“Gençliğini Harcamak”
Başlıktaki iki kelimelik bu cümlenin hayatımızın çeşitli evrelerinde bazen kendimiz, bazen başkaları için kullanıldığını sık sık duymuşuzdur. Daha çok, ununu elemiş eleğini duvara asmış yaşlılar tarafından, çeşitli toplumsal mücadeleler içinde yer alıp “başı belaya” girmiş ya da hapse girmiş insanlar için kullanılan yaygın bir yargıdır bu. Yaşlı ya da orta yaşlı insanlar, kendilerinin nasıl bir hayat yaşadığına, gençliklerini nasıl geçirdiklerine bakmaksızın, kendilerine göre “yoldan çıkmış” insanlar için, üzerinde fazla düşünmeden ileri sürerler bu genel geçer yargıyı. Kendi anlayışlarına göre, herkesin topluca izlemesi gereken bir “hayat yolu” vardır ama o genç insan bu yolu izlemeyip “yoldan çıkmış” ve en çok da kendine “zarar vermiş”, o güzelim gençliğini “boşu boşuna”, “bir hiç uğruna” “harcamıştır”. Kendi gençliklerinde kayda değer hiçbir şey olmayan, aslında boş bir hayat sürmüş, gerçek anlamda gençliklerini harcamış insanlardır bunlar. Elbette bu geleneksel yargıya gülüp geçmekten başka yapılacak bir şey yoktur.
Evet ama bir zamanlar toplumsal mücadelelere katıldıktan sonra, orta yaşlara geldiklerinde gençliklerini gerçekten harcayan insanlar da yok mudur? Vardır. Ama hiç de yukardaki anlamda değil. Tam tersine.
Bu yazıyı yazıp yazmamakta günlerdir tereddüt içindeydim. Birgün gazetesinin “Seçmece” sütununa zaman zaman gözüm takılır. 25 Aralık 2012 tarihli Birgün gazetesinde eski dava arkadaşlarımdan (hem ortak bir dava anlamında kullanıyorum bunu, hem de Mamak’taki sıkıyönetim mahkemelerinde birlikte yargılanmamız anlamında) Gülay Göktürk’ün Bugün gazetesindeki, ODTÜ olaylarıyla ilgili yazısından alıntılanan bir paragrafı okuyunca ilk aklıma gelen şey oturup bir yazı döşenmek oldu bu konuda. Bugün gazetesini hiç okumam. Bildiğim kadarıyla AKP ile MHP arasında, muhafazakâr-sağcı çizgide bir gazetedir. Bu gazeteyle aynı adı taşıyan bir TV kanalı da var. Gülay Göktürk sık sık oraya da çıktığına göre gazete ile bu TV kanalı arasında bir bağlantı olabilir.
İlk tepkim biraz yatıştıktan sonra yakınımdaki arkadaşlarıma sordum: Değer miydi? Hepsinin ortak yargısı değmeyeceği yönündeydi. Onlara göre, Gülay Göktürk zaten epeyce itibar kaybetmiş bir … (dönek kelimesi ulusalcı ve dogmatik bir tını taşıdığından bizim arkadaş çevresinde pek kullanılmaz) yazardı. “Elimi kirletmeye” değmezdi. Tam onlar gibi düşünmemekle birlikte ben de bir ölçüde ikna olduğumdan yazıyı yazmaktan vazgeçmiştim ki, dün gece CNN Türk’teki, Ahmet Hakan’ın “Tarafsız Bölge” programında son ODTÜ olayları üzerine bir tartışma programı izledim ve sabah uyandığımda bu yazıyı yazmaya karar verdim.
Tartışmada iki ODTÜ öğretim üyesi (Semih Bilgen, Ali Gökmen), Muş Üniversite’sinden bir profesör (Nihat İnanç), Marmara Üniversitesinden bir başka profesör (İbrahim Öztürk) ve Polis Akademisinden bir polis görevlisi (Tuğrul Özşengül) yer alıyordu.
Polis görevlisi Tuğrul Özşengül’ün ekrandaki çehresini görünce 12 Mart dönemi öncesinde ve sonrasında Ankara Emniyet Sarayı’nın 6. Katında sık sık karşılaştığım o “kemikkıran” işkencecilerden biriyle kırk yıl sonra yeniden yüz yüze geldiğim gibi kısa süreli bir ilüzyona kapılıp az kalsın televizyonu kapatıyordum ki, Semih Bilgen ve Ali Gökmen’in o insan, güven veren, ışıl ışıl yüzleri beni bunu yapmaktan alıkoydu ve aradaki reklamlara bile tahammül ederek programı sonuna kadar izledim.
Burada tartışma üzerinde duracak değilim. Yalnızca ODTÜ öğretim üyelerinin sabırlı açıklamalarıyla ve diğer tartışmacıların saçmalamalarıyla gerçeğin apaçık ortaya çıktığını belirtmekle yetineyim: ODTÜ öğrencisi gösteri ve protesto hakkını kullanmıştır ve bu hak, ODTÜ’nün içine doluşan polisin biber gazlarıyla ve orantısız güç kullanmasıyla saldırıya uğramıştır. Bunun ortaya çıkması bir yana, ayrıca Muş Üniversitesi profesörünün ve polis akademisinden “kemikkıran” polisin, öğrencilerin bir anfide toplanıp kültürel etkinlikler yapmalarını bile “terörist faaliyetin” bir parçası olarak gördüklerini vb. vb. öğrenmiş olduk.
Bunlar doğal şeyler. “Kemikkıran”ların ve “kemik yalayanlar”ın olaylara böyle bakmasında, böyle yorumlamasında tuhaf olan bir şey pek yok ama ya kendisi de bir ODTÜ öğrencisi olan, gençliğinde “kemikkıran” polislerin işkencesine uğramış, uydurma suçlamalarla yıllarca hapis yatmış ve bugün artık yaşı “kemale ermiş” bir insanın, eli ve yüreği titremeden şu satırları yazmış olmasına ne demeli:
“Onlar ODTÜ geleneğinin esiri. Okullarının geçmişinin baskısı altında, o geleneğe layık olmaya çalışıyorlar… Asıl suçlu bizleriz: O geleneği onların başına biz musallat ettik… Unutmayalım ki, çocukluklarını 68 masalları dinleyerek geçiren bir kuşak okuyor bugün ODTÜ’de. Ehh, 68 gençliğini yıllardır bu kadar kahramanlaştırır, Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının İstanbul Üniversitesi işgalini efsanelere dönüştürüp anlatır, ODTÜ işgali üzerine bir külliyat oluşturur, bu da yetmezmiş gibi her Allah’ın günü bugünkü gençlerin ne kadar ‘apolitik’ ve ‘sümsük’ olduklarını başlarına kakar durursak, olacağı budur işte.”
Genç Gülay Kurnaz (ironiktir ki, “genç kızlık” soyadı o günkü durumuna değil, Bugün’üne daha çok uymaktadır) şu anda gözümün önünde. Çeşitli sahneler gelip geçiyor önümden. Yıl 1966. Gözleri pırıl pırıl bir genç öğrenci, TİP’in bir toplantısında önümde oturuyor. “TİP’e komünist diyorlar, biz komünist değiliz” diyen TİP taraftarı bir emekçiye komünizmin gerçekte ne olduğunu anlatmaya çalışıyor (Yarılma 1954-1972, İletişim, 2002, s. 253). Genç yüreği, bugünkü gençler gibi tertemiz. Daha sonraki yıllardan da hatırlıyorum. Gülay, 1970’li yıllarda, Levent tarafındaki ilaç fabrikalarında, kadın işçiler arasında devrimci fikirleri yaymaya yönelik zorlu bir çalışma içinde bulunmuştur. 1980’den sonra ise, adım adım bugün geldiği yerin taşlarını döşemeye girişti, ne yazık ki. Hemen 1980 sonrasına baktığınızda tuttuğu o yolun buraya varacağını tahmin etmemiz güçtür. Ama polisten kaçmak adına peruk takıp şık elbiselerle dolaşmaya başlamasının bugünkü hayatının bir provası olduğunu düşünmek mümkün. O döneme ilişkin olarak Gülay Göktürk’le ve yakın çevresiyle ilgili yaptığım şu saptama da önemli: “Metinde, liberal arkadaşlar, bana cevaben, ‘kale’nin, yani Parti’nin yıkılmasından başka çare olmadığını belirtiyorlardı. Bugün baktığım zaman, aslında haklıydılar. Gerçekten de, bütün burjuva kurumları gibi, bu bürokratik kurumun da yıkılması gerekiyordu. Ne var ki, ‘kale’yi yıkmak isteyen arkadaşların çoğunun, partiyle birlikte bütün burjuva kurumlarını yıkmak gibi bir niyetlerinin olmadığı, daha sonradan bu kurumların yüksek maaşlı hizmetkârları haline gelmelerinden anlaşılacaktı.” (Sapak 1983-1992, İletişim, 2003, s. 20-21)
Bugün Gülay Göktürk, gençliğinde ona zulüm yapan “kemikkıran”larla aynı safta.
Yazık. Gençliğini harcadı.
Gün Zileli
27 Aralık 2012
Gülay Göktürk’le ilgili anı ve izlenimler, otobiyografimin şu ciltlerinde ve sayfalarında yer almaktadır. Bu bölümler, hayata büyük devrimci umutlarla atılan genç bir insanın nasıl adım adım burjuvazinin hizmetine girdiğini anlamak açısından ibret verici derslerle doludur.
Yarılma (1954-1972), iletişim Yayınları, s. 253
Havariler (1972-1983) İletişim Yayınları, s. 194, 427, 462, 471-473, 489, 497, 498
Sapak (1983-1992) İletişim Yayınları, s. 20, 79
Sığınmacılar (1990-2000) İletişim Yayınları, s. 21, 165, 172
Gülay ODTÜ’lü değildir,çünkü mezun olmamıştır.Bu içinde bazılarının yaradır.Gülay Göktürk PDA hareketinin önde gidenlerindendir.Aşırı “hızlı”dır,arkadaşları arasında sevilen biri değildir çünkü provakatif çıkışları yeni değildir.Bunu “Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu” kitabında 1972 li ylları anlatan Sevgi Sosyal yazar.Ben Mersin Çimsa çimento işçileriyle 1978 de mücadele ederken o Aydınlık gazetesinde işçiler veçalışanlarla ilgili köşe yazıyordu..Ne oldu ne olacak…Göktanrı gecinden versin …o gün unutulcak biri benim nazarımda.Ama benim o yazdığım “Akdenizin Kıyısında” son fabrika ve işçi romanı Fethi Naci’nin 100 yılın Yüz Türk Romanı adlı ansiklopedik eleştiri kitabında Orhan Pamuk tan sonra yerini almıştır..Yaşam nedir ki bu kadar hırsa kapılmaya değer mi?Feodallerden ve Tarikat elemenlarından demokrat çıkar mı? yazık,çok yazık…
Fatih, bir yerli olmak için oradan mezun mu olmak gerekiyor? O zaman ben de DTCF”li sayılmam, çünkü mezun olmadım. Felsefe 2’den terk. 🙂
bunu bekliyordum.sen konu dışı ve özelsin.
http://haber.sol.org.tr/yazarlar/can-soyer/tusiadin-kapak-guzelleri-65036
http://bellek2009.blogspot.com/2012/12/aydinlik-nasil-matbaa-sahibi-oldu.html
“Türk Solu” dergisinin muadili “Bellek2009” çevresinin ırkçılığı:
http://bellek2009.blogspot.com/2012/11/aydinlikcilarin-kardeslik-ve-barisci.html#!/2012/11/aydinlikcilarin-kardeslik-ve-barisci.html
Kanımca bu noktada, ODTÜ meselesinden yola çıkarak öğrenci/gençlik hareketinin geleceğini tartışmak daha verimli olacaktır.
2010’un son ve 2011’in ilk aylarında yaşanan öğrenci hareketine baktığımızda; hareketin sadece devletin, yökün, üniversite yönetimlerinin vb. baskısına karşı değil; aynı zamanda sekterizme, net başlangıç taleplerinin ve ilham noktalarının yokluğuna, neşesizliğe ve samimiyetsizliğe karşı da mücadele etmek zorunda kaldığını görüyoruz. Yine 2011de YGS şifre skandalına karşı çıkan liseli eylemleri, benzer şekilde bir “seçim öncesi” havasına girmiş politik örgütlerin indirgemeci tavrının olumsuz etkisine maruz kalmış, umutsuzluk içinde liselilerin kaderciliğe yönelmesi üzerine, şaibeli ösym yönetimini istifa ettirecek kararlılığı dahi gösterememişti.
Ancak son bir haftadır daha samimi, parti/sendika bürokrasisinden bağımsız, neşesini ve heyecanını muhafaza etme potansiyelinde ve gücüne sahip kalkışmaların ortaya çıktığını görüyoruz. Ortada kesin bir algılama var: YÖK ve Cumhurbaşkanı’nın atadığı rektörler akademisyenleri ve öğrencileri değil, onlara karşı atayan merkezi temsil ediyor. Üniversitelerin işleyişi demokratik değil ve en meşru eylemleri bile bastıracak şekilde, bütün halinde gençliğin taleplerine bir düşmanlık var. Ve sonuçta net bir talep var: muhalif öğrenci ve akedemisyenlere dair linç kampanyasının püskürtülmesi, üniversitelerin demokratikleşmesi. Ve en beklenmedik kesimler, bu gün ODTÜ’de biber gazı ve dayak yiyenlerle empati kurabiliyor, etkili sivil itaatsizlik eylemleriyle tepkilerini dile getirmeyi susmaya tercih ediyor.
Bir şeylerin yanlış gittiğini düşünenlerin, Aydınlık’ın nasıl matbaa kurduğuna değil, öğrenci hareketinin geleceği üzerine kafa yormalarının daha sağlıklı olduğu kanısındayım.
Gülay Göktürk yazıyı okuduğunda şöyle demiş olabilir: Hepimiz, Asil Nadir’in Güneş’inden çıktık!
Hepimiz Güneri Cıvaoğlu’na o zamanlar; “hiçbir örgütle ilişkim olmamıştır ve OLMAYACAKTIR dedik.”
Sürpriz yok yani, Havariler’de siz yazmıştınız bunu…
arap baharını anımsadım da hepimiz nasıl heyecanlanmıştık. şimdi ö.d.t.ü. kurgularıyla yeni yol ayırımları aramanın anlamı yok.
2 gün içinde unutursunuz… kocaman bir ‘boşluk’… boşluk…
barbara kingsolver boşluğu değil… boş’luk işte…
28 aralık akşamı ğülay ğöktürk ü t-v de izledim.özetle odtü ğeleneğinin ve devrimci ğençlerin,,,,denizin, hüseyinin ,,,,,,,unutturulması ğerkliliğini vurğuluyor., ğençler üzerinde etkilerinden bahsediyor., anlamadığı böyle fedakar insanlarınunutulamayacağı., ve izlerinin devam edeceği..ğülay uslu çocuklar istiyor ve ğörevini yerine ğetirmeye çalışıyor. selamlar.
ODTÜ geleneğinden kurtulan Gülay kurnaz’in geldigi aşamayı görünce insanın ODTÜ geleneğine daha fazla esir olası geliyor 🙂 Gülay göktürkün ve diğer cemaatcilerin anlamadığı su Sinan’lar ODTÜ nün genlerine devrim yazısını öyle bir kimyasalla yazdılarki üstüne ne renk boya ne kadar yeşil boya atarsanız atın bir süre sonra devrim yazısı kızıl rengiyle tekrar ortaya cikiveriyor
“Metinde, liberal arkadaşlar, bana cevaben, ‘kale’nin, yani Parti’nin yıkılmasından başka çare olmadığını belirtiyorlardı. Bugün baktığım zaman, aslında haklıydılar.”
Zileli ile G.Göktürk-ün ortak paydası bu.
Göktürk,burjuvazinin hizmetinde.Tamam.
Peki, “İktidar-a hayır.”diyen Zileli neyin hizmetinde.
Bu soruyu soruşundaki tavır Gün’ün bahsettiği programa katılan polis okulu mualliminin tavrıyla aynı biliyor musun? Neden sen cevap vermiyorsun soruya, anlaşılıyor ki bir cevabın var zaten.