akışı içinde yerini bulur. İslamcıların ve diğer yobazların kurduğu hayalleri, mevcut ve gelecek jenerasyonlara dikte etmek anlamsızdır.”
Dedim ya, baskalarina etiketler takarak kendinizi kandiriyorsunuz. Insanlarin tercihleri sizin sablonlariniza uymak zorunda degil.
“(Not: ‘Din-dışı’ndan kişiler de aynı paternalist tavırları zaman zaman sergilerler. Fakat bunlar nispeten azdır. ‘Din-dışı’ndan kişilerin paternalist tavır sergilemesinin temel sebebi; dinci yobazların yıllar boyunca paternalizmi yaşatıyor olmalarının bir tür standart olarak kabuledilegelmesidir. Artık, ‘paternalizm’ sona eriyor. Sadece birkaç kişinin ‘tanidiklari arasinda’ gözlemlenebilecek numuneler olarak azalıyor.)”
Basinizi, boncuk bulmak umidiyle, sapladiginiz o yigindan cikarip dunyaya tekrar bakmagi basardiginiz gun, insanlarin sizden farkli tercihleri –ustelik size hic de sormadan– benimsediklerini goreceginize eminim.
Fresh air will do you a lot of good.
Sahtekar hala cevap veremiyor. Hiçbir zaman da cevap veremeyecek.
Doğal hayatı savunduğunu iddia ederek doğal olmayan bir hayatı yaşayan sahtekar yalancılardan başka bir şey beklenemez zaten.
‘Rekabet hırsı’nın meşru olMAdığına kimse karar vermiyor; gerçek bu.
Fizik kanunları, kuşların yerçekimine meydan okumaları ve benzeri örneklerin hiçbiri; ‘rekabet hırsı’nın insanda da meşru olması gerektiği iddiasına dayanak yapılamaz. İnsan ‘tür’ü, diğer pek çok ‘tür’e göre, davranışlarını kontrol altında tutabilme özelliğine sahiptir.
Bugune kadar, hic rekabet etmemis bir tek ornegini dahi gormus olunMAmasi, bilgi & araştırma eksikliğidir. İlk önce; ‘rekabet’ ile ‘rekabet hırsı’nın birbirinden farklı olduğunu anlamak gerekir.
Birilerinin ‘anekdot’u ile, ‘rekabet hırsı’nı meşru göstermeye çabalaması, genelleştirmeye uğraşması; malumatfuruşluk yapmaktan başka bir şey değildir.
‘Paternalism’in bayraktarlığını yapan Türkiye’deki İslamcıların, yurtdışındaki çeşitli yobazların hayallerini, küçük küçük ‘anekdot’larla genele yaymaya uğraşanları ciddiye almak giderek zorlaşıyor.
‘Parentalism (ebeveyncilik)’ kullanımı (terim, tabir olarak) yaygın değil.
‘Paternalism’, ‘baba’ figürünün hegemonya kurması anlamı üzerine inşa edilmekle birlikte, bir toplulukta, yaşça büyüklerin kararlarının egemen olması demektir. Buna ‘anne’ figürü de dahildir. ‘Maternalism’, dişi hegemonyasını tanımlamakla birlikte, ‘paternalism’ tabiri kadar geniş kapsamlı ve kullanımı yaygın değildir.
Birilerinin ‘anekdot’u ile ‘rekabet hırsı’nı meşru göstermeye çabalaması, genelleştirmeye uğraşması; kendilerini ‘holier than thou’ görmesine yol açar, hem yobaz yapar hem de acınacak hâle sokar. Bu durumun farkında olunması tavsiye edilir.
Birilerinin ‘anekdot’u ile ‘rekabet hırsı’nı meşru göstermeye çabalaması, genelleştirmeye uğraşması sonucu; kendilerini kandırmış olmalarıdır, insanların tercihlerini ‘kendi anekdotlari’na uydurmaya zorlamasını açığa çıkarır. Peki gerçekte olan nedir? Şudur: Ebeveynlerin, çocukları ile kurduğu ilişkinin dereceleri, ilişkilerin akışı içinde yerini bulur. İslamcıların ve diğer yobazların kurduğu hayalleri, mevcut ve gelecek jenerasyonlara dikte etmek anlamsızdır.
Birilerinin ‘anekdot’u ile ‘rekabet hırsı’nı meşru göstermeye çabalamaktan vazgeçmesi, genelleştirmeye uğraşmaktan vazgeçmesi; kendi küçük küçük ‘anekdot yiginlari’ arasında boncuk bulmak ümidiyle sapladığı başını çıkarıp dünyaya tekrar bakmayı başardıkları gün mümkün olur. İşte o an, birilerinin ‘anekdot’u ile insanların hep aynı şablondan olmadığı, farklı tercihleri olabileceği idrak edilir.
‘Anekdot yiginlari’ arasında boncuk bulmak ümidiyle saplanan başların çıkıp dünyaya tekrar bakabilmesi will do a lot of good.
Yazınızı okudum. Dikkat çektiğiniz noktalara tek tek değinen bir cevap hazırladım ama önce çok daha genel bir giriş yapıp asıl soruna değinmek istedim.
Farkımızı sizin “Coğrafya kaderdir” lafınızda mekan yerine zaman boyutuyla anlatacağım. Bence, belli bir tarihte insanların bir arada yaşamı düzeninde bir yenilik oldu. Buna ‘Medeniyet’ diyorum. Bu Medeniyet zamanla dünyanın kaderi oldu ve sonsuz büyük ölçüde dışında kalanların kaderini de tayin etti, Eğer sizin mekan boyutuyla söylersem: Norveç’te veya Afganistan’da doğmak gibi. Sizin cevapta ya salt Norveç ya da salt Afganistan var, yani salt medeniyetler var: Aynı coğrafyada değişik yerler, değişik eğitim imkanları, aile geliri farkları, zeka farkları ve benzeri çok sayıda nedenler kaderleri, değişik medeniyetleri, tayin eder. Yani, Medeniyet dışı imkansız. Ben, Medeniyet ile bir kesinti olduğunu, tamamıyla yeni bir organize yönteminin ortaya çıktığını söylüyorum. Yani, Medeniler arasında yaygın “buzz word” singularity (teklik). Bu konuya daha sonra değineceğim. Buna karşı olanlar, farkında olmadan, bilim, felsefe, sosyoloji, medya, televizyon, günlük yaşam, kişisel fikirler, kişisel kültürler ve benzeri çağdaş dünyaya egemen bir yeniliği bile bilmiyorlar. Bahsini ettiğim yenilik Türkçe, “süreklilikten kesiklik veya kopukluğa geçiş”; İngilizce “passing from continuous to discerete”. Zaman ve mekan bile sürekliliğini kaybetti. Neden-sonuç kara deliğe kaçtı (veya eski dil, veya eskiye hasret), vardan yok olma, yoktan var olma Medeniler arasında çok yaygın diğer “buzz words”.
Şimdi de Medeniyet’e karşı olduğumu düşünenlerin bu konu hakkında zerre kadar bir bilgileri olmadıklarını anlatmaya çalışacağım. Şimdiye kadar dediklerime bazı katılanlar oldu ama konuya girmedik. Benim de bu eleştiriyi anlatmaya zerre kadar gönlüm yok. Medeniyet eleştirisi uçak, buzdolabı,…, saymak değil, uzun kısa yaşamak değil, mutlu olup olmamak değil, hastane doktor saymak değil, cehalete övgü değil (hatta tam tersi) …
Not: Bu yazdıklarım genel olarak Medeniyet eleştirileri arasında yaygın düşünceler, yani kişisel değil. Ne de, bazı yerlerde iğnelemem olsa da, kişisel düşünceler ileri sürenlerin Medeniyet içi kişisel yargılarına saldırı. Bilakis katıldığımı göstermek ama aynı zamanda Medeniyet eleştirileri hakkında zerre kadar bilgileri olmadıklarını iddia etmek.
Medeniyet içi kıstaslarla Medeniyet üstünlüğü savunulamaz. Genel olarak bu nedenden ‘-meta’ ön eki çıktı. Bu kavramın en aşırı ve en fazla laf ebeliğine yol açanı “Gödel’s Theorem”, (yet another buzz word). Bakabilirsiniz.
İlk önce, bu bilgisizliğin vardığı akıl almaz boyutuna bir örnek: Medeniyet’in zaman ve mekan içinde başladığı ve yep yeni olduğunu bilen tarihçiler Amerika’daki Medeniyet’in oraya eski dünyadan gidip gitmediği üzerinde kurgularda bulunurlar. Medeniyet demokrasi ve kişisel fikir bolluğu içinde büyüyen özgür biri bunu ciddiye almayabilir. Bence bu bir kara cahillik. Eğer biri “9+4 = 13” olduğunu ciddiye almazsa kara cahildir. Yok eğer salt 1’den 12’ye kadar sayıların olduğu bir matematik sistemde “9+4=11” veya saati düşünerek “9+4 = 1” derse, ben cahilin Medeniyet dilinde taptığı “yaratıcılığa” bir örnek görürüm. Kara cahil ise kaçırdığı “yaratıcılık” trenini “fikir özgürlüğü” ile yakalar.
Görüyorsunuz ki, Medeniyet eleştirileri Medeniyet içi kavramlarla veya televizyonla öğrenilen sağ duyuyla anlaşılamaz.
Aşağıdaki karikatürde iki mağara adamı konuşmakta.
“Something’s just not right – our air is clean, our water is pure, we all get plenty exercise, everything we eat is organic and free-range, and yet nobody lives past thirty.”
Tamamıyla katılıyorum. Kişisel yaşamımla da kanıtlar ve katılırım. Çocukluğumda su getirmek için 6-7 yüz metre yürürdüm. Temizliğin ne kadar ihmal edileceğini tahmin kolay. Parazitlerden kaynaklanan çok sayıda sağlık sorunları yaşadım. Amerika’ya gittikten birkaç ay sonra hepsi kayboldu. Belki Amerika nimetlerinden yararlandığım için, şimdi bile binadaki acı sızı içinde yaşayan benden daha genç yaşlılar, hâlâ hayvan gibi çalıştığımı görünce bu işi nasıl becerdiğimi sorarlar. Ben, genetik, placebo vs. yararsız bilgi koca kelleliği yaptığımda, kibar olduklarından akıllarından geçen “f*ck the discourse, we need help ” yerine “bu, yeni bir şey olmalı, henüz reklamını görmedik” derler. Yani, “a lovesick man doesn’t need a discourse on love, he needs a kiss!” Türkiye’ye son geldiğimde, standartlara göre, kesin kes fakir sayılacak kız yeğenimde kaldım. Eğer o benim büyüdüğüm mahallede yaşasaydı ben onu B. Gates’in karısı sanırdım. Aynı deneyimi Avrupa’ya geldiğimde Türk ve Kürt solcu-devrimcilerle yaşadım. Eski hatıraları tazeleme ve devrimcilik faslı bitince 4×4 otomobil (30 yıl Amerika’da yaşadım ama bu lafı ilk defa bunlardan duydum), kimin ne kadar kazandığı, okuldaki çocuklarının zekaları, alınan mallar, mobilyalar vb. sohbetleri başlardı.
Medeni Roma çoktan “Panem et circenses” lafıyla bunu özetledi.
Kendileri ot yiyemedikleri için doğadan bazı hayvanlara ot yedirtip ürünleriyle geçinen toplumlardan biri olan Osmanlılar, daha da mükemmel bir çözüm buldular. ‘Daha’ Medeni bir bölgeye geldiklerinde “Weltanschauung”larını Medenilere uyguladılar. Hatta daha da ince iki ek yaptılar. Doğa hayvanlarından köpekleri diğer hayvanları idarede ve askeriyede kullandılar. Büyük bir yaratıcılıkla köpekleri Hıristiyan ailelerin çocukları arasından topladılar, bazıları asker oldu, kafaları daha çok çalışanlar idareci oldu. Böylece, ne aile ne de toplumla bağı olan bu köpeklerin salt saraya sadakati de sağlandı.
Bitkiler bile, etrafındakileri gölgede bırakma pahasına da olsa, yaşam veren güneşe varma zekasına sahipler.
Kuzey Afrika’da dilenciler sadaka verene “Allah sizi cennete kavuştursun” derlerdi, şimdi, “Allah sizi Avrupa’ya kavuştursun!” diyorlar.
Yani, Medeniyet’i savunmak için dahi olmak gerekmez.
O halde sorun ne?
Sorun Medeniyet’e karşı yöneltilen eleştirileri bilmeyenlerin veya anlamayanların, eleştirileri Medeniyet diline tercüme ederek, bildiklerini ve anladıklarını sanmaları. Bunun somut örneklerini yazsam 1001 Gece Masalları olur.
Bir meşhur örnek: Gezenler arasında Medenilerin allahı mülkiyet yok demek, mülkiyet gezenler için ölüm/kalım yük sorunu. Medeni bilgelere göre, gittikçe zekileşen insanlığın, yani Medeni olmanın “fena değil ama daha iyisi de var” safhası olan İlkel Komünizm.
Medeniyet’i savunanlar, haklı olarak kazananları alkışlar, haklı olarak şakşakçılık yaparlar. Haklı olarak aile içindeki nimetlerin dağıtımı kavgaları yaparlar. Darwin’den bu yana, Atatürk ile Marx’ın yardımıyla, hayatın, dolaylı veya dolaysız, hayatta kalma kavgası olduğunu bilmemek için iyice enayi olmak gerekir. Medeniyet içi son yenilik, İkinci Dünya Savaşı sonunda üreticilikten tüketiciliğe geçiş, özellikle zengin ülkelerde bolluk içinde yaşayan, daha, daha çok, daha daha çok isteyen Medeniler için Medeniyet eleştirisinin Medeniyet diliyle düşünmeye bile değmediğini bilmek için dahi olmaya gerek yok. Televizyon önünde zengin ülkelere akanları, sefalet içinde yaşayanları gören bir inek bile Medeniyet’e giden yolun tek yol olduğunu görür. Bence, bunu görmeyenin var olduğunu sananın varlığı ve enayiliği bir mucize! Medeniyet milli marşı bunu fazlasıyla kanıtlar:
‘Without God, all is possible’ is wrong, ‘with Civilization &Kapital, all is possible’ is right!
Diğer bazı takviye edici örnekler:
MS 3. yüzyılda Devlet ile Hristiyanlık’ın evlenme olasılığı görünmeye başladı. Zekiler bunun kaçınılmaz olduğunu görüp düğüne hazırlandılar. Aptallar eski ayinleri türkü söyleyip ekmek paylaşmalarına devam ettiler.
Bir devlet çıplak vahşileri yerleşik hayata alıştırmak için kamp yerleri yapar. Zekiler kaçınılmaz olduğunu anlarlar. Kadın erkek aptallar ormana gitmeye devam ederler.
Diğer bir ilkel toplumda ayinlerle çocuklara bir öğreti aktarılır. Eğer bir kahraman avdan bir yerine on hayvanla dönerse, dağın üstünden atlarsa, kamışıyla gölün ötesindeki kadınlara erişirse, … aman, ondan uzak durun. Aksi halde ve eninde sonunda onun kölesi olursunuz.
Medeniler o kahraman gibi olmak isterler. Hatta bu çaresizliği seçenek özgürlüğü olarak görürler.
Eğer bunlar da yetmezse düşünün, “yazı olmasaydı, para olmazdı”.
Tabii, her zaman para vardı “kişisel fikirler”e göre bu düşünmeye bile değmez.
“İnsan, rekabet hırsı yapMAdan da, yaşayabilen bir varlıktır.”
Boyle bir insan var oldugunun orneklerini gormek isterim. Ben, bugune kadar, hic rekabet etmemis bir tek ornegini dahi gormus degilim.
***
Ben çocukken çok fakir olduğumuzdan ablam bütün yemeği kendisi yesin diye yemeğe tükürürdü. Dayağı da yerdi.
Necip’in yemeği karısı ve çocuklarından daha çok yesin diye böyle bir şey yaptığını sanmıyorum. Neden acaba sofrada rekabete girmediği halde “hic rekabet etmemis bir tek ornegini dahi gormus degilim.” demiş? İdeoloji gücü sonsuz!
Daha geniş bakalım. Darwin bakar rekabet görür, Kropotkin bakar karşılıklı dayanışım görür.
Karşılıklı dayanışım olmasa toplu yaşamanın imkansızlığı ispat edilebilir. Hayvanlar bile avcılık ettiklerinden karşılıklı yardıma geçerler. Ne var ki, rekabetsiz toplu yaşamanın imkansızlığı ispat edilemez. Ancak ve ancak ideolojik inançlardan dolayı, yani din yobazları gibi, savunulur, Necip gibi.
Ama aslında sanırım ve yine Necip’in kafası karışmış. Piyasadaki rekabetin var olduğunun kabullenmesi ve kaynağının aranması ile rekabetin varlığı/yokluğunun imkansızlığını karıştırmış.
Rekabetin kaynağını arayanlar genlerde, kişide, toplumda, bütün canlılarda, bütün cansızlarda, güneş altında ve üstünde, her yerde bulurlar.
Yani, rekabet evrensel bir doğa veya Allah kanunu.
Eğer doğa kanunu ise, Necip yine bataklığa saplanır.
Aklına geleni düşünmeden söyler:
“Peki, bunlara ‘karsi gelmek’ mumkun degil midir? Tabii ki, mumkundur. Kuslar, mesela, yercekimine surekli meydan okurlar. Insanlar da, ucak turu seylerle.”
O halde Necip doğa üstü bir güce, karşı gelinmesi imkansız olan bir güce inanıyor olmalı. Böyle düşünenler iki çeşit. Geleneksel, alçak gönüllü, yaşamın tehlikelerle dolu olduğunu bilen, korkan ve korkusunu daha da az bildiği işi belli olmayan Allah’a bağlayıp korkusunu yenenler. Diğerleri Necip gibi modernler. En derin içlerinden gelen ideolojik ilhamlar gücünün gelmiş geçmiş bütün geleneksel tanrılardan daha güçlü olduğundan, eğer akıllarına iradeleri dışı gelip varlıklarını kaplayan inancı silkip atarlarsa varlıklarından vazgeçeceklerini, boşuna yaşamış olduklarını bilenler.
Necip, bu çeşit mantıksızlıkları sonsuz sık yaptığı için görmesi imkansız olmuş.
Ben rekabetin kaynağını arayan düzen yaltakçılarını çok iyi tanıyorum. Bunlar yaladıkları kıç*ların ötesini görmediklerinden, binlerce toplumda rekabete kötü gözle bakıldığını hasır altı edecek kadar aşağılık insanlar. Eğer Necip bu toplumlardan habersizse, sadece mantıkta değil bu konuda da cahilliğine alışmış olduğundan görmesi imkansız olmuş.
Nedense bu site ideolojik safsatalara inanan sayısız insan harabeleriyle dolu.
“Birincisi, aslinda sozkonusu olan, ‘Singularity (Teklik)’den maada, ‘convergence’ yani farkli sahalardaki gelismelerin bir ortak noktada bulusmasi, bir butunun parcalariymis gibi fonksiyonaliteye kavusacak sekilde ortak bir dil olusturmasi olacak bence.”
“Ikincisi, tasvirin satir aralarindaki korkuyu/endiseyi bir yere kadar anlamakla beraber, sonucun ‘insan’ icin yokedici olacagini dusunmuyorum.”
Çok doğru. Ne zaman somut dönen dolaplar, somut sorunlar gündeme gelse bir düzen şakşakçısı sorunu kendi öz be öz kişisel hisleriyle iyimser/kötümser ebedi şapşallık formülüne indirger ve soruna getirdiği çözümün heyecanıyla “Always Look on the Bright Side of Life” türküsünü söyler.
Hele bu bilgili, Latin Amerikalılar ile Orta Amerika yerlilerini karıştıracak kadar bilgisiz bir şapşalsa, bu siteye ne kadar yakışır!
Pipsqueak doğal olmayan bir ortamda yaşar ama doğallığı savunur.
Nükleer enerjiyle sağlanan elektrik ışığı altında nükleer enerjiye karşı olduğunu yazan, fikir özgürlüğünden yararlanıp fikir özgürlüğü olmadığını savunan, Türkiye’de yaşayıp Türkiye’de yaşamak istemeyen, hapishanede olup hapishanede olmak istemeyen, kötü muamele edilmesinden dert yanma yerine ameliyat olup erkek olmak isemeyen kadınlar, Türkçe konuşarak Türkçe konuşmanın kendilerine zorla dayatıldığından şikayet edenler … Bu türlü sahtekarlığa örnekler sonsuza dek uzar.
Ama uzağa gitmeye gerek yok. Anarşistliğin en temel taşı Devlet’e karşı olmaktır. Zileli devletsiz bir yere gidip yaşayacağına Devlet sayesinde kendine yapay kalp, yapay bacak, yapay mide, yapay beyin taktırır. Devlet sayesinde anarşistlik diploması resmi onaylanır ve etrafa yapay anarşistlik dağıtır. Kendine benzeyen yapay beyinlilerin Devlet sayesinde kurdukları Özgür Üniversite yavşaklarının yazılarıyla sitesini süsler. Devlet sayesinde basılan parayla kitaplarını satar. Üstelik Zileli Devlet pasaportuyla devletsiz bir yere gidebilir. Ama Medeniyet Pasaportu olmayan Pipsqueak’in Medeniyet dışına çıkması imkansız gibi, yani Zileli çok daha büyük bir sahtekar.
Ama bir ihtimal ihtimali daha var. Zileli’nin bu 281 faşist köpeğe sesini çıkarmaması aynı hisleri paylaşmasından olabilir. Pipsqueak her ikisin de aslında Medeniyet düzeninin koruyucu köpekleri, faşist ruhlu ırkçılar olduğunu ifşa etti ve bu her ikisini ve katılanları rahatsız ediyor.
281 aynı tipik kara cahil bir anarşist gibi vır vır etmiş yine.
İnsanın doğa ile ilişkişi dolaylıdır, sembol aracılığıyla olur. Başka bir değişle, insan konuşmaya başlayalı doğadan göbek bağını kesmiştir.
281 Pipsqueak’e “doğaya git” diyerek bilgisizliğini göstereceğine, kendisi defolup Türkiye’den gitse ve biz Türklerin ne kadar cahil olduğumuzu dünyaya göstermese daha iyi olmaz mı?
Böyle entelektüellerin katkı yaptığı bir sitede bu kadar kalitesiz ve çocuğumsu konuşanlar olması çok ilginç.
İnsanın doğadan kopması az mürekkep döktürmedi ama nedense 281 habersiz. Belki 281 Zileli gibi anarşist ve Pipsqueak çok haklı: Anarşistler son derece cahil oluyorlar.
Doğadaki diğer canlılar “tepki gösterirler”, insanlar “yanıt verirler”.
Bir odada köpekle berabersin. Camdan içeri bir taş gelir. Köpek havlar veya kaçar, insan nereden geldiğini “sorar”. Hayvan doğa içinde, insan sembollerle inşa ettiği doğa içinde yaşar, veya yaşardı. İnsanlar bitti, yerine 281 gibi düşünmeden hemen tepkide bulunan soytarılar kaldı.
Bu sitede Pipsqueak’e salt tepki gösterenler aslında doğada yaşayanlar. Pipsqueak çoktan bunları insan olmaya davet ediyor ama işitmiyorlar.
“O halde Necip doğa üstü bir güce, karşı gelinmesi imkansız olan bir güce inanıyor olmalı.”
Ben oyle bir sey demedim.
Benim gordugum kadariyla, ortada karsi gelinmesi (simdilik) imkansiz sadece 2 sey var: Dogmak ve olmek.
Bu ikisinin disindaki hersey karsi gelinebilir –bedelini odeyebilirseniz.
Diger yazdiklariniz, dolayisi ile, konuyla alakali olmadigindan, gecildi.
“Çok doğru. Ne zaman somut dönen dolaplar, somut sorunlar gündeme gelse bir düzen şakşakçısı sorunu kendi öz be öz kişisel hisleriyle iyimser/kötümser ebedi şapşallık formülüne indirger ve soruna getirdiği çözümün heyecanıyla “Always Look on the Bright Side of Life” türküsünü söyler.”
Cok dogru. Bir baskasi da cikar, yazilanlari okuyupp onlara cevap verecegine, luzumsuz hamasetlerle genelleyip bir seyler yazmis olmanin tatminini yasamaga calisir.
“Hele bu bilgili, Latin Amerikalılar ile Orta Amerika yerlilerini karıştıracak kadar bilgisiz bir şapşalsa, bu siteye ne kadar yakışır!”
Di mi, yaw.
Tiz kellesi alina!
Ve, aman, ‘Latin Amerikalılar ile Orta Amerika yerlileri’ duymasin. Gucenen olur, neme lazim.
Necip için; sanat, edebiyat, mitler tarihi, dinler tarihi, resim, heykel sanatı, müzik, sinema, tiyatro, şiir, danslar, yiyecek/içecek gelenekleri/dönüşümleri, mekân/mimari gelenekleri/dönüşümleri, çeşit çeşit kültürün folklorik benzerlikleri/benzemezlikleri… Bütün bunlar ve daha fazlası önemli değildir, bomboştur.
Necip için önemli olan bir tek, bir tek, bir tek şeydir: Survival of the fittest.
Hattâ Necip, gaddar bir katil bile olabilir.
İşlediği cinayetler sebebiyle çektiği ızdıraplardan kurtulamayan, ‘Necip’ müstear ismini kullanarak Gün Zileli’nin sitesinde sürekli günah çıkartan bir katille karşı karşıya olunabilinir.
Objektif bakıldığında: Katillerin bile, motivasyonları, duyguları vardır; ekseriyetle böyledir.
Necip gibi bir katil, ‘robot’ gibi, ‘android’ gibi, ‘terminator’ gibi, sadece komutla, sadece emirle cinayet işleyen bir katil olabilir ancak. Bunu da, ‘survival of the fittest’ın arkasına gizlenerek yapar. Kendine bir motivasyon arar, arar, arar ve bulur: ‘Survival of the fittest’. İşlediği cinayetlerin ‘meşru’, normal, ‘doğanın akışı içinde gayet normal’ olduğunu ispatlamak için ‘survival of the fittest’ı geviş getirir gibi çiğner durur.
‘Hayvanlar & bitkiler & nature alemi’ ile ‘insan alemi’ni sürekli birbirine karıştırarak, insanın sergilediği davranışların (rekabet hırsı, kapitalizm, katliamlar…) ‘kalıtsal (DNA’sal)’ olduğu, buna müdahale etmenin ‘evrime karşı çıkmak’ olduğu yalanını atar, atar, atar, hiç bıkmaz…
Işık ‘Doğu’dan, bilgi ‘Batı’dan gelir.
Doğru mu?
Işık ‘Doğu’dan, bilgi ‘Batı’dan gelir. Doğru mu?
Soru çok eksik sorulmuş: Ne zaman? Ne gibi veya hangi bilgi? Ne gibi ışık? Göz kamaştırıp kör eden mi? Aydınlığa kavuşturan mı?
“Karanlık=Kötü/Aydınlık= İyi” ikicilikteki ışık mı? Bu ışık her yerde hem var, hem yok, haram/helal, günah/sevap falan filan gibi. Örneğin Zerdüş, Platon, Mani, Cathars, Albigensian, Bogomils …
Her neyse, en başta Türkiye’nin bilgi merdiveninde vahşi çıplaklar kadar aşağıda olmadığını, zaman ve mekanın ayrı değil zaman-mekan olduğunu hatırlayıp, ışık ve bilgiyi de ışık-bilgi yapmakla her ikisininde tek kaynaktan geldiğini bildiğimizi dünyaya gösterelim. “Bir Türk Dünyaya Bedeldir” falan filan.
Ayrı alındığında, siz, bu sitedekiler ve modern ileriler arasında aynı sizin sorunuzda ima ettiğiniz gibi tek bir bilgi vardır: İnsanı köle etme, alçaltma bilgisi.
Işık, bir yandan, yeryüzü tanrılarılarına, kölelikten kaçıp karanlıklara saklananları ve vahşi çıplaklar gibi hep karanlıkta yaşayanları bulup çıkarmada yardımcı olan araçtır; diğer yandan, kölelere hem köle hem mutlu nasıl olunacağını öğretir. Buna, kibar çevrelerde, hikmet veya modern dinler adı verilir.
Eğer böyle bakarsak, sizin biraz fazla saf olduğunuz, yapmacık bir ayırım emziği emzirdiğinizi, laf cambazlığına kurban olduğunuzu görmek çok kolay. Zaten site böyle emzik emenlerle dolu.
En azından son 4-5 yüzyıldır, tarihte nihayet zirvesine ulaşan, bütün dünyayı kapsayan, modern, süper, hiper, ultra ilk gerçek Tek Tanrı kölelik ışık-bilgisinin dağıtımını kimin yaptığını bilmemeniz, aslında beni şaşırtmadı. Ne de bu son ışık-bilginin Doğu, Batı, Kuzey ve Güney’de erişmediği yer kalmadığını bilmemeniz. Hatta Doğu-Batı beraber, kardeş kardeş, Ay, Mars, Gezegenler ve Evrenin tümüne bile aynı ışık-bilgiyi dağıtmaya hazırlanıyorlar. Aynı zamanda kölelerine daha çok eğlence, dikizcilik, seyircilik, bol ye, bol iç, bol s*ç vaat ediyor.
Son 4-5 yüzyıl dağıtanları sosyal medya veya Özgür Üniversite’de ararsanız, bulmanız için size bir ipucu vereyim: Son taşıyan süper ırklar bu mubareğe “Yunan Meşalesi-Bilgi Güçtür” adını taktılar. Meşaleyi hem aramada ışık hem de iyice saklananları yakmakta kullandılar. Türkler gibi seve seve köle olmaya razı olanları insanlık değer merdiveninde aşağı bir basamağa koydular.
Son ışık-bilgiyi ülkenize önce Osmanlılar, daha sonra Atatürk, daha daha sonra Marks-Lenin müritleri getirdi. Şimdi, bir de, aynı şeyi “bolluk ve tüketicilik” çağına uygun, sulh ve iyilik sever, kadın sever, eşcinsel sever, hayvan sever, demokrasi sever, boş konuşma özgürlüğü sever ve hepsinden daha önemli hâlâ bakire Anarşizm adı ile güncelleştirip pazarcılığını yapanlar çıktı. Bu site bir misal. Bütün bunları benim gibi bir cahil bile biliyor. Siz nasıl uyudunuz?
Her halükârda, asıl ışık-bilgi kaynağından aldığımız son haberlere göre, asıl ışık-bilgiyi elinde tutan asıl yüksek süper ırklar Türkler gibi ‘ışık-bilgi’de hiç bir katkısı olmamış b*k çukurundan denekleri uzaya göndermeyi tasarlamaktalar. Hatta Türkiye’de toplama şubeleri bile açmışlar.
Projenin Türkiye şube müdürleri Zileli, Necip ve Hortlak adlı ışık hızından daha hızlı ışık-bilgi dolu aracılar, veya benim gibi karanlıktakiler diliyle Atatürk-Marks-Lenin falan filan gibi muhabbet tellallarının mirasına konan güncel muhabbet tellalları.
“Ve, aman, ‘Latin Amerikalılar ile Orta Amerika yerlileri’ duymasin. Gucenen olur, neme lazim.”
Merak etmeyin. Asıl ısıran köpeklerin bir Türk köpeğin havlamasını Orta Amerika yerlilerin işiteceklerini sanmıyorum. Zaten, köpeklerin Orta Amerika’daki köpekleri onlara yeter ve artar bile. Sizden çok daha azılı köpeklerin köpeği, diktatör başkan Porfirio Diaz bile, “zavallı Meksika, Allah’tan Çok Uzak; ABD’ye Çok Yakın!” dedi. Görüyorsunuz uzaktan havlayan Türk köpeklerine ihtiyaçları yok. Ama bakın yeni bir şey öğrendiniz, Porfirio Diaz. Kültürünüz arttı. Gelecekte Latin Amerika ile Orta Amerika yerlilerini karıştırmazsınız.
“Benim gordugum kadariyla, ortada karsi gelinmesi (simdilik) imkansiz sadece 2 sey var: Dogmak ve olmek.”
Halk arasındaki çok daha doğru: “Ölümden başka her şey yalan.” Siz yaratıcı bir ek yapmak istemişsiniz ama düşünmeden yaptığınız için olmamış, tam görmemişsiniz: Doğuma karşı çoktan çare bulundu. Çocuk düşürmeyi de mi hiç duymadınız? Yazdıklarınızı birine gösterseniz yararı olabilir.
Ölüme çareyi de olsa olsa ileri ırklar bulacağından sizin gibi geri kalmış ülkelerden hep alkışlayarak bedava konmaya alışmış dilencilere verecekleri şüpheli. Hele daha doğuma çare bulunduğunu bile bilmeyen birine asla vermezler. Çarenin tekel süresi bittiğinde taklitleri elinize geçebilir ama pek güvenilmez.
Tüketiciliği sokuşturanların ana sırrı: Asla doyum vermemek. Sahte çareler sık sık yenileme gerektirebilir, hayat uzatılablir ama kalitesiz hayatınız daha da kalitesiz olabilir, iştahınız artar ama hayatınız aslında artmaz.
Araştırmalara göre ölmek istemeyenlerin, tüketicilik alışkanlığıyla her yeni çıkan b*ku yemeye meraklıların %99’dan fazlası bir süre sora bıkıp ölmek istiyeceklermiş.
Diğer yazdıklarımı da böyle yarım (yamalak) görmüşsünüz. Tabii, sizi rahatsız etmiş de olabilir.
” Bu ikisinin disindaki hersey karsi gelinebilir –bedelini odeyebilirseniz.”
Kendine iş çıkarmak isteyen, mesleği polis, avukat veya yargıç olan biri gibi konuşmuşunuz: Kanuna karşı gelinir ama bedeli ödenir.
‘Rekabet’ kelimesi değişik dillerde bile değişik anlamlar taşıyabiliyor. Aynı dil içinde, “rekabet” kelimesine muğlaklığa meydan vermeyen bir tanım yapılmadan tartışma çok zor.
279 Anonim: “‘Rekabet hırsı’nın gerekçesi, insanın biyolojik (anatomik, yaşamsal) mecburiyeti de değildir.”
Necip: “Prove this.”
Gıda ihtiyacı biyolojik ama ihtiyacı gidermek için yapılan girişimdeki etkinliğin biyolojik olduğu çok ayrı bir konu. Ekmek yemek biyolojik ihtiyaç. Ekmek yapmak da mı biyolojik bir ihtiyaç veya zorunluk?
279 anonim dönüp Necip’e “siz de bu etkinliğin biyolojik olduğunu ispat edin” derse, iş gereksiz uzar.
Hayvanların gıda bol olan bir yerde üssel artışları sayısız defa tespit edilmiş ve belgelenmiştir. Hatta eğer kendi avlamazsa, verileni yemeyen hayvanlar bile var.
Gıdaya ihtiyaç mı biyolojik, gıdayı elde etmek mi?
Yani ‘rekabet’ kelimesine daha kısıtlayıcı, daha net tanım vermek şart gibi.
Benzeri bir diğer anlaşmazlık.
279 anonim: “İnsan, rekabet hırsı yapMAdan da, yaşayabilen bir varlıktır.”
Necip: “Boyle bir insan var oldugunun orneklerini gormek isterim. Ben, bugune kadar, hic rekabet etmemis bir tek ornegini dahi gormus degilim.”
İki takım maç yaparken bir oyuncu kendi takımındaki oyuncularla rekabet etmez ama karşı taraf oyuncularla rekabet eder.
Bir erkek, bir kadınla sevişirken kimle rekabet eder ve hangi rekabet içinde?
Demek bir süre içinde rekabet etmeden var olma mümkün.
Belli bir kişinin bütün hayatı boyunca hiç rekabet etmediği, şimdiye kadar yaşamış bütün insanlar arasından bir kimsenin bir defa bile rekabet etmeden yaşadığını örnekle ispat etmek imkansız ama yalanlamak da imkansız.
Bu ancak genel bir teoriyle ileri sürülebilir ve ispatlanabilir.
Bunun için de yine ‘rekabet’ kelimesini daha net bir şekilde tanımlamak şart gibi.
Somut bir örnek yardımcı olabilir. Hayatta hiç rekabete girmemiş bir, ormanda gezerken bir kaplanın saldırısına uğrar. Kaplanla rekabete girip daha hızlı koşmaya çalışırsa ‘rekabet’ mi etmiş olur?
Bu etkinlikte biyolojik olan canını kurtarma mı, koşmak mı? Örneğin elinde son model bir silah olan normal olarak koşmaz.
Konu çok önemli. 279 anonim ve/veya Necip bir tanım verirse bu iyi bir başlangıç olur.
“Ama bakın yeni bir şey öğrendiniz, Porfirio Diaz. Kültürünüz arttı.”
Yok. Bu bilgi degil, trivia.
Cok sukur ki, kolay unuturum.
Kultur meselesine gelince: Artmasini istedigimi nereden cikardiniz?
“Gelecekte Latin Amerika ile Orta Amerika yerlilerini karıştırmazsınız.”
Bolgecilik yapmak cok da sevdigim bir sey degil. O yuzden, onlar acikca itiraz etmedikce, ben hep karistiracagim. Emin olabilirsiniz.
“Siz yaratıcı bir ek yapmak istemişsiniz ama düşünmeden yaptığınız için olmamış, tam görmemişsiniz: Doğuma karşı çoktan çare bulundu. Çocuk düşürmeyi de mi hiç duymadınız?”
Asiri hizli okuyunca boyle oluyor, demek ki.
Ben, ‘dogurmak’ demedim; ‘dogmak’ dedim.
Kendisinin ‘dogmasi’nda soz hakki olan kac kisi biliyorsunuz?
“Yazdıklarınızı birine gösterseniz yararı olabilir.”
‘Oteki ben’e gosterdim. ‘Sorun yok’ dedi.
“Kanuna karşı gelinir ama bedeli ödenir.”
Evet, ama, ‘kanun’ dediklerimiz (‘fizik kanunlari’ gibi ‘kanun’lardan bahsediyorsak) mueyyide olarak ‘suc’ tariflemez.
Daha cok, eldeki bilgi cinsinden, ozgurluklerin sinirina isaret ederler.
Her ozsgurlukte oldugu uzere, limitleri asmaga kalktiginiz zaman, suc islemis olmazsiniz; ama, bedelini odemezseniz (ozellikle de onceden) her aptallikta oldugu uzere, cezalandirilirsiniz.
“Gıda ihtiyacı biyolojik ama ihtiyacı gidermek için yapılan girişimdeki etkinliğin biyolojik olduğu çok ayrı bir konu.”
Buradan baslayabiliriz.
Once, neyin ‘biyolojik’ oldugu konusunda ne anladigimi yazayim:
Bildigimiz anlamda ‘zeka’ ve/ya ‘akil’ gibi mekanizmalarin olmadigi (olmadigini dusundugumuz) canlilari dikkate alalim.
‘Botanik’in inceleme alanini yani.
Gozlemlerimize gore, ‘Botanik’in inceleme alanindaki canlilar, belli seylere dogru hareket ederler (etmege calisirlar) belli seylerden de kacinirlar (kacinmaga calisirlar). Isik, bazi kimyasallar vs.
Bu tercihlerin onlarin genetigine kodlanmis ve ‘mekanik’ sayabilecegimiz davranislar oldugunu dusunuyoruz. Oyle midir, degil midir; bilmiyoruz; ama, gozlemlerimiz o yoldadir.
Simdi..
‘Gıda ihtiyacı’ baglaminda bu canlilara bakalim.
Eger yeterince gida varsa; VE ilgili canlinin tek derdi mevcudu muhafaza etmek (‘sustinance) ise, evet, o zaman ‘rekabet’e yonelmesi icin bir gerekce de yoktur. Yani, ‘rekabet hirsi’ gereksizdir.
Ama, yukaridaki sartlarin saglanabildigi bir ortam sozkonusu mudur?
Bence bu iki sarti saglandigi bir ortam yoktur.
Yoktur, cunku –butun canlilarda oldugu uzere– canlinin tek derdi ‘mevcudu muhafaza etmek (‘sustinance)’ degildir.
Buyumek ve cogalmak gibi iki hedefi daha vardir.
Ve, bu iki ilave hedef, gidanin hic bir zaman yeterli olamayacagi anlamina gelir.
Ya da, gida ne kadar varsa, onun limitlerine ulasacak kadar cok cogalacaktir bu canli.
Bu da, konuyu ahlaki lagalugalarla degerlendirmek isteyenlerin dilinde ‘rekabet hirsi’ diye isimlendirilmnge calisiliyor.
Halbuki, konu ahlaki filan degildir.
‘Canli’ (yani, ‘biyolojik’ organizma) varsa ‘rekabet’ vardir; ‘rekabet’ varsa ‘rekabet hirsi’ da vardir; oyunun ayrilmaz parcalaridir bunlar.
“İki takım maç yaparken bir oyuncu kendi takımındaki oyuncularla rekabet etmez ama karşı taraf oyuncularla rekabet eder.”
Malesef bu da cok isabetli degil.
Oyuncular, hem kendi takimindakilerle, hem de takim olarak karsi takimla rekabet halindedir.
[Gelecek sezonda daha iyi (ucret odeyen) bir takima transfer edilmek icin kendisini gostermek, one cikmak vb vs.]
“Bir erkek, bir kadınla sevişirken kimle rekabet eder ve hangi rekabet içinde?”
Oraya kadar gelinmise ‘is tamam’ denebilir’ ama, spermler kendi aralarinda yarisirlar.
“Demek bir süre içinde rekabet etmeden var olma mümkün.”
Tabii ki, bu mumkun. Buna ‘dormancy’ de diyebiliriz. Boyle bir luksu olanlar icin gecerlidir bu.
Ama, bu, otekilerin de rekabeti biraktiklari anlamina gelmiyor; malum.
“Belli bir kişinin bütün hayatı boyunca hiç rekabet etmediği, şimdiye kadar yaşamış bütün insanlar arasından bir kimsenin bir defa bile rekabet etmeden yaşadığını örnekle ispat etmek imkansız ama yalanlamak da imkansız.”
Kabul.
Ama, bu gibi durumlarda, ‘genel gecer’mis gibi hukumler de yazmak dogru degil. Yani, ‘belirsiz’den ‘kural’ cikarmis gibi yapmak abes kaciyor.
“Hayatta hiç rekabete girmemiş biri, ormanda gezerken bir kaplanın saldırısına uğrar.”
‘Hayatta hiç rekabete girmemiş’ derken, onun peydahlanmasina cok onemli katkida bulunmus olan ilgili spermin de rekabete girmemis oldugunu mu varsayiyorsunuz?
‘Tup bebek’ miydi, yoksa?
Ki, orada da bir secim/yaris vardir. Daha saglikli olanini secerler 🙂
“Bu etkinlikte biyolojik olan canını kurtarma mı, koşmak mı?”
Ikisi de.
Ve daha fazlasi: Hayatta kalmak, tabii ki, esastir. Ama, buyumek ve cogalmak da mutemmim cuzlerdendir.
“Örneğin elinde son model bir silah olan normal olarak koşmaz.”
O ‘son model bir silah’i ne amacla edinmistir o birey?
Necip amca, amacimiz egitim ve yardimci olmak: yasadiginiz sorunun belirtileri psikolojik ama kaynagi fizyolojik olabilir.
Zararlar:
Kafadan cok attiginizdan beyniniz bosaliyor.
Beyniniz bosalinca da cikanlar da hep bos oluyor.
Bos beyniniz daha once attiklarinizi hatirlamiyor, tam tersini atiyorsunuz.
Doktor beyin boslugunuzu bunaklik sanabiliyor.
Siz, bos laflarinizi bilgi ve fikir saniyorsunuz.
Tabii, bunlarin hepsi beyninizin cocuklukta bosaltilmasindan kaynaklanabilir, caresiz dertlere dusmus olabilirsiniz. Tipin tek caresi size yeni bir beyin takmak. Takilan yapay plastik beyinse hic bir sey degismiyor. Oldurulen bir zavallinin beyniyse, sizinki gibi dahi beyni olana kadar mezara gidebilirsiniz.
“Turkuz, dogruyuz, kucukleri severiz, buyuklere guleriz…”
Tabii, yararlari da var: Her zaman haklisiniz.
“Cok dogru. Bir baskasi da cikar, yazilanlari okuyupp onlara cevap verecegine, luzumsuz hamasetlerle genelleyip bir seyler yazmis olmanin tatminini yasamaga calisir”
“Mesleğin ne ise, sen osun”
Daha henüz tam Medeni olmamış Araplar, “Mekkeli tüccarlar vakarlarını bozmadan yalan söylerler.” derler. Tüccarlık yapa yapa Necip’in hayatı yalan olmuş.
277’e cevap veren 278 Necip’in okumadığım yazdıkları:
Laf kalabalığın keserek yazıyorum.
“Birincisi, … ‘Singularity (Teklik)’den maada, ‘convergence’… yani … kavusacak… bir dil olusturmasi olacak bence.”
“Always Look on the Bright Side of Life”
“Ikincisi, … sonucun ‘insan’ icin yokedici olacagini dusunmuyorum.”
“Always Look on the Bright Side of Life”
“… Latin Amerikalilarin… ‘singularity’e indirgenmedigini hem biz biliyoruz, hem de onlar farkettiler.”
“Always Look on the Bright Side of Life”
Hem de ırkçı ve cahil tüccar Necip için öldürülen yerlilerle öldürenler aynı. Irkçı Zileli ve Hortlak’ın kulakları çınlasın.
“…imkan ve kabiliyetlerini artirdi… teknolojiler ve urunler de o kadarini yapacak.”
“Always Look on the Bright Side of Life”
“‘Singularity’ diyebilmek icin, …bence, ancak ve ancak, yukaridaki tekonolojiler …yepyeni bir ‘tur’ yaratmak …”
“… Su anda, hicbir sekilde, o noktalarda degiliz; yakin bile degiliz….”
“Always Look on the Bright Side of Life”
” … ‘rekabet hırsı’ … Fakat, ‘rekabet hırsı’nin da ‘insanın temel özelliklerinden biri’ oldugunu atlamamak gerekiyor. Yani, hem ‘dayanışma’ hem de ‘rekabet’; hem de baska hasletleri var ‘insan’in…. ‘Bireycilik’ konusu da oyle, bence.”
Kısacası, Necip’in insanı, kendisi gibi, her b*k olabilir. O halde, “Always Be on the Winning Side of Life”
“Bir anekdot gozlem … Yani, bu nesil bireyci yetistiriyorsa, sonraki cogulcu/cogunlukcu/toplumcu..”
“Always Look on the Bright Side of Life”
Ben b*k yemeyi severim ama çocuklarım sizin gibi sevmeyebilir.
“Cok sukur ki, … zerzevat sepetinde her turlu sebze mevye olabiliyor.”
“Always Look on the Bright Side of Life”
Tüccar Necip, sattığı malların çeşitliliğine bakmanız için reklam yapmış.
Bu herif cahilliğini bile bilgelik ambalajına sarmış. Evren hasıl olalı var olan Kapitalizm’in monoton, tekbiçimliği ile daha önceki Orta Çağ’ın çeşitlilik felsefesi farkı: Orta Çağ’da “Bir çiçek çirkin ruhlu Necip’ten güzeldir ama bir çiçek ile çirkin ruhlu Necip
iki çiçekten daha güzeldir.”
Anne-baba-okul-televizyon Necip’in beynine matematik, fizik, kimya, biyoloji vs. teknik alanlarda dahi süt ineği olma isteği sokmuşlar. Ne yazık ki, başaramamış, tüccar olmuş. Matematik ve doğa bilimlerindeki bilgisi cici bici sözcükler. Bu cici bici kelimeleri de bilimde olup bitenleri aynı seks-para-cinayet gibi heyecan uyandıran, gıdıklayıcı haberler veren kaynaklardan toplamış. Sosyal bilimlerde bilgisi ticaret hayatını aktarma, astroloji, falcılık, laik dincilik.
Necip matematik bilmez, fizik bilmez ve daha da kötüsü farkı bilmez. Ticarette öğrendiği cici bici lafları sıralar:
“‘Singularity’ diyebilmek icin, fizik (dolayisi ile de, kimya ve biyoloji) kanunlarinin tanimsiz oldugu/olacagi (neyin nasil davranacaginin ongorulemez oldugu/olacagi) bir seylerden bahsetmemiz gerekir.
Bu, bence, ancak ve ancak, yukaridaki tekonolojiler (ve daha fazlasi) ile, yepyeni bir ‘tur’ yaratmak sozkonusu oldugunda olabilir.”
Yani, (biyolojik ya da degil) yepyeni bir ‘sentient’ (‘suurlu) mahluk peydahlandiginda, ‘singularity’den bahsedebilir olacagiz.”
Necip bana hep NASA’da füze patlamasını eşeleyen Feynman’ın bu herif gibi salaklarla başından geçenleri hatırlatır. Yarım saat cici bici isimler sıralayan fizikçi Necipleri dinler, hiç bir şey anlamaz ve nihayet tahmin edip sorar:
– Yani, ıslık mı çalıyordu?
– Evet
– Neden daha önce söylemediniz?
Görmemiş Necip’in bir oğlu olmuş, çeke çeke çük*nü koparmış.
Bir orta okul öğrencisi x, 0’a yaklaştıkça ‘1/x’in ‘singularity’e yaklaşığını bilir. Necip bu basit bir matematiksel ‘singularity’nin fiziksel dünyada sonsuz önemli bir olay olduğunu, yani fizikle matematik arasındaki farkı bilmediğinden, bir sürü laf kalablığı yapıp vecde gelir. Matamatikte 2 adım artı 1 adım üç adım eder ama bir uçurum kenarında üçüncü adım öbür dünya eder. Pireyi ancak marsıvan eşeği Necip bu kadar büyük deve eder. Teknik konularda büyük konuşup blöf yapar, yakalanınca ortadan kaçar kaybolur veya cevap vermez.
Şimdi nerede acaba?
“Yok. Bu bilgi degil, trivia.”
Yerel dedikodularınızın tümü trivia; vatandaş-yurttaş yalnızlar kalabalığından çıkan gürültüler.
“Gelecekte Latin Amerika ile Orta Amerika yerlilerini karıştırmazsınız.”
Bölgecilik başka ırkçılık başka.
“Ben, ‘dogurmak’ demedim; ‘dogmak’ dedim. Kendisinin ‘dogmasi’nda soz hakki olan kac kisi biliyorsunuz?”
Anne –babanız size sormuşlar. Ama o zaman bile beyniniz boşmuş, o yüzden hatırlamıyorsunuz.
“‘Oteki ben’e gosterdim. ‘Sorun yok’ dedi.”
Öteki boş beyinden medet ummak boş beyinli olduğunuzu kanıtlar.
“(‘fizik kanunlari’ gibi ‘kanun’lardan bahsediyorsak)”
Araba tüccarı yine fizik bilgiçliği yapmış. Yarın suyu ateşe koyduğunda kaynayacağına buz tutarsa “fiziği” mahkemeye mi vereceksin be sivri kelle. B*k çukuru bir ülkede sorulmadan doğan dünyaya bedel bir Türk olduğunuz çok belli oluyor. Ama, anne-babanızın da sizin gibi paraları çoksa, “size sormadan sizi yaptıkları” iddiasıyla mahkemeye verip tazminat almayı deneyin.
“Her ozsgurlukte oldugu uzere …”
Sivri kellenizden çıkan her hikmetinize ‘her’ eklemek, yobazlığın en başta gelen simgesi, inanmayan dincilerin inançları, ayna önünden ayrılmayan mavi güzlü sarışınların kendileri ve sizin gibi taklitçilerini görüp herkesi mavi gözlü sarışın sanmaları çılgınlığı. Bu huyunuzdan vazgeçiniz sonra suç ve ceza temalarını tartışırız.
HER Necip gibi kendine sorulmadan yapılan yapılmasa dünya nüfusunun artışına yaratıcı sivri kelle Necip’e yakışır bir çözüm bulunur.
“Once, beyin ‘biyolojik’ oldugu konusunda ne anladigimi yazayim: …” Ardından gelen “her” eklenmeden “her”li cümleler ve nihayet “bilmiyoruz; ama …”
Bilmediğiniz bir konuda, maşallah yine, heyecan verici ve gıdıklayıcı bilim dedikodusu yapan kaynaklardan topladığınız gevezelikler yapmışsınız. Bu laf kalabalığını öteki beyninize gösterin: ‘O da kimmiş? Kim demiş?’ gibi her sıkıştığınızda yaptığınız gevezeliğinizi işitirsiniz.
Daha sonra yazılanlar da ‘eğerlerle’ dolu. Atinalıların Ispartalılara yazdıkları ‘eğer’ dolu tehdit mektubuna Ispartalıların bir kelime cevabı: EĞER.
Sizin sorununuz sosyal konularda – tarih, felsefe, antropoloji … kısacası düşünürlükte – sonsuz çaylak olmanız. Size bir yandan gülüyorum, bir yandan dünyanın sizin gibi dilencilikle bilgiyi aynı sananların üssel artışının önüne geçilmez olduğunu görüp bu enayi artışına rağmen hâlâ ümitli olanlara hayran oluyorum.
Canlıların gıdasız yaşayamayacağını ilk defa sizden duyuyorum. Yoksa siz, bu gerçeği ‘bulup’ insanları köle etmede kullananların boş beyninizi doldurdukları ideoloji ile mi karıştırıyorsunuz? Sizin bu hikmet dolu bilginizi duyan canlılar hep birlikte gülseler, ikinci bir ‘singularity’ye neden olabilir.
Eğer ben “eğer” ile başlarsam sizin ünlü ‘o da kimmiş?” cahillik kapatma formülünüzü kusmaya yol açacağını biliyorum. Ama bazen çare yok.
Eğer sizin cahil kulaklarınıza fısıldayan en katı materyalist, genetik, kod, biyolojik falan filan cesur askerleri okursanız, sizin gibi enayi olmadıklarından, toplumda var olan ahlaki değerlendirmelerin de materyalist, genetik, kod, biyolojik falan filan nedenlerini arar, bulur ve cici bici kelimelerle açıklamaya çalışırlar.
Tek büyücülüğe düşkünlüğünüz sizin cici bici kelimelere düşkünlüğünüzü aşar: “Necip said a lot of bullshit, and there was a lot of bullshit!” Örneğin ” Halbuki, konu ahlaki filan degildir.”
Yavrum, boş konuşacağına git yalamaktan bıkmadığın efendilerinin yazdıkların oku. Geri kalmış b*k çukuru Türkiye’de bu alanlarda araştırma yok, biliyorum, ama yalamaya alıştıklarından öğrenebilirsin. Gerçi bir önceki paragraf kafi.
“Oyuncular, hem kendi takimindakilerle, hem de takim olarak karsi takimla rekabet halindedir.”
Yukarıda değinmiştim. Gerçek süt inekleri, özellikle başka bir b*k bilmediklerinden, işin inceliğini bilirler. Sizin sadece bilim bilme heveslisi bir çaylak olduğunuzu ispatlayacağım.
Not: inşallah bu ispat araba satış ticareti dışında ne kadar odunkafalı olduğunuzu size gösterir. Ama yaptığınız bütün öğrenmeye açıklık numaralarınıza rağmen ben sizin sonsuz yobaz olduğunuzu, daha önce size benzerlerin sonsuz sayıda örneklerini gördüğüm için, çoktan keşfettim.
Önce, sizin gibi cahilleri aydınlatma:
Bir nörolojik bilim adamı beyini çalışmasında, art arda tek tek gelen lineer düşünme alışkanlığından, Avustralyalı bir kadının beyin içi ağını resimle canlandırmasını görünce uyandığını söyler. Tabii hemen siz, bu sitedekiler ve dünya sıradanlarının en sevdikleri cici bici kelime kuantum fizik ve ” The superposition principle ” devreye girer. Yani, siz sıradanlar sosyal medya dedikoducularının cici bici büyücülük diliyle, “aynı anda her yerde olma” büyüsü.
Dönelim sizin şapşallığınıza: Bilim açısından sorun, çeşitli olayların aynı anda olmaları değil, bütün süt ineklerinin peşinde oldukları, modern bilimin tek Allahı, ‘Nasıl?” sorunu. Yani, gerçek süt ineği, bir oyuncu veya herhangi bir canlıda birbiriyle çelişki içinde gibi görünen iki durumun aynı anda nasıl olduğunu anlamaya çalışır. Sizin gibi sıradanlar böyle bilgileri yobazlık diline çevirip bilgiçlik taslar.
“Oraya kadar gelinmise ‘is tamam’ denebilir’ ama, spermler kendi aralarinda yarisirlar.”
Siz b*k çukurunda nasıl yapıldığını bilmeden satan bir araba tüccarısınız. Bilim hakkında bildikleriniz aynı arabalar gibi asıl yapanların komisyonculuğu. Bu işle asıl uğraşan “o da kimmiş?” süt ineği spermleri bile geçmiş. Bu efendiniz sperm denilen hücrelerin genleri arasına girmiş ve rekabeti orada bulmuş. Arabayı yapanlarla satanlar arasındaki fark.
” Ama, bu gibi durumlarda, ‘genel gecer’mis …”
Siz bu kadar mı şapşalsınız? Yazdıklarımın özü sizin ideolojik nedenlerden size yutturulan beyin yıkamalarını ‘genel gecer’miş gibi atıp tutmanız. Siz, dünya ile ilgili buluşları dil çabukluğuyla, farkında bile olmadan, “her insan, her toplum, her zaman, her mekan, her evren, her X’de ‘doğru’ ideoloji yobazı diline çeviriyorsunuz.
Sizin gibi salakların köküne kadar yediği bir kazığa sonsuz basit bir örnek: Necip, denize bakar ne görür? Büyük balık küçük balığı yutar. Kendi hayatını düşünür, dünya bilgisini beynini yıkayanların yardımıyla kendi yaşam bilgisine tercüme eder ve başlar hoplayıp zıplamaya bulduğu “bilimsel” bilimle.
Necip, gerçekten sosyal konularda çok ama çok cahil ve çaylaksınız. Kapitalizmin Hıristiyanlık’ın yerine geçmesiyle gökyüzündeki cennet yeryüzüne indi. Kapital yardımıyla yeryüzüne indiren modern bilim başarılarıyla sizi çok fena uyutmuşlar. Nitekim felsefe bile (allah-melek-şeytan aramadan yeni epistemoloji-yeni ontoloji aramalara geçiş gibi) büyük bir çılgınlık yaşadı. Ama artık bunlar eski masallar. Sizin gibi b*k çukurunda daha, daha fazla isteyenlere atılanlar. İş ve işçi bulma kurumları okullar, televizyon, İnternet, sosyal medya ninnileri. Çaresizlere dağıtılan emzikler.
“‘Hayatta hiç rekabete girmemiş’ derken, onun peydahlanmasina cok onemli katkida bulunmus olan ilgili spermin de rekabete girmemis oldugunu mu varsayiyorsunuz?”
Sadece rekabet etmek için söylediğiniz yalanlar, bunu çok sık yapmanız ve zaman kaybıma neden olmanız gerçekten çok iğrenç. Doğru ki, bilhassa modern laik isyankar yığınlar arasındaki bireylerde ve özellikle bu sitedekiler arasındaki alçaklık zamanımızı çok güzel simgeler. Boşuna ağzından “rekabet” b*kundan başka bir şey çıkmıyor..
“Boyle bir İNSAN var oldugunun orneklerini gormek isterim. Ben, bugune kadar, hic rekabet etmemis bir tek ornegini dahi gormus degilim” senin lafın değil mi? İNSAN lafı senin lafın değil mi? ‘Sperm” nerenden çıktı? Yoksa artk spermin falan kalmadığından mı aklına hemen “‘Tup bebek’” gelmiş?
Neyse, sana gülmek çok hoş. İşte sivri kellen için bir soru:
‘Tup bebek’e siz mi soracaksınız doğmak isteyip istemediğini?
“Bölgecilik başka ırkçılık başka.”
‘Kiyim’ ile ‘kirim’ arasindaki fark gibi mi?
Fark var ama sizin gibi bir kelek bilemez. Her neyse, sizin soytarılığınıza döneyim.
“Bölgecilik başka ırkçılık başka.”
‘Kiyim’ ile ‘kirim’ arasindaki fark gibi mi?
Lügat mühendisliğiniz de fasa fisoymuş. Geriye araba ticareti, yaltakçılık, yalancılıkta ustalık kaldı.
Irkçılık siz faşistler için biyoloji, genler falan filan. Benim için faşist ideolojisi. Yani, tarihsel ve sosyal bir kavram. Bölge yere, coğrafyaya gönderme yapar. Bu basit farkı bile görmemiş ve düşünmeden çük*nü çıkarıp sidik yarışına girmiş kendinizi rezil etmişsiniz. Üstelik bunaklığınız ileri safhalarda gibi: ‘coğrafya kaderdir’ altın yumurta sizin değil mi?
İkinci hatanız tam size uymuş. Mantık ve matematik bilmeden bilir gibi kuru kuruya övünen bir keriz olduğunuzu defalarca teşhir ettiniz. ‘Kiyim’ ile ‘kirim’ arasında fark var ama siz böyle konularda çok çaylaksınız, anlatsam da anlamazsınız. Hatta buna benzer sayısız örnekler verebilirim: ‘Türkiye’nin başkenti’ve ‘Ankara’ aynı değil, farklı.
“‘coğrafya kaderdir’ altın yumurta sizin değil mi?”
‘Kader’se ‘tercih’ degil.
‘Tercih’ hakki olmayan bir sey icin, ben, kimseyi ayrimciliga tabi tutmam.
“‘Türkiye’nin başkenti’ ve ‘Ankara’ aynı değil, farklı.”
Tabii ki.
Baskent, Fetih’ten beri, hep Istanbul olagelmistir.
Sesiniz gittikçe kısılmakta, vakar maskeniz düşmekte.
İnşallah, işi asıl becerenlerin dikizciliğini yapıp dedikodularla bu sitede boşalan çenebaz klonlarınıza örnek olursunuz. Düzeni elinde tutanların gücü bir yandan çenelerinizi gevşetiyor, diğer yandan, onlara baka baka aynı olmuşsunuz.
Ben: ‘Türkiye’nin başkenti’ ve ‘Ankara’ aynı değil, farklı.
Muhasebeci Necip: “Tabii ki. Baskent, Fetih’ten beri, hep Istanbul olagelmistir. ”
Keleklik başka pişkinlik başka. Matematik bilginiz muhasebecilik. Hadi sizin seviyenize ineyim: bir artı iki üç ederse de bir artı iki ve üç aynı değiller, farklılar. Sen
“Kapitalizm” diye ayrı ve yepisyeni bir düzenin olmadığı görüşünü savunan Necip Bey’e bir soru:
Aşağıdaki tanım yanlış mıdır?
Sanayi Devrimi + Aydınlanma + Cumhuriyet / Parlamenter Monarşi + Ulus Devlet + Laiklik = Kapitalizm
“Aşağıdaki tanım yanlış mıdır?”
‘Yanlistir’ cinsinden bir fetva vermek yetkim yok. Ama, ‘eksik’ oldugunu soyleyebilirim. [Bu kadar uzun bir zaman dilimini, ve genis cografyayi ilgilendiren hersey, bu kadara kisa ve az sayida bilesenle temsil edilmege kalkinca, eskik olmasi mukadder cunku.]
Fakat, benim gordugum, sizin bir sosyoekonomik olguyu tanimlamaktan cok, Bati’daki zenginligin sebeplerini yazmis oldugunuzdur.
Bu acidan, mikro buzul cagindan cikmis olmagi ve nufusun aniden ve hizla artmasini da ekleyebiliriz.
‘Sanayi devrimi’ bu iki unsurun sonucu mudur diye de tartisabiliriz tabii ki; ama, ‘sanayi devrimi’nin tek basina getirdiklerinin diger unsurlara dogrudan katkisi cok yuksek, hatta tayin edici.
Artmis olan nufusu besleyecek yeni urunlerin ortaya cikmasi kadar, insanlara zaman da bah$etti.
Zamanlari artan insanlar da, normal olarak ilgilenmege vakitleri olmayacak konulara egildiler. Aydinlanma (+ ulus devlet) ve laiklik bence bunlarin arasinda sayilabilir.
Peki, bunlar onemsiz mi?
Degil, tabii ki.
Ama, su da degil: Bunlarin hicbirisi, onceden yazilmis bir recete –yani, ideoloji– ile yapilmis degil.
Aydınlanma, ideolojiler, ‘ulus devlet’, laiklik ve diğerleri… Bütün bunları ‘doğuran’, buharlı-buharsız makineler değil. Makineler, komutla çalışan sistemlerdir. Bu komutu veren ‘insan’dır. Kendi kendine başlayan, kendi kendini işleyen, kendi kendine enerji kaynaklarına ulaşan bir makine (sistem) henüz icat edilmedi. Bir makinenin ‘kendi kendini başlatmasını, kendi kendini işlemesini, kendi kendine enerji kaynaklarına ulaşmasını’ programlamak bile henüz insanın himayesi altında. ‘Komut’a ihtiyaç duymayacak makinelerin çağına daha çok zaman var (böyle makineler, gelecekte hiç olMAyabilir; bilimkurgu yazarları ve hayranlarının hayal dünyası ile sınırlı kalabilir.)
Aydınlanma, ideolojiler, ‘ulus devlet’, laiklik ve diğerleri, makineleri sömürü aracı olarak kullanan kapitalist patron Necip’in çektirdiği çileler sonucunda doğmuştur. Sanayi devrimi & makineler, kapitalist patron Necip’in kendini masum göstermek için arkasına saklandığı bahanedir.
Kapitalist patron Necip, insanları sömürdüğü için, aydınlanma, ideolojiler, ‘ulus devlet’, laiklik ve diğerleri doğdu. Bunların hepsi, ‘Kapitalist patron Necip’e karşı mücadeleler ile’ doğdu. İnsanların serbest olması gereken vakitleri, kapitalist patron Necip tarafından gasp edildiği için, aydınlanma, ideolojiler, ‘ulus devlet’, laiklik ve diğerleri doğdu.
Kapitalist patron Necip, kendi işlediği suçu örtmek için; sanayi devrimini & makineleri sorumlu gösterip sıyrılmaya uğraşıyor, ama beceremiyor.
Necip:
Eğer, yaklaşık da, olsa zamanı dilimini verirseniz, eksikliği kolaylıkla tamamlarız.
“yaklaşık da, olsa zamanı dilimini verirseniz”
Wikipedia’dan link verebilirim; ama, heryerden erisilemedigi icin, aratmak icin konu basligi vermek daha uygun olabilir: ‘Little Ice Age’
Wikipedia’daki ilgili linkteki giris bolumu soyle:
Ben, bunlarin icinden ‘from 1300 to about 1850’ olanini daha makul buluyorum. Ayrica, bunlar –yukarida da belirtildigi uzere– baslangic ve bitis tarihleri kesinlestirilebilmis degiller. Emarelere bakip bu tarihler soyleniyor.
Neyse.
Buna ek olarak, onceki sanssizliklarini telafi edecek, Avrupa’nin bir sansi daha oldu: Daha onceleri kavimler gocu filan yuzunden aradabir hallac pamugu gibi atilmadi.
Etrafindaki iki buyuk devlet, Osmanli ve Rusya (Rusya, o zamanlar kucuktu) dogal sinirlarindaydi; ve, Avrupa’da cazip bir sey yoktu –ne yerlesmek, ne de yagmalamak icin.
O yuzden, esasen, rahat birakildilar.
Butun bunlar ve daha fazlasi, Avrupa icin bir firsat penceresi oldu.
Sizi yanıltmışız. Biz sizden ‘Kapitalizm’ zaman’ dilimini istemiştik. Yani, kapitalizm, yaklaşık olarak, ne zaman başladı?
“Wonder Woman dresses provocatively but you wouldn’t fuck with her”
İsrailli kadınlardan cinsel şiddete çıplak protesto!
http://www.hurriyet.com.tr/galeri-israilli-kadinlardan-cinsel-siddete-ciplak-protesto-40827070?p=8
“Yani, kapitalizm, yaklaşık olarak, ne zaman başladı?”
Insan topluluklariyla.
İleri sürdüğünüz başlangıç eksikliği kanıtlar. Ama bu defa da diğer sorular ortaya çıkıyor:
– Bu yeni bir teori mi? Kimler ve hangi kitaplarla suvunuyorlar?
– İnsanlığa geçiş ne zaman oldu? Geçiş, ‘Homo Sapiens’ler mi?
– İnsanlığa geçişle toplumsal yaşamalara geçiş aynı zamanda mı oldu?
– Kapitalizmin tanımı var mı?
Kapitalizmin ‘başlangıç tarihi’ni saptamaya uğraşmak, ‘başlangıçtaki’ koşulların neler olduğunu, evrile evrile bugünlere nasıl gelindiğini öğrenmeye hevesli olmak; son tahlilde, ‘günümüzdeki kapitalizmin ölümcüllüğü’ konusunu dikkate almayı geciktirir, erteler, ve en tehlikelisi ‘unutturabilir.’
Kapitalizm, tarih boyunca evrilerek bugünlere gelmiştir. ‘Bugünkü kapitalizmin başlangıç evresi’ şudur:
‘Kapital’in, taş devrindeki (ve öncesindeki) veçhelerinin, günümüzdeki iz düşümleri epey azdır. Günümüz kapitalizmi; ‘300 küsür sene öncesi kapitalizmi’nin yönlendirmeleri ile devam etmektedir.
‘John McMurtry’ izah ediyor:
[Kanada ‘Guelph Üniversitesi’nde felsefe profesörü]
Şimdi, herhangi birimiz çıkıp, ‘bunların hepsi nerede başladı?’ diye sorabilir.
Bugün sahip olduğumuz, tamamıyla çökmek üzere olan bir dünya!
Her şey ‘John Locke’ ile başladı!
John Locke, bize ‘mülkiyet’i tanıttı. ‘Özel hak’ ve ‘özel mülkiyet’ için üç şartı vardı:
Bu üç basamak, ilk okuyuşta, doğru bir mekanizma gibi gözükebilir, ‘dünyayı emeğiniz ile yoğurmak’. Ancak ondan sonra ürüne [‘mal’a veya ‘hizmet’e] sahip olmaya hak kazanabilirsiniz. Ama başkalarına da yetecek kadar geride bıraktığınız sürece ve bu ‘artıklar’ çürümediği sürece, hiçbir şeyin ziyan olmasına izin vermiyorsanız, o zaman tamam, her şey harika!
John Locke, ünlü ‘Devlet Yönetimi Üzerine İnceleme’ [‘Two Treatises of Government’, 1689] adlı eserini ortaya çıkarmak için çok zaman harcadı. Ekonomik, politik ve hukuksal anlayış üzerine geleneksel bir inceleme olduğundan, bugün hâlâ üzerinde çalışılan klasik bir kitaptır.
İyi de, Locke yukarıda bahsedilen şartlarını listeledikten sonra, ve siz hâlâ ‘Özel mülkiyetten yana mıyım? – Yoksa değil miyim?’ diye düşünürken, Locke, özel mülkiyetin savunmasını gayet tutarlı ve güçlü bir şekilde vermişti bile! Hâttâ doğrudan ortaya koyuyor! Hem de iki parmağın şıplatılması gibi bir çırpıda, bir tek cümle içinde!
Locke şöyle diyor:
Locke, bütün koşulların iptal edildiğini ve silindiğini söylemese de, en sonunda ‘…para var oldu.’ dedi ve kesti bitirdi!
Böylece bizler bugün ‘üretmiyoruz’ ve işgücümüzle, alın terimizle bir eşya sahibi olmuyoruz, ‘para’ denen madde işgücünü satın alıyor!
Artık ‘başkalarına ne olacak!’ endişesi yok:
‘Yeteri kadar başkalarına kalmış mı!’
Ya da ‘Kalan mallar ziyan olacak mı!’
Diyor ki, ‘Para’, gümüş ile altına benzer ve altın bozulmaz. Bu nedenledir ki, ‘para’, israftan sorumlu tutulamaz.’
Bu çok saçmadır! Paranın veya gümüşün veya altının atomik yapısını konuşmuyoruz! Bunların ‘bireye ve topluma etkilerinin ne olduğu’ hakkında konuşuyoruz! Locke’un birbiri ile alâkasız cümle dizilerini görüyorsunuz!
Fakat en endişe verici olan ‘mantıksal hokkabazlık’, Locke’un bu çetrefilli ifadelerinden paçasını kurtarması, ancak, sermayedarların çıkarlarına uyması ile sağlanıyor!
Sonra bir başka ekol, ‘Adam Smith’ geliyor. Ve yukarıda Locke’un anlattıklarına ‘din’i de ekliyor.
Locke, ‘Tanrı bunu tamamen bu şekilde yaptı ve bu Tanrı’nın doğrusudur.’ diye başlamıştı,
Hemen sonrasında Smith’in söylediğinden anlıyoruz ki; ‘Bu sadece Tanrı’nın değil…’ Tırnak içinde verilen ifadeyi direkt telaffuz etmiyor ya da edemiyor! Ne kadar ‘muğlak’ ifadeler kullandıklarının farkına varın artık!
Smith’in felsefi zemine yayarak ‘prensipte!’ dediği şu:
Yukarıdaki açıklamanın ne kadar muğlak ve bir o kadar sahte göründüğünü, ve günümüzde hâlen devam etmekte olan, meşhur ‘serbest piyasa ekonomisi’nin bu sahte görünümden beslendiğini şimdi daha iyi anladınız mı!
Üstelik bu muğlak ifade, neredeyse ‘Tanrı’ yerine koydukları ‘Adam Smith’in kaleminden dökülenlerdir! Kitabını [hangi dilde çevirisi olduğu fark etmez] alıp incelediğinizde, ‘para ve piyasa ekonomisi ‘ön koşullu’dur’ bölümünü açıp okuduğunuzda bu muğlaklığa dikkat edin, kafanız çok karışacak, anlam vermekte güçlük çekeceksiniz! [‘Milletlerin Zenginliği’ & ‘The Wealth of Nations’, 1776]
Smith devam ediyor:
Ve Adam Smith böylece o büyük fikriyle gelir [bu fikri, kitaplarında ayrı başlıklar altında ispatlı olarak, örneklendirerek anlatMAmış, yine her zaman yaptığı gibi, satır aralarına sokuşturarak geçiştirmiştir!]:
Bilirsiniz, insanlar ürünleri [malları, hizmetleri] ‘satmak için’ piyasaya sürdüğünde arz,
Ve diğerler insanlar, bu ürünleri [malları, hizmetleri] ‘satın aldığında’ talep oluşur, vesaire, iktisadın en temel konuları.
‘Arzı talebe’ ya da ‘talebi arza’ nasıl eşitleyebiliriz? Bunlar arasındaki denge nasıl sağlanabilir? Bunların nasıl dengelendiği, ekonomi disiplininin merkezi konularından biridir.
Ve Adam Smith diyor ki, “Bunları dengeleyen ‘piyasanın görünmez elidir’ [The Invisible Hand]!”
Yani, yukarıda bahsettiğim ‘muğlaklık’, şu anda, sanki ‘Tanrı’ lafı tekrar geliyormuş gibi eli kulağında!
Locke’un söylediklerini hesaba katarak, mülkiyet haklarını, tüm gerekliliklerini ve ‘doğal haklarını’ Smith de söylemedi, ya da söyleyemedi!
Şu anda, ‘Tanrı’ metaforu ile doğrudan veya dolaylı olarak yoğrulmuş, sözde ‘ön koşullu sistem’le karşı karşıyayız: Kapitalizm!
Şimdi söyleyeceğim alıntıyı bulmanız için ‘Milletlerin Zenginliği’ni sonuna kadar okumanız gerekir. Smith şöyle diyor:
Yani en kötü anlamıyla Smith, ‘evrim teorisi’ni beklemektedir!
Kitabından yukarıda aktardığım bölüm, Darwin’den çok önceydi! Ve Smith, onlara, ‘işçi ırkı’ adını çoktan vermişti bile!
Şunu görebilirsiniz:
* İcat edilmiş yeni bir ‘ırkçılık’ anlayışı,
* Sayısız miktarda çocuk öldürmeye göz yumacak kadar şuursuzluk, vicdansızlık,
* Ve, “‘Görünmez el’ denen şey;
İhtiyacı karşılayacak kadar kaynak,
Kaynağı karşılayacak kadar da ihtiyaç yaratır.” diye zırvalaması!
Locke ve hemen ardından Smith ile muğlakça sistemleştirilmiş bir kavramın, ‘Tanrı’ metaforuyla yoğrulup, sözde ‘bilgece bir tavır olarak!’ bizlere yüzyıllardır nasıl yutturulduğunu nihayet görmeye başladınız mı!
Bol bol, kelimenin gerçek anlamıyla ‘öldürücü’, hayat yıkıcı, eko-soykırımcı düşünceler! Günümüzde bir şekilde devam eden “akılcı düşünen gen [veya ‘kurnazlık!’]” anlaşılan o ki Smith’de de vardı!
Adam Smith gibi erken dönem iktisat düşünürleri tarafından ortaya atılan ‘Kapitalist Serbest Piyasa Sistemi’ adı verilen konseptin orijinaline baktığınız zaman:
‘Piyasa’nın temel amacının, gerçek, dokunulabilir & fiziki olarak hissedilebilir, somut yaşam şartlarını destekleyen bir ‘takas sistemi’ üzerine kurulduğunu görürsünüz.
Adam Smith, dünyadaki en büyük kâr getirici ekonomik sektörün, neticede ‘finansal takas’ [ya da en geniş tanımıyla ‘yatırım’ın] içinde olacağını, bu alana kanalize olacağını anlamamıştı. Smith’in yaşadığı dönemi (1723-1790) baz alırsak, bunu anlamaması [veya öngörememesi] bir nebze makûl kabul edilebilir.
‘Finans’ kısaca, bir para biriminin kendi değerini, diğer para birimlerinin hareketleriyle belirlediği, ‘topluma [insana ve hayata] sıfır verimli’ değer sunan keyfi bir oyundur!
Yine de Smith’in niyetini dikkate alarak [ya da almadan], onun en temel ilkelerinden biri olan “paranın ‘ticari mal’ olarak kabul edildiği” bir teori için, böylesine anormal görünen bir kapı [yani ‘finans’ kapısı] sonuna kadar açık kaldı! Bunun en yakınımızdaki yıkıcı örneğini hâlâ sürmekte olan 2007-2008…2018… küresel finans krizinde gözlemleyebilirsiniz!
Bugün, dünyanın bütün ekonomilerinde iddia ettikleri sosyal sisteme, ‘para’nın peşinde olmak için, sadece ‘para aşkı’ için koşulur, başka hiçbir şey için değil!
Adam Smith tarafından esrarengiz bir şekilde nitelenmiş, bir nevi ‘kişisel dini manifestosu’ olarak kabul edilebilecek ‘Görünmez El’ kavramının altında yatan fikir:
Bu hayâli, ticari malın, sığ ve menfaatçi arayışının;
Büyülü şekilde,
Zaman geçtikçe,
Bireyin ve toplumun refah ve gelişimine dönüşeceği yönündedir!
‘Economic growth’ & ‘Ekonomik büyüme’ tabirinin temelini bu oluşturur!
Yani, “Sen ilk önce kendini kurtar!
Herkes kendini kurtarırsa, toplum da otomatikman kurtulacak;
Ve böylece, yıllar geçtikçe refah toplumsal olarak da artacaktır!” yalanına zemin hazırlandı!
[Not: ‘Ronald Reagan’, ‘Margaret Thatcher’ ve ‘Turgut Özal’ üçlüsü; ‘mutlak hedonizm’i iştahla savunan siyasetçiler olarak, 1980’li yıllar boyunca, ‘kapitalizm’in gaddarlığını pekiştirmiştir!]
Gerçekte ‘parasal teşvik’ veya bazılarının adlandırdığı gibi ‘Parasal Değer Dizisi’;
‘Hayat Değer Dizisi’ olarak da adlandırılabilecek temel intifa hakkından ayrılmıştır!
Aslında olan şu:
Bu iki dizge konusunda, ekonomik doktrinler arasında tam bir kafa karışıklığı söz konusudur.
‘Para Değer Dizisi’nin ‘Hayat Değer Dizisi’ni doğurduğunu zannederler. Bu yüzden, “Daha fazla mal satılması durumunda ‘Gayri Safi Yurtiçi Hasıla [GSYH]’ yükselirse, genel refah seviyesi daha da yükselmiş olacak.” yalanını yayarlar!
‘Gayri Safi Yurtiçi Hasıla’, toplumsal sağlığın hangi seviyede olduğunun temel göstergesi olarak kullanılabilecekmiş!
‘Para’nın rahminden ‘hayat’ı doğurmak için uğraşırsanız, bütün istatistik hesaplarınızı da, ‘ekonominin sağlığı nasıl gidiyor?’ ölçümlerinizi de ‘paraya göre’ yapmak zorunda kalırsınız!
İşte, her şey apaçık ortada! Karmaşayı görüyorsunuz:
Malın satışından elde edilen bütün ‘gelirleri’ ve ‘makbuzları’, ‘Para Değer Dizisi’ ile ilişkilendiriyorlar, ve bunu ‘yaşam üretimi’ diye yutturuyorlar!
En başından beri kendinizi, “‘Para’ ve ‘Hayat’ Değer Dizilerinin” tamamen birbirine zorla eklemlenmesiyle oluşturulmuş, ‘icat edilmiş!’ bir sistem içine inşa etmiş durumdasınız! Ve bebekliğinizden itibaren ‘rekabetçi olmanız’ beyninize enjekte edildiğinden, sistemi [kapitalizmi] daimi olarak besliyorsunuz!
Dolayısıyla, ‘Para Dizisi’ herhangi bir üretimden ayrıştıkça, gitgide daha da ölümcül olan ‘plânlı bir yanılgıya karşı!’ mücadele etmek zorunda kalıyoruz!
Bu durum, ‘sistem tıkanıklığı’dır!
Ve bu ‘sistem tıkanıklığı’, bugün, geçmişte hiç olmadığı kadar ölümcül seviyeye yükselmiştir!
Bu tıkanmış sistemi ortadan kaldırmak için ‘eylemlere başlamayı geciktirdiğimiz müddetçe’, ‘corporatocracy & şirketokrasi’ bütün muhalefet tohumlarını yok edecek!
“Bizans çocuklarına” sert yanıt
26.11.2004
“Devlet Bakanı Kürşad Tüzmen, Fransa Cumhurbaşkanı Jacques Chirac’ın, ”Hepimiz Bizansın çocuklarıyız” sözüyle ilgili olarak, ”Avrupalı’nın kökeninin nerede olduğunu Avrupalılar bilir. Ama ben Osmanlı çocuğuyum. Osmanlı torunuyum” dedi.”
http://www.hurriyet.com.tr/gundem/bizans-cocuklarina-sert-yanit-38670196
Rum Mehmed Paşa’dan “Osmanlı çocuklarına” yanıt
RUM MEHMED PAŞA KÜLLİYESİ
“İstanbul Üsküdar’da XV. yüzyılın ikinci yarısına ait külliye.
Şemsi Paşa Camii’nin üstündeki sırtta kendi adıyla anılan mahallede yer alan külliye, Fâtih Sultan Mehmed döneminde kısa bir süre sadrazamlık yapan Rum Mehmed Paşa tarafından 876 (1471-72) yılında inşa ettirilmiştir. Cami, türbe, medrese, hamam ve imaretten oluşan külliyeden günümüze yalnızca cami ile türbe ulaşmıştır.
Fetihten sonra şehirde inşa edilen ilk dinî binalardan olan Rum Mehmed Paşa Camii tabhâneli camiler grubuna girer. Ancak merkezî kubbenin mihrap yönünde bir yarım kubbe tarafından desteklenmesi yapıdaki önemli bir farklılıktır…
…Tuğla malzeme kullanımı, dalgalı saçak hatları, yuvarlak kubbe kasnağı gibi özelliklerinden dolayı Bizans dinî mimarisini andırdığı ileri sürülen Rum Mehmed Paşa Camii’nin bu özelliğinin bânisinden kaynaklandığı söylenmiş ve eleştirilere uğramıştır…”
http://www.islamansiklopedisi.info/dia/pdf/c35/c350161.pdf
“– Bu yeni bir teori mi?”
Malum: ‘Yeni fikra’ yoktur; daha once duymamis oldugunuz fikra vardir.
“Kimler ve hangi kitaplarla suvunuyorlar?”
Nicin onemli?
Illa birilerini otorite bellemek zorunda miyiz?
“– İnsanlığa geçiş ne zaman oldu? Geçiş, ‘Homo Sapiens’ler mi?”
Nicin onemli?
“– İnsanlığa geçişle toplumsal yaşamalara geçiş aynı zamanda mı oldu?”
Buyuk bir ihtimalle hayir. Her sosyal olgu gibi, bu da zaman almistir.
“– Kapitalizmin tanımı var mı?”
‘Sehirlesme’nin (herkesin hemfikir oldugu) tanimi var mi?
İHTİLAL MARŞI
Korkma! Sönmez bu şafaklarda yüzen kızıl bayrak;
Sönmeden devrim için tüten en son ocak.
O benim devrimimin yıldızıdır, parlayacak;
O benimdir, o benim emekçimindir ancak.
Çatma, kurban olayım, çehreni ey nazlı orak!
Kahraman sınıfıma gül! Ne bu şiddet, bu gazap?
Sana olmaz dökülen kanlarımız helal-i hak.
Hakkıdır, proletaryama kurtuluş, bir hak!
Ben ilkel komünal toplumdan beridir hür yaşarım.
Hangi kapitalist bana zincir vuracak? Şaşarım!
Kükremiş arslan gibi, kafesimi çiğner, aşarım.
Yırtarım çağları, devrimlere sığmam, taşarım.
Meydanları sarmışsa çelik zırhlı TOMA’lar,
Benim iman dolu göğsüm gibi eylemim var.
Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir eylemi boğar,
‘Kapitalizm!’ dediğin çok dişli bu canavar?
Arkadaş! Devrime ajanları uğratma, sakın.
Siper et örgütünü, dursun bu hayasızca akın.
Doğacaktır vadettiği günler yoldaşlarının…
Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın.
Çıktığın yerleri ‘bina!’ diyerek geçme, tanı:
Düşün altındaki bütün işçi katliamlarını.
Sen işçi oğlusun, incitme, yazıktır, atanı:
Verme, dünyaları alsan, sosyalist anavatanı.
Kim sosyalist anavatanın uğruna olmaz feda?
Şüheda fışkıracak toprağı sıksan, şüheda!
Emperyalistler bütün varımı alsın da,
Etmesin sosyalist anavatanımdan beni cüda.
Bu devrimci ruhumun şudur ancak emeli:
Değmesin örgütümün içlerine ajan eli.
Bu sloganlar – ki onlar devrimin temeli,
Bu eylemlerimin üstünde benim inlemeli.
O zaman vecd ile bin kere atarım -varsa- taşım,
Biber gazından aksa da bütün bu kanlı yaşım,
Fışkırır ruh-ı Temerrüd gibi yerden naşım;
O zaman yükselerek devrime değer bu başım.
Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı orak!
Olsun artık dökülen kanlarım helal-i hak.
Ebediyen sana yok, sınıfıma yok helak.
Hakkıdır, hür yaşamış, proletaryamın hürriyet;
Hakkıdır, ihtilalci proletaryamın ihtilal!
Illa birilerini otorite bellemek zorunda miyiz?
Mesele, ‘birilerini otorite bellemek’ değil.
Mesele: Senin de gördüklerinin, senin de duyduklarının, senin de düşündüklerinin, senin de yaşadıklarının, senin de söylediklerinin, senin de yazdıklarının; senden önce de birilerinin gördükleri, duydukları, düşündükleri, yaşadıkları, söyledikleri, yazdıkları olduğunu ‘sana hatırlatmak.’
Kişilerin ismini, kitapların ismini yazdığın zaman, ‘otomatikman otorite bellemiş olmuyorsun.’ Unutma: Senden önce, senin şimdi söylediklerinin aynısını-benzerini söylemiş olanlar; ‘otomatikman otorite değildir.’ Eğer böyle isimlerin olduğunu bilmiyorsan-haberin olmamışsa; ‘Başkasının-başkalarının ne dediğinden, ne yazdığından bana ne?!’ ifadesinin arkasına saklanamazsın.
Kişi isimleri, kitap isimleri yazmakla, bunları otomatikman otorite bellemek sonucu çıkMAdığı gibi; bunları (‘önceden’ yaşamış-düşünmüş-yazmış kişileri) eleştirmek amaçlı hatırlatıldığını da unutma.
‘Benden önce yaşamış-düşünmüş-yazmış olanları, otorite bellemek zorunda mıyım?’ hastalığından kurtul. Senin şimdi düşündüklerinin, senden önce başkalarının da düşünmüş olduğu gerçeği sana hatırlatıldığı zaman, bu kişilerin isimleri de yazıldığı zaman; horozlanma.
“Kişi isimleri, kitap isimleri yazmakla, bunları otomatikman otorite bellemek sonucu çıkMAdığı gibi; bunları (‘önceden’ yaşamış-düşünmüş-yazmış kişileri) eleştirmek amaçlı hatırlatıldığını da unutma.”
Ben ‘beseri ilimler’ (‘humanities’) ogrencisi degilim.
— Bu lafi kim etmis?
— Su konuda kim ne demis?
— Onun lakirdisina kim, ne diyerek, itiraz etmis?
Filan gibi, bitmez tukenmez, eglenceli fakat bos, recursive masturbasyonel entelliklerle bir omur tuketecek degilim.
Patent basvurusu yapacak degilim ki, ‘bu konuda baska kimler hangi patentleri almis’ diye kapsamli/mufassal/comprehensive bir literature taramasi yapmak ihyiyaci hissedeyim.
Meraklisi varsa yapsin.
Benim gordugum sey su:
‘Kapitalizm sudur’ diye bir tur hukumle ortaya cikmis olan herkes, kendi cagindaki ve cevresindeki sosyoekonomik olguyu tariflemis.
Ardindan gelen ‘beseri ilimler’ (‘humanities’) ogrencileri de, bunlari birer kelam-i kadim sayip, serh uzerine serh yazmislar –asil realitenin, her yerde ve her donemde, bu sosyoekonomik olgunun benzerlikler kadar farkliliklarinin da oldugunu iskalayarak, tabii ki.
Cevaplarınız ** arasında.
“Kimler ve hangi kitaplarla suvunuyorlar?”
*Nicin onemli?*
Nesnel ve belgesel kaynakları ve belgelerini gözden geçirmek için. Tabii, eğer siz savunmak zahmetinde bulunursanız da olur.
*Illa birilerini otorite bellemek zorunda miyiz?*
Hayır. Aradığımız otorite değil bilginin nesnelliği, kamusallığı.
“– İnsanlığa geçiş ne zaman oldu? Geçiş, ‘Homo Sapiens’ler mi?”
*Nicin onemli?*
Yine aynı yanıt: Aradığımız bilginin nesnelliği, kamusallığı. Eğer espri yaparsak, insanlığa geçiş, sizin deyişinizle ‘Bati’daki zenginlik’ ile başladıysa, denkleme itirazınız yersiz olurdu. Farz edelim ki, insanlığa geçiş, 5-7 milyon yıl önce iki ayak üzerinde yürüme veya 2-3 milyon yıl önce taş alet yapma ile oldu. Eğer daha henüz toplumsal yaşam yoksa, insanların ayrı ayrı ve tek tek ayak üzerine kalktıklarını, ayrı ayrı ve tek tek taş alet yapmasını ve ayrı ayrı ve tek tek aynı dili öğrendiklerini savunanlar var mı?
“– İnsanlığa geçişle toplumsal yaşamalara geçiş aynı zamanda mı oldu?”
*Buyuk bir ihtimalle hayir. Her sosyal olgu gibi, bu da zaman almistir.*
Toplumsal ve sosyal aynı anlam taşır. Eğer “toplumsal yaşama geçiş” bir sosyal olgu ise, daha henüz toplumsal yaşam olmadan toplumsal bir olgu nasıl olur?
“– Kapitalizmin tanımı var mı?”
*‘Sehirlesme’nin (herkesin hemfikir oldugu) tanimi var mi?*
Sorduğumuz ‘herkesin hemfikir olduğu tanım’ değil, nesnel, kamusal bir tanım. Eğer ‘şehirleşme’ ve ‘urbanization’ aynı anlam taşırsa, şehirleşmenin Neolitik devirde başladığı hemfikri yaygın. Kapitalizm tanımınız da aradığımız nesnel, kamusal bir tanım.
İnsan toplumları kadar eski kapitalizm tanımının başlangıçtaki tanımı ile günümüz tanımı aynı olmayabilir.
Örneğin: Şimdi fizik cansızlar bilimi ama ilk tanımında, büyüyen, gelişen, canlı bilimi anlamına gelirdi.
Not: Kapitalizm, kapitalin etkin ve etkili işletmesi ise, biz de ‘ebedi’ olduğuna inanıyoruz. Tek fark şu olabilir: Bizim için ‘ebedi’ şu andan sonra demek.
“Nesnel ve belgesel kaynakları ve belgelerini gözden geçirmek için.”
Ben, nacizane, insanlarla ilintili konularda nesnel olunamayacagi kanaatindeyim.
‘Belgesel’ olabilir; ama, butun belgeseller ozunde anekdotal olmak zorundadir –butun zamanlar ve butun mekanlari kapsamasi mumkun olamayacagi icin.
Dolayisi ile, cok olsa, ‘yaygin kanaat’lerden veya ‘cari kabul’lerden bahsedebiliriz.
Isaret ettiginiz turden kaynaklar ya da belgelerle karsilastigimda ben, bunlari anekdotal ya da folklorik kaynaklar sayarim. Bu onlarin kiymetlerini inkar anlamina gelmiyor; ama, abartmak da gerekmiyor.
“Tabii, eğer siz savunmak zahmetinde bulunursanız da olur.”
Ben, benim soylediklerimi savunurum –ta ki, yanlis olduklarina ikna oluncaya kadar.
Ama, tarihte (ya da bugun) bilmemnerede yasamis bir baska pir-i faninin dedikleri ile tartismam, onlari savunmam da.
“Hayır. Aradığımız otorite değil bilginin nesnelliği, kamusallığı.”
Bu yaklasimi hep yadirgadim ben. Akil suzgecinizi kullanmanizi oneririm.
“Yine aynı yanıt: Aradığımız bilginin nesnelliği, kamusallığı.”
OK. Acik acik yazayim bari: Yok boyle bir sey. “bilginin nesnelliği” de “kamusallığı” diye bir sey yok. Hic de olmadi.
“Eğer espri yaparsak, insanlığa geçiş, sizin deyişinizle ‘Bati’daki zenginlik’ ile başladıysa, denkleme itirazınız yersiz olurdu.”
Ben, ‘insanlığa geçiş’in ‘Bati’daki zenginlik’ ile basladigi istikametinde bir sey demedim. Demem de. O dediginiz, Bati’nin (ve Bati hayranlarinin) kendi uydurmasidir.
“Farz edelim ki, insanlığa geçiş, 5-7 milyon yıl önce iki ayak üzerinde yürüme veya 2-3 milyon yıl önce taş alet yapma ile oldu. Eğer daha henüz toplumsal yaşam yoksa, insanların ayrı ayrı ve tek tek ayak üzerine kalktıklarını, ayrı ayrı ve tek tek taş alet yapmasını ve ayrı ayrı ve tek tek aynı dili öğrendiklerini savunanlar var mı?”
Bilmiyorum. Ama, yoktur da diyemem. Her fikrin en az bir taraftari oldugu soylenir. Dogru mudur; onu da bilmiyorum.
Fakat, konuyla ne ilgisi var?
“Toplumsal ve sosyal aynı anlam taşır. Eğer “toplumsal yaşama geçiş” bir sosyal olgu ise, daha henüz toplumsal yaşam olmadan toplumsal bir olgu nasıl olur?”
Nunasa isaret etmek istemistim: Yeterli bir sure bir arada olmamakla beraber, kisa sayilacak bir muddet toplu halde (toplum) yasamis olan ornekler olabilir.
Ben onlari (her neredeyse ve ne zamandaysa onlar) haric tutmak istemistim.
“Kapitalizm tanımınızda aradığımız nesnel, kamusal bir tanım.”
Insanlarin birbirleriyle ilk alisverisleriyle baslayan, daha sonra da giderek genisleyen toplu hayata gecisleriyle zenginlesen (cesitlenen) sosyoekonomik olgu.
Benden bundan daha ‘precise’ tanim isterseniz hayal kirikligina ugrarsiniz; cunku, oyle bir sey kalkismak, benim elestirdigim seyi bana yaptirtmak olur.
“Bizim için ‘ebedi’ şu andan sonra demek.”
Sorun yok. Ayni cumleyi (mesela) 5 bin sene once yasiyor olan birisi de soyleyebilirdi.
‘Ben ‘beseri ilimler’ (‘humanities’) ogrencisi degilim.’
Senin ne öğrencisi olup/olmadığın kimsenin umrunda değil. Kendini daima merkeze koymaktan vazgeç.
‘Bu lafi kim etmis? Su konuda kim ne demis? Onun lakirdisina kim, ne diyerek, itiraz etmis?’
Bu sorular, sadece ‘beşer’ ile ilgili değil.
‘Soru sormak’ mühim olandır. Pek çok kimsenin adeta ‘en yüksek rütbe’ olarak bellediği ‘genius’ seviyesinde matematikçi bile olsan, soru sormadan yapamazsın.
Sen, sorulan sorulara değil; bu soruların ‘sayısal zeminli’ mi / ‘sözel (beşeri) zeminli’ mi olup/olmadığına takılarak yazıyorsun. Problemin işte bu noktada başlıyor.
‘Filan gibi, bitmez tukenmez, eglenceli fakat bos, recursive masturbasyonel entelliklerle bir omur tuketecek degilim.’
‘Soru sormak’ı hiç umursamıyorsun. Soruları ‘sayısal / sözel (beşeri)’ kategorilere ayıra ayıra bitmez tükenmez, hem eğlenceli değil hem bomboş, recursive masturbasyonel entellikler yaparak ömrünü tükettiğinin şuuruna geç de olsa ulaşma imkânın hâlâ var. Biraz daha gayret et.
‘Patent basvurusu yapacak degilim ki, ‘bu konuda baska kimler hangi patentleri almis’ diye kapsamli/mufassal/comprehensive bir literature taramasi yapmak ihyiyaci hissedeyim.’
Konunun ‘patent’ ile uzak/yakın ilgisi yok. Lakırtılarını bitir.
Mesele: Senin de gördüklerinin, senin de duyduklarının, senin de düşündüklerinin, senin de yaşadıklarının, senin de söylediklerinin, senin de yazdıklarının; senden önce de birilerinin gördükleri, duydukları, düşündükleri, yaşadıkları, söyledikleri, yazdıkları olduğunu ‘sana hatırlatmak.’ Bunu anla, yeter. ‘Benden önce yaşamış-düşünmüş-yazmış olanları, otorite bellemek zorunda mıyım?’ hastalığından kurtul.
‘Meraklisi varsa yapsin.’
Horozlanmaktan nasıl kurtulacağına kafa yor. Sen merak etsen de, etmesen de; senin şu anda düşündüklerin-yazdıkların, daha önce başkaları tarafından da düşünüldü-yazıldı.
‘Benim gordugum sey…’
Kendini daima merkeze koymaktan vazgeç.
‘‘Kapitalizm sudur’ diye bir tur hukumle ortaya cikmis olan herkes, kendi cagindaki ve cevresindeki sosyoekonomik olguyu tariflemis. Ardindan gelen ‘beseri ilimler’ (‘humanities’) ogrencileri de, bunlari birer kelam-i kadim sayip, serh uzerine serh yazmislar -asil realitenin, her yerde ve her donemde, bu sosyoekonomik olgunun benzerlikler kadar farkliliklarinin da oldugunu iskalayarak, tabii ki.’
Çeşitli coğrafyalardaki çeşitli ürünlerin; birbirleri ile benzerlikleri/farklılıkları, birbirleri ile değişimi (takas), birbirine ekle(mle)nmesi evrile evrile günümüze kadar ulaştı, devam ediyor, edecek. Sosyoekonomik farklılıklar, sürekliliği getirir. Buraya kadar her şey normal.
Normal olMAyan durum şu:
‘Kapitalizm’ adlı sistemi besleyen kapitalistler, günümüzde, ‘tek’liği egemen kılmak için çırpınıyor, komünistlerin pek çoğundaki ‘tekçi’ hayallerin aynısı kapitalistlerde de var; coğrafyadan coğrafyaya, kültürden kültüre, topluluktan topluluğa farklılık göstermeksizin, günümüzde temel bir anlama sahiptir ‘kapitalizm’: İnsanları ‘öldürmeyecek kadar canlı’ tutup sürekli sömürmek. Bitkileri, hayvanları, doğayı, hayatın her zerresini; bu sömürüye dahil etmek. ‘Taş devrinden önceki kapitalizmin neye benzediği’ne kafa yormak yerine, kapitalizmin ‘hangi tarihte ve kimler tarafından kurulduğu’nu bulmak için ıkınmak yerine; ‘günümüzdeki kapitalizmin ölümcüllüğü’ konusu esastır.
“‘Soru sormak’ mühim olandır. Pek çok kimsenin adeta ‘en yüksek rütbe’ olarak bellediği ‘genius’ seviyesinde matematikçi bile olsan, soru sormadan yapamazsın.”
Yine beylik bir laf-i guzaf..
Nasil diyorlardi?
Hah, soyle:
‘Seni kandirmislar, sakirt!’..
Sorularin bini/milyonu/milyari/trilyonu bir para.
Marifet soru sormakta degil; anlamli cevap(lar) bulmakta.
Cevap bulamiyorsaniz, sorularinizin tursusunu kurabilirsiniz.
“Sen merak etsen de, etmesen de; senin şu anda düşündüklerin-yazdıkların, daha önce başkaları tarafından da düşünüldü-yazıldı.”
Cok uzuldugum bir yana; pek de bir etkileri olmadigi da asikar ki, hala daha ‘kapitalizm’ denen olguya savas acanlar var. Hem de sayilari hic de az degil.
“İnsanları ‘öldürmeyecek kadar canlı’ tutup sürekli sömürmek. Bitkileri, hayvanları, doğayı, hayatın her zerresini; bu sömürüye dahil etmek.”
Siz olayi cozmussunuz kuzum. Simdi, ilk yapmaniz gereken sey bu ‘kapitalist kotu adam’larin bir listesini yayinlamak ve imhasini onermek. Boylece, for once and all, bu hasarattan kurtulurduk.
Degil mi?
“‘günümüzdeki kapitalizmin ölümcüllüğü’ konusu esastır.”
Buradan sunu da cikarsayabilir miyiz?:
Madem ki mesele ‘gunumuz’deki versiyonudur, birkac asir daha dayanabilirsek, ‘günümüzdeki kapitalizmin ölümcüllüğü’nu savusturmus ve nurlu ufuklara varmis olacagiz..
He mi?
“Ben, nacizane, insanlarla ilintili konularda nesnel olunamayacagi kanaatindeyim.”
Nesnel kamusal demek, mutlak demek değil; öznelin karşıtı. ‘Objective’ kelimesi nesnel ve ‘public’ demektir. Fikirler ve kurgular kamuya açılır, nesnelleşir. Bilgi böyle artar, onaylanır, kanıtlanır, düzeltilir, itiraz edilir… Nesnelin diğer bir karşıtı solipsizm. Nesnellik, “insanlarla ilintili” olmayan bilimlerde çok daha zorunludur. Fizikçi bulgusunu açıklar, kamuya sunar, bulgusu nesnel olur, paylaşılır; diğer fizikçiler, geçici de olsa, kanıtlarlar veya eksiklik veya hata bulurlar.
Belgeler de aynı. Amaç, mutlaklığı kanıtlamak değil, destek kaynakları incelemek isteyenlere sunmak. “İnsanlarla ilintili” olmayan konularda yapılan deney ve varılan sonucun tasviri gibi.
“Akil suzgecinizi kullanmanizi oneririm.” Geçirelim.
Hayvanların akıl süzgeçlerinden geçirdiklerini inceleyenler ve vardıkları sonuçlar yayınladığı için mutlak değiller,bilmenize değmez. İnsanlarda ise akıl içi nesnelerin süzgeçten geçirilmesi felsefi bir konu. Solipsizm; dış dünyaya anlam vermede kullanma zorunda kalındığı süzgeçin kendisi, yani kategoriler; kuşkuculuk … Fakat bu bilgiler de aradığınız mutlaklık mahiyetinde değil. Ilımlı kuşkuculuktan çok eski bir örnek: Hareket durmalardan oluştuğundan görünen dünyaya güvensizlik fikri. Diğer bir örnek: Dünyada iki eşit şey olmadığı halde eşitliği biliyoruz. O halde, doğmadan önce ‘asıl’ bir dünyada öğrendik. Bu fikir, 2 bin yıl sonra sizin “insanlarla ilintili” olmayan konuların temelini atmada önemli bir rol oynadı. Bakın Galileo Galilei ile ilgili belgelere. Fakat bunlar da nesnel ve “insanlarla ilintili” konular, mutlak değil. Zaten nesnel olmayan bir fikrin ne olduğunu sadece fikrin sahibi ve Allah bilir. “İnsanlarla ilintili” konularda aşırı bilgisiz olduğunuzdan cavap gereksiz uzuyor. Kendi başınıza türettiğinizi sandığınız düşünceler çoktan beri nesnel ve kamuda. Ama mutlak değiller, kısa değinmelerle örnekler vermek bile cevabı çok uzatıyor.
Temel hatanız nesnel ve kamusal kelimelerini yanlış anlamanız; mutlaklık veya bilinçaltına attığınız Allah bilgisi ile kıyaslamanız. Bunun benzerini yapanlar oldu. Katı sofuların kamusal ifadelerine göre Allah’tan başka kimse mutlak bilemez. Kuşkuculuk öyle değil: tarih boyunca, bilgi konusunda daha özenli olmaya yardımcı oldu. “İnsanlarla ilintili” olmayan konuların başarı nedeni, ileri sürülenlerin mutlaklık ve ‘Allah’ kavramından yoksun olmasından. Bu da “insanlarla ilintili” konularda çoktan beri tartışılır:Eğer modern bilimde, bilgi kaynağı 5 organla algılanan verilerse, madde bir uydurma, neden sonuç bir uydurma, atom altı parçacıklar bir uydurma, (yerçekim gibi, zaman geçmeden) uzaktan etkileme bir uydurma. Eğer modern bilimde tek emin olabileceğimiz nesnel dünyadan bağımsız akıl süzgeçinden geçirdiklerimiz ise, nesnel dünya da uydurma, nesnel dünya ile ilişkimiz de. Lütfen “insanlarla ilintili” ve “insanlarla ilintili” olmayan konularda sizden başka kimsenin mutlaklık beklemediği bilgileri biraz da olsan öğrenin. Kendiniz özel hoca tutun.
Şimdi de değindiğiniz diğer bazı ayrıntılar.
“Eğer espri yaparsak, insanlığa geçiş, sizin deyişinizle ‘Bati’daki zenginlik’ ile başladıysa, denkleme itirazınız yersiz olurdu.”
Kapitalizm denklemine cevabınız (309 Necip): “Fakat, benim gordugum, sizin bir sosyoekonomik olguyu tanimlamaktan cok, Bati’daki zenginligin sebeplerini yazmis oldugunuzdur.”
Cevabınızda kullandığınızı tırnak içine alarak lafınızı tekrarladık. Yazıda bir muğlaklık olabilir ama ardından söylenen, yani, başlangıcın ne zaman olduğunun tanımdaki önemini vurgulama, amacı açıklar, belirler.
Hayatım Batı’da geçti. Şimdiye kadar yazdıklarınızın hepsi Batı’da hem sıradanlar hem ideologlar arasında son derce yaygın. Siz galiba coğrafyanızdan dolayı Batılı olmadığınızı sanıyorsunuz. Üstelik, tüm dünyada, tekrarladığınız Batı düşüncelerine karşı düşünceler sıfır kadar az.
“Fakat, konuyla ne ilgisi var?” Hatırlatma: Sizin için nesnel bilgiler mutlak değil ve dolayısıyla güvenilmez.
1. İnsanın ne zaman insan olduğu bilinmiyor,
2. İnsanın ne zaman toplum yaşama başladığı bilinmiyor,
3. Alış-veriş yapmak için önemli olan dilin ne zaman başladığı bilinmiyor,
4. Taş alet yapma veya iki ayak üzerinde yürümenin toplumsal yaşamdan sonra mı önce mi olduğu bilinmiyor,
5. Eğer taş alet yapma veya iki ayak üzerinde yürüme genetik bir olgu ise, bütün insanlar, taş alet yapmaya veya iki ayak üzerinde yürümeye, aynı anda ve tek tek mi başladılar? Yoksa, diğerlerinden mi öğrendiler? Yani halihazırda toplu mu yaşıyorlardı?
6. Başlangıçlarda biyoloji mi kültürü ve dolayısıyla toplumsal yaşama geçişi yarattı; yoksa, kültür mü biyolojiyi etkileyip dolayısıyla toplumsal yaşama geçişe neden olduğu bilinmiyor.
Bunların hepsi ‘insanlarla ilintili’, mutlak değil. Ama çok bariz bir mutlaklık var: Sizin ‘insanlarla ilintili’ konularda sonsuz acemi olduğunuz. Bu da yetmez gibi, kapitalizmin insanların toplumsal yaşamasıyla başladığı inancınızı kamuya açmış (nesnelleştirmiş) ve dolayısıyla kendinizin de inanmadığı hale sokmuşsunuz. Bu çelişkideki gülünçüğü görüp belki siz de görürsünüz diye ekledik. Tabii, asıl olan bu değil.
Kapitalizmi insan biyolojisi veya genetik yapısı veya doğası ile açıklama; insan, insan olalı veya insanlar toplum yaşamaya başlayalı kapitalizmin var olduğu ideolojisi Batı’da çoktan beri savunulan nesnel bir kurgu. Sizin bunu salt kendinize öz, salt aklınızla vardığınız bir kurgu gibi sunmanınızı görüp aslında çok yaygın bir modaya uyduğunuzu görmüyeceğimizi sanmanızı gülünç bulup tecrübesizliğinize atfettik ve sizi aydınlatmak için bazı bilinen sayısız yaygın nesnel ve kuşkulara işaret ettik. Bu kurguyu savunan tarihçiler ve düşünürler, kapitalizm emarelerini daha önceki devirlerde bulurlar ve menşesinin insan doğasında olduğunu ileri sürerler. Ne var ki, fikirlerini nesnel bilgiler ve belgelerle desteklemeseler, sizin gibi her aklına geleni söyleseler, başlarına ne geleceğini bildiklerinden atıp tutmaktan kaçınırlar: Yaşam ve toplumsal ihtiyaçları daha önce hiç görülmemiş biçimde karşılayan kapitalizmin en fazla 5 yüz yıllık bir tarihi olduğunu kabul ederler. Tabii, siz çaylak olduğunuzdan duyduklarınızı tam anlamamış, abartmış, kraldan çok kralcı olmuş olabilirsiniz. Geri kalmış ülkelerde taklit edenlerin asılları gölgede bırakma merakı çok yaygın.
Başlanıçla ilgili dikenli sorunlar da çok. Kültürün iki ayak üzerinde yürümeye dürtüp biyolojik değişimeyi etkilediği akla daha yatkın. Doğal mideleri, kalçaları, kalpleri, kolları, bacakları, damarları, burunları, memeleri, kıçları, falan filanları yerine plastik parçalar takılarak veya doldurarak, ilaçlarla pompalayarak daha uzun yaşayan ve daha genç kalan insanlar kültür mahsülü. Hatta, bu sitede, beyni plastikle doldurulmuş bir moruk, plastikleşerek genç kalma inanç coşkunluğu içinde, “yaşlılık diye bir şey yok” dedi. Eğer bunlar da yetmezse, biraz tarihe göz atıp son 10 bin yıl insanın kendini ve doğayı, doğanın kendisini değiştirmesinden çok daha fazla değiştirdiğini görürsünüz. Hatta genetik mühendisliğine karşı heves ve çılgın coşkunluğu düşünseniz bile yeter. Sanırım siz de bir ara bu çok uzun yaşama imkanını, tabii kendi kendinize bulup çıkararak belgelemiştiniz. Aynı şekilde, kültürün taş alet yapmaya ittiği de akla daha yakın. Ama bunlar mutlak değil.
Sizin kendi kendinize bulup çıkardığınız veya Batı’dan öğrendiğiniz “insan topluluklariyla” başlama işi de çok çürük. Henüz 18. yüz yılda kapitalizmin en derin amentüsü, en şanlı zafer marşı “herkes birbirine karşı, Allah da herkese karşı.” coşkunluk içinde şakırdandı. Ne var ki, kısa bir süre sonra “biz sadece düşmanlarımızla alış-veriş yaparız .” diyen topluluklar çıktı.
ALLAH’A ŞÜKÜR NECİP İMDADA YETİŞTİ: “Bu insan toplulukları daha insan toplulukları olmadan önceki insan toplulukları.”
Nereye gitseniz plastik gördüğünüz için, dünya oldu olalı plastik vardı diyorsunuz. Gözleminiz doğru, çıkardığınız sonuç en azından mantıksız.
ALLAH’A ŞÜKÜR NECİP İMDADA YETİŞİR: Evren başlangıcından hemen sonra, big bangle ortaya çıkan madde ve temel parçacıklar oldu olalı plastik var.
Matematiğin bile mutlak olmadığının ispat edildiği bir zamanda sizin gibi mutlaklık arayanların varlığı, modern insanların tarihte görülmemiş dinci oldukları düşüncesini kanıtlar ve hoşuma gitmiyor da değil. Ama siz modern dincilerle eskiler arasında çok önemli bir fark var: demokrasi. Eskiden din şarlatanlığını, yani süslemesini, hacı-hoca-papaz-rahipler yapardı. Şimdi hepiniz yapıyorsunuz. Batılaşmayı daha hızlı yapmaya kalkışan Rusya’da bir duvar yazısı: “Rusya’nın komünist olduğuna inanır görünüyorlar, biz de onlara inanır görünüyoruz.” Bakın öyle bir polis devletinde bile beyni plastik olmayan vardı. Kapitalizmde, inanır görünenle inanıra inanır görünen aynı; mahpus ile gardiyan aynı.
Diğer yazdıklarınız da ‘insanlarla ilintili’ konularda kamuya sunduğunuz yaratıcı kurgularınız. En fazla ve ilk göze çarpan kullandığınız dilin kendisinin ‘recursive’ ve nesnel olduğu, kamuda duyduklarınızı veya okuduklarınızı dilin ‘recursive’ olmasından yararlanarak dışardan duyduklarınızı içerden gelen yaratıcı Necipler sanıyorsunuz.
Not: ‘nunasa’ ne demek?
Dediklerinizi akıl süzgeçinden geçirdik. Dediklerinizin özü:
‘İnsanlarla ilintili’konularda ve ‘insanlarla ilintili’olmayan konularda mutlak bilgi olamaz; o halde ileri sürülen, sanırız sizinkiler de dahil, bütün fikirler yanlış olabilir.
Bu bize, sizin ‘insanlarla ilintili’ olan ve olmayan konularda sonsuz tecrübesiz ve naif olduğunuzu gösterdi. Size ancak ‘günaydın’ diyebiliriz. Yüz yıllar önce, kapı komşu İran’da bir şair “ma zı aghaz o zı anjam- ı-jahan bı-khabar-ım
awwal-o-akhır-ı-ın kuhna kıtab uftad ast.” ; diğeri, “rahrawan ra khastagı- ye-rah nıst; ıshq ham rah ast-u-ham khud-manzıl ast” dediler.
Kapı komşumuz Farsça yerine her ikimizin İngilizce bilmesi bile Batı ve Kapital(izm) dünyasından başka bir dünya olmadığını kanıtlamaya fazlasıyla yeter. Sizin çaylaklığınız, var olanı süslemeye çalışmanızda. Aynı ABD’nin petrol değil demokrasi için Orta Doğu’da oluşu ve benzeri milyarlarca diğer ambalajlar gibi. Hanedanlıklar, saray tarihçilerine soylarını yazdırttı; İsa bakireden doğdu; bebek Musa’yı sarayda bir prenses nehirde bulup çıkardı; imparatorlar Allah’ın lütfuyla imparator oldular; Buda annesinin ‘yanından’ doğdu; kralların ünlüleri ellerinde kanla doğdular, vs. vs. vs. Kapital(izm)i süslemenizin tarihte sayısız benzerleri var. Sizin çaylaklığınız süslere inanmanızda, süslerle gerçeği aynı sanmanızda. Daha büyük çaylaklığınız, bu süslemeyi hiç görmemiş, duymamış, nesnel bilgisiz, belgesiz, kaynağı meçhul ilham ve size özgü yaratıcılığınız sayesinde bulduğunuza inanmanızda.
Avrupalıların Hıristiyan masalları yerlilerin çok hoşuna gitti. Sonradan bunların masal değil hakikat olduğu anlaşılıp inanmayanlar kılıç ve ateşe tutulunca, iş işten geçti ve eğlendirici masallar trajediye döndü.
Sizin bu kapitalizm başlangıç masalı da aynı. Asıl savunduğunuz kılıç ve ateş: good old “Might is Right.” business. Neden bunu açıkça söylemektense, saklamayı ve süslemeyi tercih ettiniz ve bu arada bu konularda acemi olduğunuzu teşhir ettiğinizi siz bilirsiniz. Belki de modern insanların modern demokrasi ve kamuda etkin olma katkıda bulunma inancı.
Her neyse. Mutlak bilgiyi bulur da kamuya açarsanız, dünya size ilelebet minnettar olur, Nobel mükafatları yağmur gibi yağar, hem siz hem Türkiye meşhur ve zengin olursunuz, inşallah!
Uyarı: Bulgunuzu sakın kamuya açmayınız, hatta bir yere bile yazmayınız. Zengin ve büyük kapitalist ülkelerin sizin gibi çok ileri zekalı uyduları dünyayı karış karış taramaktalar. Hemen elinizden kaparlar.
“Nesnel kamusal demek, mutlak demek değil; öznelin karşıtı. ‘Objective’ kelimesi nesnel ve ‘public’ demektir. Fikirler ve kurgular kamuya açılır, nesnelleşir.”
Yazdiklarinizi ciddi ciddi okuyorum –zor oluyor, ama deniyorum. Fakat, this takes the cake:
Yukaridaki taniminizin sacam to the nth degree oldugunun farkinda degilsiniz galiba…
Kamuya cilan seyler nesnellesmez. Kamu tarafindan paylasilmis olur sadece.
‘Kamu tarafindan paylasilmis’lara nesnel diyecek olursak, en ‘nesnel’ ogelerin basinda efsaneleri saymak zorunda kalirdik..
Hani, su, ‘tas baski Hz Ali menkibeleri’ dedigimiz turden efsaneler.. ya da Gilgamis Destani vb gibi, cok daha eski olanlar.
Oyle yapmiyoruz, tabii ki.
Sizin dediginiz turden ‘nesnel’ olan seyleri, cok olsa, ‘folklorik oge’ sayip bir kenara koyuyoruz.
Dolayisi ile, siz cok zahmet ve de surpriz olmayacaksa, o uyduruk ‘nesnel’ taniminizi ya kaldirip bir kenara koymanizi; ya da adam gibi bir tanimla ikame etmenizi rica edecegim.
“Bilgi böyle artar, onaylanır, kanıtlanır, düzeltilir, itiraz edilir…”
‘Boyle artan bilgi’ (yani, sirf kamu ile paylasilmis diye ‘nesnel’ sayilip itibar gosterilen bilgi), benim acimdan, eksik kalsin.
“Fakat bu bilgiler de aradığınız mutlaklık mahiyetinde değil.”
Bir suru fikirsel diyari turlamaniza hic gerek yok: ‘mutlaklık mahiyetinde’ bilginin olamadigini gormeniz yeterlidir.
“Hayatım Batı’da geçti.”
Ah. Tamam. Bunu dediniz ya, size olan hurmetim aniden katlandi. Cunku, ben, tahmin edilecegi uzere, kimin ne dediginden maada, kimin nerelerde ‘loiter’ eyledigine bakarim hep.
Simdiden haber vereyim: ‘Hayatım Batı’da geçti’ cumlesini 5-10 defa daha sarfedecek olursaniz, sizi peygamber mertebesinde gormege baslayacagim; daha sonra da tanrisal bir huvviyet buruneceksiniz.
Tobe tobe..
“Şimdiye kadar yazdıklarınızın hepsi Batı’da hem sıradanlar hem ideologlar arasında son derce yaygın.”
Tabii ya. Nasil unuturum: ‘Bati’da herkes, herseyi, baska heryerdekilerden hem cok daha erken, hem de cok daha iyi bilir’.
“6. Başlangıçlarda biyoloji mi kültürü ve dolayısıyla toplumsal yaşama geçişi yarattı; yoksa, kültür mü biyolojiyi etkileyip dolayısıyla toplumsal yaşama geçişe neden olduğu bilinmiyor.”
Buyrun, akilli bir laf etmis gibi konumlandirilan; fakat, sapina kadar sacma bir iddia daha..
Biyolojinin izin vermedigini bir ‘kultur’ mu olabilirmis ki, bu tur lakirdilari edebiliyorsunuz?
“Kapitalizmi insan biyolojisi veya genetik yapısı veya doğası ile açıklama; insan, insan olalı veya insanlar toplum yaşamaya başlayalı kapitalizmin var olduğu ideolojisi Batı’da çoktan beri savunulan nesnel bir kurgu.”
Bir iki orek verseniz..
“Sizin bunu salt kendinize öz, salt aklınızla vardığınız bir kurgu gibi sunmanınızı görüp aslında çok yaygın bir modaya uyduğunuzu görmüyeceğimizi sanmanızı gülünç bulup tecrübesizliğinize atfettik ve sizi aydınlatmak için bazı bilinen sayısız yaygın nesnel ve kuşkulara işaret ettik.”
Peygaberane bu tonlarin bezedigi buyukluk sizde kalsin, tabii ki.
“Kültürün iki ayak üzerinde yürümeye dürtüp biyolojik değişimeyi etkilediği akla daha yatkın.”
O ‘akil’, sizin akliniz olsa gerek.
Orman-ova sinirinda (savannah-forest edge/fringe) yasamak zorunda kalanlarin, iki ayak uzerinde yurumegi denemelerinin sebebinin kultur oldugunu saniyorsunuz, anlasilan.
“Matematiğin bile mutlak olmadığının ispat edildiği bir zamanda sizin gibi mutlaklık arayanların varlığı, modern insanların tarihte görülmemiş dinci oldukları düşüncesini kanıtlar ve hoşuma gitmiyor da değil.”
Durbune dibinden bakinca, tabii ki, boyle sacam sapan cikarimlariniz olabiliyor.
Ben, ‘mutlaklık arayanlar’dan degilim.
Mutlakligin olmadigini soyluyorum.
Ve, bunu da boyle kabul etmek gerektigini; birilerinin bir zamanlar, bir yerlerde, soylediklerini ‘mutlak’ saymagi kabul etmedigimi ekliyorum.
“Kapı komşumuz Farsça yerine her ikimizin İngilizce bilmesi bile Batı ve Kapital(izm) dünyasından başka bir dünya olmadığını kanıtlamaya fazlasıyla yeter.”
Anladim.
Ikimiz de Farsca bilseydik, durum degisecekti.
Degil mi?
“Sizin çaylaklığınız, var olanı süslemeye çalışmanızda.”
Kendinizi ‘ustad’, ‘guru’ filan gibi pozisyonlarda gormeniz ile, hayatinizin Bati’da gecmis olmasinin bir iliskisi olmali..
‘Sayısal zeminli’ olsun, ‘sözel (beşeri) zeminli’, her iki alanda da, kimse soru sormadan cevap aramaz. Şimdiye kadar, her iki alanda sorular soruldu ve cevaplar verildi. Şimdiye kadar, ne birinde ne de diğerinde son cevap yok.
Sayısal zeminli alanda, iki alan arasındaki farkın bilinci içinde olan bir azınlık var. Bunlar, kendi alanlarında verilen cevapların daha da zor sorulara yol açtıklarını da aradıkları cevabın beşeri zemindekilerle aynı olduğunu biliyorlar. Zaten iki alanın ‘kesin’ ayrılma iddiası hayli yeni. Antik Yunan’da bile atom teorisine kadar ‘sayısal’ zeminli kurgular, sözsel ve hatta dinsel/mitsel zeminliydi. Yakın bir tarihe kadar sayısal alandakiler kendilerini doğa filozofları olarak görürlerdi.
Kısacası, soru/cevap açısından bakınca, her iki alanda sorular cevaplar yaratıyor, cevaplar soru.
Peki, sorun nerede?
Sayısal zeminli alanda maaşlarını saymaktan başka saymayı bilmeyenler çoğunluk ve yobaz; sözel zeminli alanda çoğunluk yobaz ve dalkavuk.
Gam yükünü taşıyan halka bakınca iş sonsuz karışık. Bu konuda akıl yürüten sayısal zeminli alandaki azınlık sonsuz iyi kalpli ama sonsuz enayi, bilgisiz olduklarından basitleştiriyorlar. Sarayda veya saraya yakın büyümüşler. Politikacılar ve sağ/sol devrimcilere benziyorlar.
****Ara verip bir örnak vermede yarar görüyorum.****
Dahiliği ağızlarda sakız olmuş Einstein “dünyanın en şaşırtıcı yanı anlaşılır olması” der.
Güvence düsturu salt kendine özgü akıl yürütme (reason), kozmosda ruhsuz, amaç ve komuta uyan parçasını, ‘madde’yi ayırır. İnsan, maddesel nesnelerin uymak zorunda kaldıkları nedensel yasaları bularak kendi iradesini, artık AKLA YATAR OLAN DOĞAYA uygular. Önceki tümlük parçalanır. Daha sonra Hristiyanlık (tabii İslam da) Allah ile insan arasında mutlak ayırım uçurumunu sonsuz derinleştiririr, insanı evrenden koparıp Allah’a bağlar. Dışa vurulan kutsallık, insanın kalbine yerleştirilir. Artık ne sembol ne de kutsal olan dünya insanın merak ve ihtirasına bırakılan basit bir nesne olur. “Promethean iradesi” insanı, amaçlarına itaat eden yapay bir dünyayı evren içinde yaratmaya iter. Daha sonra insanın bedeni ve hayatı da nesnelerden oluşan sayısız diğer nesne yığınları gibi sınıflandırılır, organize edilir ve çok daha özellikle kullanılır, istifade edilir.
Bu laf kalabalığımı “AKLA YATAR OLAN DOĞAYA” dizimde kesebilirdim; çünkü bu İLERLEME ideolojisinin ta kendisidir. Daha uzun anlatmamın nedeni, daha iyi anlaşılması içindi. Yani, Einstein, sözel zeminli alanda çok eski ve çok iyi bilinen bir bilgide sonsuz çaylak. Hele uzatır da insanın bu nedenden kafayı yediğini, dolayısıyla birçok düşünürlerin “object-subject” birliğine, sizin ‘günümüzdeki kapitalizmin ölümcüllüğü’ de dahil, yeniden kavuşma çabalarını da uzun uzun eklersem sitedeki çok yüksek zekalıların, siz de dahil, bu zırvalamalarıma ne diyeceklerini biliyorum.
****dönüş****
Sözüm ona sıradan bir insanın elektrik yerine mum tercih etmesi, bir sevdiğini taksi değil sırtında hastaneye götürmesi için hem sayısal zeminli alandaki enayi azınlık hem de sözlü zeminli alandaki sağcı/solcu ve devrimcilerden daha enayi olmalı. Siz (tahminen siz*) benim modernliğe karşı olduğumu safsatanızla beni bunu bilmeyecek kadar enayi sandınız. Yani, anlamadınız.
* Ben, pipsqueak, sizler gibi keskin hafiye değilim ama kimliğinizi tahmin ediyorum.
‘Günümüzdeki kapitalizmin ölümcüllüğü’ sorusuna sayısız cevaplar getirildi ve bazılarını çok beğendim.
Kurosawa’nın ütopyasında bile acı çeken insan var. Y. Emre Allah’ı arar, bulur ve sorar: “Pek, şimdi?” Ben bir arkadaş için psikiyatri ile ilgili bir yazı tercüme ederken bir ekolün kurucusunun ‘bir içten gelen ilgi bin ruh doktorundan daha iyi’ lafını gördüm ve hemen sayısal/sözsel zemin yobazlarını işittim: “Okullarda içtenliği öğretebiliriz!” Tiksindim, midem bulandı. Bu da bir cevap. “İyi yaşamak için, yaşamaktan vazgeçmişsiniz!” de. Sayısız çok daha var ama sanırım siz de kapital becerileri içinde yoğrulduğunuz için somut, hemen, büyücü külahından tavşan çıkarır gibi, markete gidip alacak kadar basit bir cevap peşindesiniz.
Eğer sayısal zeminli alan bilim-teknik demek ise, bu alanda en başarılı insanlar buzlar içinde ve çölde yaşamayı beceren Eskimolar ve Bedevier olarak bilinir. Ama bunlar maaş sayan sayısal yobazlar ve sözsel yobaz dalkavuklardan, özellikle solcu devrimci komünist/anarşistlerden dört nala kaçarlardı. Bunu, “The Gods Must be Crazy” filmini dikkatle seyreden biri rahatlıkla görür. Ne yazık ki ‘kaçarlar’ diyemiyorum çünkü kaçacak yer kalmadı. Hatta daha genel olarak ilkellerin sonsuz pratik, pragmatik oldukları, çevrelerine tüm hakimiyetleri fazlasıyla bilinir. Zaten öyle olmasalardı, insanın dünyadaki yaşam süresinin %99,99’unu yaşayan bu insanlar, şimdi bizimle dünya ile aramıza girmiş, yüz binlerce pezevenge ihtiyaç duymadan beceremezlerdi.
Bence, ‘günümüzdeki kapitalizmin ölümcüllüğü’nün bir nedeni, sayısal/sözsel zeminli alanlarda maaş sayan yobazları iş başı ederek her soruya cevap bulması, cevabın getirdiği soruya sayısal/sözsel zeminli alanlarda maaş sayan yobazları iş başı ederek cevap bulması, cevabın getirdiği soruya sayısal/sözsel zeminli alanlarda maaş sayan yobazları iş başı ederek cevap bulması … yani, pezevenkleri sonsuza dek arttırması.
Bence, ‘günümüzdeki kapitalizmin ölümcüllüğü’nün nedenleri hem apaçık hem de sonsuz.
Belki, insanlar seve seve katılıyorlar.
Belki, insanlar zeki olduklarından başka bir yol kalmadığını seziyorlar.
Belki, Kapital’e şükür herkesin, mavi gözlü sarışın, güzel, yakışıklı, yüksek zekalı, yazar, şair, yaratıcı, artist, futbolcu, şarkıcı, mutlu, atletik, ölmeden yaşayan, gezegenler arası turist, hem erkek hem kadın, doğuştan salt İngilizce bilip sosyal medyada herkes kardeş (ama bazıları daha kardeş) olabilecekleri umudu içindeler.
Belki, salt nükleer füzyonla veya Crispr-Cas 9 ile gelecek falına bakmışlar, coşkunluk ve heyecandan hoplayıp zıplıyorlar.
Her halükârda, daha kapitalizm başlangıcında ‘günümüzdeki kapitalizmin ölümcüllüğü’nü görmek çok kolay.
Ünlü ‘fuc* the social, long live social’ yobazlık acı/tatlı nakaratı yüksek sesle ilan edildi.
Somut örnek, otomobil. Faktörler çok sayıda olduğundan, hakkıyla anlatmak çok uzun sürebilir, kısaltacağım. Otomobil çıktığında, otomobilin yürümeye kıyasla bireysel açıdan daha hızlı ama sosyal açıdan çok yavaş olduğu, aynı Sahlins’in taş devri= bolluk devri gibi, sayılarla ispat edildi. Tabii, işte burada diğer faktörleri de, örneğin iş yerinin evden uzaklığı vs., anlatmak gerekir ama …
Saymayı çok iyi bilen ama sırası gelince hemen unutan yobazlar, yapılan ispat salt sözsel zeminden gelmediği halde duymadılar.
Not: Şimdi bile hayran olunacak, cesur, dürüst, sayısal zeminli alanda ve sayısal metot çerçevesi içinde yalanları bulup çıkaranlar var. Hem de çok var diyebilirim.
Şu an, kendi kendiyle konuşan medya ve özellikle sosyal medyada son 5 yüz yıldır değişmeyen nakarat: “Anything goes” or better yet, “fu*k the social, long live social!”
Kapital(izm) Medeniyet’in en son dışkısı – kibar dilde, tenasühü. Medeniyet, her girdiği yeri özümler, kendine benzetir, çiğner tükürür, yer sıçar, yaşayan ölülere çevirir. Ama siz bile Medeniyet’e karşı olunamaz demekle, bana göre, sadece Medeniyet-Kapital = Evren demiş oldunuz.
Zaten bu sitenin en eğlenceli tarafı da bu: Medeniyet-Kapital = Evren!
Necip “Nesnel kamusal demek, mutlak demek değil; öznelin karşıtı.” tanımını saçma bulur: “Yukaridaki taniminizin sacam to the nth degree oldugunun farkinda degilsiniz galiba…”
TDK Nesnel Tanımı
1. Nesne ile ilgili, nesneye ilişkin, ÖZNEL karşıtı
2. GERÇEĞE VARMAK AMACIYLA, taraf tutmadan inceleme yapan, hüküm veren, objektif
3. Bireyin kişisel görüşünden bağımsız olan, objektif
http://www.tdk.gov.tr/index.php?option=com_gts&kelime=NESNEL
Cahilliğiniz en büyük kozunuz. Aşağılık duygunuz sizi çıldırtmış. Eğer menkibe, efsane, Gılgamış Destanı kamuda olmasaydı siz galiba bunların doğru/yanlış olduğunu b*kunuzdaki boncuklara bakarak bulup çıkarırdınız.
“Humanities” çaylağı Necip, müzik, edebiyat, mimari eserler, efsaneler, özdeyişler, sanatta doğru/yanlış arar. “Eşek hoşaftan ne anlar” doğru mu? Muhasebeci, Gılgamış Destanı’nı anlar mı?
Necip’in dediğini kamuya açmasına gerek yok. Doğru olduğuna kendi karar verir.
” … hurmetim … nerelerde ‘loiter’ …”
Siz tüccarlar ve k*ç yalatanlar arasında, ‘loiter’ etmişsiniz. Kapitalizme uymayan değersiz; alınıp satılmazsa ‘folklorik’. Sizin gibiler Batı’da daha yoğun, görmesi daha kolay o yüzden sizi orada sık sık görmüştüm. Özünüzün Batı yamağı olduğunu yüzüne vurana hürmet etmeniz imkansız. Kızmışsınız.
“Tabii ya. … ‘Bati’da … bilir’.
Konumuz, kıyafet, alfabe , politik sistem, yasalar, eğitim, otomobil, uçak, ekonomi düzeni, bankacılık, matbaa, gazetecilik, savaşta kullanılan silahlar, aile düzeni, seks ilişkileri, teknoloji, modern bilim, kısacası saymakla bitmez kopyalar içinde yaşayan birinin aşağılık duygusu. Muhabbet telalığını yaptığınız otomobil nereden geldi? Yalancılığınızın haddi kalmamış.
“Buyrun, kadar sacma bir iddia daha..”
“Başlangıçlarda … biyoloji mi kültürü… bilinmiyor.”
Önce Necip bu tip iddialar nesnel olamazlar der, şimdi de iddianın saçma yani yanlış olduğunu ilan edip (bakın TDK tanımı 2) nesnel olduğunu kabullenir. Esnaf üç kağıtçılığı herifin ruhuna işlemiş.
“Biyolojinin izin vermedigini bir ‘kultur’ mu olabilirmis ki, …”
Bütün bilgiler aslında Allah’tan gelir ama Allah tatile gidince, Necip gibi maymunların altına tüm dünya alfabeleri harflerinden oluşmuş bir daktilo üstüne muzlar koyar. Bu maymunlar zıpladıkça, ‘yazılanların doğru/yanlış olduğuna Necip karar verir’ cümlesi de dahil, daktiloyla HER ŞEYİ yazarlar. Bu herif çaylak olduğu ‘humanities’ alanında her şeyin biyolojiden geldiğini öter durur. Kültürle biyoloji arasındaki farkı bilmez, ne dediğimi anlamaz, aşağılık duygusu içinde tek çareyi hindi gibi kabarmakta, yalanları sıralamakta bulur.
“Humanities” çaylağı Necip’in ne zaman zırvaladığı saptansa, Necip “MUTLAK hakikat kaynağı HARFLERDİR” hikmetini zırvalar.
Daha somut bir örnek: Lağım fareleriyle insanlar arasındaki biyolojik fark çok az (ADN farkı %2,5).
Peki, lağım fareleri neden uçak yapmadılar? Biyoloji efendim. Aferin Necip!
Peki, insanlar neden uçak yaptılar? Biyoloji efendim. Aferin Necip!
Peki, lağım fareleri neden Taj Mahal’i yapmadılar? Biyoloji efendim. Aferin Necip!
Peki, insanlar neden Taj Mahal’i yaptılar? Biyoloji efendim. Aferin Necip!
Peki, Çinliler neden Çince konuşuyor? Biyoloji efendim. Aferin Necip!
Peki, Türkler neden Çince konuşmuyor? Biyoloji efendim. Aferin Necip!
Peki, lağım fareleri neden Necip gibi zırvalamıyorlar? Biyoloji efendim. Aferin Necip!
Peki, Necip neden zırvalıyor? Biyoloji efendim. Aferin Necip!
İnsan bu kadar yobaz olur. En fanatik dinciler arasında bile bu herif kadar yobaz birini bulmak zor olur.
“Bir iki orek verseniz..”
Hemen kendinizi göreceğiniz örnekler:
Biology As Ideology R. C. Lewontin
Not in our genes S.Rose,R Lewontin,L.J. Kamin
The Origin of Capitalism E. M. Wood
Daha geniş kapsamda maymunluğunu yaptığınız Batılıların eleştirileri:
R. B Lee The Kung San
L. Eiseley The Immense Journey
J. von Uexküll A Foray Into the Worlds of Animals
R. C. Lewontin It Ain’t Necessarily So
B.Lee Whorf Language Thought Reality
L. A. White The Science of Culture
E. V. de Castro Metaphysiques cannibales
E. V. de Castro Images of nature and Society
Claude Lévi-Strauss, La pensée sauvage
T. G. Harding, D. Kaplan, M. D. Sahlins, E. R. Service Evolution and Culture
M. Taussig The Devil and Commodity Fetishism
Marshall Sahlins Critique de la sociobiologie
Ve işte sizin ötmekle ulaşamadığınız yalamak için can attığınız üstadınız:
E. O. Wilson Sociobiology: The New Synthesis
“Kültürün iki ayak … akla daha yatkın.”
“O ‘akil’, sizin akliniz olsa gerek.”
‘Humanities’ bilmeyen bir otomobil muhasebecisinin anlayacağı çok şüpheli ama oku, oku ‘humanities’ öğren Necip, cahil kalma.
1. Şempanze bebek deneyimi
2. Martin Stephan Fischer, German zoologist , evolutionary biologist and movement researcher .
3. https://www.smithsonianmag.com/science-nature/becoming-human-the-evolution-of-walking-upright-13837658/
4. https://www.theguardian.com/science/neurophilosophy/2012/may/07/1
3. Frans de Waal – Primates and Philosophers–How Morality Evolved
5. Tim Ingold Evolution & history
6. R. E. Leakey The Making of Mankind
7. A. Montagu Human Evolution and
Bu da özümsediğiniz Batı’nın özü özünüz. Taptıklarınız gibi olamadığınız için kendinizi onların yerine koymanız:
“Orman-ova sinirinda (savannah-forest edge/fringe) yasamak zorunda kalanlarin, iki ayak uzerinde yurumegi denemelerinin sebebinin kultur oldugunu saniyorsunuz, anlasilan.”
“Man’s Most Dangerous Myth: The Fallacy of Race by A. Montagu” kitabında kendinizi bulursunuz.
“Matematiğin bile … ”
“Durbune dibinden bakinca, tabii ki, boyle sacam sapan cikarimlariniz olabiliyor.”
Salt “humanities değil, diğer alanda da tam bir çaylak olduğunuzu defalarca yüzünüze vurdum.
Ne kadar kara cahil olduğunuzu kendiniz görmek için İnternet’te “Gödel’s Theorem” yazıp arayın.
“Ben, ‘mutlaklık arayanlar’dan degilim.”
Belki. Ama hayatınız tüccarlıkla geçtiği için çok dolandırıcısınız. Örneğin Farsça bilme davası. Batı’nın maymunu olduğunuzu yüzünüze vurdum, hokkabazlık, sahtekarlıkla kapatmaya çalışmışsınız.
“Bence, ‘günümüzdeki kapitalizmin ölümcüllüğü’nün bir nedeni, sayısal/sözsel zeminli alanlarda maaş sayan yobazları iş başı ederek her soruya cevap bulması, cevabın getirdiği soruya sayısal/sözsel zeminli alanlarda maaş sayan yobazları iş başı ederek cevap bulması, cevabın getirdiği soruya sayısal/sözsel zeminli alanlarda maaş sayan yobazları iş başı ederek cevap bulması … yani, pezevenkleri sonsuza dek arttırması.”
Bu uzun paragrafta eksik olan sey: Ozne.
Yani, bu dediklerinizi kim yapiyor?
Ben, suurlu bir merkezin, bir ‘kim’in varligini tespit edemedim, edemiyorum.
Varsa bir bildiginiz, somut anlamda, yardimci olabilirseniz mutesekkir olurum.
“Ama siz bile Medeniyet’e karşı olunamaz demekle […]”
‘Karsi olunamaz’ demek anlamsiz olur[du], tabii ki. Cunku, kimin neye karsi olacagi o kisinin ozgurluklerindendir.
Ama, bu tur bir kasi gelis, ‘parcanin butune karsi gelmesi’ misali, anlamsizdir. Ben bunu soyluyorum.
“TDK Nesnel Tanımı”
TDK’ya kaldiysak, sizinle isimiz zor.
“2. GERÇEĞE VARMAK AMACIYLA, taraf tutmadan inceleme yapan, hüküm veren, objektif”
Cok sorunlu bir lakirdi bu.
Birincisi, ‘gercek’in ne oldugunun onceden biliniyor oldugu iddiasi var. Yok oyle bir sey. Biliniyor(duy)sa daha neden araniyor?
Ikincisi, ‘tarafa tutmadan’ diyor. Beseri ilimlerde bu mumkun degil. Kisinin kendisinin varligi zaten taraf. ‘Gercek’ diye belirledigi hedefe varmak istemesi de bir diger problem.
Sonuncu olarak da, ‘nesnel’ bir hukum beyani olamaz. Bir tasvir olabilir en fazla. Ve, tabii ki, ‘tasvir’ de ne tarafsizdir ne de ne zaman-mekandan bagimisz ve mufassal.
“Kızmışsınız.”
Yok. Alakasi yok.
Sizin dediklerinizi ciddiye aldigimi dusunuyor olmalisiniz.
Oyle ise, cidden yaniliyorsunuz.
Ama, bu ilk degil ki.
“Hemen kendinizi göreceğiniz örnekler:”
Ben kutuphane memuru degilim. Bana kitap isimleri listesi vermenizi istemedim. Onlari arayip bulup, dediklerinize destek olacak seyler var mi yok mu, bakacak degilim.
Kim ne demisse, ne zaman ve hangi baglamda demisse, onlari yazarsaniz bir ise yarar. Yoksa, malumatfurusluk babinda yazdiginiz bu kitap listesinin bir kiymet-i harbiyesi yok.
“Bu uzun paragrafta eksik olan sey: Ozne”
Yine sıkışınca sarıldığınız bıktırıcı can kurtaran kelime ticareti! Yobazlardan bir olduğunuzu gördünüz, sizi pompalayıp boşalanları hatırladınız, boşaltanları lafla taklit ettiniz.
İngilizce ve Türkçe:
“İt rains.” Türkçe “Yağmur yağıyor.” İngilizce özne, Necip; Türkçe özne, suratınıza bu sitede yağanlar.
Necip için kısaltalım:
“Bence, ‘Necip’in sorusunun’ bir nedeni, yobazlardan biri olduğunu görmesi, yani, pezevenk artışını bizzat kanıtlaması.”
Özne: ‘Necip’in sorusunun bir nedeni’
“Yani, bu dediklerinizi kim yapiyor?”
Size pezevenklik yaptıranları tanıtsam tanır mısınız? Otomobil satıcılığı yapmakla, çok aşağı bir seviyede de olsa, ulaşım sorusuna cevap getirmede pezevenklik yaptığınızı görecek misiniz?
“Ben, suurlu bir merkezin, bir ‘kim’in varligini tespit edemedim, edemiyorum.”
Şuurlu merkez arayanlar Allah’ı buldular. Siz de öyle yapın veya işi basitleştirip kendi Allah’ınız “kapitalizm”i düşünün.
“Varsa bir bildiginiz, somut anlamda, yardimci olabilirseniz mutesekkir olurum.”
Pezevenkliğinize sınır yok. O ‘paragraf’tan sonra mesleğiniz ile ilgili ‘somut örnek, otomobil’i okuyun. Okuyup da anlamamışsanız, “humanities” çaylaklığınıza atfedin.
“‘Karsi olunamaz’ demek anlamsiz olur[du], tabii ki. Cunku, kimin neye karsi olacagi o kisinin ozgurluklerindendir.”
Bakın yine sizin pezevenkliğinize sınır yok. Batı maymunluğunu inkar eden birinin ‘kişilik özgürlüğünden” laf etmesi kadar adi bir pezevenklik imkansız.
“Ama, bu tur bir kasi gelis, ‘parcanin butune karsi gelmesi’ misali, anlamsizdir. Ben bunu soyluyorum.”
Neden k*ç yalamaktan zevk aldığınızı söylemektense, işi, aklınız sıra mantıksallığa, yani kelime ticaretine çevirmek istemişsiniz.
Birinci anlamda:
Bütün: Dünyanın merkez olduğuna inananlar.
Parça: Dünyanın merkez olduğuna inanmayan.
Sizin gibi yaltakçıların göklere çıkardığı milyonlarca örnek daha var. Emirlere her zaman itaat eden bir köle olduğunuzu neden dolaylı açıklıyorsunuz?
İkinci anlamda örnekleri anlamanız imkansız. Daha önce benzerlerini asla anlamadınız. Kendinizi sayısal zeminli alanda görme hastalığınızı defalarca gördüm ve her defa sahtekarlığınızı yüzünüze vurduğumda, eminim bu defa da aynısı olacak, sesiniz kesildi.
Bütün: 1, 2, 3, 4, 5, …
Parça: 2, 4, 6, 8, 10…
Sayan salak Necip, burada bütün var, parça var, ‘karşı” gelmek ne demek? Her neyse, sayısal muhasebeci Necip’in salaklığı bu iki küme gibi sonsuz; çünkü bütün ve parça aynı!
Bütün: İstanbul
İstanbul, İstanbul’un içinde mi? Evet.
O halde parça İstanbul ve bütün İstanbul aynı, salaklar salağı sayan muhasebeci Necip! Ve burada da, ‘karşı’ ne demek ulan hıyar!
Necip nihayet söz dinler ve tıpta kendisi gibi sayısal yobazlara başvurur. Tıp yobazları beynini parçalara ayırırlar.
Bütün: Necip’in boş beyni.
Her biri boş olan parçalar: Ön, Yan, Arka baş, Şakak, Beyincik lobları.
Sayan salak Necip, burada bütün var, parça var ama ölmüş birinin ölü parçalarının tüm ölüye ‘karşı” gelmesi ne demek?
Her neyse, sayısal muhasebeci Necip’in salaklığına sınır yok. Parçalara ayrılmadan önceki boş bütün de ölü, her parça da. Yani, bütün ve parça aynı!
Hepsinden daha önemli olan çok daha başka. Yazımda amaç, beğendiğim bazı arkadaşlara düşündüklerimi açıklamaktı. Sizin gibi hiçbir şey anlamadan salt pezevenklik yapanlarla sadece dalga geçip alay ederim.
Yazdıklarımı anlamıyorsunuz, kapasiteniz yetmiyor, o yüzden kelime ticareti yapıyorsunuz. Mesela, sonsuz basit ve sayısal zeminli alandan olan “otomobilin sosyal anlamda yürümeden daha yavaş bir ulaşım aracı” olduğunu anladığınızı gösterin de görelim: Hic Rhodus! Sayısal alanda acemiliğinizi, satıhsallığınızı defalarca yüzünüze vurdum. Önce çareyi laf ticaretiyle, sonra yanlışlarınızı devamlı düzeltmeyle ve nihayet kaçmayla buldunuz. Mesela, ‘matematiğin mutlak olmadığının mutlak ispatı yapıldı’ lafımı saçma bulan inek siz değil misiniz?
Her iki alanda da satıhsallığınızın aşağılık duyguları sizi çıldırtmış.
Yerel dedikodularınız hakkında bilgim sıfır ve hiç katılmadım. Bu bile sizi uyandırmamış!
“Yine sıkışınca sarıldığınız bıktırıcı can kurtaran kelime ticareti!”
Yazdiginiz, bir kagni yuku laf salatasinda ozne var mi?
Yok.
Yok ise, o zaman, cikar onu da yazarsiniz.
Bunca bos lafla kafa sisirmek yerine.
“Otomobil satıcılığı yapmakla”
Otomobil saticiligi ile ilgim oldugunu kim soyledi.
Ben, otomotiv (‘automotive’) sektorunde oldugumuzu soyledim.
Suradan bakabilirsiniz: https://en.wikipedia.org/wiki/Automotive_industry
Kisaca ozetlemek gerekirse, ‘motorlu araclar’ demektir.
Bu, ister otomobil, ister minibus, ister kamyon, ister ucak, isterse de denizalti ya da baska bir sey olabilir. Biz, bu sektordeki ureticilerdeniz.
Otomobillerden de, isin aslini ararsaniz, cok da anlamam; hic de merak etmedim.
“her defa sahtekarlığınızı yüzünüze vurduğumda, eminim bu defa da aynısı olacak, sesiniz kesildi.”
Yok. Ondan degil.
Iyice zivanadan ciktiginizi gordugum zaman, kahrolsun bendeki bu insan sevgisi, artik sizi zorlamanin insani^ olmadigini dusunup, tarismayi kesiyorum.
Yani, mazallah, siz bir sey olacak olursa, vebali benim uzerimde kalsin istemem.
“Yazdıklarımı anlamıyorsunuz, kapasiteniz yetmiyor, o yüzden kelime ticareti yapıyorsunuz.”
Bu dediklerinizin bir kismi ya da tamami gercek olabilir.
Olabilir de, asil meselenin, sizin meraminizi anlatmak konusunda ciddi handikaplariniz oldugu dikkate almalisiniz.
Derdinizi anlatmak yerine habire ‘ad hominem’lere siginiyorsunuz.
Beni etkilemiyor.
Bazan eglenceli fakat cogunlukla da acikli oluyor.
“Önce çareyi laf ticaretiyle, sonra yanlışlarınızı devamlı düzeltmeyle ve nihayet kaçmayla buldunuz.”
Yok. Oyle degil. Yukarida da acikladim: Biraz zorlaninca kayisi siyiriyorsunuz. Kalici hasara yol acmamak, icin frene basiyorum.
“Yine sıkışınca sarıldığınız bıktırıcı can kurtaran kelime ticareti!”
Esas konuları unutturma soytarlığınızın sonu gelmiyor.
1. Otomobil, automotive, industry, wikipedia İngilizce, okul, üniversite, kapital, kapitalizm, sosyoekonomik, ad hominem, cumhuriyet = republic, parti, gazete, televizyon, radyo, …, liste sonsuza dek uzar. Özünü neden inkar ediyorsun? Bu saydıklarım senin özün, senin asıl tanımın. Boş ver biyoloji mavallarını. Biyolojini görmem için hayvanat bahçesini ziyaret fazlasıyla yeter. Batı’nın kırınıtlarıyla beslenen adi bir yaltakçı ve taklitçisin. 10-15 örnek verdim, inkar edemedin, yine kelime ticareti yaptın.
2. Otomobilin sosyal açıdan yürümeden daha yavaş olduğuna matematiksel cevabı bir ilk okul öğrencisi bulurdu, bulamadın, yine kelime ticareti yaptın.
3. ‘Karşıt’ zırvalamalarına örnekler vererek aptallığını gösterdim, cevap veremedin, yine kelime ticareti yaptın.
Sayısız defa salaklığını ve cahilliğini yüzüne vurdum, hep aynı vurdum duymazlık oyunu!
4. “Biz sadece düşmanlarımızla alış-veriş yaparız” topulukların varlığına cevap bulamadın, kara deliğine tıkadın, yine kelime ticareti yaptın.
Yazdığın benzeri çocukça saçmalık ve zırvalamalara yanıtlarımın hepsi kara deliğine girip kayboluyor. Cevap yerine kelime ticareti yapıp duruyorsun.
” Otomobil saticiligi ile ilgim oldugunu kim soyledi.”
Ben konu değiştirmem, kaytarmam. Verdiğin kaynağa baktım.
Önce, farkında olmada itiraf ettiğin derin aşağılık duygusu:
” Otomobil saticiligi ile ilgim oldugunu kim soyledi.”
“The automotive industry is a wide range of companies and organizations involved in the design, development, manufacturing, marketing, and SELLING of motor vehicles.”
Ulan ibiş, kapitalizmin allahı SATIŞ. Cici bici “design, development, manufacturing, marketing”in amacı, doruk noktası, SATIŞ. Arabalar satılmazsa, siz köleleri iş başı eden efendiler, satıştan önce gelen cici bici lafları k*çınıza sokup bir tekme atar, başka birinin k*çını yalamaya gönderir. Ama her işte bir hayır vardır. Belki, eğer yalayacak yeni bir k*ç bulamazsanız, her orta sınıf sümüklüsü gibi ciyaklamaya başlarsınız. Hatta belki sağ devrimcilik çene düşüklüğü yerine sol devrimcilik çene düşüklüğü yaparsınız. Zaten fark da yok. Yenilen b*k aynı, yiyen değişik.
Kapitalizmin diğer bir allahı etkinlik, hareket, eylem, dinamiklik falan filan.
Maymunluğun ettiğiniz BATI dilinden ‘Automative’in tanımı: “Moving by itself; self-propelling or self-propelled.”
Çok, hem de çok çok çoktan beri, kapitalizm, kendi kendine gidenleri sizin gibi kıçını dürtüklemeden gitmeyen hayatı kaymış ücret kölelerine tercih etmekte. Bunu bilmeyen, Batı yaltakçılığı ve kapitalizmi savunan zavallı bir enayisin. Yaşasın İnsan Hakları! Yaşasın Demokrasi!
Bu, yani ‘Inertia’ (Eylemsizlik), kapitalizmin en temel inanış ilkesi, en temel savunma bahanesi. Tabii sizin gibi bir kara cahilden bunu bilmesi beklenmez: Batılı asıl efendilerinizin sosyalizm ve komünizme karşı eleştirilerini bile duymamışsın. Sözsel zeminli konulardaki kara cahilliğinden dolayı böyle hindi gibi kabarıyorsun. Benzeri konularda fiyakasından geçilmeyen Necip, kendi gibi kölelerin kıçlarına tekme atan efendilerinin dünyasındaki “automation”, “robot”, “artificiel intelligence” … laflarını bile duymamış. Anlamadan övdüğün bilimsel ve teknisyensel safsataların ardındaki asıl pezevenkler şimdi insanın düşünce ve davranışını makinelerle tamamıyla kontrol altına alma peşindeler. Modelleri sayısal zeminli alan değil ulan salak, sözsel zeminli alan, kültür. Senin infintesimal beyninle bir tarafa bıraktığın folklorik, … İşi asıl yürütenler, senin gibi yarı cahil güvenilmez enayileri tasfiye etmek istiyorlar. Ben bu yüzden sizinle dalga geçmeyi çok seviyorum. Çöplüklerdeki sizin gibi asıl konuyu anlamadan son mitolojinin ilahilerini tekrarlayan salak somut müminleri işitmek hoş oluyor, soyut olarak bildiklerime can veriyor.
Kızgınlık sizi deli divane etmiş. Tezahüratını yaptığın kapitalizmin en temel özelliklerini bile bilmeyen bir hödük olduğunu itiraf etmişsin. Çırpındıkça bataklığa daha fazla saplanıyorsun.
“her defa sahtekarlığınızı yüzünüze vurduğumda, eminim bu defa da aynısı olacak, sesiniz kesildi.”
Taktiğim semere verdi. Artık kaçmıyorsun. Rezil oldukça daha çok rezil oluyorsun. İnsan sevgine hayranım. Bana büyük bir eğlence oldun.
“Bu dediklerinizin bir kismi ya da tamami gercek olabilir.”
Gerçek peşinde koşan enayi dümbelekleri sizlersiniz. Tarih boyunca gerçek peşinde koşanlar bir avuç insandı. Kapitalizm, gerçeği bilmeyi bolluk getirme yaptı ve sayısız bolluk borazanlarını çalanlara yaratıcı yamak olma fırsatları yarattı; sizler gibi dilenci ruhlular mantar gibi arttılar. Bu site böyle orta sınıf mutantlarla dolu. Ben alçak gönüllüyüm: Eğer bu sitedekilerin ve senin farkında olmadan benimsediğiniz ırkçılığınıza, faşist ruhunuza, yobazlığınıza, Batı yaltakçılığınızı inkara, sizi pompalayan Batı’nın taklitçiğinin aşağılık duygularınıza ayna tutabilirsem fazlasıyla yeter.
Sahte peygamber Necip, önce, efsanelerin, edebiyatın, müziğin, mitlerin, destanların … insan yaşamında çok büyük bir gerçek yer aldığını bilmeden küçümser. Ne olduğunu bilmediğini defalarca açığa vurduğu modern bilim ve teknolojiye sığınır. Modern bilimin bu kültür temel öğelerini kendisi gibi sahte ve küçük sanar. Ardından, duyduğu bir efsaneyi kusar: “kapitalizm insan topluluklarıyla başladı”. Sizi öyle tıka basa doldurmuşlar ki artıklar ishalini ağzından akıtmışsın. Bunun sonsuz ucuz bir soytarılık olduğunu, tamamıyla efsane veya destan benzer olduğunu bile görmemişsin. Ulan inek, Naziler, efsane vari masallarla milyonları öldürdü. Ulan inek, Sovyetler ile ABD efsane vari masallarla yaşamın sonunu getirecek bir savaşı ucuna geldiler. Ulan inek, sen kültürde var olan sözsel zeminli inançlardan veya zorlamalardan dolayı okula gidip böyle inek oldun. Okula gitmeden önce neden boş beyninle sayısal araştırmalar yapıp okula gitmenin gerçekten seni inek edeceğini bulup çıkarmadın. Batılıdan çok Batılı olmuş bir maskarasın. Senin zırvaladığın Batı nakaratı “facts nothing but the facts”, Batı’da çoktan büyük alaylara neden oldu, iflas etti.
“Derdinizi anlatmak yerine habire ‘ad hominem’lere”
Bakın burada AUTO-iltifat yapmışsın. Size yakışanlar: ad adsecula, ad rattus, ad mendacis, ad culus, ad simian, …
Keskin zekanla mutfakta yaptığın bir araştırma seni hak yoluna sokmuş gibi. Ben biraz belgesel araştırma yaptım. 5-6 milyon yıl önce maymunlar yedikleri avdan artan kısmını satmak için iki ayak üzerine kalkmışlar. Tabii böylece el ve senin beynin gibi sonsuz zeka dolu beyinler gelişmiş.Yani, Necipler doğmuş. Yani, kapitalizm maymunun insan (homo) dönüşmesine neden olmuş.
Daha sonra, 2-3 milyon yıl önce, taş yontanlar daha çok hayvan avlamaya başlamış, daha çok satmış, daha zengin olmuş, senin gibi inekleri çalıştırmış … Ne var ki, bu üstün zekalılar daha çok çocuk yapıp dünyayı zenginlerle doldurmaktansa, çocuk yapıp çoğalmayı fakirlere bırakmışlar. Bu aynı zamanda solcu enayilerin artık ürün masalının başlangıcı. Solcular için artık ürün, sizin için biyoloji her şeyi, her zamanı açıklayıcı bir masal olmuş. Hem sen sağ anarşist, hem sol devrimci marksistler ve anarşistler aynı leşin akbabalarısınız.
“Cici bici “design, development, manufacturing, marketing”in amacı, doruk noktası, SATIŞ.”
Hay Tengri..
Urettiklerimizi satmak da sozkonusuymus..
Bunu bilmiyordum.
Sirf bu yuzden, onca senedir hep stoga yigdik ve bekledik ki kar edelim. Edemedik tabii ki..
He, ya..
Kuzum siz gercekten sakasiniz.
Ha, bir de su var: ‘doruk noktası’ hicbir zaman ‘SATIŞ’ olmamistir.
Satmak kolaydir. Aslolan parasini tahsil edip kasaya koymaktir.
Fakat, kutuphane memurunun bu tur seyleri bilmesini bekleyemeyiz, tabii ki.
O yuzden, mazursunuz.
Mr. Necip only wants RTE
https://www.youtube.com/watch?v=cE0_eiq6wpQ
You messin’ up, you messin’ up
Why you gotta make this complicated?
You say it’s love, you say it’s love
So why you gotta treat me like I’m basic?
You’re pushing buttons, Imma blow up
You’re not enough, you need to grow up
But you got somethin’ I can’t give up
Let’s just stay and work this out
Boy, you know I love you so
That’s why you be actin’ up
Boy, don’t
Don’t make me mad, don’t make me hate you
Don’t make me see you in the morning
And say, “I would never date you”
I can’t be sad, just wanna love ya
Right now, we’re doin’ so so good
Don’t make me wish I never knew ya
‘Cause I (’cause I), I only want you (I only want you)
I only want you (I only want you)
I only want you (I only want you)
‘Cause I (’cause I), I only want you (I only want you)
I only want you (I only want you)
I only want you (I only want you)
I can’t lie, you treat me right
Makin’ me feel like no other, baby
You got me gone, I’m paralyzed
Need to see you more, I need you daily
You got my heart, but not my mind, yet
You’re working hard, you’re breaking a sweat
Just keep it up, I’ll never regret
Let’s just stay and work this out
Boy, you know I love you so
That’s why you be acting up
Boy, don’t
Don’t make me mad, don’t make me hate you
Don’t make me see you in the morning
And say, “I would never date you”
I can’t be sad, just wanna love ya
Right now, we’re doin’ so so good
Don’t make me wish I never knew ya
‘Cause I (’cause I), I only want you (I only want you)
I only want you (I only want you)
I only want you (I only want you)
‘Cause I (’cause I), I only want you (I only want you)
I only want you (I only want you)
I only want you (I only want you)
Yeah, we’ve got some hard times, like everyday, everday
We go through the storms, standing in the rain, in the rain
Baby, you got that sunshine, shine on me, baby, shine so bright
Only you can make me this way
Don’t make me mad, don’t make me hate you
Don’t make me see you in the morning
And say, “I would never date you”
I can’t be sad, just wanna love ya
Right now, we’re doin’ so so good
Don’t make me wish I never knew ya
‘Cause I (’cause I), I only want you (I only want you)
I only want you (I only want you)
I only want you (I only want you)
‘Cause I (’cause I), I only want you (I only want you)
I only want you (I only want you)
I only want you (I only want you)
Mr. Necip says to RTE:
One last time
I need to be the one who takes you home (Saray)
https://www.youtube.com/watch?v=xrCzJcWy4f0
Mr. Necip is “so into” RTE:
https://www.youtube.com/watch?v=1ekZEVeXwek
CLASS WARS
Episode VII
THE WORKERS AWAKEN
Selahattin Demirtaş has vanished. In his absence, the sinister AKP ORDER has risen from the ashes of the Ottoman Empire and will not rest until Demirtaş, the last revolutionist leader, has been destroyed.
With the support of the REPUBLIC, General Nurettin Demirtaş leads a brave RESISTANCE. He is desperate to find his brother Selahattin and gain his help in restoring peace and justice to the country.
Nurettin has sent his most daring pilot on a secret mission to Kınalıada, where an old ally has discovered a clue to Selahattin’s whereabouts….
….
Necip: Look how old you’ve become.
Zileli: Something far worse has happened to you.
Necip: You know what I’ve come for.
Zileli: I know where you come from, before you called yourself “Necip”.
Necip: The map to Demirtaş. We know you found it. And now you’re going to give it to the AKP Order.
Zileli: The AKP Order rose from the Dark Side. You did not.
Necip: I’ll show you the Dark Side.
Zileli: You may try. But you cannot deny the truth that is your family.
Necip: You’re so right!
“…İsraf yapmadan daha rahat ve genişlik içinde yaşamak için kazanmak ve mal biriktirmek mubahtır. Bu durumda Müslümanları, çalışmaya ve kazanmaya yönlendirmek, toplum ve devletin çıkarları bakımından önemli ve gereklidir. Müslümanlar, çalışmaz ve kazanmazsa veya kendi ve ailesini geçindirecek miktarda kazanmakla yetinirse; Müslümanlar, kendilerinden güçlü millet ve devletlere karşı kendilerini nasıl savunacaklar? Eğitim kurumları, hastaneler, yollar nasıl yapılacak? Vatan savunması için gerekli asker ve donanım nasıl karşılanacak?
Bu nedenle Müslümanların dünyaya ve dünyalıklara önem vermemelerini, zenginliği ve zenginleri kötülemelerini, kamuda idareci ve memur olarak çalışmamalarını, iş yerlerinden uzaklaşıp bir köşede yalnızlığa çekilmelerini tavsiye etmek ve onları buna özendirmek doğru değildir…”
İMAM MUHAMMED EŞ-ŞEYBANÎ’NİN “KİTABU’L-KESB”İ VE KAZANÇ HAKKINDAKİ GÖRÜŞLERİ
Doç. Dr. Hasan Ali GÖRGÜLÜ
İLERLEME
Kabile çatışmalarından park yeri çatışmalarına “ilerleyen” toplumda yaşanmış bir olayın haberi:
“Adana’da bir iş yeri önüne araç park etme meselesi yüzünden çıkan tartışmanın silahlı çatışmaya dönüşmesi sonucu 3’ü ağır 9 kişi yaralandı. Yaralılardan birinin çocuk olduğu kaydedildi.”
Modern insan nedir?
Bir canlı türü müdür?
Yoksa ev, iş, okul, sınav, trafik, durak, park, gar, havaalanı, pasaport, vize, alışveriş, banka, otel, yazlık, maç, stadyum, televizyon kanal(izasyon)ları, (a)sosyal medya, arada bir Gezici / Gaz[al]ıcı eylemler, (birkaç yılda bir) sandık, (bazı yerlerde herkes için olan) askerlik… vb. yerler arasında mekik dokumak üzere tasarlanmış bir robot mudur?
Gülme, kahkaha atma, cinsel ilişki, osur*a, sıç*a, iş*me, hediye verme insana neşe ve zevk verir, insanı boşaltır. Bunun tam tersi, diğer bir adı b*k ambarı olan banka, biriktirir, tutar, çıkarmaz.
“Sirf bu yuzden, onca senedir hep stoga yigdik ve bekledik ki kar edelim. Edemedik tabii ki..”
Kapitalizm, yani alış-verişinde salt alış var, veriş yok. Necip sadece almış, toplamış, çıkaramamış, kabız olmuş. Doktoru sayısal Necip’e bir sözsel siteye girip normal yoldan çıkaramadıklarını ağzından çıkarma tedavisini tavsiye etmiş.
“Satmak kolaydir. Aslolan parasini tahsil edip kasaya koymaktir.”
Çırpındıkça batıyorsunuz.
Satmak kolaysa satın gitsin, rahatlarsınız. Parasını alamazsanız Batı ticari hukukuyla donanmış ülkenizin mahkemelerine başvurun. Böylece yargıçlara, avukatlara, diğer memurlara da iş çıkar, kapitalizmi besler, ekonomiye can getirirsiniz, hem alış hem veriş artar.
Soru: Bir ara, Batı endüstrileri, “design, development, manufacturing, marketing” ve benzeri işleri emeğin ucuz olduğu b*k çukuru ülkelerde sizin gibi enayilere yaptırıp kendi adları altında SATTILAR. Hatta son zamanlarda siz enayilerin kalbini ve boş beyninizi kazanmak için size “ortak” adı verdiler. Siz bu enayilerden misiniz?
Cahilliğinizin verdiği aşağılık duygusunu eskiden “o da kimmiş?” yavşaklığıyla yenerdiniz. Doğru ki “kutuphane memuru” daha uygun. Yani, bilen bir kimse. Yine doğru ki iş hayatı dinamiklik ve etkinlik gerektirir. Galiba, biraz da gençlikte Marks sabunuyla yıkanan beyniniz bazı Marksist ilahileri hatırlamış: etkinlik, eylem, praksiz, hayatın içinde olmak falan filan zımbırtılar, yani SATIŞ.
“Hay Tengri..”
Orta Asya kökeninize dönmek ile bunadığınızı kanıtlamışsınız.
Daha önce mitler, efsaneler, menkibeler sayısal olmayan falan filanlar ‘folklorik oge’lerdi. Helaya atmıştınız, şimdi çıkarmış ağzınıza almışsınız.
Not: Gılgamış Destanı dünyanın en fazla okunananlar arasında başta gelenlerden. Ama Necip hoşaftan ne anlar.
“Kuzum siz gercekten sakasiniz.”
Günaydın! Sizinle dalga geçip alay ettiğime, geç de olsa, daha yeni uyanmışsınız.
Necîb Beğ’in Makbûl Bulduğu “Doğal Anadolu Oligarşisi” Üslûbundan Seçmeler
“Lan terbiyesizlik yapma!”
“Artistlik yapma lan!”
“Hadi ananı al git burdan!”
“Ulan hepiniz oradaydınız be!”
“Ne notası verelim? Müzik notası mı?”
“Bunun nedeni şeyini şey ettiğimin şeyidir”
“Ben böyle sanatın içine tüküreyim”
“Ucube heykel”
“Bu kaza takdir-i ilahidir”
“4+4+4’ten ateistler ve marksistler zarar görecek”
Necîb Beğ ile Gün Zileli ve Ümîd Zileli’nin berâber “Anadolu Oligarşisi / Balkan Oligarşisi” mevzûunu münâkaşa etmeleri çok şâyân-ı dikkat olurdu.
Bu münâkaşa esnâsında Necîb Beğ’in Anadolu Oligarşisi’ni, Ümîd Beğ’in Balkan Oligarşisi’ni, Gün Beğ’in ise her iki oligarşiye karşı hürriyetperver ve inkılâbçı seçeneği nasıl müdâfaa edeceklerini merak ederdim.
Prof. Emre Kongar tarihten bihaber!
‘Türkler kılıç zoruyla İslamiyet’i kabul etti’ diyen Emre Kongar’a tarihçi Reha Çamuroğlu yanıt verdi: ‘Türkler kılıç zoruyla İslamiyet’i kabul etti, diyen kişi tarihten bihaberdir’
Yaşadığımız şu günler ‘Çöküş Dönemi’ gibi
‘Türkler kılıç zoruyla İslamiyet’i kabul etti’ diyen Emre Kongar’a tarihçi-felsefeci Reha Çamuroğlu yanıt verdi: ‘Bu iddialar kutuplaşmaları artırır. Çok tuhaf olaylar oluyor. Osmanlı’nın Çöküş Dönemi’nde de benzer şeyler olmuştu’
Şule Türker’in röportajı
Emre Kongar’ın yazdığı ve kısa zamanda 13. baskıya ulaşan ‘Tarihimizle Yüzleşmek’ kitabıyla resmi tarih-popüler tarih tartışması yeniden alevlendi. Son yıllarda sayıları giderek artan tarihi romanlar, bilinen tarihi olaylar/kişilere ilişkin ortaya atılan yeni tezler ‘hangi tarih doğru’ sorusunu da gündeme getirdi. ‘Bir Anlık Gecikme’, ‘Son Yeniçeri’, ‘Kalem Efendisi’ nin de aralarında olduğu, tarihi olaylara-kişilere ilişkin birçok kitapta imzası bulunan tarihçi-felsefeci Reha Çamuroğlu ile bu konuyu masaya yatırdık. İşte Çamuroğlu’nun bu konuda yaptığı çarpıcı açıklamalar:
Tarihi olaylar ve kişilerle ilgili-özellikle son yıllarda- kamuoyu gündemine çeşitli tezler, iddialar getiriliyor. Bunların bazıları o güne kadar kabul edilen/bilinen/öğretilenlerle çelişiyor. Siz bu konuya nasıl bakıyorsunuz?
Dünya standartlarında formasyona sahip bir tarihçi için tarih bir kırkambardır. Bu öyle bir depodur ki, her görüş için, her ideoloji için başvurulacak bir hazinedir ve herkese malzeme sağlayabilir. Dolayısıyla tarihi fizik, kimya gibi -ki artık onlar da tartışılıyor- bir pozitif bilim olarak algılayamazsınız. Tarih, kelime kökeni itibariyle de öykülemedir, edebiyatla iç içedir. Tarihçinin başarısı, geçmişi yeniden inşa ederken ikna edici bir anlatımla bunu yapmasına bağlıdır. Bir tarihçi anlatımıyla meslektaşlarını ikna eden adamdır. Tarihe böyle bakmak lazım.
Peki ya bugüne kadar bizlere okutulan tarih?
İlköğretim, ortaöğretim ya da yükseköğretimde ders kitabı olarak sunulanları resmi tarih olarak algılayacaksak, bunun tutar bir tarafı yoktur. Bunu tartışmak bile gereksizdir. Öğrenciliğimiz boyu bize okutulan saçmalıkları ancak tarihten nefret ettirmek isteyen bir zihniyet yapabilirdi. Emin Oktay tarihinin tarihçiler arasında söz konusu bile olması abestir. Ama Türkiye’de bir yanlış var. Tarih, özel eğitimi alınmadan üzerinde en çok konuşulan konulardan birisidir. Tarih eğitimi almayan ama isimlerinin başında ‘tarihçi’ sıfatını kullanan çok kişi var. Türkiye’de geçmişte olan pek çok şey halının altına süpürüldü. Oysa bizim bunları tartışmamız gerekiyordu.
Halının alana süpürülenler neler?
İlk aklıma gelenler, mesela Ermeni meselesi, Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılması, Mora İsyanı, Balkanlar’da Türklere karşı girişilen soykırım. Eğer soykırım aranacaksa, Balkanlar’ın yakın tarihine baksınlar.
Neden böyle bir yol izlendi?
Bazı şeyler unutturulmak isteniyor çünkü. Mesela biz Balkanlar’da yapılanları bütün çarpıcılığıyla anlatsaydık, uzun bir süre Bulgaristan ve Yunanistan’la ilişkilerimizin düzelmesi söz konusu olamazdı.
Yani bir taraftan da doğru olan mı yapılıyor?
Fransız düşünürü Rena’nın bir sözü vardır; ‘Uluslaşmak aynı zamanda unutmaktır’. Bazı şeyleri unutmak -bunu göreceli bir kavram olarak kullanıyorum- daha hayırlıdır. Keşke Ermeniler’le biz karşılıklı unutabilseydik. Durmadan hatırlayarak kabuk bağlayan yaranızı kanatabilirsiniz.
Ama bu söylediğiniz konular kamuoyu önünde tartışılıyor?
Biz genelde çok uzmanlık gerektiren tartışmaları popüler düzeyde yapıyoruz. Yapamazsınız. Deprem tartışmasını yapamayacağınız gibi. Bazı problemler popüler düzeyde halledilemez. O zaman kitlelere mal ettiğiniz, uzmanlık gerektiren problemler abuklaşır. Bu hiç doğru bir yöntem olmaz.
Ama bu söylediğiniz konular kamuoyu önünde tartışılıyor?
Biz genelde uzmanlık gerektiren tartışmaları popüler düzeyde yapıyoruz. Bunun kesinlikle yapılmaması gerekir. Tıpkı depremi tartışamayacağınız gibi… Bazı problemler popüler düzeyde halledilemez. Burada popüler düzeyde unutmaktan bahsediyorum. Yoksa uzmanlar bilir ve tartışırlar.
Resmi tarih kötü niyetli değil o zaman?
Resmi tarihin anlatılışında halının altına süpürme mantığının yanı sıra yalan söyleme mantığı da vardır. Tarih kitaplarımızda pek çok yalan vardır. Bunlar bağışlanamaz şeylerdir. Ama resmi tarihin tümden kötü niyetli olduğu söylenemez o da ayrı bir mesele.
Diğer ülkelerde resmi tarihe yaklaşım nasıl?
Dünyanın hiçbir yerinde öğrencilere tarafsız tarih öğretildiğine rastlayamazsınız. Çünkü ulusal kimlik oluşumunda tarih en önemli rol oynayan disiplinlerden biridir. Bize özgü olan, bunun inanılmaz derecede seviyesizce yapılmasıdır. Bunun yorum farklılıklanyla değil, yalanlarla sürdürülmeye çalışılmasıdır.
Tarih kitaplarındaki yalanlar neler?
Örneğin Sümerler’in Türk olduğu Orta Asya’dan Türkler’in kıtlık nedeniyle göç ettiği, yok böyle bir şey.
Bu konularda neden yalana başvuruldu?
O kadar tuhaf psikolojilerle yapılmış işler ki anlamak gerçekten zor. Bir sakatlanma ve sakatlama hadisesi. Bir de Türkiye’de akademik düzey çok düştü. Öyle profesörlerimiz var ki, değil akademisyen üniversite öğrencisi olması tartışılır. Bu kadroların sorgulanması ve yeniden gözden geçirilmesi gerekiyor.
Son yıllarda popüleritesi artan tarihi romanlara gelelim. Bunların bazıları birbirleriyle çelişiyor. Bu da okurda kafa karışıklığı yaratmıyor mu?
Türkiye’nin altyapı problemlerine bakalım. Bunlar ne durumdaysa, tarihçilik de burada. Yazılanların hangisinin doğru olacağına karar verecek olan okurdur.
En yaygın bilinen tarihi yanlış nedir?
Bu sorunuz yanlış içinden yanlış seçin gibi. Çünkü o kadar çok yanlış vardır ki. Mesela Moğollar’ın Anadolu’yu istila etmesi. Moğollar’ın işgalci güç olarak gelip, Türkler’i ezdiği. Bu en yaygın yanlışlardan biridir bence.
Cengiz Han’ın kurduğu imparatorluk aslında bir kabile federasyonudur. Bu kabilelerin yarısından fazlası Türk’tür. Cengiz Han’ın imparatorluğuna Moğol imparatorluğu denemez. Lideri Moğoldur. Ama Türkleşen bir Moğol’dur. Aslında Anadolu’ya Moğollar’ın girişi, Anadolu’nun ikinci Türkleşme dalgasıdır. Böyle yüzlerce örnek var.
Siz Abdülhamid’in de yanlış tanıtıldığını savunuyorsunuz?
Abdülhamid’e ‘Kızıl Sultan’ derler. Abdülhamid binlerce kişiyi öldürmüş kanlı katildir! Peki nerede bu binlerce kişi? Kim bunlar, yok. Hitler’in propaganda bakanının bir lafı vardır; ‘İnanılmayacak yalan yoktur, yeterince büyük olsun’. Türkiye’de tarih de, politika da böyle zuhur ediyor maalesef. Abdülhamid Kızıl Sultan değildir, aksine IV. Murad’la kıyaslarsak melaikedir. Kan dökücü değildir. Bir kere vehimlidir. Hataları İttihat Terakki’den fazla değildir. Abdülhamid bence Osmanlı İmparatorluğu’nun yükseliş döneminde yaşasaydı, büyük padişahlarımızdan birisi olurdu. Zeki bir adamdı, ilgili, meraklı, cesurdu. Günümüzde laiklerin ‘Kızıl Sultan’, dindarların ‘Ulu Hakan’ dediği Abdülhamid ikisinin orta yerinde, hatta Ulu Hakan’a biraz daha yakın bir şahıstır.
Türkiye’de kurumlar arasında yaşanan gerilim için ne düşünüyorsunuz? Bu gerilim nasıl aşılabilir?
Türkiye’de kurumlar arasında yaşanan gerilim tarih boyunca varoldu. Devletle ulema, hükümetle saray, ordu ile ulema arasında patlak veren gerilimleri biz bugün hâlâ yaşıyoruz. Bu gerilimler ortadan kalkmaz. Doğu Roma’yı devralan Osmanlıda da bu gerilimler vardı, Doğu Roma’da da vardı. Bu gerilimleri idare edecek orkestra şeflerine gerek vardır. Bu şeflerden sonuncusu Süleyman Demirel’di. Türkiye’de orkestra şefi eksikliği hissediliyor. Devlette, siyasette yetenekli orkestra şefleri yok. Bu gerilimleri yaşamaya devam edeceğiz. Problem gerilimler değildir, toplumsal çatışmadır. Çünkü gerilim değil toplumsal çatışma öldürür.
Yaşadığımız şu günler tarihte hangi günlere benziyor?
Osmanlı’nın çöküş dönemi derim. Çok tuhaf olaylar oluyor, bu yönüyle de 27 Mayıs öncesine benzetiyorum….
Ulubatlı Hasan efsanedir
Son günlerde tarih konusunda yaşanan en önemli tartışmalardan biri de Ulubatlı Hasan’ın varlığıyla ilgili… Siz bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz?
Bana göre Ulubatlı Hasan diye biri yok. Bu bir milletin efsanesidir. Bunun efsane olduğu söylenerek anlatılmasında ve öğretilmesinde sakınca görmem.
Çünkü o sıra surların üzerinde bin tane Ulubatlı Hasan vardı. Adı Hasan olmuş, Ulubatlı olmuş hiç fark etmez. Fakat popüler bilimcinin artık bunları birbirinden ayırt etmesi lazım. Okurun da aynı şekilde bilinçli olması gerek. Bunları sindirip, bunlarla dalga geçmeyi öğrenmemiz lazım. Ama böyle olmuyor, biz ciddiye alıyoruz.
Emre Kongar tarihten ‘bihaber’, ansiklopediden kitap yazılmaz
Son günlerin popüler kitaplarından birisi de ‘Tarihimizle Yüzleşmek’.
Ben Sayın Kongar’dan ‘Sosyoloji ile Yüzleşmek’ beklerdim. Çünkü 3 ansiklopediyle Türk tarihi ile yüzleşilmez. Resmi tarihe karşı çıkayım diye kaynak olarak bunları kullanırsanız, başka vahim hatalara düşersiniz.
Kitapta en çok tartışılan konulardan birisi ‘Türkler’in kılıç zoruyla İslam’ı kabul ettiği’ oldu.
Türkler gibi çok büyük bir halk eğer Türkler kılıç zoruyla din değiştirdiyse, bugün dünyada Musevi kalmamış olurdu. Museviler Türkler gibi militer bir halk değildir, ayrıca sayıca daha küçüktür. Ama Museviler çok ağır baskılar gördü. Büyük zorlamalara, soykırıma rağmen dinlerini sürdürdüler. O zaman ya Museviler Türkler’den çok daha cesur ya da bu tez yanlış.
Bu tezin ilk ortaya atılışı değil?
Evet. Bu tezi ilk ortaya atanlar dahil şunu itiraf ederler, derler ki Müslümanlaşan Türkler, halifeliğin özel ordusu oldular ve Müslümanlığı Türkler korudu. Şimdi, pardon Türklerin böyle bir askeri gücü vardı da nasıl oldu kılıç zoruyla din değiştirdi? Dini koruyacak güçleri vardı da dine karşı kendilerini koruyacak güçleri niye yoktu? Bir halkın zorla din değiştirebilmesi için karşısındaki zoru yapan güçle arasında arasında fiziki güç uçurumu olmalı. Türklerle Araplar arasında hiçbir zaman böyle bir fiziki uçurum olmamıştır.
O zaman bu tez niye yeniden gündeme getirildi?
Her gün İslam’a yönelik aşağılama yapılıyor. Emre Kongar buradan bakarak mı yapar onu tartışmıyorum ama ‘İslam zor olmadan kabul edilemeyecek bir dindir’ bu şahıslara göre. Bunu ileri sürmek, tarihinden bihaber olmak demektir. Bu kutuplaşmalar artırır. Bir tarihçi ‘bu kitabı yazarken İslam Ansiklopedisi’nden faydalandım’ demez. Ansiklopedi ile tarih kitabı yazılmaz.
(Vatan)
Bir tarihciye gore insan, son 5-6 bin yil aslinda Devlet’e tapti ama Allah’a taptigini sandi.
“Müslümanlar, kendilerinden güçlü millet ve devletlere karşı kendilerini nasıl savunacaklar?”
Dinci yobaz 341, Devlet ile Allah’i karistirmis. Her halukarda, Allah buyuk! Tabii, Musluman kopek Musluman kopegi hic isirmadi ve isirmaz. Insallah!
Laik yobaz 342 aslinda 341’in kopyasi. Bu okul-telvizyon kanalizasyon faresi, kabilelerin yok olup yerini Devlet almasini ILERLEME anlamis: “Kabile çatışmalarından park yeri çatışmalarına “ilerleyen”…”
Son 7 bin yil kabile catismalarindan Devlet catismalarina ILERLEYEN dunyadan; Birinci ve Ikinci Dünya Savaslari’ndan; bu savaslarda olenler sayisindan habersiz bir ucubeyi ancak bu sitede bulursun.
Masallah! Bu ne zeka allahim!
Bir Turk Dunyaya bedel ise iki Turk Evrene bedel. 343 arkadas, listen eksikmis, iki modern daha cikti.
348 okuduklarını – ve ironinin ne olduğunu – anlamayan sefil bir ilerlemeci medeni hödük
İnsan, Allah’tan korkmadı.
Cehennem’den, dolayısıyla dünyadakilerden farksız maddi işkence ve cezalardan korktu.
İnsan, Allah’ı sevmedi ve istemedi.
Cennet’i, dolayısıyla dünyadakilerden farksız maddi zevk ve ödülleri sevdi ve istedi.
Türk camisinin önünde domuz çevirme skandalı!
Göç ve İslam karşıtı aşırı sağcı ‘Batı’nın İslamlaşmasına Karşı Vatansever Avrupalılar’ (Pegida) adındaki örgütün, Hollanda’nın Utrecht kentindeki Ulu Cami önünde yapmayı planladığı barbekü ve domuz çevirme etkinliği belediye tarafından yasaklandı.
Belediye, aşırı sağcı örgütün Ramazan ayında düzenlemek istediği etkinliği, “sorumsuzluk” olarak değerlendirdi.
Pegida Hollanda yönetimi, belediyeye başvurarak, üyeleriyle birlikte 4 Haziran’da kentin merkezinde bulunan Ulu Cami önünde barbekü ve domuz çevirme yapmak için izin istedi.
BBC Türkçe’nin haberine göre aşırı sağcı örgüt, Müslümanların kutsal ayı Ramazan boyunca, Hollanda’daki diğer büyük kentlerde de, cami önlerinde benzer etkinlikler yapmayı planlıyordu.
‘KAMU DÜZENİ İÇİN TEHDİT’
Ancak Utrecht Belediyesi, sorumsuzca yapılan bu etkinliğin kamu düzeni açısından tehlike yaratacağına karar verdi. Belediye Başkanı Jan van Zanen’in sözcüsü, “Gösteriye izin verilmesi anayasal bir hak. Ancak ortada kamu düzenini tehdit eden bir durum varsa, buna yönelik kısıtlamalar getirilebilir” dedi.
Belediye, aşırı sağcı örgüte camiden uzak bir konumda bulunan Westplein’deki toplu taşıma garajı yanındaki alanı gösterdi.
Pegida üyeleri akşam saat 20:00 – 22:00 saatleri arasında bu bölgede toplanabilecek. Ancak açırı sağcıların açık alanda ateş yakması, barbekü ve diğer ısı kaynaklarını kullanması yasak olacak.
Etkinlikte sert malzemelerden yapılan tabak, bardak ve çatal, bıçak gibi malzemelerin kullanılmasına da izin verilmeyecek.
Sözcü, aşırı sağcıların bu karara itiraz hakkının bulunduğuna da işaret etti.
Belçika’daki aşırı sağcı Flaman Çıkarı Partisi de (VB), 19 Mayıs günü benzer bir etkinlik düzenledi. Partinin lideri Filip Dewinter, Flaman Ulusal Gençlik Federasyonu üyeleri ile birlikte Deurne kentinde buluştu. Aşırı sağcı grup, domuz çevirip, barbekü yaptı.
Dewinter, bu etkinlikte çekilen fotoğrafları, #Ramazan etiketiyle Twitter üzerinden paylaştı.
http://www.hurriyet.com.tr/dunya/turk-camisinin-onunde-domuz-cevirme-skandali-40848841
İnsan Allah’a tapmadı.
Papa’ya – Halife’ye
Kardinal’e – Şeyhülislam’a
Ulu Cami’ye – Katedral’e
Cami’ye – Kilise’ye
Ezan’a – Çan’a
Yıldız’a – Haç’a
Sarığa – Cübbe’ye
Tesbih’e – Hırka’ya
Türbe’ye – Kabe’ye
Kudüs’e – Mekke’ye
Vatikan’a – Şam’a
taptı.
Suçluyum ama suçlandığım suçtan değil. Bu sitede, Türkiye’de, hatta dünyada artık İLERLEME ile alay edecek birinin olması aklımın ucundan bile geçmezdi. Bu mucizeden habersiz olduğum için suçluyum. Ne var ki siz İLERLEMEYE karşı değil ilerlemenin başarılı olmadığına karşısınız. Ben ise İLERLEME’NİN enayilere yutturulan bir uyku hapı olduğuna bütün varlığımla inanıyorum.
İlerlemeye inanan komünist, Marksist, anarşist olmayabilir ama komünist, Marksist veya anarşistin ilerlemeye inanmaması imkansız. Modern dinler de öyle.
Kapitalist, komünist, Marksist, anarşist, Müslüman, Hıristiyan, falan filan insan yığınları arasında elektrik ampulünün mumdan daha çok ışık verdiğini bilmeyen enayi kalmadı artık, maşallah! Tiksindirici ve kendi ruhu kadar çirkin çıtı pıtı fare yuvaları kibrit kutusu binalarda yaşayan ve çalışan, televizyon önünde geviş getiren, yalnızlar yığınına elektronik bağlı bir insan harabesi mağaralarda yaşayan birine kıyasla ilerlediğine inanmazsa, tek çare intihar. Veya şimdiye kadar tek düşünmeye değer soru “neden var?” yerine “neden yok?” olduğuna uyanmak. Kusura bakmayın ama bence, siz ve bu sitedekiler çoktan bu ölüm uykusuna dalmış ilerleme motoru Kapital’in mahsulü plastik insanlarsınız.
Modern bilimin en büyük babası Francis Bacon günümüzde sizlerin gözlerinizi kamaştıran her şeyi henüz 16. yüz yılda gördü ama o bile bu hoplatıp zıplatanları içeren kitabına ” Novum Organum”, yani hâlâ alet veya zabazingo değil insan organı, adını verdi.
Eğer sizin ilerlemeyi olumlu algıladığınız yargım da hatam varsa, hâlâ hödüklük yapıyorsam duymayı dört kulakla beklerim.
Uzun zaman birbirini görmemiş iki yakın arkadaş buluşmuşlar, hal hatır soruyorlar, biri demiş ki, “Benim kız çok kabiliyetli çıktı. Patronu çok takdir ediyor. Hep yurtdışı seyahatlere götürüyor, durmadan hediyeler alıyor. Bir yıl içinde maaşını da üç misline çıkardı. Senin kız ne alemde?”
Öteki boynunu bükmüş: “Valla”, demiş, “benimki de öyle oldu ama ben senin kadar güzel anlatamam.”
Tarihçi Eric Hobsbawm, 1992’de antropologlarla bir söyleşi yaparken, ‘milliyetçilik’in gelişimi döneminde ‘tarihçilerin’ bilerek veya bilmeyerek üstlendiği rolle (veya tarihçilere biçilen rolle) ilgili şu tespiti yapar:
‘Historians are to nationalism what poppy-growers in Pakistan are to the heroin-addicts: We supply the essential raw material for the market. Nations without a past are contradictions in terms. What makes a nation is the past, what justifies one nation against others is the past, and historians are the people who produce it. So my profession, which has always been mixed up in politics, becomes an essential component of nationalism.’
‘Milliyetçilik, doğru olmadığı apaçık olan şeylere çok fazla inanmayı gerektirir. Eroinmanlar için Pakistan’daki haşhaş yetiştiricileri ne ise, milliyetçilik için de tarihçiler odur; piyasa için gerekli hammaddeyi sağlarız. Geçmişi olmayan uluslar birçok yönüyle çelişkiler yumağı içindedir. Bir ulusu ulus yapan, onun ‘geçmişi’dir. Bir ulusu diğerlerine karşı meşru kılan, onun ‘geçmişi’dir. Ve tarihçiler bütün bunları üreten kişilerdir. Daima siyasetle iç içe olan mesleğim, ‘milliyetçilik’ akımının inkâr edilemez bir öğesidir.’
Kaynak: ‘Ethnicity and Nationalism in Europe Today’, ‘Anthropology Today’, February 1992, Page 3.
https://www.jstor.org/stable/3032805?seq=1#page_scan_tab_contents
https://mafiadoc.com/ethnicity-and-nationalism-in-europe-today-e-j-hobsbawm-david-j-_59dc78851723ddcc1c9d22ee.html
* * * * * * * * * *
With regard to the 1930s, Eric Hobsbawm wrote:
In a 1994 interview on BBC British television with Canadian author and politician Michael Ignatieff (whose grandfather and great-grandfather were ministers of the Czar prior to the Bolshevik Revolution), he shocked viewers when he said that ‘the deaths of millions of Soviet citizens under Stalin would have been worth it if a genuine Communist society had been the result’:
The following year, when asked the same question on BBC Radio 4’s Desert Island Discs, that is if ‘the sacrifice of millions of lives’ would have been worth the future communist society, he replied:
repeating what already said to Michael Ignatieff:
* * * * * * * * * *
Pipsqueak’in cevabı:
In the current world crisis, who better for the BBC to exhume for its listeners than the West’s greatest 20th-century apologist (yani, Eric Hobsbawm) for Soviet communism and excuser of its totalitarian evils.
Professor Hobsbawm has been all over the airwaves since the credit crunch crisis began, crowing about capitalism’s demise. But then, should one expect anything else from an intellectual who has never apologised for expressing his approval of Stalin’s mass murders?
On the BBC2’s Late Show in 1994, while being interviewed about the fall of the Berlin Wall, five years earlier, he defended ‘what had to be done’. Interviewer Michael Ignatieff asked: ‘What (your view) comes down to is that, had the radiant tomorrow actually been created, the loss of 15-20million people might have been justified?’
Hobsbawm’s unhesitating answer was a single word: ‘Yes.’
This is a man who implacably refused to give up his Communist Party card even when Marxist friends and colleagues were tearing up theirs in disgust as squadrons of Russian tanks rumbled into Budapest to crush Hungary’s cry for freedom in 1956. Indeed, he supported the brutal action.
Pathetically, he offers an excuse: ‘Of course, we did not, and could not, envisage the sheer scale of what was being imposed on the Soviet peoples.’ Does that mean 20 million is OK, but 50 million is too much?
Kaynaklar:
(3 Mart 2009) http://www.dailymail.co.uk/debate/article-1158691/GEOFFREY-LEVY-Eric-Hobsbawm-useful-idiot-chattering-classes.html
(21 Ekim 2011) https://s-usih.org/2011/10/opinions-of-eric-hobsbawm/
Pipsqueak:
İnsanın Eskimişliği (1. Cilt): İkinci Endüstri Devrimi Çağında İnsan Ruhu Üzerine
Almanca aslı: ‘Die Antiquiertheit des Menschen’
Filozof, aktivist ve eleştirmen kimliğiyle günümüz tartışmalarına hızla yeniden dahil olmaya başlayan ‘Günther Anders’ (1902-1992), en önemli yapıtı sayılan ‘İnsanın Eskimişliği’nde ortaya attığı ‘Prometheusçu Utanç’ kavramıyla, teknolojiye yönelik en erken tarihli ve en zengin eleştirilerden birini dile getiriyor.
Günlük hayatımıza iyice nüfuz ettiği hâlde hâlâ net bir şekilde hesaplaşamadığımız ‘teknolojik başarılar’ karşısında nasıl bir tavır takınacağımız sorusu üzerine kafa yoranlar, Anders’ın eleştirilerini güncel gelişmelere uyarlamakta zorluk çekmeyecekler.
‘İnsanın Eskimişliği, kanımca son yılların en önemli kitaplarından biri. Nasıl bir dünyada yaşadığımızı merak edenlerin, özel yaşamının ötesine geçip etkin bir rol oynamak isteyenlerin, dahası bir şeylerin değişmesinden yana olanların ıskalamaması gereken bir derleme. Anders’ın özgün gözlemlerinden nasibini almamış eylem ve projelere daha baştan demode gözüyle bakılabilir. Bu türden bir felsefeye temas etmeyen felsefi yaklaşımlar lüksten ibarettir.’ (Helmut Gollwitzer, 1908-1993)
Yayınevi: İthaki Yayınları
Çevirenler: Herdem Belen & Hüseyin Ertürk
Sayfa sayısı: 440
Kitabın tanıtımı: ( http://www.ithaki.com.tr/wp-content/uploads/2018/01/insanin_eskimisligi_editor-okuma-seckisi.pdf )
Satış adresi: ( https://www.kitapyurdu.com/kitap/insanin-eskimisligi-1-cilt-amp-ikinci-endustri-devrimi-caginda-insan-ruhu-uzerine/447282.html )
Camus, çağımız felsefesinin tek düşünmeye değer sorusunun intihar edip etmemek olduğunu söyledi. Sonsuz haklı. Aynı zamanda, ben kendim sonsuz sayıda pezevenk*ler yüzünden intihar etmek istemem veya hayatı çok sevdiğim için bu benim bahanem.
Pek de bahane değil çünkü aşağıdaki iki yazıyı aktaranlar ve az da olsa benzeri şahane insanların varlığı insana canlılık getiriyor, ümit veriyor.
“355 Eric Hobsbawm, Stalin’in katliamlarıyla ilgili ne dedi” ve
“356 Günther Anders”
Helmut Gollwitzer gibi asil kanlı ve ruhlu birini bana tanıttığınz için özellikle teşekkürler.
1) Dostoyevski hakkındaki düşünceleriniz nedir?
2) “Medeniyet” hakkında Dostoyevski’nin söylemleri neydi?
3) “Ecinniler” adlı eserinde Dostoyevski şunu yazar: “Eğer İsa, ‘iki kere iki beş eder’ derse; ben matematiğin değil, İsa’nın tarafında olurum.”
Bu cümlesiyle, Dostoyevski’nin nasıl bir hayat (weltanschauung) tasavvur ettiğini çıkarabilir miyiz?
4) “Genç” Dostoyevski ile “Yaşlı” Dostoyevski arasında farklar var mı? Eğer varsa, yazdığı kitaplarda gözüküyor mu?
Ne yazık ki Dostoyevski hakkında bilgim çok kısıtlı. Ama ‘3)’ü çok sevdim ve kendimi biri dandik, diğeri ‘ciddi’ iki “cevap” vermekten alıkoyamadım.
Önce dandik cevap. Siz galiba Necip’in muhasebeci bilgisini sayısal bilgi sandınız. Bu herifin alış-verişte sayma dışında sayısal bilgisi kurusıkı atmalar. Aşağıdaki vereceğim matematik örneğini ne görmüş ne da duymuştur ama ona yazsam kafamı kelime ticaretiyle doldurur.
0, 1, … 9 bütün diğer sayıları yazmaya yeter. 9’u geçince yeni bir sembol, 10, kullanılır.
İlkeller “0, 1, 2, çok” matematiği kullanırlar. J. J. Rousseau, matematiğe cimrilerin bilimi der. Fransızca ‘trois’ (3) ‘trop’ (fazla, çok) kelimesinden türemiştir.
Farzedelim Necip ve Zileli de dahil bu sitedeki diğer ilkellik bilgiçlerin Holywood ilkelleri, arka ayak üzerine kalkmadan önce Darwin’i utandırmak için, salt tek ayak üzerinde sekmeye başlamışlar. Necip’in kapitalizmi alış-verişi yapmak için iki el, bir ayak “0, 1, 2 , 3, ‘boş ver'” matematiği olmuş. 3’ü geçen ‘boş ver”, önce “boş” olmuş ve daha sonra “beş” olmuş. 2×2, 3’ü geçtiğinden ‘beş’. Ümit ederim bu laf kalabalığıyla Necip gibi atıp tutanların asla bilmeyecekleri asıl matematik bilgisi örneğim sizi rahatsız edeceğine güldürürür.
‘Ciddi’ cevabım daha çok bir deneme.
İsa’nın diğer bir lafını düşündüm: ‘Allah’ı kalbinde ara’. Medeniyet önce insanı evrensel varlıklar demokrasisinden mahrum edip Doğa’dan koparıp yabancılaştırdı. Zamanla ve özellikle modern bilimle, insanın kullandığı ve düşündüğü her şey insandan kopup, insandan bağımsız enstrüman (instrument) oldu. Böylece “instrumental thinking” açıkça ve utanmadan gururla ilan edildi.
Bilgisayar programları bu çılgınlığı bir adım daha ileri götürdü, Genome çılgınlığı, diğeri.
Kısa keseyim. Bence “doğru/yanlış”a karar veren insan, daha doğrusu mensup olduğu toplum, değilse, o “doğru/yanlış”ın içine s*ç gitsin. Ama öyle bir dünyadan, “doğru/yanlış”ı BİLENLER sayesinde, o kadar uzaklarda, köpeklere atılan kemikler peşinde koşturuyoruz ki kendini Marksist ve anarşist ilan edenler bile “Eğer İsa, ‘iki kere iki beş eder’ derse; ben matematiğin değil, İsa’nın tarafında olurum.” lafına kuduruyorlar. Aynı ve çok benzedikleri Batı’daki en katı saptırıcı yaltakçılar gibi böyle derin eleştirilere “bilimsel kör gözleriyle” “edebiyat” adını takarak salondaki kitap rafına koyup asıl ciddi konulara dönüyorlar.
Bir ek daha: Dostoyevski’nin “The Grand Inquisitor”u bana sayısız defa ışık oldu. Tabii artık kemik ve etten oluşan insanın çektiği acı artık demode. Yerine BİLENLERİN yarattığı “Newer Brave New World” ve hırslı dilencileri var. Bu sitenin %90’nı, azılı solcu ve sağcı devrimciler, Necip, Marksist Hortlak-Ahmet, anarşist Zileli gözlerini İLERİDEKİ ufka dikmişler. Uzay turistliğine, plastik bedenle ilelebet yaşamaya, internetle indirip 3-boyutlu baskı makineleriyle basıp ısmarlama varlıklarla yatağa gitmeye hazırlanıyorlar.
Bu dilencilerin mantıksal sloganı: “BİLENLER, ıvır zıvırı İNSANLIK İÇİN yaptılar. Biz de insanız! O halde bize de verin!”
Pipsqueak,
Her ne kadar ‘YouTube’ platformunu sevmeseniz de (ve sık sık ‘YouPoop’ şeklinde eleştirseniz de), şimdi izleyeceğiniz videoyu izleyebileceğiniz başka bir yöntem yok.
Hint geleneğinde ‘Veda’lar anlatısı (öğretisi) olduğunu biliyorsunuz. Sanskritçe’de ‘Veda’, ‘knowledge & bilgi’ demek.
‘Veda’ları ‘sözel’ ve ‘yazılı’ olarak, birlikte ve ayrı ayrı kabul eden kitleler var ve aralarında hararetli çekişmeler de yaşanır.
‘Veda’ların yazılı olmasını kabul etmeyenler: ‘Mutlakçılık’a karşı olduklarından, ‘Veda’ların yazılı olmasını eleştirir, bunun kalıplaşmayı getireceğini iddia ederler. Gelecek çağlara sadece ‘sözel’ aktarılmasını savunurlar.
Yazılı olmasını savunanlar ise: İnsanların unutkanlığını gerekçe gösterip, ‘Veda’ların yazılı olmasının muhtevasını garanti altına almak olduğunu iddia ederler. Fakat bu noktada, ‘hangi el’ aracılığı ile yazılmış ‘Veda’ların asıl (origin) kabul edileceği konusunda bir fikir beyan etmezler.
(Not: Hintlere göre, ‘Veda’ların yazarı [author] yoktur ve bir [veya bir grup] kişiye bağlı değildir.)
‘Veda’lar 4 tanedir:
Rigveda,
Yajurveda,
Samaveda,
Atharvaveda.
‘Ayurveda’; Atharvaveda’nın altbaşlıklarından biridir, ‘sağlık’ konuları ile ilgilidir.
1 Haziran’da bir belgesel yayınlandı: ‘The Doctor from India’ (Hindistan’dan Gelen Doktor)
(Kısa tanıtım videosu) https://www.youtube.com/watch?v=Ve2cADRtDSA
Belgesel hakkında detaylı bilgi:
https://www.imdb.com/title/tt7999770/
1984’de Albuquerque, New Mexico, the U.S.A.’de kurduğu ‘The Ayurvedic Institute’ hakkında:
https://www.ayurveda.com/about/the-ayurvedic-institute
Sattıkları ürünler hakkında özet:
https://www.ayurveda.com/products
Ürün kataloğu ve fiyatlar:
https://www.ayurveda.com/pdf/product-catalog.pdf
Belgesel: ‘Ayurveda’da sağlıkla ilgili anlatıları (öğretileri), ‘Vasant Dattatray Lad (Doğum 1943, Pune, British India)’ isimli Hint doktorun 1970’li yıllarda ABD’de tanıtmaya başladığını, günümüze değin pek çok kimseye şifa dağıtmak için çalıştığını anlatıyor.
Vasant Lad, asla ‘legal’ tıp dışında bir sistem kurmaya çalışmadığını, insanları kandırmaya çalışmadığını, tek amacının ‘Ayurveda’daki anlatıları (öğretileri) insanlara hatırlatmak olduğunu söylüyor.
Sorular:
Vasant Lad, ‘Ayurveda’daki anlatılara-öğretilere saygısızlık edip, şarlatanlık mı yapıyor?
Yoksa, kendi çapında, ‘Ayurveda’yı hatırlatmaya çalışıp, iyi bir şey mi yapıyor?
Video paylaşım platformu ‘YouTube’ aracılığı ile bu bilgilerin aktarılması, ‘Veda’ların ‘yazılı’ olmasına karşı çıkan kitlelerin endişelerini daha da arttırır mı? Çünkü ‘Veda’ların ‘yazılı’ olmasına karşı çıkarlarken, bu kez ‘sesli ve görüntülü’ olarak gelecek çağlara aktarılabiliyor teknoloji sayesinde.
Pipsqueak’in, 360’daki soruları cevaplamasını bekliyoruz.
İşe gitmek üzereyim ve her çalışanın “geç kaldım, geç kaldım” milli marşını söylemekteyim. İşte kısa bir cevap.
Yours Pipsqueak.
“360 charlatan&writing” başlıklı cevabımın özetinin özeti: Eğer sitede görüntülenmişse, arkasöz; değilse önsöz.
Kafamda bir benzetme (analoji) aradım durdum. Binlercesi var. Ayıkladım. Son iki şampiyon:
1. “Modern Times” filminde, fabrikadan ‘kurtulan’ Şarlo’nun her gördüğü çıkıntıyı sıkıştırılması gereken somun sanması.
2. Nazi devrinden sonra Alman yazarların dediklerinin faşist beyinle anlaşıldığının farkına varışı ve yazı dillerini değiştirme girişimi.
Sizler her eleştiriyi Şarlo gibi ideoloji sanıyorsunuz!
Sizler her eleştiriyi, Hitler veya Stalin gibi emir almaya alıştığınız ulu liderlerin eleştirilenin kökünü kurutma, öldürme, yok etme emri olarak algılıyorsunuz!
Tabii her ikisine ortak olan akıl almaz enayiliğiniz: zamanımıza ışık tutan tarih safhasını o safhaya dönüşe davet sanmanız. Siz hayvanları seven birinin hayvanların insanlara kıyasla masumluğuna işaret etmeyi hayvan olmak isteği olarak algılayacak kadar “ideoloji hastası” olmuşsunuz.
Sonsuz kitap isimleri yazacağınıza, yazının insan üzerindeki etkilerini incelemelerden birkaçını okusanız daha iyi olur.
Note: For some reasons, probably technical, this response wasn’t displayed yesreday.
When I tried to watch the video of Lad I was very perplexed and after 30 seconds I gave it up and reread what you wrote to be sure that I didn’t misunderstand your comment and/or question.
Needles to state that the promise of HAPPINESS AND WELL-BEING is the biggest industry ever existed.
First came capitalism. On the surface, it was confined to Europe only but its universalism and humanism implicitly promised it to the entire world. Europe went on a new crusade with fire and sword to carry this good news everywhere.
Tight-ass but prudent Atatürk imported the limited, nationalistic, version to you Turks.
Marx wanted it to be scientifically correct and globally correct.
And this scientifically correct version too was imported to your beloved fatherland Turkey.
The disciples of Marx too used fire and sword to spread the good news wherever it found opportune time and ground.
This is a joke that circulated in Yugoslavia in 60s.
– Who discovered the scientific socialism?
– Marx and Engels.
– Couldn’t they have tried it on rats before using it on us?
Now you have yet another vision of capitalist promise of well-being imported by equally progressive Industrial Anarchists. When we met you seemed to belong to this version that is still virgin, not yet raped or violated, depending on how you look at it.
Of course the best was offered by Freud: death. No worries at all.
But there are even more immediate manifestations of the promise of well-being by billions of advertisements wherever you turn. I am pretty sure that you too went to school, got your job, got married, got children to reach well-being and be happiness.
But to tell the truth the easiest and shortest path to happiness and well-being ever offered to you is still that of Atatürk: “Ne mutlu Türküm diyene”. Since you can even sell a used tooth pick by the right advertisement ( don’t you remember the boğab*ku that Peter Joseph sold you?), you may be able to globalize this local version to worldwide audience and end up with a rüzgarladüşme profit or turning the corner.
Ever since I wrote some things about Civilization, highly intelligent participants in this site detected the impossible … the hidden contradiction in criticizing sacrosanct Civilization by writing and/or living in it. You have been the most uzun-rüzgarlı of all. The others have been rather very kısa-rüzgarlı or rather kısa-osuruklu, less than 10-15 words.
You must admit though I have a better prescience than all of you. I knew that your one and only one God technoscience was heading toward to a communication without the means of communication, be it talking, writing, painting, singing, music etc. It really is, like all human activities, fuck*ng tiring to do all this bodily things. Already there is a direct communication between head and an object. Highly intelligent beings like you can move things by thinking alone. Soon it will be head to head without any other organ involved: nobodies to nobodies communication.
People like you who live still in shit holes have to wait until the monopoly on this shit runs out and then it will be allowed, as all shit before, to run to the shit holes.
My most sincere supplication: Muslims made a fetish out of writing. The root of the word “Qur’an” is ‘read”. They massacred those without the Book. I hope you anarchists wont do something similar to people who are critical of writing if you happen to grab hold of the power before the head to head communication fills your shit holes.
Metafiziği (veya sizin bu ideoloji hastalığınızı) canlandıran ve insanı inanca sürükleyen inanca göre GERÇEK, görünen sahte dünya ardında, pusuya yatmış gizli güçlerden oluşur.
Tanrı, psişik bilinçaltı, ekonomik altyapı, süt inekleri bilim adam ve karılarından akan bol sütler, …kuantumcular, genomcular, evrimciler, devrimciler, her şey teoricileri (veya terörcüleri) …
Tabii soytarı kalitesi ucuz taklitçiler, her zaman hazır ve nazırdır: komplocular, komploya inanmayanlar, bu sitede yaratıcı hayal güçleriyle b*kunda boncuk bulanlar, örneğin başta Laik Peygamber Necip ve diğer yüksek zekalı enayiler, anarşistler, marksistler, özgür üniversiteciler, kuantumcular, çevre ve tüketicilik hastalığına 50 yıl sonra uyanan fırsatçı özgür üniversite profesörleri, … you fuc*ing name it.
Bu aldatıcı ve saklı derin hakikatten oluşan gerçek GERÇEK’İ temsil eden iki katlı bina, Medenileri din, politika, savaş, materyal koşullar, … jandarma gibi bin bir çeşit “akıllı tasarım” peşinde koşturdu.
Oyunu oynayan baş artistler, derinliklere inip arayıp sığınağında, bize bela artistlere mevla, bulup bir deri bir kemik gerçekten GERÇEK dünyayı boğazından tutup çıkardılar. Büyük bir işgüzarlıkla, kan ter ve stress pahası, her taş altından çıkan devrim pahası, bibirinin ardından durmaksızın çıkan isyan ve başkaldırmaları kanla bastırmak pahası, amaçlarına varmak için her ayaklara dolaşan ayak takımlarını yok etme pahası, … düzensizliği düzene sokmaya koyuldular.
Az da olsa, yazılı veya yazılmamış tarihte de var olsun, kazananlar veya kaybedenler tarihinde de var olsun, çılgınların oynadığı bu çirkin oyunu oynamayanlar, daha doğrusu oyuna oyunla karşılık verenler, her zaman oldu ve hâlâ var. Bu oyuncuların son kaynaklarından başta gelenlerden biri ilkellerden ilham alma. Bu karşı oyuna sonsuz satıhsal değindim, sitedeki derin GERÇEK uykusunda olan köleler, sağ ve sol faşistler, düzenlilik müminleri kudurdu. Uykuları bozulanların sersemlik içinde saçmalamaları gayet doğal değil mi, aziz seyirciler?