200 Yıldır Neden Karşıdevrimler İçinde Bocalıyoruz?
Yaba dergisinin Mayıs-Ağustos 2009 tarihli, 58-59. “Doğu-Batı Özel Sayısı”nda çıkmıştır.
Niyazi Berkes’in Anısına…
Gün Zileli
Aydınlanma düşüncesinin en olgun meyvesi ve modern kapitalist devletin felsefi temellerinin mimarı Hegel’in öğrencisi Marx, onu ayakları üzerine oturttuğunu söylerken aslında kendisi Hegel’in felsefesinin ürediği zeminde oturuyordu. Bugünkü kimi Marksistlerin haklı olarak dedikleri gibi, “…bütün dünyanın sosyalistleri, ütopyacılardan başlayarak Aydınlık Çağının” çocuklarıdır.1 Marksizmin modernizmle, burjuva ideolojisiyle ilişkisi uzun yıllardan beri tartışılan bir şey aslında. Marx da, Hegel gibi, dünyayı insan aklının çözümlediği bir sistem olarak ele aldı. Dolayısıyla, sistemin karşıtı olduğunu iddia ettiği teorisinde, toplumların, objektif ve insan iradesinden bağımsız evrimsel gelişmesinin doğal sonucu ve zorlaması olarak, aklın kategorilerine uyan ve bu aklın toplumlara yansıyan aracı olan politik aygıt, yani devlet gücüyle dönüştürülebileceğini ileri sürdü. Marx’ın, Hegel’in sistemini taklit edip, tarihi, hedefi olan bir akış, bir süreç olarak açıklayan teorisinde devrimler, bir yandan üretici güçlerin, insan iradesinden bağımsız ve acımasız evrimsel gelişmesinin zorlamasıyla ama öte yandan politik aygıtın zorunun yardımıyla, bir toplumsal formasyondan, “daha ileri” bir toplumsal formasyona geçiş olarak ele alındı. Sorun böyle ele alınınca, bu görevi yerine getiren her toplumsal güç ve sınıf, isterse halkları ezsin, isterse bu “ilerlemeyi” sömürge halkların sırtından sağlasın, olumlandı ve devrimci olarak kutsandı; doğal olarak bu bakış, politik taktiklere ve devrim sonrası iktidarların uygulamalarına da yansıdı. Politik iktidar mücadelesinde Marksistler, zaman zaman halkın devrimci güçlerini “gerici” ilan ederken, reaksiyoner burjuva politik güçlerini de olumlu müttefikler olarak ilan ettiler, ülkelerdeki gerçek devrimci-reaksiyoner çatışmasının yerine kendi muhayyel cephe taktiklerini koydular.
Marksizm, devrim kavramının gerçek anlamını değiştirmiş ve çarpıtmıştır. Daha doğrusu, Marksizm, gerçeklikteki devrimi örtbas eden, onun yerine kendi üretici güçler ve devletçi zor anlayışına uygun değişiklikleri devrim diye ilan eden muazzam bir kavramsal ve teorik çarpıtma yapmıştır ve bu çarpıtma ne yazık ki, devrim teorisi alanında bugüne kadar ağırlığını sürdürmüştür.
Marksistlere göre devrim, kısaca, devlet zorunun yardımıyla geri bir üretim tarzının yerini daha ileri bir üretim tarzının almasıdır. Tarih, üretici güçlerin gelişmesi ve bu gelişmenin zorunlu sonucu olarak devlet zorunun devreye girmesiyle ilerler ve geri üretim tarzının yerini ileri üretim tarzı alır. Nitekim bu üretim tarzları bir silsile halinde birbirini izlemiştir. Nasıl feodal üretim tarzının yerini kapitalist üretim tarzı aldıysa, kapitalist üretim tarzının yerini de daha ileri bir üretim tarzı olan sosyalist üretim tarzı alacaktır. Burjuvazinin feodal bir toplumu kapitalist bir topluma dönüştürmesi burjuva devrimidir.
Marksistler için önemli olan, devrimler sonunda ortaya çıkan değişimdir, yoksa kimin ne yaptığı değil. Onların literatüründe halk faktörü, yalnızca “burjuva devrimlerine” “demokratik” eki koyup koymamalarına yol açar. Yani Fransız Devrimi “burjuva demokratik devrimi”dir de, örneğin Bismark diktatörlüğünün yaptığı “devrim” salt “burjuva devrimi” ya da “tepeden burjuva devrimi”dir.
Marksistlerin bu “devrim” anlayışıyla kökten ve derinden ayrıldığımızı belirtmek zorundayız. Devrim, ne salt bir altüst oluştur, ne de daha önemlisi, “ileri” denen bir toplumsal formasyonun “geri” denen bir toplumsal formasyonun yerini almasıdır. Devrim, her şeyden önce, sömürülen halkın, mevcut hakim sisteme isyan ederek politik ve toplumsal nizamı yıkmasıdır. Bu, bu kadarıyla bile bir politik (devleti yıktığı için) ve toplumsal (mevcut toplumsal nizamı ve ilişkileri yıktığı için) bir devrimdir. Politik (siyasi iktidarın ele geçirilmesi anlamında değil, yıkılması anlamında) ve toplumsal devrim kaçınılmaz olarak bir arada gerçekleşir. Politik devrim olmadan bir toplumsal devrim, yani devleti yıkmayan bir toplumsal devrim mümkün değildir. Emma Goldman’ın da belirttiği gibi, devrim volkanik bir patlamadır, vahşi bir kasırgadır, bunaltıcı bir med cezir dalgası ve temelde kendiliğinden bir kitle ayaklanmasıdır. Diğer fenomenler gibi devrim de somut gerçeklikten kaynaklanır. Doğada olduğu gibi, birbiriyle ilişkili faktörlerin sonuçta enerjiyi yeniden ve devasa boyutta yarattığı öyle bir an gelir ki, ilerde olacakları tahmin etmek son derece zorlaşır. 2
Marksistlerin devrim tanımında tayin edici nokta, üretici güçlerin “ilerlemesini” sağlayan bir altüst oluştur. Anarşistlerin devrim tanımında tayin edici nokta, sömürülen halkın, mevcut politik ve toplumsal nizamı yıkmasıdır. Marksistlere göre, üretici güçleri “ilerleten” bu değişim halkı bastırarak bile yapılsa (örneğin Bismark ya da Atatürk) feodalizmin yerine kapitalizmi getirdiği için devrimdir. Anarşistlere göre ise, devrim sömürü ve baskıya karşı isyandan başka bir şey değildir. Halkın “kapitalizmi geliştirmek” diye bir derdi yoktur. Halk, kapitalizmi geliştirenlere, yani Marksistlere göre “tepeden devrim” yapanlara karşı, isterse feodal özlemlerle olsun ayağa kalkıyorsa bu, reaksiyoner kapitalistleri hedef alan devrimci bir girişimdir, eğer onları yıkmışsa da bir devrimdir.
Marksistler için toplum, hangi coğrafyada, hangi kültürde, akla gelebilecek hangi koşulda olursa olsun, fizik yasaları gibi yasalara tabi, tek tip bir organizasyondur. Onlara göre bu organizasyon belli aşamalardan ve süreçlerden geçerek gelişmektedir. Marksistlerin toplumu bu şekilde kavramsallaştırması, toplumları genel bir bütün olarak ele alan ve standartlaştıran Batı düşüncesinin bir uzantısıdır. Devrim, bu bütünsel yapının temelini oluşturan üretici güçlerin “ilerlemesi” ile “ileri” bir toplumsal formasyona geçiş olduğuna göre, bu büyük değişimi kolaylaştıracak, gittikçe merkezileşen ve merkezileştiği ölçüde daha da etkili olan devasa bir devlet ve iktidar yapısı gerekli olmaktadır.
.
Bu anlayışla Marksistler, devrimi gerçekleştiren sömürülen halkla, bu devrimi kullanan, saptıran ve sonunda bastırıp kendi reaksiyoner iktidarlarını kuran güçleri birbirine karıştırarak devrimler konusunda büyük bir kafa karışıklığı yaratmışlardır
Marksistler, toplumu karmakarışık hale getiren ve bütün standartları, tanımlamaları ve sınırları yıkan halk patlamasının anti-kapitalist mantığını görmezden gelip bunu dahi toplumun önündeki “kapitalist gelişme aşamasının” bir unsuru olarak ele alıyorlar. Böyle olduğu içindir ki, (örneğin Fransız Devriminde) devrimi yapan halk olmuyor, halk salt “kapitalistleşme aşamasının” ideologluğunu yapan ve o aşamadaki kapitalizmin motoru olan burjuvazinin yedek gücü oluyor.
Oysa Fransız devrimi ile ne burjuvazi, ne de burjuvazinin en radikal temsilcileri olan Jakobenler özdeş değildir. Burjuvazi, bir bütün olarak Fransız devriminin o büyük gök gürlemesinden korkmuş ve bir yandan onu kullanıp merkezi yapılar, temsili kurumlar, yasalar yoluyla devrimi halkın iradesinden kopararak kendi politik iktidarını kurarken, diğer yandan da fırtınanın dinmesini, onu bastıracağı uygun anı beklemiştir. Aynı burjuvazinin kendisini kullanmaya çalışması gibi halk da, o günkü koşullarda daha etkili olduğunu sezdiği burjuvaziyi kullanmaya ve kendi devrimci isteklerini burjuvaziyi kalkan ederek ve onu zorlayarak gerçekleştirmeye çalışmıştır. Böylece, aslında devrimin zorunlu toplumsal sonuçları konusunda birbirine zıt bir yönelim içinde olan Paris yoksulları ile burjuvazi, o günkü tarih sahnesinde müttefik gibi görünmüşlerdir. Halkın devrimci rüzgârıyla burjuvazinin ana gövdesinden bile daha fazla savrulup bir an için burjuva iktidarının taleplerinin ötesine geçmiş gibi görünen Jakobenler, bu savrulma anında dahi, kendi sınıfsal konumlarına uygun olarak devrimi saptırma ve frenleme rollerini unutmamış ve uygun anın geldiğini düşündükleri anda devrimci halk hareketine ilk darbeyi onlar indirmişlerdir (Öfkelilerin ve sankülotların bastırılması ve Hebertistlerin idam edilmesi). Jakobenlerin başlattığı bu reaksiyoner eylemi (ki, Thermidor aslında Jakobenlerce başlatılmıştır), Jakobenlerin de kellesini uçurarak devam ettiren burjuvazi, devrimi durdurmuş, bastırmış, halk hareketini tasfiye etmiş ve reaksiyoner burjuva cumhuriyetini gerçek anlamda o zaman kurabilmiştir. Görüldüğü gibi, Fransız Devrimini yapan Paris yoksulları, onu bastırıp reaksiyoner ve kapitalist bir burjuva cumhuriyetiyle noktalayan ise burjuvazinin ta kendisidir. Bu yüzden, Fransız devrimi, Marksistlerin adlandırdığı şekliyle bir “burjuva devrimi” değildir. Burjuvazi bu devrimin bastırıcısıdır. Olsa olsa, sömürülen halkın gerçekleştirdiği Fransız devrimini bastıran bir “burjuva reaksiyonundan” sözedilebilir. Dolayısıyla Fransız Devrimine sahip çıkmak, bu devrimin sonrasında kurulan burjuva cumhuriyetine ya da kapitalist Fransa’ya sahip çıkmak anlamına gelmez.
İşte, Türkiye burjuvazisinin sahip çıktığı bu karşıdevrimdir. Bu yüzden ikiyüzyıldır karşıdevrimler içinde bocalıyoruz.
Gün Zileli